22 Ağustos 2010 Pazar
TARİHTE BU GÜN (23 Ağustos1989) DOSTLUK VE DAYANIŞMADA ÖRNEK İLİŞKİLER
THKP-C(Acilciler) adına Mihrac Ural ve yoldaşları tarafından karşılanan Rıza Altun başkanlığındaki PKK heyeti,
Mihrac Ural
23 Ağustos 2010
Kürt halkı üzerine kirli ellerle kirli bir süreç örüldü. Kürt Halk lideri Öcalan, uluslararası bir komployla Türkiye’ye kaçırıldı. ABD ve İsrail bu komplonun dayanağı ve sorumlusuydu; MİT her zamanki gibi hazıra konuyordu.
Bu hukuksuzluğun serüveninde şu tarihler önemli bir yer kapsıyor;
16 Eylül 1989’da Kara Kuvvetleri komutanı Atilla Ateş Hatay’ın Kırıkhan ilçesinde Öcalan’ı barındırması dolaysıyla Suriye’ye ağır tehditler savurdu, kuvvet kullanacaklarını ifade etti. Ardından derin devletin demagoji zatı Demirel, Cumhurbaşkanı olarak Suriye’ye savaş açılabileceğini mitingler düzenleyerek ilan ediyordu; bunun için ilk miting yeri olarak, Arap yoğunluklu nüfusuyla Hatay’ın Samandağ ilçesi seçilmişti (19 Ekim 1989). Başbakan Mesut Yılmaz bundan geri kalmamıştı; Suriye Cumhurbaşkanının gözünü oyacağını söyleyip duruyordu, sonra başbakan olan Ecevit de mitinglerde aynı yöntemle, Suriye’nin başını duvarlara çarpacağı naraları atıyordu; “öğle yemeğini Halep’te akşam yemeğini ise Şam’da yiyeceklerini” ilan ediyorlardı.
Bu dönem Türkiye’nin en büyük ekonomik çöküş dönemleriydi. 300 milyar dolarlık borcu ve buna eklenen faizlerle İMF’in rahmeti altında çırpındığı bir dönemdi. Ordusu II. Viyana (1683) kuşatmasının iflasından bu yana hiçbir savaşta başarı göstermemiş bir orduydu. 10 000 milisli Kıbrıs’ta iki çıkarma yapmak zorunda kalırken kendi askerini vuran, firkateyni batıran bir orduydu; “üç beş çapulcu” dediği Kürt özgürlük hareketi karşısında ise şaşkınca gerilemekteydi.
Bu ordu bırakın bir devletlerarası savaşı, mahalle kavgası bile verebilecek bir ordu değildi. Suriye ise 50 yıldır, İsrail gibi dünyanın en büyük lojistik desteğine sahip bir devletle savaş yürütüyordu. O gün Öcalan için kopan fırtınanın Suriye’de esamisi bile yoktu. Halk arasında böylesi bir savaşta “ayakları üzerine gelenler sırt üstü ülkelerine dönerler” deniyordu.
Her iki yaklaşımın milliyetçiliği bir yana, Kürt özgürlük hareketi Orta-doğudan koparılmak isteniyordu, bunun için tüm baskılar ve yollar deneniyordu. İki ülkeyi savaşın eşiğine getirmek isteyen milliyetçi ilkellik, Arap gericiliğinin de ön ayak olduğu bir süreçte (6 Ekim 1989 Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in Türkiye ziyareti), Adana Mutabakatı adı altında bir ittifakla sonuçlanmıştı (Ekim 1989).
Öcalan, bu koşullarda kimseye yük olmak istemedi. Kürt özgürlük hareketinin.Bulunduğu alandaki değerlerle yapılabilecek en azami adımları atmıştı, sarsılmaz bir yapı ve bir ulusal kurtuluş hareketi inşa etmişti. Suriye’ye vefa borcunun bilinciyle her yerde ve kesitte bunu dile getirerek bölgeden ayrıldı (9 Ekim 1989). Suriye, bu çıkış için zorlayıcı değildi, çıkışın güvenli bir alana olması içinde tüm çabasını sarf etmişti. En olumlu ilişkilerini devreye sokarak Öcalan’ın Moskova’ya varışını sağlamıştı. 33 gün Moskova’da kaldıktan sonra 12 Kasım 1989’da Roma’ya, İtalya’ya gitti. Burada süreç hukuki bir boyut kazandı. Ancak baskılar artıkça, bin bir komplo da örülmeye başlandı. İsrail baştan itibaren sürecin en aktif oyuncusuydu. İsrail, Irak savaşı hazırlıklarıyla ilgili projesinin bir ayanı olarak Türkiye’yi görüyordu.
Türkiye’ye NATO’nun bir üyesi olduğu tarihten itibaren bölgede İsrail yanlısıydı. Bölgenin tüm savaşlarını ilk elden başlatan İsrail, Araplarla savaşında her zaman Türkiye’yi ve Türkiye’deki ABD üslerini güvenli bir müttefik olarak görmüştür. Bölgede casusluk faaliyetlerinde ise, her zaman ortak hareket eden bu ikili Öcalan’ı yakalama konusunda, kirli amaçlarını bir potaya dökeceği açıktı. Nitekim öyle de oldu. 14 Şubat 1999’da MOSSAD merkezli, ABD destekli operasyon gerçekleştirildi; insanlık adına bir kara anı olarak, Kürt halk lideri hukuksuz bir girişimle Türkiye’ye kaçırılmış oldu.
Kürt halkının lideri olarak o şimdi zindan duvarlarından da daha yükse olan sesiyle yine mücadelenin en ön safında yerini almaktadır. Hiçbir duvar Öcalan’ın özgürlüğünü kısıtlamadığı gerçeği, Kürt halkının gerçekliği kadar haklı ve sonuçta kazanacak taraf olarak siyasal gündemin en önemli unsuru olmaya devam ediyor.
Tarihte bugünün anısına Öcalan’la son görüşmemi ve orta-doğudan çıkışının hemen öncesi Bu gün başkanlık konseyi üyesi Rıza Altun’un PKK’lı bir heyetle bizleri ziyareti üzerinde duracağım.
20 Ağustos 1989 civarında, sıcakların doruk yaptığı bir yaz günü, PKK’lı yoldaşlar bizden randevu istiyordu. Rıza Altun yoldaşın bir heyetle bizlerle görüşmek istediği bildirildi.
Rıza Altun, Zindan dönemi boyunca yoldaşlarımızla çok yakın ve sıcak ilişkisi olan bir yoldaştı. Niğde Cezaevinde (1979 sonları) kurduğumuz ilk komünden sonraki tüm dönemler boyunca Acilcilerle PKK’lılar her yerde omuz omuza olmuşlardı. İçten ve ilkeli bir dayanışma sürdürmüşlerdi. Yurt dışında bu tutum çok daha güçlüce kendini gösteriyordu. 18 yıl Başkan Öcalan’la Orta-doğuda yaşadığımız süreç bunun bir ifadesiydi.
Rıza Altun’la 23 Ağustos 1989’da evimizde buluştuk. Geçmişi. Zindanda yoldaşları ve geleceği konuştuk. Bir kez daha iki örgüt arasında var olan köklü bağları ve güveni yoğunlaştırdık. Karşılıklı yardımlaşmanın detaylarını konuştuk, her birimiz kendi imkanlarının el verdiği oranda yapılabilecek katkılardan söz ettik. Tehlikelerden, Özel harp Dairesi kuklalarının tahribatlarından söz ettik; her iki örgütte bu kuklaların nasıl da ortak bir kaynaktan yola çıktıklarını bir kez daha tespit ettik.
Rıza Altun “ Özel Harp Dairesi, her boyutta örgütümüze saldırıyor, akıl almaz yöntemlerle Başkanı ve örgütü karalamaya çalıyor, ne yazık ki, sol bu konularla yakından ilgili değildir, bunun sıkıntısı solunu zararına çalışan bir mekanizme oluyor. Hepimize zarar veriyor” sözleri, bu gün içinde hatırlanması gereken sözlerdi.
Başkan Öcalan’ın mesajını iletiyor. Yeni mücadele alanları ve bu konudaki çabalarıyla ilgili bilgi veriyor, dayanışma olanaklarını bildiriyordu. Bu konuda da önemli belirlemeler yaptığımız bu buluşmada, sevgiyle birbirimize sarılarak ayrılıyorduk.
Bu buluşmadan aylar sonra Başkan Öcalan’ın Orta-doğudan çıkışı gündeme geldi. Hepimiz hüzünlüydük. On yılların bir arada süren zorlukları paylaşan dostluğunda bir gurbet havası esmişti. Kirli dünya Kürt halkının başına çullanmış katlini istiyordu.
Öcalan, bu gün olduğu gibi dün de hepimiz adına mücadele eden bir yoldaştı. Moskova’dan, Roma’ya girişinde yakalanmasının üzüntüsünü yaşayan bizler, Avrupa’nın tükenmiş insan hakları ve demokrasisinin son bir kez sınavda kalmaması için ümitsiz de olsa bir beklenti içindeydik. Roma meydanları ve sokakları Kürt halkıyla devrimci dostlarıyla dolup taşarken, beklentimiz acilen siyasi iltica hakkının verilmesiydi; bu hak siyasi olmayanlara bile tanınırken Öcalan’dan sakınılması mümkün değildi. Ancak baskı çarkları, mahkeme kararı beklenmeden bitip tükenmez şekilde dönüyordu.
O zor günlerde Başkan Öcalan, hiçbir dostunu ihmal etmedi. Dostluk duyarlılığında her zaman önde olan bir yoldaştı. 1987 yılında başımıza gelen bir tehlike anında benimde aralarında olduğum bir dizi yoldaşla tutuklanma, aranma durumları yaşıyorduk. 1987 yazı bizim için çok zor bir yazdı. Bir yandan misafir olduğumuz ülkenin baskısı diğer yanda 1. Kongremize gönderilen MİT ajanlarının yaratmak istedikleri tahribatla boğuşuyorduk.
Öcalan o zorlu koşullarda gerçek dostluğunu göstermişti, geride kalan yoldaşlara olduğu kadar biz aranan ve tutuklanan yoldaşlarla da dayanışmasını göstermişti; bu ilişkiler karşılıklı olarak sık sık birbirimizle etkin dayanışma örnekleriyle örülüydü.
ÖCALAN’IN İTALYA’DAN AÇTIĞI TELEFON
Başkan Öcalan zorda bile dostluğun yanında duran ve sorumluca davranan bir liderdi. Nitekim İtalya’dan, Roma yakınlarında mecburi ikametgahından telefonla arama nezaketi bunun bir ifadesiydi. 24-26 Aralık 1989 tarihili telefon görüşmemiz, son görüşmemizdi. Kısa bir süre sonra uluslar arası bir komployla Türkiye’ye kaçırılmıştı (14 Şubat 1999).
Dostluk adına onur veren bu davranış, sadece bir hatır sorma telefonlaşması değildi. Bunun çok ötesinde bir sorumluluk, bir yükümlülük, bir görev paylaşımı ve dayanışmasıydı.
Örgütümüz THKP-C (Acilciler) her zaman, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yanında, demokrasi mücadelesinin aktif bir unsuru olarak yer aldı. 18 yıl aynı ortamın içinde dayanışma gösterin dostlar olarak PKK ile Acilciler arasında önemli ortak bölenler oldu. Öcalan bu dayanışmanın en duyarlı insanıydı. İtalya’dan, zorunlu ikamet koşullarından açılan telefonun önemli bir işlevi vardı; telefon, yeni süreçte nasıl bir dayanışma içinde olunacağıyla ilgili bir bilgi alışverişiydi
Öcalan, kendinden emin sesiyle, bu zor süreçten başarıyla çıkılacağını ifade etti (desteğimi ifade ettim, sonuna kadar omuz omuza olacağımızı belirttim.). Geride kalan sorumlu yoldaşları belirtti (birlikte olduğumuzu ve hep öyle devam edileceği konusunda her zamanki gibi rahat olmasını istedim). Bulunduğu yerden çıkışının nedenleri arasında, misafiri olduğu ülkeye bir vefa borcu olarak zarar vermek istememesinden söz etti. “bizleri taşıdılar, her kolaylığı sağladılar, zor günlerimizin dostları oldular, zora sokmamak gerekirdi, çıkışımız bu nedenle isabetli olmuştu, ciddi tehlikelerin önünü kestik” dedi.
Tekrar tekrar, çok boyutlu tehlikelere, solun zaaflarına ve milliyetçi eğilimlerine dikkat çekti; provokatörlerin, açıkça saldıran devletten çok daha tahripkar olan çabalarına işaret etti. Devrimci dayanışmanın önemine yaptığı vurgu, yaşanmış ortak süreçlerde anlamını bulan mesajlarla doluydu.
Öcalan coşkuluydu, ellerinden yemek yediği insanlara saygılarını iletme nezaketi göstermeyi bile unutmadı. Bu konuşmanın detaylarını yeri geldikçe, tarihe not olması açısından ayrıca yazacağım.
Bu yazıyı bitirdikten sonra, arkadaşlar Öcalan’la aramızdaki ilişkiden rahatsız olan bir itirafçının, yalan kurgularını aktardılar.
İtirafçının milliyetçi olduğunu iyi biliyorum. O bir sığıntı olarak şu ya da bu örgüt yörüngesinde kendini korumu güdüsüyle siyaset yaptığını da herkes biliyor; orijinal olmayanların kişiliksiz halleri sığıntı olmaya mahkumdur. Böyle basit ve ilkel kişilerin hezeyanlarını, yalan kurgu söylemlerini muhatap almak doğru değildir. İtirafçının kültür algıları, sıkıştığı yerde her türden küfre çok elverişlidir. Bu yüzden, 3 yıldır çılgınca süren yalanlarına karşın bir türlü baş edemediği sendromun esiri olmuştur. Bu sendrom Mihrac Ural Sendromudur; karşısında her kesitte ve alanda yenilgiye uğradığı bu insana karşı çamur atmayı bir yaşam biçimi saymıştır. Bu onun kaderi olmuştur. Bu yüzden herkesi kendisi gibi ikiyüzlü, aynı anda ayrı tutumlar alabilecek tıynette (çamurdan) sanır. Bu yüzden yaşamı “puştlukla” geçmiştir. Bir tokat bile yemeden, örgütü polise teslim eden itirafçı Engin Erkiner, “puştu” da “puştluğu” da “puştoğlu puştluğu” da kendisinde aramalıdır.
Bir onurlu direniş tarihinin örgütü olan Acilcilere böyle bir sözü yeryüzünde söyleyecek kişi olsa olsa itirafçı Engin Erkiner puştunun kendisidir. Bu provokatör söylemlerin Özel Harp dairesi ürünü olduğunu söylemeye bile gerek yok. Bu mesajlar, servisçilerinin başına yıkılacaktır.
Dostluğu bile kirletmek için çırpınmak, düşülen süfli halleri, içinde yüzülen bataklığı göstermeye yeter de artar. İnsanlık yönünde evrimini tamamlamamış, henüz hayvan seviyesine dahi varmamış bu ahlaksızları, şimdilik lanetliyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder