Tarih ve cesaret
Mihrac Ural
Bilişim çağı, insanı kendi iradesinden bağımsız olarak özgürleştirebilecek bir alet ya da teknoloji henüz icat olmamasına rağmen özgürleştirebilmekle, önceki çağlardan kendini ayırıyor. Bu çağda daha doğru tespitler, daha cesur belirlemeler yapılarak ifade edilen gerçekler, aynı zamanda insanın daha da özgür olması katkıda bulunuyor.
Bilgisayarım, beni daha çok insani olanla buluşturup ve daha da kapsayıcı olmaya yönelen ufuklarıma yenilikler katıyor. Daha çok ve daha hızlı okuyup algılıyor ve görüşlerimi daha cesurca savunuyorum. Büyük bir ihtimalle bilgisayar ve internet dünyasında küreselleşen her kes, ben gibi duygular içinde dünyalı oluyor ve milliyetçi ilkelliklerine daha az pirim veriyor. İnsana böylesine önemli dinamikler katan olanaklara karşı kayıtsız kalmak düşünülemez. Bu yüzden, beni takip eden her okuruma hemen bilgisayara koş diyorum.
Bu makalede, giriş satırlarıyla hiç ilgisi olmayan ancak uzun zamandır yazılarımda tekrar ede durduğum, tarihi doğru kavramak ve bunu, en azından küreselleşme çağında kimi milliyetçi fantezilerimizin tutsağı olmadan cesaretle dile getirmek ve yaymak konusunda bilgisayar dünyasının bizlere açtığı ufuklar adına hatırlatmayı uygun gördüm.
İnternet sitelerinden takip etmek zorunda olduğum günlük gazetelerde köşe yazarları, AB uyum yasalarıyla ilgili süreçte önemli tartışmalar başlattılar. Bu tartışmalar bu güne kadar aynı minval üzerinde farklı konular içererek sürdü. Uyum yasaları, ifade ettiği demokrasi ve özgürlükler sorununda olduğu kadar, bu gün sürmekte olan Kıbrıs, Musul-Kerkük, Lozan anlaşması vb. konularıyla da aynı noktada bir kesişme içinde olduğu görüldü. Bu kesişme, ilgili herkesi, ülkemiz tarihiyle ve bu tarihle ilgili ertelenmiş olan hesaplaşmayla yüz yüze getirdi. İşte bu yönde, bilişim çağının etkileri altında bir çok aydın, köşe yazarı kalemini özgürce kullanma fırsatı buldu. Bir kısım ise hala olduğu yerde, ilkellikleriyle karşı saldırıya geçti. Konu, ülkemizin geçmişten bu güne uzanan toprak kayıplarının nedenleri, demokratikleşme, bağımsızlık ve özgürlük eğilimlerimizle bağlantısı üzerine şekillendi.
Bir biriyle çok ilgisiz gibi gelen farklı yazarlar arasındaki tartışma, ortak bir bölen kazanması ve sorunun özünde bir tarih bilinci ve kavrayışı sorunu olduğu gerçeğinin belirmesi bizi, bir kez daha tartışmanın içine, tarihi nasıl kavramak gerektiği noktasındaki belirlemelerimize götürdü.
Ülkemiz, insanlığın yaşadığı sanayi devrimi, bilim ve teknoloji devrimleri gibi tarihi aşamaları kaçırmıştı, çarpık bir toplumsal yapı içinde korkularla dolu bir yolda kendini aramaktaydı ve bundan dolayı çağı yakalamada her fırsatta yeniden geri kalıyordu. Osmanlıdan bu yana, son iki yüz yıl boyunca, geçmişten günümüze genlerimize işleyen yaşam sistematiğimiz, üretmeden kazanmak, kolayına kaçarak var olma şeklinde oluşmuş ve içinden bir türlü çıkamadığımız sorunlara kaynaklık etmiştir.
Her ülkenin her tarih kesitinde kendine özgü sorunları vardır. Bunları aşmak için çaba sarf edenleri ve sorunları derinleştirmeye çalışan karşıtları vardır. Türk milleti, Osmanlıdan çıkışta, büyük bir kaçış psikolojisi altında Cumhuriyetini kurma mücadelesi verdi. Bu mücadeleyi yürütenler, geçmişin yapılanması ve sisteminde aktif rol alan kadrolardı, ancak dünya dengesinin farklılaştığı ve var oluşun sürdürülebilir eski dinamiklerinin kalmadığı bir ortamda geçmişten kaçışa, cumhuriyetle sonuçlanacak yeniden yapılanmaya yönelmek durumunda kaldılar. Bu bir ilerlemeydi. İlerlemenin en önemli yanı, Milleti fetihler arkasında sürüklemek yerine, yurt edinilmeye çalışılan topraklarda üretime yönelmeye, kendine yeterliliği, kendi milli emeklerinin ürünü olan sonuçlarla yaşamaya karar kılmaktı. Cumhuriyet bu yanıyla, başka milletlerin topraklarını ve servetlerini fetih ve gasplarla elde tutmaya karşı bir gelişmeydi; bu, kendisine ait olmayan yüklerden bir kurtuluş savaşıydı. Atatürk’ün, Osmanlıya ve onun her türden mirasına karşı, modern ulus örgütlenmesinin gerektirdiği yenilenme ve yeniden yapılanma adımlarını bir devrim girişimi olarak atmış olmasının nedeni budur. Yeni devlet başkalarının toprak ve servetlerini gasp ederek yaşama kolaylığını ve onursuzluğunu reddederek, Cumhuriyet girişimiyle kendi milli emeğinin üretimiyle yaşamayı seçmiştir. Bu yüzden, sahiplerine geçmiş olan Osmanlının topraklarını, hiçbir zaman milli topraklar olarak görmemiştir. Misak-ı milli toprakları tabiri bir ölçüye kadar bunu, denetim dışı kalan topraklara karşı hiçbir manevi yükümlülüğün kalmadığını ifade ediyordu. Bu her ne kadar, misak-ı milli sınırlarının tartışma götürür ulusal sınırlar olduğu gerçeğini ortadan kaldırmasa da. Cumhuriyet dönemi ve sonrası sorunlara kaynaklı edecek olan gerçekte, işte tam burada doğmuştur. Zira Cumhuriyet kuruluş perspektifini, kalıcı bir dengeye kavuşturacak olan sonuna kadar ilerletmeyi başaramamıştır; Osmanlının fütuhatı ve gasplarından miras kalan toprakların ve o toprakların gerçek sahipleri olan milletlerin konumu olduğu gibi sürmüştür.
Cumhuriyet korkular ve kaçışlar üzerinde kurulmuştu. Bu korkular gerçek korkulardı. Temeli vardı ve hala devam etmekteydi. Cumhuriyet tek uluslu bir devlet modeli olarak, tarihinin her döneminde çok milletli Anadolu toprakları üzerinde kuruldu. Tek ulusa da yer vardı ama, gerçek yerlilerin bu plana karşı tutumları güvenilmez olarak görülüyordu. Toplumsal barış böylece doğmadan katlediliyordu. Osmanlıdan alınan akıl sistemi mirası, cumhuriyeti korkaklaştırmış, vatandaşlarına karşı ön yargılı kılmıştı. Cumhuriyet ayrıca büyük bir kaçış psikolojisi altında eziliyordu. Orta Asya’dan Batıya doğru durmadan süren, Atatürk’ün deyişiyle, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” ( Aktaran,Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154) Böylesi bir sürecin içinden çıkıp gelmekte olan Türk milleti, kuşaklar boyu genetik kalıtıma dönüşmüş kaçışının, dayanılmaz ağırlığı altında ezile gelen konumuyla, yeni devleti yapılandırılıyordu. Bu da Anadolu’nun Türkleştirilmesiyle sürdürülen ama sonuçsuz kalan planın doğmasına yol açmıştı. Cumhuriyet gibi, bir millet için hayati önemi olan olumlu, ileri bir atılımının diğer yanını oluşturan komedisi de buradaydı; Türk dilinin tüm insanlık dillerinin temel menşei olduğu iddiası olan “Güneş Dil Teorisi”, Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve tarihinin bu temelde olduğunun ilan edilmesi amacıyla, bu topraklarda yaşayan tüm kavimlerin aslının Türk olduğu iddiasıyla, “Sümer Türkleri”, “Hitit Türkleri” uydurmasıyla tarih oluşturuluyordu.
Bilişim çağı, küreselleşmenin sunduğu yeni tür uluslar arası ve insanlar arası yaşam kategorileriyle, bu traji-komik takıntıların gereksiz olduğunu önce en aydın olanların düşün dünyasına verdiği cesaretle gösterdi. Sonra, daha geriden gelenleri de etkileyerek yol aldı. Hala da yoluna devam ediyor. Geçmişimizin karanlıklarından ve kirliliklerinden kurtulmak Hiç kimseden korkmadan sosyal-siyasal ilişkiler geliştirme cesareti, bu çağın bizlere sunduğu en önemli özgürlük atılımıdır. Ülkemiz hala bu özgürlüğün yoksunudur. Bunun için tarihi doğru kavrama ve cesurca dile getirip çözüm için mücadele atmak gerekmektedir. Bunun içinde demokrasiye şiddetle ihtiyacımız bulunuyor. Tekrar ediyorum, henüz insanı kendi iradesinden bağımsız olarak özgürlüğe kavuşturacak bir alet ve ya teknoloji icat edilmedi amma, bilişim çağı bu işi yavaş yavaş yapmaya başladı bile.
Hürriyet gazetesi köşe yazarı Fatih Altaylı, böylesi bir özgürlüğe ilk adım sayılabilecek bir tarih tezi ortaya koyan yaklaşımları, konumuzla oldukça ilgili görülüyor.
“Türk insanı , ne yazık ki virüs gibi. Bir yeri bulduğu zaman orayı istila ediyor, sömürüyor, yiyip bitiriyor ve yok ediyor. Sonra da yeni yerler aramaya başlıyor. Böyle yapa yapa, ardımızdan çöller bırakarak Orta Asya’dan buraya gelmişiz. Yaşadığı coğrafyayı bizim kadar hor kullanan başka bir millet herhalde yok. En azından uygar bir millet yok. Genetik bu durum bu gün hala geçerli.”( Hürriyet, 21. Ağustos.2002) .
Altaylı, özel olarak Türk milleti ve insanı üzerine bir tez yazma iddiasında değil, o, Bodrum kentinde yapılmakta olan çevre tahribatını anlatmaya ve Çeşme beldesinde olası tahribatı önlemeye çalışıyor, ama yaptığı genellemelerle, bir milletin tarihinden gelen ve “genetik” olduğunu söylediği tutum ve davranışlarla belli ölçülerde bir tarih tezi yaklaşımı sunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Gerçek anlamda bir tarih yaklaşımı olarak da ele alınsa, bu cümleler haklı ve bir milletin geçmişine ilişkin önemle bilmesi gereken tespitleri taşımaktadır.
Bu sözler yerden göğe kadar haklı sözlerdir. Düne kadar böyle cümleleri kurmak ciddi bir vatan ihaneti töhmetine kadar uzanan suçlamaya muhatap kalmayı ya da zindanlarda çürümeye kadar uzanacak bir macerayı göze almayı gerektirirdi. Aziz Nesin’i hatırlayın, bir kelime yüzünden başına neler geldi. Ama Altaylı “cesur adam”, yazdı hiç kimsenin tepkisini çekmedi, kanal D’de üstlendiği yetkiler dokunulmazlığını artırmışa benziyor. Tepkinin olup olmaması ayrı bir konu, biz belki de yazarın da farkında olmadan dile getirdiği sorunun tarihi derinliği üzerinde kısaca durmayı ve bazı önemli hatırlatmalar yapmayı gerekli görüyoruz. Bilişim çağı farkında olmadan insanı özgürleştirdikçe, farkında olanlara da bu gerçeği bilince çıkartmak kalıyor. şimdi olduğu gibi.
Altaylı’nın sözleri, öncelikle Atatürk’ün sözleriyle kesiştiği görülmektedir. Atatürk’te, Osmanlıyı değerlendirirken, Türk milletinin karşı karşıya kaldığı durumu aynı sözlerle ifade etmiştir; Türk milleti serserice fetihler ardından gitmiş hiçbir şey üretememiştir. Her iki belirlemenin ortak noktası, bir durum tespitidir. O da, Türk milletinin Orta Asya’dan batıya doğru göç sürecinde, gerçek anlamda bir yurt edinme ve yerleşilen toprakları yaşama açma mücadelesini hiç düşünmediği yada düşünmesine fetihlerden dolayı fırsat verilmediğidir. Düşünülen tek şey, yaşama başka milletler tarafından açılmış toprakları ve kazanılmış servetleri Altaylı’nın dediği gibi, “istila edip, sömürüp, yiyip bitirerek yok etmek” yönünde olmuştur. Yüz yılların bu sistematiği doğal olarak, “genetik” bir işlev kazanmasını getirmiştir. Cumhuriyet planı temelde bu konumdan çıkış için bir önemli adım olarak atıldı. Cumhuriyet dönemine kadar, Orta Asya’dan başlayan sürecin ayırıcı özelliği, Atatürk’ün de Altaylı’nın da ifade ettiği gibi olmuştur. Bol bol toprak “kazanılmıştır”, küçümsenmeyecek servetler “elde edilmiştir”. 5 milyon kilometrekarelik dev bir imparatorluk kurulmuştur. Üç kıtada ordularını savaştıracak servetler toplanmıştır. Ancak bütün bunlar, Lozan Anlaşmasıyla noktalanan bir sürecin sonunda elden çıkmıştır, topraklar gerçek sahiplerine, servetler ise savaşlarda ve padişahın hiçbir değeri olmayan tasarruflarında yok edilmiştir. Cumhuriyet kurulurken geriye ağır bir sefaletin terk edilmiş olması,önceki tüm kazanımların ne ölçüde haksız ve başka milletlerin emeklerine ait olduğunu göstermeye yeterli olmuştur. Bu noktada Altaylı’nın sözlerini bir tarih tezi olarak ele alacak olursak cesurca belirlenmiş gerçekler olduğu tartışılamaz. Zaten Atatürk bu on yıllar önce çok daha yalın bir şekilde dile getirmiştir. Üretmeyen toplum yaşamını sürdürüyorsa, başkalarının ürettiğini çalıyor demektir. Cumhuriyetten gerisin geriye gidildiğinde tarihi en açık şekilde bu tabir tanımlar. Cumhuriyet bu anlamda, geçmişten büyük bir kaçıştır. Üreterek yaşamı sürdürmeyi planlayan bir toplum projesidir öncelikle; bu proje ister zorunda kalındığından dolayı ister, çağdaş uygarlığın özgürleştirici itimin, düşün dünyası dinamiklerini harekete geçirmiş olmasından dolayı olsun. Sonuç Türk milleti cumhuriyetle birlikte üreterek yaşamayı önüne hedef koymuş ve ileri bir adımı kendi tarihine yazmıştır.
Bu anlamda Türk milletinin tarihsel konumuna ilişkin bir durum belirlemesi yapılmış ve ondan da gerçekçi bir tarihsel farklılaşma gidilmişti. Üretim yapılacaktı, fetihlerin peşinden serserice gidilmeyecekti. Bu aynı zamanda, Anadolu’nun tarihini Türkleştirme çabasının aşırılıklarını da izah eden bir durumdu. Gerçek anlamda bir yurtta yaşamaya karar verilmiş ve başka seçenek kalmamıştı. Anadolu’nun tarihini de Türkleştirme ihtiyacı buradan doğdu. Türk Sümerleri, Türk Hititleri, Güneş Dil Teorisi bu gereklerden doğmuştur. Büyük kaçış buydu.
Bu kaçış, büyük korkunun baskısı altında, cumhuriyetin üreterek yaşayan toplum planını, Anadolu’nun çok uluslu dokusunu hesaba katmadan, tek uluslu bir plana dönüştürerek Osmanlının hatasını, yeni tarih kesitinde, farklı biçimde tekrar etmek anlamına gelen bir yolda sürdürme gibi doğuştan taşınan hataya düşürdü. Üreten bir toplum amma, kendi ulusal gerçeğinden başka ulusal gerçeklere yer vermeyen tek boyutlu toplum oluşturulmaya gidildi. Bu da geçmişin karanlık ve kirli sisteminden çıkışı kısırlaştırarak, aynı hatayı daha dar bir alanda tekrar etme konumuna düşürdü.
Tek boyutlu dayatma, Anadolu’nun topraklarını yaşama açan ve hala o topraklarda tüm diriliğiyle ayakta kalan milletlere bir siyasal yaşam hakkı tanımıyordu. Böylece Cumhuriyetle, kendi milli emeğiyle üreterek yaşama yönünde, doğru başlayan adım içine temel bir yanlışı sokarak, çağı yakalama ve demokratikleşme düzleminde kendini yeniden üretme şansını yok ediyordu. Bununla da kalınmıyor, girildiğinde % 90 ‘ı farklı dinlere mensup Anadolu, % 99’u Müslüman olmasına rağmen kaba şekilde, Osmanlının dinlere tanıdığı özgürlükten söz edilmesi gibi, bir çok şehri ve mahallesi % 90 başka milletten olan Türkiye’den artık Kürtler ve Araplar dışında diğer hiçbir milletin her hangi bir köşede çoğunluk oluşturmasından eser kalmamıştır. Bu süreçte, azınlıklara çektirilen ağır işkencelerin, toplu kıyımların, toplu göçlerin sonucu gündeme gelmiştir. Eskiden tabi ve necip olan milletler, ya Yunanlılar gibi kahpe ya da Araplar gibi hain olmuşlardı.
Osmanlı mirası genlere işlemişti, virüs olan budur. İkide bir nüksediyor. Hatay davasında, Kıbrıs sorununda, şimdi de Musul-Kerkük meselesinde aynı virüs nüksetmektedir. Osmanlı aklı, tarihin tanık olduğu en çirkin ve en barbar akıl, Atatürk’ün ısrarla kurtulmak istediği, Türk milletini kurtarmak istediği virüs işte budur. Türk milletinin tarihi için söylenecek en anlamlı belirleme bu olacaktır. Zira bu belirleme ki, geleceği çağdaş bir ileri ülke konumunu yakalama fırsatı yaratsın. Bilişim çağının genç kuşakları, önceki kuşaklardan temiz bir miras almış olarak, kaçışın handikaplarına düşmeyecekleri yeni bir toplumsal yaşam düzenlenişi kurabilsinler. Genç kuşaklara, Cumhuriyet kuşağının sırtında taşıdığı Osmanlı geçmişinden büyük kaçış sürecinde bu güne taşıdıkları sorunların handikabı tekrar yaşatmak istenmiyorsa, arkalarında çözülecek kirli ve karanlık tarihi sorunu olmayan bir ülke devretmek gerekmektedir.
Bunun en kestirme yolu, bilişim çağının özgürleştirici katkılarına güvenerek, daha çok cesaretle tarihi değerlendirmek ve aynı oranda bir cesaretle çözüme yönelmek gerekiyor. Özgürleşen insan cesur insandır, takıntıları, statükoya mahkumiyetleri, tarihi dolmuş kategorilere bağımlılıkları olmayan insandır.
Altaylı, cesaretini Bodrum beldesinde yaşanan tahribatı dile getirmek üzere, farkında olmadan önemli bir tarih belirlemesi yaparken, nispeten cesur davranmıştır. Ancak işlediği önemli bir hata vardır ve buna bu satırlarda cevap verilmelidir. Altaylı, turizm beldesi Bodrum’daki tahribatlara bakarak “Türk insanı, ne yazık ki virüs gibidir. Bir yeri bulduğu zaman orayı istila ediyor, sömürüyor, yiyip bitiriyor ve yok ediyor.” diyor. Altaylı, 5 milyon kilometrekarede yapılanları, aynı mantık gereği nasıl tanımlayacağını düşünmek bir insanı derin derin düşündürüyor. Haklı olmasına rağmen önemli bir eksiği de taşıyor bu sözler.
Öncelikle bilinmeli ki, Türk insanı virüs değildir; her yönüyle, iyisiyle, kötüsüyle insanlık topluluğunun bir unsuru olan insandır. Türk milleti de, dünyanın tüm milletleri gibi bir millettir. Kimseden ne fazlası ne de eksiği vardır. Milletler, tarihlerinden gelen sorunlarla, milletler topluluğu içindeki yerleri belirlenemez. Hiçbir millet, mutlak sabitelerle değer ölçümüne tabi tutulamaz. Her çağın kendi değer yargılarına bağlı o anın, o tarihsel kesitin ölçülerine göre konumu değerlendirilir. Tüm milletlerin tarihinde karanlıklar ve kirlilikler vardır. Oralardan çıkıp bu günlere gelinmiştir. Önemli olan bu karanlık ve kirli tarzı sürdürmemektir, aşmaktır, onlara takılı kalmamaktır. Bu yüzden her millet, onurlu unsurlarının büyük özveri ve mücadelesiyle değişime yönelir, kendini yenileyecek, çağa uygun hale getirecek devrimlere gider. Ülkemizin önünde ve özellikle Türk milletinin önünde bu görev durmaktadır, tarihi doğu kavramak ve bunu bilişim çağının avantajlarıyla, verdiği güç ve özgürlüğün cesaretiyle dile getirip aşmaktır. Altaylı,nın virüs dediği gerçekte Türk milletinin başına yüz yıllardır musallat olan, hazıra konmacı, çapulcu, gaspçı, hortumcu, tüketici ve kararlı bir iradeden yoksun yöneticiler ve onların oluşturduğu çarpık sistemdir. Daha az demokrasi ve özgürlüklere yasaklar, daha çok tüketim ve daha az üretim, küreselleşmenin karşıtı, ilkel milliyetçiliğin şampiyonu bu sistemin temel unsurlarıdır. Bilişim çağında bu kıstaslarla gidilecek tek yer cehennemdir.
Bu noktadan itibaren, aynı konunun bir başka boyutunu içeren, tarih ve cesaretle ilgili bir durum belirlemesi de, severek okuduğum Hürriyet yazarı Murat Bardakçı’nın 4.Ağustos.2002 tarihli makalesinde dile getirildi. Bardakçı özetle, Osmanlıdan bu yana AB uyum yasalarıyla birlikte üç Tanzimat Fermanı ilan edildiği, (ilki olan 3.kasım.1839 Tanzimat fermanı (Gülhane hattı-hümayunu), I. Abdülmecid zamanında, ikincisi 18. Şubat.1856 da yine I. Abdülmecid zamanında, üçüncüsünün de, AB uyum yasaları adı altında Eylül.2002 de) belirtilerek, Avrupalı olma konusunda atılan tarihi adımlara rağmen sonuç alınmadığını ve her defasında ülkenin yeni kayıplara muhatap kalındığını anlatarak kaygılarını dile getiriyor. Ayrıca hiçbir zaman Avrupa’ya kabul edilmeyeceğimizi, bu çabaların hüsranla neticeleneceğine inandığını açıklıyor ve sonuçta şunları ekliyor;
“Biz, Avrupalı olma konusundaki her önemli adımımızdan sonra mutlaka bir toprak tavizi verdik, bütün çabamıza rağmen bir yerlerin elimizden çıkmasını engelleyemedik.” kaygısıdır.
Öncelikle, Osmanlıdan bu yana Avrupalılaşma süreci hiçbir zaman gerçekçi bir çağdaşlaşma hareketi olarak gündeme gelmedi. Söz konusu fermanlar ve en sonuncusu olan AB uyum yasaları, değişen dünya dengelerinin ülke yöneticilerini getirip kıstırdığı yerden bir çıkış aracı olarak, halkın çıkarlarını hiçbir şekilde göz önüne almadan ilan edilmişlerdir ve tümü ikircimli ve pratik uygulanabilirliği tam anlamıyla gerçekleşmemiş girişimlerdir. Osmanlının can çekişme yüzyılında ortaya çıkan her iki ferman yada Meşruiyet girişimleri, dış baskının bir ürünü olarak gündeme gelmiştir. Bu yüzden her girişimin ardından gündeme gelip dayanan kayıplar gerçekleşmiştir. Yani Bardakçı’nın kanaatlerinin tersine, fermanlar kaybedilmesi kesin olanların geciktirilmesinden başka bir amacı yoktu. Aksi taktirde, Batılılaşmanın taşıdığı çağdaş uygarlık düzeyine bu ölçüde sancılı bir geçiş süreci yaşanmazdı. Bu üç ferman bu anlamda bir kader birliği içindedir ve bundan dolayı da inandırıcılık konusunda, ciddi sıkıntıları bulunmaktadır. Gelelim toprak kayıplarına.
Bardakçı bu noktada, kısmi doğrusu olan bir tespit yapmış. Ancak bu kısmi doğru, tarihin doğru kavranıp, cesaretle dile getirilmesini hedeflememiştir. Bir tepkiyi dile getirmek için söylenmiştir. Batılılaşmamızın faturası, toprak kaybıyla sonuçlanmıştır söylemi bir tepki söylemi olarak dile gelmiştir. Bu noktada Bardakçı önemli bir dizi tarih gerçeğini atlayarak bu tepkiyi gündeme getiriyor ki, Avrupalı olamayışımızın geçek nedenini de farkında olmadan ele veriyor. O öncelikle elden giden toprakları büyük bir yanılgıyla Osmanlının öz be öz mülkü, Osmanlının yaşama açtığı topraklar olduğu sanısındadır. Elden giden toprakların gerçek sahiplerine iade edilen topraklar olduğu esprisini içine sindirememektedir ve bu güne yaklaşırken aynı düşüncelerle davrandığı gözlenmektedir. Bu yanılgı milliyetçi ilkelliklerini üzerinden atamamış tüm aydınların içine düştükleri ve tarihi açıklamada tıkanmalarının da nedenidir. Tarih ve cesaret ilişkisi bir ulusun aydınlarını tam bu noktada yakalıyor. Dile getirmekten kaçınılan ve ortaya atılan tezleri aksak hale getiren, zaman zamanda karşı tepkileri anlamakta güçlük çekmenin nedeni olan bu tarihi gerçeğin dile gelmesi gerek. O da, her Batılılaşma atağında elden giden toprakların, bize ait olmayan, milli emeklerimizle yaşama açmadığımız ve bize gerçek bir yurt olmayan, başka milletlerden gasp edilmiş topraklar olduğu gerçeğidir. Kısa bir tarih gezisi bunu anlatmaya yeter.
Türk milletinin Batılılaşma yönündeki tarihi yürüyüşünün ilk evreleri, yalnızca yön olarak Batı olmuştur. Orta Asya’dan, Viyana kapılarına kadar bu süreç aynı içerik ve yöntemlerle, farklı gerekçeler kullanılarak sürmüştür; tek hedef başka milletlerin yaşama açtığı ve emekleriyle biriktirdikleri servetleri gasp etmekti. Bu süreçte hiç bir millete ne Roma ne Helen, ne Arap-İslam ne de Büyük Britanya Krallığının yayılmacılığını örttüğü uygarlık taşıma bahanesi ve araçları yoktur. Tek ve en yalın anlamıyla zorla, kılıçla gasp amacı vardı. İkinci evrede Batılılaşma, Viyana kapılarında başlayan tükeniş, duraklama ve gerilemeyle, Anadolu’dan daha geri gidebilmenin hiçbir şans ve ihtimalinin kalmaması koşulunda başladı. Burada da Batılılaşma değil, Batının daha çok iç işlere karışmasından, arka arkaya Batılı dayatmalara boyun eğişten dolayı ortaya çıkan ferman, meşruiyet vb. girişimlerin, içselleşmemiş görüntüleri vardı. Bu süreç Cumhuriyetle birlikte nitelik değişimine adım attı. Cumhuriyet planı bir ulusun çağdaş uygarlığa geçiş planıydı; geçmişten kaçış, gaspla yaşamak yerine üreterek yaşama planı vardı. Ancak bu da çok geç kalınıp, köklü dönüşümleri tamamlanmamış olmasından dolayı tıkanmaya mahkumdu. Zira Cumhuriyette, Osmanlıdan aldığı mirasla, başkalarının toprakları üzerinde sürmekte olan hüküm vasıtasıyla kendi planını hayata geçirme uğraşısında olmuştur.
Bardakçı, gelişmeleri görüyor, yeniden toprak tavizlerinin kapıda beklediğini seziyor, ama bunun nedenlerini yok sayarak, elden çıkan toprakları ezeli ve ebedi ulus toprakları sanarak kaygıya ve hayıflanmalara düşüyor. Yanlış olan da budur. Tarihi doğru kavramamak ve cesurca sonuçlar çıkarmamak en tehlikeli aydın gafleti olduğu ve bu gafletin günümüzde topluma mesaj iletmede, ciddi tehlikeler yarattığını ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bilinmeli ki, Viyana önlerinden, bu güne kadar gelen süreçte “kaybedilen” her şey, doğal olarak kaybedilmesi engellenemez şeylerdi. Bu süreç özgür her gözlemci için hala bitmemiştir. Özellikle, Osmanlı artığı girişimlerin kışkırtıldığı, komşu ülke topraklarına sudan gerekçeler üreterek istila fetihleri planlandığı bu kritik tarihi kesitte. Ve onurlu her Türk insanı milletinin tarihsel kaderi için bu türden çağ dışı davranışların yeniden gündeme koyulmasından kaygı duymalı ve hayıflanmalıdır.
Kaygılarımız özgürlüğümüzün ürünü olmalıdır. Sorunlarımızı çözmenin tek yolu budur. Bilişim çağının insanı olma ihtiyacımız da kendini bu noktada gösterir. Zira bu çağda tüm ilkel takıntılarımızı aşma şansımız bulunmaktadır. Bu şansı geçmişimizin kirli ve karanlık yöntemleri aşmak yönünde kullanmalıyız. Öncelikle de hiç kimsenin üretiminde, toprağında, servetinde gözümüzün olmaması gerek. Bu büyük bir ahlaki dönüşümdür. Osmanlının kirli aklı bizi böylesine insanı bir etikten alı koymak için tüm imkanlarıyla takip ettiğini unutmamak gerek; AB’ye katılmaktan bahsederken dahi oralara gidip, Altaylı’nın dediği gibi “istila edip, sömürüp,yiyip bitirmek” amacı taşıyor gibiyiz.
Artık, eski yöntemlerle, fütuhatla, gaspla, silah ve zorbalıkla hiçbir toprak parçasını elde tutmanın mümkün olmadığını göz önüne alacak olursak, yapılması gerekenlerin ne olduğunu çabuk kavramış oluruz. Ve bilinmeli ki, hal “elimizden bir yerlerin gitmesi” kaygısı varsa demek ki, hala bir yerleri gaspa devam etmekteyiz ve bir yerleri yine gasp etme eğilimleri taşıyoruz demektir. Cumhuriyetin Osmanlıdan büyük kaçışı, gerçek bir devrimle başarılamadığı için, büyük korkular bu günde başımızı ağrıtan, kaygılarımızı yoğunlaştıran sorunları da birlikte taşımıştır. Osmanlıdan kopmamak, bu gün hala korkulacak olumsuzlukları beraberinde getirmiş olmak demektir. Anadolu’nun hala tüm renkleriyle özgür olamaması bu büyük korkunun temel nedenidir. Batıya yaklaştıkça bir yerlerin kaybedilmesi bu yüzden önlenemez bir gidiştir ve öyle olmaya devam edecektir. Bu gerçeği tespit etmekten korkmamalıyız.
Başta Türk aydını olmak üzere ülkemizin tüm aydınları, tabuları aşma gibi tarihi bir sorumluluk altında bulunmaktadırlar. Şeffaf olmanın da en emin yolu budur. Bu konuda duyarlı bilişim çağının kalemleri ve aydınları az değildir. Çetin Altan’ın 9.Ekim.2002 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde, AB Komisyonunun 13 aday ülkeyle ilgili “ilerleme raporu”nda ülkemizin içkence konusunda bir ilerleme yapamadığı belirlemesi üzerin yazdığı, ”Eski tabularla doğmalar ufalanma yolunda” başlıklı makalesinde, aynı konuda yaptığı değerlendirmeler ümit verici, özgür bir aydınlanma adımı olarak görülmelidir. Manisa davasını işkencelerini, Sarıkamış’ta soğuktan ölüme terk edilen 75 bin askerin konusunu, bizde ekleyelim, Kıbrıs’ta batırılan Kocatepe fırkateynini yazsam şeffafiyeti göstermeyen toplumun gelişemeyeceğini ifadeyle;
“ Kendisini, eksisi artısıyla saydamlaştırmayı bir türlü göze alamamış bir Türkiye’ye ‘gelişmiş ülke’ denebilir mi?
... Bir ülke şoven demagojilerle kendi gerçeklerini maskelediği ölçüde, büyütemez kanatlarını...
Usul usul Türkiye’nin de öz gerçekleri çıkıyor ortaya...Eski hipnozlar aşıldığı için üzülmeyin, sevinin...” belirlemesini yapıyor.
Bizler bu ölçüde iyimser olmasak ta, bilişim çağının özgürleştirici etkisi altında, tabuların yarattığı hipnozların aşılacağına ve ülkemizin tek çıkış yolunun bu olduğuna eminiz.
Bu noktada tarihten gelen sorunlarımıza çözüm için tek yolumuzun demokrasi olduğu gerçeği ısrarla vurgulanmalıdır. Kaygılarımızın da, Anadolu mozaiğini demokratik bir devlet çatısı altında özgürleştirdiğimiz zaman biteceği bilinmelidir. Aksi taktirde tüm kaygılar, geçmişte olduğu gibi bu günde, gerçek olmak durumunda kalacaktır. Ve bilinmeli ki, kaygıların gerçekleştiği bir tabloda, kimse kimseden bir şey almış olmayacaktır, her şey gerçek sahiplerine dönecektir. Birliği, barışı, adalet ve kardeşliği zedeleyeceği için böylesi gelişmeleri önünü kesmek, yalnızca kaygı duyanların değil hepimizin sorumluluğu olduğu görülmelidir. Zira böylesi bir süreçte kazanan da kaybeden kadar ağır yaralı olacaktır ve gelecek kuşaklara onarılması güç sorunlar yükleyecektir.
Acil demokratik önlemler almazsak, özgürlük ve insan haklarıyla hukuk devleti olma çabasını vermezsek, yüz yıllar boyu bu toprakları gerçek sahipleriyle yönetmiş olmaya rağmen sonuçta, Emin Çölaşan’ın tepkiyle dile getirdiği kaygılar gerçek olur; “Türkiye bir yerlere gidiyor, götürülüyor. Örneğin bu ülkede ‘ben Türküm’ diyenler azınlık olmak üzere.” (Hürriyet, 9. Ekim. 2002)
Altaylı’nın turizm beldeleri Bodrum-Çeşme için geliştirdiği tarih tezini genelleştirin, Bardakçı’nın ve Çölaşan’ın kaygılarına yol açan tehlikelerin nedenini bulacaksınız.
Yüz yıllardır hükümranlıkları altında tuttukları milletlere yeni bir uygarlık, daha üstün bir yaşam sistemi getiremedikleri için asimile edememiş olanların, zor ve zorbalıkla yüz yıllar içinde başaramadıkları el altında istençlerinin bu gün büyük bir kaygıya dönüşmesini anlamak zor değildir. “Her alçağın son sığındığı yer ulusçuluktur” diyen Oskar Wilde’nin sözünü hatırlatarak, makalemizin konusuyla ilgili bulduğum Emin Çölaşan ile Ahmet Altan arasındaki tartışmaya kısaca değinmekte yarar buluyorum.
Emin Çölaşan, ülkemizdeki sorunlara hiçbir çerçeveye sığmayan ilkel milliyetçi, sığ bilginin ışığı sönük feneriyle, her kese savaş ilanı geleneğine bağlı olarak, Ahmet Altan’la Lozan anlaşması üzerine tartışmaya girişiyor. Çölaşan, bu tartışmayı, Ahmet Altan’ın, “Aldatmak” adlı romanın “çalıntı” olduğu iddiaları ardından çıkan ve tetikte bekleyen tüm sığ aydınların yaylım ateşine giriştiği bir süreçte, çakal misali, yere yığılmış avdan parça koparmak üzere başlatmıştır. (Bu tartışma makalemizin konusu dışındadır ve kanaatimiz, Ahmet Altan’ın romanı, “Tekerlekler” adlı romandan oldukça fazla etkilendiğidir. Ancak böyle de olsa roman, kendi düşün yoğunluğunun ürünü olduğu tartışma götürmez. Bu romanda dikkate alınması gereken bir emek ve değer vardır. Ülkemizde her türden yaşam dinamiğinin eritildiği gibi, edebiyatında tükendiği bir dönemde, sosyal etkisi yoğun tartışma ortamı yaratmasıyla dinamik ve üretken bir aydın olarak Altan’ın uğradığı saldırılar benimsenemez. Ve bu saldırıların, edebi kaygı ötesinde şekillendiği kanısındayız.) Konu, Lozan Anlaşması’nın Türk tarihinin en büyük toprak kaybı anlaşması olup olmadığıdır. Altan diyor ki;
“İnsanlık tarihinin en büyük toprak kaybı anlaşması Lozan’dır. 5 milyon kilometrekareden 700 bine indik. Yani 4 milyon 300 bin kilometrekare toprak kaybımız var. Yer yüzünde 4 milyon kilometrekare toprak kaybedip o anlaşmayı sevinçle karşılayan tek toplum biz.”
Çölaşan ise buna karşı;
“Türkiye’nin Lozan Anlaşması’yla uğradığı bir karış bile toprak kaybı yok.” (Hürriyet, 5.Ekim.2002)
Bu söylemlerin makalemizle ilgisine girmeden önce, her iki yazarın yanlışları ve doğruları olduğunu söylemek gerekir. Tarihi açıdan ve fiilen cumhuriyet, yüz yıllara yayılmış aşamalarıyla Lozan Anlaşması’yla kapanan bir sürecin sonunda, Altan’ın söylediği gibi milyonlarca kilometrekarelik toprak kaybı olduğu kesin ve doğrudur. Ama Altan, “bu kayıplar arkasından ağlamak gerekir” gibi görülen bir sonuç çıkartmayı çağrıştıran yaklaşımı tamamıyla yanlıştır. Tersine sevinmiş olmak gerekliliği daha çağdaş ve mantıkidir. Zira başka milletlerin bu ölçekte, yurtlarını ve servetlerini zapt etmenin onursuzluğundan kurtuluşa daha büyük bir değer biçmek lazımdır. Osmanlının karanlık ve kirli tarihinden kurtulmanın son hamlesi olan Lozan Anlaşması ve cumhuriyet, Türk milleti için, uygar uluslar topluluğu içinde çağdaş bir yer almak yönünde çok şanslı bir başlangıç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Evet Toprak kaybı doğrudur, sevinmek ise çok daha doğrudur.
Sevinç bu yanıyla olmalıdır ve Lozan gerçekten de Türk milleti için çağdaş uygarlık yolunda atılacak ileri adımlar için bir kapı aralıyordu. Ancak bu kapı sonuna kadar açılmadı. Cumhuriyet, geçmişinden tam anlamıyla kopamadı, yarım kalmış görevleri sonuna kadar tamamlama becerisi gösteremedi. Selçukludan ve Osmanlıdan miras kalan başka milletlere ait topraklar üzerinde barış, demokrasi ve özgürlüğü kuramamasının sonucu olarak, bu güne kadar gelen sorunlara kaynaklık etti. Lozan bir sonuçtu ve eksik kalmış bir başlangıçtı. Bu noktada Çölaşan, Lozan’da toprak kaybı olmamıştır diyerek, demagoji yapma uğraşısındadır, Lozan’ı tarihinden, neden ve sonuçlarından koparıyor. Mekanik bir tarih anlayışıyla, anlaşmanın tarihteki yerini ihmal ediyor. O da biliyor ki, Cumhuriyeti kuranlar uzaydan gelmemişlerdi, Lozan öncesinde de kaybedilen toprakların elde kalması için, Trablus Garp’tan (Libya), Hicaza, Bağdat’tan Sırbistan’a kadar her cephede savaşa savaşa Lozan’a gelen aynı kadrolardı. I. Dünya savaşına ülkeyi sürükleyenler, Sevr anlaşmasına ortam hazırlayanlar, Mondros Mütarekesi’nin geniş anlamdaki mimarları ve tüm dirençlerine karşın, yine o olumsuz koşullarda başka ulusların topraklarını gaspa devam etmek istemelerine rağmen becermeyip Lozan’a sürüklenenler, aynı sistemin içinden gelmekteydiler. Aralarındaki siyasi görüş farklılıkları, taktik uygulamaları değişse de aynı ülküyü taşıyorlardı. Bu açıdan Sevr ne kadar bu millete aitse, Lozan’da o kadar bu millete aittir. Yanlış olan, sonunda olması kaçınılmaz olanı göremeyen, gerçeği ancak ağır yenilgiler ardından fark eden ve buna rağmen değişimi içselleştirmeyen ve hala bu milleti fetihler arkasında serserice koşturmaya çalışan mantıktır.
Çölaşan, sığ bilgisiyle, ilk okul öğrencilerinin bildiği toprak kaybı sürecini, Osmanlının sırtına atmakla Lozan’ı gökten zembille indirmeye çalışması boşunadır. Tarihte tutarlı olmayı bilmek diye bir ilk okul bilgisi vardır. Türk milleti Cumhuriyetle var olmadığı, bu milletin bir tarih içinde farklı yönetimler altında yaşadığı tüm hadiselerin sahibi olacağı ve bundan kaçınamayacağını bilmelidir. Çölaşan’ın bu günü kavramada çektiği sıkıntı, hayıflanmaları ve kaygıları tamamıyla tarih algılayışındaki kopukluktan gelmektedir; sanki, Türk milletinin toprakları, bir başka millet olan Osmanlı tarafından gasp edilmişti de, Lozan bu toprakları Türk milletine yeniden iade etmiştir. Bu tür saçmalıklar gerçekte, başka tür şovenizmi örtmek için yapılmaktadır. Lozan’da toprak kaybı yoksa, “Anadolu’da başka milletler de, başka millet toprakları da yok demektir” sonucuna kolayca gelebileceği hesap edilmektedir. Bu yüzden de, tek uluslu bir yurtta yaşamış olma sanısıyla kaygı ve hayıflanmalarına haklılık kazandırılacaktır. İşte tipik bir ilkel milliyetçi yazar böyle düşünür. Sorunlarımızın nedenleri tarihi gerçekleri korkakça ele aldığımız müddetçe, çözümleri için hiçbir şey yapma şansımız kalmayacaktır. Bu noktada ne demokrasi taleplerimiz ne özgürlük ve insan hakları mücadelemizin inandırıcı hiçbir yanı kalmayacaktır. Bu tür sığ aydınların etkisi altında kalındıkça, demokrasi ve özgürlük konularında, Avrupa’dan suratımıza sık sık vurulan tokatları kolay kolay durdurmamız güç olacaktır.
Ahmet Altan’ın, yaklaşımlarına gelince, o da, tarihe yeterli bir doğrulukla yaklaşmamanın hatalarını işlemektedir. Söylemleriyle Cumhuriyet palını hafife alması tarihi algılama cesaretine olumsuz bir nottur. Evet Lozan, Osmanlıdan arta kalan, başka uluslara ait son toprak parçalarının da içinde olduğu Misak-ı Milli sınırlarını oluşturan bir anlaşmaydı. bu anlaşmayla birlikte çok uluslu topraklarda, tek ulus devleti dayatıldı ve bu güne kadar gelen sorunlara kapı açılmış oldu. Bu açıdan Lozan, tamamlanmamış tarihi yükümlülüklerin Osmanlı dönemi açısından sonu, Cumhuriyet açısından ise başlangıcı sayılmalıdır. Ancak, Lozan’la birlikte nitelikçe farklı bir yaşam adımı Cumhuriyetle atılmıştır; milli emeğinin yarattığı ürünlerle yaşamayı hedef koymak, gaspçılığa, fetihçiliğe karşı, “yurtta sulh cihanda sulh” demenin anlamı budur. Bu söylemler her ne kadar kısır kalmış olsa da, bir tarihi dönüşümdür. O günün şartlarında çok önemli bir adımdır. Tüm eksiklerine, Anadolu’nun mozaik yapısını ihmal eden tek ulusçu yaklaşımına rağmen, gerçek budur, Lozan sevincini bu açıdan görmek tarihte daha tutarlı bir yol izlememize olanak verir. Burada her iki yazarın, farklı söylemlerine rağmen Lozan’ı tarihteki gerçek yerinden yalıtarak ele almakla, ortak bir yanlış noktada birleştiklerini görmekteyiz. Bu da okuru yanıltan tartışmanın kaynağını oluşturmaktadır. Tarihin bir süreç olduğu gerçeğinin hakkını vermeden, olumlu olumsuz kavgası duruyor orta yerde. Bize öyle geliyor ki, her iki yazar da kaybedilen topraklar için ah çekiyor, ancak biri Lozan diyerek, diğeri Lozan’ı aklayarak. Tarihi bu yolla özgürce kavrayıp, cesur kararlar almak mümkün değildir.
Türk milleti kendine ait olmayan toprakların en büyük kısmından kurtulmuştu. Ağır bir yükü, büyük maliyetler ödeyerek terk etmiştir. Kendi yanlışını yine kendisi düzeltmeye çalışmıştır. Bu tarih bize önemli bir ders verdi. O da, başka milletlerin toprakları sonuna kadar gasp edenlerin elinde kalmayacağı gerçeğiydi. Tarih bu örneklerle doludur, bunun için ah çekmek, teoriler yaratıp, “elden çıkan vatan toprakları” diye inlemek sadece komedidir. Atatürk bu gerçeği kesin bir dille, tarih bilgi birikimine dayanarak şu sözlerle ifade ediyor; “ Bu öyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Age. s;154)
İtalyanlar Roma topraklarına, Yunanlılar Helen imparatorluğu topraklarına, Araplar Emevi imparatorluğu topraklarına ne kadar ah çekiyorsa o kadar yanıldıkları gibi, Türk milleti de yanılmamalıdır. Bu ders, Osmanlıdan bu yana tamamlanmamış sorunların tamamlanması içinde bir dinamik oluşturmalıdır. Bu görevi, çağa uygun yöntemlerle, ne toprak dağıtarak nede toprakların kolektif ulusal kimliğini reddederek, demokrasi ve özgürlüklerle, demokratik devlet çatısı altında birlik, kardeşlik, barış, adalet ve hukukun üstünlüğünü tüm renkleriyle insanlarımıza bir hak olarak vererek başarmalıyız. Doğrusu da budur.
Ülkemiz ve bölgemiz bu tarihi gerçeği, Lozan’ın bıraktığı yerden biz istemesek te açığa çıkartacak gelişmelere gebedir. Askeri kuvvetlerin gelip dayandığı yeri ulusal sınır ilan eden ve sananlar, kimi dengeler değişince, tarihin gerçekliğiyle mutlaka karşı karşıya kalacaklardır. Askeri sınırlar bölgemizde dünyanın her hangi yerinde olduğundan daha çokturlar. Bölgenin özelliğinden kaynaklanan tarihi çatışmaları, çözülmemiş toprak sorunu dosyaları bu güne kadar getirmiş bulunmaktadır. Er yada geç bu sorunun çözümü için gerekli objektif koşullar oluşacak ve her şey kendi dengesine doğru yol alarak çözülecektir. Askeri sınırların kalıcı olmayacağı ya bilince çıkarılarak demokrasinin barışçıl çözümüyle aşılacaktır yada, yine tüm ilgili milletlere acılar çektirilerek, ama er yada geç çözülecektir. Yüz yıl önce Balkanları vatan toprağı sanıp arkasından ağlayanlar, yarın geçmiş gasplardan elde kalmış son topraklar gittiğinde de ağlamaya devam edecekleri kesindir. Sorun ne kendimizi nede başkasını ağlatmadan, barış ve kardeşlik içinde, yeni çağın tüm etkinliklerinin ışığı altında kardeşçe dayanışma içinde kapanmamış dosyaları adil şekilde kapatıp, her şeyi en doğal dengesine kavuşturmaktır.
Tarihi doğru kavramak ve cesurca gerçekleri ilan ederek sorunları çözmek yerine, yeniden ilkel milliyetçi kirliliğin akıl dinamikleriyle hareket etmek isteyenler, bu gün Kerkük-Musul sorununda “milleti fetihler arkasında serserice koşturma” telaşına düşmüş görülmektedirler. Bir koyup üç alma sendromunun yeniden nüksettiği, Osmanlı artığı toprak işgallerinin iştah kabarttığı, komşumuzun emperyalist güçlerce yakılıp, yıkılmasının beklendiği, başka milletlerin topraklarında egemenlik kurma barbarlığının yoğunlaştığını gözlemlemekteyiz. Her kesin kaybedeceği maceralar peşinde sürüklenmeye mecbur edilen halklarımız, bu kez, bilişim çağının özgürleştirici gücüyle cevap vererek bu gidişe dur demelidir.
Geleceği hepimizin kazanç hanesine yazmak istiyorsak direnmekten başka çaremiz yoktur. Tüm bölgenin, söz konusu “serserilik” yüzünden kaçırmış olduğu tarihi süreçleri yakalayabilme şansını üretebiliriz. Bu çağda bir millete gerçekten ait olan hiçbir toprak kaybolmaz. Bir millete ait olmayan topraklar ise er yada geç sahiplerine döner. Bundan da hicap duyulmamalıdır, tersine sahibi olunmayan yükten ya da emanetten kurtulmak gibi bir sevinç duyulmalıdır. Türk milletinin Lozan sevincini tamamen bu çerçevede görmek gerek. Gelecek kuşaklar Lozan’ın da eksik olduğu kararına varıp, daha gerçekçi bir yurt içinde komşularıyla barışık olmak isterlerse bunun hiçbir zararı olmayacaktır, tersine başarısı ve kazancı olacağı bilinmelidir.
9 Ekim 2002
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder