27 Ağustos 2010 Cuma
Küreselleşme Kimlik Hakları ve Referandum
Mihrac Ural
27 Ağustos 2010
İki küreselleşme var.
Birincisi; emperyalist çıkar ve talan siyasetlerinin evrensel ölçüde dayatılması anlamında bir küreselleşmedir. Bu küreselleşmenin hiç bir yanı, küresel üretimle ilgili değildir. Tersine, pazar paylaşımı ve mal satımının bin bir araçla dayatılmış tüketim küreselleşmesidir. Özgür gelişim ve demokrasiyi kısıtlaması nedeniyle de bu küreselleşme, gericiliğin ve dünyamızdaki tüm sancıların kaynağıdır..
İkincisi; küresel üretim uygarlığıdır. İnsan kolektif aklının ürünü olan teknoloji, bilgi birikimleriyle şekillenen bilişim çağının açtığı yeni üretim tarzıdır. Bugünkü haliyle, kapitalizmin kanatları altında gelişmekte olsa da kapitalizmi yadsıyacak olan yeni bir üretim tarzıdır; Elektronik bilgi ağlarının etkinliğiyle yeryüzünün herhangi bir köşesinde olan en küçük bilgiyi bile üretime katan, sanal üretim ve tüketimi öne çıkaran, bilgiyi hammadde gibi üretim sürecinin olmazsa olmaz unsuru haline getiren sistem olarak farklı bir üretim tarzıdır.
İki küreselleşmenin gergin dengeleri, tarihsel olarak ikincisinin lehine yeni bir dengeye yönelecektir. Tarihte her yeni üretim tarzı için gerekli olan daha çok demokrasidir.
Bu çağın tıkanmalarını, kaoslarını ve çözüm bekleyen tüm sorunlarını çözecek olan da tastamam budur; demokrasinin derinlemesine yaygınlaşmasını ve eskinin yadsınarak yeninin hakim olmasını sağlayacaktır. Bu nedenle çağdaş olmak, tarihle uyumlu ilerici olmak daha çok demokrasi taraflısı olmaktır.
Demokrasi kimlik haklarımızın da yaşamsal zeminidir. Bu noktada evrenselle yerelin buluşması, uyumlu bir bütün olarak insani mesajını yerine getirmesi mümkündür.
Eski statülere tıkanmış hiçbir mücadele demokrasi mücadelesinden daha güçlü toplumsal sonuçlar yaratamaz. En yereldeki hak taleplerimizin ve en evrensel özgürlüklerimizin buluştuğu nokta budur. Bunu güçlendirmek için, demokrasi mücadelesinde daha çok yerimizi almalıyız.
Küreselleşme ve kimlik haklarımız demokrasi paydasındaki yeri, 12 Eylül 2010 referandumdaki tutumlarımızda da anlamlı bir yere sahiptir. Referandumda, bağımsız, özgür ve demokratik tutumlarımızla kimliğimizi ortaya koymak bu mücadelenin önemli bir yanını oluşturacaktır.
135 yıllık tarihinde 5 anayasa yapan ülkemizin tüm anayasalarının ortak böleni “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” diye korunan maddelerdir. Bu maddeler dünyanın en mozaik coğrafyasını tek boyutlu kılan maddelerdir; tek ulusçu dayatmadır. Bu toprakların kaosu da kirli savaşları da bölücülüğü kışkırtan milliyetçiliği de buradan besleniyor.
Bu maddeler var oldukça, tüm maddeleri demokratik olsa da o anayasa demokratik olamaz. Bu nedenle 6. Anayasa önerisi için yapılan referandum, EVET ya da HAYIR tutumlarıyla bir kimlik yok etme operasyonu olarak aynı sisteme ve onun temel siyasal eğilimlerine kan taşıma çabasındadır, diyeceğim.
BOYKOT, AKP’nin manipülasyonlarına sert bir hayırdır.
BOYKOT, HAYIR tutumunda olan ve tarihleri boyunca demokratik bir anayasanın oluşmasına karşı çıkan milliyetçi-ulusalcı tutumların dışında kendi kimliğiyle siyasi tutum almaktır. Bağımsız olmak, kimlik sahibi olmaktır.
BOYKOT hiçbir yörüngeye girmeyen tutumdur, kendin olmaktır. Sistemin temel güçlerinin çekim merkezlerine karşı kendini korumaktır. Bu tutum 12 Eylül’den sonraki demokrasi mücadelesinin kimlik kartıdır.
Ortak ülkemizde demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları diye bir davası olanların alabileceği en gerçekçi demokratik, bağımsız özgür tutum BOYKOT’tur.
Diğer tutumlar kimlik yok etme operasyonuna kan taşımaktır.
***
Bu yazı, esasında, azınlıklar konusunda doktora tezi hazırlayan değerli bir dostumla mektuplaşmamın makaleye dönüştürülmüş halidir.
Özel yazışmamı, kimi isimlerden arındırıp, okuru ilgilendiren bir biçime dönüştürdüm.
Referandum süreciyle ilgili olarak yazmakta olduğum makalelerime bir ek olması yönünde düzenlediğim bu yazışmamı sizlerle paylaşıyorum.
Farklı siyasi süreçlerden gelen insanlarla uzun bir dönem ilişkimizde kopukluk oldu. Farklı yapılanmalar içinde birbirimizle çatışmalı süreçlerden de geçtik. On yıllar sonra buluştuğumuzda, bizi bir araya getirebilecek bir dizi ortak algıyla karşı karşıya kalmıştık. Dünya ve ülkemizle ilgili tespitlerimiz benzer parametrelerde kesişiyordu. Bu ilişkide birbirimizi yazınsal olarak takip edip, makale alış verişlerine ağırlık verdik.
Küreselleşme ve kimlik hakları yönünde demokrasi ve özgürlük mücadelesinde ortak adımlar atılmasını isteyen çevreler olduğumuzun farkına vardığımızda, bunun ilk adımı olan sıkı diyaloglara yöneldik (en azından benim için süreç bu yönde gelişti); “ortak ülkemiz” algısı temelinde, her türden milliyetçi bölücülüğe karşı, Anadolu mozaiğinin hak ve hukukunu savunmanın gerekliliğini belirledik.
Bu çevrelerle ortak paydamız, yüzlerce makalede dile getirdiğimiz küreselleşme çağı ve halkların kimlik haklarıyla ilgilidir.
Küreselleşmeyle ilgili tespitlerimiz, bir siyasal ortak bölen olarak hayati önem taşıyordu. Yereli daha sağlıklı algılamak ve onu evrensel ölçekler içinde uygun yere oturtmak için tüm insanlığı ilgilendiren gelişmeleri doğru algılamak gerekti.
Bu noktadaki bileşenlerimizi ortaya koyarken kavram kargaşasıyla yüz yüze kaldığımız küreselleşme, net biçimde açığa vurulmalıydı.
Bu çözümlemeleri son iki yıldır birçok makalede dile getirmeye çalıştım. Karşımızda, haksızca aynı kelimeyle ifade edilen iki küreselleşme duruyordu. Aynı kavramla ifade edilmesinde ortaya çıkan yanılsama, çoğu kez en ilerici duruşla en gerici duruş arasındaki farkı bir kıl kalınlığına kadar indiriyordu.
İki küreselleşme var. Bunu bilmek zorunluydu.
Birincisi; Emperyalist küreselleşmedir.
Bu küreselleşme, gerçek bir küreselleşme değildir. Belli bir merkezden çıkan ve merkezin çıkarları için yaygınlaştırılan bir siyasal duruştur. Bir siyasi dayatmadır; dünyanın talanını, bin bir yol ve yöntemle, bölgesel savaşlar, operasyonlar, darbeler, yaratıcı anarşi, temiz eller operasyonları vb siyasetlerle emperyalist çıkarlar için dayatmadır. Bir küresel ortak üretim projesi değil, kapitalizmin temel karakterlerinden biri olan belli bir ulusal, şirketsel, bölgesel merkez yararına pazar elde etmek için gerekli olan siyasi, askeri dayatmaların evrensel ölçekte uygulanmasıdır.
Bu küreselleşme hiçbir şekilde yeni bir üretim tarzı değildir. Eskinin evrensel ölçekte çıkarlarının sağlanabilmesi için gerekli müdahaleleri tanımlayan siyasal bir davranıştır. Afganistan’ı işgal, Irak devletini yıkma, Panama'ya baskın, İran’a ve Suriye’ye tehdit, Lübnan’a İsrail aracılığıyla saldırı, Latin Amerika’da darbeler-iç savaş kışkırtıcılığı, Orta Avrupa’da balistik ve kıtalar arası füze konumlandırılması, Çin’e karşı Tayvan’ın provokatifçe desteklenmesi, Kuzey-Güney Kore arasında bitip tükenmez gergin dengelerin korunması, Kafkaslarda tarihsiz ve talihsiz devletlerin satın alınarak üsler kurmak, kuşatmalar ve bitip tükenmez savaş senaryolarıyla dünya pazarları üzerinde, enerji kaynakları ve yolları üzerinde hegemonyanın sürdürülmesi emperyalist küreselleşmenin izdüşümleridir.
Buna eklenecek binlerce veri daha sıralamak mümkün. Ancak bu verilerin hiçbiri evrensel insan aklının birikimlerini, teknolojik etkinliklerini, bilgi dönüşümlerini ortak bir küresel üretim için kullanma gibi bir içeriğe sahip değildir. Tek amacı sağlanacak askeri ve siyasi üstünlükle Amerikan ve ortaklarının pazarlardaki çıkarlarını evrensel dayatmalarla garantiye almaktır.
Kapitalizmin doğasında üretimin küreselleşmesi yoktur, olamaz da. Ulusların kapitalizmin şafağında doğması esprisinin de anlattığı gerçek budur. Kapitalizm belli bir merkezin, daha çok ulus ya da bölgeye ait dar merkezli ilişkiler zincirinin üretimidir; dünya ölçüsünde pazar paylaşım savaşları da kapitalizmin bu darlığının bir sonucudur. Metasını satacağı pazar gerekliliği, üretimini küresel ölçüde teknik ve bilgi dönüşümüyle yapmaktan mutlak olarak daha öndedir.
İki küreselleşme arasındaki farkın kavranmasında en hayati önem, kapitalizmin bu yöndeki karakterinin bilinmesi yatar.
Kaba bir gözlemle, bilişim çağının tüm etkinliklerinin kapitalizmin kanatları altında, sermaye birikimleriyle yapıldığı gibi bir izlenim vardır. Bunun bir kısmı da doğrudur. Ancak, kapitalizmin kanatları altında da olsa bu gelişme kapitalist üretim tarzı anlamına gelmez. Bunu anlamak için kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki gelişmesini hatırlamak yeterlidir. Feodal üretim ilişkisinin hakim olduğu, feodal krallıkların yeri göğü inlettiği bir kesitte, kapitalist ilişkiler kendi yolunu evrimin engellenemez gelişimiyle sürdürüyordu. Bu süreç aristokratların da yavaş yavaş çözülerek kapitalistleşme süreciyle at başı gidiyordu. Yani egemen olan üretim tarzının içinde onu yadsıyacak daha ileri bir üretim tarzının bulunması ve gelişmesi doğal bir denge anlamına gelir. Bu gelişme dün nasılsa bu gün de odur.
Bu açıdan bakınca eski üretim tarzı kapitalizmin bağrında gelişip, onun kanatları altında da olsa daha ileri bir üretim ilişkisinin olması ve gelişmesi doğal bir süreçtir.
Küreselleşmenin bu türüne karşı direniş, bugünün gerçek devrimci duruşudur. Evrensel ölçekte bu tür küreselleşmeye karşı tutum ve eylemler haklıdır, ilericidir.
Küreselleşmenin bu türü, evrensel ölçekte gerici bir siyasal dayatma olması itibariyle, demokrasinin her türden ikamesine da temelden karşıdır. Bu yanıyla da her türden liberalizm, söylemlerinin her türden abartısına karşı demokrasinin ikamesine taraf değildir. Liberalizmin önerdiği iyileştirmeler sistemin daha rasyonel işlerliğinin sınırında biter. Oysa, demokrasi tarihin her döneminde, daha ileri bir toplumsal siteme, daha adıl bir paylaşım ve üretimde mevzilenmeye ilişkin bir alandır.
Bu temel algılar ışığında, emperyalizmin üretime değil; pazar paylaşımına, talana ve dayatmaya dayalı siyasetinin küreselleşmesine karşı mücadele edilmesi gerektiğini ve kimlik haklarının bu eğilime karşı direnmekten geçtiğini belirledik. Emperyalist globalleşmenin, liberalizmi demokrasinin sözcüsü olarak sunmasına aldanmamak gerektiğini belirleyerek demokrasi çizgimizi farklılaştırdık. Bu çağın hiçbir dinamiğinin emperyalist dokunun demokrasiden yana verebileceği bir şey olmadığını ifade etmek istiyorum. Bu açıdan, demokrasi savunusunda sık sık kullandığımız argümanların liberallerin argümanlarıyla karışmaması gerektiğine dikkat çektik.
İkincisi; küresel üretim tarzı ya da uygarlığı.
Bu küreselleşme bir üretim küreselleşmesidir; üretimde, evrensel alanın herhangi bir köşesinden bilgi ağlarıyla, teknolojik verileriyle etkin olan; herhangi bir ulus, bölge ve şirket merkezli olmayan küresel üretimdir. Üretim sürecine bilişim çağının bilgi dönüşümlerini bir unsur olarak katan, sanal üretim ve tüketimi üretimin bir parçası haline getiren bu yanıyla da kapitalist üretimden nitelikçe farklılaşan bir üretimdir. Bugün kapitalist şirketlerin kanatları altında olsa da kapitalist olmayan bir üretim tarzıdır. Kapitalist üretim tarzının, hammadde + üretim araçları + işgücü = meta formülünde anlamını bulan üretimden bir çıkıştır, bir nitel farklılaşmadır. Bu üretim, kapitalizme ait üretim birimi olan fabrikada yapılan bir üretim de değildir; küresel üretim tarzı elektronik ağlarda üretilip, aynı sanal ağlarda sınanarak kalitesi belirlenip tüketildikten sonra, insanlara sunulan bir üretim tarzıdır. Bu tarzda yabancılaşma çok önemli bir unsurdur. Yabancılaşmanın yaratıcı dinamikleri, iş bölümünün en üst aşamasına varılmasıyla üretime de dinamik katar; bu noktada yabancılaşma, kapitalizmin ulus ve bölge sınırlarını nitelikçe aşıp evrensel ölçeklere ulaşır. Küresel üretim uygarlığında bu işbölümünün sınırsız gelişimi, yabancılaşmanın olumlu sınırsız gelişimine tanıklık edileceğine önemli bir göstergedir.
Marks'ın üretim ilişkilerini birbirinden ayırırken üretimde emek araçlarından makine araçlarına geçişi sağlayan teknolojik devrimin, bir üretim tarzından diğerine geçişi tanımlar demesi aynıyla bugün için de geçerlidir. Kapitalizmden küresel üretime geçiş, kapitalist makine araçlarından, elektronik bilgi ağalarıyla sanal üretime geçiştir. Bunu sağlayan da teknolojik devrimdir.
Marks'ın şu belirlemeleri konumuzu aydınlatacak önemli cümlelere havidir.
“Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)
“ Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)
Marks'ın burada dile getirdiği mantık çözümlemesini ilerlettiğimizde, küresel üretimi tanımlamamız zor olmayacaktır.
Bu tanımlamalarda yetersizlik gören okura şunu belirtmek gerek; Marks kapitalizmi artık son aşamasına geldiğinde tanımlamıştır, 10.yy'daki ilk oluşum aşamalarında değil. Biz ise gelişmeyi bu ilk aşamasının yetersiz verilerinde tanımlamaya çalışıyoruz.
Küresel üretim tarzı geleceği temsil eden bir ilerici üretim tarzıdır. Bunu kavramak ve bu yönde siyasal duruş belirlemek, konumuzun esasını oluşturmaktadır.
İnsan kolektif aklının ürettiği bilgi ve teknolojinin yarattığı bilimsel devrimlerin sonucu oluşan, insanlığı evrensel ölçekte üretim sürecine katan, daha adil ve daha yaygın bir eşitliğin kuruluşuna yol açacak tarihi olarak ilerlemeyi temsil eden ve gerçek anlamda demokrasinin ikamesini sağlayacak küreselleşme ortak bölenlerimizin temelidir.
Demokrasi ve özgürlük çizgisi, ortak eğilimlerimizin merkezine bu algılarla oturdu. Bu nedenle, tarihsel gelişmeleri sınıf mücadelesi ve sınıf algılarıyla değil, farklı bir açıdan çözümlemek gerektiği noktasında tespitler yaptık.
Demokrasi ve özgürlüğün derinlemesine ve genişlemesine etkin olmasını, küresel üretimin gelişip egemen olması için de en önemli faktör olarak belirledik.
Böylesine bir küresel algı yaklaşımı içinde, hak arayışında geri kalmış, bu yönde süreçlerini tamamlamamış her farklılığın hak arayışının tanınması gerektiğini öncelikli olarak belirledik.
Kimlik hakları ile küreselleşme arasında demokrasi alanlarının ve etkinliklerinin genişletilmesinde ortak payda olduğu tespitimiz, yerel sorunların hem evrensel hem yerel perspektifde ele alınıp çözümünü kolaylaştırdığını gösterdi bize.
Küreselleşmenin yanında olmanın bu anlamda kimlik haklarını savunmayı da gerektiren bir demokrasi algısı olduğunu dile getirdik; iki farklı ve çatışmalı küreselleşmeyi yerelde de bu anlamda birbirinden ayırmak zor olmadı.
Böylece bu ölçekte evrensel olan küreselleşmede, en yerel hak talebinin yerini bulduk. Kimsenin kimseyi kendine angaje etmeden, öncü, artçı gibi tarihi eskimiş söylemlere sarılmadan, adil ve eşit bir mücadelede dayanışmanın gerekleri bulgusuna ulaştık.
Anadolu halklarının tüm farklılıklarıyla demokrasi ve özgürlüklerini bu kapsamda mütalaa etmeyi, günümüzün doğru siyasal yönelimi olarak belirliyoruz. Yeni bir uygarlığın küresel üretim uygarlığı olarak daha çok, daha derin ve daha geniş alandaki demokrasi üzerinde yükseleceği belirlemesi bu tespitimizle tam bir uyum içindedir. Bunun için tamamlanmamış ulusal süreçlerin tamamlanmasına, hak ve taleplerin yerine getirilmesine bu yanıyla evrensel bir boyut verilmiş olacaktır.
Bu aynı zamanda, ülkemizin kaoslarını ve bundan kaynaklanan kimlik bunalımlarını da aşmanın bir yolu olarak değerlendirilebilecektir.
Küresel yeni üretim uygarlığı, ütopik bir söylem değildir, elle tutulur değişimlerin verileri üzerine kurulan siyasal bir algıdır diyeceğim. Bunu basit bir örnekle izah etmeye çalışacağım.
Bu örnek, tarihsel devrim algımızı da tanımlar bir mahiyettedir. Ayrıca, bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle kurulan sosyalizmin yine bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle geri dönüşünün nedenlerini de açıklayacak kapsamdadır.
Basit bir örnek; PTT'ye karşı internet iletişim etkinliğinin yaptığı tarihsel devrim nasıl ki geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrim ise, bilişim çağının açtığı yeni toplumsal süreçler tamamlandığında yeni uygarlık da tüm kurum ve kuruluşları, sınıf ve katmanlarıyla da kendi kültür ve üst yapısıyla belirginleşmiş olacaktır. Bunun sonucu ortaya çıkan yeni üretim tarzının geri dönüşü mümkün olmayacaktır. Evrimin doğal dengeleriyle yükselip, eski tarzı yadsıyan konumlanışı bunun güvencesidir.
Bu konuda “bu gelişmeler uluslararası sermaye ve tekel güçlerince kontrol edilmektedir, bu yüzden ayrı bir üretim tarzı olarak nasıl algılanır?” denilebilir.
Haklı bir soru. Yukarıda kısaca cevap vermeye çalıştım.
Tekrarla şunu belirtebilirim.
Basit bir tarih okuması bunu kavramak için yeterlidir.
Hiçbir ileri üretim ilişkisi gökten zembille gelmez. Eskinin içinde olgunlaşarak eskiyi her şeyiyle öteleyerek tarihe gömer, yadsınmanın yadsınmasını gerçekleştirir.
Bu işleyiş, tarihi olarak tüm üretim ilişkilerinde gerçekleşen bir evrim yoludur, denge ve geri dönüşü mümkün olmayan değişimdir. Bu açıdan yeninin kimin kanatları altında geliştiğinin önemi yoktur. Üretimin tarzı ve biçiminin eskisinden farklı olup olmadığı önemlidir; kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında gelişmesi esprisi de bunu ifade eder.
Burjuvazi, sisteminin gelişmesi önünde artık tamamen engel olan feodal yapıyla kırılma noktasına geldiğinde, sisteminin temel bir yapılanması olan ulus adına, feodalizme karşı demokrasiyi ve alanlarını genişletme mücadelesi içinde olmuştur. Yani, yeni sistemin eskinin kanatları altından çıkmaya başlamasıyla birlikte demokrasiyi bayrak edinerek önündeki engelleri kırma sürecine girer.
Buradan da her yeni uygarlık ve üretim tarzının mutlaka kendi çağının en üst demokrasi kriterlerini savunarak ve bunu ikame ederek yola çıkması gerektiği soyutlamasına ulaşırız.
Mantıki olan da budur; eskinin statüleri ve kıskaçlarını demokrasiden başka bir şey sökemez. Burjuvazi de kendi üretim tarzını ikame ederken, bu nedenle demokrasiyi tüm ulus adına savunma durumunda olmuştu.
Bugün bunu yapacak olan, kapitalizmi aşacak olan yeni üretim tarzı ve onun temel sınıf ve etkinlikleridir. Burjuvazi ise örneğimizdeki feodallerin konumundadır. Bu nedenle, gelişen kapitalizm karşısında büyük toprak mülkiyeti nasıl ki feodallerin boyun bağı haline gelmişse, küresel üretim uygarlığı karşısında fabrika üretimi de kapitalistlerin boyun bağı haline gelme eğilimi içindedir (teknolojinin yarattığı sanal üretim ve teknoloji ağırlıklı üretim karşısında, kapitalist dev fabrika üretiminin hantallığı, verimsizliği, maliyet yüksekliği tıpkı feodal sistemin büyük ve verimsiz toprakların konumu gibidir).
Mücadelenin unsurları, fabrikaların çitlerini ve onun sığ mantıkla örülü, reformist olmanın ötesinde anlam ve sonucu olmayan sınıf mücadelesi algılarını aşmış; evrensel düşünen, evrimin gelişmesine katkı yapacak olan, farklılıklarıyla, kimlik renkleriyle, etnik, inançsal, çevresel, cinsel, kültürel vb dinamikleriyle bilişim çağının gereksindiği açılımı olanaklı hale getirecek tüm dinamik güçlerdir.
Bu güçlerin evrensel ölçekte bir küresel hareket oluşturması da geç kalmayacak gibidir.
Bu noktada, sınıf mücadelesi ve sosyalist söylemin merkezi önemini kaybettiğini belirteceğim.
Sınıf mücadelesinin ihmal edilmemesi gereken bir mücadele olmasına karşın, reformist bir mücadele olarak yeni bir sisteme yol açması mümkün değildir. Tarih okumalarıma göre; tarihin hiçbir kesitinde, önceki üretim sistemini o sistemin temel bir sınıfı aşamamıştır.
Eski sistem göçerken, tüm sınıflarıyla birlikte tarihe gömülür. Eskinin hiçbir sınıfı, yeni bir üretim tarzına geçişte ne ara bir aşamanın inşasını ne de öncülüğüyle bir geçişi gerçekleştirmemiştir. Bu, doğanın ve diyalektiğin de mantık dokusuna aykırıdır.
Burada yapılan iradeci siyasi zorlamanın, reel sosyalizmin hikayesinde nasıl iflas ettiği yeterince açıktır; “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” yönündeki Marks'ın belirlemesi, bu gelişmeleri kavrama açısından çok önemlidir.
Sınıf mücadelesi, ilgili olduğu sistemin çelişkilerini bir dengeye getirmek, rasyonel çalışma düzlemine ulaştırmak mücadelesidir. Tarihte de bundan başka bir rol oynamamıştır; bunun için de reformist etkiler yaparak kitlelere yararlı olur. Bu nedenle ihmal edilmemesi gereken bir mücadeledir. Sınıf mücadelesinin önemi, gelecek toplum arayışında, açtığı demokrasi alanları kadardır. Daha ötesi ise İşçi sınıfına kaldıramayacağı, ilgisinin olmadığı, asla sonuna kadar gitmeyeceği görevleri yıkmak demektir.
20. yy’da sosyalist teorinin handikabı buydu: Fasit daire içinde dönerken nitelikçe yeni olan bir üretim tarzına geçilebileceğini sanmak, bunun için de eski sistemin araç ve sınıflarına dayanmak.
Bu nedenle, köleler Spartaküs ayaklanmasıyla gelip Roma kapıları önünde ne yapacaklarını şaşırarak teslim olmuşlardı, Münzerler ise feodal kralların tahtları önünde diz çökmüştü. 20.yy'da da “sosyalizm”, mensup olduğu madalyonun diğer yüzüne, kapitalizme dönmüştür.
Tarihsel veriler farklı bir gerçeğe işaret ediyorlar. O da yeni üretim tarzının, eskinin bağrında evrimleşerek gelişip yerini aldığıdır. Bu uzun bir süreyi kapsasa da böyledir; bu nedenle sınıf mücadelesi, eski sitemin içinde kalan bir uyumlaşma mücadelesi olarak ihmal edilmese de sınırları ve omuzları yeni bir üretim tarzını kuracak güçte ve nitelikte olamaz, diyorum.
Bu anlamda, insan kolektif aklının bilişim çağında ifadesini bulan gelişmelerinin yarattığı, ileri ve yeni bir uygarlığı ifade eden küreselleşmeden yanayım. Bu tespitim, bu düşünce normlarıyla ortak bölen bulan dostlarımı da kapsamaktadır.
Böylesi bir küreselleşmenin yolu, daha çok demokrasi ve özgürlükten geçiyor.
Küreselleşmenin ilk engellerinden biri tek ulusçu algıdır. Kapitalist siyasi globalizmin, küresel üretimle çatışmasının en kritik noktası da budur. Demokrasinin tüm farklılıklarını kapsaması önünde duran bu tek ulusçu-milliyetçi engel, aynı zamanda demokrasi mücadelesinin bu algı ve dayatmalara karşı nasıl bir mücadele olduğuna da işaret eder.
Bu temel tespitlerimizden yola çıkarak anayasa ve referandum için söylenmesi gerekenler şunlar olacaktır.
135 yıllık tarihinde 5 anayasa yapan ülkemizin tüm anayasalarının ortak böleni “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” diye korunan maddelerdir. Bu maddeler dünyanın en mozaik coğrafyasını tek boyutlu kılan maddelerdir; tek ulusçu dayatmadır. Bu toprakların kaosu da kirli savaşları da bölücülüğü kışkırtan milliyetçiliği de buradan besleniyor.
Bu maddeler var oldukça, tüm maddeleri demokratik olsa da o anayasa demokratik olamaz. Bu nedenle 6. Anayasa önerisi için yapılan referandum, EVET ya da HAYIR tutumlarıyla bir kimlik yok etme operasyonu olarak aynı sisteme ve onun temel siyasal eğilimlerine kan taşıma çabasındadır, diyeceğim.
Tek seçenekli olması itibariyle de antidemokratik olan bu referandum, kaçınılmaz olarak partiler arası bir pazar paylaşım mücadelesine sahne olmuştur. Bu hengamede, oy hakkının kullanılması diye bir demokratik tutum yoktur; seçimlerde parti ve kişi seçme alternatif çoğulculuğu karşısında bu referandum ya darbecilerin 82 Anayasasına ya da onun 26 maddelik değişikliği olan devamına onay isteyerek yörüngesine esir etmektedir. Bu durumda, EVET ya da HAYIR diye kime oy verirseniz verin, kazanan yine o sistem olacaktır.
Bu noktada özgür bir siyasal tutum, bağımsız bir iradenin ifadesi olarak takınılacak duruş bu alandan çıkabilen bir duruş olacaktır. BOYKOT bunu gerçekleştirebilecek tek tutumdur.
BOYKOT, AKP’nin manipülasyonlarına sert bir hayırdır.
BOYKOT, HAYIR tutumunda olan ve tarihleri boyunca demokratik bir anayasanın oluşmasına karşı çıkan milliyetçi-ulusalcı tutumların dışında kendi kimliğiyle siyasi tutum almaktır. Bağımsız olmak, kimlik sahibi olmaktır.
BOYKOT hiçbir yörüngeye girmeyen tutumdur, kendin olmaktır. Sistemin temel güçlerinin çekim merkezlerine karşı kendini korumaktır. Bu tutum 12 Eylül’den sonraki demokrasi mücadelesinin kimlik kartıdır.
Ortak ülkemizde demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları diye bir davası olanların alabileceği en gerçekçi demokratik, bağımsız özgür tutum BOYKOT’tur.
Diğer tutumlar kimlik yok etme operasyonuna kan taşımaktır
Küreselleşmenin dev perspektifi içinde böylesi küçük ayrıntıda doğru tutum takınmak, kimlik sahibi olmak gibi büyük bir önem taşımaktadır. Bu noktada, kimlik haklarımızı oturtmaya çalışıyoruz. Yerel talepleri evrensel dönüşümlere bu yolla bağlıyoruz.
Bu anlamda küreselleşmenin bu en üst boyutunu, en çağdaş akılla savunurken etnik, inanç, cinsel, çevre vb hakların demokrasi ve özgürlük taleplerini hukuki bir güvenceye kavuşturmaktan yana olduğumuzu belirliyoruz.
Kimlik haklarımızın savunusuna teorik bir zemin olduğuna inandığım bu ele alış, bütünle uyumlu bir yaklaşımdır diyeceğim.
Bununla da sıradan bir etnik hak savunusu içinde olmadığımızı izah etmeye çalışıyorum.
Dünyanın yeni süreçlerinde, yeni kıstasların eşiğinde savunulması gereken en temel ve en devrimci sürecin demokrasi ve özgürlük süreci olduğunu belirliyoruz.
Bu noktada Kürt halkının ve farklılıkların özgürlük mücadelesini algılamaya çalışıyoruz.
Bu zeminde buluşulan dostlarla, “ortak ülkemiz” algısı merkezinde kimlik haklarının özgün örgütlenme ve özgür mücadeleyle yükseltilmesi gerektiği üzerinde çalışıyoruz. Bu çağdaş algının mum ışığında, coğrafyamızda barışı sağlayacak bileşkeleri bulmaya çalışıyoruz. Daha çok yasal zeminde, şiddete başvurmadan, insanı merkeze alan bir yaklaşımla demokratik hakların ve bunların en önemlilerinden bir olan kimlik haklarının savunusunu yapma çabasındayız.
Bu sürecin haklı bir dava süreci olduğu bilinciyle, davamızı kazanamasak da bizden sonraki kuşaklara önemli bir siyasal miras bırakarak tarih ve halkımız indinde mesajımızı yerine getirmiş olacağımıza inanıyoruz.
Dolayısıyla, eski saflaşmaların yerini daha çağdaş düşünce normlarıyla bir saflaşma eğilimi almıştır diyeceğim.
Bunu değerlendirmemiz gerektiği yönünde buluşma ve iletişimlerimizi sürdürüyoruz. Dün, hiç anlamı olmayan nedenlerle karşı karşıya gelen bizlerin bugün demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları doğrultusunda bir araya gelme eğilimi göstermiş olması, bu sürecin olumlu yanını oluşturuyor.
27 Ağustos 2010
İki küreselleşme var.
Birincisi; emperyalist çıkar ve talan siyasetlerinin evrensel ölçüde dayatılması anlamında bir küreselleşmedir. Bu küreselleşmenin hiç bir yanı, küresel üretimle ilgili değildir. Tersine, pazar paylaşımı ve mal satımının bin bir araçla dayatılmış tüketim küreselleşmesidir. Özgür gelişim ve demokrasiyi kısıtlaması nedeniyle de bu küreselleşme, gericiliğin ve dünyamızdaki tüm sancıların kaynağıdır..
İkincisi; küresel üretim uygarlığıdır. İnsan kolektif aklının ürünü olan teknoloji, bilgi birikimleriyle şekillenen bilişim çağının açtığı yeni üretim tarzıdır. Bugünkü haliyle, kapitalizmin kanatları altında gelişmekte olsa da kapitalizmi yadsıyacak olan yeni bir üretim tarzıdır; Elektronik bilgi ağlarının etkinliğiyle yeryüzünün herhangi bir köşesinde olan en küçük bilgiyi bile üretime katan, sanal üretim ve tüketimi öne çıkaran, bilgiyi hammadde gibi üretim sürecinin olmazsa olmaz unsuru haline getiren sistem olarak farklı bir üretim tarzıdır.
İki küreselleşmenin gergin dengeleri, tarihsel olarak ikincisinin lehine yeni bir dengeye yönelecektir. Tarihte her yeni üretim tarzı için gerekli olan daha çok demokrasidir.
Bu çağın tıkanmalarını, kaoslarını ve çözüm bekleyen tüm sorunlarını çözecek olan da tastamam budur; demokrasinin derinlemesine yaygınlaşmasını ve eskinin yadsınarak yeninin hakim olmasını sağlayacaktır. Bu nedenle çağdaş olmak, tarihle uyumlu ilerici olmak daha çok demokrasi taraflısı olmaktır.
Demokrasi kimlik haklarımızın da yaşamsal zeminidir. Bu noktada evrenselle yerelin buluşması, uyumlu bir bütün olarak insani mesajını yerine getirmesi mümkündür.
Eski statülere tıkanmış hiçbir mücadele demokrasi mücadelesinden daha güçlü toplumsal sonuçlar yaratamaz. En yereldeki hak taleplerimizin ve en evrensel özgürlüklerimizin buluştuğu nokta budur. Bunu güçlendirmek için, demokrasi mücadelesinde daha çok yerimizi almalıyız.
Küreselleşme ve kimlik haklarımız demokrasi paydasındaki yeri, 12 Eylül 2010 referandumdaki tutumlarımızda da anlamlı bir yere sahiptir. Referandumda, bağımsız, özgür ve demokratik tutumlarımızla kimliğimizi ortaya koymak bu mücadelenin önemli bir yanını oluşturacaktır.
135 yıllık tarihinde 5 anayasa yapan ülkemizin tüm anayasalarının ortak böleni “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” diye korunan maddelerdir. Bu maddeler dünyanın en mozaik coğrafyasını tek boyutlu kılan maddelerdir; tek ulusçu dayatmadır. Bu toprakların kaosu da kirli savaşları da bölücülüğü kışkırtan milliyetçiliği de buradan besleniyor.
Bu maddeler var oldukça, tüm maddeleri demokratik olsa da o anayasa demokratik olamaz. Bu nedenle 6. Anayasa önerisi için yapılan referandum, EVET ya da HAYIR tutumlarıyla bir kimlik yok etme operasyonu olarak aynı sisteme ve onun temel siyasal eğilimlerine kan taşıma çabasındadır, diyeceğim.
BOYKOT, AKP’nin manipülasyonlarına sert bir hayırdır.
BOYKOT, HAYIR tutumunda olan ve tarihleri boyunca demokratik bir anayasanın oluşmasına karşı çıkan milliyetçi-ulusalcı tutumların dışında kendi kimliğiyle siyasi tutum almaktır. Bağımsız olmak, kimlik sahibi olmaktır.
BOYKOT hiçbir yörüngeye girmeyen tutumdur, kendin olmaktır. Sistemin temel güçlerinin çekim merkezlerine karşı kendini korumaktır. Bu tutum 12 Eylül’den sonraki demokrasi mücadelesinin kimlik kartıdır.
Ortak ülkemizde demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları diye bir davası olanların alabileceği en gerçekçi demokratik, bağımsız özgür tutum BOYKOT’tur.
Diğer tutumlar kimlik yok etme operasyonuna kan taşımaktır.
***
Bu yazı, esasında, azınlıklar konusunda doktora tezi hazırlayan değerli bir dostumla mektuplaşmamın makaleye dönüştürülmüş halidir.
Özel yazışmamı, kimi isimlerden arındırıp, okuru ilgilendiren bir biçime dönüştürdüm.
Referandum süreciyle ilgili olarak yazmakta olduğum makalelerime bir ek olması yönünde düzenlediğim bu yazışmamı sizlerle paylaşıyorum.
Farklı siyasi süreçlerden gelen insanlarla uzun bir dönem ilişkimizde kopukluk oldu. Farklı yapılanmalar içinde birbirimizle çatışmalı süreçlerden de geçtik. On yıllar sonra buluştuğumuzda, bizi bir araya getirebilecek bir dizi ortak algıyla karşı karşıya kalmıştık. Dünya ve ülkemizle ilgili tespitlerimiz benzer parametrelerde kesişiyordu. Bu ilişkide birbirimizi yazınsal olarak takip edip, makale alış verişlerine ağırlık verdik.
Küreselleşme ve kimlik hakları yönünde demokrasi ve özgürlük mücadelesinde ortak adımlar atılmasını isteyen çevreler olduğumuzun farkına vardığımızda, bunun ilk adımı olan sıkı diyaloglara yöneldik (en azından benim için süreç bu yönde gelişti); “ortak ülkemiz” algısı temelinde, her türden milliyetçi bölücülüğe karşı, Anadolu mozaiğinin hak ve hukukunu savunmanın gerekliliğini belirledik.
Bu çevrelerle ortak paydamız, yüzlerce makalede dile getirdiğimiz küreselleşme çağı ve halkların kimlik haklarıyla ilgilidir.
Küreselleşmeyle ilgili tespitlerimiz, bir siyasal ortak bölen olarak hayati önem taşıyordu. Yereli daha sağlıklı algılamak ve onu evrensel ölçekler içinde uygun yere oturtmak için tüm insanlığı ilgilendiren gelişmeleri doğru algılamak gerekti.
Bu noktadaki bileşenlerimizi ortaya koyarken kavram kargaşasıyla yüz yüze kaldığımız küreselleşme, net biçimde açığa vurulmalıydı.
Bu çözümlemeleri son iki yıldır birçok makalede dile getirmeye çalıştım. Karşımızda, haksızca aynı kelimeyle ifade edilen iki küreselleşme duruyordu. Aynı kavramla ifade edilmesinde ortaya çıkan yanılsama, çoğu kez en ilerici duruşla en gerici duruş arasındaki farkı bir kıl kalınlığına kadar indiriyordu.
İki küreselleşme var. Bunu bilmek zorunluydu.
Birincisi; Emperyalist küreselleşmedir.
Bu küreselleşme, gerçek bir küreselleşme değildir. Belli bir merkezden çıkan ve merkezin çıkarları için yaygınlaştırılan bir siyasal duruştur. Bir siyasi dayatmadır; dünyanın talanını, bin bir yol ve yöntemle, bölgesel savaşlar, operasyonlar, darbeler, yaratıcı anarşi, temiz eller operasyonları vb siyasetlerle emperyalist çıkarlar için dayatmadır. Bir küresel ortak üretim projesi değil, kapitalizmin temel karakterlerinden biri olan belli bir ulusal, şirketsel, bölgesel merkez yararına pazar elde etmek için gerekli olan siyasi, askeri dayatmaların evrensel ölçekte uygulanmasıdır.
Bu küreselleşme hiçbir şekilde yeni bir üretim tarzı değildir. Eskinin evrensel ölçekte çıkarlarının sağlanabilmesi için gerekli müdahaleleri tanımlayan siyasal bir davranıştır. Afganistan’ı işgal, Irak devletini yıkma, Panama'ya baskın, İran’a ve Suriye’ye tehdit, Lübnan’a İsrail aracılığıyla saldırı, Latin Amerika’da darbeler-iç savaş kışkırtıcılığı, Orta Avrupa’da balistik ve kıtalar arası füze konumlandırılması, Çin’e karşı Tayvan’ın provokatifçe desteklenmesi, Kuzey-Güney Kore arasında bitip tükenmez gergin dengelerin korunması, Kafkaslarda tarihsiz ve talihsiz devletlerin satın alınarak üsler kurmak, kuşatmalar ve bitip tükenmez savaş senaryolarıyla dünya pazarları üzerinde, enerji kaynakları ve yolları üzerinde hegemonyanın sürdürülmesi emperyalist küreselleşmenin izdüşümleridir.
Buna eklenecek binlerce veri daha sıralamak mümkün. Ancak bu verilerin hiçbiri evrensel insan aklının birikimlerini, teknolojik etkinliklerini, bilgi dönüşümlerini ortak bir küresel üretim için kullanma gibi bir içeriğe sahip değildir. Tek amacı sağlanacak askeri ve siyasi üstünlükle Amerikan ve ortaklarının pazarlardaki çıkarlarını evrensel dayatmalarla garantiye almaktır.
Kapitalizmin doğasında üretimin küreselleşmesi yoktur, olamaz da. Ulusların kapitalizmin şafağında doğması esprisinin de anlattığı gerçek budur. Kapitalizm belli bir merkezin, daha çok ulus ya da bölgeye ait dar merkezli ilişkiler zincirinin üretimidir; dünya ölçüsünde pazar paylaşım savaşları da kapitalizmin bu darlığının bir sonucudur. Metasını satacağı pazar gerekliliği, üretimini küresel ölçüde teknik ve bilgi dönüşümüyle yapmaktan mutlak olarak daha öndedir.
İki küreselleşme arasındaki farkın kavranmasında en hayati önem, kapitalizmin bu yöndeki karakterinin bilinmesi yatar.
Kaba bir gözlemle, bilişim çağının tüm etkinliklerinin kapitalizmin kanatları altında, sermaye birikimleriyle yapıldığı gibi bir izlenim vardır. Bunun bir kısmı da doğrudur. Ancak, kapitalizmin kanatları altında da olsa bu gelişme kapitalist üretim tarzı anlamına gelmez. Bunu anlamak için kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki gelişmesini hatırlamak yeterlidir. Feodal üretim ilişkisinin hakim olduğu, feodal krallıkların yeri göğü inlettiği bir kesitte, kapitalist ilişkiler kendi yolunu evrimin engellenemez gelişimiyle sürdürüyordu. Bu süreç aristokratların da yavaş yavaş çözülerek kapitalistleşme süreciyle at başı gidiyordu. Yani egemen olan üretim tarzının içinde onu yadsıyacak daha ileri bir üretim tarzının bulunması ve gelişmesi doğal bir denge anlamına gelir. Bu gelişme dün nasılsa bu gün de odur.
Bu açıdan bakınca eski üretim tarzı kapitalizmin bağrında gelişip, onun kanatları altında da olsa daha ileri bir üretim ilişkisinin olması ve gelişmesi doğal bir süreçtir.
Küreselleşmenin bu türüne karşı direniş, bugünün gerçek devrimci duruşudur. Evrensel ölçekte bu tür küreselleşmeye karşı tutum ve eylemler haklıdır, ilericidir.
Küreselleşmenin bu türü, evrensel ölçekte gerici bir siyasal dayatma olması itibariyle, demokrasinin her türden ikamesine da temelden karşıdır. Bu yanıyla da her türden liberalizm, söylemlerinin her türden abartısına karşı demokrasinin ikamesine taraf değildir. Liberalizmin önerdiği iyileştirmeler sistemin daha rasyonel işlerliğinin sınırında biter. Oysa, demokrasi tarihin her döneminde, daha ileri bir toplumsal siteme, daha adıl bir paylaşım ve üretimde mevzilenmeye ilişkin bir alandır.
Bu temel algılar ışığında, emperyalizmin üretime değil; pazar paylaşımına, talana ve dayatmaya dayalı siyasetinin küreselleşmesine karşı mücadele edilmesi gerektiğini ve kimlik haklarının bu eğilime karşı direnmekten geçtiğini belirledik. Emperyalist globalleşmenin, liberalizmi demokrasinin sözcüsü olarak sunmasına aldanmamak gerektiğini belirleyerek demokrasi çizgimizi farklılaştırdık. Bu çağın hiçbir dinamiğinin emperyalist dokunun demokrasiden yana verebileceği bir şey olmadığını ifade etmek istiyorum. Bu açıdan, demokrasi savunusunda sık sık kullandığımız argümanların liberallerin argümanlarıyla karışmaması gerektiğine dikkat çektik.
İkincisi; küresel üretim tarzı ya da uygarlığı.
Bu küreselleşme bir üretim küreselleşmesidir; üretimde, evrensel alanın herhangi bir köşesinden bilgi ağlarıyla, teknolojik verileriyle etkin olan; herhangi bir ulus, bölge ve şirket merkezli olmayan küresel üretimdir. Üretim sürecine bilişim çağının bilgi dönüşümlerini bir unsur olarak katan, sanal üretim ve tüketimi üretimin bir parçası haline getiren bu yanıyla da kapitalist üretimden nitelikçe farklılaşan bir üretimdir. Bugün kapitalist şirketlerin kanatları altında olsa da kapitalist olmayan bir üretim tarzıdır. Kapitalist üretim tarzının, hammadde + üretim araçları + işgücü = meta formülünde anlamını bulan üretimden bir çıkıştır, bir nitel farklılaşmadır. Bu üretim, kapitalizme ait üretim birimi olan fabrikada yapılan bir üretim de değildir; küresel üretim tarzı elektronik ağlarda üretilip, aynı sanal ağlarda sınanarak kalitesi belirlenip tüketildikten sonra, insanlara sunulan bir üretim tarzıdır. Bu tarzda yabancılaşma çok önemli bir unsurdur. Yabancılaşmanın yaratıcı dinamikleri, iş bölümünün en üst aşamasına varılmasıyla üretime de dinamik katar; bu noktada yabancılaşma, kapitalizmin ulus ve bölge sınırlarını nitelikçe aşıp evrensel ölçeklere ulaşır. Küresel üretim uygarlığında bu işbölümünün sınırsız gelişimi, yabancılaşmanın olumlu sınırsız gelişimine tanıklık edileceğine önemli bir göstergedir.
Marks'ın üretim ilişkilerini birbirinden ayırırken üretimde emek araçlarından makine araçlarına geçişi sağlayan teknolojik devrimin, bir üretim tarzından diğerine geçişi tanımlar demesi aynıyla bugün için de geçerlidir. Kapitalizmden küresel üretime geçiş, kapitalist makine araçlarından, elektronik bilgi ağalarıyla sanal üretime geçiştir. Bunu sağlayan da teknolojik devrimdir.
Marks'ın şu belirlemeleri konumuzu aydınlatacak önemli cümlelere havidir.
“Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)
“ Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)
Marks'ın burada dile getirdiği mantık çözümlemesini ilerlettiğimizde, küresel üretimi tanımlamamız zor olmayacaktır.
Bu tanımlamalarda yetersizlik gören okura şunu belirtmek gerek; Marks kapitalizmi artık son aşamasına geldiğinde tanımlamıştır, 10.yy'daki ilk oluşum aşamalarında değil. Biz ise gelişmeyi bu ilk aşamasının yetersiz verilerinde tanımlamaya çalışıyoruz.
Küresel üretim tarzı geleceği temsil eden bir ilerici üretim tarzıdır. Bunu kavramak ve bu yönde siyasal duruş belirlemek, konumuzun esasını oluşturmaktadır.
İnsan kolektif aklının ürettiği bilgi ve teknolojinin yarattığı bilimsel devrimlerin sonucu oluşan, insanlığı evrensel ölçekte üretim sürecine katan, daha adil ve daha yaygın bir eşitliğin kuruluşuna yol açacak tarihi olarak ilerlemeyi temsil eden ve gerçek anlamda demokrasinin ikamesini sağlayacak küreselleşme ortak bölenlerimizin temelidir.
Demokrasi ve özgürlük çizgisi, ortak eğilimlerimizin merkezine bu algılarla oturdu. Bu nedenle, tarihsel gelişmeleri sınıf mücadelesi ve sınıf algılarıyla değil, farklı bir açıdan çözümlemek gerektiği noktasında tespitler yaptık.
Demokrasi ve özgürlüğün derinlemesine ve genişlemesine etkin olmasını, küresel üretimin gelişip egemen olması için de en önemli faktör olarak belirledik.
Böylesine bir küresel algı yaklaşımı içinde, hak arayışında geri kalmış, bu yönde süreçlerini tamamlamamış her farklılığın hak arayışının tanınması gerektiğini öncelikli olarak belirledik.
Kimlik hakları ile küreselleşme arasında demokrasi alanlarının ve etkinliklerinin genişletilmesinde ortak payda olduğu tespitimiz, yerel sorunların hem evrensel hem yerel perspektifde ele alınıp çözümünü kolaylaştırdığını gösterdi bize.
Küreselleşmenin yanında olmanın bu anlamda kimlik haklarını savunmayı da gerektiren bir demokrasi algısı olduğunu dile getirdik; iki farklı ve çatışmalı küreselleşmeyi yerelde de bu anlamda birbirinden ayırmak zor olmadı.
Böylece bu ölçekte evrensel olan küreselleşmede, en yerel hak talebinin yerini bulduk. Kimsenin kimseyi kendine angaje etmeden, öncü, artçı gibi tarihi eskimiş söylemlere sarılmadan, adil ve eşit bir mücadelede dayanışmanın gerekleri bulgusuna ulaştık.
Anadolu halklarının tüm farklılıklarıyla demokrasi ve özgürlüklerini bu kapsamda mütalaa etmeyi, günümüzün doğru siyasal yönelimi olarak belirliyoruz. Yeni bir uygarlığın küresel üretim uygarlığı olarak daha çok, daha derin ve daha geniş alandaki demokrasi üzerinde yükseleceği belirlemesi bu tespitimizle tam bir uyum içindedir. Bunun için tamamlanmamış ulusal süreçlerin tamamlanmasına, hak ve taleplerin yerine getirilmesine bu yanıyla evrensel bir boyut verilmiş olacaktır.
Bu aynı zamanda, ülkemizin kaoslarını ve bundan kaynaklanan kimlik bunalımlarını da aşmanın bir yolu olarak değerlendirilebilecektir.
Küresel yeni üretim uygarlığı, ütopik bir söylem değildir, elle tutulur değişimlerin verileri üzerine kurulan siyasal bir algıdır diyeceğim. Bunu basit bir örnekle izah etmeye çalışacağım.
Bu örnek, tarihsel devrim algımızı da tanımlar bir mahiyettedir. Ayrıca, bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle kurulan sosyalizmin yine bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle geri dönüşünün nedenlerini de açıklayacak kapsamdadır.
Basit bir örnek; PTT'ye karşı internet iletişim etkinliğinin yaptığı tarihsel devrim nasıl ki geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrim ise, bilişim çağının açtığı yeni toplumsal süreçler tamamlandığında yeni uygarlık da tüm kurum ve kuruluşları, sınıf ve katmanlarıyla da kendi kültür ve üst yapısıyla belirginleşmiş olacaktır. Bunun sonucu ortaya çıkan yeni üretim tarzının geri dönüşü mümkün olmayacaktır. Evrimin doğal dengeleriyle yükselip, eski tarzı yadsıyan konumlanışı bunun güvencesidir.
Bu konuda “bu gelişmeler uluslararası sermaye ve tekel güçlerince kontrol edilmektedir, bu yüzden ayrı bir üretim tarzı olarak nasıl algılanır?” denilebilir.
Haklı bir soru. Yukarıda kısaca cevap vermeye çalıştım.
Tekrarla şunu belirtebilirim.
Basit bir tarih okuması bunu kavramak için yeterlidir.
Hiçbir ileri üretim ilişkisi gökten zembille gelmez. Eskinin içinde olgunlaşarak eskiyi her şeyiyle öteleyerek tarihe gömer, yadsınmanın yadsınmasını gerçekleştirir.
Bu işleyiş, tarihi olarak tüm üretim ilişkilerinde gerçekleşen bir evrim yoludur, denge ve geri dönüşü mümkün olmayan değişimdir. Bu açıdan yeninin kimin kanatları altında geliştiğinin önemi yoktur. Üretimin tarzı ve biçiminin eskisinden farklı olup olmadığı önemlidir; kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında gelişmesi esprisi de bunu ifade eder.
Burjuvazi, sisteminin gelişmesi önünde artık tamamen engel olan feodal yapıyla kırılma noktasına geldiğinde, sisteminin temel bir yapılanması olan ulus adına, feodalizme karşı demokrasiyi ve alanlarını genişletme mücadelesi içinde olmuştur. Yani, yeni sistemin eskinin kanatları altından çıkmaya başlamasıyla birlikte demokrasiyi bayrak edinerek önündeki engelleri kırma sürecine girer.
Buradan da her yeni uygarlık ve üretim tarzının mutlaka kendi çağının en üst demokrasi kriterlerini savunarak ve bunu ikame ederek yola çıkması gerektiği soyutlamasına ulaşırız.
Mantıki olan da budur; eskinin statüleri ve kıskaçlarını demokrasiden başka bir şey sökemez. Burjuvazi de kendi üretim tarzını ikame ederken, bu nedenle demokrasiyi tüm ulus adına savunma durumunda olmuştu.
Bugün bunu yapacak olan, kapitalizmi aşacak olan yeni üretim tarzı ve onun temel sınıf ve etkinlikleridir. Burjuvazi ise örneğimizdeki feodallerin konumundadır. Bu nedenle, gelişen kapitalizm karşısında büyük toprak mülkiyeti nasıl ki feodallerin boyun bağı haline gelmişse, küresel üretim uygarlığı karşısında fabrika üretimi de kapitalistlerin boyun bağı haline gelme eğilimi içindedir (teknolojinin yarattığı sanal üretim ve teknoloji ağırlıklı üretim karşısında, kapitalist dev fabrika üretiminin hantallığı, verimsizliği, maliyet yüksekliği tıpkı feodal sistemin büyük ve verimsiz toprakların konumu gibidir).
Mücadelenin unsurları, fabrikaların çitlerini ve onun sığ mantıkla örülü, reformist olmanın ötesinde anlam ve sonucu olmayan sınıf mücadelesi algılarını aşmış; evrensel düşünen, evrimin gelişmesine katkı yapacak olan, farklılıklarıyla, kimlik renkleriyle, etnik, inançsal, çevresel, cinsel, kültürel vb dinamikleriyle bilişim çağının gereksindiği açılımı olanaklı hale getirecek tüm dinamik güçlerdir.
Bu güçlerin evrensel ölçekte bir küresel hareket oluşturması da geç kalmayacak gibidir.
Bu noktada, sınıf mücadelesi ve sosyalist söylemin merkezi önemini kaybettiğini belirteceğim.
Sınıf mücadelesinin ihmal edilmemesi gereken bir mücadele olmasına karşın, reformist bir mücadele olarak yeni bir sisteme yol açması mümkün değildir. Tarih okumalarıma göre; tarihin hiçbir kesitinde, önceki üretim sistemini o sistemin temel bir sınıfı aşamamıştır.
Eski sistem göçerken, tüm sınıflarıyla birlikte tarihe gömülür. Eskinin hiçbir sınıfı, yeni bir üretim tarzına geçişte ne ara bir aşamanın inşasını ne de öncülüğüyle bir geçişi gerçekleştirmemiştir. Bu, doğanın ve diyalektiğin de mantık dokusuna aykırıdır.
Burada yapılan iradeci siyasi zorlamanın, reel sosyalizmin hikayesinde nasıl iflas ettiği yeterince açıktır; “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” yönündeki Marks'ın belirlemesi, bu gelişmeleri kavrama açısından çok önemlidir.
Sınıf mücadelesi, ilgili olduğu sistemin çelişkilerini bir dengeye getirmek, rasyonel çalışma düzlemine ulaştırmak mücadelesidir. Tarihte de bundan başka bir rol oynamamıştır; bunun için de reformist etkiler yaparak kitlelere yararlı olur. Bu nedenle ihmal edilmemesi gereken bir mücadeledir. Sınıf mücadelesinin önemi, gelecek toplum arayışında, açtığı demokrasi alanları kadardır. Daha ötesi ise İşçi sınıfına kaldıramayacağı, ilgisinin olmadığı, asla sonuna kadar gitmeyeceği görevleri yıkmak demektir.
20. yy’da sosyalist teorinin handikabı buydu: Fasit daire içinde dönerken nitelikçe yeni olan bir üretim tarzına geçilebileceğini sanmak, bunun için de eski sistemin araç ve sınıflarına dayanmak.
Bu nedenle, köleler Spartaküs ayaklanmasıyla gelip Roma kapıları önünde ne yapacaklarını şaşırarak teslim olmuşlardı, Münzerler ise feodal kralların tahtları önünde diz çökmüştü. 20.yy'da da “sosyalizm”, mensup olduğu madalyonun diğer yüzüne, kapitalizme dönmüştür.
Tarihsel veriler farklı bir gerçeğe işaret ediyorlar. O da yeni üretim tarzının, eskinin bağrında evrimleşerek gelişip yerini aldığıdır. Bu uzun bir süreyi kapsasa da böyledir; bu nedenle sınıf mücadelesi, eski sitemin içinde kalan bir uyumlaşma mücadelesi olarak ihmal edilmese de sınırları ve omuzları yeni bir üretim tarzını kuracak güçte ve nitelikte olamaz, diyorum.
Bu anlamda, insan kolektif aklının bilişim çağında ifadesini bulan gelişmelerinin yarattığı, ileri ve yeni bir uygarlığı ifade eden küreselleşmeden yanayım. Bu tespitim, bu düşünce normlarıyla ortak bölen bulan dostlarımı da kapsamaktadır.
Böylesi bir küreselleşmenin yolu, daha çok demokrasi ve özgürlükten geçiyor.
Küreselleşmenin ilk engellerinden biri tek ulusçu algıdır. Kapitalist siyasi globalizmin, küresel üretimle çatışmasının en kritik noktası da budur. Demokrasinin tüm farklılıklarını kapsaması önünde duran bu tek ulusçu-milliyetçi engel, aynı zamanda demokrasi mücadelesinin bu algı ve dayatmalara karşı nasıl bir mücadele olduğuna da işaret eder.
Bu temel tespitlerimizden yola çıkarak anayasa ve referandum için söylenmesi gerekenler şunlar olacaktır.
135 yıllık tarihinde 5 anayasa yapan ülkemizin tüm anayasalarının ortak böleni “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” diye korunan maddelerdir. Bu maddeler dünyanın en mozaik coğrafyasını tek boyutlu kılan maddelerdir; tek ulusçu dayatmadır. Bu toprakların kaosu da kirli savaşları da bölücülüğü kışkırtan milliyetçiliği de buradan besleniyor.
Bu maddeler var oldukça, tüm maddeleri demokratik olsa da o anayasa demokratik olamaz. Bu nedenle 6. Anayasa önerisi için yapılan referandum, EVET ya da HAYIR tutumlarıyla bir kimlik yok etme operasyonu olarak aynı sisteme ve onun temel siyasal eğilimlerine kan taşıma çabasındadır, diyeceğim.
Tek seçenekli olması itibariyle de antidemokratik olan bu referandum, kaçınılmaz olarak partiler arası bir pazar paylaşım mücadelesine sahne olmuştur. Bu hengamede, oy hakkının kullanılması diye bir demokratik tutum yoktur; seçimlerde parti ve kişi seçme alternatif çoğulculuğu karşısında bu referandum ya darbecilerin 82 Anayasasına ya da onun 26 maddelik değişikliği olan devamına onay isteyerek yörüngesine esir etmektedir. Bu durumda, EVET ya da HAYIR diye kime oy verirseniz verin, kazanan yine o sistem olacaktır.
Bu noktada özgür bir siyasal tutum, bağımsız bir iradenin ifadesi olarak takınılacak duruş bu alandan çıkabilen bir duruş olacaktır. BOYKOT bunu gerçekleştirebilecek tek tutumdur.
BOYKOT, AKP’nin manipülasyonlarına sert bir hayırdır.
BOYKOT, HAYIR tutumunda olan ve tarihleri boyunca demokratik bir anayasanın oluşmasına karşı çıkan milliyetçi-ulusalcı tutumların dışında kendi kimliğiyle siyasi tutum almaktır. Bağımsız olmak, kimlik sahibi olmaktır.
BOYKOT hiçbir yörüngeye girmeyen tutumdur, kendin olmaktır. Sistemin temel güçlerinin çekim merkezlerine karşı kendini korumaktır. Bu tutum 12 Eylül’den sonraki demokrasi mücadelesinin kimlik kartıdır.
Ortak ülkemizde demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları diye bir davası olanların alabileceği en gerçekçi demokratik, bağımsız özgür tutum BOYKOT’tur.
Diğer tutumlar kimlik yok etme operasyonuna kan taşımaktır
Küreselleşmenin dev perspektifi içinde böylesi küçük ayrıntıda doğru tutum takınmak, kimlik sahibi olmak gibi büyük bir önem taşımaktadır. Bu noktada, kimlik haklarımızı oturtmaya çalışıyoruz. Yerel talepleri evrensel dönüşümlere bu yolla bağlıyoruz.
Bu anlamda küreselleşmenin bu en üst boyutunu, en çağdaş akılla savunurken etnik, inanç, cinsel, çevre vb hakların demokrasi ve özgürlük taleplerini hukuki bir güvenceye kavuşturmaktan yana olduğumuzu belirliyoruz.
Kimlik haklarımızın savunusuna teorik bir zemin olduğuna inandığım bu ele alış, bütünle uyumlu bir yaklaşımdır diyeceğim.
Bununla da sıradan bir etnik hak savunusu içinde olmadığımızı izah etmeye çalışıyorum.
Dünyanın yeni süreçlerinde, yeni kıstasların eşiğinde savunulması gereken en temel ve en devrimci sürecin demokrasi ve özgürlük süreci olduğunu belirliyoruz.
Bu noktada Kürt halkının ve farklılıkların özgürlük mücadelesini algılamaya çalışıyoruz.
Bu zeminde buluşulan dostlarla, “ortak ülkemiz” algısı merkezinde kimlik haklarının özgün örgütlenme ve özgür mücadeleyle yükseltilmesi gerektiği üzerinde çalışıyoruz. Bu çağdaş algının mum ışığında, coğrafyamızda barışı sağlayacak bileşkeleri bulmaya çalışıyoruz. Daha çok yasal zeminde, şiddete başvurmadan, insanı merkeze alan bir yaklaşımla demokratik hakların ve bunların en önemlilerinden bir olan kimlik haklarının savunusunu yapma çabasındayız.
Bu sürecin haklı bir dava süreci olduğu bilinciyle, davamızı kazanamasak da bizden sonraki kuşaklara önemli bir siyasal miras bırakarak tarih ve halkımız indinde mesajımızı yerine getirmiş olacağımıza inanıyoruz.
Dolayısıyla, eski saflaşmaların yerini daha çağdaş düşünce normlarıyla bir saflaşma eğilimi almıştır diyeceğim.
Bunu değerlendirmemiz gerektiği yönünde buluşma ve iletişimlerimizi sürdürüyoruz. Dün, hiç anlamı olmayan nedenlerle karşı karşıya gelen bizlerin bugün demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları doğrultusunda bir araya gelme eğilimi göstermiş olması, bu sürecin olumlu yanını oluşturuyor.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder