HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

3 Nisan 2008 Perşembe

Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı

Osmanlı Aklı'nn , Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı


Mihrac Ural
3.
“Osmanlı Aklı”nın,
Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler, inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.
İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.
Ermeni jenosidi, binlerce belge yanı sıra on binlerce tanık ve bu gün hala yaşamakta olan katliamın kanlı ortamlarında bulunan insanların varlığı Türk aklını, bu toplu kıyımın varlığına ikna etmemiştir. Bir daha Türklerin ayranı kabarırsa yeniden acımasızca katliam yapılabileceği tehditlerini yapma cüretinde olan yazar-çizer çömezler ortaya çıkabilmektedir. Bu konuda, Türklerin bu gün pek de hayırla anmadıkları meşhur Sadrazam Damat Ferit Paşanın Paris Konferansı’nda dile getirdiği ibret verici açıklamalar, Ermeni katliamının pekte anılmayan, üstü örtülen birer dehşet belgesidir. Malum milliyetçilerden Taha Akyol , “Medine’den Lozan’a” adlı kitabında kendi ifadesiyle şöyle aktarmıştır: “Damat Ferit, Paris Konferansı’nda da onursuz bir “heveskar” olarak konuşmuştur: Batılıların Türkiye’yi suçladığı bütün “cinayet-i müthişe” bir gerçektir! Fakat bunu “Padişahtan ve milletten habersiz olarak İttihatçılar yapmıştır!”. Hatta, “İttihat ve Terakki Komitesi, Hıristiyanları katletmekle yetinmeyerek üç milyon Müslüman’ı da çeşitli araçları kullanarak yokluk alemine göndermiştir!”. Bolşeviklerle İttihatçıların farkı yoktur ve Türkiye’nin durumu “Bolşevik terörist idaresi altındaki Rusya ile benzer olduğundan... Rus milletini Bolşevizmden kurtarmak için büyük fedakarlıklarda bulunan Avrupa ve Amerika’nın Türkiye’yi de kurtarması insaniyetkarane ve hayırhahane olacaktır...” (Taha Akyol, Medine’den Lozan’a s; 117-118). Bu satırlarda Damat Ferit’in, Ermeni katliamının insani ve ahlaki boyutuyla ilgili bir çerçevede konuşmadığı açıktır. O, ellerinden giden egemenliğin yeniden ele geçirilmesi peşindedir ve tipik “Osmanlı aklı” gereği galip devletleri kandırma peşindedir. İttihatçılara karşı kini de buradan gelmektedir.
Aynı sorunun, Batı dünyasında oluşturduğu kanaatleri, İtilaf devletleri adına zamanın Fransız Başbakanı Clemenceau, şu sözlerle seslendirmiştir, “Hiçbir misal yoktur ki, Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da bir memleket üzerinde Osmanlı hakimiyetinin kurulması, orada maddi umranın azalmasıyla ve medeniyet seviyesinin düşmesiyle sonuçlanmasın. Ve keza hiçbir misale tesadüf edilemez ki, Osmanlı hakimiyeti altında orada terakki gerçekleşmiş olsun...
Türk, fethettiği arazide mamuriyet meydana getirememiş ve harben kazandığını sulh zamanında inkişaf ettirememiştir. Türk’ün mahareti, mülkün ümranı hususunda maruf değildir... Balkanlarda ve Ermeni meselesinde Türk hükümetinin emriyle Hıristiyanlara katliam yapılmıştır .. Türk kavmi, idari işlemlerde şimdiye kadar maharet gösterememiş ve başarı sağlayamamıştır...” ( Taha Akyol, Medine’den Lozan’a sayfa; 118). Bu belirlemeler ve kaygılar, nitekim TC’nin, çağdaş dünya ile birleşmek istediğini açıkladığı, Batılı normlara yönelerek, Osmanlı geleneğinden kopmak istediğini ilan ettiği koşullarda da tüm çirkefliğiyle gündeme gelmeye devam etti. “Varlık Vergisi”, 6-7 Eylül olayları, bu vahşetin önemli dönemeçleridir.
Bu akıl, azınlıklara karşı ölüm kusan yöntemlerini, 11.11.1942 de kabul edilen ve ertesi gün yürürlüğe geçirilen “Varlık Vergisi” ile bir kez daha icra ediyordu. Bu vergi, azınlıkların iktisadi olduğu kadar, fiziki olarak yok edilmeleri, yurtlarından, iş yerlerinden sökülmeleri amacıyla, II. Dünya savaşı bahane edilerek yürürlüğe kondu. O karanlık günlerin İstanbul Defterdarı Faik Ökte olayla ilgili anılarını yazdığı “Varlık Vergisi Faciası” adlı kitabında, “Yan yana iki dükkanda çalışan, aynı kirayı veren, aynı istidatta olan Müslim ve Gayrı-Müslim iki vatandaşa tarh ettiğimiz vergilerin arasındaki ölçüsüz fark, verginin ilan günü foyamızı meydana vurmuştu” (Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, sayfa 15) diyerek, gerçekleri dile getiriyor.
“Varlık vergisine alakadarların itiraz hakları yoktu”. Bu durum vergiye “zapt ve müsadere şekli vermekteydi”. “ Varlık Vergisi bu şekliyle, dünya vergi nizamı içinde itiraz yolları kapalı olan vergilerin de mevcut olabileceğine feci bir misal vermiştir.” (Age,sayfa;109). Osmanlı aklının bu icadı, Osmanlının istila ettiği topraklarda yaşayan milletleri haraca bağlama geleneğinin, nasıl da TC. döneminde açıkça sürdürüldüğüne bir göstergedir. Bu aynı zamanda, TC’nin, Osmanlının kirli mirasını sahiplenişine bir belgeydi.


“10 gün kadar Emniyet arşivlerinde, kazanç hesap mütahassıslarını” çalıştırdıklarını (Age, s; 81) dile getiren defterdar, Yunanlı isimlerle, hedef seçilen İstanbul Rumlarının isim benzerliğinden dolayı zorlandıklarını ifade ederken, seçilen hedefin kimler olduğu açığa vuruluyordu. Buna karşın, “vergi miktarı ve mükellef adedi ne olursa olsun, Amerikalılar varlık vergisi vermemiştir” (Age, s; 126). Vergisi, mal ve mülkünün tasfiyesine rağmen karşılanmayan binlerce mükellef, iaşesi kendi hesabına olmak üzere Erzurum’a, Aşkale’ye, Sivrihisar’a, zorunlu çalışma kamplarına, ölüme gönderiliyordu; Nazilerin, Yahudilere karşı uyguladıkları çalışma ve ölüm kampları, Osmanlı aklının azınlıklara karşı temel politikası olmuştu. Zamanın İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin, tahsildarı olduğu Varlık Vergisi için son sözü, “ bu zecri vasıtanın bu günkü vergi fikriyle, insanlık ölçütleriyle ölçülmesine imkan olmadığını söylemek yerinde olur.” (Age. s; 159) şeklinde olmuştur. Defterdar Öke’nin vicdan muhasebesi olan bu eseri, aynı akıl temsilcileri tarafından “Öke’nin yazdığı kitap ‘vatana İhanet’ “ olarak karşılandı” (Meriç, A.A, s;6). Aynı aklın papağanları “Dünya yüzünde ve bütün tarih boyunca bundan daha adilane vergi olmamıştır.” diyordu.


Sonuçta, mal ve mülklerini ucuza kapatarak kaçmaya mahkum edilenler, “Misafir” (Başbakan Şükrü Saraçoğlu) sayıldıkları binlerce yıllık ana yurtlarından, bir daha geri dönmemek üzere göçüyordu. İstenilende tas tamam bu idi. Lozan azınlıklara kimi haklar vermişti, TC’de, hak alanı böyle yok ediyordu. Anadolu gibi, “sermaye de bu yolla Türkleştiriliyordu.”
Rumların diğer azınlıklarla birlikte çektiği Varlık Vergisi kıyımı son değildi. Bu kıyımda İstanbul’un demografik yapısı bir darbe daha almıştı. Hak ver yok et politikasıydı bu. Rumları, çok geçmeden bir kıyım daha bekliyordu. 6-7 Eylül 1955 olaylarında bu aklın tetikçileri, İstanbul’un gerçek yerlileri ve kurucuları olan Rumların her türden varlığını ateşe veriyordu. Son Rum göçünün kapıları açılmıştı. Bu kez bahane, Kıbrıs sorunuydu. “Selanik’te bulunan, Atatürk’ün doğduğu evin yakıldığı” çığlıkları, arzulanan kıyım için bir işaret sayıldı. Bu süreç, Kıbrıs sorunu devam ettikçe sürdü. Her hangi bir dış sorun bahanesiyle, eziyetler azınlıkların ensesine dayanmış bir bıçak işlevi görüyordu. “Osmanlı aklı”, muasır medeniyete ulaşmayı, azınlıkların yok edilmesine bağlamıştı. Türkiye Cumhuriyeti, uluslar arası anlaşmalarla hak vermeye mecbur kaldığı tüm azınlıkları yok etti, yok saydıklarını, inkar ettiklerini ise köleleştirdi; Kürtler ve Araplar, Müslüman olmanın kefaretini ise bu güne kadar, ulusal kimliği inkar edilmiş köle olarak çekti.


Kürtlerin çektiği bir başka cehennemi azaptı. Onlar Müslüman olmanın kefaretini, Ermeniler, Rumlar ve diğer azınlıklar gibi bir çırpıda yok edilerek değil, zaman içinde çok daha vahşi işkencelerden, ölüm süreçlerinden geçirilerek, eritilerek, ulusal kimliği inkar edilmiş köleler olarak ödedi. Bunun için gerekli olan teorik temel, TC.‘nin Anadolu’yu Türkleştirme mavalında oluşturuldu. Bu amaçla “tarih ve dil tezi” komedyası üretilerek sahnelenirken Kürt gerçeği toptan inkar edildi. En yetkili ağızların, en iyimser söylemlerin sınırı “Kürtlerin, Türk olduğu” iddiasını aşamadı. Anadolu’da “...yaşayanların da hatta katıksız denecek surette Türk soyundan olduklarını ve Kürt diye bir kavmin olmadığını Ermenilerin ise, buraya yalnız bir muhaceret neticesi gelerek, tarihin derinlikleri içinde pek uzun denmeyecek bir zamanda kaybolduklarını, tarihi olarak tetik ettim.” (Kadri Pek, Cenup Anadolu’nun Eski zamanları, önsöz) diyebilmeyi, bilimsel bir sonuç olarak sundular. Aynı medreseden M. Şerif Fırat ise, “Yavuz Sultan Selim, 1514 yılında Şah İsmail ordusunu Çaldıran Ovası’nda yenip, Doğu illerimizden dönerken, ...Türk aşiretlerinin başı olan (Kurt baba) aşiretine baba-Kürdi adını takmıştır. Bu aşiretleri derebeyliklere ayırıp ‘Kürt’ namı altında Şah İsmail ve Şiiliğe cephe almalarını sağlamıştır! Doğu illerinin yüce dağlarında bu şekil imtiyaz altında bağımsız bir halde istediğini yapan bu aşiretler, tamamen milli birlik ve Türklük duygusundan uzaklaşarak, kendilerini gerçek Kürt ve baba-kürdi sanmışlardır.


Yavuz Sultan Selim devrinden önce yazılmış tarih ve haritalarda doğu illerimizin yukarı kısımlarına ’orarto’ denilmekte iken, Yavuz’dan sonra yazılan tarihlerde, bu Türk yurduna Kürdistan, buradaki Türk halkına da Kürt diye aslı astarı olmayan bu hayali adlar takılmıştır.” ( M. Şerif Fırat, Doğu illeri ve Varto tarihi, önsöz ) Burada da “Türk aklı”, kavimleri ve coğrafyalarını basit bir kelime oyunu ile buharlaştırabileceğini sanıyor ve bunu fiili olarak denemeye kalkışıyor. Buna en üst devlet zevatının da katılması, bu aklın egemenlik alanının nerelere uzandığını göstermektedir. Bunlardan biri de, Devlet Başkanı ve Başbakan Cemal Gürsel’dir. O da, “...Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu; şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır !..” (Stockholm’un Dagens Nyheter gazetesine verilen demeç, 16 Kasım 1960 ). Bu sözlere yorum yapmanın gereksiz olduğu inancındayız.
En küçük ideologundan en büyük devlet zevatına kadar akıl dışı bir saçmalık olan bu söylemleri üretenler, bunları “Türk tarih tezi ve güneş dil teorisi” gibi şatafatlı argümanlarla ortaya sürdüler. Son sığınakları olan Anadolu’yu Türkleştirmek için bu tezleri, kurultaylarda, bilimsel konferans dedikleri tiyatral mizansenlerde ortaya sürdüler.


Türk Dil Kurumu Genel Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen, “Güneş-Dil Teorisinin Ana Hatları” isimli konuşmasında ( Üçüncü Türk Dil Kurultayı 1936 ), aynıyla şöyle diyebilmektedir; “Tarih insan soysallığının, Orta Asya’daki brakisefal Türklerden doğduğunu ve bunların muhaceretiyle Avrupa’ya, Afrika’ya, Amerika’ya yayıldığını; Okyanusya’ya yayıldığını, ispat etmektedir.


Kültürce üstün olanın brakisefal Orta Asya Türkünün yeryüzüne yayıldığı ve gittikleri yerlerdeki dolikisefallere kendi üstün kültürünü götürdüğü zaman da, bu kültürden doğmuş yeni kelimeleri vermemiş olmasına imkan yoktur.


Tarihin ilk bilebildiği bütün dillerin kültürlerinde müşterek olan Türk kültür varlığının izleri bu milletlerin dillerinde de bulmamak mümkün değildir.


İşte tarihin bu ana hatlarına dayanarak Türkçe’nin bütün dillerin ana kaynağı olduğu sabit olur.” Sıradan bir insanın dahi kulaklarına inanamayacağı bu iddia ile, insanlığın en uygar toprakları ve kavimleri, birbirinden farklı coğrafyalarda aynı anda ortaya çıkan farklı ırk, kültür ve dil etkinlikleri yok sayılıp, tümü, adı, ilk defa 8. Yüzyılda (M.S.720) Tonyokuk kitabelerinde yazıyla anılan, Türk ırkına bağlanıyordu.


Bu kurultayda (İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul, 20-25 Eylül 1937), bir profesör karikatürü, özetle; ”Peygamber Muhammed, haremi Kıptî Marya, ondan doğan oğlu İbrahim, Ünlü Eves ve Hazrec kabilelerinin Türk olduğu. Ayrıca yahudi ve Farsların da öz Türk ırkından geldikleri” iddiasındadır. (İsmayıl Hakkı İzmirli, Şark Kaynaklarına Göre Müslümanlıktan Evvel Türk Kültürünün Arap Yarımadasında İzleri, adlı raporun, Peygamber ve Türkler bölümü, sayfa; 1013-1014)


İşte bugün, Anadolu’da yaşanan en önemli sorunların kaynağı bu akıldır. Tüm insanlık tarihini ve dilleri kendi ırkına ve diline bağlayacak kadar zıvanadan çıkmış olanların, kendilerinden farklı düşünecek olanlara karşı ne tür bir cehennemi inkarcılıkla cevap vereceklerini anlamak güç olmasa gerek. Kürtler de bu akıbete uğradı, inkarcılığı bu iflah olmaz tarzının rahmeti altına düştü.


“Osmanlı aklı”, Kürt ulusunun varlığını bu yaklaşımların karanlığında, sürekli inkar etmiştir. “Kürt diye bir şey yok” demiştir. 28 isyandan 29. isyana, farklı şekilde yükselen Kürt ulusu, ulusal bilinç ve kolektif kimliğinin özgürlük taleplerini dayatınca, bu inkarcılık yine pes etmemiştir. Kıyım, katliam, toplu göçe zorlama, faili meçhul cinayet, yargısız infaz gibi, en ilkel çağlarda bile bu ölçüde sürekli kılınamayan ölüm, “Osmanlı aklı” tarafından Kürtlere dayatılmaya devam edilmiştir. En kaba haliyle bu kıyım hareketi son onbeş yılda, 4000 köyün haritadan silinmesi ( yakılıp, yıkılarak) ve 20.000 Kürt insanın yargısız infazıyla oluşan katliamlar dizisi olarak belirmektedir. Buna 4000 faili meçhul cinayeti eklemek gerek. İnkarla at başı yürüyen bu “katli vacip” fermanı, TC döneminde de en çirkin şekliyle sürmüştür. Osmanlı artığı “Osmanlı aklı” tanımlamasına reddi miras demeyenlerin, bu mirasa sıkıca bağlı olduklarını görüyoruz. Bu mantığın en son verileri, bu aklın işleyişine de önemli bir örnek sunmaktadır. Dışişleri Bakanı, sosyal-demokrat İsmail Cem, “Kürtler Avrupa’nın sandığı gibi azınlık değil, Müslüman çoğunluğun kendisidirler. Onları azınlık kabul etmek ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürmek demektir” demagojisiyle inkarcı geleneği sürdürmektedir. Bununla da çağdaş insanlığın aldatılabileceği umulmaktadır. Bu aklın son ürünü ise, idam cezasının kaldırma aldatmacasıdır.


“Osmanlı aklı” idam cezasını kendine yakışır bir nedenle kaldırmak ister o da, düşmanını ele geçirip faili meçhulle öldürmek için. Aylardır süren ve Kürt ulusunun varlığını yok etme komplolarından birini teşkil eden Abdullah Öcalan’ın İtalya’da durdurulmasıyla birlikte idam sorunu da yeniden gündeme geldi. Oysa, devrimci hareket, demokrasinin ikamesi uğruna üç kuşaktır emek veriyor, acı çekiyordu; bu mücadelenin en önemli başlıklarından biri de insanın yaşama hakkıdır, idam cezasının kaldırılmasıdır. Tamamıyla insani olan ve uygarlığın en çağdaş anlatımı olan bu istem, “Osmanlı aklı” ve egemenliği tarafından şiddetle reddedile gelmiştir.
Bu hayasızlık Öcalan’ın yakalanmasıyla, kandırmaca bir dönüşle “idam cezasının kaldırılması” gerektiği yönündeki seslenişlere ve “istişarelere” izin vermiştir. Atılan bu sahte adım, insanın yaşama hakkı ve bunun dokunulmazlığı gerekçesine dayanmıyordu. Tersine, tek gerekçesi Öcalan’ı ele geçirme önündeki uygar ülkelerin hukukunu atlatabilmeyi hedefliyordu. Zira bu uygar hukuk, idam cezasını kaldırmamış olan ülkelere, suçlu da olsa hiç kimsenin iade edilemeyeceğini karara bağlamıştır. “Osmanlı aklı”, uygar insanlık hukukunu alt etmek için “idam cezasının kaldırılması” oyununu oynuyordu. Yani bir ucuz kurnazlık, kaba aldatmacalık yapmaya yeltenmekteydi. “ Türk yasalarında idam oldukça kimse APO’yu bize iade etmez. APO’nun iadesi için, idam cezasını kaldırmak gerek” önermesi işte böylesine ilkel ve temelsizdi. Bu, hukukun, “Katli vacip” fermanına uydurulma çabasıdır. TC., Osmanlı mirasçısı olarak hukuk sorununa “konduğu gibi kaldırılır” gözüyle bakıyordu; onlara göre, hukuk bir padişah fermanıydı. “ Abdulhamit isteyince anayasayı ilan eder, isteyince onu yürürlükten kaldırır, kimsenin kılı bile kıpırdamaz” ya da İttihatçıların yaptığı gibi, ”İki cinayet ve birkaç telgraf, yeniden bir anayasa yürürlüğüne yol açar”.


Buna aynı aklın ekstrem temsilcileri tarafından önerilen “Onu uyuşturucu kaçakçısı olarak isteyelim, zira bu suçlara ölüm cezası yoktur. İade edilirse istediğimiz gibi yargılar, idam ederiz.” önermesini de eklemek gerek (Kanal 6’nın, 20 Kasım 98 tarihli Ceviz Kabuğu programı ).
Ancak, iade işleminin hukuki olarak mümkün olmayacağı anlaşılınca, “Osmanlı aklı” gerçek yüzünü tüm çirkefliğiyle göstermekte gecikmedi. Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, bu reddedişi kaba bir açıklıkla dile getirmiştir, bireysel kanaatini toplum kanaati yerine koymaya alışkın olan bu ünlü demagog, ”Türk milleti idamın kaldırılmasına hazır değildir” diye buyurdu. Bu yaklaşımın kendi halkını aşağılayıcılığı bir yana, Avrupalının “Türk aklı” diye aşağılamaya çalıştığı düşünceye bir katkıdır da.


TC. kendini bu mirastan kurtaramıyor. Sorunları artıkça, yeni çözüm yolları bulmak yerine kolayına kaçarak daha da sertleşiyordu. Azınlıklara, Kürtlere, Araplara çektirilen tarihi acılardan sıyrılmak için daha barışçıl ve özverili olma gibi uygar bir meziyet taşımaktan kaçınmayı tercih ediyor. Oysa uygar bir akıl çok farklı düşünür ve davranır. Türk okuyucunun yakından tanıdığı, Almanya’daki yabancı işçilerin, özellikle Türk işçilerin çektikleri acıları, aralarında yaşayarak kaleme alan ve büyük yankı yaratan “En Alttakiler (Ganz Unten)” kitabının yazarı Günter Wallraff, uygar bir insan olarak, gerçek Avrupalı akıl ile kendi ulusunun azınlıklara, yabancılara tarih içinde çektirdiği acılara karşı nasıl davranması gerektiğini bakın nasıl dile getiriyor; “Bence Almanlar yakın tarihlerinde insanlığa karşı işledikleri suçlardan ötürü, azınlıklar konusunda başka uluslardan, başka halklardan bile daha saygılı, daha anlayışlı, daha hoşgörülü olmak zorundalar” (Günter Wallraff, En Alttakiler, Önsöz yerine sayfa;12).


Tüm ulusların tarihinde bu güne taşınması büyük ayıp olacak girişimler vardır. Önemli olan bu olumsuzlukları bu güne miras olarak taşımamaktır. Bunun için her ulusun uygar aklılara, insan haklarını özümsemiş kuşaklara ihtiyacı vardır. Dünyanın tüm uluslarında, mutlaka böylesi kuşakları yaratmaya yetecek birikimler vardır. Mesele bunları açığa çıkarmak, toplumun sorumluluk alanlarına çekebilmektir. Bu da bir ulusun tüm onurlu insanlarının sorunudur. Türk ulusu da bu görevle karşı karşıyadır.

Hiç yorum yok: