2 Ağustos 2010 Pazartesi
ANAYASALAR VE REFERANDUM
Mihrac Ural
3 Ağustos 2010
Tüm maddeleri demokratik olsa da ortak ülkemizin farklılıklarını tanımayan, onların hak ve hukukunu güvence altına almayan bir anayasa asla demokratik bir anayasa olamaz.
135 yılda oluşturulan 5 anayasa da despot, diktatör ve tek milletli anayasadır. 1876 Kanuni Esasi’sinde farklılıkları Osmanlı bileşkesinde tekleştiren anayasa mantığı, Cumhuriyet’teki Osmanlı aklı olarak; tek millet, tek dil, tek kültür, tek tarih olarak ırkçı, faşizan bir biçim almıştır.
Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu. Ancak aynı akılla yürümüştür; diktatörlük, askeri baskı anayasalarına dayanmıştır.
Bu topraklarda hiçbir anayasa, toplumsal bir dönüşümün ifadesi olmamıştır. Tersine, her biri onlarca maddesinin değiştirilmesiyle, birbirinin devamı iktidar güçler arasındaki dengeyi tanımlamaya çalışmıştır; tümünde de aynı mantık tekçi millet, tekçi dil, tekçi tarih ve kültür dayatması korunmuştur.
20. yüzyılda bu mantık, egemen siyasi yönelimi bir tür faşizanlık olarak şekillendirmiştir.
Bugün referanduma sunulan anayasa taslağı ise diğerlerinin devamı olarak demokratik olmanın çok uzağındadır. Tek boyutluluğuyla öncekilerin tekrarıdır; şekli bir demokratik açılım izleri taşıyan maddelerine rağmen, ülkemizin gerçek anlamda var olan farklılıklarını tanımlayıp, haklarını güvenceye alan bir anayasa değildir.
Referandumda tavrımızın BOYKOT olmasının temeli buna dayalıdır.
Onaylandığı an, tarihini doldurmuş olan bu anayasa, toplumsal temel sorunlarımızı aşacak olan tanımlamadan uzaktır. Ülke birlik ve barışı için ihtiyaç duyduğumuz bir anayasa değildir.
13 Eylül’den itibaren demokratik anayasa mücadelemiz gündemde olmaya devam edecektir.
***
Anayasa, devletin esas kuruluşunu ve vatandaş karşısındaki yükümlülüklerini, devletin kişilerle ve kişilerin birbirleriyle olan münasebetlerindeki temel hak ve hürriyetlerini belirten, tanınan bu hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasını engelleyecek yasama ve yargı sistemini kuran temel kanun olarak da tanımlanabilir.
Tanımı daha da geliştirip, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde yer alan yasaları da bu kapsama almak yanlış olmaz. Ancak hangi genişlik ve derinlikte olursa olsun tüm anayasalar statücüdür; sınır koyma metnidir. Hukuk metni olarak anayasa bu anlamıyla, tarih ve toplum hareketinin durmadan değişen ihtiyaçlarıyla sürekli çelişki halinde olmaya mahkumdur.
Tüm anayasalar hukuki açıdan tutucudur; onaylanma tarihlerinden itibaren, tarihin gerisine düşme handikabı içindedir.
Bundan dolayı anayasasız olmak, daha demokratik ve günceli yakalamada daha enerjik olmaktır. Demokratik devrimini yüz yıllar önce tamamlamış İngiltere’nin bu gün için de geçerli olmak üzere demokrasisi en dengeli ülke olma esprisi buradan kaynaklanır.
Anayasalar ülkelerin tanımıdır.
Anayasalar, ortak bir coğrafyada yaşam sürdüren ve belli bir siyasi erkin hükmü altında bulunan toplum ya da toplumların çok yönlü ilişkilerini tanımlarken, temel eksikliklerini ve temel sorunlarını da tanımlamış olurlar. Toplumlar, aşılmamış sorunların sancı ve kaoslarını dile getirirken anayasalara karşı gösterilen muhalif tutum bunun açık bir belirtisidir.
Ülke gerçekliğini, aşılmış sorunlarını, olası sorunlarını da aşmak üzere kapsamlı bir hukuk metni olarak düzenlenmemiş anayasaların bir toplum sözleşmesi olarak tecelli etmesi mümkün değildir. Böylesi anayasalar onay günü ertesinden itibaren toplumun tepki reflekslerini çekmeye başlar. Ülkenin temel sorunlarının aşılmasında ana hedef haline gelerek baskı altında olurlar. Bu ise hukuksal kaoslara yol açar ve toplumsal gerçeklik, aşılması gereken sorunlarıyla bir bütün olarak dengeye gelene kadar bu çelişki diriliğini korur.
Anayasalar, nesnel bir dönüşüm temelinde yenilenir ya da yazılırlar. Toplumsal ilişkilerin her yönüne belli ilkeler etrafında sınır getiren hukuki metin olarak anayasalar, bir sonuç olarak gündeme gelirler. Toplumsal dönüşümlerin, ilerleme ve değişimlerin hukuki tanımlaması olarak anayasaların dengesi söz konusu değişimleri tanımlama etkinliğine bağlıdır. Bu uyumun olduğu yerde anayasalar, bir toplum sözleşmesi olarak ilişkilerin düzenlenmesinde başvuru unsuru olurlar. Bu noktada olası her dengesizlik, anayasaları tartışma konusu yapar; onaylandığı an değiştirilmesi için muhalif hamlelere maruz kalan anayasaya uzun bir ömür biçmek mümkün değildir. Sık sık yeniden ayarlamalarla kimi maddeleri değiştirilmek zorunda kalınan anayasalar, toplumu temsil etmekten uzaktır demek de yanlış değildir.
En demokratik anayasaların bile, tarih karşısında geri bir konumu temsil ettiği koşulda, ülkemiz tarihinin hiçbir anayasası denge içinde ve sivil koşullarda oluşturulamamıştır.
135 yıldır kendini tanımlayamayan bir ülkedir Türkiye. Kendi gerçekliğini tanımlayamamış anayasaların ülkesi olarak toplum sözleşmeleri, gergin sözleşmeler olma özelliğini korumaya devam etmektedir. Bu da sık sık balans ayarlarının yapılmasına yol açmaktadır.
Osmanlıdan bu güne 5 anayasa oluşturuldu.
1. Kanun-i Esas-i (23 Aralık 1876). 119 Maddeden oluşmuştur. 7 kez değiştirilmiştir (1909-1918).
2. Teşkilat-ı Esasiye (20 Ocak 1921) 23 maddeden oluşmuştur. 1 Kez değiştirilmiştir.
3. 24 Anayasası (20 Nisan 1924) 105 Maddeden oluşmuştur. 5 Kez değiştirilmiştir (1928-1937).
4. 61 Anayasası ( Referandumda kabulü 9 Temmuz 1961) 157 Madde ve 22 geçici maddeden oluşmuştur. 7 Kez değiştirilmiştir (1969-1974).
5. 82 Anayasası (Halk oylamasıyla 7 Kasım 1982) 177 maddeden oluşmuştur. 16 kez değiştirilmiştir (1987-2008).
6. 12 Eylül 2010 Anayasası ( Referandum 12 Eylül 2010) Doğmadan ölmüştür.
1876 KANUNİ ESASİ
Kanun-i Esasi (I. Meşrutiyet), 1808 Senedi İttifak, 1839 Tanzimat (Gülhane-i hattı Hümayun) ve 1856 Islahat Fermanı’nın ardından gelen bir Osmanlı anayasasıdır. İster önce, ister sonrasında Kanun-i Esasi, bir sistem değişikliği ya da olağanüstü bir toplumsal değişimin sonucu olarak oluşturulan bir hukuki metin olmamıştır. Yürürlükte bulunan sistemin, ilişkilerin, egemen kastlar arası, güçler dengesinin yeniden tanımlanmasını ya da bir statüye bağlanmasını amaçlamış hukuki metinler olarak kaleme alınmıştır. Dönemin kendi özgünlüğü içinde bu metinlerin gerçek anlamda bir toplum sözleşmesi olmadığını anlamak için ise uzun süreye gerek bile kalmamaktadır. Kanunu ben koydum ben ilga ederim demek yeterli olmuştur. Bu nedenle, Kanun-i Esası ilanından iki yıl sonra yürürlükten kaldırılması gündeme gelmiştir (13 Şubat 1879).
Bu hukuk Osmanlı hukuksuzluğunun hukukuydu. Osmanlı aklının tarih içinden çıkıp geldiği sistemin yasalara karşı tutumuyla ilgilidir. Bu yanıyla Osmanlı kendiyle tutarlıdır demek yanlış değildir.
Osmanlı aklı, Kanun-i Esasiye karşı davranışta kendini bu yanıyla ifade eden bir akıldı. Ancak onun tarih derinliklerinde şekillenişi uzun bir serüvenin sonucudur. O da göçebe bir toplumun sür git Batı’ya doğru gasp ve talan seferlerinde, toprağa emek vermeden, başkalarının verdiği emeğe ve yarattığı değerlere el koyma üzerine kurgulanmış yaşam tarzıyla ilgilidir. Bu tarzın tarih içinde ne bir yerleşim algısı ne de buna ilişkin bir kültür birikim ve mirasının olmaması bundandır.
Bu bir Osmanlı algısıdır; bulunduğu zaman ve mekanın gasp edilmiş değerlerini tüketmek üzere kurgulanmıştır. Bunun sonucu yerleşiklik, medeni gelişme başarılamamıştır. Bu nedenle Osmanlı İslam etkisinde kaldıkça İslam şeriatına, Bizans’tan etkilendikçe Bizans algılarıyla, Fars etkisinde kaldıkça da oradan gelen etkiler ya da bunların sentezleriyle oluşan bir üst yapılanma kurgusu içinde olmuştur. Bu eklektik yapı, hükmü altında yaşayan eski hiçbir kültürü özümseme durumunda olamamıştır. Kimi tarihçilerin iddiasının tersine, Osmanlı farklılıklara olumlu yaklaşımı sonucu değil; böylesi bir içselleştirmeyi, özümsemeyi, asimilasyonu yapabilecek ne potansiyeli ne de kültür birikimleri olmadığından başaramamıştır.
Tarih serüveninde, Osmanlı İmparatorluğu’nun birden çok başkent değiştirmesi, birden çok resmi dil üzerinden devlet ilişkilerini sürdürmesi, birden çok alfabeyle edebiyatını kurması da tamamen bu nedenle gündeme gelmiştir. Bütün bu veriler Osmanlı’da hukuk algısını da aynı aklın eseri olarak şekillendirmiştir; o an ne gerekiyorsa onu da egemen olanlar yapar, halkın bunu beklemekten ve sonuçlarına boyun eğmekten başka şansları yoktur.
Kanun-i Esasi 2. yılında yürürlükten kaldırıldı. 28 yıl sonra 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet yürürlüğü giriyor. Yürürlüğe giren yeni bir anayasa değil, eskisinin kendisiydi. Tarihçiler bu sürece Meşrutiyet’in II. aşaması adını verirler.
II.Meşrutiyet, aynı mantığın ürünü olarak, bir toplumsal değişimi hukuki olarak tanımlamak için değil, sürmekte olan sürecin güçler dengesine uygun bir düzenleme yapmak amacıyla ilan edilmiştir.
Anayasa bilinci bu yanıyla, sorunları örtme, idare-i maslahat olarak işlev görmüştür. Bu gelenek Osmanlı’nın yapısına da uygun olandı.
II.Meşrutiyet Osmanlı’nın 5 kasım 1922’de tasfiyesine kadar bir biçimde varlığını sürdürdü. Bu tarihe kadar da bu günleri çok iyi hatırlatan balans ayarlarıyla o anın gereklerine uygun düzenlemelere muhatap oldu. Kanun-i Esasi 14 yıl süren II. devresinde tam 7 kez değişikliğe uğradı (http://www.genbilim.com/content/view/1424/88/ ).
Anayasaların tarihin ve toplumun ilerlemesi karşısında her zaman tutucu olduklarını belirttim. Ancak bu statüler, alttan gelen büyük toplumsal değişimlerin hukuki ifadesi olma durumunda değillerse, siyasi iktidar dengelerine bağlı değişikliklere maruz kalıyorlarsa meşruiyetleri tartışma konusu olurlar. Bu aynı zamanda, çözümü beklenen toplumsal sorunların çözümsüzlüğünü yansıtır. Çözümsüzlüğü nispi reformlarla, anayasal düzlemde irili ufaklı ayarlamalarla geçiştirmek ise, onaylandığı gün değişikliği gündemde olacak bir anayasa oluşturmak demektir. Bunun adı anayasalı devlet olmak demektir; anayasal devlet ise bu gergin dengelerle oluşturulamaz.
21-24 ANAYASASI
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde anayasal düzenleme açısından gündeme gelen yöntemler de aynı mantığın geçerliliği olduğunu gösteriyordu. Teşkilat-ı Esasiye, Kanun-i Esasi’den sonra, Büyük Millet Meclisi hükümeti anayasası olarak 20 Ocak 1921’de ilan olundu. 23 maddeden oluşan bu anayasa o günün özgün koşullarını yansıtıyordu. İlk kez hakimiyetin millette olduğu ilan edilen bu yasanın, bir anayasa olup olmadığı tartışmalıdır. Hukuk normları, yazım tekniği açısından olduğu kadar Kanun-i Esasi’nin yürürlükten kaldırılmamış olması ve Teşkilat-ı Esasi’nin 23 maddesiyle çelişkili olmayan tüm maddelerin geçerli olduğunun teyit edilmesi, geçiş sürecinin Osmanlı’yla iç içeliğini anlatmaya yeterlidir.
Bir imparatorluk yıkılmaktadır; geride kalan topraklar ve kaderi belirlenmemiş etnik topluluklar ortamında farklılıkların birçok boyutunda yeni toplumsal, siyasal durumu izah edebilecek, bunu ifade edecek hukuki çerçeve yazımı, eskisinden kendini bağımsızlaştıramamaktadır. Ona yaslanmakta, yapılanın ciddi bir dönüşüm olabileceği konusunu anayasal bir metinde ifade etmekten çekinmektedir. Bunun için eskisiyle yenisini bir arada tutan, eski devletle yeni devleti bu yanıyla eklemleştiren bir algı hükmünü anayasa konusunda sürdürmeye devam etmektedir. Cumhuriyet bile, Kanun-i Esasiye dayalı Teşkilatı Esasi’nin bir kısım maddelerinin değiştirilmesiyle hukuki olarak resmileştiriliyordu.
Böylesine eklektik, böylesine tutucu, eski aklın devamında böylesine ısrarcı bir yönelim kaçınılmaz olarak, farklı planda kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyet’in sırtına ağır bir kambur yüklemiş oluyordu. Teşkilat-ı Esasiye ancak 3 yıl yaşayabildi. Yerini 24 Anayasasına terk etti.
Nitekim I. Meşrutiyet’ten bu güne geçen 135 yıllık süreçte anayasa sorununu bir türlü çözemeyen Türkiye, bu kamburun altında ezilmekten kurtulamamıştır.
Askeri iktidarların, darbecilerin elinde keyfi dayatmaların diktatörlüğü altında sürüp giden anayasalar ve balans ayarları, hiçbir zaman ülkemiz gerçekliğini tanımlama durumunda olmamıştır. Öyle ki, her bir anayasa girişimi ülkemizin temel bir sorununu örtme adına girişilmiş hukuki bir tiyatro durumunda olmuştur. Hukuk üzerinde bu türden tepinmelerin kaçınılmaz olarak toplumda yarattığı güvensizlik, çözümsüz sorunların son noktada bugün olduğu gibi ölüm kalım mücadelesi olarak gündeme gelmesini kaçınılmaz kılmıştır.
Osmanlı’nın anayasası Kanuni Esasi’nin padişaha verdiği yetkileri TC’nin cumhurbaşkanlığına devretmesi yanı sıra, farklılıklarımızı yok sayan statüleriyle TC’ye ait tüm anayasalar ülkenin gerçekliğini yok saymaya yönelik olarak şekillenmiştir.
Türkiye bir mozaik ülke. Osmanlı’nın dağılması sonrası onlarca etnik topluluk bir biçimde özgürlüğe yöneldi. Toprak ve siyasal olarak bağımsızlaştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulabileceği tek alan Anadolu’ydu. Anadolu ise birden çok etnik topluluğun anayurduydu. Bunun da ötesinde, uygarlıklar beşiğiydi. 1000 yıllık bir karanlık dönem üzerlerine çökmüş olmasına rağmen etnik dokularını korumuş, asimile olmaya direnmiş, kültür birikimleriyle uygarlığa yaptıkları tarihsel katkılarla bu güne kadar gelebilmişlerdi. Onlarda dünya güçler dengesinin açtığı yeni ufuklarda özgür ve bağımsız olma haklarına sahipti. Bu hak, başkasının haklarına tecavüz değildi.
Yerli halklar toprağı yaşama ilk kez açmış halklardı. Anavatanı olmanın tüm yetkileriyle bu toprakların yerlisi ve en köklü olanlarıydı. Balkanlarda, Arap Yarımadası’nda uluslar özgürlüğüne kavuşmuştu. Anadolu’da ise karanlık dönemler ısrarla sürüyordu. 20.yy ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yüzyılıydı. Bundan Türkler kadar diğer etnik topluluklarında yararlanma hakları vardı. Bunun için kimin kiminle ne türden bir dayanışma içinde olup olmadığının bir anlamı da yoktu. Bu bir kurtuluş mücadelesiydi, Kurtuluş Savaşı’nın Sovyetlerden yardımı ne ise, başkalarının alacağı yardımın da mahiyeti aynıydı. Dünya artık yeni bir çağa girmiş, her olay ve gelişme tüm dünyayla bağlantılıydı.
Lozan Anlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabesiydi. Bu anlaşmada uluslar önünde verilen sözler, atılan imzalar azınlıkların haklarını da koruyordu. Özellikle dil ve kültürel haklar, basım yayım ve düşünce özgürlüğünü ifade eden 39. maddesi açık ve sarihti. 39. maddenin 4. paragrafı şöyle demektedir;
“Türkiye vatandaşlarından hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır.”
Osmanlı aklı Cumhuriyet’te, hukuk ya da uluslararası hukuk diye bir şey tanımıyordu. Komplocu akıl, Lozan’ı atlatılması gereken bir aşama olarak görmüştü; geride kaldığı an onu inkar etmenin bir sakıncası yoktu. Anayasaları kendisi oluşturduğu gibi yürürlükten kaldırılması, balans ayarlarının yapılması, değiştirilmesi, onaylatılması da kendisine aitti. Hukuk sadece bir araçtı. Toplumsal sorunların hukuki alanda çözüm bulan bir yansıması ise, istenmeyen şeylerin başındaydı.
Ülkemizde anayasaların değişim süreci ve özelliği ülkemizin ne kadar kimliksiz bir ülke olarak sür güt bir çalkalanmadan geçtiğini gösteriyor. Bugüne dek durumun aynıyla sürmesi ise, sorunun kaynağında çok farklı nedenlerin ve çözüm yollarının bulunması gerektiğine işaret ediyor. 24 Anayasası 36 yıl süren uzun ömründe 5 kez önemli revizyonlara uğradı. Cumhuriyet kimliğini arıyordu, bir ayağı Osmanlı’da, bir ayağı belirsiz bir yerdeydi. Dünyadaki siyasal – ekonomik toplumsal çalkalanmaların ülkemize yansıması ölçüsünde bu kimlik arayışı da duvardan duvara çarparak devam ediyordu.
1929 krizi dünyayı sardığında Avrupa’da yükselen milliyetçi-ırkçı dalgalar, faşizm ve Nazizm’in iktidarlarına yol açıyordu. Dünya yeni bir savaşın eşiğine sürüklenirken bu etkiler altında ülkemiz kapalı bir ekonomiye ve siyasal açıdan ırkçı yönelimlere angaje oluyordu. 24 Anayasası bu süreçte defalarca değişikliklere uğrayıp zamanın ortamına kendini uydurma çabası veriyordu. Milliyetçilik, çirkin bir ırkçılık boyutuna bu süreçte tırmanıp durmuştu.
Toplum artan oranda bastırıldıkça, tek boyutluluk pervasız bir azgınlıkla akıl zorlaması tezlere tırmanıyordu; Güneş Dil Teorisi, Tarih Tezi, tek dil, tek bayrak, tek ulus argümanları üzerinde yaşanan coğrafyanın gerçekliğiyle hiçbir bağı olmaksızın cüretle ileri sürülüyordu. Bu dönem, 1925 - 1938 dönemidir ki ülkemizin en önemli ikinci büyük etnik topluluğu Kürtlerin hak arayışında maruz kaldıkları toplu katliam yıllarıdır. Anayasa bunu meşrulaştıran bir metinden öte anlama da sahip değildi. 24 Anayasasının 36 yıllık ömründe uğradığı revizyonlar, ülke gerçekliğini yansıtmaktan çok, dünyadaki gelişmeleri yansıtma çabasında olmuştur. Bu gelenek bir kez daha en avantajlı kesitlerde bile, ülke gerçekliğini yansıtabilecek bir anayasa yapılamayacağını göstermektedir.
61 ANAYASASI
Ülkemizde anayasayı kulisler yazar, iktidarlar uygular. Kulisler karanlık odaların prensleriyle doludur. Çoğu kişiye fantastik bir kavram gibi gelen oligarşik yönetim, bu ülkenin gerçek iktidarını oluşturur. Bunu daha iyi algılamak için ülkemizde yüksek kurulları incelemek yeterlidir. Bunlar arasında en ağırlıklı olanı ve en çok çelişkilerle dolu olanı Milli Güvenlik Kuruludur (MGK); Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK), Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) vb. onlarca kurumdan oluşan kombinezonların gücü ülkeyi yöneten güçtür. Bu yüksek kurullar arasındaki denge siyasetin yönü ve oluşacak gelişmelerin yönünü tayin eder. Bu yüzden hükümet olunsa da iktidar olunmayabilir. Oligarşi bu gücün bileşkesidir, arasındaki ittifaktır. Ülkede anayasa sorunu da buradan geçer. Oligarşi, her zaman aynı siyasal yönelime bakmaz, son on yılda önemli değişimlerin olduğu açıktır. Oligarşi içinde yeni kombinezonlar gelişti ve bu etkinin altında şekillenmeye başlayan bir süreç vardır. Anayasa taslağı bu dengelerin açtığı yoldan çıktı.
24 Anayasasından 61 Anayasasına gidilirken ortaya çıkan konjonktür, dünya ve ülke sorunları ortak ulusal çıkar çizgisi dışına çıkmadan nispi demokratik hakların yer aldığı bir anayasanın öne çıkmasını sağladı. Hiçbir zaman pratik bir anlamı olmayan 61 Anayasası, ülke tarihinin en demokratik anayasası olarak yorumlanır. Oysa bu anayasaya gidişte farklılıkların neler çektiğini bir kendileri bir Allah bilir; 27 Mayıs darbesinden dört gün sonra, Kürt halkının en nüfuzlu şahsiyetlerinin de aralarında olduğu 485 kişiyi, yalnızca “Kürt olması dolayısıyla” Sivas’a (Kabakyazı’da 5.Er. Eğitim Tugayı) sürgün eden darbeciler, hükümetlerinin Bakanlar Kurulu 7. toplantısında Kürtler için Doğu’dan Batı’ya göçürülmeleri için mevcut yasaların bile yetersiz olduğunu tartışabiliyordu (bu sürgünler arasında Mardin’den Erdem ailesi gibi birçok ailenin Arap olduğu ise hiçbir yerde dile getirilmemektedir).
27 Mayıs darbesi hükümetinin Bakanlar Kurulunun kendi vatandaşı için bu senaryoların peşinde koşturması, yapılan anayasanın nasıl bir mantıkla örüleceğini de yeterince açık ediyordu.
MBK’nın bir yetkilisi o dönem yaptığı açıklamada “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir.” (http://www.haberruzgari.com/Tarih/34251-27-MAYIS-DARBESININ-KURT-MA%C4%9EDURLARI.html )
Bu sözler bir milliyetçi faşistin rastgele söylediği sözler değildi. 27 Mayıs darbesi, sözde demokrasi amacıyla yapılmıştı. Ancak bu yalan, darbenin hemen ardından başvurulan etnik temizlik çabalarıyla açığa çıkıyordu; asimilasyon için sistemli çalışmalar (Devlet Planlama Teşkilatı Bünyesinde kurulan “DOĞU GRUBU”), Cumhuriyet Döneminin Şark Islah Planı, Mecburi İskan Kanunu ve en önemlisi Osmanlı’nın devamının bir ifadesi olan, İttihat ve Terakki’nin sürgün kararnamesine dayanarak Kürt gerçeğini yok etme planları, amaçlarını ortaya koymaya yeterliydi.
61 Anayasası ülkemizi tüm mozaiğiyle tanımlamama ısrarını sürdürüyordu. Milliyetçiydi. Anayasanın içerdiği şekli demokratik haklara karşın militarist bir anayasaydı ve militarizmini sonraki darbeler için zemin olarak bünyesinde taşıyordu. Sonuçta, şekli olan demokratik maddeleriyle birlikte 12 Mart 1971 darbesiyle ortadan kaldırılınca, arkasında duracak bir halk kitlesini bulamamıştı. Bugüne kadar süren anayasal kaoslarımızın kaynağında 27 Mayıs Anayasasının militarist mantığı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır; MGK’nın dün olduğu gibi bu gün de siyasete yön veren bir kambur olarak 27 Mayıs Anayasasının ürünü olduğunu hatırlamamız yeterlidir.
Cumhuriyet Osmanlı’nın devamı olarak her şeyi üstten dayatıyor, üsten alınan kararlarla da yürürlülükten kaldırılabiliyordu. Bu mantığın ürettiği anayasalar, ilan gününden itibaren zamanını tüketmiş gibi değişikliklere uğramaya başlar. 61 Anayasası da sonuncusu 16 Nisan 1974’te olmak üzere 7 kez değiştirilmiştir; değişiklikler onlarca maddeyi içermiştir. (http://www.genbilim.com/content/view/1424/88/ )
En önemli değişiklikler ise 12 Mart 1971 askeri faşist darbesiyle gerçekleşmiştir. Sistem sırtına yük gördüğü, ayakları yere basmayan, halkın da arkasında durmadığını gördüğü nispi özgürlük maddelerini bir darbeyle silip atmıştır. 12 Mart darbesinin anayasa algısı, bir hukuksuzluk algısıydı; bunu yerine getirmiştir.
82 ANAYASASI
Anayasal istikrar, anayasal devlet, toplum sözleşmesi diye toplumun dengelerini gözetecek bir yönelimi olmayan bu yaptırımlar, her defasında halkın sert muhalefetiyle karşı karşıya kalarak kefaretini ödemiştir. Anayasalarda bu ölçüde sık ve bu ölçüde erken değişikliğin nedeni de budur. Anayasal kimlik diye bir şey varsa bu ülkemiz açısından tam bir bunalım sürecinde yaşamıştır demek abartılı olmayacaktır. Bu yanıyla anayasal sorumsuzluk, egemen güçler için halka karşı bir güvenlik kararnamesine dönüşmüştür. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi rejiminin ortaya koyduğu anayasa bu sürecin son halkası gibidir. 12 Eylül rejimi, toplumsal mücadelelerin dayattığı değişimlerin hukuki ifadesi olan olmayan her türden demokratik hakkı çiğneyen, toplumun kimyasını da bozan 82 Anayasasıyla siyasal sistemini dizayn yapmıştır; 82 anayasası, 7 Kasım 1982 halk oylamasına sunulmuş, 9 Kasım 1982’da yürürlüğe girmiştir.
Yasaklar, kovuşturmalar, yaptırımlar, dayatmalar, tehditler, sıkıyönetimler, planlı programlı etnik temizleme çabaları, azınlıkların ve inanç farklılıkların inkarı ve yok edilmesi için düzenli çabalar bu anayasanın ürünü olmuştur. 82 Anayasasında tek millet söylemi, ırkçı bir söylem olarak yerini almıştır; “değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif edilemez” 1, 2, ve 3. maddeler, önceki anayasaların uzantısı olarak Anadolu gerçekliğine tamamen aykırı bir hüküm koyularak tek millet ilanı ve diğerlerinin inkarı üzerine kurgulanmıştır.
Bu ırkçı yaklaşımla başlayan 82 Anayasası, madde 26 da, “düşüncelerin açıklanması ve yayılması” ile ilgili olarak diktatörlük hükümlerini dayatmıştır; “gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kanunla yetkili kılınan merciin emriyle toplatılır” denilmiştir. Mahkeme kararları olup olmamasına bakmadan, güvenlik güçlerinin rahmeti altına alınan düşünce etkinlikleri dün gibi bu gün de ülkemizin kimyasını bozan 12 Eylül karanlığının ifadesi olarak 82 Anayasasında yerini bulmuştur.
54. madde de ise, mantık zorlamaları açık bir diktatörlük ifadesi gibidir; “Grev hakkı…iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz” denerek, emekçilerin en doğal hakkı, ölçüsü belli olmayan, soyut bir “niyet”in rahmetine terk edilmiştir. Buna “siyasi amaçlı grev… dayanışma grev… genel grev… işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve diğer direnişler yapılamaz” denilerek de faşizmi anayasanın temel siyasal eğilimi olarak belirlemiştir.
82 Anayasası, gerçek anlamda bir karşı devrim anayasasıdır. Toplumun tarihsel ilerlemesinin önünü kesen, yönü geriye doğru sayan, onaylandığı an değişmeye mahkum bir anayasa olarak doğmuştur. Bu nedenle, önceki anayasaların kaderini takip etmiş, her defasında onlarca maddesi değiştirilmek üzere 16 kez gözden geçirilmiştir. 82 Anayasası, toplum rahminde uzun süre ölü tutularak, toplumun sorunlarını kangrene çevirmiştir. Ülkemize en büyük zararı faşizan zehirleriyle veren 82 Anayasası çağdışı bir anayasa olarak tarihteki yerini almıştır.
12 EYLÜL 2010 ANAYASA PAKETİ
82 Anayasasını aşmak, toplumun kaderindeki bu karanlık belgeyi tarih çöplüğüne atmak ülkemizin tüm siyasal eğilimlerin sorunu olmuştur. Sağcılar, dinciler, liberaller ve bil cümle siyasal çevreler bu vebalden kurtulmak için çalışmıştır. Her eğilim kendi mantık dokusuyla farklı bir anayasa önerisi yaparak 82 Anayasasından çıkmak arzusu göstermiştir. Ancak hiç biri, tarihten çıkıp gelmiş haliyle, önceki anayasaları koltuk değneği olarak kullanmaktan ve temel mantığını sürdürmekten geri durmamıştır.
12 Eylül 2010 tarihli referanduma giderken ortaya konan anayasa taslağı da aynı mantığın ürünüdür. Çağlar değişiyor Cumhuriyet’teki Osmanlı aklı değişmiyordu. Anayasa paketi bu aklın bir ürünü olarak halkın önüne geliyor.
21.yy küreselleşme çağıdır. Bu yüzyılda iki farklı küreselleşme rekabet, hatta kıran kırana bir savaş halindedir.
Bir yanda emperyalist küreselleşme yer alıyor. Bu küreselleşme emperyalist çıkarların ikamesi için, dünyamızı savaşlara sürükleyen, nükleer silah yarışlarına, kıyımlara, işgallere, istilalara, kardeşi kardeşe kırdırmaya, “Yaratıcı Anarşi”lerle ülkeleri iç kanamalarla zayıf düşürmeye yönelik kirli global siyasetleri dayatan küreselleşmedir.
Diğer tarafta ise, kolektif insan aklının yarattığı teknoloji, bilim ve bilgi dönüşüm ağlarının üzerinde yükselen, en ücra köşedeki emek ve bilgiyi herkesin kazandığı paylaşım amacıyla evrensel üretime katan küreselleşmedir.
Bu küreselleşme, bilgi ağlarının ulaşım ve iletişim kanallarıyla, bilgi bankalarıyla yeni bir uygarlığa açılan küreselleşmedir. Bu küreselleşme, devrimci yükseliş çağında -kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında büyüdüğü gibi- uluslararası tekellerin kanatları altında gelişiyor olmasına karşın, onu yadsıyacak yeni bir üretim ilişkisini temsil eder. Bu küreselleşme, tarihle uyumlu küreselleşmedir, devrimci küreselleşmedir; her yeni üretim tarzının gelişme ve hakim olması için demokrasinin en derin ve en geniş tarzda ikamesine ihtiyaç duyar.
Bu nedenle çağımızın devrimciliği, demokrasi için mücadeledir demek yanlış olmayacaktır. Demokrasi, artık burjuvazinin liberalizmi değildir. Emperyalist-kapitalist sistemin hiçbir temel sınıfı ve iktidarı demokrasiyi sonuna kadar götürme şansına ne öznel ne de nesnel açıdan sahip değildir. Bu görev küresel üretim tarzının devrimci saflarına ait bir yönelimdir. Demokrasi mücadelesinin bu açıdan, gelecek adil ve eşit toplum kuruluşunun hukuki ifadelerinde haklı yerini alması zorunludur. Daha çok demokrasi bunun için uğruna mücadele edilecek programın esasını oluşturmaktadır. Bu yanıyla gerçek anlamda demokratik bir anayasa, burjuva iktidarların yarım yamalak liberalizminin ellerine terk edilmeyecek kadar toplumsal yaşantımızın devrimci talebidir.
Demokratik açılım bu nedenle tüm devrimcilerin omuz vermesi gereken bir yönelimdir. Bu, demokratik açılım iddiasında bulunan iktidarların gerçek yüzlerini, sığlıklarını açığa çıkarmak, sonuna kadar gidemeyeceklerini göstermek açısından da önemlidir. Demokrasi talebinde sonuna kadar tutarlı olanların yalnızca devrimcilerin olduğu; tarihle uyumlu, gelecek uygarlığın üretim tarzını temsil edecek ve bunu demokratik anayasasında hukuki olarak ifade edecek güçlerin yalnızca devrimci güçler olduğunun gösterilmesi gereklidir.
Her yönüyle demokratik yeni bir anayasa yerine, eskinin koltuk değnekleriyle, aynı algı ve eğilimlerin uzantısı olarak tek millet, tek dil, tek kültür dayatmasıyla farklılıkları inkar eden bir anayasa ikame etmek; bir liberal aldatmaca olduğu kadar, toplumun çözülmemiş temel sorunlarını artan bir kaosa sürüklemek demektir. Bu ise statüleriyle tarihe ve toplumun taleplerine karşı direnen sistemi yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Onaylandığı an süresi geçmiş bir anayasa bu aklın anayasasıdır.
82 Faşist Anayasasının yeni bir versiyonu olarak referanduma götürülen anayasa taslağı, tastamam böylesi bir anayasa önermesidir.
12 Eylül 2010 referanduma giden anayasa taslağı milliyetçidir. “Başlangıç” bölümüyle yaptığı ilk tanımlama, “biz Türk milleti” tanımlamasıdır. Bu farklılıkları açık ve sarih bir biçimde inkardır. Bu topraklarda Türk milleti kadar başka milletlerde bulunmaktadır ve tüm milletler Türk milleti gibi tarihi bir varlık ve değerdir.
Önceki anayasalardan daha fazla bir biçiminde ve ısrarla tek millet vurgusu yapılan bu anayasa taslağının 1. maddesi ise “ Atatürk Milliyetçiliği” diye anayasa yazım kurallarına bile aykırı bir tanımlamayla eskileri tekrar etmiştir; ne bilimsel ne de tarihi bir anlamı olan, uluslararası hiçbir manası bulunmayan bu tanım, keyfi olduğu kadar farklılıkları inkar tanımıdır.
45. maddede “eğitimin dili Türkçedir” diyerek, vergisini aldığı hiçbir farklı dil ve kültüre devletin eğitim vermeyeceğini ilan etmiştir; bu ise bir diktatörlüktür.
48. maddede ülkenin değişik etnik dokusundan, halkın oylarıyla parlamentoya gelen milletvekillerinin andı da “Türk milleti” adına yapılacağını belirterek meclis tek boyutlu hale getirilmiştir. Bunun gibi sıralanan ilkel milliyetçi maddeler anayasa taslağının anti demokratik bir taslak olduğuna yeterli göstergedir. Sorunlarımızın kaynağı da buradadır.
Tek boyutluluk demokratik değildir. Tersine devam eden ilkel aklın hukuki dayatmasıdır. Bu anayasa taslağının çapı da bu kadardır.
SONUÇ
Ortak ülkemiz birimizin değil de hepimizin ise bunu birbirimize her defasında kanıtlamak ve her hukuki tanımlamada ifade etmek gereklidir. Milliyetçi ilkelliğimizi aşmadan tarihle uyumlu bir ilerleme halkası yakalamamızın mümkünü yoktur. Bu ortam, artan toplumsal sorunlarımızın kaosudur. Bu bir bataklıktır ve her provokasyona açıktır. Bunun da tek sorumlusu devlet erkini elinde tutan güçlerdir. Bu zemin üzerinde yeniden üretilip duran ilkel akıllar kaldıkça da demokratik bir anayasaya erişim zordur.
Tarihle yüzleşmemiz burada anlam bulur. Bunun hukuki ifadesi de anayasada açıkça dile gelmelidir
3 Ağustos 2010
Tüm maddeleri demokratik olsa da ortak ülkemizin farklılıklarını tanımayan, onların hak ve hukukunu güvence altına almayan bir anayasa asla demokratik bir anayasa olamaz.
135 yılda oluşturulan 5 anayasa da despot, diktatör ve tek milletli anayasadır. 1876 Kanuni Esasi’sinde farklılıkları Osmanlı bileşkesinde tekleştiren anayasa mantığı, Cumhuriyet’teki Osmanlı aklı olarak; tek millet, tek dil, tek kültür, tek tarih olarak ırkçı, faşizan bir biçim almıştır.
Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu. Ancak aynı akılla yürümüştür; diktatörlük, askeri baskı anayasalarına dayanmıştır.
Bu topraklarda hiçbir anayasa, toplumsal bir dönüşümün ifadesi olmamıştır. Tersine, her biri onlarca maddesinin değiştirilmesiyle, birbirinin devamı iktidar güçler arasındaki dengeyi tanımlamaya çalışmıştır; tümünde de aynı mantık tekçi millet, tekçi dil, tekçi tarih ve kültür dayatması korunmuştur.
20. yüzyılda bu mantık, egemen siyasi yönelimi bir tür faşizanlık olarak şekillendirmiştir.
Bugün referanduma sunulan anayasa taslağı ise diğerlerinin devamı olarak demokratik olmanın çok uzağındadır. Tek boyutluluğuyla öncekilerin tekrarıdır; şekli bir demokratik açılım izleri taşıyan maddelerine rağmen, ülkemizin gerçek anlamda var olan farklılıklarını tanımlayıp, haklarını güvenceye alan bir anayasa değildir.
Referandumda tavrımızın BOYKOT olmasının temeli buna dayalıdır.
Onaylandığı an, tarihini doldurmuş olan bu anayasa, toplumsal temel sorunlarımızı aşacak olan tanımlamadan uzaktır. Ülke birlik ve barışı için ihtiyaç duyduğumuz bir anayasa değildir.
13 Eylül’den itibaren demokratik anayasa mücadelemiz gündemde olmaya devam edecektir.
***
Anayasa, devletin esas kuruluşunu ve vatandaş karşısındaki yükümlülüklerini, devletin kişilerle ve kişilerin birbirleriyle olan münasebetlerindeki temel hak ve hürriyetlerini belirten, tanınan bu hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasını engelleyecek yasama ve yargı sistemini kuran temel kanun olarak da tanımlanabilir.
Tanımı daha da geliştirip, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde yer alan yasaları da bu kapsama almak yanlış olmaz. Ancak hangi genişlik ve derinlikte olursa olsun tüm anayasalar statücüdür; sınır koyma metnidir. Hukuk metni olarak anayasa bu anlamıyla, tarih ve toplum hareketinin durmadan değişen ihtiyaçlarıyla sürekli çelişki halinde olmaya mahkumdur.
Tüm anayasalar hukuki açıdan tutucudur; onaylanma tarihlerinden itibaren, tarihin gerisine düşme handikabı içindedir.
Bundan dolayı anayasasız olmak, daha demokratik ve günceli yakalamada daha enerjik olmaktır. Demokratik devrimini yüz yıllar önce tamamlamış İngiltere’nin bu gün için de geçerli olmak üzere demokrasisi en dengeli ülke olma esprisi buradan kaynaklanır.
Anayasalar ülkelerin tanımıdır.
Anayasalar, ortak bir coğrafyada yaşam sürdüren ve belli bir siyasi erkin hükmü altında bulunan toplum ya da toplumların çok yönlü ilişkilerini tanımlarken, temel eksikliklerini ve temel sorunlarını da tanımlamış olurlar. Toplumlar, aşılmamış sorunların sancı ve kaoslarını dile getirirken anayasalara karşı gösterilen muhalif tutum bunun açık bir belirtisidir.
Ülke gerçekliğini, aşılmış sorunlarını, olası sorunlarını da aşmak üzere kapsamlı bir hukuk metni olarak düzenlenmemiş anayasaların bir toplum sözleşmesi olarak tecelli etmesi mümkün değildir. Böylesi anayasalar onay günü ertesinden itibaren toplumun tepki reflekslerini çekmeye başlar. Ülkenin temel sorunlarının aşılmasında ana hedef haline gelerek baskı altında olurlar. Bu ise hukuksal kaoslara yol açar ve toplumsal gerçeklik, aşılması gereken sorunlarıyla bir bütün olarak dengeye gelene kadar bu çelişki diriliğini korur.
Anayasalar, nesnel bir dönüşüm temelinde yenilenir ya da yazılırlar. Toplumsal ilişkilerin her yönüne belli ilkeler etrafında sınır getiren hukuki metin olarak anayasalar, bir sonuç olarak gündeme gelirler. Toplumsal dönüşümlerin, ilerleme ve değişimlerin hukuki tanımlaması olarak anayasaların dengesi söz konusu değişimleri tanımlama etkinliğine bağlıdır. Bu uyumun olduğu yerde anayasalar, bir toplum sözleşmesi olarak ilişkilerin düzenlenmesinde başvuru unsuru olurlar. Bu noktada olası her dengesizlik, anayasaları tartışma konusu yapar; onaylandığı an değiştirilmesi için muhalif hamlelere maruz kalan anayasaya uzun bir ömür biçmek mümkün değildir. Sık sık yeniden ayarlamalarla kimi maddeleri değiştirilmek zorunda kalınan anayasalar, toplumu temsil etmekten uzaktır demek de yanlış değildir.
En demokratik anayasaların bile, tarih karşısında geri bir konumu temsil ettiği koşulda, ülkemiz tarihinin hiçbir anayasası denge içinde ve sivil koşullarda oluşturulamamıştır.
135 yıldır kendini tanımlayamayan bir ülkedir Türkiye. Kendi gerçekliğini tanımlayamamış anayasaların ülkesi olarak toplum sözleşmeleri, gergin sözleşmeler olma özelliğini korumaya devam etmektedir. Bu da sık sık balans ayarlarının yapılmasına yol açmaktadır.
Osmanlıdan bu güne 5 anayasa oluşturuldu.
1. Kanun-i Esas-i (23 Aralık 1876). 119 Maddeden oluşmuştur. 7 kez değiştirilmiştir (1909-1918).
2. Teşkilat-ı Esasiye (20 Ocak 1921) 23 maddeden oluşmuştur. 1 Kez değiştirilmiştir.
3. 24 Anayasası (20 Nisan 1924) 105 Maddeden oluşmuştur. 5 Kez değiştirilmiştir (1928-1937).
4. 61 Anayasası ( Referandumda kabulü 9 Temmuz 1961) 157 Madde ve 22 geçici maddeden oluşmuştur. 7 Kez değiştirilmiştir (1969-1974).
5. 82 Anayasası (Halk oylamasıyla 7 Kasım 1982) 177 maddeden oluşmuştur. 16 kez değiştirilmiştir (1987-2008).
6. 12 Eylül 2010 Anayasası ( Referandum 12 Eylül 2010) Doğmadan ölmüştür.
1876 KANUNİ ESASİ
Kanun-i Esasi (I. Meşrutiyet), 1808 Senedi İttifak, 1839 Tanzimat (Gülhane-i hattı Hümayun) ve 1856 Islahat Fermanı’nın ardından gelen bir Osmanlı anayasasıdır. İster önce, ister sonrasında Kanun-i Esasi, bir sistem değişikliği ya da olağanüstü bir toplumsal değişimin sonucu olarak oluşturulan bir hukuki metin olmamıştır. Yürürlükte bulunan sistemin, ilişkilerin, egemen kastlar arası, güçler dengesinin yeniden tanımlanmasını ya da bir statüye bağlanmasını amaçlamış hukuki metinler olarak kaleme alınmıştır. Dönemin kendi özgünlüğü içinde bu metinlerin gerçek anlamda bir toplum sözleşmesi olmadığını anlamak için ise uzun süreye gerek bile kalmamaktadır. Kanunu ben koydum ben ilga ederim demek yeterli olmuştur. Bu nedenle, Kanun-i Esası ilanından iki yıl sonra yürürlükten kaldırılması gündeme gelmiştir (13 Şubat 1879).
Bu hukuk Osmanlı hukuksuzluğunun hukukuydu. Osmanlı aklının tarih içinden çıkıp geldiği sistemin yasalara karşı tutumuyla ilgilidir. Bu yanıyla Osmanlı kendiyle tutarlıdır demek yanlış değildir.
Osmanlı aklı, Kanun-i Esasiye karşı davranışta kendini bu yanıyla ifade eden bir akıldı. Ancak onun tarih derinliklerinde şekillenişi uzun bir serüvenin sonucudur. O da göçebe bir toplumun sür git Batı’ya doğru gasp ve talan seferlerinde, toprağa emek vermeden, başkalarının verdiği emeğe ve yarattığı değerlere el koyma üzerine kurgulanmış yaşam tarzıyla ilgilidir. Bu tarzın tarih içinde ne bir yerleşim algısı ne de buna ilişkin bir kültür birikim ve mirasının olmaması bundandır.
Bu bir Osmanlı algısıdır; bulunduğu zaman ve mekanın gasp edilmiş değerlerini tüketmek üzere kurgulanmıştır. Bunun sonucu yerleşiklik, medeni gelişme başarılamamıştır. Bu nedenle Osmanlı İslam etkisinde kaldıkça İslam şeriatına, Bizans’tan etkilendikçe Bizans algılarıyla, Fars etkisinde kaldıkça da oradan gelen etkiler ya da bunların sentezleriyle oluşan bir üst yapılanma kurgusu içinde olmuştur. Bu eklektik yapı, hükmü altında yaşayan eski hiçbir kültürü özümseme durumunda olamamıştır. Kimi tarihçilerin iddiasının tersine, Osmanlı farklılıklara olumlu yaklaşımı sonucu değil; böylesi bir içselleştirmeyi, özümsemeyi, asimilasyonu yapabilecek ne potansiyeli ne de kültür birikimleri olmadığından başaramamıştır.
Tarih serüveninde, Osmanlı İmparatorluğu’nun birden çok başkent değiştirmesi, birden çok resmi dil üzerinden devlet ilişkilerini sürdürmesi, birden çok alfabeyle edebiyatını kurması da tamamen bu nedenle gündeme gelmiştir. Bütün bu veriler Osmanlı’da hukuk algısını da aynı aklın eseri olarak şekillendirmiştir; o an ne gerekiyorsa onu da egemen olanlar yapar, halkın bunu beklemekten ve sonuçlarına boyun eğmekten başka şansları yoktur.
Kanun-i Esasi 2. yılında yürürlükten kaldırıldı. 28 yıl sonra 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet yürürlüğü giriyor. Yürürlüğe giren yeni bir anayasa değil, eskisinin kendisiydi. Tarihçiler bu sürece Meşrutiyet’in II. aşaması adını verirler.
II.Meşrutiyet, aynı mantığın ürünü olarak, bir toplumsal değişimi hukuki olarak tanımlamak için değil, sürmekte olan sürecin güçler dengesine uygun bir düzenleme yapmak amacıyla ilan edilmiştir.
Anayasa bilinci bu yanıyla, sorunları örtme, idare-i maslahat olarak işlev görmüştür. Bu gelenek Osmanlı’nın yapısına da uygun olandı.
II.Meşrutiyet Osmanlı’nın 5 kasım 1922’de tasfiyesine kadar bir biçimde varlığını sürdürdü. Bu tarihe kadar da bu günleri çok iyi hatırlatan balans ayarlarıyla o anın gereklerine uygun düzenlemelere muhatap oldu. Kanun-i Esasi 14 yıl süren II. devresinde tam 7 kez değişikliğe uğradı (http://www.genbilim.com/content/view/1424/88/ ).
Anayasaların tarihin ve toplumun ilerlemesi karşısında her zaman tutucu olduklarını belirttim. Ancak bu statüler, alttan gelen büyük toplumsal değişimlerin hukuki ifadesi olma durumunda değillerse, siyasi iktidar dengelerine bağlı değişikliklere maruz kalıyorlarsa meşruiyetleri tartışma konusu olurlar. Bu aynı zamanda, çözümü beklenen toplumsal sorunların çözümsüzlüğünü yansıtır. Çözümsüzlüğü nispi reformlarla, anayasal düzlemde irili ufaklı ayarlamalarla geçiştirmek ise, onaylandığı gün değişikliği gündemde olacak bir anayasa oluşturmak demektir. Bunun adı anayasalı devlet olmak demektir; anayasal devlet ise bu gergin dengelerle oluşturulamaz.
21-24 ANAYASASI
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde anayasal düzenleme açısından gündeme gelen yöntemler de aynı mantığın geçerliliği olduğunu gösteriyordu. Teşkilat-ı Esasiye, Kanun-i Esasi’den sonra, Büyük Millet Meclisi hükümeti anayasası olarak 20 Ocak 1921’de ilan olundu. 23 maddeden oluşan bu anayasa o günün özgün koşullarını yansıtıyordu. İlk kez hakimiyetin millette olduğu ilan edilen bu yasanın, bir anayasa olup olmadığı tartışmalıdır. Hukuk normları, yazım tekniği açısından olduğu kadar Kanun-i Esasi’nin yürürlükten kaldırılmamış olması ve Teşkilat-ı Esasi’nin 23 maddesiyle çelişkili olmayan tüm maddelerin geçerli olduğunun teyit edilmesi, geçiş sürecinin Osmanlı’yla iç içeliğini anlatmaya yeterlidir.
Bir imparatorluk yıkılmaktadır; geride kalan topraklar ve kaderi belirlenmemiş etnik topluluklar ortamında farklılıkların birçok boyutunda yeni toplumsal, siyasal durumu izah edebilecek, bunu ifade edecek hukuki çerçeve yazımı, eskisinden kendini bağımsızlaştıramamaktadır. Ona yaslanmakta, yapılanın ciddi bir dönüşüm olabileceği konusunu anayasal bir metinde ifade etmekten çekinmektedir. Bunun için eskisiyle yenisini bir arada tutan, eski devletle yeni devleti bu yanıyla eklemleştiren bir algı hükmünü anayasa konusunda sürdürmeye devam etmektedir. Cumhuriyet bile, Kanun-i Esasiye dayalı Teşkilatı Esasi’nin bir kısım maddelerinin değiştirilmesiyle hukuki olarak resmileştiriliyordu.
Böylesine eklektik, böylesine tutucu, eski aklın devamında böylesine ısrarcı bir yönelim kaçınılmaz olarak, farklı planda kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyet’in sırtına ağır bir kambur yüklemiş oluyordu. Teşkilat-ı Esasiye ancak 3 yıl yaşayabildi. Yerini 24 Anayasasına terk etti.
Nitekim I. Meşrutiyet’ten bu güne geçen 135 yıllık süreçte anayasa sorununu bir türlü çözemeyen Türkiye, bu kamburun altında ezilmekten kurtulamamıştır.
Askeri iktidarların, darbecilerin elinde keyfi dayatmaların diktatörlüğü altında sürüp giden anayasalar ve balans ayarları, hiçbir zaman ülkemiz gerçekliğini tanımlama durumunda olmamıştır. Öyle ki, her bir anayasa girişimi ülkemizin temel bir sorununu örtme adına girişilmiş hukuki bir tiyatro durumunda olmuştur. Hukuk üzerinde bu türden tepinmelerin kaçınılmaz olarak toplumda yarattığı güvensizlik, çözümsüz sorunların son noktada bugün olduğu gibi ölüm kalım mücadelesi olarak gündeme gelmesini kaçınılmaz kılmıştır.
Osmanlı’nın anayasası Kanuni Esasi’nin padişaha verdiği yetkileri TC’nin cumhurbaşkanlığına devretmesi yanı sıra, farklılıklarımızı yok sayan statüleriyle TC’ye ait tüm anayasalar ülkenin gerçekliğini yok saymaya yönelik olarak şekillenmiştir.
Türkiye bir mozaik ülke. Osmanlı’nın dağılması sonrası onlarca etnik topluluk bir biçimde özgürlüğe yöneldi. Toprak ve siyasal olarak bağımsızlaştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulabileceği tek alan Anadolu’ydu. Anadolu ise birden çok etnik topluluğun anayurduydu. Bunun da ötesinde, uygarlıklar beşiğiydi. 1000 yıllık bir karanlık dönem üzerlerine çökmüş olmasına rağmen etnik dokularını korumuş, asimile olmaya direnmiş, kültür birikimleriyle uygarlığa yaptıkları tarihsel katkılarla bu güne kadar gelebilmişlerdi. Onlarda dünya güçler dengesinin açtığı yeni ufuklarda özgür ve bağımsız olma haklarına sahipti. Bu hak, başkasının haklarına tecavüz değildi.
Yerli halklar toprağı yaşama ilk kez açmış halklardı. Anavatanı olmanın tüm yetkileriyle bu toprakların yerlisi ve en köklü olanlarıydı. Balkanlarda, Arap Yarımadası’nda uluslar özgürlüğüne kavuşmuştu. Anadolu’da ise karanlık dönemler ısrarla sürüyordu. 20.yy ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yüzyılıydı. Bundan Türkler kadar diğer etnik topluluklarında yararlanma hakları vardı. Bunun için kimin kiminle ne türden bir dayanışma içinde olup olmadığının bir anlamı da yoktu. Bu bir kurtuluş mücadelesiydi, Kurtuluş Savaşı’nın Sovyetlerden yardımı ne ise, başkalarının alacağı yardımın da mahiyeti aynıydı. Dünya artık yeni bir çağa girmiş, her olay ve gelişme tüm dünyayla bağlantılıydı.
Lozan Anlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabesiydi. Bu anlaşmada uluslar önünde verilen sözler, atılan imzalar azınlıkların haklarını da koruyordu. Özellikle dil ve kültürel haklar, basım yayım ve düşünce özgürlüğünü ifade eden 39. maddesi açık ve sarihti. 39. maddenin 4. paragrafı şöyle demektedir;
“Türkiye vatandaşlarından hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır.”
Osmanlı aklı Cumhuriyet’te, hukuk ya da uluslararası hukuk diye bir şey tanımıyordu. Komplocu akıl, Lozan’ı atlatılması gereken bir aşama olarak görmüştü; geride kaldığı an onu inkar etmenin bir sakıncası yoktu. Anayasaları kendisi oluşturduğu gibi yürürlükten kaldırılması, balans ayarlarının yapılması, değiştirilmesi, onaylatılması da kendisine aitti. Hukuk sadece bir araçtı. Toplumsal sorunların hukuki alanda çözüm bulan bir yansıması ise, istenmeyen şeylerin başındaydı.
Ülkemizde anayasaların değişim süreci ve özelliği ülkemizin ne kadar kimliksiz bir ülke olarak sür güt bir çalkalanmadan geçtiğini gösteriyor. Bugüne dek durumun aynıyla sürmesi ise, sorunun kaynağında çok farklı nedenlerin ve çözüm yollarının bulunması gerektiğine işaret ediyor. 24 Anayasası 36 yıl süren uzun ömründe 5 kez önemli revizyonlara uğradı. Cumhuriyet kimliğini arıyordu, bir ayağı Osmanlı’da, bir ayağı belirsiz bir yerdeydi. Dünyadaki siyasal – ekonomik toplumsal çalkalanmaların ülkemize yansıması ölçüsünde bu kimlik arayışı da duvardan duvara çarparak devam ediyordu.
1929 krizi dünyayı sardığında Avrupa’da yükselen milliyetçi-ırkçı dalgalar, faşizm ve Nazizm’in iktidarlarına yol açıyordu. Dünya yeni bir savaşın eşiğine sürüklenirken bu etkiler altında ülkemiz kapalı bir ekonomiye ve siyasal açıdan ırkçı yönelimlere angaje oluyordu. 24 Anayasası bu süreçte defalarca değişikliklere uğrayıp zamanın ortamına kendini uydurma çabası veriyordu. Milliyetçilik, çirkin bir ırkçılık boyutuna bu süreçte tırmanıp durmuştu.
Toplum artan oranda bastırıldıkça, tek boyutluluk pervasız bir azgınlıkla akıl zorlaması tezlere tırmanıyordu; Güneş Dil Teorisi, Tarih Tezi, tek dil, tek bayrak, tek ulus argümanları üzerinde yaşanan coğrafyanın gerçekliğiyle hiçbir bağı olmaksızın cüretle ileri sürülüyordu. Bu dönem, 1925 - 1938 dönemidir ki ülkemizin en önemli ikinci büyük etnik topluluğu Kürtlerin hak arayışında maruz kaldıkları toplu katliam yıllarıdır. Anayasa bunu meşrulaştıran bir metinden öte anlama da sahip değildi. 24 Anayasasının 36 yıllık ömründe uğradığı revizyonlar, ülke gerçekliğini yansıtmaktan çok, dünyadaki gelişmeleri yansıtma çabasında olmuştur. Bu gelenek bir kez daha en avantajlı kesitlerde bile, ülke gerçekliğini yansıtabilecek bir anayasa yapılamayacağını göstermektedir.
61 ANAYASASI
Ülkemizde anayasayı kulisler yazar, iktidarlar uygular. Kulisler karanlık odaların prensleriyle doludur. Çoğu kişiye fantastik bir kavram gibi gelen oligarşik yönetim, bu ülkenin gerçek iktidarını oluşturur. Bunu daha iyi algılamak için ülkemizde yüksek kurulları incelemek yeterlidir. Bunlar arasında en ağırlıklı olanı ve en çok çelişkilerle dolu olanı Milli Güvenlik Kuruludur (MGK); Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK), Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) vb. onlarca kurumdan oluşan kombinezonların gücü ülkeyi yöneten güçtür. Bu yüksek kurullar arasındaki denge siyasetin yönü ve oluşacak gelişmelerin yönünü tayin eder. Bu yüzden hükümet olunsa da iktidar olunmayabilir. Oligarşi bu gücün bileşkesidir, arasındaki ittifaktır. Ülkede anayasa sorunu da buradan geçer. Oligarşi, her zaman aynı siyasal yönelime bakmaz, son on yılda önemli değişimlerin olduğu açıktır. Oligarşi içinde yeni kombinezonlar gelişti ve bu etkinin altında şekillenmeye başlayan bir süreç vardır. Anayasa taslağı bu dengelerin açtığı yoldan çıktı.
24 Anayasasından 61 Anayasasına gidilirken ortaya çıkan konjonktür, dünya ve ülke sorunları ortak ulusal çıkar çizgisi dışına çıkmadan nispi demokratik hakların yer aldığı bir anayasanın öne çıkmasını sağladı. Hiçbir zaman pratik bir anlamı olmayan 61 Anayasası, ülke tarihinin en demokratik anayasası olarak yorumlanır. Oysa bu anayasaya gidişte farklılıkların neler çektiğini bir kendileri bir Allah bilir; 27 Mayıs darbesinden dört gün sonra, Kürt halkının en nüfuzlu şahsiyetlerinin de aralarında olduğu 485 kişiyi, yalnızca “Kürt olması dolayısıyla” Sivas’a (Kabakyazı’da 5.Er. Eğitim Tugayı) sürgün eden darbeciler, hükümetlerinin Bakanlar Kurulu 7. toplantısında Kürtler için Doğu’dan Batı’ya göçürülmeleri için mevcut yasaların bile yetersiz olduğunu tartışabiliyordu (bu sürgünler arasında Mardin’den Erdem ailesi gibi birçok ailenin Arap olduğu ise hiçbir yerde dile getirilmemektedir).
27 Mayıs darbesi hükümetinin Bakanlar Kurulunun kendi vatandaşı için bu senaryoların peşinde koşturması, yapılan anayasanın nasıl bir mantıkla örüleceğini de yeterince açık ediyordu.
MBK’nın bir yetkilisi o dönem yaptığı açıklamada “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir.” (http://www.haberruzgari.com/Tarih/34251-27-MAYIS-DARBESININ-KURT-MA%C4%9EDURLARI.html )
Bu sözler bir milliyetçi faşistin rastgele söylediği sözler değildi. 27 Mayıs darbesi, sözde demokrasi amacıyla yapılmıştı. Ancak bu yalan, darbenin hemen ardından başvurulan etnik temizlik çabalarıyla açığa çıkıyordu; asimilasyon için sistemli çalışmalar (Devlet Planlama Teşkilatı Bünyesinde kurulan “DOĞU GRUBU”), Cumhuriyet Döneminin Şark Islah Planı, Mecburi İskan Kanunu ve en önemlisi Osmanlı’nın devamının bir ifadesi olan, İttihat ve Terakki’nin sürgün kararnamesine dayanarak Kürt gerçeğini yok etme planları, amaçlarını ortaya koymaya yeterliydi.
61 Anayasası ülkemizi tüm mozaiğiyle tanımlamama ısrarını sürdürüyordu. Milliyetçiydi. Anayasanın içerdiği şekli demokratik haklara karşın militarist bir anayasaydı ve militarizmini sonraki darbeler için zemin olarak bünyesinde taşıyordu. Sonuçta, şekli olan demokratik maddeleriyle birlikte 12 Mart 1971 darbesiyle ortadan kaldırılınca, arkasında duracak bir halk kitlesini bulamamıştı. Bugüne kadar süren anayasal kaoslarımızın kaynağında 27 Mayıs Anayasasının militarist mantığı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır; MGK’nın dün olduğu gibi bu gün de siyasete yön veren bir kambur olarak 27 Mayıs Anayasasının ürünü olduğunu hatırlamamız yeterlidir.
Cumhuriyet Osmanlı’nın devamı olarak her şeyi üstten dayatıyor, üsten alınan kararlarla da yürürlülükten kaldırılabiliyordu. Bu mantığın ürettiği anayasalar, ilan gününden itibaren zamanını tüketmiş gibi değişikliklere uğramaya başlar. 61 Anayasası da sonuncusu 16 Nisan 1974’te olmak üzere 7 kez değiştirilmiştir; değişiklikler onlarca maddeyi içermiştir. (http://www.genbilim.com/content/view/1424/88/ )
En önemli değişiklikler ise 12 Mart 1971 askeri faşist darbesiyle gerçekleşmiştir. Sistem sırtına yük gördüğü, ayakları yere basmayan, halkın da arkasında durmadığını gördüğü nispi özgürlük maddelerini bir darbeyle silip atmıştır. 12 Mart darbesinin anayasa algısı, bir hukuksuzluk algısıydı; bunu yerine getirmiştir.
82 ANAYASASI
Anayasal istikrar, anayasal devlet, toplum sözleşmesi diye toplumun dengelerini gözetecek bir yönelimi olmayan bu yaptırımlar, her defasında halkın sert muhalefetiyle karşı karşıya kalarak kefaretini ödemiştir. Anayasalarda bu ölçüde sık ve bu ölçüde erken değişikliğin nedeni de budur. Anayasal kimlik diye bir şey varsa bu ülkemiz açısından tam bir bunalım sürecinde yaşamıştır demek abartılı olmayacaktır. Bu yanıyla anayasal sorumsuzluk, egemen güçler için halka karşı bir güvenlik kararnamesine dönüşmüştür. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi rejiminin ortaya koyduğu anayasa bu sürecin son halkası gibidir. 12 Eylül rejimi, toplumsal mücadelelerin dayattığı değişimlerin hukuki ifadesi olan olmayan her türden demokratik hakkı çiğneyen, toplumun kimyasını da bozan 82 Anayasasıyla siyasal sistemini dizayn yapmıştır; 82 anayasası, 7 Kasım 1982 halk oylamasına sunulmuş, 9 Kasım 1982’da yürürlüğe girmiştir.
Yasaklar, kovuşturmalar, yaptırımlar, dayatmalar, tehditler, sıkıyönetimler, planlı programlı etnik temizleme çabaları, azınlıkların ve inanç farklılıkların inkarı ve yok edilmesi için düzenli çabalar bu anayasanın ürünü olmuştur. 82 Anayasasında tek millet söylemi, ırkçı bir söylem olarak yerini almıştır; “değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif edilemez” 1, 2, ve 3. maddeler, önceki anayasaların uzantısı olarak Anadolu gerçekliğine tamamen aykırı bir hüküm koyularak tek millet ilanı ve diğerlerinin inkarı üzerine kurgulanmıştır.
Bu ırkçı yaklaşımla başlayan 82 Anayasası, madde 26 da, “düşüncelerin açıklanması ve yayılması” ile ilgili olarak diktatörlük hükümlerini dayatmıştır; “gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kanunla yetkili kılınan merciin emriyle toplatılır” denilmiştir. Mahkeme kararları olup olmamasına bakmadan, güvenlik güçlerinin rahmeti altına alınan düşünce etkinlikleri dün gibi bu gün de ülkemizin kimyasını bozan 12 Eylül karanlığının ifadesi olarak 82 Anayasasında yerini bulmuştur.
54. madde de ise, mantık zorlamaları açık bir diktatörlük ifadesi gibidir; “Grev hakkı…iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz” denerek, emekçilerin en doğal hakkı, ölçüsü belli olmayan, soyut bir “niyet”in rahmetine terk edilmiştir. Buna “siyasi amaçlı grev… dayanışma grev… genel grev… işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve diğer direnişler yapılamaz” denilerek de faşizmi anayasanın temel siyasal eğilimi olarak belirlemiştir.
82 Anayasası, gerçek anlamda bir karşı devrim anayasasıdır. Toplumun tarihsel ilerlemesinin önünü kesen, yönü geriye doğru sayan, onaylandığı an değişmeye mahkum bir anayasa olarak doğmuştur. Bu nedenle, önceki anayasaların kaderini takip etmiş, her defasında onlarca maddesi değiştirilmek üzere 16 kez gözden geçirilmiştir. 82 Anayasası, toplum rahminde uzun süre ölü tutularak, toplumun sorunlarını kangrene çevirmiştir. Ülkemize en büyük zararı faşizan zehirleriyle veren 82 Anayasası çağdışı bir anayasa olarak tarihteki yerini almıştır.
12 EYLÜL 2010 ANAYASA PAKETİ
82 Anayasasını aşmak, toplumun kaderindeki bu karanlık belgeyi tarih çöplüğüne atmak ülkemizin tüm siyasal eğilimlerin sorunu olmuştur. Sağcılar, dinciler, liberaller ve bil cümle siyasal çevreler bu vebalden kurtulmak için çalışmıştır. Her eğilim kendi mantık dokusuyla farklı bir anayasa önerisi yaparak 82 Anayasasından çıkmak arzusu göstermiştir. Ancak hiç biri, tarihten çıkıp gelmiş haliyle, önceki anayasaları koltuk değneği olarak kullanmaktan ve temel mantığını sürdürmekten geri durmamıştır.
12 Eylül 2010 tarihli referanduma giderken ortaya konan anayasa taslağı da aynı mantığın ürünüdür. Çağlar değişiyor Cumhuriyet’teki Osmanlı aklı değişmiyordu. Anayasa paketi bu aklın bir ürünü olarak halkın önüne geliyor.
21.yy küreselleşme çağıdır. Bu yüzyılda iki farklı küreselleşme rekabet, hatta kıran kırana bir savaş halindedir.
Bir yanda emperyalist küreselleşme yer alıyor. Bu küreselleşme emperyalist çıkarların ikamesi için, dünyamızı savaşlara sürükleyen, nükleer silah yarışlarına, kıyımlara, işgallere, istilalara, kardeşi kardeşe kırdırmaya, “Yaratıcı Anarşi”lerle ülkeleri iç kanamalarla zayıf düşürmeye yönelik kirli global siyasetleri dayatan küreselleşmedir.
Diğer tarafta ise, kolektif insan aklının yarattığı teknoloji, bilim ve bilgi dönüşüm ağlarının üzerinde yükselen, en ücra köşedeki emek ve bilgiyi herkesin kazandığı paylaşım amacıyla evrensel üretime katan küreselleşmedir.
Bu küreselleşme, bilgi ağlarının ulaşım ve iletişim kanallarıyla, bilgi bankalarıyla yeni bir uygarlığa açılan küreselleşmedir. Bu küreselleşme, devrimci yükseliş çağında -kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında büyüdüğü gibi- uluslararası tekellerin kanatları altında gelişiyor olmasına karşın, onu yadsıyacak yeni bir üretim ilişkisini temsil eder. Bu küreselleşme, tarihle uyumlu küreselleşmedir, devrimci küreselleşmedir; her yeni üretim tarzının gelişme ve hakim olması için demokrasinin en derin ve en geniş tarzda ikamesine ihtiyaç duyar.
Bu nedenle çağımızın devrimciliği, demokrasi için mücadeledir demek yanlış olmayacaktır. Demokrasi, artık burjuvazinin liberalizmi değildir. Emperyalist-kapitalist sistemin hiçbir temel sınıfı ve iktidarı demokrasiyi sonuna kadar götürme şansına ne öznel ne de nesnel açıdan sahip değildir. Bu görev küresel üretim tarzının devrimci saflarına ait bir yönelimdir. Demokrasi mücadelesinin bu açıdan, gelecek adil ve eşit toplum kuruluşunun hukuki ifadelerinde haklı yerini alması zorunludur. Daha çok demokrasi bunun için uğruna mücadele edilecek programın esasını oluşturmaktadır. Bu yanıyla gerçek anlamda demokratik bir anayasa, burjuva iktidarların yarım yamalak liberalizminin ellerine terk edilmeyecek kadar toplumsal yaşantımızın devrimci talebidir.
Demokratik açılım bu nedenle tüm devrimcilerin omuz vermesi gereken bir yönelimdir. Bu, demokratik açılım iddiasında bulunan iktidarların gerçek yüzlerini, sığlıklarını açığa çıkarmak, sonuna kadar gidemeyeceklerini göstermek açısından da önemlidir. Demokrasi talebinde sonuna kadar tutarlı olanların yalnızca devrimcilerin olduğu; tarihle uyumlu, gelecek uygarlığın üretim tarzını temsil edecek ve bunu demokratik anayasasında hukuki olarak ifade edecek güçlerin yalnızca devrimci güçler olduğunun gösterilmesi gereklidir.
Her yönüyle demokratik yeni bir anayasa yerine, eskinin koltuk değnekleriyle, aynı algı ve eğilimlerin uzantısı olarak tek millet, tek dil, tek kültür dayatmasıyla farklılıkları inkar eden bir anayasa ikame etmek; bir liberal aldatmaca olduğu kadar, toplumun çözülmemiş temel sorunlarını artan bir kaosa sürüklemek demektir. Bu ise statüleriyle tarihe ve toplumun taleplerine karşı direnen sistemi yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Onaylandığı an süresi geçmiş bir anayasa bu aklın anayasasıdır.
82 Faşist Anayasasının yeni bir versiyonu olarak referanduma götürülen anayasa taslağı, tastamam böylesi bir anayasa önermesidir.
12 Eylül 2010 referanduma giden anayasa taslağı milliyetçidir. “Başlangıç” bölümüyle yaptığı ilk tanımlama, “biz Türk milleti” tanımlamasıdır. Bu farklılıkları açık ve sarih bir biçimde inkardır. Bu topraklarda Türk milleti kadar başka milletlerde bulunmaktadır ve tüm milletler Türk milleti gibi tarihi bir varlık ve değerdir.
Önceki anayasalardan daha fazla bir biçiminde ve ısrarla tek millet vurgusu yapılan bu anayasa taslağının 1. maddesi ise “ Atatürk Milliyetçiliği” diye anayasa yazım kurallarına bile aykırı bir tanımlamayla eskileri tekrar etmiştir; ne bilimsel ne de tarihi bir anlamı olan, uluslararası hiçbir manası bulunmayan bu tanım, keyfi olduğu kadar farklılıkları inkar tanımıdır.
45. maddede “eğitimin dili Türkçedir” diyerek, vergisini aldığı hiçbir farklı dil ve kültüre devletin eğitim vermeyeceğini ilan etmiştir; bu ise bir diktatörlüktür.
48. maddede ülkenin değişik etnik dokusundan, halkın oylarıyla parlamentoya gelen milletvekillerinin andı da “Türk milleti” adına yapılacağını belirterek meclis tek boyutlu hale getirilmiştir. Bunun gibi sıralanan ilkel milliyetçi maddeler anayasa taslağının anti demokratik bir taslak olduğuna yeterli göstergedir. Sorunlarımızın kaynağı da buradadır.
Tek boyutluluk demokratik değildir. Tersine devam eden ilkel aklın hukuki dayatmasıdır. Bu anayasa taslağının çapı da bu kadardır.
SONUÇ
Ortak ülkemiz birimizin değil de hepimizin ise bunu birbirimize her defasında kanıtlamak ve her hukuki tanımlamada ifade etmek gereklidir. Milliyetçi ilkelliğimizi aşmadan tarihle uyumlu bir ilerleme halkası yakalamamızın mümkünü yoktur. Bu ortam, artan toplumsal sorunlarımızın kaosudur. Bu bir bataklıktır ve her provokasyona açıktır. Bunun da tek sorumlusu devlet erkini elinde tutan güçlerdir. Bu zemin üzerinde yeniden üretilip duran ilkel akıllar kaldıkça da demokratik bir anayasaya erişim zordur.
Tarihle yüzleşmemiz burada anlam bulur. Bunun hukuki ifadesi de anayasada açıkça dile gelmelidir
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder