10 Ağustos 2010 Salı
EMEKLİ GENERAL ATİLLA KIYAT IN İTİRAFI
Hasip Yiğitoğlu
10 Ağustos 2010
Cumhuriyetin başlangıcından günümüze kadar iç ve dış güvenliğimiz için yüz milyarlarca Dolar harcamışız.
Yanlış telafuz etmiyorum,YÜZ MİLYARLARCA DOLAR.
Son kırk yılda da birkaç YÜZ MİLYAR DOLAR güvenlik harcamalarımız olmuştur.
Hem de gelecek nesillerimizi onlarca yıl borçlandırarak.
Halbuki devletlerin en temel işlevi nesillerinin geleceğini sosyal bir anlayışla önünü açarak yaşamlarını düzenlemektir.
Peki bu kadar güvenlik harcamasını gerektirecek nedenlerimiz ne ?
Dışsal etkiler mi, yoksa iç etkiler mi?
Cumhuriyetin başlangıcından,soğuk savaş yılları dahil, ülkemizin Kıbrıs çıkartması dışında doğrudan hiçbir dışsal çatışmanın içinde olmadığı bilinmektedir.
Türkiyenin NATO gibi bir pakta üyeliği neticesi ABD ve NATO ya sağladığı onlarca askeri üsleri de hesaba katarsak,dış tehditlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Bir başka anlatımla dış tehditler soğuk savaş dönemi boyunca tamamen ABD ve Nato nun muhatabı olmuştur.
Buradan da anlaşılıyor ki,güvenlik harcamaları dışsal etkilerden çok iç güvenlik nedenlerine dayanmaktadır.
Cumhuriyet öncesinden başlayarak günümüze kadar nesillerimizin geleceğini karartan bu güvenlik anlayışımızı tarihsel olarak doğru anlamak zorunluluğumuz var.
Aksi halde bir kez daha sapla samanı karıştırarak bir elli yıl daha heba edecek, on binlerce evladımızı, birkaç yüz milyar doları kaybedeceğiz.
Bildiğimiz gibi Osmanlının sosyo-politik anlayışı hüküm sürdüğü coğrafyanın demografik yapısına göre şekillenmiştir.
Tanzimat döneminde Hıristiyanların nüfus yoğunluğu İslam ve Türk asılılarla nerdeyse eşitti.
Arap İslam coğrafyasının fethi demografik dengeleri İslam’dan yana değiştirince Osmanlı İslam Devleti anlayışına yönelmiştir.
Birinci Dünya savaşıyla Osmanlı istila ettiği coğrafyalardan çıkmak zorunda kalınca da Demografi yeniden değişti.
Osmanlı, bu kez hükümranlık tarihi boyunca önemsemediği, yerleşik halklarına da büyük zülüm ve katliamları reva gördüğü Anadolu coğrafyasına yönelerek, Doğu Avrupa da yaşayan Müslüman ve Türk asıllıları da taşıyarak Pan-Türkizm anlayışına yönelmiştir.
Balkanlarda temellenen İttihat ve Terakki zihniyetinin Anadolu coğrafyasına yönelik egemenlik denklemleri de bu tarihlerde başlamıştır.
Ancak, Anadolu coğrafyasında yerleşik yaşayan halkların çoğunluğu, Türkmenler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Çerkezler Araplar ve Lazlardan oluşmaktaydı.
Bu realite,halklar arasında yüzlerce yıl birlikte yaşanmışlığa rağmen bir kırılma noktasına sebep olmuştur.
1914-1915 yıllarında Kürtlerle dirsek temasında olan Pan Türkistler İngiliz entrikalarının desteği ile Anadolu coğrafyasında Kürt azınlıklı bir Türk Devleti kurma yolunda önemli ittifaklarda bulunmuşlardır.
Bu anlayışın da hayat bulması için Anadolu’nun Müslümanlaştırılmasını zorunlu hale getirmiştir.
Böylece ırkçı, ötekileştirici, asimilasyoncu, işgalci zihniyetin halkların yerleşik yaşamını tarumar ederek bazı halkları göçe zorlamıştır.
Doğal olarak kin,düşmanlık ve korkunun baskısıyla savaş doktrinleri algısını tetiklemiştir.
Böylelikle günümüze kadar devam eden güvenlik anlayışının miladı bu tarihlerde başlamıştır.
Bir başka anlatımla bu güvenlik zihniyeti Cumhuriyetten önce başlamıştır.
Bu akıl Osmanlı aklıdır.
Bu aklın iç güdüsü saldırganlık ve işgaldir.
Türkler ve Kürtlerin ittifakları kurtuluş savaşında da devam etmiştir.
1921 Anayasasında da Kürt azınlıklı Türk devleti ilke olarak kabul edilmişti (İngiliz ve Alman arşivlerinde mevcut).
Ancak bu süreç yalnızca bir yıl sürmüştür.
Böylece de Türk devleti zihniyeti tamamen hakim olmuştur.
Bu algı, şovenizmi ve ırkçılığı körükleyerek, bölünme sendromları üreterek, etnik yapıların demokratik hukuk taleplerine karşı düşmanca karşılık verir.
İkinci kırılma noktası diyebileceğimiz, Osmanlı dan devralınan bu güvenlik zihniyeti bundan böyle şiddetini arttırarak devam edecektir.
Tek boyutlu toplum yaratma dayatmaları bölücülük zihniyetlerinin oluşmasına,böylece de barış içinde toplumsal dokunun oluşmasını sabote etmiştir.
Bölünme kaygıları hiçbir zaman milliyetçilik gibi zihinlerle giderilememiştir.
Bu zihniyet bölünme zihniyetlerini tetiklemekten öte bir işe yaramamıştır.
Ayrıca bu zihniyetin barışa karşı güdüsel öngörüsünden dolayıdır ki,acımasız savaşlara da neden olmaktadır.
Emekli Tüm General Atilla Kıyat’ın bir dönem Faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğu yönündeki açıklamaları bu sürecin sonuçlarını ibretle anlatmaktadır.
Bu olayların toplumsal tarihimizdeki rollerinin ülkemize dayattığı sorunları daha iyi anlamak ve yaşamımızdan ilelebet söküp atmak için her annenin, babanın, abinin, kardeşin kısacası herkesin sorgulaması ve sesini yükseltmesi gerektiği zamanın geldiğini düşünüyorum.
Tarihle cesurca yüzleşmeliyiz.
Tekrar ediyorum bölünme kaygıları milliyetçi zihinlerle giderilemez.
10 Ağustos 2010
Cumhuriyetin başlangıcından günümüze kadar iç ve dış güvenliğimiz için yüz milyarlarca Dolar harcamışız.
Yanlış telafuz etmiyorum,YÜZ MİLYARLARCA DOLAR.
Son kırk yılda da birkaç YÜZ MİLYAR DOLAR güvenlik harcamalarımız olmuştur.
Hem de gelecek nesillerimizi onlarca yıl borçlandırarak.
Halbuki devletlerin en temel işlevi nesillerinin geleceğini sosyal bir anlayışla önünü açarak yaşamlarını düzenlemektir.
Peki bu kadar güvenlik harcamasını gerektirecek nedenlerimiz ne ?
Dışsal etkiler mi, yoksa iç etkiler mi?
Cumhuriyetin başlangıcından,soğuk savaş yılları dahil, ülkemizin Kıbrıs çıkartması dışında doğrudan hiçbir dışsal çatışmanın içinde olmadığı bilinmektedir.
Türkiyenin NATO gibi bir pakta üyeliği neticesi ABD ve NATO ya sağladığı onlarca askeri üsleri de hesaba katarsak,dış tehditlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Bir başka anlatımla dış tehditler soğuk savaş dönemi boyunca tamamen ABD ve Nato nun muhatabı olmuştur.
Buradan da anlaşılıyor ki,güvenlik harcamaları dışsal etkilerden çok iç güvenlik nedenlerine dayanmaktadır.
Cumhuriyet öncesinden başlayarak günümüze kadar nesillerimizin geleceğini karartan bu güvenlik anlayışımızı tarihsel olarak doğru anlamak zorunluluğumuz var.
Aksi halde bir kez daha sapla samanı karıştırarak bir elli yıl daha heba edecek, on binlerce evladımızı, birkaç yüz milyar doları kaybedeceğiz.
Bildiğimiz gibi Osmanlının sosyo-politik anlayışı hüküm sürdüğü coğrafyanın demografik yapısına göre şekillenmiştir.
Tanzimat döneminde Hıristiyanların nüfus yoğunluğu İslam ve Türk asılılarla nerdeyse eşitti.
Arap İslam coğrafyasının fethi demografik dengeleri İslam’dan yana değiştirince Osmanlı İslam Devleti anlayışına yönelmiştir.
Birinci Dünya savaşıyla Osmanlı istila ettiği coğrafyalardan çıkmak zorunda kalınca da Demografi yeniden değişti.
Osmanlı, bu kez hükümranlık tarihi boyunca önemsemediği, yerleşik halklarına da büyük zülüm ve katliamları reva gördüğü Anadolu coğrafyasına yönelerek, Doğu Avrupa da yaşayan Müslüman ve Türk asıllıları da taşıyarak Pan-Türkizm anlayışına yönelmiştir.
Balkanlarda temellenen İttihat ve Terakki zihniyetinin Anadolu coğrafyasına yönelik egemenlik denklemleri de bu tarihlerde başlamıştır.
Ancak, Anadolu coğrafyasında yerleşik yaşayan halkların çoğunluğu, Türkmenler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Çerkezler Araplar ve Lazlardan oluşmaktaydı.
Bu realite,halklar arasında yüzlerce yıl birlikte yaşanmışlığa rağmen bir kırılma noktasına sebep olmuştur.
1914-1915 yıllarında Kürtlerle dirsek temasında olan Pan Türkistler İngiliz entrikalarının desteği ile Anadolu coğrafyasında Kürt azınlıklı bir Türk Devleti kurma yolunda önemli ittifaklarda bulunmuşlardır.
Bu anlayışın da hayat bulması için Anadolu’nun Müslümanlaştırılmasını zorunlu hale getirmiştir.
Böylece ırkçı, ötekileştirici, asimilasyoncu, işgalci zihniyetin halkların yerleşik yaşamını tarumar ederek bazı halkları göçe zorlamıştır.
Doğal olarak kin,düşmanlık ve korkunun baskısıyla savaş doktrinleri algısını tetiklemiştir.
Böylelikle günümüze kadar devam eden güvenlik anlayışının miladı bu tarihlerde başlamıştır.
Bir başka anlatımla bu güvenlik zihniyeti Cumhuriyetten önce başlamıştır.
Bu akıl Osmanlı aklıdır.
Bu aklın iç güdüsü saldırganlık ve işgaldir.
Türkler ve Kürtlerin ittifakları kurtuluş savaşında da devam etmiştir.
1921 Anayasasında da Kürt azınlıklı Türk devleti ilke olarak kabul edilmişti (İngiliz ve Alman arşivlerinde mevcut).
Ancak bu süreç yalnızca bir yıl sürmüştür.
Böylece de Türk devleti zihniyeti tamamen hakim olmuştur.
Bu algı, şovenizmi ve ırkçılığı körükleyerek, bölünme sendromları üreterek, etnik yapıların demokratik hukuk taleplerine karşı düşmanca karşılık verir.
İkinci kırılma noktası diyebileceğimiz, Osmanlı dan devralınan bu güvenlik zihniyeti bundan böyle şiddetini arttırarak devam edecektir.
Tek boyutlu toplum yaratma dayatmaları bölücülük zihniyetlerinin oluşmasına,böylece de barış içinde toplumsal dokunun oluşmasını sabote etmiştir.
Bölünme kaygıları hiçbir zaman milliyetçilik gibi zihinlerle giderilememiştir.
Bu zihniyet bölünme zihniyetlerini tetiklemekten öte bir işe yaramamıştır.
Ayrıca bu zihniyetin barışa karşı güdüsel öngörüsünden dolayıdır ki,acımasız savaşlara da neden olmaktadır.
Emekli Tüm General Atilla Kıyat’ın bir dönem Faili meçhul cinayetlerin devlet politikası olduğu yönündeki açıklamaları bu sürecin sonuçlarını ibretle anlatmaktadır.
Bu olayların toplumsal tarihimizdeki rollerinin ülkemize dayattığı sorunları daha iyi anlamak ve yaşamımızdan ilelebet söküp atmak için her annenin, babanın, abinin, kardeşin kısacası herkesin sorgulaması ve sesini yükseltmesi gerektiği zamanın geldiğini düşünüyorum.
Tarihle cesurca yüzleşmeliyiz.
Tekrar ediyorum bölünme kaygıları milliyetçi zihinlerle giderilemez.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder