7 Ağustos 2010 Cumartesi
BARIŞ’I YARGILAYAMAZSINIZ
Ferhat Tunç’un 28 Temmuz 2010 tarihinde Diyarbakır’da yargılandığı mahkemede yaptığı savunma
BARIŞ’I YARGILAYAMAZSINIZ
Ferhat Tunç
28 TEMMUZ 2010 - DİYARBAKIR
Savaş hezimetlerinin kefaretini barışa ödetmek yeryüzünün hiçbir adaletine sığmaz.
Barışın yargılandığı, mahkum edilmeye çalışıldığı, katledildiği yerde, insan türü için güvenli bir toplumsal ilişki yaratmanın mümkünü yoktur.
Adaletin yargıya yön verişinde dayandığı en önemli unsur barıştır, barışın zemini üzerinde yükselen güvendir. Güvenin bittiği bir yerde kuşkulu adalet her zaman güvenilir olmayan bir yargıyla sonuçlanmıştır. Böylesi bir yargı toplum vicdanında yer bulamaz ve mahkum olması kaçınılmazdır. Ülkemizin tarihi bu tür acımasızlıklar ve yargısız infazların sonuçlarıyla doludur ne yazık ki.
Hüküm verenlerin vicdanı üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan statü ve yasalar var oldukça özgür bir irade beyanı, özgür bir hüküm, bağımsız bir yargı ve adaletin ikamesi zor olabiliyor. Sayın yargıçlar bu gün burada verilecek hükmün, savaşı değil barış’ı cesaretlendirmesi gerekir. Bunun içinde Ülkemiz söz konusu olduğunda son çeyrek asırda ortaya çıkan değişimlerin, gelişmelerin ve bu gün ki gerçeklerin siz sayın mahkeme heyetince dikkate alınacağına inanıyorum.
Bu iddianamenin hukuk dışılığını görmek zor değildir. Çünkü suç ve ceza algısı engizisyon mahkemelerinin akıl mirası üzerine şekillenmiştir. Adalet kuşkusuz bir yargı ile hüküm verirken fiillerle ilgilidir. Önermeleri, düşünceleri yargılamaya kalkmak ortaçağlara geri dönmektir. Suçun tekâmülü maddi, hissi ve fili tecellilerle mümkündür. Bunu sağlayamayan iddianame, yargısız infazla işe başlamış demektir. Savaş bir suçtur; fiili, maddi ve hissi delillerle ispatı açıkça mümkündür. Dünyada, tarihte, bölgemizde ve ülkemizde savaşa ilişkin günü birlik veri bulmak zor değildir.
Ancak barış ve barışı istemek suç anlamında bir fiil değildir. Çünkü bu bir taleptir, önermedir, düşüncedir. Savaşı tek taraflı ilan ve sürdürme imkânınız var, ama barışı tek taraflı ikame etmeniz mümkün değildir. Bu nedenle tek taraflı olarak barışı talep etmek fiil anlamına gelmez.
Barış ancak iki tarafla olur. İki tarafın sözleşmesiyle, iki tarafın temsil ettiği unsurların kabulüyle fiil olur. Bu durumda meşruiyetin en geniş ve en sağlam düzeyine varılmış olunur. Barış bu yanıyla, yasa, suç ve ceza kapsamında mütalaa edilemez. Bu yüzden barış talebini, çağrısını yargılamak hukuki olarak da mümkün değildir. Barışı yargılayacak bir yasa tarihin hiçbir döneminde olmamıştır, olmayacaktır. Barışa verilebilecek tek şey insanlık adına ödüldür.
Barışı yargılama eğilimleri, barışı savaş algısıyla fiile dönüştüren yargılamalardır. Böylesi yargıların adaleti, yalnızca faşist yönetimlerde, Nazi hükümlerinde olabilir.
Bu nedenle de barışı yargılama önerisindeki savcılık iddianamesine karşı, savaşı yargılamak için burada bulunduğumu var sayıyorum. Savunmamı ülkem ve bu coğrafyada yaşayan halkların sağduyulu bir sesi olarak barış için, barışın kazanması ve ikamesi için görev sayıyorum.
BARIŞ VE ÜLKEMİZ
Barışı bulamamış bir akıl, savaşlara iltica etmeye mahkûmdur.
Sayın yargıçlar, bu güne gelmeden önce tarihsel bazı gerçekleri kısaca vurgulamak istiyorum. Koçgiri katliamına neden olan talep, bir ulusun en doğal hakkı olan kendi kaderini belirleme talebiydi. Bunu Ermeniler de Kürtler de dile getirmişti. Üstelik tamamen barışçıl yöntemlerle.
Koçgiri kanla bastırıldı. Diyaloğu bilmeyen, hak talebindeki adaleti içine sindiremeyenler, ulusal örgütlenişlerinin özgürlüğü için tarihlerinin ilk adımını atarken kendileri gibi özgürlük talebinde bulunan 1000 yıllık kardeşlerinin kanına girmekten çekinmemişlerdir. Barışı doğmadan katleden de bu olmuştur.
Cumhuriyeti kuran anlaşma Lozan Anlaşması’dır. Bu anlaşma Sevr Anlaşması’na karşı Türk ulusunun Kabesi olarak belirmiştir.
Lozan kurucu bir uluslararası anlaşmadır. Lozan için Atatürk’ten İnönü’ye kadar herkesin açıklamaları ve meclis kararları bu yöndedir. Bu anlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabesidir. Ama kimsenin yönü bu Kabe’ye dönmüş gibi durmuyor. Lozan Anlaşması, ismi bilinen, içeriği hiç bilinmeyen ve yaşatılmayan bir anlaşmadır.
Bu anlaşmayı yaratan koşulların içinde Anadolu’nun etnik tüm topluluklarının emekleri bulunuyor. Hakları ve hukuku bulunuyor. Bu anlaşmanın, hak ve özgürlükleri kısır maddelerine rağmen bu güne dek uygulanmak istenmeyen 39. Maddesini bilmek, Cumhuriyet sürecinde barış arayışlarını katleden algıları tanımak açısından önem taşıyor.
Lozan Anlaşması’nın 37. maddesi, 38. maddeden 44. maddeye kadarki maddelere aykırı davranılamayacağını belirleyen bir taahhüt maddesidir. Örneğin 39.maddenin 4. paragrafına bakalım.
“Türkiye vatandaşlarından hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır.”
Cumhuriyet kimlik arayışında olan tüm siyasal iktidarlar gibi kimliksizdi. Avrupa’da yükselen ırkçılık, faşizm ve daha sonra Nazi etkiler altında, akıl zorlaması ırkçı, milliyetçi söylem ve önlemlere yöneliyordu. Tarih tezleri, Güneş Dil teorileri, Anadolu’nun tarihi mozaik dokusuna karşı bir savaş harekâtı olarak tarihe oynama anlamına geliyordu. Hititlerin, Sümerlerin Türkleştirilmesi, Kürtlerin ve diğer etnik dokuların bir kez daha Türkleştirilmesiyle at başı gidiyordu. Lozan’daki azınlık hakları dil ve düşünce basım ve yayın özgürlükleri yok sayılmıştı. Osmanlı Cumhuriyet’te bir yeniden doğuş gerçekleştiriyordu; tek millet, tek bayrak, tek dil, tek ırk, tekleyerek gidiyordu.
Bu gidişin ilginç bir kesişmesi Cumhuriyet’teki Osmanlı’nın ilk atakları da burada ortaya çıkıyordu; 1937- 38 yıllarında Dersim’de, yediden yetmişe on binlerce insanın barbarca kıyımdan geçirilmesi yine bu dönemin ürünü olarak bu tabloyu ifade ediyordu. Kürtler, makus kaderlerinin akıbetine bir kez daha uğruyorlardı. Bin yıllık kardeşlik, birimizin diğeri üzerinde sürdürdüğü kanlı kıyımla elde edilen hak gaspı anlamına geliyordu. Savaş yine barışı katletmişti.
Bu süreçte ırkçılığın acımasız ifadesi Varlık Vergisi (Kasım 1942-Mart1944), 6-7 Eylül 1955 olayları, Kıbrıs sorunu ve azınlıklara karşı girişilen düşmanlıklar, ardı arkası kesilmeden devam eden toplumsal barışı bu güne dek tahrip eden girişimler olarak tarihe not edildi.
Bütün bunları Ferhat Tunç yaratmadı. O doğmadan verili nesnel ortamdan beslenenlerin, onu yeniden üretenlerin yarattığı kaoslardı.
Bu ölçüde inkar, bu ölçüde acımasız davranış yeryüzünün en zayıf varlığını bile isyana götürür. Bugün bölgemizde İsrail Siyonizmine karşı intihar eylemi yapan Filistinlileri anlamak için, kısa bir zaman dilimi ayırıp empati yapmak gerektiğine inanıyorum. Aynı şeyi, Ülkemin her alanında Kürt çocuklarının bugün taşla başlayan tepkileri, yanlışlıklar devam ettikçe Filistinliler gibi kimsenin tasvip etmeyeceği intihar eylemlerine sürüklenebileceklerini ifade etmem abartılı olmayacaktır.
Bir barış insanı olarak, her türden şiddetin, insanın insanı katletmesinin karşısında duran bir sanatçı olarak, bir aydın olarak bu gidişin dehşeti altında, barışı savundum diye yargılanmamı çağdışı bir davranış olarak görüyorum.
Uzun uzun anlatımlarımın bağlanacağı yer, bitip tükenmeyen savaşı bu ülkenin aklıselim insanlarıyla sonuçlandırıp, barışın ikame etme yeridir. Bunun için savunmamın son bölümünde ülkemizin yakın tarihinin temel sorunu olan Kürt sorunu ve barışı dile getirmek istiyorum.
BARIŞ VE KÜRT SORUNU
Kürtlerin varlığını kabul etmek bir kelimenin sözlükte yer alması ya da yazımlarda kullanılması demek olmayacağı her akıllı insan için geçerli bir algıdır. Ülkemizin temel sorunu kürt sorunudur derken oluşturduğumuz belirleme, aynı zamanda bir topluluk olan Kürtlerin kolektif haklarıyla ilgili bir belirlemedir.
Kürtlerin kolektif kimlikleri kendilerine özgü anadilleri ve kimlikleri olan halk olmalarından, halkı oluşturan tüm değerlerin var olmasından kaynaklanmaktadır. Bu varoluş, tüm varoluşlar gibi, varlığının yok edilmesine, varoluşunun doğal, kaçınılmaz kendini ifade etme biçimlerinin ikamesine karşı yapılacak her tecavüze karşı bir refleks oluşturacağı anlamına gelir. Son 200 yıllık Kürt çığlığını anlamak için, bugün ve yarını savaşsız bir düzlemde sorunların çözümüne yaralı olabilecek önermeler için bu gerçeği öncelikle kavramamız gerektiğini belirteceğim. Var olan bir gerçekliği yok etmenin mümkünü yoktur, yok olanı ise ikame etmenin mümkünü olamaz. Kürt gerçeği varsa bunun ifadesi olan kolektif kimliği ve hakları var demektir. Olay bu ölçüde basit bir algıyla kavranabilir.
Kürt halkı bir gerçektir, bu gerçekliğin kendi varlığını korumak için savaş değil barışa ihtiyacı vardır. Savaş, hiçbir varlık için güvence değildir. 1000 yıllık ortak bir ülkede süren yaşamın gerçek kardeşliği, ulusal hakların ikircimsizce verilmesini gerekli kılar.
Cumhuriyet kurulurken farklı bir planla kurulacağı söyleminin en çarpıcı ifadesi “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”tur. Gerçekten de Osmanlı’yı akademik ölçekte sağlıklı yorumladığını söylemleriyle dile getiren Atatürk’ün bu belirlemesi, ortak ülkemizin bu günkü sorunlarını aşmak için hayati öneme sahiptir.
Yurtta Sulh kavramı nereden geliyor; bunu araştırdığımızda Osmanlı’nın iç fetihleriyle karşı karşıya kaldığımızı göreceğiz. Osmanlı her türden farklılığı düşman saymıştır. Kendi etnik dokusundan gelse de en küçük bir farklılık beyanında düşman ilan edilen beylikler üzerine seferler düzenlemiştir. İnanç farklılıkları nedeniyle Alevilerin bu tarihte neler çektiğini anlatmaya kitaplar, ciltler yetmez. Aynı gerçek Kürtler ve diğer etnik topluluklar için de geçerlidir.
Tarihin en karanlık çağlarında, toplu kıyımların hiçe sayıldığı bir kesitte asimile edemediğiniz bir halkı, iletişim çağının en doruklarında yeryüzünün tüm silahlı kuvvetlerini toplasanız da yok edemeyeceğinizi anlamadıkça bu serüven, bu kan akışı, bu değer kaybını durdurmanın mümkünü olamaz.
Tarihle yüzleşme adına bunların bilinmesi gerektiğini bir kez daha belirtmek istiyorum. Ve tarihte yok edilemeyen bir varlığın bu gün yok edilemeyeceğini belirtmek istiyorum.
Sayın yargıçlar, Türk askeri ve Kürt gerillası bu toprakların vatandaşı ve insanıdır. Kökleri çok derindedir. Bu nedenle bu kıyımın sonu gelmez, bundan yalnız bu ülkenin düşmanları mutlu olur, karlı çıkarlar. Bu yüzden ölenler evlatlarımızdır, bu savaşın durması canların kurtuluşudur; bunun için ciddi olmak gerek, haksızlıklara son vermek gerek.
Bu yönde bir ciddiyet öncelikle tekçi zihniyeti terk etmeye bağlıdır. Özellikle yeni bir anayasa oluşturma kesitinde bunu çok daha gerçekçi olarak ele almamız gerek. Aynı hataların tekrarı komedidir. Bu ülke hepimizin anavatanı ise hepimizin hakları ve yükümlülükleri var ise bu ülkenin hepimizi kapsaması ve bunu öncelikle de anayasasında dile getirmesi gerekmektedir. Bu dönüşüm için anayasa bir fırsattır, anayasasını milliyetçi tek boyutlu ilkellikten kurtaramayanların iç barışı sağlamada, demokrasi ve özgürlükleri ikama etmede ciddi olduklarından söz etmek gerçekçi değildir.
Hepimiz sakince düşünelim. Cevabı olmayan bilmecelere düşmeyelim, kim önce başladı gibi bilinmezlikler içinde de kaybolmayalım. Süren bir savaş ve sonuçları ortadadır. Varlığı yüzyıllardır inkar edilen ve sonra varlığı tanınan gerçek de ortadadır. Bu Kürt halkıdır. Bu tüm Anadolu’nun etnik ve inançsal farklılıklarıdır.
Bölücülüğe düşmeden, ilkel milliyetçiliğe prim vermeden, ortak ülkemizde demokratik ve özgür bir kardeşçe yaşam için en kısa yol savaşa son vermek ve barışı ikame etmektir. Benim bu gün çağrım budur.
Bugün bu ülkenin tüm onurlu insanlarının önünde ya savaştan yana ya barıştan yana olma gibi bir sorun vardır. Bu sınavdan geçemeyenlerin gelecek kuşaklar için bir mesajı olmayacaktır.
Beni mahkeme mahkeme süründürmek, yargılayıp mahkum etmek kimsenin ne savaşına ne de başka bir kirli amacına katkı olmayacaktır.
Bitip tükenmeyen taciz davaların mahkemelerine savaşı yargılamak için geldim.
Bu mahkemede yargılanması gereken savaştır. Bu sorumluluğu yerine getirmek için buradayım.
Barışı hiçbir kudretin yargılayamayacağı inancıyla buradayım.
Sayın Yargıçlar,
Şahsınızı tenzih ederek diyorum ki, barışı temsil eden Ferhat Tunç’u yargılayacağınıza gelin, Anadolu’nun zenginliği olan halkları adına birlikte savaşı yargılayalım. Bu toprakların her canlısı için en doğru, en onurlu, en erdemli davranış bu olacaktır
BARIŞ’I YARGILAYAMAZSINIZ
Ferhat Tunç
28 TEMMUZ 2010 - DİYARBAKIR
Savaş hezimetlerinin kefaretini barışa ödetmek yeryüzünün hiçbir adaletine sığmaz.
Barışın yargılandığı, mahkum edilmeye çalışıldığı, katledildiği yerde, insan türü için güvenli bir toplumsal ilişki yaratmanın mümkünü yoktur.
Adaletin yargıya yön verişinde dayandığı en önemli unsur barıştır, barışın zemini üzerinde yükselen güvendir. Güvenin bittiği bir yerde kuşkulu adalet her zaman güvenilir olmayan bir yargıyla sonuçlanmıştır. Böylesi bir yargı toplum vicdanında yer bulamaz ve mahkum olması kaçınılmazdır. Ülkemizin tarihi bu tür acımasızlıklar ve yargısız infazların sonuçlarıyla doludur ne yazık ki.
Hüküm verenlerin vicdanı üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan statü ve yasalar var oldukça özgür bir irade beyanı, özgür bir hüküm, bağımsız bir yargı ve adaletin ikamesi zor olabiliyor. Sayın yargıçlar bu gün burada verilecek hükmün, savaşı değil barış’ı cesaretlendirmesi gerekir. Bunun içinde Ülkemiz söz konusu olduğunda son çeyrek asırda ortaya çıkan değişimlerin, gelişmelerin ve bu gün ki gerçeklerin siz sayın mahkeme heyetince dikkate alınacağına inanıyorum.
Bu iddianamenin hukuk dışılığını görmek zor değildir. Çünkü suç ve ceza algısı engizisyon mahkemelerinin akıl mirası üzerine şekillenmiştir. Adalet kuşkusuz bir yargı ile hüküm verirken fiillerle ilgilidir. Önermeleri, düşünceleri yargılamaya kalkmak ortaçağlara geri dönmektir. Suçun tekâmülü maddi, hissi ve fili tecellilerle mümkündür. Bunu sağlayamayan iddianame, yargısız infazla işe başlamış demektir. Savaş bir suçtur; fiili, maddi ve hissi delillerle ispatı açıkça mümkündür. Dünyada, tarihte, bölgemizde ve ülkemizde savaşa ilişkin günü birlik veri bulmak zor değildir.
Ancak barış ve barışı istemek suç anlamında bir fiil değildir. Çünkü bu bir taleptir, önermedir, düşüncedir. Savaşı tek taraflı ilan ve sürdürme imkânınız var, ama barışı tek taraflı ikame etmeniz mümkün değildir. Bu nedenle tek taraflı olarak barışı talep etmek fiil anlamına gelmez.
Barış ancak iki tarafla olur. İki tarafın sözleşmesiyle, iki tarafın temsil ettiği unsurların kabulüyle fiil olur. Bu durumda meşruiyetin en geniş ve en sağlam düzeyine varılmış olunur. Barış bu yanıyla, yasa, suç ve ceza kapsamında mütalaa edilemez. Bu yüzden barış talebini, çağrısını yargılamak hukuki olarak da mümkün değildir. Barışı yargılayacak bir yasa tarihin hiçbir döneminde olmamıştır, olmayacaktır. Barışa verilebilecek tek şey insanlık adına ödüldür.
Barışı yargılama eğilimleri, barışı savaş algısıyla fiile dönüştüren yargılamalardır. Böylesi yargıların adaleti, yalnızca faşist yönetimlerde, Nazi hükümlerinde olabilir.
Bu nedenle de barışı yargılama önerisindeki savcılık iddianamesine karşı, savaşı yargılamak için burada bulunduğumu var sayıyorum. Savunmamı ülkem ve bu coğrafyada yaşayan halkların sağduyulu bir sesi olarak barış için, barışın kazanması ve ikamesi için görev sayıyorum.
BARIŞ VE ÜLKEMİZ
Barışı bulamamış bir akıl, savaşlara iltica etmeye mahkûmdur.
Sayın yargıçlar, bu güne gelmeden önce tarihsel bazı gerçekleri kısaca vurgulamak istiyorum. Koçgiri katliamına neden olan talep, bir ulusun en doğal hakkı olan kendi kaderini belirleme talebiydi. Bunu Ermeniler de Kürtler de dile getirmişti. Üstelik tamamen barışçıl yöntemlerle.
Koçgiri kanla bastırıldı. Diyaloğu bilmeyen, hak talebindeki adaleti içine sindiremeyenler, ulusal örgütlenişlerinin özgürlüğü için tarihlerinin ilk adımını atarken kendileri gibi özgürlük talebinde bulunan 1000 yıllık kardeşlerinin kanına girmekten çekinmemişlerdir. Barışı doğmadan katleden de bu olmuştur.
Cumhuriyeti kuran anlaşma Lozan Anlaşması’dır. Bu anlaşma Sevr Anlaşması’na karşı Türk ulusunun Kabesi olarak belirmiştir.
Lozan kurucu bir uluslararası anlaşmadır. Lozan için Atatürk’ten İnönü’ye kadar herkesin açıklamaları ve meclis kararları bu yöndedir. Bu anlaşma Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabesidir. Ama kimsenin yönü bu Kabe’ye dönmüş gibi durmuyor. Lozan Anlaşması, ismi bilinen, içeriği hiç bilinmeyen ve yaşatılmayan bir anlaşmadır.
Bu anlaşmayı yaratan koşulların içinde Anadolu’nun etnik tüm topluluklarının emekleri bulunuyor. Hakları ve hukuku bulunuyor. Bu anlaşmanın, hak ve özgürlükleri kısır maddelerine rağmen bu güne dek uygulanmak istenmeyen 39. Maddesini bilmek, Cumhuriyet sürecinde barış arayışlarını katleden algıları tanımak açısından önem taşıyor.
Lozan Anlaşması’nın 37. maddesi, 38. maddeden 44. maddeye kadarki maddelere aykırı davranılamayacağını belirleyen bir taahhüt maddesidir. Örneğin 39.maddenin 4. paragrafına bakalım.
“Türkiye vatandaşlarından hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır.”
Cumhuriyet kimlik arayışında olan tüm siyasal iktidarlar gibi kimliksizdi. Avrupa’da yükselen ırkçılık, faşizm ve daha sonra Nazi etkiler altında, akıl zorlaması ırkçı, milliyetçi söylem ve önlemlere yöneliyordu. Tarih tezleri, Güneş Dil teorileri, Anadolu’nun tarihi mozaik dokusuna karşı bir savaş harekâtı olarak tarihe oynama anlamına geliyordu. Hititlerin, Sümerlerin Türkleştirilmesi, Kürtlerin ve diğer etnik dokuların bir kez daha Türkleştirilmesiyle at başı gidiyordu. Lozan’daki azınlık hakları dil ve düşünce basım ve yayın özgürlükleri yok sayılmıştı. Osmanlı Cumhuriyet’te bir yeniden doğuş gerçekleştiriyordu; tek millet, tek bayrak, tek dil, tek ırk, tekleyerek gidiyordu.
Bu gidişin ilginç bir kesişmesi Cumhuriyet’teki Osmanlı’nın ilk atakları da burada ortaya çıkıyordu; 1937- 38 yıllarında Dersim’de, yediden yetmişe on binlerce insanın barbarca kıyımdan geçirilmesi yine bu dönemin ürünü olarak bu tabloyu ifade ediyordu. Kürtler, makus kaderlerinin akıbetine bir kez daha uğruyorlardı. Bin yıllık kardeşlik, birimizin diğeri üzerinde sürdürdüğü kanlı kıyımla elde edilen hak gaspı anlamına geliyordu. Savaş yine barışı katletmişti.
Bu süreçte ırkçılığın acımasız ifadesi Varlık Vergisi (Kasım 1942-Mart1944), 6-7 Eylül 1955 olayları, Kıbrıs sorunu ve azınlıklara karşı girişilen düşmanlıklar, ardı arkası kesilmeden devam eden toplumsal barışı bu güne dek tahrip eden girişimler olarak tarihe not edildi.
Bütün bunları Ferhat Tunç yaratmadı. O doğmadan verili nesnel ortamdan beslenenlerin, onu yeniden üretenlerin yarattığı kaoslardı.
Bu ölçüde inkar, bu ölçüde acımasız davranış yeryüzünün en zayıf varlığını bile isyana götürür. Bugün bölgemizde İsrail Siyonizmine karşı intihar eylemi yapan Filistinlileri anlamak için, kısa bir zaman dilimi ayırıp empati yapmak gerektiğine inanıyorum. Aynı şeyi, Ülkemin her alanında Kürt çocuklarının bugün taşla başlayan tepkileri, yanlışlıklar devam ettikçe Filistinliler gibi kimsenin tasvip etmeyeceği intihar eylemlerine sürüklenebileceklerini ifade etmem abartılı olmayacaktır.
Bir barış insanı olarak, her türden şiddetin, insanın insanı katletmesinin karşısında duran bir sanatçı olarak, bir aydın olarak bu gidişin dehşeti altında, barışı savundum diye yargılanmamı çağdışı bir davranış olarak görüyorum.
Uzun uzun anlatımlarımın bağlanacağı yer, bitip tükenmeyen savaşı bu ülkenin aklıselim insanlarıyla sonuçlandırıp, barışın ikame etme yeridir. Bunun için savunmamın son bölümünde ülkemizin yakın tarihinin temel sorunu olan Kürt sorunu ve barışı dile getirmek istiyorum.
BARIŞ VE KÜRT SORUNU
Kürtlerin varlığını kabul etmek bir kelimenin sözlükte yer alması ya da yazımlarda kullanılması demek olmayacağı her akıllı insan için geçerli bir algıdır. Ülkemizin temel sorunu kürt sorunudur derken oluşturduğumuz belirleme, aynı zamanda bir topluluk olan Kürtlerin kolektif haklarıyla ilgili bir belirlemedir.
Kürtlerin kolektif kimlikleri kendilerine özgü anadilleri ve kimlikleri olan halk olmalarından, halkı oluşturan tüm değerlerin var olmasından kaynaklanmaktadır. Bu varoluş, tüm varoluşlar gibi, varlığının yok edilmesine, varoluşunun doğal, kaçınılmaz kendini ifade etme biçimlerinin ikamesine karşı yapılacak her tecavüze karşı bir refleks oluşturacağı anlamına gelir. Son 200 yıllık Kürt çığlığını anlamak için, bugün ve yarını savaşsız bir düzlemde sorunların çözümüne yaralı olabilecek önermeler için bu gerçeği öncelikle kavramamız gerektiğini belirteceğim. Var olan bir gerçekliği yok etmenin mümkünü yoktur, yok olanı ise ikame etmenin mümkünü olamaz. Kürt gerçeği varsa bunun ifadesi olan kolektif kimliği ve hakları var demektir. Olay bu ölçüde basit bir algıyla kavranabilir.
Kürt halkı bir gerçektir, bu gerçekliğin kendi varlığını korumak için savaş değil barışa ihtiyacı vardır. Savaş, hiçbir varlık için güvence değildir. 1000 yıllık ortak bir ülkede süren yaşamın gerçek kardeşliği, ulusal hakların ikircimsizce verilmesini gerekli kılar.
Cumhuriyet kurulurken farklı bir planla kurulacağı söyleminin en çarpıcı ifadesi “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”tur. Gerçekten de Osmanlı’yı akademik ölçekte sağlıklı yorumladığını söylemleriyle dile getiren Atatürk’ün bu belirlemesi, ortak ülkemizin bu günkü sorunlarını aşmak için hayati öneme sahiptir.
Yurtta Sulh kavramı nereden geliyor; bunu araştırdığımızda Osmanlı’nın iç fetihleriyle karşı karşıya kaldığımızı göreceğiz. Osmanlı her türden farklılığı düşman saymıştır. Kendi etnik dokusundan gelse de en küçük bir farklılık beyanında düşman ilan edilen beylikler üzerine seferler düzenlemiştir. İnanç farklılıkları nedeniyle Alevilerin bu tarihte neler çektiğini anlatmaya kitaplar, ciltler yetmez. Aynı gerçek Kürtler ve diğer etnik topluluklar için de geçerlidir.
Tarihin en karanlık çağlarında, toplu kıyımların hiçe sayıldığı bir kesitte asimile edemediğiniz bir halkı, iletişim çağının en doruklarında yeryüzünün tüm silahlı kuvvetlerini toplasanız da yok edemeyeceğinizi anlamadıkça bu serüven, bu kan akışı, bu değer kaybını durdurmanın mümkünü olamaz.
Tarihle yüzleşme adına bunların bilinmesi gerektiğini bir kez daha belirtmek istiyorum. Ve tarihte yok edilemeyen bir varlığın bu gün yok edilemeyeceğini belirtmek istiyorum.
Sayın yargıçlar, Türk askeri ve Kürt gerillası bu toprakların vatandaşı ve insanıdır. Kökleri çok derindedir. Bu nedenle bu kıyımın sonu gelmez, bundan yalnız bu ülkenin düşmanları mutlu olur, karlı çıkarlar. Bu yüzden ölenler evlatlarımızdır, bu savaşın durması canların kurtuluşudur; bunun için ciddi olmak gerek, haksızlıklara son vermek gerek.
Bu yönde bir ciddiyet öncelikle tekçi zihniyeti terk etmeye bağlıdır. Özellikle yeni bir anayasa oluşturma kesitinde bunu çok daha gerçekçi olarak ele almamız gerek. Aynı hataların tekrarı komedidir. Bu ülke hepimizin anavatanı ise hepimizin hakları ve yükümlülükleri var ise bu ülkenin hepimizi kapsaması ve bunu öncelikle de anayasasında dile getirmesi gerekmektedir. Bu dönüşüm için anayasa bir fırsattır, anayasasını milliyetçi tek boyutlu ilkellikten kurtaramayanların iç barışı sağlamada, demokrasi ve özgürlükleri ikama etmede ciddi olduklarından söz etmek gerçekçi değildir.
Hepimiz sakince düşünelim. Cevabı olmayan bilmecelere düşmeyelim, kim önce başladı gibi bilinmezlikler içinde de kaybolmayalım. Süren bir savaş ve sonuçları ortadadır. Varlığı yüzyıllardır inkar edilen ve sonra varlığı tanınan gerçek de ortadadır. Bu Kürt halkıdır. Bu tüm Anadolu’nun etnik ve inançsal farklılıklarıdır.
Bölücülüğe düşmeden, ilkel milliyetçiliğe prim vermeden, ortak ülkemizde demokratik ve özgür bir kardeşçe yaşam için en kısa yol savaşa son vermek ve barışı ikame etmektir. Benim bu gün çağrım budur.
Bugün bu ülkenin tüm onurlu insanlarının önünde ya savaştan yana ya barıştan yana olma gibi bir sorun vardır. Bu sınavdan geçemeyenlerin gelecek kuşaklar için bir mesajı olmayacaktır.
Beni mahkeme mahkeme süründürmek, yargılayıp mahkum etmek kimsenin ne savaşına ne de başka bir kirli amacına katkı olmayacaktır.
Bitip tükenmeyen taciz davaların mahkemelerine savaşı yargılamak için geldim.
Bu mahkemede yargılanması gereken savaştır. Bu sorumluluğu yerine getirmek için buradayım.
Barışı hiçbir kudretin yargılayamayacağı inancıyla buradayım.
Sayın Yargıçlar,
Şahsınızı tenzih ederek diyorum ki, barışı temsil eden Ferhat Tunç’u yargılayacağınıza gelin, Anadolu’nun zenginliği olan halkları adına birlikte savaşı yargılayalım. Bu toprakların her canlısı için en doğru, en onurlu, en erdemli davranış bu olacaktır
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder