2 Ağustos 2010 Pazartesi
Türkiye'nin soluyla yüzleşmesidir mesele!
Celalettin can
1960-80 yılları arasındaki yirmi yıllık dönem, tüm dünya dünya ve Türkiye halkları için özel bir dönem oldu. Tarih bu dönemde olağanüstü derecede hızlı,yoğun ve sıkıştırılmış biçimde sol ve sosyalizm formatı altında yaşandı.Böylesi dönemlerde bir ay sanki üç yıldır. Çocuklar erken delikanlılaşır. Delikanlılık rüştüne ulaşmaktır, bu anlamda olmak üzere siyasileşmektir. Gençler erken olgunlaşırken, yaşlılar yerinde duramayan, koşarak düşünen,konuşan,seven gençlerle evde,yolda,sokakta ikinci baharını yaşadılar sanki.Marks'ın deyimiyle 'gökyüzünü fethe çıktı' o yıllarda insanlık.
1960’lı yıllardan itibaren yeni bir ateş yanmaya başladı bütün dünya da. Amerika’nın, Avrupa’nın Latin Amerika’nın, Asya’nın, Afrika’nın devrimcileri, devrimci hareketleri yeni bir ateş yaktılar. Ezilen, sömürülen emekçi halk kitleleri süratle bu ateşin etrafında toplanmaya başladılar.
Çok geçmedi, benzeri bir ateş bizde de yanmaya başladı. 68 Devrimci gençlik hareketi, devrimciler: Denizler, Mahirler, İbrahimler, Hüseyinler, Sinanlar yakacaktı bu ateşi.
Yeni sömürgeci,oligarşik egemen sınıf konsepti CIA’nin ‘beynelmilel komünizm’ zokası çerçevesinde devrimci hareketin bütün eğilimlerinin tasfiye edilmesi, özellikle öncü kadroların katledilmesiydi.
Devrimci-demokratik hareketin karşısına, 1960'lı yıllarda Komünizme Karşı Mücadele Cemiyetleri, kendine ülkücü komando/MHP’li diyen pre/militer güçler çıkarılacaktı.
Onların yaktığı ateşi söndüremeyecekler, öncelikle öğrenci gençliğin, aydınların, işçilerin, köylülerin, askerlerin en ileri kesimlerini ısıtacaktı. 15-16 Haziran işçi direnişiyle doruğuna çıkan hareketin halklaşarak kalıcılaşmasını engellemek için 12 Mart cuntası, ateş yakıcılarını süratle biçecekti. General Tağmaç’ın “ünlü” cümlesiyle, “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmişti” çünkü.
’71 devrimcileri biçilirken, Türkiye tarihinde eşine az rastlanır bir kahramanlıkla direnecekti. Etkileri bu oranda büyük olacak, 12 Mart cuntası külleyecek, ama sönmeyecekti yaktıkları ateş!
Tohum bir kez toprağa atılmıştı. İki yıllık bir sessizlikten sonra, 1973-74’den itibaren halktan gelen halk çocukları nöbeti devralacaktı. Topraktan fışkırırcasına ortaya çıkan devrimci mücadele, gençlikten işçi ve emekçi sınıf ve katmanlarına dalga dalga yaygınlaşacak, toplumun derinliklerine nüfuz etmeye başlayacaktı.
Toplum bir bütün olarak hareket halindeydi, bir bütün olarak süratle politikleşiyor; kendi kaderini eline alıyordu. Politikleşerek ergenliğini kazanan toplum, türlü gerilik ve acemilikleriyle birlikte çeşitli hata ve zaaflara da düşüyordu. Büyüyen her canlı organizma gibi büyüme süreci yaşayan halk güçlerinin açmazlar düşmesi gelişmenin doğasına uygundu.
Bu memlekette otuz yıldır sömürülen psikolojik savaşın malzemesi haline getirilen bu açmazlardı.
1977 ama özellikle 1978 yılı bu yönlü gelişmelerin doruk noktasıydı.
Amerikan emperyalizmi ve oligarşik egemenliğin ‘Milliyetçi Cephe’ üzerinden sürdürdüğü Türkiye’yi istikrarsızlaştırma, darbenin psikolojik-sosyal ortamını yaratma siyaseti sonucu, resmi/sivil faşist güçler halka saldırıyor, bu durum halkın devrimci güçlerinin faşizme karşı direnişini zorunlu kılıyordu. İç savaş dayatması da olan bu somut durum halklaşan hareketin kırılma ve sertleşme yıllarının da başlangıcı olacaktı. 1 Mayıs 1977 katliamı,1978 16 Mart, Balgat, Bahçelievler, nihayet Maraş katliamı ile yakıcı bir kıyıma uğrayan aslında Türkiye halkının geleceğiydi.
Her şeyin devletle başlayıp devletle bittiği, halkın anti devlet politik tepkilerinin tarih içinde kanla bastırıldığı, aşağıdan gelen toplumsal iç dinamikleri zayıf görüntü veren bir ülke de, milyonlarca insan ilk defa aydınlık bir Türkiye için kendi temelleri üzerinde harekete geçmişti. Bu yönlü toplumsal/demokratik gelişme -bir nevi- iç savaş diyebileceğimiz iki yıllık süreçte yıpratılacak,akabinde 12 Eylül askeri bir darbesi ile tasfiye edilecek, toplumun dışlandığı, ekonominin tamamen emperyalizme ve İMF' ye bağlandığı neo liberal ekonomik politikalar egemen kılınacaktı.
Bu bakış açısından 70’li yılların devrimciliği ve devrimci hareketi, faşizme ve emperyalizme karşı sınıfsal ve siyasal bir duruştu.Kazandığında Türkiye'nin ve bölgenin kaderi başka türlü çizilecek,kaybettiğinde başka türlü. Farkında olunsun ya da olunmasın, tarih o dönemde devrimci harekete bu kaderi biçmişti.
78 devrimciliği, önderliğini 71 devrimcilerinin şahsında kaybetmiş ve istese de istemese de kendi "göbek bağını" kendi kesmek zorunda bırakılmıştı. Bu rolde onu, yalnız, sahipsiz ve kelimenin geniş anlamıyla öndersiz bırakmıştı tarih.
İlk çağ filozofları ‘çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir’ düşüncesini tartıştı. Ne çok okumuş, ne çok gezmiştik. Gençtik, tecrübesizdik, tedbirsizdik. Karşımızdaki gücü tanımıyorduk; yola çıkarken değil, yolda günlük pratiğin getirdiği hayat koşullarının akışı içinde el yordamıyla tanımaya çalışıyorduk. Egemenlerin zalimliğinin, kıyıcılığının, hainliğinin sınırını veya sınırsızlığını kestiremiyorduk. Bunlar için gücün, devlet gücünün her şey, insanın teferruat olduğunu bilmiyorduk, bilemezdik de.Üstelik Kuvvetler ilişkisi çok dengesiz, zaman da aleyhimize çalışıyordu. Bunu da bilmiyorduk. Emperyalist güçlerin,sömürücü zalimlerin, halkların cellatlarının son yolculuklarını yaşadıklarına o kadar inanıyorduk ki...
Başarısız olamadık diyemeyeceğim ama kaybedecektik! Kaybedince inkar edilecek, yaşayan milyonlarımızla "yitik kuşak" olacak,tarihimizi kazananlar yazacaktı.
Egemen sınıf ideologlarının fütursuz saldırılarını anlıyorduk, aldırmıyorduk.
Aldırdığımız "emekten yana" tarihçileri ise hiç anlamıyorduk. Bizi ilgi alanlarına almaya bile değmez buldular. Çoğu bizi hedef tahtası yaptı.
Yenenlere iltihak, kılıçla devşirme Doğu'nun kanunuydu. "Bizimkiler" yenenlere iltihak etmişti.Bu dünyada kaybedenlere farklı davranılırmış. Bunu anladık!
Kazananlar kaybedenlerin tarihine "anarşi ve terör" dedi. Kaybedenlerden, ateşin ortasında olanlardan, karşı tarih yazımı gelişmeyince, çoğunluk "yitik kuşak" olduğumuza inandı. Yeni yeni hatırlanmaya başlanan ideallerimiz ve toplumsallığımız unutuldu.
Bu ateş bizi çok yaktı !.. 68-71 devrimcilerinin tutuşturduğu ateş bizi çok yaktı. Bir linç yaşadık. Her tarafımız yara bere içinde kaldı.
12 Eylül darbecilerinin bu topluma, bu halka yaptığı en büyük kötülük hafızasını 'balık hafızasına' çevirmesi oldu. Şu sıralar medya üzerinden ‘kim çok mağdur?’ tartışması başka türlü yapılamazdı zaten. bir zamanlar bu ülkede sol/devrimci güçler milyonlar ve milyonlarla hareket halindeydi. Ne oldu, nasıl oldu da bu toplum kendi solundan yoksun kaldı ve sol bu zalim dünyaya karşı kendini koruyamadı. Sol hiçbir şey değildiyse, bu toplumun vicdanıydı. Lenin'den esintiyle, 'kimi çok bilmiş allemelerin kaybeden sola karşı kargalar gibi gak guk etmesi'nden bağımsız olarak solun tasfiye edilmesiyle ortaya çıkan vicdansızlık,adaletsizlik,eşitsizlik,tepkisizlik haliyle, bir bütün olarak Türkiye'nin soluyla yüzleşmesinin güncelleşmesidir mesele.
70’li yıllar boyunca ölen binlerce genç arkadaşımız … Katliamlar… Darbenin psikolojik-sosyal koşullarının hazırlanması ve 12 Eylül darbesi… Büyük bir kültürel, toplumsal,siyasal, askeri operasyon ve kırım… Toplumun tümünün üstünden geçen, Kürtlerin üzerinden iki kez geçen tanklar… Çözülemeyen Kürt sorununun yarattığı sonuçlar… Ağır insan hakları ihlalleri ve insanlık suçları.. Artan yoksulluk ve işsizlik... Türkiye’nin geleceğini çalan, ama hala yakasına yapışıp yargılayamadığımız 12 Eylül darbesi ve süren 12 Eylülcülük… Devrimci hareketsizlik… Bizi bu gerçekler ilgilendiriyor.
Çünkü Türkiyeli devrimcilerin varlık şartı olan ve otuz yıldır aşılamayan tablo bu!
Kendini küllerinden yaratan mitolojideki kuş gibi !.
1960-80 yılları arasındaki yirmi yıllık dönem, tüm dünya dünya ve Türkiye halkları için özel bir dönem oldu. Tarih bu dönemde olağanüstü derecede hızlı,yoğun ve sıkıştırılmış biçimde sol ve sosyalizm formatı altında yaşandı.Böylesi dönemlerde bir ay sanki üç yıldır. Çocuklar erken delikanlılaşır. Delikanlılık rüştüne ulaşmaktır, bu anlamda olmak üzere siyasileşmektir. Gençler erken olgunlaşırken, yaşlılar yerinde duramayan, koşarak düşünen,konuşan,seven gençlerle evde,yolda,sokakta ikinci baharını yaşadılar sanki.Marks'ın deyimiyle 'gökyüzünü fethe çıktı' o yıllarda insanlık.
1960’lı yıllardan itibaren yeni bir ateş yanmaya başladı bütün dünya da. Amerika’nın, Avrupa’nın Latin Amerika’nın, Asya’nın, Afrika’nın devrimcileri, devrimci hareketleri yeni bir ateş yaktılar. Ezilen, sömürülen emekçi halk kitleleri süratle bu ateşin etrafında toplanmaya başladılar.
Çok geçmedi, benzeri bir ateş bizde de yanmaya başladı. 68 Devrimci gençlik hareketi, devrimciler: Denizler, Mahirler, İbrahimler, Hüseyinler, Sinanlar yakacaktı bu ateşi.
Yeni sömürgeci,oligarşik egemen sınıf konsepti CIA’nin ‘beynelmilel komünizm’ zokası çerçevesinde devrimci hareketin bütün eğilimlerinin tasfiye edilmesi, özellikle öncü kadroların katledilmesiydi.
Devrimci-demokratik hareketin karşısına, 1960'lı yıllarda Komünizme Karşı Mücadele Cemiyetleri, kendine ülkücü komando/MHP’li diyen pre/militer güçler çıkarılacaktı.
Onların yaktığı ateşi söndüremeyecekler, öncelikle öğrenci gençliğin, aydınların, işçilerin, köylülerin, askerlerin en ileri kesimlerini ısıtacaktı. 15-16 Haziran işçi direnişiyle doruğuna çıkan hareketin halklaşarak kalıcılaşmasını engellemek için 12 Mart cuntası, ateş yakıcılarını süratle biçecekti. General Tağmaç’ın “ünlü” cümlesiyle, “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmişti” çünkü.
’71 devrimcileri biçilirken, Türkiye tarihinde eşine az rastlanır bir kahramanlıkla direnecekti. Etkileri bu oranda büyük olacak, 12 Mart cuntası külleyecek, ama sönmeyecekti yaktıkları ateş!
Tohum bir kez toprağa atılmıştı. İki yıllık bir sessizlikten sonra, 1973-74’den itibaren halktan gelen halk çocukları nöbeti devralacaktı. Topraktan fışkırırcasına ortaya çıkan devrimci mücadele, gençlikten işçi ve emekçi sınıf ve katmanlarına dalga dalga yaygınlaşacak, toplumun derinliklerine nüfuz etmeye başlayacaktı.
Toplum bir bütün olarak hareket halindeydi, bir bütün olarak süratle politikleşiyor; kendi kaderini eline alıyordu. Politikleşerek ergenliğini kazanan toplum, türlü gerilik ve acemilikleriyle birlikte çeşitli hata ve zaaflara da düşüyordu. Büyüyen her canlı organizma gibi büyüme süreci yaşayan halk güçlerinin açmazlar düşmesi gelişmenin doğasına uygundu.
Bu memlekette otuz yıldır sömürülen psikolojik savaşın malzemesi haline getirilen bu açmazlardı.
1977 ama özellikle 1978 yılı bu yönlü gelişmelerin doruk noktasıydı.
Amerikan emperyalizmi ve oligarşik egemenliğin ‘Milliyetçi Cephe’ üzerinden sürdürdüğü Türkiye’yi istikrarsızlaştırma, darbenin psikolojik-sosyal ortamını yaratma siyaseti sonucu, resmi/sivil faşist güçler halka saldırıyor, bu durum halkın devrimci güçlerinin faşizme karşı direnişini zorunlu kılıyordu. İç savaş dayatması da olan bu somut durum halklaşan hareketin kırılma ve sertleşme yıllarının da başlangıcı olacaktı. 1 Mayıs 1977 katliamı,1978 16 Mart, Balgat, Bahçelievler, nihayet Maraş katliamı ile yakıcı bir kıyıma uğrayan aslında Türkiye halkının geleceğiydi.
Her şeyin devletle başlayıp devletle bittiği, halkın anti devlet politik tepkilerinin tarih içinde kanla bastırıldığı, aşağıdan gelen toplumsal iç dinamikleri zayıf görüntü veren bir ülke de, milyonlarca insan ilk defa aydınlık bir Türkiye için kendi temelleri üzerinde harekete geçmişti. Bu yönlü toplumsal/demokratik gelişme -bir nevi- iç savaş diyebileceğimiz iki yıllık süreçte yıpratılacak,akabinde 12 Eylül askeri bir darbesi ile tasfiye edilecek, toplumun dışlandığı, ekonominin tamamen emperyalizme ve İMF' ye bağlandığı neo liberal ekonomik politikalar egemen kılınacaktı.
Bu bakış açısından 70’li yılların devrimciliği ve devrimci hareketi, faşizme ve emperyalizme karşı sınıfsal ve siyasal bir duruştu.Kazandığında Türkiye'nin ve bölgenin kaderi başka türlü çizilecek,kaybettiğinde başka türlü. Farkında olunsun ya da olunmasın, tarih o dönemde devrimci harekete bu kaderi biçmişti.
78 devrimciliği, önderliğini 71 devrimcilerinin şahsında kaybetmiş ve istese de istemese de kendi "göbek bağını" kendi kesmek zorunda bırakılmıştı. Bu rolde onu, yalnız, sahipsiz ve kelimenin geniş anlamıyla öndersiz bırakmıştı tarih.
İlk çağ filozofları ‘çok okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir’ düşüncesini tartıştı. Ne çok okumuş, ne çok gezmiştik. Gençtik, tecrübesizdik, tedbirsizdik. Karşımızdaki gücü tanımıyorduk; yola çıkarken değil, yolda günlük pratiğin getirdiği hayat koşullarının akışı içinde el yordamıyla tanımaya çalışıyorduk. Egemenlerin zalimliğinin, kıyıcılığının, hainliğinin sınırını veya sınırsızlığını kestiremiyorduk. Bunlar için gücün, devlet gücünün her şey, insanın teferruat olduğunu bilmiyorduk, bilemezdik de.Üstelik Kuvvetler ilişkisi çok dengesiz, zaman da aleyhimize çalışıyordu. Bunu da bilmiyorduk. Emperyalist güçlerin,sömürücü zalimlerin, halkların cellatlarının son yolculuklarını yaşadıklarına o kadar inanıyorduk ki...
Başarısız olamadık diyemeyeceğim ama kaybedecektik! Kaybedince inkar edilecek, yaşayan milyonlarımızla "yitik kuşak" olacak,tarihimizi kazananlar yazacaktı.
Egemen sınıf ideologlarının fütursuz saldırılarını anlıyorduk, aldırmıyorduk.
Aldırdığımız "emekten yana" tarihçileri ise hiç anlamıyorduk. Bizi ilgi alanlarına almaya bile değmez buldular. Çoğu bizi hedef tahtası yaptı.
Yenenlere iltihak, kılıçla devşirme Doğu'nun kanunuydu. "Bizimkiler" yenenlere iltihak etmişti.Bu dünyada kaybedenlere farklı davranılırmış. Bunu anladık!
Kazananlar kaybedenlerin tarihine "anarşi ve terör" dedi. Kaybedenlerden, ateşin ortasında olanlardan, karşı tarih yazımı gelişmeyince, çoğunluk "yitik kuşak" olduğumuza inandı. Yeni yeni hatırlanmaya başlanan ideallerimiz ve toplumsallığımız unutuldu.
Bu ateş bizi çok yaktı !.. 68-71 devrimcilerinin tutuşturduğu ateş bizi çok yaktı. Bir linç yaşadık. Her tarafımız yara bere içinde kaldı.
12 Eylül darbecilerinin bu topluma, bu halka yaptığı en büyük kötülük hafızasını 'balık hafızasına' çevirmesi oldu. Şu sıralar medya üzerinden ‘kim çok mağdur?’ tartışması başka türlü yapılamazdı zaten. bir zamanlar bu ülkede sol/devrimci güçler milyonlar ve milyonlarla hareket halindeydi. Ne oldu, nasıl oldu da bu toplum kendi solundan yoksun kaldı ve sol bu zalim dünyaya karşı kendini koruyamadı. Sol hiçbir şey değildiyse, bu toplumun vicdanıydı. Lenin'den esintiyle, 'kimi çok bilmiş allemelerin kaybeden sola karşı kargalar gibi gak guk etmesi'nden bağımsız olarak solun tasfiye edilmesiyle ortaya çıkan vicdansızlık,adaletsizlik,eşitsizlik,tepkisizlik haliyle, bir bütün olarak Türkiye'nin soluyla yüzleşmesinin güncelleşmesidir mesele.
70’li yıllar boyunca ölen binlerce genç arkadaşımız … Katliamlar… Darbenin psikolojik-sosyal koşullarının hazırlanması ve 12 Eylül darbesi… Büyük bir kültürel, toplumsal,siyasal, askeri operasyon ve kırım… Toplumun tümünün üstünden geçen, Kürtlerin üzerinden iki kez geçen tanklar… Çözülemeyen Kürt sorununun yarattığı sonuçlar… Ağır insan hakları ihlalleri ve insanlık suçları.. Artan yoksulluk ve işsizlik... Türkiye’nin geleceğini çalan, ama hala yakasına yapışıp yargılayamadığımız 12 Eylül darbesi ve süren 12 Eylülcülük… Devrimci hareketsizlik… Bizi bu gerçekler ilgilendiriyor.
Çünkü Türkiyeli devrimcilerin varlık şartı olan ve otuz yıldır aşılamayan tablo bu!
Kendini küllerinden yaratan mitolojideki kuş gibi !.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder