HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

2 Ağustos 2010 Pazartesi

ANAYASALAR VE REFERANDUM

Mihrac Ural

3 Ağustos 2010

Tüm maddeleri demokratik olsa da ortak ülkemizin farklılıklarını tanımayan, onların hak ve hukukunu güvence altına almayan bir anayasa asla demokratik bir anayasa olamaz.

135 yılda oluşturulan 5 anayasa da despot, diktatör ve tek milletli anayasadır. 1876 Kanuni Esasi’sinde farklılıkları Osmanlı bileşkesinde tekleştiren anayasa mantığı, Cumhuriyet’teki Osmanlı aklı olarak; tek millet, tek dil, tek kültür, tek tarih olarak ırkçı, faşizan bir biçim almıştır.

Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu. Ancak aynı akılla yürümüştür; diktatörlük, askeri baskı anayasalarına dayanmıştır.

Bu topraklarda hiçbir anayasa, toplumsal bir dönüşümün ifadesi olmamıştır. Tersine, her biri onlarca maddesinin değiştirilmesiyle, birbirinin devamı iktidar güçler arasındaki dengeyi tanımlamaya çalışmıştır; tümünde de aynı mantık tekçi millet, tekçi dil, tekçi tarih ve kültür dayatması korunmuştur.

20. yüzyılda bu mantık, egemen siyasi yönelimi bir tür faşizanlık olarak şekillendirmiştir.

Bugün referanduma sunulan anayasa taslağı ise diğerlerinin devamı olarak demokratik olmanın çok uzağındadır. Tek boyutluluğuyla öncekilerin tekrarıdır; şekli bir demokratik açılım izleri taşıyan maddelerine rağmen, ülkemizin gerçek anlamda var olan farklılıklarını tanımlayıp, haklarını güvenceye alan bir anayasa değildir.

Referandumda tavrımızın BOYKOT olmasının temeli buna dayalıdır.

Onaylandığı an, tarihini doldurmuş olan bu anayasa, toplumsal temel sorunlarımızı aşacak olan tanımlamadan uzaktır. Ülke birlik ve barışı için ihtiyaç duyduğumuz bir anayasa değildir.

13 Eylül’den itibaren demokratik anayasa mücadelemiz gündemde olmaya devam edecektir.


***

Anayasa, devletin esas kuruluşunu ve vatandaş karşısındaki yükümlülüklerini, devletin kişilerle ve kişilerin birbirleriyle olan münasebetlerindeki temel hak ve hürriyetlerini belirten, tanınan bu hak ve hürriyetlerinin kısıtlanmasını engelleyecek yasama ve yargı sistemini kuran temel kanun olarak da tanımlanabilir.
Tanımı daha da geliştirip, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde yer alan yasaları da bu kapsama almak yanlış olmaz. Ancak hangi genişlik ve derinlikte olursa olsun tüm anayasalar statücüdür; sınır koyma metnidir. Hukuk metni olarak anayasa bu anlamıyla, tarih ve toplum hareketinin durmadan değişen ihtiyaçlarıyla sürekli çelişki halinde olmaya mahkumdur.

Tüm anayasalar hukuki açıdan tutucudur; onaylanma tarihlerinden itibaren, tarihin gerisine düşme handikabı içindedir.

Bundan dolayı anayasasız olmak, daha demokratik ve günceli yakalamada daha enerjik olmaktır. Demokratik devrimini yüz yıllar önce tamamlamış İngiltere’nin bu gün için de geçerli olmak üzere demokrasisi en dengeli ülke olma esprisi buradan kaynaklanır.
Anayasalar ülkelerin tanımıdır.

Anayasalar, ortak bir coğrafyada yaşam sürdüren ve belli bir siyasi erkin hükmü altında bulunan toplum ya da toplumların çok yönlü ilişkilerini tanımlarken, temel eksikliklerini ve temel sorunlarını da tanımlamış olurlar. Toplumlar, aşılmamış sorunların sancı ve kaoslarını dile getirirken anayasalara karşı gösterilen muhalif tutum bunun açık bir belirtisidir.

Ülke gerçekliğini, aşılmış sorunlarını, olası sorunlarını da aşmak üzere kapsamlı bir hukuk metni olarak düzenlenmemiş anayasaların bir toplum sözleşmesi olarak tecelli etmesi mümkün değildir. Böylesi anayasalar onay günü ertesinden itibaren toplumun tepki reflekslerini çekmeye başlar. Ülkenin temel sorunlarının aşılmasında ana hedef haline gelerek baskı altında olurlar. Bu ise hukuksal kaoslara yol açar ve toplumsal gerçeklik, aşılması gereken sorunlarıyla bir bütün olarak dengeye gelene kadar bu çelişki diriliğini korur.

Anayasalar, nesnel bir dönüşüm temelinde yenilenir ya da yazılırlar. Toplumsal ilişkilerin her yönüne belli ilkeler etrafında sınır getiren hukuki metin olarak anayasalar, bir sonuç olarak gündeme gelirler. Toplumsal dönüşümlerin, ilerleme ve değişimlerin hukuki tanımlaması olarak anayasaların dengesi söz konusu değişimleri tanımlama etkinliğine bağlıdır. Bu uyumun olduğu yerde anayasalar, bir toplum sözleşmesi olarak ilişkilerin düzenlenmesinde başvuru unsuru olurlar. Bu noktada olası her dengesizlik, anayasaları tartışma konusu yapar; onaylandığı an değiştirilmesi için muhalif hamlelere maruz kalan anayasaya uzun bir ömür biçmek mümkün değildir. Sık sık yeniden ayarlamalarla kimi maddeleri değiştirilmek zorunda kalınan anayasalar, toplumu temsil etmekten uzaktır demek de yanlış değildir.
En demokratik anayasaların bile, tarih karşısında geri bir konumu temsil ettiği koşulda, ülkemiz tarihinin hiçbir anayasası denge içinde ve sivil koşullarda oluşturulamamıştır.

135 yıldır kendini tanımlayamayan bir ülkedir Türkiye. Kendi gerçekliğini tanımlayamamış anayasaların ülkesi olarak toplum sözleşmeleri, gergin sözleşmeler olma özelliğini korumaya devam etmektedir. Bu da sık sık balans ayarlarının yapılmasına yol açmaktadır.

Osmanlıdan bu güne 5 anayasa oluşturuldu.

1. Kanun-i Esas-i (23 Aralık 1876). 119 Maddeden oluşmuştur. 7 kez değiştirilmiştir (1909-1918).

2. Teşkilat-ı Esasiye (20 Ocak 1921) 23 maddeden oluşmuştur. 1 Kez değiştirilmiştir.

3. 24 Anayasası (20 Nisan 1924) 105 Maddeden oluşmuştur. 5 Kez değiştirilmiştir (1928-1937).

4. 61 Anayasası ( Referandumda kabulü 9 Temmuz 1961) 157 Madde ve 22 geçici maddeden oluşmuştur. 7 Kez değiştirilmiştir (1969-1974).

5. 82 Anayasası (Halk oylamasıyla 7 Kasım 1982) 177 maddeden oluşmuştur. 16 kez değiştirilmiştir (1987-2008).

6. 12 Eylül 2010 Anayasası ( Referandum 12 Eylül 2010) Doğmadan ölmüştür.


1876 KANUNİ ESASİ


Kanun-i Esasi (I. Meşrutiyet), 1808 Senedi İttifak, 1839 Tanzimat (Gülhane-i hattı Hümayun) ve 1856 Islahat Fermanı’nın ardından gelen bir Osmanlı anayasasıdır. İster önce, ister sonrasında Kanun-i Esasi, bir sistem değişikliği ya da olağanüstü bir toplumsal değişimin sonucu olarak oluşturulan bir hukuki metin olmamıştır. Yürürlükte bulunan sistemin, ilişkilerin, egemen kastlar arası, güçler dengesinin yeniden tanımlanmasını ya da bir statüye bağlanmasını amaçlamış hukuki metinler olarak kaleme alınmıştır. Dönemin kendi özgünlüğü içinde bu metinlerin gerçek anlamda bir toplum sözleşmesi olmadığını anlamak için ise uzun süreye gerek bile kalmamaktadır. Kanunu ben koydum ben ilga ederim demek yeterli olmuştur. Bu nedenle, Kanun-i Esası ilanından iki yıl sonra yürürlükten kaldırılması gündeme gelmiştir (13 Şubat 1879).

Bu hukuk Osmanlı hukuksuzluğunun hukukuydu. Osmanlı aklının tarih içinden çıkıp geldiği sistemin yasalara karşı tutumuyla ilgilidir. Bu yanıyla Osmanlı kendiyle tutarlıdır demek yanlış değildir.

Osmanlı aklı, Kanun-i Esasiye karşı davranışta kendini bu yanıyla ifade eden bir akıldı. Ancak onun tarih derinliklerinde şekillenişi uzun bir serüvenin sonucudur. O da göçebe bir toplumun sür git Batı’ya doğru gasp ve talan seferlerinde, toprağa emek vermeden, başkalarının verdiği emeğe ve yarattığı değerlere el koyma üzerine kurgulanmış yaşam tarzıyla ilgilidir. Bu tarzın tarih içinde ne bir yerleşim algısı ne de buna ilişkin bir kültür birikim ve mirasının olmaması bundandır.
Bu bir Osmanlı algısıdır; bulunduğu zaman ve mekanın gasp edilmiş değerlerini tüketmek üzere kurgulanmıştır. Bunun sonucu yerleşiklik, medeni gelişme başarılamamıştır. Bu nedenle Osmanlı İslam etkisinde kaldıkça İslam şeriatına, Bizans’tan etkilendikçe Bizans algılarıyla, Fars etkisinde kaldıkça da oradan gelen etkiler ya da bunların sentezleriyle oluşan bir üst yapılanma kurgusu içinde olmuştur. Bu eklektik yapı, hükmü altında yaşayan eski hiçbir kültürü özümseme durumunda olamamıştır. Kimi tarihçilerin iddiasının tersine, Osmanlı farklılıklara olumlu yaklaşımı sonucu değil; böylesi bir içselleştirmeyi, özümsemeyi, asimilasyonu yapabilecek ne potansiyeli ne de kültür birikimleri olmadığından başaramamıştır.
Tarih serüveninde, Osmanlı İmparatorluğu’nun birden çok başkent değiştirmesi, birden çok resmi dil üzerinden devlet ilişkilerini sürdürmesi, birden çok alfabeyle edebiyatını kurması da tamamen bu nedenle gündeme gelmiştir. Bütün bu veriler Osmanlı’da hukuk algısını da aynı aklın eseri olarak şekillendirmiştir; o an ne gerekiyorsa onu da egemen olanlar yapar, halkın bunu beklemekten ve sonuçlarına boyun eğmekten başka şansları yoktur.

Kanun-i Esasi 2. yılında yürürlükten kaldırıldı. 28 yıl sonra 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet yürürlüğü giriyor. Yürürlüğe giren yeni bir anayasa değil, eskisinin kendisiydi. Tarihçiler bu sürece Meşrutiyet’in II. aşaması adını verirler.
II.Meşrutiyet, aynı mantığın ürünü olarak, bir toplumsal değişimi hukuki olarak tanımlamak için değil, sürmekte olan sürecin güçler dengesine uygun bir düzenleme yapmak amacıyla ilan edilmiştir.

Anayasa bilinci bu yanıyla, sorunları örtme, idare-i maslahat olarak işlev görmüştür. Bu gelenek Osmanlı’nın yapısına da uygun olandı.
II.Meşrutiyet Osmanlı’nın 5 kasım 1922’de tasfiyesine kadar bir biçimde varlığını sürdürdü. Bu tarihe kadar da bu günleri çok iyi hatırlatan balans ayarlarıyla o anın gereklerine uygun düzenlemelere muhatap oldu. Kanun-i Esasi 14 yıl süren II. devresinde tam 7 kez değişikliğe uğradı (http://www.genbilim.com/content/view/1424/88/ ).

Anayasaların tarihin ve toplumun ilerlemesi karşısında her zaman tutucu olduklarını belirttim. Ancak bu statüler, alttan gelen büyük toplumsal değişimlerin hukuki ifadesi olma durumunda değillerse, siyasi iktidar dengelerine bağlı değişikliklere maruz kalıyorlarsa meşruiyetleri tartışma konusu olurlar. Bu aynı zamanda, çözümü beklenen toplumsal sorunların çözümsüzlüğünü yansıtır. Çözümsüzlüğü nispi reformlarla, anayasal düzlemde irili ufaklı ayarlamalarla geçiştirmek ise, onaylandığı gün değişikliği gündemde olacak bir anayasa oluşturmak demektir. Bunun adı anayasalı devlet olmak demektir; anayasal devlet ise bu gergin dengelerle oluşturulamaz.


21-24 ANAYASASI

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde anayasal düzenleme açısından gündeme gelen yöntemler de aynı mantığın geçerliliği olduğunu gösteriyordu. Teşkilat-ı Esasiye, Kanun-i Esasi’den sonra, Büyük Millet Meclisi hükümeti anayasası olarak 20 Ocak 1921’de ilan olundu. 23 maddeden oluşan bu anayasa o günün özgün koşullarını yansıtıyordu. İlk kez hakimiyetin millette olduğu ilan edilen bu yasanın, bir anayasa olup olmadığı tartışmalıdır. Hukuk normları, yazım tekniği açısından olduğu kadar Kanun-i Esasi’nin yürürlükten kaldırılmamış olması ve Teşkilat-ı Esasi’nin 23 maddesiyle çelişkili olmayan tüm maddelerin geçerli olduğunun teyit edilmesi, geçiş sürecinin Osmanlı’yla iç içeliğini anlatmaya yeterlidir.

Bir imparatorluk yıkılmaktadır; geride kalan topraklar ve kaderi belirlenmemiş etnik topluluklar ortamında farklılıkların birçok boyutunda yeni toplumsal, siyasal durumu izah edebilecek, bunu ifade edecek hukuki çerçeve yazımı, eskisinden kendini bağımsızlaştıramamaktadır. Ona yaslanmakta, yapılanın ciddi bir dönüşüm olabileceği konusunu anayasal bir metinde ifade etmekten çekinmektedir. Bunun için eskisiyle yenisini bir arada tutan, eski devletle yeni devleti bu yanıyla eklemleştiren bir algı hükmünü anayasa konusunda sürdürmeye devam etmektedir. Cumhuriyet bile, Kanun-i Esasiye dayalı Teşkilatı Esasi’nin bir kısım maddelerinin değiştirilmesiyle hukuki olarak resmileştiriliyordu.

Böylesine eklektik, böylesine tutucu, eski aklın devamında böylesine ısrarcı bir yönelim kaçınılmaz olarak, farklı planda kurulduğu iddiasında olan Cumhuriyet’in sırtına ağır bir kambur yüklemiş oluyordu. Teşkilat-ı Esasiye ancak 3 yıl yaşayabildi. Yerini 24 Anayasasına terk etti.

Nitekim I. Meşrutiyet’ten bu güne geçen 135 yıllık süreçte anayasa sorununu bir türlü çözemeyen Türkiye, bu kamburun altında ezilmekten kurtulamamıştır.
Askeri iktidarların, darbecilerin elinde keyfi dayatmaların diktatörlüğü altında sürüp giden anayasalar ve balans ayarları, hiçbir zaman ülkemiz gerçekliğini tanımlama durumunda olmamıştır. Öyle ki, her bir anayasa girişimi ülkemizin temel bir sorununu örtme adına girişilmiş hukuki bir tiyatro durumunda olmuştur. Hukuk üzerinde bu türden tepinmelerin kaçınılmaz olarak toplumda yarattığı güvensizlik, çözümsüz sorunların son noktada bugün olduğu gibi ölüm kalım mücadelesi olarak gündeme gelmesini kaçınılmaz kılmıştır.

Osmanlı’nın anayasası Kanuni Esasi’nin padişaha verdiği yetkileri TC’nin cumhurbaşkanlığına devretmesi yanı sıra, farklılıklarımızı yok sayan statüleriyle TC’ye ait tüm anayasalar ülkenin gerçekliğini yok saymaya yönelik olarak şekillenmiştir.

Türkiye bir mozaik ülke. Osmanlı’nın dağılması sonrası onlarca etnik topluluk bir biçimde özgürlüğe yöneldi. Toprak ve siyasal olarak bağımsızlaştı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulabileceği tek alan Anadolu’ydu. Anadolu ise birden çok etnik topluluğun anayurduydu. Bunun da ötesinde, uygarlıklar beşiğiydi. 1000 yıllık bir karanlık dönem üzerlerine çökmüş olmasına rağmen etnik dokularını korumuş, asimile olmaya direnmiş, kültür birikimleriyle uygarlığa yaptıkları tarihsel katkılarla bu güne kadar gelebilmişlerdi. Onlarda dünya güçler dengesinin açtığı yeni ufuklarda özgür ve bağımsız olma haklarına sahipti. Bu hak, başkasının haklarına tecavüz değildi.

Yerli halklar toprağı yaşama ilk kez açmış halklardı. Anavatanı olmanın tüm yetkileriyle bu toprakların yerlisi ve en köklü olanlarıydı. Balkanlarda, Arap Yarımadası’nda uluslar özgürlüğüne kavuşmuştu. Anadolu’da ise karanlık dönemler ısrarla sürüyordu. 20.yy ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yüzyılıydı. Bundan Türkler kadar diğer etnik topluluklarında yararlanma hakları vardı. Bunun için kimin kiminle ne türden bir dayanışma içinde olup olmadığının bir anlamı da yoktu. Bu bir kurtuluş mücadelesiydi, Kurtuluş Savaşı’nın Sovyetlerden yardımı ne ise, başkalarının alacağı yardımın da mahiyeti aynıydı. Dünya artık yeni bir çağa girmiş, her olay ve gelişme tüm dünyayla bağlantılıydı.

Lozan Anlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabesiydi. Bu anlaşmada uluslar önünde verilen sözler, atılan imzalar azınlıkların haklarını da koruyordu. Özellikle dil ve kültürel haklar, basım yayım ve düşünce özgürlüğünü ifade eden 39. maddesi açık ve sarihti. 39. maddenin 4. paragrafı şöyle demektedir;
Türkiye vatandaşlarından hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır.”

Osmanlı aklı Cumhuriyet’te, hukuk ya da uluslararası hukuk diye bir şey tanımıyordu. Komplocu akıl, Lozan’ı atlatılması gereken bir aşama olarak görmüştü; geride kaldığı an onu inkar etmenin bir sakıncası yoktu. Anayasaları kendisi oluşturduğu gibi yürürlükten kaldırılması, balans ayarlarının yapılması, değiştirilmesi, onaylatılması da kendisine aitti. Hukuk sadece bir araçtı. Toplumsal sorunların hukuki alanda çözüm bulan bir yansıması ise, istenmeyen şeylerin başındaydı.

Ülkemizde anayasaların değişim süreci ve özelliği ülkemizin ne kadar kimliksiz bir ülke olarak sür güt bir çalkalanmadan geçtiğini gösteriyor. Bugüne dek durumun aynıyla sürmesi ise, sorunun kaynağında çok farklı nedenlerin ve çözüm yollarının bulunması gerektiğine işaret ediyor. 24 Anayasası 36 yıl süren uzun ömründe 5 kez önemli revizyonlara uğradı. Cumhuriyet kimliğini arıyordu, bir ayağı Osmanlı’da, bir ayağı belirsiz bir yerdeydi. Dünyadaki siyasal – ekonomik toplumsal çalkalanmaların ülkemize yansıması ölçüsünde bu kimlik arayışı da duvardan duvara çarparak devam ediyordu.

1929 krizi dünyayı sardığında Avrupa’da yükselen milliyetçi-ırkçı dalgalar, faşizm ve Nazizm’in iktidarlarına yol açıyordu. Dünya yeni bir savaşın eşiğine sürüklenirken bu etkiler altında ülkemiz kapalı bir ekonomiye ve siyasal açıdan ırkçı yönelimlere angaje oluyordu. 24 Anayasası bu süreçte defalarca değişikliklere uğrayıp zamanın ortamına kendini uydurma çabası veriyordu. Milliyetçilik, çirkin bir ırkçılık boyutuna bu süreçte tırmanıp durmuştu.

Toplum artan oranda bastırıldıkça, tek boyutluluk pervasız bir azgınlıkla akıl zorlaması tezlere tırmanıyordu; Güneş Dil Teorisi, Tarih Tezi, tek dil, tek bayrak, tek ulus argümanları üzerinde yaşanan coğrafyanın gerçekliğiyle hiçbir bağı olmaksızın cüretle ileri sürülüyordu. Bu dönem, 1925 - 1938 dönemidir ki ülkemizin en önemli ikinci büyük etnik topluluğu Kürtlerin hak arayışında maruz kaldıkları toplu katliam yıllarıdır. Anayasa bunu meşrulaştıran bir metinden öte anlama da sahip değildi. 24 Anayasasının 36 yıllık ömründe uğradığı revizyonlar, ülke gerçekliğini yansıtmaktan çok, dünyadaki gelişmeleri yansıtma çabasında olmuştur. Bu gelenek bir kez daha en avantajlı kesitlerde bile, ülke gerçekliğini yansıtabilecek bir anayasa yapılamayacağını göstermektedir.


61 ANAYASASI

Ülkemizde anayasayı kulisler yazar, iktidarlar uygular. Kulisler karanlık odaların prensleriyle doludur. Çoğu kişiye fantastik bir kavram gibi gelen oligarşik yönetim, bu ülkenin gerçek iktidarını oluşturur. Bunu daha iyi algılamak için ülkemizde yüksek kurulları incelemek yeterlidir. Bunlar arasında en ağırlıklı olanı ve en çok çelişkilerle dolu olanı Milli Güvenlik Kuruludur (MGK); Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK), Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) vb. onlarca kurumdan oluşan kombinezonların gücü ülkeyi yöneten güçtür. Bu yüksek kurullar arasındaki denge siyasetin yönü ve oluşacak gelişmelerin yönünü tayin eder. Bu yüzden hükümet olunsa da iktidar olunmayabilir. Oligarşi bu gücün bileşkesidir, arasındaki ittifaktır. Ülkede anayasa sorunu da buradan geçer. Oligarşi, her zaman aynı siyasal yönelime bakmaz, son on yılda önemli değişimlerin olduğu açıktır. Oligarşi içinde yeni kombinezonlar gelişti ve bu etkinin altında şekillenmeye başlayan bir süreç vardır. Anayasa taslağı bu dengelerin açtığı yoldan çıktı.

24 Anayasasından 61 Anayasasına gidilirken ortaya çıkan konjonktür, dünya ve ülke sorunları ortak ulusal çıkar çizgisi dışına çıkmadan nispi demokratik hakların yer aldığı bir anayasanın öne çıkmasını sağladı. Hiçbir zaman pratik bir anlamı olmayan 61 Anayasası, ülke tarihinin en demokratik anayasası olarak yorumlanır. Oysa bu anayasaya gidişte farklılıkların neler çektiğini bir kendileri bir Allah bilir; 27 Mayıs darbesinden dört gün sonra, Kürt halkının en nüfuzlu şahsiyetlerinin de aralarında olduğu 485 kişiyi, yalnızca “Kürt olması dolayısıyla” Sivas’a (Kabakyazı’da 5.Er. Eğitim Tugayı) sürgün eden darbeciler, hükümetlerinin Bakanlar Kurulu 7. toplantısında Kürtler için Doğu’dan Batı’ya göçürülmeleri için mevcut yasaların bile yetersiz olduğunu tartışabiliyordu (bu sürgünler arasında Mardin’den Erdem ailesi gibi birçok ailenin Arap olduğu ise hiçbir yerde dile getirilmemektedir).

27 Mayıs darbesi hükümetinin Bakanlar Kurulunun kendi vatandaşı için bu senaryoların peşinde koşturması, yapılan anayasanın nasıl bir mantıkla örüleceğini de yeterince açık ediyordu.

MBK’nın bir yetkilisi o dönem yaptığı açıklamada “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanı olduğu, başka gayeler taşıyan birkaç kişiye benimsetilecektir.” (http://www.haberruzgari.com/Tarih/34251-27-MAYIS-DARBESININ-KURT-MA%C4%9EDURLARI.html )

Bu sözler bir milliyetçi faşistin rastgele söylediği sözler değildi. 27 Mayıs darbesi, sözde demokrasi amacıyla yapılmıştı. Ancak bu yalan, darbenin hemen ardından başvurulan etnik temizlik çabalarıyla açığa çıkıyordu; asimilasyon için sistemli çalışmalar (Devlet Planlama Teşkilatı Bünyesinde kurulan “DOĞU GRUBU”), Cumhuriyet Döneminin Şark Islah Planı, Mecburi İskan Kanunu ve en önemlisi Osmanlı’nın devamının bir ifadesi olan, İttihat ve Terakki’nin sürgün kararnamesine dayanarak Kürt gerçeğini yok etme planları, amaçlarını ortaya koymaya yeterliydi.

61 Anayasası ülkemizi tüm mozaiğiyle tanımlamama ısrarını sürdürüyordu. Milliyetçiydi. Anayasanın içerdiği şekli demokratik haklara karşın militarist bir anayasaydı ve militarizmini sonraki darbeler için zemin olarak bünyesinde taşıyordu. Sonuçta, şekli olan demokratik maddeleriyle birlikte 12 Mart 1971 darbesiyle ortadan kaldırılınca, arkasında duracak bir halk kitlesini bulamamıştı. Bugüne kadar süren anayasal kaoslarımızın kaynağında 27 Mayıs Anayasasının militarist mantığı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır; MGK’nın dün olduğu gibi bu gün de siyasete yön veren bir kambur olarak 27 Mayıs Anayasasının ürünü olduğunu hatırlamamız yeterlidir.

Cumhuriyet Osmanlı’nın devamı olarak her şeyi üstten dayatıyor, üsten alınan kararlarla da yürürlülükten kaldırılabiliyordu. Bu mantığın ürettiği anayasalar, ilan gününden itibaren zamanını tüketmiş gibi değişikliklere uğramaya başlar. 61 Anayasası da sonuncusu 16 Nisan 1974’te olmak üzere 7 kez değiştirilmiştir; değişiklikler onlarca maddeyi içermiştir. (http://www.genbilim.com/content/view/1424/88/ )

En önemli değişiklikler ise 12 Mart 1971 askeri faşist darbesiyle gerçekleşmiştir. Sistem sırtına yük gördüğü, ayakları yere basmayan, halkın da arkasında durmadığını gördüğü nispi özgürlük maddelerini bir darbeyle silip atmıştır. 12 Mart darbesinin anayasa algısı, bir hukuksuzluk algısıydı; bunu yerine getirmiştir.


82 ANAYASASI

Anayasal istikrar, anayasal devlet, toplum sözleşmesi diye toplumun dengelerini gözetecek bir yönelimi olmayan bu yaptırımlar, her defasında halkın sert muhalefetiyle karşı karşıya kalarak kefaretini ödemiştir. Anayasalarda bu ölçüde sık ve bu ölçüde erken değişikliğin nedeni de budur. Anayasal kimlik diye bir şey varsa bu ülkemiz açısından tam bir bunalım sürecinde yaşamıştır demek abartılı olmayacaktır. Bu yanıyla anayasal sorumsuzluk, egemen güçler için halka karşı bir güvenlik kararnamesine dönüşmüştür. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi rejiminin ortaya koyduğu anayasa bu sürecin son halkası gibidir. 12 Eylül rejimi, toplumsal mücadelelerin dayattığı değişimlerin hukuki ifadesi olan olmayan her türden demokratik hakkı çiğneyen, toplumun kimyasını da bozan 82 Anayasasıyla siyasal sistemini dizayn yapmıştır; 82 anayasası, 7 Kasım 1982 halk oylamasına sunulmuş, 9 Kasım 1982’da yürürlüğe girmiştir.

Yasaklar, kovuşturmalar, yaptırımlar, dayatmalar, tehditler, sıkıyönetimler, planlı programlı etnik temizleme çabaları, azınlıkların ve inanç farklılıkların inkarı ve yok edilmesi için düzenli çabalar bu anayasanın ürünü olmuştur. 82 Anayasasında tek millet söylemi, ırkçı bir söylem olarak yerini almıştır; “değiştirilmez ve değiştirilmesi teklif edilemez” 1, 2, ve 3. maddeler, önceki anayasaların uzantısı olarak Anadolu gerçekliğine tamamen aykırı bir hüküm koyularak tek millet ilanı ve diğerlerinin inkarı üzerine kurgulanmıştır.

Bu ırkçı yaklaşımla başlayan 82 Anayasası, madde 26 da, “düşüncelerin açıklanması ve yayılması” ile ilgili olarak diktatörlük hükümlerini dayatmıştır; “gecikmesinde sakınca bulunan hallerde kanunla yetkili kılınan merciin emriyle toplatılır” denilmiştir. Mahkeme kararları olup olmamasına bakmadan, güvenlik güçlerinin rahmeti altına alınan düşünce etkinlikleri dün gibi bu gün de ülkemizin kimyasını bozan 12 Eylül karanlığının ifadesi olarak 82 Anayasasında yerini bulmuştur.

54. madde de ise, mantık zorlamaları açık bir diktatörlük ifadesi gibidir; “Grev hakkı…iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz” denerek, emekçilerin en doğal hakkı, ölçüsü belli olmayan, soyut bir “niyet”in rahmetine terk edilmiştir. Buna “siyasi amaçlı grev… dayanışma grev… genel grev… işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme ve diğer direnişler yapılamaz” denilerek de faşizmi anayasanın temel siyasal eğilimi olarak belirlemiştir.

82 Anayasası, gerçek anlamda bir karşı devrim anayasasıdır. Toplumun tarihsel ilerlemesinin önünü kesen, yönü geriye doğru sayan, onaylandığı an değişmeye mahkum bir anayasa olarak doğmuştur. Bu nedenle, önceki anayasaların kaderini takip etmiş, her defasında onlarca maddesi değiştirilmek üzere 16 kez gözden geçirilmiştir. 82 Anayasası, toplum rahminde uzun süre ölü tutularak, toplumun sorunlarını kangrene çevirmiştir. Ülkemize en büyük zararı faşizan zehirleriyle veren 82 Anayasası çağdışı bir anayasa olarak tarihteki yerini almıştır.



12 EYLÜL 2010 ANAYASA PAKETİ

82 Anayasasını aşmak, toplumun kaderindeki bu karanlık belgeyi tarih çöplüğüne atmak ülkemizin tüm siyasal eğilimlerin sorunu olmuştur. Sağcılar, dinciler, liberaller ve bil cümle siyasal çevreler bu vebalden kurtulmak için çalışmıştır. Her eğilim kendi mantık dokusuyla farklı bir anayasa önerisi yaparak 82 Anayasasından çıkmak arzusu göstermiştir. Ancak hiç biri, tarihten çıkıp gelmiş haliyle, önceki anayasaları koltuk değneği olarak kullanmaktan ve temel mantığını sürdürmekten geri durmamıştır.

12 Eylül 2010 tarihli referanduma giderken ortaya konan anayasa taslağı da aynı mantığın ürünüdür. Çağlar değişiyor Cumhuriyet’teki Osmanlı aklı değişmiyordu. Anayasa paketi bu aklın bir ürünü olarak halkın önüne geliyor.

21.yy küreselleşme çağıdır. Bu yüzyılda iki farklı küreselleşme rekabet, hatta kıran kırana bir savaş halindedir.

Bir yanda emperyalist küreselleşme yer alıyor. Bu küreselleşme emperyalist çıkarların ikamesi için, dünyamızı savaşlara sürükleyen, nükleer silah yarışlarına, kıyımlara, işgallere, istilalara, kardeşi kardeşe kırdırmaya, “Yaratıcı Anarşi”lerle ülkeleri iç kanamalarla zayıf düşürmeye yönelik kirli global siyasetleri dayatan küreselleşmedir.

Diğer tarafta ise, kolektif insan aklının yarattığı teknoloji, bilim ve bilgi dönüşüm ağlarının üzerinde yükselen, en ücra köşedeki emek ve bilgiyi herkesin kazandığı paylaşım amacıyla evrensel üretime katan küreselleşmedir.

Bu küreselleşme, bilgi ağlarının ulaşım ve iletişim kanallarıyla, bilgi bankalarıyla yeni bir uygarlığa açılan küreselleşmedir. Bu küreselleşme, devrimci yükseliş çağında -kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında büyüdüğü gibi- uluslararası tekellerin kanatları altında gelişiyor olmasına karşın, onu yadsıyacak yeni bir üretim ilişkisini temsil eder. Bu küreselleşme, tarihle uyumlu küreselleşmedir, devrimci küreselleşmedir; her yeni üretim tarzının gelişme ve hakim olması için demokrasinin en derin ve en geniş tarzda ikamesine ihtiyaç duyar.

Bu nedenle çağımızın devrimciliği, demokrasi için mücadeledir demek yanlış olmayacaktır. Demokrasi, artık burjuvazinin liberalizmi değildir. Emperyalist-kapitalist sistemin hiçbir temel sınıfı ve iktidarı demokrasiyi sonuna kadar götürme şansına ne öznel ne de nesnel açıdan sahip değildir. Bu görev küresel üretim tarzının devrimci saflarına ait bir yönelimdir. Demokrasi mücadelesinin bu açıdan, gelecek adil ve eşit toplum kuruluşunun hukuki ifadelerinde haklı yerini alması zorunludur. Daha çok demokrasi bunun için uğruna mücadele edilecek programın esasını oluşturmaktadır. Bu yanıyla gerçek anlamda demokratik bir anayasa, burjuva iktidarların yarım yamalak liberalizminin ellerine terk edilmeyecek kadar toplumsal yaşantımızın devrimci talebidir.

Demokratik açılım bu nedenle tüm devrimcilerin omuz vermesi gereken bir yönelimdir. Bu, demokratik açılım iddiasında bulunan iktidarların gerçek yüzlerini, sığlıklarını açığa çıkarmak, sonuna kadar gidemeyeceklerini göstermek açısından da önemlidir. Demokrasi talebinde sonuna kadar tutarlı olanların yalnızca devrimcilerin olduğu; tarihle uyumlu, gelecek uygarlığın üretim tarzını temsil edecek ve bunu demokratik anayasasında hukuki olarak ifade edecek güçlerin yalnızca devrimci güçler olduğunun gösterilmesi gereklidir.

Her yönüyle demokratik yeni bir anayasa yerine, eskinin koltuk değnekleriyle, aynı algı ve eğilimlerin uzantısı olarak tek millet, tek dil, tek kültür dayatmasıyla farklılıkları inkar eden bir anayasa ikame etmek; bir liberal aldatmaca olduğu kadar, toplumun çözülmemiş temel sorunlarını artan bir kaosa sürüklemek demektir. Bu ise statüleriyle tarihe ve toplumun taleplerine karşı direnen sistemi yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Onaylandığı an süresi geçmiş bir anayasa bu aklın anayasasıdır.

82 Faşist Anayasasının yeni bir versiyonu olarak referanduma götürülen anayasa taslağı, tastamam böylesi bir anayasa önermesidir.

12 Eylül 2010 referanduma giden anayasa taslağı milliyetçidir. “Başlangıç” bölümüyle yaptığı ilk tanımlama, “biz Türk milleti” tanımlamasıdır. Bu farklılıkları açık ve sarih bir biçimde inkardır. Bu topraklarda Türk milleti kadar başka milletlerde bulunmaktadır ve tüm milletler Türk milleti gibi tarihi bir varlık ve değerdir.

Önceki anayasalardan daha fazla bir biçiminde ve ısrarla tek millet vurgusu yapılan bu anayasa taslağının 1. maddesi ise “ Atatürk Milliyetçiliği” diye anayasa yazım kurallarına bile aykırı bir tanımlamayla eskileri tekrar etmiştir; ne bilimsel ne de tarihi bir anlamı olan, uluslararası hiçbir manası bulunmayan bu tanım, keyfi olduğu kadar farklılıkları inkar tanımıdır.

45. maddede “eğitimin dili Türkçedir” diyerek, vergisini aldığı hiçbir farklı dil ve kültüre devletin eğitim vermeyeceğini ilan etmiştir; bu ise bir diktatörlüktür.

48. maddede ülkenin değişik etnik dokusundan, halkın oylarıyla parlamentoya gelen milletvekillerinin andı da “Türk milleti” adına yapılacağını belirterek meclis tek boyutlu hale getirilmiştir. Bunun gibi sıralanan ilkel milliyetçi maddeler anayasa taslağının anti demokratik bir taslak olduğuna yeterli göstergedir. Sorunlarımızın kaynağı da buradadır.

Tek boyutluluk demokratik değildir. Tersine devam eden ilkel aklın hukuki dayatmasıdır. Bu anayasa taslağının çapı da bu kadardır.

SONUÇ

Ortak ülkemiz birimizin değil de hepimizin ise bunu birbirimize her defasında kanıtlamak ve her hukuki tanımlamada ifade etmek gereklidir. Milliyetçi ilkelliğimizi aşmadan tarihle uyumlu bir ilerleme halkası yakalamamızın mümkünü yoktur. Bu ortam, artan toplumsal sorunlarımızın kaosudur. Bu bir bataklıktır ve her provokasyona açıktır. Bunun da tek sorumlusu devlet erkini elinde tutan güçlerdir. Bu zemin üzerinde yeniden üretilip duran ilkel akıllar kaldıkça da demokratik bir anayasaya erişim zordur.

Tarihle yüzleşmemiz burada anlam bulur. Bunun hukuki ifadesi de anayasada açıkça dile gelmelidir

Hiç yorum yok: