15 Ağustos 2010 Pazar
MUHAFAZAKAR AKP VE İLERİCİLİK MASKESİ
Yener Orkuonoğlu
15 Ağustos 2010
’Sevgili Yener, Şu yazıyı değiştir artık lütfen‘ diye email gönderen sevgili dostum A. Kadir Konuk’un siteye yazı gönderme sorumluluğumu hatırlatması beni utandırdı.İki aydan fazla bir süredir, siteye yazı yazamadım. Tatil, hastalık, yayın evine gönderilmesi gereken kitap çalışması, üniversitedeki işlerimin yoğunluğu ve bazı özel nedenlerden dolayı siteye yazma işi aksadı. Özür dilemekten başka ne yapabilirim ki? Daha önce başladığım Lenin üzerine dizi yazısı devam edecek. Lenin üzerine okuduğum biyografiler veya diğer kitaplar, Sovyetler Birliği Parti Tarihi adlı eserdeki bir çok bilgiyi sorguluyor. Ama bugünkü yazım Lenin üzerine değil. Başka bir yazı sunuyorum.
Son haftalarda güncel siyaseti kapsamlı bir şekilde yakından takip edemedim. Araştırma çalışmalarım olduğu için, bu aralar güncel siyasal gelişmelere çok yakın değilim. İzleyebildiğim kadarıyla kısa süreli siyasal gündemin birinci maddesi, AKP’nin hazırlayıp sunduğu Anayasa değişiklerinin onaylanıp onaylanmama meselesi. Bu konuda epey şeyler yazılmıştır. Dolayısıyla bu konuya değinmeyeceğim. Beni ilgilendiren AKP gibi bir partinin ve partiyi destekleyen liberallerin toplumsal, siyasal ve ideolojik-felsefi dayanağıdır. Ancak bu temelde AKP ve Liberallere karşı tutarlı bir tavır takınmak mümkün olur. Yoksa yalpalamak kaçınılmazdır. Nihayet AKP ve Taraf Gazetesi’nden umut bekleyenlerin hayal kırıklığına uğradığına tanık oluyoruz.
Bu nedenle üç yıl önce yazılmış bir yazımı kısaltarak ve biraz değiştirerek gönderiyorum.
TOPLUMSAL ve SİYASAL DURUM
Türkiye’de siyasal partilerin konumunu belirleyen iki şey var: 1. Türkiye’nin ekonomik-toplumsal yapısı; 2. Türkiye’de siyasal rejimin niteliği. Türkiye’nin ekonomik-toplumsal yapısı ve siyasi niteliği hakkında uzun analiz yapacak değilim. Dolayısıyla ekonomik-toplumsal yapının ve siyasal rejimin sadece bazı yönlerine dikkat çekmekle yetineceğim.
Türkiye, orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir. Ne var ki, Türkiye’de kapitalist modernleşme, gerçek bir burjuva devrimine dayanmaz. Osmanlı’daki feodal düzen bir burjuva devrimiyle ortadan kaldırılmamıştır. Eski Osmanlı Devleti bir devrimle yıkılmamıştır. Osmanlı döneminde ortaya çıkan muhalefet hareketleri, devleti yıkmak için değil, kurtarmak için mücadele ediyorlardı. Yeni kurulan cumhuriyet ise merkezi devletçi gelenekleri sürdürmesi açısından Osmanlı Devleti’nin devamı olmuştur. Kapitalist modernleşme hareketi ‘yukarıdan aşağı’ bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyetle birlikte iktidara gelen oligarşik Kemalist elit kesim, ‘cahil halkı’ eğitmek için eğitim ve siyasal alanda bazı reformlar yapmıştır. (Yeni Latin alfabesi, Halk Evleri’nin kurulması vb.)
Cumhuriyetin ilk döneminde ikili bir karşıtlık vardı: Birincisi, eski rejim içindeki iktidar kavgası. Ankara’daki Kemalist hükümet de Halifeliğin kurtarılması için savaştığını iddia ediyordu. Demek ki, bu kavganın bir yanı, iktidarı kim ele geçirecek kavgasıydı. İktidar kime ait olacaktı? Ankara’da hala halifeliği kurtarmak isteyen Kemalistler mi, yoksa İstanbul’da padişah yanlılarına mı? Dolayısıyla, Ankara ve İstanbul arasındaki yürüyen iktidar kavgası vardı.
Karşıtlığın ikinci yönü ise, yeni rejim ile eski rejim arasında kavga. Kemalist hükümet kendi iktidarını sürdürebilmek için iktidarına yeni bir ideolojik ve siyasal temel hazırlamak gerektiğini görüyordu. Cumhuriyetin ilanı, esas olarak toplumsal koşulların dayatmasından değil, Kemalist iktidarın bu öznel gereksiniminden doğdu. Zaten bazı reformların yukarıdan aşağıya gerçekleşmesi bunu göstermektedir.
İktidarını sağlamlaştırmak için Kemalist iktidar, bütün sınıfların temsilcisi olduğunu ileri sürüyordu. Sınıf çelişkileri yeterince siyasal alana yansımadığından, ‘kaynaşmış bir millet’ olgusundan hareket ediyordu. Cumhuriyetin ilanı, hala eski Osmanlıyı savunan bazı güçlerin, iktidarın dışında bırakılması demekti. Dolayısıyla cumhuriyetin ilanı, muhafazakar toplumsal güçlerle, iktidara yapışmış modernleşme yanlısı seçkin Kemalistler arasında süregelen bir kavgayı da başlatmış oldu. Burada bir parantez açıp, şu ilginç iki olguya dikkat çekmek istiyorum:
Birincisi, iktidardaki Kemalistler, ideolojik ve siyasal açıdan, yukarıdan da olsa, kapitalist bir modernleşme yanlısıydı. Tam laik olmasa da bir cumhuriyet kurmayı amaçlıyorlardı. Oligarşik yapılanma içinde iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Fakat halk içinde toplumsal desteğe sahip değillerdi. Devletçi idi, ama halkçı değildi. Halka uzak ve yabancıydı.
İkincisi, muhalefetteki güçlerin esas bölümü, ideolojik ve siyasal açılardan, muhafazakar ve tutucu idiler. Fakat halk içinde belirli bir toplumsal desteğe sahiplerdi. Halkçı idi, ama aydınlanmacı değildi.
Dünyadaki başka örneklere baktığımızda şunu görürüz: Muhalefet hareketleri, iktidara nazaran, daha ilerici ideolojik ve siyasal söylemlere dayanırlar. Ama Türkiye’de 1960’lı yıllara kadar böyle olmamıştır. Parantezi burada kapatıyorum.
Türkiye gerçek bir burjuva demokratik devrimi yaşamadı. İslam dini, Hıristiyanlık gibi çeşitli dönüşüm aşamalarını yaşamadığından, dinin Türkiye topraklarında derin etkisi var. Bu nedenle, muhalif güçler, Kemalist iktidar karşısında, daha geri ideolojik ve siyasal söylemlere sarılmışlardır. Devletçi laikliğe karşı, halkçı şeriatçılık gündeme gelmiştir. Geçmişteki Türk ve bazı Kürt İsyanlarında bunu görmek mümkün. İktidar karşısında haklı ve meşru talepleri ileri süren muhalefet hareketleri, daha muhafazakar ve tutucu ideolojileri bayrak edinmişlerdir. Şeriat, din vb. gibi daha muhafazakar görüşlere sarılmışlardır. Bu durum ise, haklı taleplerini gölgelemiştir. Muhalefette olanların daha tutucu ideolojilere sarılmaları, şöyle bir yanılsama doğurmuştur: Kemalizm, laik, aydınlanmacıdır; gericiliğe karşı mücadele ediyor. Bu izlenim, Kemalizm’in anti-demokratik yanlarını gizlemiştir.
Siyasal İslam’ın şeriat devletine karşı, Kemalizm’in savunduğu cumhuriyet elbette ilerici bir özellik taşır. Laikliğin mutlaka savunulması gerekir. Ne var ki, Kemalizm’in laiklik anlayışı, Batı’da ortaya çıkan laiklik anlayışından farklıdır.
Kemalist aydınlar laikliği, ‘devlet ve dinin birbirinden ayrılması’, ‘devletin dinler karşısında yansız olması’ olarak anlarlar. Oysa bu eksik bir anlayıştır. Batı’da gerçek laiklik, din karşısında yansız olmayı değil, insanın tanrıdan ve dinden özgürleşmesini savundu. Aydınlanma filozoflarının yüz yıl süren mücadelesi bunun kanıtıdır. Dinsel ideolojiye ve onun tüm kurumların karşı mücadele etti. Dinin, devletin dışına atılması, devletin dinden ayrılması, bu mücadelenin sonucu oldu.
Kemalizm, geçmişte dinsel ideolojiye karşı felsefi alanda bir mücadeleye girişmemiştir. İslam dini ile felsefi ve ideolojik alanda hesaplaşmamıştır. Bu nedenle, İslam’ı, felsefi ve ideolojik alanda yenilgiye uğratamamıştır. İslam dini ile siyasal araçlarla mücadele etme yolunu seçmiştir. Ne var ki, ideolojik ve felsefi alanda henüz yenilgiye uğratılmış İslam dini, siyasal iktidarı ele geçirme heveslerinden vazgeçmemiştir. Oysa 18 yüzyıl burjuva demokratik devrimlerinin ortaya koyduğu bazı gerçekler vardı. O devrimlerde, burjuvazi, felsefi alanda materyalizmi savunuyordu. Felsefi alanda, dine ve kiliseye karşı felsefi ve ideolojik alanda kararlı bir mücadele yürütmüştü. Geçmişte burjuvazi, dinsel ideolojiye karşı verdiği felsefi ve ideolojik mücadele sayesinde de, dine dayanan feodal devletin siyasal gücünü aşındırıyordu. Oysa Kemalizm’in, Siyasal İslam’ı felsefi alanda yenilgiye uğratacak bir felsefesi yoktur. Siyasal İslamı siyasal alanda güçlendiren önemli etkenlerden biri de Kemalizm’in din karşısındaki tutumudur.
Türkiye’deki tarihsel ve siyasal durum olayların analizini karmaşık hale getirmiştir. Karmaşık olayları basite indirgenmiş sınıf mücadelesi ile izah etmek artık mümkün değildir. Sınıf çelişkileri karmaşık bir hal almıştır. Hem tekelci burjuvazi ile Anadolu ticaret ve orta burjuvazisi arasında çelişkiler vardır. Hem devlet iktidarını elinde tutan ordu ile iktidarda pay sahibi olmak isteyen Anadolu tüccarları ve orta burjuvazisi arasında çelişki vardır. Öte yandan ezen ve ezilenler arası çelişkiler vardır.
Yukarıdaki toplumsal analizden hareket ettiğimizde, Türkiye’de siyasal rejimin ilginç bir özelliğini saptamış oluruz: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri iktidarın gerçek sahibi oligarşik bir zümredir. Bu oligarşik zümrenin çekirdek gücü ise, ‘devlet partisi’ olan askeri bürokrasinin tepesinde bulunanlardır. Cumhuriyet rejiminin çekirdeğini, askeri bürokrasi oluşturmaktadır. İktidarın iplerini elinde tutan bu askeri bürokrasidir. Askerlerin diğer partilere söylediği şudur: ‘Hükümet olabilirsin. İktidar olamazsın.’
Dolayısıyla şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Modernleşme hareketlerinin ortaya çıkardığı Anadolu burjuvazisi, tüccarı ve esnaf kesimi de artık devlet iktidarında daha fazla söz sahibi olmak istemektedirler. 1950 yılları sonrası tek başına iktidara gelen partiler için şu söylenebilir: Tek başına hükümet oluşturan partiler, bir çok ekonomik, siyasal ve silahlı güçlere karşı iktidarı paylaşma savaşı yürütmek zorunda kalırlar. Hükümet olan parti, yalnızca diğer siyasal partiler ve ekonomik güç odaklarıyla değil, ayrıca askeri bürokrasi ile de iktidar uğruna savaş içindedir.
MUHAFAZAKAR ve NEO-LİBERAL AKP
Artık liberalizmin demokratik özelliklerini yitirdiği bir çağda yaşıyoruz. Ama liberalizm mevcut koşullarda demokrat görünme çabasını sürdürmeye zorlanmaktadır. AKP ile Ordu arasındaki çelişkilerin temelinde toplumsal çelişki ve iktidarı paylaşma savaşı olduğunu artık çocuklar bile anlıyor. Tarihsel kökleri nedeniyle muhafazakar olan AKP, küresel emperyalizmin bir parçası olan Türkiye’de ekonomik-toplumsal sistemin savunucusudur. Daha öncesi bir Kemalist elite karşı muhalefet sistemi olarak şekillenmişti. Şüreç içinde AKP’nin yönetici kadrolarının devletle birleşme süreci içine girmesi ve AKP’nin devlet mekanizması içinde önemli mevzileri ele geçirme olanağı sağlamaktadır.
AKP’nin devletle bütünleşmesinin yarattığı başka bir sonuç, AKP, kendini ‘muhafazakar demokrat’ olarak adlandırmasıdır. Refah Partisi ise geçmişte ‘Milli Görüş’çü olduğunu iddia ediyordu. Dolayısıyla yeni bir söyleme geçiş var: Muhalefet dönemine denk düşen ‘Milli Görüş’ten, iktidar dönemine uygun bir söyleme (muhafazakar ‘demokrat’) geçiş vardır.
AKP, demokrat bir parti değildir. Dayandığı ekonomik-toplumsal, siyasal
anlayışı ve ideolojisi nedeniyle AKP’nin demokrat bir parti olması mümkün değildir. AKP için demokrasi bir amaç değil, iktidara gelmek için kullanılan bir araçtır. AB Birliğinden yana tutum takınması ise, ordu ile iktidar çatışmasında kendine yedek güçler yaratmak istemesidir. AKP olsa olsa, kendini pazarlamasını seven ‘tüccar zihniyetli muhafazakar neo-liberal’ bir parti olabilir.
AKP’nin çelişki ve sancıları önümüzdeki süreçte derinleşecektir. AKP, bir tarafta kapitalist modernleşmenin ortaya çıkardığı, toplumsal muhalefet güçlerini iktidara taşımıştır. Küçük bir toplumsal zümre için, bir takım dönüşümleri gerçekleştirmiştir. Öte yanda, hem devletle, hem de büyük sermaye ile birleşmenin zeminin hazırlamıştır. Öyle ki, AKP, toplumda yoksulların taleplerini siyasete yansıtan bir güç olmaktan uzaklaşacaktır. Devletle bütünleşerek, siyasal alanda halkı geniş kesimlerinden kopma sürecine girecektir. Siyasal İslam, geçmişte, devletle çatışarak, toplumsal muhalefetin öncülüğünü ele geçirmişti. İktidar sürecinden sonra, büyük sermaye ve devletle iç-içe geçen bir parti konumunda görünecektir. Artık olaylara, toplumsal muhalefet açısından değil, iktidarın bakış açısından bakacaktır. Bunu yaparken, ‘demokrat’ görünme çabasını da elden geldiğince sürdürecektir.
Son olarak AKP’nin referanduma sunduğu Anayasa Değişikliği Paketi hakkında bir iki şey söylemek isterim. T.C’nin tarihinde belki ilk defa ordu ve bir parti (AKP) arasında bu yoğunlukta bir iktidar savaşımı olmaktadır. AKP’nin Anayasa Değişikliği önerisi, esasen sürmekte olan iktidar mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirilmeli. AKP, iktidar mücadelesinde kazandıkları mevkilerin (Parlamento, Cumhurbaşkanlığı vb.) yanında yeni mevkiler (Anayasa Mahkemesi, HSYK vb.) kazanmayı amaçlıyor.
Elbette AKP, “12 Eylül Anayasası‘nı demokratikleştiriyoruz“ söylemini kullanacaktır. 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmanın hukuki yolunun açılacağı mesajını yaymaya çalışacaktır. “Evet” ve ‘Hayır’ arasına sıkışıp kalmak, bağımsız bir siyasal çizgiye sahip olmamak demektir. Evet oyu, AKP’ye destek vermek demek ise, hayır oyu , CHP’nin kuyruğuna takılmak olur. Aktif Boykot tek alternatif olarak görünmektedir.
15 Ağustos 2010
’Sevgili Yener, Şu yazıyı değiştir artık lütfen‘ diye email gönderen sevgili dostum A. Kadir Konuk’un siteye yazı gönderme sorumluluğumu hatırlatması beni utandırdı.İki aydan fazla bir süredir, siteye yazı yazamadım. Tatil, hastalık, yayın evine gönderilmesi gereken kitap çalışması, üniversitedeki işlerimin yoğunluğu ve bazı özel nedenlerden dolayı siteye yazma işi aksadı. Özür dilemekten başka ne yapabilirim ki? Daha önce başladığım Lenin üzerine dizi yazısı devam edecek. Lenin üzerine okuduğum biyografiler veya diğer kitaplar, Sovyetler Birliği Parti Tarihi adlı eserdeki bir çok bilgiyi sorguluyor. Ama bugünkü yazım Lenin üzerine değil. Başka bir yazı sunuyorum.
Son haftalarda güncel siyaseti kapsamlı bir şekilde yakından takip edemedim. Araştırma çalışmalarım olduğu için, bu aralar güncel siyasal gelişmelere çok yakın değilim. İzleyebildiğim kadarıyla kısa süreli siyasal gündemin birinci maddesi, AKP’nin hazırlayıp sunduğu Anayasa değişiklerinin onaylanıp onaylanmama meselesi. Bu konuda epey şeyler yazılmıştır. Dolayısıyla bu konuya değinmeyeceğim. Beni ilgilendiren AKP gibi bir partinin ve partiyi destekleyen liberallerin toplumsal, siyasal ve ideolojik-felsefi dayanağıdır. Ancak bu temelde AKP ve Liberallere karşı tutarlı bir tavır takınmak mümkün olur. Yoksa yalpalamak kaçınılmazdır. Nihayet AKP ve Taraf Gazetesi’nden umut bekleyenlerin hayal kırıklığına uğradığına tanık oluyoruz.
Bu nedenle üç yıl önce yazılmış bir yazımı kısaltarak ve biraz değiştirerek gönderiyorum.
TOPLUMSAL ve SİYASAL DURUM
Türkiye’de siyasal partilerin konumunu belirleyen iki şey var: 1. Türkiye’nin ekonomik-toplumsal yapısı; 2. Türkiye’de siyasal rejimin niteliği. Türkiye’nin ekonomik-toplumsal yapısı ve siyasi niteliği hakkında uzun analiz yapacak değilim. Dolayısıyla ekonomik-toplumsal yapının ve siyasal rejimin sadece bazı yönlerine dikkat çekmekle yetineceğim.
Türkiye, orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir. Ne var ki, Türkiye’de kapitalist modernleşme, gerçek bir burjuva devrimine dayanmaz. Osmanlı’daki feodal düzen bir burjuva devrimiyle ortadan kaldırılmamıştır. Eski Osmanlı Devleti bir devrimle yıkılmamıştır. Osmanlı döneminde ortaya çıkan muhalefet hareketleri, devleti yıkmak için değil, kurtarmak için mücadele ediyorlardı. Yeni kurulan cumhuriyet ise merkezi devletçi gelenekleri sürdürmesi açısından Osmanlı Devleti’nin devamı olmuştur. Kapitalist modernleşme hareketi ‘yukarıdan aşağı’ bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyetle birlikte iktidara gelen oligarşik Kemalist elit kesim, ‘cahil halkı’ eğitmek için eğitim ve siyasal alanda bazı reformlar yapmıştır. (Yeni Latin alfabesi, Halk Evleri’nin kurulması vb.)
Cumhuriyetin ilk döneminde ikili bir karşıtlık vardı: Birincisi, eski rejim içindeki iktidar kavgası. Ankara’daki Kemalist hükümet de Halifeliğin kurtarılması için savaştığını iddia ediyordu. Demek ki, bu kavganın bir yanı, iktidarı kim ele geçirecek kavgasıydı. İktidar kime ait olacaktı? Ankara’da hala halifeliği kurtarmak isteyen Kemalistler mi, yoksa İstanbul’da padişah yanlılarına mı? Dolayısıyla, Ankara ve İstanbul arasındaki yürüyen iktidar kavgası vardı.
Karşıtlığın ikinci yönü ise, yeni rejim ile eski rejim arasında kavga. Kemalist hükümet kendi iktidarını sürdürebilmek için iktidarına yeni bir ideolojik ve siyasal temel hazırlamak gerektiğini görüyordu. Cumhuriyetin ilanı, esas olarak toplumsal koşulların dayatmasından değil, Kemalist iktidarın bu öznel gereksiniminden doğdu. Zaten bazı reformların yukarıdan aşağıya gerçekleşmesi bunu göstermektedir.
İktidarını sağlamlaştırmak için Kemalist iktidar, bütün sınıfların temsilcisi olduğunu ileri sürüyordu. Sınıf çelişkileri yeterince siyasal alana yansımadığından, ‘kaynaşmış bir millet’ olgusundan hareket ediyordu. Cumhuriyetin ilanı, hala eski Osmanlıyı savunan bazı güçlerin, iktidarın dışında bırakılması demekti. Dolayısıyla cumhuriyetin ilanı, muhafazakar toplumsal güçlerle, iktidara yapışmış modernleşme yanlısı seçkin Kemalistler arasında süregelen bir kavgayı da başlatmış oldu. Burada bir parantez açıp, şu ilginç iki olguya dikkat çekmek istiyorum:
Birincisi, iktidardaki Kemalistler, ideolojik ve siyasal açıdan, yukarıdan da olsa, kapitalist bir modernleşme yanlısıydı. Tam laik olmasa da bir cumhuriyet kurmayı amaçlıyorlardı. Oligarşik yapılanma içinde iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Fakat halk içinde toplumsal desteğe sahip değillerdi. Devletçi idi, ama halkçı değildi. Halka uzak ve yabancıydı.
İkincisi, muhalefetteki güçlerin esas bölümü, ideolojik ve siyasal açılardan, muhafazakar ve tutucu idiler. Fakat halk içinde belirli bir toplumsal desteğe sahiplerdi. Halkçı idi, ama aydınlanmacı değildi.
Dünyadaki başka örneklere baktığımızda şunu görürüz: Muhalefet hareketleri, iktidara nazaran, daha ilerici ideolojik ve siyasal söylemlere dayanırlar. Ama Türkiye’de 1960’lı yıllara kadar böyle olmamıştır. Parantezi burada kapatıyorum.
Türkiye gerçek bir burjuva demokratik devrimi yaşamadı. İslam dini, Hıristiyanlık gibi çeşitli dönüşüm aşamalarını yaşamadığından, dinin Türkiye topraklarında derin etkisi var. Bu nedenle, muhalif güçler, Kemalist iktidar karşısında, daha geri ideolojik ve siyasal söylemlere sarılmışlardır. Devletçi laikliğe karşı, halkçı şeriatçılık gündeme gelmiştir. Geçmişteki Türk ve bazı Kürt İsyanlarında bunu görmek mümkün. İktidar karşısında haklı ve meşru talepleri ileri süren muhalefet hareketleri, daha muhafazakar ve tutucu ideolojileri bayrak edinmişlerdir. Şeriat, din vb. gibi daha muhafazakar görüşlere sarılmışlardır. Bu durum ise, haklı taleplerini gölgelemiştir. Muhalefette olanların daha tutucu ideolojilere sarılmaları, şöyle bir yanılsama doğurmuştur: Kemalizm, laik, aydınlanmacıdır; gericiliğe karşı mücadele ediyor. Bu izlenim, Kemalizm’in anti-demokratik yanlarını gizlemiştir.
Siyasal İslam’ın şeriat devletine karşı, Kemalizm’in savunduğu cumhuriyet elbette ilerici bir özellik taşır. Laikliğin mutlaka savunulması gerekir. Ne var ki, Kemalizm’in laiklik anlayışı, Batı’da ortaya çıkan laiklik anlayışından farklıdır.
Kemalist aydınlar laikliği, ‘devlet ve dinin birbirinden ayrılması’, ‘devletin dinler karşısında yansız olması’ olarak anlarlar. Oysa bu eksik bir anlayıştır. Batı’da gerçek laiklik, din karşısında yansız olmayı değil, insanın tanrıdan ve dinden özgürleşmesini savundu. Aydınlanma filozoflarının yüz yıl süren mücadelesi bunun kanıtıdır. Dinsel ideolojiye ve onun tüm kurumların karşı mücadele etti. Dinin, devletin dışına atılması, devletin dinden ayrılması, bu mücadelenin sonucu oldu.
Kemalizm, geçmişte dinsel ideolojiye karşı felsefi alanda bir mücadeleye girişmemiştir. İslam dini ile felsefi ve ideolojik alanda hesaplaşmamıştır. Bu nedenle, İslam’ı, felsefi ve ideolojik alanda yenilgiye uğratamamıştır. İslam dini ile siyasal araçlarla mücadele etme yolunu seçmiştir. Ne var ki, ideolojik ve felsefi alanda henüz yenilgiye uğratılmış İslam dini, siyasal iktidarı ele geçirme heveslerinden vazgeçmemiştir. Oysa 18 yüzyıl burjuva demokratik devrimlerinin ortaya koyduğu bazı gerçekler vardı. O devrimlerde, burjuvazi, felsefi alanda materyalizmi savunuyordu. Felsefi alanda, dine ve kiliseye karşı felsefi ve ideolojik alanda kararlı bir mücadele yürütmüştü. Geçmişte burjuvazi, dinsel ideolojiye karşı verdiği felsefi ve ideolojik mücadele sayesinde de, dine dayanan feodal devletin siyasal gücünü aşındırıyordu. Oysa Kemalizm’in, Siyasal İslam’ı felsefi alanda yenilgiye uğratacak bir felsefesi yoktur. Siyasal İslamı siyasal alanda güçlendiren önemli etkenlerden biri de Kemalizm’in din karşısındaki tutumudur.
Türkiye’deki tarihsel ve siyasal durum olayların analizini karmaşık hale getirmiştir. Karmaşık olayları basite indirgenmiş sınıf mücadelesi ile izah etmek artık mümkün değildir. Sınıf çelişkileri karmaşık bir hal almıştır. Hem tekelci burjuvazi ile Anadolu ticaret ve orta burjuvazisi arasında çelişkiler vardır. Hem devlet iktidarını elinde tutan ordu ile iktidarda pay sahibi olmak isteyen Anadolu tüccarları ve orta burjuvazisi arasında çelişki vardır. Öte yandan ezen ve ezilenler arası çelişkiler vardır.
Yukarıdaki toplumsal analizden hareket ettiğimizde, Türkiye’de siyasal rejimin ilginç bir özelliğini saptamış oluruz: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri iktidarın gerçek sahibi oligarşik bir zümredir. Bu oligarşik zümrenin çekirdek gücü ise, ‘devlet partisi’ olan askeri bürokrasinin tepesinde bulunanlardır. Cumhuriyet rejiminin çekirdeğini, askeri bürokrasi oluşturmaktadır. İktidarın iplerini elinde tutan bu askeri bürokrasidir. Askerlerin diğer partilere söylediği şudur: ‘Hükümet olabilirsin. İktidar olamazsın.’
Dolayısıyla şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Modernleşme hareketlerinin ortaya çıkardığı Anadolu burjuvazisi, tüccarı ve esnaf kesimi de artık devlet iktidarında daha fazla söz sahibi olmak istemektedirler. 1950 yılları sonrası tek başına iktidara gelen partiler için şu söylenebilir: Tek başına hükümet oluşturan partiler, bir çok ekonomik, siyasal ve silahlı güçlere karşı iktidarı paylaşma savaşı yürütmek zorunda kalırlar. Hükümet olan parti, yalnızca diğer siyasal partiler ve ekonomik güç odaklarıyla değil, ayrıca askeri bürokrasi ile de iktidar uğruna savaş içindedir.
MUHAFAZAKAR ve NEO-LİBERAL AKP
Artık liberalizmin demokratik özelliklerini yitirdiği bir çağda yaşıyoruz. Ama liberalizm mevcut koşullarda demokrat görünme çabasını sürdürmeye zorlanmaktadır. AKP ile Ordu arasındaki çelişkilerin temelinde toplumsal çelişki ve iktidarı paylaşma savaşı olduğunu artık çocuklar bile anlıyor. Tarihsel kökleri nedeniyle muhafazakar olan AKP, küresel emperyalizmin bir parçası olan Türkiye’de ekonomik-toplumsal sistemin savunucusudur. Daha öncesi bir Kemalist elite karşı muhalefet sistemi olarak şekillenmişti. Şüreç içinde AKP’nin yönetici kadrolarının devletle birleşme süreci içine girmesi ve AKP’nin devlet mekanizması içinde önemli mevzileri ele geçirme olanağı sağlamaktadır.
AKP’nin devletle bütünleşmesinin yarattığı başka bir sonuç, AKP, kendini ‘muhafazakar demokrat’ olarak adlandırmasıdır. Refah Partisi ise geçmişte ‘Milli Görüş’çü olduğunu iddia ediyordu. Dolayısıyla yeni bir söyleme geçiş var: Muhalefet dönemine denk düşen ‘Milli Görüş’ten, iktidar dönemine uygun bir söyleme (muhafazakar ‘demokrat’) geçiş vardır.
AKP, demokrat bir parti değildir. Dayandığı ekonomik-toplumsal, siyasal
anlayışı ve ideolojisi nedeniyle AKP’nin demokrat bir parti olması mümkün değildir. AKP için demokrasi bir amaç değil, iktidara gelmek için kullanılan bir araçtır. AB Birliğinden yana tutum takınması ise, ordu ile iktidar çatışmasında kendine yedek güçler yaratmak istemesidir. AKP olsa olsa, kendini pazarlamasını seven ‘tüccar zihniyetli muhafazakar neo-liberal’ bir parti olabilir.
AKP’nin çelişki ve sancıları önümüzdeki süreçte derinleşecektir. AKP, bir tarafta kapitalist modernleşmenin ortaya çıkardığı, toplumsal muhalefet güçlerini iktidara taşımıştır. Küçük bir toplumsal zümre için, bir takım dönüşümleri gerçekleştirmiştir. Öte yanda, hem devletle, hem de büyük sermaye ile birleşmenin zeminin hazırlamıştır. Öyle ki, AKP, toplumda yoksulların taleplerini siyasete yansıtan bir güç olmaktan uzaklaşacaktır. Devletle bütünleşerek, siyasal alanda halkı geniş kesimlerinden kopma sürecine girecektir. Siyasal İslam, geçmişte, devletle çatışarak, toplumsal muhalefetin öncülüğünü ele geçirmişti. İktidar sürecinden sonra, büyük sermaye ve devletle iç-içe geçen bir parti konumunda görünecektir. Artık olaylara, toplumsal muhalefet açısından değil, iktidarın bakış açısından bakacaktır. Bunu yaparken, ‘demokrat’ görünme çabasını da elden geldiğince sürdürecektir.
Son olarak AKP’nin referanduma sunduğu Anayasa Değişikliği Paketi hakkında bir iki şey söylemek isterim. T.C’nin tarihinde belki ilk defa ordu ve bir parti (AKP) arasında bu yoğunlukta bir iktidar savaşımı olmaktadır. AKP’nin Anayasa Değişikliği önerisi, esasen sürmekte olan iktidar mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirilmeli. AKP, iktidar mücadelesinde kazandıkları mevkilerin (Parlamento, Cumhurbaşkanlığı vb.) yanında yeni mevkiler (Anayasa Mahkemesi, HSYK vb.) kazanmayı amaçlıyor.
Elbette AKP, “12 Eylül Anayasası‘nı demokratikleştiriyoruz“ söylemini kullanacaktır. 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmanın hukuki yolunun açılacağı mesajını yaymaya çalışacaktır. “Evet” ve ‘Hayır’ arasına sıkışıp kalmak, bağımsız bir siyasal çizgiye sahip olmamak demektir. Evet oyu, AKP’ye destek vermek demek ise, hayır oyu , CHP’nin kuyruğuna takılmak olur. Aktif Boykot tek alternatif olarak görünmektedir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder