30 Ağustos 2010 Pazartesi
TÜKENMEYE AZ KALDI
Mustafa Köse
30 Ağustos 2010
Tükeniyor her şeye rağmen. Bütün tehditlere bütün zorbalıklara rağmen tükeniyor. Hem de gittikçe artan bir hızla tükeniyor. Düne ait eskiye ait ve artık inandırıcılığı kalmamış yalanlar tükeniyor. Yeniye dair doğruya dair hayra dair yolun, önünü açarak ilerliyor bu tükenmişlik.
Kuşkusuz kolay olmuyor. Paradokslarla dolu karmaşık eğilimler arasında çağdaş standartlara varmak hala ateşten gömlek. Aklın yolu tek başına yetmiyor. Toplum bilimlerinin katkısıyla olacak bu iş. Kendiliğinden ve tek düze olmayan bu seyre müdahale etme zamanıdır. Taraf olma zamanıdır. Engin hayallerimizi baki tutarak tükenenleri teşhir etme zamanıdır. Tükenmekte olanların yerine ülke ve dünya gerçeklerini dikkate alarak yeni şeyler koymalıyız. Hayata dair küçük şeyleri bile önemsemeliyiz. Mutlu geleceğin önünü bu günden aralamalıyız.
Dolayısıyla her yeni için bir son gerekiyor. Son olmadan yeninin önü açılmıyor. Olması gerekenler tükenenlerin üstünden gelişiyor. Bu bir yasadır. Diyalektiğin mutlak yasasıdır. Yaşadıklarımız tam budur. Karşılaştığımız olayların derinliğinde yatan şey budur.
İki kutuplu dünyanın demokrasi ölçüsü tarihe gömülüyor. Vesayetçi rejimler zamanını dolduruyor. 90 yıllık cumhuriyetin neden demokrasi üretmediği sorgulanıyoruz. Tortu haline gelmiş yapıların nasıl sorun olduğunu görüyoruz. Onları değiştirmeye çalışıyoruz. Şöyle veya böyle sivil ve çağdaş bir demokrasiyi zorluyoruz. Devleti değil vatandaşı ali yapmaya çalışıyoruz. Siyaseti hakim kılmak istiyoruz. Korkulardan ziyade umuttan beslenmeye çalışıyoruz. Yaşanmışlığın acılarını alıp çare üretmeye çalışıyoruz, tükenenlerden yol bulmak istiyoruz.
Kürtler korkutmuyor artık. Asıl korku Kürt düşmanlığından kaynaklamıyor. Kürtlerle ilgili ve devletin en tepe noktasında bulunanların itirafıyla yapılmış kirli projeler korkunç olayların iddiası bile vicdanları sızlatıyor. Kürtleri bahane yapan çatışmalı ve gerilimli politikalar kimseyi ikna etmiyor. Zulüm hevesi iflas noktasına geldi. Bölünme ve parçalanma sendromu tutmuyor. Bu güne kadar izlenen kanlı yol tükendi. Tükenen yollar üstünden Kürtlerin de evet diyeceği barış ve demokratik çözüm bulma noktasına gidiyor. Bunun önünde kimse duramayacaktır. Gerilim ve çatışmadan beslenen hiçbir güç Kürtleri artık meze yapamayacaktır.
Küçük bir adım minik bir müdahale Alevilere yetecek. Cem evlerinin ibadet yeri olarak tescil edilmesi ve zorunlu din dersinin kaldırılması sorunun büyüğünü çözecek. Alevilerle ilgili sapkın ve tehlikeli düşünceler tükendi. Ahlaksız ve mesnetsiz kabalığı en azından açıktan kimse savunamıyor. Hatta Alevileri ‘’kötü’’tanımlayan asıl organizatörler çark etmiş durumda. Ayıp olmazsa Alevileri kurtuluş görecekler. AKP ‘ye karşı onları can simidi yapmaya çalışıyorlar. ‘’Cumhuriyetçi ve laik vatandaşlar’ diyerek kışkırtıyorlar öne sürüyorlar. Ancak mızrak çuvala sığmıyor. Aleviler de bu oyuna gelmiyor. Alevilere biçilmek istenen oyun teşhir ediliyor.
Tükenenler arasında tarihimizle yüzleşiyoruz. Belki farkında olmadan tüm bunlar oluyor. 1960-1980 arasında kimler neden öldürüldü artık sır değil. Faili meçhuller neden oldu biliyoruz. Darbecilerin hoyrat açıklamaları her şeyi gün yüzüne çıkardı. Bunlarla yetinmeden daha köklü olayları sorguluyoruz. Resmi ve yalanla dolu tarih sayfalarını aralıyoruz. 1915 Ermeni katliamı, 1925 Şeyh Sait isyanı, 1930 Ağrı isyanı, 1937 Dersim olayları, 1955 ‘teki 6-7 eylül trajedisini gerçek nedenleriyle masaya yatırıyoruz. Aydınlar bilim adamları olayları serbestçe gün ışığına çıkarıyorlar. Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler ve Rumların nasıl bir plan dahilinde yok edildiklerini anlıyoruz. Ve anlıyoruz ki ırkçı, dinci ulus yaratma sevdası tükendi. Mum söndü. Çok yakında ulusça ve belki resmen tarihimizle yüzleşeceğiz küstürdüklerimizle barışacağız. Gülerken acı kayıplarımıza sessizce ağlayacağız.
Elbette daha çok şey var daha yazılacak. Şüphesiz bu kadar değil. Çok şey daha eklenebilir. Ancak anahtar burada yatıyor. Tükenenden yola çıkarak doğru politikalar hedeflemeliyiz. Bir yalanı bir başka yalana kurban etmemeliyiz.
30 Ağustos 2010
Tükeniyor her şeye rağmen. Bütün tehditlere bütün zorbalıklara rağmen tükeniyor. Hem de gittikçe artan bir hızla tükeniyor. Düne ait eskiye ait ve artık inandırıcılığı kalmamış yalanlar tükeniyor. Yeniye dair doğruya dair hayra dair yolun, önünü açarak ilerliyor bu tükenmişlik.
Kuşkusuz kolay olmuyor. Paradokslarla dolu karmaşık eğilimler arasında çağdaş standartlara varmak hala ateşten gömlek. Aklın yolu tek başına yetmiyor. Toplum bilimlerinin katkısıyla olacak bu iş. Kendiliğinden ve tek düze olmayan bu seyre müdahale etme zamanıdır. Taraf olma zamanıdır. Engin hayallerimizi baki tutarak tükenenleri teşhir etme zamanıdır. Tükenmekte olanların yerine ülke ve dünya gerçeklerini dikkate alarak yeni şeyler koymalıyız. Hayata dair küçük şeyleri bile önemsemeliyiz. Mutlu geleceğin önünü bu günden aralamalıyız.
Dolayısıyla her yeni için bir son gerekiyor. Son olmadan yeninin önü açılmıyor. Olması gerekenler tükenenlerin üstünden gelişiyor. Bu bir yasadır. Diyalektiğin mutlak yasasıdır. Yaşadıklarımız tam budur. Karşılaştığımız olayların derinliğinde yatan şey budur.
İki kutuplu dünyanın demokrasi ölçüsü tarihe gömülüyor. Vesayetçi rejimler zamanını dolduruyor. 90 yıllık cumhuriyetin neden demokrasi üretmediği sorgulanıyoruz. Tortu haline gelmiş yapıların nasıl sorun olduğunu görüyoruz. Onları değiştirmeye çalışıyoruz. Şöyle veya böyle sivil ve çağdaş bir demokrasiyi zorluyoruz. Devleti değil vatandaşı ali yapmaya çalışıyoruz. Siyaseti hakim kılmak istiyoruz. Korkulardan ziyade umuttan beslenmeye çalışıyoruz. Yaşanmışlığın acılarını alıp çare üretmeye çalışıyoruz, tükenenlerden yol bulmak istiyoruz.
Kürtler korkutmuyor artık. Asıl korku Kürt düşmanlığından kaynaklamıyor. Kürtlerle ilgili ve devletin en tepe noktasında bulunanların itirafıyla yapılmış kirli projeler korkunç olayların iddiası bile vicdanları sızlatıyor. Kürtleri bahane yapan çatışmalı ve gerilimli politikalar kimseyi ikna etmiyor. Zulüm hevesi iflas noktasına geldi. Bölünme ve parçalanma sendromu tutmuyor. Bu güne kadar izlenen kanlı yol tükendi. Tükenen yollar üstünden Kürtlerin de evet diyeceği barış ve demokratik çözüm bulma noktasına gidiyor. Bunun önünde kimse duramayacaktır. Gerilim ve çatışmadan beslenen hiçbir güç Kürtleri artık meze yapamayacaktır.
Küçük bir adım minik bir müdahale Alevilere yetecek. Cem evlerinin ibadet yeri olarak tescil edilmesi ve zorunlu din dersinin kaldırılması sorunun büyüğünü çözecek. Alevilerle ilgili sapkın ve tehlikeli düşünceler tükendi. Ahlaksız ve mesnetsiz kabalığı en azından açıktan kimse savunamıyor. Hatta Alevileri ‘’kötü’’tanımlayan asıl organizatörler çark etmiş durumda. Ayıp olmazsa Alevileri kurtuluş görecekler. AKP ‘ye karşı onları can simidi yapmaya çalışıyorlar. ‘’Cumhuriyetçi ve laik vatandaşlar’ diyerek kışkırtıyorlar öne sürüyorlar. Ancak mızrak çuvala sığmıyor. Aleviler de bu oyuna gelmiyor. Alevilere biçilmek istenen oyun teşhir ediliyor.
Tükenenler arasında tarihimizle yüzleşiyoruz. Belki farkında olmadan tüm bunlar oluyor. 1960-1980 arasında kimler neden öldürüldü artık sır değil. Faili meçhuller neden oldu biliyoruz. Darbecilerin hoyrat açıklamaları her şeyi gün yüzüne çıkardı. Bunlarla yetinmeden daha köklü olayları sorguluyoruz. Resmi ve yalanla dolu tarih sayfalarını aralıyoruz. 1915 Ermeni katliamı, 1925 Şeyh Sait isyanı, 1930 Ağrı isyanı, 1937 Dersim olayları, 1955 ‘teki 6-7 eylül trajedisini gerçek nedenleriyle masaya yatırıyoruz. Aydınlar bilim adamları olayları serbestçe gün ışığına çıkarıyorlar. Yahudiler, Ermeniler, Süryaniler ve Rumların nasıl bir plan dahilinde yok edildiklerini anlıyoruz. Ve anlıyoruz ki ırkçı, dinci ulus yaratma sevdası tükendi. Mum söndü. Çok yakında ulusça ve belki resmen tarihimizle yüzleşeceğiz küstürdüklerimizle barışacağız. Gülerken acı kayıplarımıza sessizce ağlayacağız.
Elbette daha çok şey var daha yazılacak. Şüphesiz bu kadar değil. Çok şey daha eklenebilir. Ancak anahtar burada yatıyor. Tükenenden yola çıkarak doğru politikalar hedeflemeliyiz. Bir yalanı bir başka yalana kurban etmemeliyiz.
CEPHE HAREKETİ 1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ ÜZERİNE BASIN AÇIKLAMASI
CEPHE HAREKETİ adına
Mehmet GÜZEL
30 AğUSTOS 2010
SAVAŞLARIN SON BULMASI İÇİN
HALKLAR ARSI ADİL- EŞİTLİKÇİ-İNSANİ ÇÖZÜM!
2. Dünya Savaşının başladığı gün olan 1 Eylül, Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Barış Günü” ilan edilmiştir. Bundaki amaç, savaşların insanlıkta yarattığı yıkımların hatırlanmasını sağlamak üzere bir ibret vesilesi yapmaktır.
İnsanlık tarihi, kendi neslini yıkıma uğratan, geleceğini karartan nice ibretlik olaylarla doludur. Doğanın yarattığı tahribatların çok ötesindeki tahribatları insan evladı kendi türdeşine yaşatmıştır. Ancak insan evladı tüm ibretlik yıkımlara rağmen yeterince ders alamamıştır. Bunun böyle olmasının nedeni, insanların birbirleriyle ilişkilenmelerinin temelindeki çıkar-hırs ve bencilliğe dayalı sistemdir. Özel mülkiyete dayalı sistemler, insanlığın yıkımına, doğanın tahribatlarına yol açan savaşların nedenidir. Bu kar hırsına dayalı sistemler devam ettikçe de sayısız trajediye rağmen insanlık ibretlerden ders alamaz ise yıkımları yaşamaya devam edecektir.
Bunun en güncel örneğini ülkemizde yaşamaktayız. Ülkemiz çeyrek asrı aşkın bir süredir savaş halindedir. Hem de devletin kendi halkına yönelik savaşıdır bu. Bu savaş insanlığın ortak değerlerinde silinemeyecek ve kapatılamayacak izler ve yaralar oluşturmuştur. Savaşın en temel hak olan insan yaşamının kutsallığını yok etmesi ve bu doğrultuda 40.000 insanın yaşamına son vermesi bir yana, yan yana yaşayan kardeş halklar olarak manevi değerlerimizde kapanamayacak yaralar açmıştır. sistem eliyle halklarımıza karşı yürütülen özel savaş, ortak ülkemizde özgürce gönüllü birliktelik içerisinde olmanın koşullarının temeline dinamit koymuştur. Bunun insan bilincinde yarattığı tahribatı hiçbir değer ölçüsü ölçemez.
Çeyrek asrı aşkın bir zamandır yasa dışı yöntemlerle yürütülen bu savaş sahiplerine bir sonuç da vermiyor. Geleneksel inkâra ve imhaya dayalı bu savaş devlete zaferi de sağlamamıştır. Tam tersine, halklarımızın acılarla daha da olgunlaşmasına, kimliklerini bulmalarına ve geri dönüşsüz bir özgürlükler ve demokrasi hedefinin belirginleşmesine neden olmuştur.
Hiçbir gerekçe, ülkemizi boydan boya yeniden inşa edebilecek maddi değerlerin çeyrek asırdır kendi halklarımızı yok etmek amacıyla kullanılmasını açıklayamaz!
Cephe Hareketi olarak bu savaşın koşullarının derhal ortadan kaldırılması yolunda, halklarımızın kendi etnik değerleriyle özgür ve gönüllü birlikteliğini esas alan yaşam koşullarının ikame edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Bu da ülkemizin her anlamda –şekilsel değil- gerçek demokratik yönetime geçişini gerektirmektedir. Bu doğrultuda emeğin özgürlüğüne, kadının kurtuluşuna, ötekileştirilmiş cinsel, dinsel, toplumsal kesimlerin özgürlüğüne dayalı, halkların özgür-gönüllü birlikteliğini temel alan, komşularıyla ve tüm dünya ailesiyle sorunlarını çözmüş bir ülkenin koşullarını yaratma yolunda acilen gerçek demokrasinin tecelli ettirilmesi gerekmektedir. Bu da halkların iradelerinin siyasal üst yapıya yansıyacağı bir demokratik dönüşümü gerektirmektedir.
Bölgemizde Irak, Afganistan ve Filistin halklarına on yıllardır uygulanan yıkım savaşlarının son bulması, İran ve Suriye üzerine dayatılan savaş tehditleri insanlığın utanç vesileleri olmalıdır. Kürt halkının ve diğer halkların kimlik haklarının üzerindeki yasaklar ve bu anlamda sürdürülen baskı ve saldırılar bu süreçlerden bağımsız değildir.
Yaşanan yıkımlardan gerçekten dersler çıkarıp insanlık adına olumlu adımlar atılacaksa bu savaş zihniyetinin değiştirilmesi ve bu zihniyetin eseri olan savaşların sonlandırılması gerekmektedir. Başkalarının savaşları ve utanç vesilesi olan yıkımlarına karşı eleştiri geliştirip “kendi savaşını” kutsayan devlet zihniyeti insani bir tutarlılık içerisinde değildir.
Tüm savaşların son bulması, sorunların siyasi, adil-eşitlikçi bir insani yaklaşımla çözümlenmesi gerekmektedir. Bunun için de ülkemizde ve dünyada gerçek halk demokrasilerinin ikame edilmesi gerekmektedir.
Mehmet GÜZEL
30 AğUSTOS 2010
SAVAŞLARIN SON BULMASI İÇİN
HALKLAR ARSI ADİL- EŞİTLİKÇİ-İNSANİ ÇÖZÜM!
2. Dünya Savaşının başladığı gün olan 1 Eylül, Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Barış Günü” ilan edilmiştir. Bundaki amaç, savaşların insanlıkta yarattığı yıkımların hatırlanmasını sağlamak üzere bir ibret vesilesi yapmaktır.
İnsanlık tarihi, kendi neslini yıkıma uğratan, geleceğini karartan nice ibretlik olaylarla doludur. Doğanın yarattığı tahribatların çok ötesindeki tahribatları insan evladı kendi türdeşine yaşatmıştır. Ancak insan evladı tüm ibretlik yıkımlara rağmen yeterince ders alamamıştır. Bunun böyle olmasının nedeni, insanların birbirleriyle ilişkilenmelerinin temelindeki çıkar-hırs ve bencilliğe dayalı sistemdir. Özel mülkiyete dayalı sistemler, insanlığın yıkımına, doğanın tahribatlarına yol açan savaşların nedenidir. Bu kar hırsına dayalı sistemler devam ettikçe de sayısız trajediye rağmen insanlık ibretlerden ders alamaz ise yıkımları yaşamaya devam edecektir.
Bunun en güncel örneğini ülkemizde yaşamaktayız. Ülkemiz çeyrek asrı aşkın bir süredir savaş halindedir. Hem de devletin kendi halkına yönelik savaşıdır bu. Bu savaş insanlığın ortak değerlerinde silinemeyecek ve kapatılamayacak izler ve yaralar oluşturmuştur. Savaşın en temel hak olan insan yaşamının kutsallığını yok etmesi ve bu doğrultuda 40.000 insanın yaşamına son vermesi bir yana, yan yana yaşayan kardeş halklar olarak manevi değerlerimizde kapanamayacak yaralar açmıştır. sistem eliyle halklarımıza karşı yürütülen özel savaş, ortak ülkemizde özgürce gönüllü birliktelik içerisinde olmanın koşullarının temeline dinamit koymuştur. Bunun insan bilincinde yarattığı tahribatı hiçbir değer ölçüsü ölçemez.
Çeyrek asrı aşkın bir zamandır yasa dışı yöntemlerle yürütülen bu savaş sahiplerine bir sonuç da vermiyor. Geleneksel inkâra ve imhaya dayalı bu savaş devlete zaferi de sağlamamıştır. Tam tersine, halklarımızın acılarla daha da olgunlaşmasına, kimliklerini bulmalarına ve geri dönüşsüz bir özgürlükler ve demokrasi hedefinin belirginleşmesine neden olmuştur.
Hiçbir gerekçe, ülkemizi boydan boya yeniden inşa edebilecek maddi değerlerin çeyrek asırdır kendi halklarımızı yok etmek amacıyla kullanılmasını açıklayamaz!
Cephe Hareketi olarak bu savaşın koşullarının derhal ortadan kaldırılması yolunda, halklarımızın kendi etnik değerleriyle özgür ve gönüllü birlikteliğini esas alan yaşam koşullarının ikame edilmesi gerektiğini savunuyoruz. Bu da ülkemizin her anlamda –şekilsel değil- gerçek demokratik yönetime geçişini gerektirmektedir. Bu doğrultuda emeğin özgürlüğüne, kadının kurtuluşuna, ötekileştirilmiş cinsel, dinsel, toplumsal kesimlerin özgürlüğüne dayalı, halkların özgür-gönüllü birlikteliğini temel alan, komşularıyla ve tüm dünya ailesiyle sorunlarını çözmüş bir ülkenin koşullarını yaratma yolunda acilen gerçek demokrasinin tecelli ettirilmesi gerekmektedir. Bu da halkların iradelerinin siyasal üst yapıya yansıyacağı bir demokratik dönüşümü gerektirmektedir.
Bölgemizde Irak, Afganistan ve Filistin halklarına on yıllardır uygulanan yıkım savaşlarının son bulması, İran ve Suriye üzerine dayatılan savaş tehditleri insanlığın utanç vesileleri olmalıdır. Kürt halkının ve diğer halkların kimlik haklarının üzerindeki yasaklar ve bu anlamda sürdürülen baskı ve saldırılar bu süreçlerden bağımsız değildir.
Yaşanan yıkımlardan gerçekten dersler çıkarıp insanlık adına olumlu adımlar atılacaksa bu savaş zihniyetinin değiştirilmesi ve bu zihniyetin eseri olan savaşların sonlandırılması gerekmektedir. Başkalarının savaşları ve utanç vesilesi olan yıkımlarına karşı eleştiri geliştirip “kendi savaşını” kutsayan devlet zihniyeti insani bir tutarlılık içerisinde değildir.
Tüm savaşların son bulması, sorunların siyasi, adil-eşitlikçi bir insani yaklaşımla çözümlenmesi gerekmektedir. Bunun için de ülkemizde ve dünyada gerçek halk demokrasilerinin ikame edilmesi gerekmektedir.
29 Ağustos 2010 Pazar
ONURLU İNSANLARI KİRLETMEK ONURSUZLARIN İŞİDİR
Mihrac Ural
30 Ağustos 2010
Engin Ardıç, malum, dönekliğin medresesidir. Sabah’ta yazıyor hala. Hiçbir baltaya sap olmadan, kim fazla öderse oradadır; çünkü ne ilkesi ne amacı kalmıştır. Bir de birilerine benzer, “geçmişi olanın geleceği olmaz” cılardandır. Geçmişi inkar, geçmişe küfür, geçmişe karalama ve şaibe yayan bir çirkin adam.
İlk komünistlerden Mehmet Bozışık’a dil uzatmış. Hakkında kabul edilmez çirkince söylemlerle saldırmış, 23 Ağustos 2010 tarihinde Sabah gazetesinde yayınlanan “Korkma yavrum, öcü değil, yalnızca sandık... Isırmaz!” yazısında sallama hakaretler yapmış.Engin Ardıç, tipik bir muhbir, tipik bir itirafçıdır; sistem adına kirlilik ve şaibe yaratan, kendine “liberal” diyen çirkin biridir. Liberal olmak bir siyasal görüştür, saygı duyulur. Bu “yaratık” demokrasiyi asla içine sindirememiştir. Gerçek demokrasinin sistemden çıkış olduğunu çok iyi bilir. Bu yüzden demokrasi ve demokratik açılımları sadece sisteme kan taşımakla ilgili olduğu boyutta benimser. Bunun için, ilkeli olmaya gerek duymaz; yumurta makinesi gibi yalan servisi yapar.
Engin ardıç gibilerinin ulusalcılara çattığına bakmayın. O, aynı zamanda azılı birer milliyetçidir de. Bunu anlamak için demokrasiyi, demokratik açılımı sonuna kadar götürmeyi isteyiniz, bakın ne olur o zaman; Engin Ardıç gibiler hızlı bir itirafçı, acımasız bir muhbir, üçüncü dereceden bir derin devlet görevlisi olur çıkar. Bu türlerin kalemleri, Türk sineması senaryolarını aratacak müptezellikte birer yalan kurgu senaristinin kılıcı olurlar. Bunlar aynı zamanda akıl almaz birer milliyetçi şövalyedirler. Mızraklarıyla yel değirmenlerini fethetmeye çıkmış bir Donkişot olurlar. Demokrasi söyleminin en ahlaksız kalpazanları da tastamam bu türlerdir.
19 yıl önce vefat etmiş birine yapılan bu çirkin ithamları bir yana, Engin Ardıç’ın mesajındaki amaç önemli. O, sisteme kan taşımak istiyor. Bağımsız irademizi, özgürlüğümüzü, kimlik haklarımızı yok etme operasyonu olan bu referandumda kendi inkarcılığı gibi geçmişimizi inkara çağırarak sisteme angaje olun diyor. Bunun için de Boz Mehmet’i kirli amaçları için alet etmeye çalışıyor. Mehmet Bozışık hakkında çok bilgim yok. Arkadaşları gereken cevabı veriyorlar zaten. Çile çekmiş, zindan yatmış, emek vermiş bir dava insanı. Bizleri çok yakından ilgilendiriyor; beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama doğruları arkasında dik durmuş birini önemseyip ona sahip çıkmak, tüm onurlu devrimcilerin görevidir.
Mehmet Bozışık (Boz Mehmet) için vereceğim bilgi şudur: “İşçilerin Boz Mehmet’i 21 Eylül 1901’de bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Kavala’da doğdu. Komünist mücadeleyle 1918 yılında sendikalaşma çalışması içinde tanışan Mehmet Bozışık 1927 yılında TKP üyesi oldu ve partinin çeşitli organlarında görev yaptı. 1932 yılında TKP’nin 4. Kongresinde Merkez Komite üyeliğine seçildi. Bozışık mücadele yaşamında 9 kez tutuklandı, 16 yıl hapis yattı ve beş kez sürgün cezasına çarptırıldı. Bir asra yaklaşan yaşına bakmayarak 1 Mayıslara, işçi grevlerine, gösterilere, anmalara, Cumartesi annelerinin eylemlerine, öğrencilerin direnişlerine katıldı.
Katıldığı bütün etkinliklerde gür sesiyle söylediği Enternasyonal marşıyla devrim inancını ve coşkusunu herkese duyurdu.
27 Ağustos 1998 Perşembe günü İstanbul Samatya SSK Hastanesinde diyaliz makinesine bağlıyken sonsuzluğa karıştı.
30 Ağustos 1998 Pazar günü yoldaşlarının omzunda Feriköy Mezarlığı’nda, vasiyetine uygun olarak, dini tören yapılmadan ve Parti bayrağına sarılı tabutuyla toprağa verildi.
Boz Mehmet son yazısında yoldaşlarına “Mücadeleye devam zaferimizin teminatıdır” diye seslenmişti.” (http://www.urundergisi.com/makaleler.php?ID=1594 )
Böylesi bir mücadele insanını alaya almak Engin Ardıç’ın boyunu çok aşar. Ancak o bir göreve ifa ediyor. Geleceğini karartmak için, demokrasi mücadelesinin geçmişini kirletmek istiyor. Tek amaç budur. Engin, engin bir adamdır. Siyasete sokak ağzını taşıyandır. Onurlu insanları da buna zorlayandır. Demokrasiye asla inanmayan bu satılmış kalemin ülkesi ve halkı için önerdiği hiçbir şey de bulunmamaktadır. Bugün AKP’nin çömezlerinden biri olması bile başlı başına bir göstergedir.
Bugün demokrasi mücadelesi geçmişi, insanlık tarihinin bilgi birikimlerine en büyük katkıları yapan, siyasetin en toplu ele alındığı ve kitlelere mal edilerek yürütüldüğü komünist medreselerde beslenmiş olanların omzunda yükselmektedir. Demokrasi mücadelesi, bu gelenekten gelen, çağdaş algılar ve bilişim çağının verileriyle dengeli değişimle, yeni bir uygarlık hedefi için daha çok demokrasinin gerekliliğine inananların mücadelesi olarak yükselmektedir. Değişim bu yanıyla olumlu ve onurludur.
Ancak inkar, geçmişi karalama, geçmişe şaibe yapıştırma ve bunun üzerinden prim yapma gibi bildik liberal yaklaşımların hiç bir yanı demokrasiyle ilgili değildir. Bunların demokrasisi sisteme kan taşıma için bir aldatmacadan öte anlama sahip değildir.Bu satırların yazarı, geçmişte de bugün de Mehmet Bozışık’ın temsil ettiği siyasi duruşla ortak bir çizgide olmamıştır. Ancak bu hiçbir şekilde, geçmişini omuzlarında onurla taşıyan, gerici sistemle sorunu olup mücadele etmiş bir insanın uğradığı saldırıya sessiz kalmak anlamına gelmez. Olumlu gelenekleri her zaman öne çıkarmak, devrimci hareketin terk etmemesi gereken bir dayanışma geleneği olmalıdır. Boz Mehmet bu anlamda hepimiz adına saldırıya uğramıştır. Cevabın da hepimizce verilmesi gerekmektedir.
Mehmet Bozışık bu ülkede mücadelesiyle biz ve sonraki kuşaklara önemli miraslar bırakan bir devrimcidir. Ölürken dile getirdiği söz de tüm kuşaklar için anlamlıdır: “Mücadeleye devam zaferimizin teminatıdır.”
Engin Ardıç, tüm inkarcılar gibi demagoji ve yalanlarla kirlilik saçma çabasında olması zayıflığının bitmişliğinin bir ifadesidir. Bu aynı zamanda sistemin içine girdiği kaosta kimleri ve neleri koltuk değneği yapmaya mecbur kaldığını da göstermektir. Tüm arkadaşlarım adına Engin gibi insanları şiddetle kınıyorum
30 Ağustos 2010
Engin Ardıç, malum, dönekliğin medresesidir. Sabah’ta yazıyor hala. Hiçbir baltaya sap olmadan, kim fazla öderse oradadır; çünkü ne ilkesi ne amacı kalmıştır. Bir de birilerine benzer, “geçmişi olanın geleceği olmaz” cılardandır. Geçmişi inkar, geçmişe küfür, geçmişe karalama ve şaibe yayan bir çirkin adam.
İlk komünistlerden Mehmet Bozışık’a dil uzatmış. Hakkında kabul edilmez çirkince söylemlerle saldırmış, 23 Ağustos 2010 tarihinde Sabah gazetesinde yayınlanan “Korkma yavrum, öcü değil, yalnızca sandık... Isırmaz!” yazısında sallama hakaretler yapmış.Engin Ardıç, tipik bir muhbir, tipik bir itirafçıdır; sistem adına kirlilik ve şaibe yaratan, kendine “liberal” diyen çirkin biridir. Liberal olmak bir siyasal görüştür, saygı duyulur. Bu “yaratık” demokrasiyi asla içine sindirememiştir. Gerçek demokrasinin sistemden çıkış olduğunu çok iyi bilir. Bu yüzden demokrasi ve demokratik açılımları sadece sisteme kan taşımakla ilgili olduğu boyutta benimser. Bunun için, ilkeli olmaya gerek duymaz; yumurta makinesi gibi yalan servisi yapar.
Engin ardıç gibilerinin ulusalcılara çattığına bakmayın. O, aynı zamanda azılı birer milliyetçidir de. Bunu anlamak için demokrasiyi, demokratik açılımı sonuna kadar götürmeyi isteyiniz, bakın ne olur o zaman; Engin Ardıç gibiler hızlı bir itirafçı, acımasız bir muhbir, üçüncü dereceden bir derin devlet görevlisi olur çıkar. Bu türlerin kalemleri, Türk sineması senaryolarını aratacak müptezellikte birer yalan kurgu senaristinin kılıcı olurlar. Bunlar aynı zamanda akıl almaz birer milliyetçi şövalyedirler. Mızraklarıyla yel değirmenlerini fethetmeye çıkmış bir Donkişot olurlar. Demokrasi söyleminin en ahlaksız kalpazanları da tastamam bu türlerdir.
19 yıl önce vefat etmiş birine yapılan bu çirkin ithamları bir yana, Engin Ardıç’ın mesajındaki amaç önemli. O, sisteme kan taşımak istiyor. Bağımsız irademizi, özgürlüğümüzü, kimlik haklarımızı yok etme operasyonu olan bu referandumda kendi inkarcılığı gibi geçmişimizi inkara çağırarak sisteme angaje olun diyor. Bunun için de Boz Mehmet’i kirli amaçları için alet etmeye çalışıyor. Mehmet Bozışık hakkında çok bilgim yok. Arkadaşları gereken cevabı veriyorlar zaten. Çile çekmiş, zindan yatmış, emek vermiş bir dava insanı. Bizleri çok yakından ilgilendiriyor; beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama doğruları arkasında dik durmuş birini önemseyip ona sahip çıkmak, tüm onurlu devrimcilerin görevidir.
Mehmet Bozışık (Boz Mehmet) için vereceğim bilgi şudur: “İşçilerin Boz Mehmet’i 21 Eylül 1901’de bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Kavala’da doğdu. Komünist mücadeleyle 1918 yılında sendikalaşma çalışması içinde tanışan Mehmet Bozışık 1927 yılında TKP üyesi oldu ve partinin çeşitli organlarında görev yaptı. 1932 yılında TKP’nin 4. Kongresinde Merkez Komite üyeliğine seçildi. Bozışık mücadele yaşamında 9 kez tutuklandı, 16 yıl hapis yattı ve beş kez sürgün cezasına çarptırıldı. Bir asra yaklaşan yaşına bakmayarak 1 Mayıslara, işçi grevlerine, gösterilere, anmalara, Cumartesi annelerinin eylemlerine, öğrencilerin direnişlerine katıldı.
Katıldığı bütün etkinliklerde gür sesiyle söylediği Enternasyonal marşıyla devrim inancını ve coşkusunu herkese duyurdu.
27 Ağustos 1998 Perşembe günü İstanbul Samatya SSK Hastanesinde diyaliz makinesine bağlıyken sonsuzluğa karıştı.
30 Ağustos 1998 Pazar günü yoldaşlarının omzunda Feriköy Mezarlığı’nda, vasiyetine uygun olarak, dini tören yapılmadan ve Parti bayrağına sarılı tabutuyla toprağa verildi.
Boz Mehmet son yazısında yoldaşlarına “Mücadeleye devam zaferimizin teminatıdır” diye seslenmişti.” (http://www.urundergisi.com/makaleler.php?ID=1594 )
Böylesi bir mücadele insanını alaya almak Engin Ardıç’ın boyunu çok aşar. Ancak o bir göreve ifa ediyor. Geleceğini karartmak için, demokrasi mücadelesinin geçmişini kirletmek istiyor. Tek amaç budur. Engin, engin bir adamdır. Siyasete sokak ağzını taşıyandır. Onurlu insanları da buna zorlayandır. Demokrasiye asla inanmayan bu satılmış kalemin ülkesi ve halkı için önerdiği hiçbir şey de bulunmamaktadır. Bugün AKP’nin çömezlerinden biri olması bile başlı başına bir göstergedir.
Bugün demokrasi mücadelesi geçmişi, insanlık tarihinin bilgi birikimlerine en büyük katkıları yapan, siyasetin en toplu ele alındığı ve kitlelere mal edilerek yürütüldüğü komünist medreselerde beslenmiş olanların omzunda yükselmektedir. Demokrasi mücadelesi, bu gelenekten gelen, çağdaş algılar ve bilişim çağının verileriyle dengeli değişimle, yeni bir uygarlık hedefi için daha çok demokrasinin gerekliliğine inananların mücadelesi olarak yükselmektedir. Değişim bu yanıyla olumlu ve onurludur.
Ancak inkar, geçmişi karalama, geçmişe şaibe yapıştırma ve bunun üzerinden prim yapma gibi bildik liberal yaklaşımların hiç bir yanı demokrasiyle ilgili değildir. Bunların demokrasisi sisteme kan taşıma için bir aldatmacadan öte anlama sahip değildir.Bu satırların yazarı, geçmişte de bugün de Mehmet Bozışık’ın temsil ettiği siyasi duruşla ortak bir çizgide olmamıştır. Ancak bu hiçbir şekilde, geçmişini omuzlarında onurla taşıyan, gerici sistemle sorunu olup mücadele etmiş bir insanın uğradığı saldırıya sessiz kalmak anlamına gelmez. Olumlu gelenekleri her zaman öne çıkarmak, devrimci hareketin terk etmemesi gereken bir dayanışma geleneği olmalıdır. Boz Mehmet bu anlamda hepimiz adına saldırıya uğramıştır. Cevabın da hepimizce verilmesi gerekmektedir.
Mehmet Bozışık bu ülkede mücadelesiyle biz ve sonraki kuşaklara önemli miraslar bırakan bir devrimcidir. Ölürken dile getirdiği söz de tüm kuşaklar için anlamlıdır: “Mücadeleye devam zaferimizin teminatıdır.”
Engin Ardıç, tüm inkarcılar gibi demagoji ve yalanlarla kirlilik saçma çabasında olması zayıflığının bitmişliğinin bir ifadesidir. Bu aynı zamanda sistemin içine girdiği kaosta kimleri ve neleri koltuk değneği yapmaya mecbur kaldığını da göstermektir. Tüm arkadaşlarım adına Engin gibi insanları şiddetle kınıyorum
186. DOSYA “KATİL MUHBİR” ENGİN ERKİNER İLKER AKMAN VE YOLDAŞLARINA NASIL KIYDIN…
“KATİL MUHBİR” ENGİN ERKİNER İLKER AKMAN VE YOLDAŞLARINA NASIL KIYDIN…
Mihrac Ural
28 Ağustos 2010
“Katil Muhbir” Engin Erkiner yakalandı.
10 soru sordum hepsi kanıtlı, belgeli ve şahitleri olan 10 soru.
Bu soruların en yenisi, Malatya Beylerderesi’nde İlker Akman ve yoldaşlarının katledilmesine yol açan muhbirin Engin Erkiner şerefsizi olduğunu açığa vuruyordu.
Süratle refleks verdi. İç dünyasındaki gerçek suratına yansıdı.
“Katil Muhbir”, itirafçı Engin Erkiner’di.
Soru benden gelmedi. Olayı yaşayanlar, olayın içinde olanlardan geldi.
Bu bir haykırıştı, suratına tükürerek “ihbarı sen yaptın” diyen İlker’in kız kardeşiydi. Şehit abisinin acısı üzerine, kızıyla sokağa atılarak da zulüm gördü. Ama o onurluydu Abisinin katili bir muhbirle yaşaması imkansızdı.
Gerçekle yüzleşmeye dayanamayan bu şerifsiz itirafçı Engin Erkiner, bir katil muhbirdi. Ne yapsa gerçekliğinden kaçamayacaktı. 34 yıl sonra gerçek gelip urgan gibi boynuna sarıldı.
Katil muhbir, aynı anda cevap verme refleksi gösterdi, Suçluydu ve kimsenin bilmediği bir konuyu açığa çıkardığımızı anlamıştı.
İnkar edemedi. Böyle bir şey yok diyemedin, cevabi yazısı onu bir kez daha ele veriyordu.
"Beylerderesi’ni ihbar mı etmişim…
Hayatımda Sivas’ın ötesine gitmedim ama bu da kabul…” (Engin Erkiner)
Başka cevabın yok. Nasıl olsun ki?
Bunak adam sen kimi kandırıyorsun söyler misin?…
Sivas’tan öteye geçip geçmediğini soran kim? Bırak demagojiyi şerefsiz katil, İlkerlerin yerini kime ve nasıl ispiyon ettin sen bu sorunun cevabını var?
“Sivas’ın ötesine” geçmemiş, ihbar için Sivas’ın ötesine geçmek gibi bir zorunluluk mu var?
Saptırma, soruya cevap ver … İlkerlere nasıl kıydın…
İlker Akman’ın kız kardeşini ve ondan olan kızını Beylerderesi katliamından sonra neden boşayıp, sokağa attın?
İlker Akman’ın kız kardeşi suratına tükürerek “katil muhbir” dedi mi denmedi mi?
”Abim İlker’in ve arkadaşlarının katledilmesine yol açan ihbarı sen yaptın” dedi mi demedi mi?
Sen bu soruya cevap ver.
Eveleyip geveleme…
Bu insafsız ihbar zulmünün ardından Ankara örgüt birimini ölü ya da diri tasfiye ederek İstanbul’a geçtin.
İstanbul’da MİT ajanı İbrahim Yalçın’la tanıştırıldın ve Topyekun örgütü tasfiye eden 19 Ağustos 1977 itiraflarını, kendi deyiminle “kronolojik olarak” verdin.
TKEP’li oldun, ne tesadüf ki yine MİT ajanı İbrahim yalçın’la birlikte oldun; TKEP tasfiye oldu.
Ömrünün yarısı, 28 yıl TKEP’li olmana rağmen, ortağın MİT ajanıyla birlikte polis organizesi ikili olarak, Acilcileri dilinize dolamaya başladınız. Özel Harp dairesi yöntemleriyle karalama ve şaibe yaratarak devrimci zihinleri kirletmeye yöneldiniz.
Bunlar tesadüf değildir, olamaz da.
Nerede olduysanız orada bir tasfiyecilik oldu, orada kirlilik ve şaibe oldu…
“Katil muhbir” artık açığa çıktın, sulandırarak gerçekten kaçmaya çalışacağını biliyorum bunun için, “Müptezel itirafçı Engin Erikner, alttaki soruları okuyunca sulandırmaya girişecek. “Kızıldere katliamının muhbiri de bendim” diyecek. Ama sulandıramayacaktır; İtirafçı Engin’in polis ifadesini okumak bu konuda yeterli bir fikir verecektir (Bkz. 1. DOSYA. POLİS İFADESİ). “ dedim.
Beni yanıltmadın, aynıyla bunu yaptın; seni senden daha iyi tanıyorum bunu kabul et ve demagojilerle kurtulacağını sanma…
“Kızıldere”, “Mustafa Suphi”… Öyle mi? Dinle ve beynine iyice kazı, ne Kızıldere ne Mustafa Suphi seni kurtaramaz artık.
Korku ruhunu sardı değil mi?...
Ortağınla kirliliğe alışmışsın, hayatını devrimci mücadeleye adamış, ser verip sır vermemiş insanları kirletmek kolay sanıyorsunuz değil mi?
Genç devrimci insanlara ve geçmiş algılara zarar veriyor diye cevap vermemeye çalıştık, zıvanadan çıktınız öyle mi? Yumurta fabrikası gibi yalan senaryolar üreterek, akıl zoru ithamlar yapmak koyla değil mi? Bekleyin bakalım daha neler göreceksiniz.
“Katil muhbir” Engin,
Sen ki, insanlara çamur atan, şaibe yaratan, ilgisiz insanları tartışmalara karıştıran, hiçbir ahlak kuralında olmayan aileleri kirletmeye çalışan, isim ve adresler vererek Doğu Perinçek özentisi muhbirlik yapan bir insansın. Bunlar sicilinde mevcut.
Ancak bu kez, bu da değil, öyle bilgiler elimize geçti ki, bunlar seni oyacak Engin oyacak… Hem de nasıl oyacak.
Ortağın MİT ajanına laf söylemeye tenezzül etmeyeceğim. O bir MİT ajanıdır. Bu kadar.
MİT ajanları asla muhatap alınmaz…
O ya da onun adına sen, MİT’le ilişki tarihini açıklayın. Net tarih…
İbrahim Yalçın bunu örtmek için, el yazılı itirafnamesinde üç çelişkili tarih vererek bulanıklık yaratmaya çalışıyor ve susuyor.
Orta-doğuya, Örgüte ilk gelişi olan 28 Ağustos 1986 tarihinden sonra 15 gün kalıp ülkeye tekrar gitmişti. Ancak örgüte, MİT’le ilişkisinden hiç söz etmemişti. İkinci kez 20 Ekim 86 sonrası geliyor. Başka MİT ajanlarının yakalandığını görünce itiraf etmek zorunda kalıyor. Ancak MİT’le ilişki tarihini hep gizliyor. Soruyoruz susuyor.
Sorumuza yanıt vermiyor çünkü o da senin gibi kendi el yazısıyla bir kez daha yakalandı.
Bataklığınıza bulaşmış iyi niyetlilere de seslenerek, tekrar soruyorum;
İbrahim yalçın MİT’le ne zaman irtibata geçti?
Tam tarih bekliyoruz.
Eveleme geveleme değil…
Bu soru her şeyi ortaya dökecek, aranızdaki kirli geçmişi de ortaya serecektir.
Bunun için cevap veremiyorsunuz, ortağınızı cevap vermesi için zorlamıyorsunuz.
Çünkü birbirinize çok benziyorsunuz.
Bunu geçelim.
Türkçe sinemaskop film senaryolarına parmak ısırtacak yalanların müptezeli olduğunu bu tartışmalarda herkes gördü. Bir önceki yazıda ortaya attığın şaibeyi bir sonra ki yazında kanıt göstererek yaptığın ahlaksızlık artık kimseyi aldatmayacak kadar açık oldu.
Hayatın boyunca siyasi olamadın, hep müptezelce yazılarla oyalandın. Sana ait tek bir siyasi soyutlama gösteremesin, çünkü hep başkasının aklına muhtaç oldun, ezberlediğin dergi kırıntılarıyla geçindin. Hiçbir örgütte kalıcı olamadın çünkü görevliydin. Hep MİT ortağınla buluşmanın sırrı da buydu. Sen çirkin bir “katil muhbirsin” artık bunu açığa çıkardık…
Şaşkına döndün değimli ahlaksız muhbir.
34 yıl sonra, suratına bir şamar gibi katil muhbir olduğunu, kanıtlarla seni ortaya çıkardık.
Sen İlker Akman ve yoldaşlarının uğradığı katliamın muhbirisin, bu artık ensene bir kılıç gibi binmiştir. Boynun bundan kendini kurtaramayacaktır.
Sen ve ortağın MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı Allah bile elimizden kurtaramayacak. Bekleyin de kaderinizi görün.
Bir onurlu direnme örgütü THKP-C (Acilciler)’e, şehitleri ve değerlerine karşı zalimce dil uzattınız. Emekleri, direnmeleri, fedakarlıkları ayaklar altına almaya çalıştınız. 28 yıllık TKEP’li olduğunuzu bile unutarak, kirlilik ve şaibe yaratmaya çalıştınız. 3 yıl kesilmeden yaptığınız karalamalar sonuç alsaydı, devam etmenize gerek kalmazdı; yalanla, yalan kurgularla bir yere varamadınız. Ömrünüzü bunlarla tüketseniz de varamayacaksınız.
Sendromlarınızın esiri olmuşsunuz. Devlet adına görevli olarak şaibe yaratıyorsunuz çünkü şaibelisiniz. Size böyle bir kader yazıldı, bu durumunuz sizinle mezara kadar gidecektir. Kirliliğinizle yok olacaksınız.
Mihrac Ural
28 Ağustos 2010
“Katil Muhbir” Engin Erkiner yakalandı.
10 soru sordum hepsi kanıtlı, belgeli ve şahitleri olan 10 soru.
Bu soruların en yenisi, Malatya Beylerderesi’nde İlker Akman ve yoldaşlarının katledilmesine yol açan muhbirin Engin Erkiner şerefsizi olduğunu açığa vuruyordu.
Süratle refleks verdi. İç dünyasındaki gerçek suratına yansıdı.
“Katil Muhbir”, itirafçı Engin Erkiner’di.
Soru benden gelmedi. Olayı yaşayanlar, olayın içinde olanlardan geldi.
Bu bir haykırıştı, suratına tükürerek “ihbarı sen yaptın” diyen İlker’in kız kardeşiydi. Şehit abisinin acısı üzerine, kızıyla sokağa atılarak da zulüm gördü. Ama o onurluydu Abisinin katili bir muhbirle yaşaması imkansızdı.
Gerçekle yüzleşmeye dayanamayan bu şerifsiz itirafçı Engin Erkiner, bir katil muhbirdi. Ne yapsa gerçekliğinden kaçamayacaktı. 34 yıl sonra gerçek gelip urgan gibi boynuna sarıldı.
Katil muhbir, aynı anda cevap verme refleksi gösterdi, Suçluydu ve kimsenin bilmediği bir konuyu açığa çıkardığımızı anlamıştı.
İnkar edemedi. Böyle bir şey yok diyemedin, cevabi yazısı onu bir kez daha ele veriyordu.
"Beylerderesi’ni ihbar mı etmişim…
Hayatımda Sivas’ın ötesine gitmedim ama bu da kabul…” (Engin Erkiner)
Başka cevabın yok. Nasıl olsun ki?
Bunak adam sen kimi kandırıyorsun söyler misin?…
Sivas’tan öteye geçip geçmediğini soran kim? Bırak demagojiyi şerefsiz katil, İlkerlerin yerini kime ve nasıl ispiyon ettin sen bu sorunun cevabını var?
“Sivas’ın ötesine” geçmemiş, ihbar için Sivas’ın ötesine geçmek gibi bir zorunluluk mu var?
Saptırma, soruya cevap ver … İlkerlere nasıl kıydın…
İlker Akman’ın kız kardeşini ve ondan olan kızını Beylerderesi katliamından sonra neden boşayıp, sokağa attın?
İlker Akman’ın kız kardeşi suratına tükürerek “katil muhbir” dedi mi denmedi mi?
”Abim İlker’in ve arkadaşlarının katledilmesine yol açan ihbarı sen yaptın” dedi mi demedi mi?
Sen bu soruya cevap ver.
Eveleyip geveleme…
Bu insafsız ihbar zulmünün ardından Ankara örgüt birimini ölü ya da diri tasfiye ederek İstanbul’a geçtin.
İstanbul’da MİT ajanı İbrahim Yalçın’la tanıştırıldın ve Topyekun örgütü tasfiye eden 19 Ağustos 1977 itiraflarını, kendi deyiminle “kronolojik olarak” verdin.
TKEP’li oldun, ne tesadüf ki yine MİT ajanı İbrahim yalçın’la birlikte oldun; TKEP tasfiye oldu.
Ömrünün yarısı, 28 yıl TKEP’li olmana rağmen, ortağın MİT ajanıyla birlikte polis organizesi ikili olarak, Acilcileri dilinize dolamaya başladınız. Özel Harp dairesi yöntemleriyle karalama ve şaibe yaratarak devrimci zihinleri kirletmeye yöneldiniz.
Bunlar tesadüf değildir, olamaz da.
Nerede olduysanız orada bir tasfiyecilik oldu, orada kirlilik ve şaibe oldu…
“Katil muhbir” artık açığa çıktın, sulandırarak gerçekten kaçmaya çalışacağını biliyorum bunun için, “Müptezel itirafçı Engin Erikner, alttaki soruları okuyunca sulandırmaya girişecek. “Kızıldere katliamının muhbiri de bendim” diyecek. Ama sulandıramayacaktır; İtirafçı Engin’in polis ifadesini okumak bu konuda yeterli bir fikir verecektir (Bkz. 1. DOSYA. POLİS İFADESİ). “ dedim.
Beni yanıltmadın, aynıyla bunu yaptın; seni senden daha iyi tanıyorum bunu kabul et ve demagojilerle kurtulacağını sanma…
“Kızıldere”, “Mustafa Suphi”… Öyle mi? Dinle ve beynine iyice kazı, ne Kızıldere ne Mustafa Suphi seni kurtaramaz artık.
Korku ruhunu sardı değil mi?...
Ortağınla kirliliğe alışmışsın, hayatını devrimci mücadeleye adamış, ser verip sır vermemiş insanları kirletmek kolay sanıyorsunuz değil mi?
Genç devrimci insanlara ve geçmiş algılara zarar veriyor diye cevap vermemeye çalıştık, zıvanadan çıktınız öyle mi? Yumurta fabrikası gibi yalan senaryolar üreterek, akıl zoru ithamlar yapmak koyla değil mi? Bekleyin bakalım daha neler göreceksiniz.
“Katil muhbir” Engin,
Sen ki, insanlara çamur atan, şaibe yaratan, ilgisiz insanları tartışmalara karıştıran, hiçbir ahlak kuralında olmayan aileleri kirletmeye çalışan, isim ve adresler vererek Doğu Perinçek özentisi muhbirlik yapan bir insansın. Bunlar sicilinde mevcut.
Ancak bu kez, bu da değil, öyle bilgiler elimize geçti ki, bunlar seni oyacak Engin oyacak… Hem de nasıl oyacak.
Ortağın MİT ajanına laf söylemeye tenezzül etmeyeceğim. O bir MİT ajanıdır. Bu kadar.
MİT ajanları asla muhatap alınmaz…
O ya da onun adına sen, MİT’le ilişki tarihini açıklayın. Net tarih…
İbrahim Yalçın bunu örtmek için, el yazılı itirafnamesinde üç çelişkili tarih vererek bulanıklık yaratmaya çalışıyor ve susuyor.
Orta-doğuya, Örgüte ilk gelişi olan 28 Ağustos 1986 tarihinden sonra 15 gün kalıp ülkeye tekrar gitmişti. Ancak örgüte, MİT’le ilişkisinden hiç söz etmemişti. İkinci kez 20 Ekim 86 sonrası geliyor. Başka MİT ajanlarının yakalandığını görünce itiraf etmek zorunda kalıyor. Ancak MİT’le ilişki tarihini hep gizliyor. Soruyoruz susuyor.
Sorumuza yanıt vermiyor çünkü o da senin gibi kendi el yazısıyla bir kez daha yakalandı.
Bataklığınıza bulaşmış iyi niyetlilere de seslenerek, tekrar soruyorum;
İbrahim yalçın MİT’le ne zaman irtibata geçti?
Tam tarih bekliyoruz.
Eveleme geveleme değil…
Bu soru her şeyi ortaya dökecek, aranızdaki kirli geçmişi de ortaya serecektir.
Bunun için cevap veremiyorsunuz, ortağınızı cevap vermesi için zorlamıyorsunuz.
Çünkü birbirinize çok benziyorsunuz.
Bunu geçelim.
Türkçe sinemaskop film senaryolarına parmak ısırtacak yalanların müptezeli olduğunu bu tartışmalarda herkes gördü. Bir önceki yazıda ortaya attığın şaibeyi bir sonra ki yazında kanıt göstererek yaptığın ahlaksızlık artık kimseyi aldatmayacak kadar açık oldu.
Hayatın boyunca siyasi olamadın, hep müptezelce yazılarla oyalandın. Sana ait tek bir siyasi soyutlama gösteremesin, çünkü hep başkasının aklına muhtaç oldun, ezberlediğin dergi kırıntılarıyla geçindin. Hiçbir örgütte kalıcı olamadın çünkü görevliydin. Hep MİT ortağınla buluşmanın sırrı da buydu. Sen çirkin bir “katil muhbirsin” artık bunu açığa çıkardık…
Şaşkına döndün değimli ahlaksız muhbir.
34 yıl sonra, suratına bir şamar gibi katil muhbir olduğunu, kanıtlarla seni ortaya çıkardık.
Sen İlker Akman ve yoldaşlarının uğradığı katliamın muhbirisin, bu artık ensene bir kılıç gibi binmiştir. Boynun bundan kendini kurtaramayacaktır.
Sen ve ortağın MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı Allah bile elimizden kurtaramayacak. Bekleyin de kaderinizi görün.
Bir onurlu direnme örgütü THKP-C (Acilciler)’e, şehitleri ve değerlerine karşı zalimce dil uzattınız. Emekleri, direnmeleri, fedakarlıkları ayaklar altına almaya çalıştınız. 28 yıllık TKEP’li olduğunuzu bile unutarak, kirlilik ve şaibe yaratmaya çalıştınız. 3 yıl kesilmeden yaptığınız karalamalar sonuç alsaydı, devam etmenize gerek kalmazdı; yalanla, yalan kurgularla bir yere varamadınız. Ömrünüzü bunlarla tüketseniz de varamayacaksınız.
Sendromlarınızın esiri olmuşsunuz. Devlet adına görevli olarak şaibe yaratıyorsunuz çünkü şaibelisiniz. Size böyle bir kader yazıldı, bu durumunuz sizinle mezara kadar gidecektir. Kirliliğinizle yok olacaksınız.
185. DOSYA. "KATİL MUHBİR” ENGİN ERKİNER’DEN CEVAP BEKLEYEN SORULAR
ENGİN ERKİNER
MALATYA BEYLERDERESİNDE İLKER AKMAN VE ARKADAŞLARININ KATLEDİLMESİNE YOL AÇAN ÖZEL HARAP DAİRESİ MUHBİRDİR
SORULAR CEVAP BEKLİYOR
Mihrac Ural
27 Ağustos 2010
Herkesin anlayacağı, mantık dahilinde olan sorular soracağım. Sallama değil, yalan kurgu, hasım karalaması hiç değil. Sakince düşünüp yanıtlanması gereken sorular. Bu soruların tümü belge ve kanıtlarıyla, şahit ve tanıklarıyla elimizde duruyor. Bunların önemli bir kısmını el yazılı ve resmi belge olarak yayınladık.
Bu süreci özetleyen alttaki 10 soru, Engin Erkiner ve İbrahim Yalçın’ın artık tartışmayı gerektirmeyen açıklıkla polis organizesi olduğunu ortaya koyuyor. Bu netleşince artan gerginliklerini, uçuk karalama ve şaibe çabaları içinde çırpındıklarına da tanık oluyoruz. Artık çömezlerini bile ikna etmekten uzaktadırlar. Tekrar ve her tekrarda işlenen yalanlar ve hatalar bu çirkin insanların ağır bir yenilgiyle yüz yüze kaldıklarına da önemli bir işarettir. İzlenme oranları ise çapları için iyi bir ölçüdür…
Tekrarlar ve her tekrarda işlenen yalanlar ve hatalar bu çirkin insanların ağır bir yenilgiyle yüz yüze kaldıklarına da önemli bir işarettir. İzlenme oranları ise çapları için iyi bir ölçüdür...
Müptezel itirafçı Engin Erikner, alttaki soruları okuyunca sulandırmaya girişecek. “Kızıldere katliamının muhbiri de bendim” diyecek. Ama sulandıramayacaktır; İtirafçı Engin’in polis ifadesini okumak bu konuda yeterli bir fikir verecektir (Bkz. 1. DOSYA. POLİS İFADESİ).
Sürecin tanıkları suratına sert bir tokat vurmaya hazır. Önce cevap versin, sonrasını okur tüm detaylarıyla öğrenecektir.
SORU 1.
12 Mart 1971 faşist askeri darbesinde ilgili ilgisiz herkes tutuklanıp zindan yatarken, sen THKP-C’nin yayın organı olan KURTULUŞ dergisinde, göstermelik de olsa, yaz işleri müdürü olmana rağmen tutuklanmanı kim durdurdu ?
SORU 2.
Acilcilerin kurucu önder kadroları İlker Akman ve arkadaşlarının Malatya Beylerderesinde katledilmelerine yol açan muhbir sen miydin ?
SORNU 3.
İlker akmanın kız kardeşi, Beylerderesi katliamından sonra, elindeki kanıtlara dayanarak ”Abim İlker’in ve arkadaşlarının katledilmesine yol açan ihbarı sen yaptın” sözleri karşısında nereye kaçtın?
İlker Akman’ın kız kardeşini ve senden olan kızını, sırtında taşıdığın “katil muhbir” (İlker’in kız kardeşinin sözü) damgasıyla, kime dayanarak boşayıp sokağa attın ?
SORU 4.
Örgütün Ankara birimi tümden, ölü ya da tutuklanarak tasfiye olmasında rolün neydi ve kiminle bağlantılıydın ?
SORU 5.
Ankara örgüt birimi tasfiyesini bitirdikten sonra, İstanbul’da MİT ajanı İbrahim Yalçın’la seni tanıştıranlar kimdi ?
SORU 6.
Örgüte yeni aldığın MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı eylemlere sokma emrini kim verdi ?
SORU 7.
Eylemlerden 4,5 saat sonra, 19 Ağustos 1977 yakalanmalarında, polis bileğine yapıştığı an, tek tokat yemeden örgütün bilinen bilinmeyen, tahmin edilen edilmeyin her şeyini polise “kronolojik olarak” aktarman, devletin Acilcileri yok edecek son darbesi olarak mı tezgahlandı ?
SORU 7
Yurtdışında, Acilciler safında kuşatılman nedeniyle yapacağın bir “görev” kalmayınca, TKEP’e yönlendirmeni kim yaptı ?
SORU 8
MİT ajanı hakkında örgütümüzün kamuoyuna yaptığı duyuruya rağmen (MİT ajanı İbrahim yalçın Dosyası. 1989 duyurusu) TKEP’e katılmasını kim sağladı?
Bu katılımla başlayan TKEP’i tasfiye sürecide görevli diğer MİT elamanları kimlerdi?
SORU 9.
Bireysel kin, bir şahsın yıpratılması amacı, intikam ya da kişisel nedene dayalı amaç olursa olsun mesaj vereceğim diye böylesine yalan, böylesine ihbar, böylesine kurgularla kampanya organize etmenin mümkün olmayacağı gerçeğine dayanarak hangi görevle bu karalama ve şaibelere devam ediyorsunuz?
Özel Harp Dairsi yöntemiyle, Acilciler örgütünün geçmişi ve bu gününü karalamak üzere, devrimci hareketi kirli göstermek, genç devrimcileri yıldırmak, herkesin geçmişinden tiksinti duymasını sağlamak için 3 yıldır sürdürdüğünüz kampanya emrini kim verdi?
MİT ajanı İbrahim Yalçın, MİT’le bağlantı tarihini gizliyor. 20 Ekim 1986’da MİT’le ilişkim başladı diyor. Dönüyor 13-16 Ekim1986’da MİT’le anlaşarak Sarı Vedat’a randevu verdim diyor. Dönüyor “Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10) diyor.
Üç çelişkili tarih ortaya atıyor, ama MİT’le ilişkisin söylemiyor. 28 Ağustos 1986’da ilk kez yurtdışına örgüt merkezine gidip 15 gün kaldığında MİT’le ilişkisini açıklamıyor. MİT için bilgi toplayıp ülkeye geri dönüyor. İkinci gelişi 1. Kongre arifesinde. O kesitte iki MİT ajanının daha tutuklu olduğunu görüyor. Korkuyor ve itirafnamesini yazmak zorunda kalıyor.
Şimdi, ortağı, savunucusu ve sitesinin yazarı olarak İtirafçı Engine soruyoruz. İstanbul’dan itibaren her tasfiyede yanında olan İbrahim yalçın, MİT’le ne zaman ilişkiye geçti?
Ortaklığınızın devlet indinde resmi ifadesi nedir?
SORU 10.
3 yıldır akıl almaz zorlamalarla uydurma ve yalan kurgularla sürdürdüğünüz bu kampanyanın başarısızlığı üzerine, MİT’in Adana bölüm şeflerinden “UFUK” adlı kişi (İbrahim Yalçın’ın ‘MİT’teki sorumlum’ diye itiraf ettiği kişi) ile İbrahim Yalçın’ın yakın dönemde, Avrupa başkentlerinden birin de buluşmalarında, bu sürecin, Acilcilerden, Kürt özgürlük hareketine doğru kaydırılmasıyla ilgili bir talimat verildi mi ?
Not. Bu sorulara yol açan bilgi kaynakları, özel şahısların adı anılmadan, sorular cevaplandığında açıklanacaktır.
MALATYA BEYLERDERESİNDE İLKER AKMAN VE ARKADAŞLARININ KATLEDİLMESİNE YOL AÇAN ÖZEL HARAP DAİRESİ MUHBİRDİR
SORULAR CEVAP BEKLİYOR
Mihrac Ural
27 Ağustos 2010
Herkesin anlayacağı, mantık dahilinde olan sorular soracağım. Sallama değil, yalan kurgu, hasım karalaması hiç değil. Sakince düşünüp yanıtlanması gereken sorular. Bu soruların tümü belge ve kanıtlarıyla, şahit ve tanıklarıyla elimizde duruyor. Bunların önemli bir kısmını el yazılı ve resmi belge olarak yayınladık.
Bu süreci özetleyen alttaki 10 soru, Engin Erkiner ve İbrahim Yalçın’ın artık tartışmayı gerektirmeyen açıklıkla polis organizesi olduğunu ortaya koyuyor. Bu netleşince artan gerginliklerini, uçuk karalama ve şaibe çabaları içinde çırpındıklarına da tanık oluyoruz. Artık çömezlerini bile ikna etmekten uzaktadırlar. Tekrar ve her tekrarda işlenen yalanlar ve hatalar bu çirkin insanların ağır bir yenilgiyle yüz yüze kaldıklarına da önemli bir işarettir. İzlenme oranları ise çapları için iyi bir ölçüdür…
Tekrarlar ve her tekrarda işlenen yalanlar ve hatalar bu çirkin insanların ağır bir yenilgiyle yüz yüze kaldıklarına da önemli bir işarettir. İzlenme oranları ise çapları için iyi bir ölçüdür...
Müptezel itirafçı Engin Erikner, alttaki soruları okuyunca sulandırmaya girişecek. “Kızıldere katliamının muhbiri de bendim” diyecek. Ama sulandıramayacaktır; İtirafçı Engin’in polis ifadesini okumak bu konuda yeterli bir fikir verecektir (Bkz. 1. DOSYA. POLİS İFADESİ).
Sürecin tanıkları suratına sert bir tokat vurmaya hazır. Önce cevap versin, sonrasını okur tüm detaylarıyla öğrenecektir.
SORU 1.
12 Mart 1971 faşist askeri darbesinde ilgili ilgisiz herkes tutuklanıp zindan yatarken, sen THKP-C’nin yayın organı olan KURTULUŞ dergisinde, göstermelik de olsa, yaz işleri müdürü olmana rağmen tutuklanmanı kim durdurdu ?
SORU 2.
Acilcilerin kurucu önder kadroları İlker Akman ve arkadaşlarının Malatya Beylerderesinde katledilmelerine yol açan muhbir sen miydin ?
SORNU 3.
İlker akmanın kız kardeşi, Beylerderesi katliamından sonra, elindeki kanıtlara dayanarak ”Abim İlker’in ve arkadaşlarının katledilmesine yol açan ihbarı sen yaptın” sözleri karşısında nereye kaçtın?
İlker Akman’ın kız kardeşini ve senden olan kızını, sırtında taşıdığın “katil muhbir” (İlker’in kız kardeşinin sözü) damgasıyla, kime dayanarak boşayıp sokağa attın ?
SORU 4.
Örgütün Ankara birimi tümden, ölü ya da tutuklanarak tasfiye olmasında rolün neydi ve kiminle bağlantılıydın ?
SORU 5.
Ankara örgüt birimi tasfiyesini bitirdikten sonra, İstanbul’da MİT ajanı İbrahim Yalçın’la seni tanıştıranlar kimdi ?
SORU 6.
Örgüte yeni aldığın MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı eylemlere sokma emrini kim verdi ?
SORU 7.
Eylemlerden 4,5 saat sonra, 19 Ağustos 1977 yakalanmalarında, polis bileğine yapıştığı an, tek tokat yemeden örgütün bilinen bilinmeyen, tahmin edilen edilmeyin her şeyini polise “kronolojik olarak” aktarman, devletin Acilcileri yok edecek son darbesi olarak mı tezgahlandı ?
SORU 7
Yurtdışında, Acilciler safında kuşatılman nedeniyle yapacağın bir “görev” kalmayınca, TKEP’e yönlendirmeni kim yaptı ?
SORU 8
MİT ajanı hakkında örgütümüzün kamuoyuna yaptığı duyuruya rağmen (MİT ajanı İbrahim yalçın Dosyası. 1989 duyurusu) TKEP’e katılmasını kim sağladı?
Bu katılımla başlayan TKEP’i tasfiye sürecide görevli diğer MİT elamanları kimlerdi?
SORU 9.
Bireysel kin, bir şahsın yıpratılması amacı, intikam ya da kişisel nedene dayalı amaç olursa olsun mesaj vereceğim diye böylesine yalan, böylesine ihbar, böylesine kurgularla kampanya organize etmenin mümkün olmayacağı gerçeğine dayanarak hangi görevle bu karalama ve şaibelere devam ediyorsunuz?
Özel Harp Dairsi yöntemiyle, Acilciler örgütünün geçmişi ve bu gününü karalamak üzere, devrimci hareketi kirli göstermek, genç devrimcileri yıldırmak, herkesin geçmişinden tiksinti duymasını sağlamak için 3 yıldır sürdürdüğünüz kampanya emrini kim verdi?
MİT ajanı İbrahim Yalçın, MİT’le bağlantı tarihini gizliyor. 20 Ekim 1986’da MİT’le ilişkim başladı diyor. Dönüyor 13-16 Ekim1986’da MİT’le anlaşarak Sarı Vedat’a randevu verdim diyor. Dönüyor “Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10) diyor.
Üç çelişkili tarih ortaya atıyor, ama MİT’le ilişkisin söylemiyor. 28 Ağustos 1986’da ilk kez yurtdışına örgüt merkezine gidip 15 gün kaldığında MİT’le ilişkisini açıklamıyor. MİT için bilgi toplayıp ülkeye geri dönüyor. İkinci gelişi 1. Kongre arifesinde. O kesitte iki MİT ajanının daha tutuklu olduğunu görüyor. Korkuyor ve itirafnamesini yazmak zorunda kalıyor.
Şimdi, ortağı, savunucusu ve sitesinin yazarı olarak İtirafçı Engine soruyoruz. İstanbul’dan itibaren her tasfiyede yanında olan İbrahim yalçın, MİT’le ne zaman ilişkiye geçti?
Ortaklığınızın devlet indinde resmi ifadesi nedir?
SORU 10.
3 yıldır akıl almaz zorlamalarla uydurma ve yalan kurgularla sürdürdüğünüz bu kampanyanın başarısızlığı üzerine, MİT’in Adana bölüm şeflerinden “UFUK” adlı kişi (İbrahim Yalçın’ın ‘MİT’teki sorumlum’ diye itiraf ettiği kişi) ile İbrahim Yalçın’ın yakın dönemde, Avrupa başkentlerinden birin de buluşmalarında, bu sürecin, Acilcilerden, Kürt özgürlük hareketine doğru kaydırılmasıyla ilgili bir talimat verildi mi ?
Not. Bu sorulara yol açan bilgi kaynakları, özel şahısların adı anılmadan, sorular cevaplandığında açıklanacaktır.
28 Ağustos 2010 Cumartesi
SAVCI ZEKERİYE ÖZ NEREDE
Hasip YİĞİTOĞLU
28 Ağustos 2010
Nasıl bir akıl bu.
Bu devlet, siyasi partileri siyasetçileri akıl tutulması yaşıyor.
Devletin en yetkili organlarının başındakiler,
Abdullah Öcalan’la görüşüyor,stratejik ortak kararlar alıyorlar,sonrada siyasiler meydanlara çıkınca da,bölücü başı şunu yaptı,bunu yaptı diyorlar.
Vatan haini diyorlar, bebek katili diyorlar.
O halde asker, sivil,siyaset adamları,siz,neden kapalı kapılar ardından Abdullah Öcalan’la görüşüyorsunuz.
Sizin kafanız karışmadı mı, kim hain, kim vatansever. Benim ki pek karışık sayılmaz.
Genel af çıkaracağız, bu kanı durduracağız, diyen Kemal Kılıçdaroğlu’na, başta Başbakan,devletin tüm kurumları,hükümet,MHP,kendi partisinin şahinleri,ENGİZASI hemen devreye sokuyorlar.
Kılaçdaroğlu da,Gandi rolünde unutarak,teslim bayrağını çekiyor.
Kolay mı, Statükonun mimari CHP de Gandi Kemal olmak.
Alimallah kekeletirler adamı.
Başbakan,Yine şahinleşiyor. Kılıçdaroğlu’na diyor ki, sen şu bayrağı görmüyormusun, kırmızı rengini şehitlerin kanından almıştır.
Sen kimsin Abdullah Öcalan ı affedecek.
Sen kimsin genel af çıkartacak.
Bende Başbakana diyorum ki,Yürütmenin başının onayı alınmadan Abdullah Öcalanla hiçbir devlet yetkilisi görüşmemelidir
Eğer,aksi bir durum varsa,Savcı Zekereye Öz nerede.
Bir sorum daha var,sayın Başbakana,gelecek şehitlerin kanının hesabını kim verecek ?
Türkiye insanı bu akla yabancı değil,darbalerin ve muhturaların nutuklarından kalma bir alışkanlık bu.
Bilinçaltıları değişmez bunların.
Ekrana oynuyorlar.
Bu aklın demokrasi,barış halk,insan hakları diye bir anlayışı ve inancı yok.
Bunlar takiye yapıyorlar.
Her Demokratikleşme fırsatını kendilerine yontarak,demogoji yaparak süreci tarumar ediyorlar,ne zaman barışa yönelik fırsat çıksa,tek cephede buluşuyorlar.
Milliyetçilik,gericilik yapıyorlar.
Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi,bu akıl,savaş cepheleri senaryolarını devreye sokuyor,uygulanıyor da.
Bu süreç travmatik bir hal aldı.
ÇILDIRMIŞ AKILLARLA karşı karşıyayız.
İt boku at boku na karıştı
Ey Türkiye insanı,bu it dalaşı zihniyetine daha ne kadar inanacaksın.
28 Ağustos 2010
Nasıl bir akıl bu.
Bu devlet, siyasi partileri siyasetçileri akıl tutulması yaşıyor.
Devletin en yetkili organlarının başındakiler,
Abdullah Öcalan’la görüşüyor,stratejik ortak kararlar alıyorlar,sonrada siyasiler meydanlara çıkınca da,bölücü başı şunu yaptı,bunu yaptı diyorlar.
Vatan haini diyorlar, bebek katili diyorlar.
O halde asker, sivil,siyaset adamları,siz,neden kapalı kapılar ardından Abdullah Öcalan’la görüşüyorsunuz.
Sizin kafanız karışmadı mı, kim hain, kim vatansever. Benim ki pek karışık sayılmaz.
Genel af çıkaracağız, bu kanı durduracağız, diyen Kemal Kılıçdaroğlu’na, başta Başbakan,devletin tüm kurumları,hükümet,MHP,kendi partisinin şahinleri,ENGİZASI hemen devreye sokuyorlar.
Kılaçdaroğlu da,Gandi rolünde unutarak,teslim bayrağını çekiyor.
Kolay mı, Statükonun mimari CHP de Gandi Kemal olmak.
Alimallah kekeletirler adamı.
Başbakan,Yine şahinleşiyor. Kılıçdaroğlu’na diyor ki, sen şu bayrağı görmüyormusun, kırmızı rengini şehitlerin kanından almıştır.
Sen kimsin Abdullah Öcalan ı affedecek.
Sen kimsin genel af çıkartacak.
Bende Başbakana diyorum ki,Yürütmenin başının onayı alınmadan Abdullah Öcalanla hiçbir devlet yetkilisi görüşmemelidir
Eğer,aksi bir durum varsa,Savcı Zekereye Öz nerede.
Bir sorum daha var,sayın Başbakana,gelecek şehitlerin kanının hesabını kim verecek ?
Türkiye insanı bu akla yabancı değil,darbalerin ve muhturaların nutuklarından kalma bir alışkanlık bu.
Bilinçaltıları değişmez bunların.
Ekrana oynuyorlar.
Bu aklın demokrasi,barış halk,insan hakları diye bir anlayışı ve inancı yok.
Bunlar takiye yapıyorlar.
Her Demokratikleşme fırsatını kendilerine yontarak,demogoji yaparak süreci tarumar ediyorlar,ne zaman barışa yönelik fırsat çıksa,tek cephede buluşuyorlar.
Milliyetçilik,gericilik yapıyorlar.
Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi,bu akıl,savaş cepheleri senaryolarını devreye sokuyor,uygulanıyor da.
Bu süreç travmatik bir hal aldı.
ÇILDIRMIŞ AKILLARLA karşı karşıyayız.
İt boku at boku na karıştı
Ey Türkiye insanı,bu it dalaşı zihniyetine daha ne kadar inanacaksın.
... TAZİYE ... OZAN DERELİ’nin (Seyfi Altunay) BABASI
... TAZİYE ...
OZAN DERELİ’nin (Seyfi Altunay) BABASI
Turizm bilgesi
HÜSAMETTİN ALTUNAY VEFAT ETMİŞTİR.
(26 Ağustos 2010)
AYRI VARLIK Blog çalışanları olarak
Merhumun ruhu şad olsun der, taziyelerimizi tüm aile efradına iletiriz.
OZAN DERELİ’nin (Seyfi Altunay) BABASI
Turizm bilgesi
HÜSAMETTİN ALTUNAY VEFAT ETMİŞTİR.
(26 Ağustos 2010)
AYRI VARLIK Blog çalışanları olarak
Merhumun ruhu şad olsun der, taziyelerimizi tüm aile efradına iletiriz.
Cephe Hareketi Referandum Bildirisi - 2
Rejimin EVET ve HAYIR İkilemi Bir ALDATMACADIR!
Bu Aldatmacaya Aldanmamak ve
Demokratik Çözümü Yaşamsallaştırmak İçin
BOYKOT Diyoruz!
Egemen güçlerin emekçilere, halklarımıza yönelik çok yönlü siyasal kuşatma ve yönlendirme manevralarının ardı arkası kesilmiyor. Aralarındaki iktidar kavgasını yeni bir dengeye oturtma ve bu temelde sistemi değişen koşullara adapte etme planlarını hayata geçirmek için her zaman halkı yedekleme ihtiyacı duydular. Bu politikanın iktidardaki sözcüsü AKP hükümeti de sekiz yıldır aynı yönteme başvurmaktadır.
AKP'nin Evet'i Bir Aldatmacadır
Dinci-liberal ittifakın temsilcisi AKP neoliberal ekonomik ve sosyal saldırı programıyla ezilen sınıfların hayatlarını cehenneme çevirirken aynı zamanda Kürt halkının, emek ve demokrasi güçlerinin demokratik taleplerine ve özgürlük arayışlarına karşı sivil bir diktatörlük uygulayarak zulüm konusunda Osmanlı aklını aratmamıştır. On yıllardır halklarımızı ezen ve sömüren iktidarlar arasında havuç-sopa politikasını hayata geçirme konusunda en maharetli olanı AKP iktidarı olmuştur. AKP bir tarafta AB uyum süreci düzenlemeleri, Kürt açılımı, Alevi Kurultayı, Roman Çalıştayı diye değişimci-reformcu pozlar verirken ve bunun üzerinden statüko karşıtı rollere bürünürken bir tarafta da seçimlerde bileğini bükemediği Kürt halkının demokratik siyasal iradesine karşı topyekun savaş konseptini dayatmıştır. Soruyoruz: AKP'nin demokrasi tamtamlarının ortalığı inlettiği bu süreçte Tayyip Erdoğan iktidarının saldırılarına hedef olmayan tek bir demokratik güç ve hareket kaldı mı?
AKP'nin işçi ve emekçilerin hakları konusunda 8 yıldır neler yaptığı ortada. AKP bir patronlar partisidir dolayısıyla emekçilerin sosyal ve demokratik hakları konusunda yaptığı tüm gerici düzenlemelerde sermaye patronlarının çıkarlarını kollamıştır. Bu süreci güden piyasa ve kar mantığı ise sağlıktan eğitime kadar tüm temel toplumsal hizmetlerin özelleştirilerek paran kadar sağlık ve eğitim döneminin başlatılmasına yol açmıştır. Bir erkek “tarikatı”ndan ibaret olan AKP'nin erkek egemen sistemde kadın hakları anlamında köklü iyileştirmeler yapabileceğini beklemekse yeryüzüyle gökyüzünün birleşebileceğine inanmaktır…
AKP 12 Eylül askeri rejiminin mirasçısıdır.
AKP 12 Eylül rejiminin halka dayattığı neoliberal ekonomik programı ete kemiğe büründürürken ve bununla milyonları işsizlik, açlık, yoksulluğa mahkûm ederken, Kürt halkının özgürlük arayışına, emek ve demokrasi güçlerinin temel demokratik hak ve taleplerine karşı bu rejimin temel kuram ve kurallarını işletmekten de geri durmamıştır. Bu mealde AKP'nin 12 Eylül rejimiyle bir hesaplaşma içinde olduğu iddiası ve 12 Eylül 2010'da oylanacak olan anayasa değişikliği paketini bu tarzda pazarlama çabaları kelimenin tek anlamıyla bir aldatmacadan ibarettir.
Çünkü anayasa değişikliği paketinde Kürt halkının demokratik meşru hakları yok, etnik-kültürel-inançsal kimliklerin, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençliğin, köylülerin, esnafın ve ezilenlerin talepleri yok. Bu pakette demokrasinin, özgürlüklerin, eşitliğin, adil barışın, evrensel hak ve hukukun esamisi yok. AKP bu anayasal değişiklikle devlet içindeki siyasal- hukuksal konuşlanmasını güçlendirmeyi hedefliyor. Bu amacına ulaşmak için de başbakan Erdoğan meydanlarda Evet yönünde vaazlar veriyor.
AKP öyle bir anayasa değişikliği senaryosu koydu ki sahneye yandaşı olmayan birçok çevrenin de aklını çelmiştir. Solcuların, demokratların ve aydınların kimi kesimleri bile ağzına bir parmak bal çalmaktan kendini alamadı. Böylelikle AKP'nin EVET'ine, 'yetmez ama Evet'çi bir tutum ilişti. Aslında bu toprakların aydınlarının ilk yanılgısı değildi bu. Anayasa değişikliği üzerinden demokratik siyasal yaşama ve özgürlükler ortamına geçilebileceği beklentisinin bir kez daha nüks ettiğine tanık olduk. Oysa paketin mucidi AKP Osmanlı aklının bir devamıdır ve halkın önüne koyduğu bal kavanozuna (anayasa değişikliği paketi) yüksek dozda zehir karıştırmıştır.
Bunun için uyarıyoruz; bu zehirli baldan yenmemelidir yani AKP'nin Evet çağrılarına aldanılmamalıdır.
CHP ve MHP'nin Hayır'ı da Halkımız İçin Hayırlı Değildir
Anayasa değişikliği paketi egemen güçler arasında kıyasıya süren iktidar kavgasının bir uzantısıdır. Bu paydada CHP ve MHP’ye düşen görev Hayır rolüne soyunmak olmuştur. Düzenin bu Hayır'cılar taifesinin12 Eylül rejimiyle ve AKP'nin halkın sırtına geçirdiği ateşten gömlek politikalarla bir dertleri yok. Tek istedikleri cumhuriyet tarihi boyunca devletin asli sahipleri gibi hareket eden ve halklarımızın hak arayışlarına ve buna öncülük eden devrimcilere, solculara yasaklarla, infazlarla, darbelerle, inkâr ve imhayla kan kusturan statükocu ulusalcı güçlerin çıkarlarını kollamaktır. Paketin sadece yargıya ilişkin düzenlemeleri öngören üç maddesine itiraz etmeleri ve Hayır tavrını bununla ilişkilendirmeleri, referandum ve yaklaşan genel seçimlere ilişkin hesaplarının statükocu ulusalcı güçleri devletin sürücü koltuğuna yeniden oturtmaya dönük planlarının bir parçası olduğunu göstermektedir.
CHP ve MHP'nin Hayır tavrının Kürt halkı ve emekçi güçler açısından hayırlı olmadığı muhalefet ve iktidarda oldukları dönemlerde hayata geçirdikleri politikalarla da tescillidir. İlkel milliyetçilikle, ergenekonculukla ve topyekûn savaşın koşum atı rolünün müdavimi olmakla malul CHP ve MHP toplumun demokratik değişim talebinin, Kürt sorununda adil çözümün, politik özgürlüklerin, evrensel hak ve adaletin ve demokratik bir anayasanın ikamesi önünde ayak bağı oluşturmaya devam etmektedir. Bu anlamda bunların Hayır tavrında halklarımıza düşen pay şerden başka bir şey değildir.
Düzenin halkın önüne koyduğu Evet-Hayır ikileminin Hayır sarkacına takılan kimi sol, sosyalist çevreler de niyetleri bu olmasa da sandıkta düzenin Hayır'cı kanadının değirmenine su taşımış olacaktır. Türk milliyetçiliği bezinde tarak sahibi olmak ya da tedavülden kalkmış sol sosyalist kıstas ve önermelerin küresel değişimi algılamada içine düştükleri yetmezlik solun ve demokratların bir kısmını tıpkı bir parmak bal Evet'çilerinde olduğu gibi düzenin Evet/Hayır ikileminde takılı kalmasına yol açmıştır.
Halkın Demokratik İradesine Dayanmayan Anayasal Düzenlemeler
Düzeni Yeniden Üretiyor
Türkiye'de cumhuriyet dönemi reformları dâhil halkın devrimci demokratik iradesi ve gücüne dayanmayan tüm siyasal-anayasal değişimler kurulu kapitalist düzenin sürekliliği yönünde sonuçlar üretmiştir. On yıllardır tekrarlanan bu fasit daireyi kıran Kürt halkının inkâr ve sömürü düzeni karşısında geliştirdiği alternatif demokratik mücadeledir. Bu anlamda referandum, seçim vb. güncel olaylar karşısında ve stratejik hedefler bağlamında Kürt halkıyla ittifak içinde olmak ve buna uygun tutumlar geliştirmek, AKP ve CHP gibi düzen partilerinin posasından demokrasi çıkarma gibi beyhude çabalardan bin kat daha gerçekçi ve demokratiktir.
Devrimciler ve Halklar Siyasi Kader Ortağıdır
İktidar güçlerinin Kürt halk iradesini ve demokratik güçlerin varlığını yok saymaya devam ettiği bu süreçte Kürt demokratik hareketi ile devrimci, sosyalist ve sol güçler arasında geliştirilen tarihsel siyasal ittifak hayati önem taşımaktadır. Halkların kader ortağı olduğu bu coğrafyada devrimciler de kader ortağıdır. Ortak ülkemiz algısında demokrasinin, özgürlüklerin, eşitliğin, barışın, adaletin çözümü, düzenin kendini yenileme ıslahatlarında değil halklarımızın ortaklaştırılmış devrimci-demokratik iradesi ve mücadelesinde aranmalı, temel ve güncel siyasal tutumlarımızı buna göre geliştirmeliyiz.
Bunun içindir ki, rejimin Evet ve Hayır aldatmacalarına karşı alternatif bir devrimci tavır olarak BOYKOT diyoruz. 12 Eylül 2010'da sandığa gitmeyeceğiz ama referandum kampanyamızı demokrasinin, adil barışın, özgürlüklerin, eşitliğin ikamesinde tarihi rol oynayacak olan alternatif demokratik çözümün manivelalarından biri haline dönüştüreceğiz.
Boykot Kampanyamızın İçeriği ve Mesajları
On yıllardır ülkeyi, şiddet, inkâr ve kan siyasetiyle yönetenlerin Evet ve Hayır kozları üzerinden planladıkları iktidar hesaplarını bozmak; bu bağlamda AKP, CHP ve MHP gibi düzen partilerinin sahte vaat ve söylemlerle halkı aldatmalarına artık yeter demek; 12 Eylül rejimiyle ve darbecilerle hesaplaşmak, Ergenekon davası dâhil derin devleti açığa çıkarıp faillerini cezalandırmak; topyekun savaşa son vererek Kürt sorununu barışçı temelde çözmek; askeri vesayet ve sivil dikta rejimine geçit vermemek; 82 darbe anayasasını lağvetmek; işçilerin-emekçilerin toplu sözleşme ve grev hakkı dâhil sosyal, sendikal ve demokratik hakları önündeki yasal engelleri kaldırmak; özgür kadın-demokratik toplumun önünü tıkayan anayasal dizgeyi değiştirmek; Alevilerin demokratik haklarını güvence altına almak; emekçi sınıfların asırlık haklarına yönelik IMF patentli neoliberal ekonomik ve sosyal saldırı paketlerini boşa çıkarmak; eğitim ve sağlık gibi temel toplumsal hizmetlerin ticari sektöre dönüştürülmesini durdurmak; tüm etnik-kültürel ve dinsel kimlikleri kucaklayan demokratik bir anayasa hayata geçirmek; demokratik-bilimsel bir eğitime geçmek ve özgür nesiller yetiştirmek; düşüncenin ve sanatın gelişimi önündeki zihinsel, siyasal ve hukuksal engelleri kaldırmak; her türden cinsiyet tercihlerine yaşama hakkı tanımak; evrensel demokratik değerlere, insan haklarına ve adalete dayanan bir hukuk sistemi tesis etmek; demokratik siyasal yaşamın çıtasını bilişim uygarlığının kriterleri seviyesine yükseltmek; Ortadoğu halklarının özgürleşmesi ve demokratik bölge barışının kurulması mücadelesini yükseltmek; işgalci ABD emperyalizmi ve şürekasının halkların kendi kaderlerini özgürce tayin etme iradelerine müdahalesine karşı küresel direniş ve dayanışmayı ivmelendirmek ve halklarımızın özgürleştiği, barış içinde bir arada yaşadığı, tüm farklılıkların kendilerini serbestçe ifade edebildiği, siyasal-toplumsal yaşamın demokratik normlar ve barış dili temelinde düzenlendiği, küresel uygarlık çağında demokratik toplumlar ve özgür halklar kuşağı içinde saygın yer edinmiş demokratik bir Türkiye için: referandumdaki tavrımız BOYKOTTUR.
BOYKOT tavrı; düzenin Evet ve Hayır tercihlerine yedeklenmeyen ve Kürt halkının demokratik siyasi iradesi ile sosyalist, devrimci ve ilerici güçler arasındaki tarihi birlik ve dayanışma hareketini amacına bir basamak daha yaklaştıracak yegâne tavırdır.
Egemenlerin yıllardır yukarıdan “demokrasi” empoze etme geleneksel politikalarına artık son vermeliyiz. 21. yüzyılda Türkiye'nin demokrasi hikâyesi dipten gelen demokrasi dalgasıyla yazılmalıdır. Bu demokrasi mücadelesinin halklaşması demektir. Egemenleri demokratik değişim ve özgürlükler yönünde zorlayacak tek irade, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin halklaşmasıdır. Devrimcilerin, solcuların ve Kürt halkının on yıllardır verdiği demokrasi mücadelesi ve bunun ürünü olan tarihsel kazanımlar, halklarımızın önüne konulması gereken çözüm adresi konusunda yeterince aydınlatıcıdır. Bunun için de içine girdiğimiz şu tarihsel süreçte ülkemizin önüne çıkmış olan demokratikleşme fırsatını AKP ve CHP üzerinden egemen güçlerin koltuk hesaplarına harcatmadan halklarımızın ve tüm ezilenlerin lehine değerlendirmek durumundayız.
Biz Cephe'liler Boykotun bu amaca hizmet edeceğine inanıyoruz. Eski yeni kuşak tüm Cephe'liler BOYKOT kampanyamızın amacına ulaşmasını sağlamak için, belirlediğimiz hedefler ve şiarlar istikametinde seferber olmalıyız.
12 Eylül'de sandıklara gitmiyoruz, işçilerimize, emekçilerimize, halklarımıza referandum aldatmacacına alet olmayalım diyoruz. Kürt demokratik hareketi ile devrimci-ilerici güçlerin birlik ve dayanışması ve bunun bir halkası olan BOYKOT tavrı demokratik yönetim-özgürlükçü anayasa mücadelemizin manivelasıdır.
AKP gericiliğinin Evet’i ve Ergenekoncu CHP-MHP'nin Hayır'ına Hayır diyoruz.
12 Eylül rejimine ve 82 anayasasına hayır diyoruz.
Aslında biz kapitalist kölelik düzenine hayır diyoruz.
Egemen güçlerin halklarımızın demokratik değişim ve özgürleşme talebini istismar etmelerine artık yeter diyoruz.
Ve bu ülkede demokrasi ve özgürlüğü halklarımızın özgür iradesi ve gücüyle tesis etmenin zamanının geldiğini söylüyoruz.
Bu bağlamda rejimin Evet ve Hayır tercihlerine karşı BOYKOT en gerçekçi paroladır diyoruz.
Yaşasın demokratik Türkiye-özgür halklar mücadelemiz!
Bu Aldatmacaya Aldanmamak ve
Demokratik Çözümü Yaşamsallaştırmak İçin
BOYKOT Diyoruz!
Egemen güçlerin emekçilere, halklarımıza yönelik çok yönlü siyasal kuşatma ve yönlendirme manevralarının ardı arkası kesilmiyor. Aralarındaki iktidar kavgasını yeni bir dengeye oturtma ve bu temelde sistemi değişen koşullara adapte etme planlarını hayata geçirmek için her zaman halkı yedekleme ihtiyacı duydular. Bu politikanın iktidardaki sözcüsü AKP hükümeti de sekiz yıldır aynı yönteme başvurmaktadır.
AKP'nin Evet'i Bir Aldatmacadır
Dinci-liberal ittifakın temsilcisi AKP neoliberal ekonomik ve sosyal saldırı programıyla ezilen sınıfların hayatlarını cehenneme çevirirken aynı zamanda Kürt halkının, emek ve demokrasi güçlerinin demokratik taleplerine ve özgürlük arayışlarına karşı sivil bir diktatörlük uygulayarak zulüm konusunda Osmanlı aklını aratmamıştır. On yıllardır halklarımızı ezen ve sömüren iktidarlar arasında havuç-sopa politikasını hayata geçirme konusunda en maharetli olanı AKP iktidarı olmuştur. AKP bir tarafta AB uyum süreci düzenlemeleri, Kürt açılımı, Alevi Kurultayı, Roman Çalıştayı diye değişimci-reformcu pozlar verirken ve bunun üzerinden statüko karşıtı rollere bürünürken bir tarafta da seçimlerde bileğini bükemediği Kürt halkının demokratik siyasal iradesine karşı topyekun savaş konseptini dayatmıştır. Soruyoruz: AKP'nin demokrasi tamtamlarının ortalığı inlettiği bu süreçte Tayyip Erdoğan iktidarının saldırılarına hedef olmayan tek bir demokratik güç ve hareket kaldı mı?
AKP'nin işçi ve emekçilerin hakları konusunda 8 yıldır neler yaptığı ortada. AKP bir patronlar partisidir dolayısıyla emekçilerin sosyal ve demokratik hakları konusunda yaptığı tüm gerici düzenlemelerde sermaye patronlarının çıkarlarını kollamıştır. Bu süreci güden piyasa ve kar mantığı ise sağlıktan eğitime kadar tüm temel toplumsal hizmetlerin özelleştirilerek paran kadar sağlık ve eğitim döneminin başlatılmasına yol açmıştır. Bir erkek “tarikatı”ndan ibaret olan AKP'nin erkek egemen sistemde kadın hakları anlamında köklü iyileştirmeler yapabileceğini beklemekse yeryüzüyle gökyüzünün birleşebileceğine inanmaktır…
AKP 12 Eylül askeri rejiminin mirasçısıdır.
AKP 12 Eylül rejiminin halka dayattığı neoliberal ekonomik programı ete kemiğe büründürürken ve bununla milyonları işsizlik, açlık, yoksulluğa mahkûm ederken, Kürt halkının özgürlük arayışına, emek ve demokrasi güçlerinin temel demokratik hak ve taleplerine karşı bu rejimin temel kuram ve kurallarını işletmekten de geri durmamıştır. Bu mealde AKP'nin 12 Eylül rejimiyle bir hesaplaşma içinde olduğu iddiası ve 12 Eylül 2010'da oylanacak olan anayasa değişikliği paketini bu tarzda pazarlama çabaları kelimenin tek anlamıyla bir aldatmacadan ibarettir.
Çünkü anayasa değişikliği paketinde Kürt halkının demokratik meşru hakları yok, etnik-kültürel-inançsal kimliklerin, işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençliğin, köylülerin, esnafın ve ezilenlerin talepleri yok. Bu pakette demokrasinin, özgürlüklerin, eşitliğin, adil barışın, evrensel hak ve hukukun esamisi yok. AKP bu anayasal değişiklikle devlet içindeki siyasal- hukuksal konuşlanmasını güçlendirmeyi hedefliyor. Bu amacına ulaşmak için de başbakan Erdoğan meydanlarda Evet yönünde vaazlar veriyor.
AKP öyle bir anayasa değişikliği senaryosu koydu ki sahneye yandaşı olmayan birçok çevrenin de aklını çelmiştir. Solcuların, demokratların ve aydınların kimi kesimleri bile ağzına bir parmak bal çalmaktan kendini alamadı. Böylelikle AKP'nin EVET'ine, 'yetmez ama Evet'çi bir tutum ilişti. Aslında bu toprakların aydınlarının ilk yanılgısı değildi bu. Anayasa değişikliği üzerinden demokratik siyasal yaşama ve özgürlükler ortamına geçilebileceği beklentisinin bir kez daha nüks ettiğine tanık olduk. Oysa paketin mucidi AKP Osmanlı aklının bir devamıdır ve halkın önüne koyduğu bal kavanozuna (anayasa değişikliği paketi) yüksek dozda zehir karıştırmıştır.
Bunun için uyarıyoruz; bu zehirli baldan yenmemelidir yani AKP'nin Evet çağrılarına aldanılmamalıdır.
CHP ve MHP'nin Hayır'ı da Halkımız İçin Hayırlı Değildir
Anayasa değişikliği paketi egemen güçler arasında kıyasıya süren iktidar kavgasının bir uzantısıdır. Bu paydada CHP ve MHP’ye düşen görev Hayır rolüne soyunmak olmuştur. Düzenin bu Hayır'cılar taifesinin12 Eylül rejimiyle ve AKP'nin halkın sırtına geçirdiği ateşten gömlek politikalarla bir dertleri yok. Tek istedikleri cumhuriyet tarihi boyunca devletin asli sahipleri gibi hareket eden ve halklarımızın hak arayışlarına ve buna öncülük eden devrimcilere, solculara yasaklarla, infazlarla, darbelerle, inkâr ve imhayla kan kusturan statükocu ulusalcı güçlerin çıkarlarını kollamaktır. Paketin sadece yargıya ilişkin düzenlemeleri öngören üç maddesine itiraz etmeleri ve Hayır tavrını bununla ilişkilendirmeleri, referandum ve yaklaşan genel seçimlere ilişkin hesaplarının statükocu ulusalcı güçleri devletin sürücü koltuğuna yeniden oturtmaya dönük planlarının bir parçası olduğunu göstermektedir.
CHP ve MHP'nin Hayır tavrının Kürt halkı ve emekçi güçler açısından hayırlı olmadığı muhalefet ve iktidarda oldukları dönemlerde hayata geçirdikleri politikalarla da tescillidir. İlkel milliyetçilikle, ergenekonculukla ve topyekûn savaşın koşum atı rolünün müdavimi olmakla malul CHP ve MHP toplumun demokratik değişim talebinin, Kürt sorununda adil çözümün, politik özgürlüklerin, evrensel hak ve adaletin ve demokratik bir anayasanın ikamesi önünde ayak bağı oluşturmaya devam etmektedir. Bu anlamda bunların Hayır tavrında halklarımıza düşen pay şerden başka bir şey değildir.
Düzenin halkın önüne koyduğu Evet-Hayır ikileminin Hayır sarkacına takılan kimi sol, sosyalist çevreler de niyetleri bu olmasa da sandıkta düzenin Hayır'cı kanadının değirmenine su taşımış olacaktır. Türk milliyetçiliği bezinde tarak sahibi olmak ya da tedavülden kalkmış sol sosyalist kıstas ve önermelerin küresel değişimi algılamada içine düştükleri yetmezlik solun ve demokratların bir kısmını tıpkı bir parmak bal Evet'çilerinde olduğu gibi düzenin Evet/Hayır ikileminde takılı kalmasına yol açmıştır.
Halkın Demokratik İradesine Dayanmayan Anayasal Düzenlemeler
Düzeni Yeniden Üretiyor
Türkiye'de cumhuriyet dönemi reformları dâhil halkın devrimci demokratik iradesi ve gücüne dayanmayan tüm siyasal-anayasal değişimler kurulu kapitalist düzenin sürekliliği yönünde sonuçlar üretmiştir. On yıllardır tekrarlanan bu fasit daireyi kıran Kürt halkının inkâr ve sömürü düzeni karşısında geliştirdiği alternatif demokratik mücadeledir. Bu anlamda referandum, seçim vb. güncel olaylar karşısında ve stratejik hedefler bağlamında Kürt halkıyla ittifak içinde olmak ve buna uygun tutumlar geliştirmek, AKP ve CHP gibi düzen partilerinin posasından demokrasi çıkarma gibi beyhude çabalardan bin kat daha gerçekçi ve demokratiktir.
Devrimciler ve Halklar Siyasi Kader Ortağıdır
İktidar güçlerinin Kürt halk iradesini ve demokratik güçlerin varlığını yok saymaya devam ettiği bu süreçte Kürt demokratik hareketi ile devrimci, sosyalist ve sol güçler arasında geliştirilen tarihsel siyasal ittifak hayati önem taşımaktadır. Halkların kader ortağı olduğu bu coğrafyada devrimciler de kader ortağıdır. Ortak ülkemiz algısında demokrasinin, özgürlüklerin, eşitliğin, barışın, adaletin çözümü, düzenin kendini yenileme ıslahatlarında değil halklarımızın ortaklaştırılmış devrimci-demokratik iradesi ve mücadelesinde aranmalı, temel ve güncel siyasal tutumlarımızı buna göre geliştirmeliyiz.
Bunun içindir ki, rejimin Evet ve Hayır aldatmacalarına karşı alternatif bir devrimci tavır olarak BOYKOT diyoruz. 12 Eylül 2010'da sandığa gitmeyeceğiz ama referandum kampanyamızı demokrasinin, adil barışın, özgürlüklerin, eşitliğin ikamesinde tarihi rol oynayacak olan alternatif demokratik çözümün manivelalarından biri haline dönüştüreceğiz.
Boykot Kampanyamızın İçeriği ve Mesajları
On yıllardır ülkeyi, şiddet, inkâr ve kan siyasetiyle yönetenlerin Evet ve Hayır kozları üzerinden planladıkları iktidar hesaplarını bozmak; bu bağlamda AKP, CHP ve MHP gibi düzen partilerinin sahte vaat ve söylemlerle halkı aldatmalarına artık yeter demek; 12 Eylül rejimiyle ve darbecilerle hesaplaşmak, Ergenekon davası dâhil derin devleti açığa çıkarıp faillerini cezalandırmak; topyekun savaşa son vererek Kürt sorununu barışçı temelde çözmek; askeri vesayet ve sivil dikta rejimine geçit vermemek; 82 darbe anayasasını lağvetmek; işçilerin-emekçilerin toplu sözleşme ve grev hakkı dâhil sosyal, sendikal ve demokratik hakları önündeki yasal engelleri kaldırmak; özgür kadın-demokratik toplumun önünü tıkayan anayasal dizgeyi değiştirmek; Alevilerin demokratik haklarını güvence altına almak; emekçi sınıfların asırlık haklarına yönelik IMF patentli neoliberal ekonomik ve sosyal saldırı paketlerini boşa çıkarmak; eğitim ve sağlık gibi temel toplumsal hizmetlerin ticari sektöre dönüştürülmesini durdurmak; tüm etnik-kültürel ve dinsel kimlikleri kucaklayan demokratik bir anayasa hayata geçirmek; demokratik-bilimsel bir eğitime geçmek ve özgür nesiller yetiştirmek; düşüncenin ve sanatın gelişimi önündeki zihinsel, siyasal ve hukuksal engelleri kaldırmak; her türden cinsiyet tercihlerine yaşama hakkı tanımak; evrensel demokratik değerlere, insan haklarına ve adalete dayanan bir hukuk sistemi tesis etmek; demokratik siyasal yaşamın çıtasını bilişim uygarlığının kriterleri seviyesine yükseltmek; Ortadoğu halklarının özgürleşmesi ve demokratik bölge barışının kurulması mücadelesini yükseltmek; işgalci ABD emperyalizmi ve şürekasının halkların kendi kaderlerini özgürce tayin etme iradelerine müdahalesine karşı küresel direniş ve dayanışmayı ivmelendirmek ve halklarımızın özgürleştiği, barış içinde bir arada yaşadığı, tüm farklılıkların kendilerini serbestçe ifade edebildiği, siyasal-toplumsal yaşamın demokratik normlar ve barış dili temelinde düzenlendiği, küresel uygarlık çağında demokratik toplumlar ve özgür halklar kuşağı içinde saygın yer edinmiş demokratik bir Türkiye için: referandumdaki tavrımız BOYKOTTUR.
BOYKOT tavrı; düzenin Evet ve Hayır tercihlerine yedeklenmeyen ve Kürt halkının demokratik siyasi iradesi ile sosyalist, devrimci ve ilerici güçler arasındaki tarihi birlik ve dayanışma hareketini amacına bir basamak daha yaklaştıracak yegâne tavırdır.
Egemenlerin yıllardır yukarıdan “demokrasi” empoze etme geleneksel politikalarına artık son vermeliyiz. 21. yüzyılda Türkiye'nin demokrasi hikâyesi dipten gelen demokrasi dalgasıyla yazılmalıdır. Bu demokrasi mücadelesinin halklaşması demektir. Egemenleri demokratik değişim ve özgürlükler yönünde zorlayacak tek irade, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin halklaşmasıdır. Devrimcilerin, solcuların ve Kürt halkının on yıllardır verdiği demokrasi mücadelesi ve bunun ürünü olan tarihsel kazanımlar, halklarımızın önüne konulması gereken çözüm adresi konusunda yeterince aydınlatıcıdır. Bunun için de içine girdiğimiz şu tarihsel süreçte ülkemizin önüne çıkmış olan demokratikleşme fırsatını AKP ve CHP üzerinden egemen güçlerin koltuk hesaplarına harcatmadan halklarımızın ve tüm ezilenlerin lehine değerlendirmek durumundayız.
Biz Cephe'liler Boykotun bu amaca hizmet edeceğine inanıyoruz. Eski yeni kuşak tüm Cephe'liler BOYKOT kampanyamızın amacına ulaşmasını sağlamak için, belirlediğimiz hedefler ve şiarlar istikametinde seferber olmalıyız.
12 Eylül'de sandıklara gitmiyoruz, işçilerimize, emekçilerimize, halklarımıza referandum aldatmacacına alet olmayalım diyoruz. Kürt demokratik hareketi ile devrimci-ilerici güçlerin birlik ve dayanışması ve bunun bir halkası olan BOYKOT tavrı demokratik yönetim-özgürlükçü anayasa mücadelemizin manivelasıdır.
AKP gericiliğinin Evet’i ve Ergenekoncu CHP-MHP'nin Hayır'ına Hayır diyoruz.
12 Eylül rejimine ve 82 anayasasına hayır diyoruz.
Aslında biz kapitalist kölelik düzenine hayır diyoruz.
Egemen güçlerin halklarımızın demokratik değişim ve özgürleşme talebini istismar etmelerine artık yeter diyoruz.
Ve bu ülkede demokrasi ve özgürlüğü halklarımızın özgür iradesi ve gücüyle tesis etmenin zamanının geldiğini söylüyoruz.
Bu bağlamda rejimin Evet ve Hayır tercihlerine karşı BOYKOT en gerçekçi paroladır diyoruz.
Yaşasın demokratik Türkiye-özgür halklar mücadelemiz!
ANALARIN CEFASI
Mihrac Ural’ın notu
27 Ağustos 2010
Medyalı Bartama’yı Devrimci hareketin ilk kesitlerinden, o ateşli gençlik yıllarından tanırız.
O, kuşağımızın doğruları arkasında duran ve bunu bugüne kadar taşımasını bilen devrimcilerden biridir. Abartısız, sesiz sitemsiz sorumluluğunu bilen yoldaşımız. Antakya Devrimci Kültür Dernekleri döneminin yılmaz savaşçılarından. Geç bulduk şu sanal ortamda birbirimizi, ama dün bırakmış gibiydik. Sevgiyle, saygıyla, aklaşmış saçların altındaki kor yürekle.
Annemin vefatının birinci yıldönümüyle ilgili yazdıkları, her devrimcinin annesi için okunması gereken satırlardan oluşuyor. Sizlerle paylaşıyorum.
***********************
M. Bartama
24 Ağustos 2010
“…
Her derdimize koşan O zavallı Analarımızın ne cefalar çektiğini 1975 yıllarında pek anlayamadık. Ama o gençlik yıllarında anlamamızda mümkün değildi. Yani en azından ben anlayamadım. Seni bilmem. Devrim deyip duruyordum dünya umurumda değildi benim. Cezaevinden kaçınca dünya benim oldu. Devletten, Ağalardan ve Faşistlerden hesap soracaktım. Efrinde (Kürd Dağında) bizim köyde 5 Ay bekledim…
1938-1974 yılları arasında Hatay’da 36 yıl insanların "sükut" yaşadığı yıllar. Hey babam hey, tam da sistemin istediği bir toplum. Erkeklerin futbol takımıyla, kadınların çiçekle, böcekle günlerini gün ettiği bir zaman. Sistemin istediği susturulmuş, bastırılmış, dünyadan bi-haber bir halk. Diğer tarafta Amik’ta Mursallı ağaları ve bu ağalar için yaşayan bir halk…
Ben yetiştiğim zaman "sus böyle konuşma başımız belaya gider" gibisinden korku ifadesi olan sözleri hep duyardım. Erkekler bazı şeyleri biliyorlardı ama kadınlarımız hiç bir şeyin farkında değillerdi. Hayatı o şekilde algılamışlardı. Her hangi bir şeyin farkında değillerdi. Çoğunun okuma yazması da yoktu. Bütün dünyaları çocukları ve ailesi idi, Hanun (sevecen) ve Tertemiz melek gibi insanlardı.
Ancak, bu anaların çocukları birer kahraman olup Ezberi bozdular. Ezber bozulunca Rüyada bozuldu. Uykudan insanlar uyanmak zorunda kaldılar. Bir şaşkınlık v.s
Bizler Devrimci Kültür Dernekleri'ni Hatay’ın birçok yerinde kurunca saldırılar her koldan başladı.
Tabi k,i analarımızın hayatında hiç görmediği ve anlam veremediği ölçüde şiddet, baskı, tutuklanmalar, işkenceler ve idamlar peş peşe aralıksız bir şekilde gelince zavallı Analarımız manen yıkıldılar.
Ben Cemile teyze gibi analarımızın ne cefalar çektiğini, Devletinden, çevresinden beklemediği hayal kırıklıkları v.b durumları çok iyi anlıyorum. Ama yaşanması gereken zorunlu bir süreçti.
Allah Cemile anamızın mekanını cennet etsin, Allah rahmet etsin.
Neyse az da olsa geriye kısa bir yolculuk yaptık, hayırlısı olsun."
27 Ağustos 2010
Medyalı Bartama’yı Devrimci hareketin ilk kesitlerinden, o ateşli gençlik yıllarından tanırız.
O, kuşağımızın doğruları arkasında duran ve bunu bugüne kadar taşımasını bilen devrimcilerden biridir. Abartısız, sesiz sitemsiz sorumluluğunu bilen yoldaşımız. Antakya Devrimci Kültür Dernekleri döneminin yılmaz savaşçılarından. Geç bulduk şu sanal ortamda birbirimizi, ama dün bırakmış gibiydik. Sevgiyle, saygıyla, aklaşmış saçların altındaki kor yürekle.
Annemin vefatının birinci yıldönümüyle ilgili yazdıkları, her devrimcinin annesi için okunması gereken satırlardan oluşuyor. Sizlerle paylaşıyorum.
***********************
M. Bartama
24 Ağustos 2010
“…
Her derdimize koşan O zavallı Analarımızın ne cefalar çektiğini 1975 yıllarında pek anlayamadık. Ama o gençlik yıllarında anlamamızda mümkün değildi. Yani en azından ben anlayamadım. Seni bilmem. Devrim deyip duruyordum dünya umurumda değildi benim. Cezaevinden kaçınca dünya benim oldu. Devletten, Ağalardan ve Faşistlerden hesap soracaktım. Efrinde (Kürd Dağında) bizim köyde 5 Ay bekledim…
1938-1974 yılları arasında Hatay’da 36 yıl insanların "sükut" yaşadığı yıllar. Hey babam hey, tam da sistemin istediği bir toplum. Erkeklerin futbol takımıyla, kadınların çiçekle, böcekle günlerini gün ettiği bir zaman. Sistemin istediği susturulmuş, bastırılmış, dünyadan bi-haber bir halk. Diğer tarafta Amik’ta Mursallı ağaları ve bu ağalar için yaşayan bir halk…
Ben yetiştiğim zaman "sus böyle konuşma başımız belaya gider" gibisinden korku ifadesi olan sözleri hep duyardım. Erkekler bazı şeyleri biliyorlardı ama kadınlarımız hiç bir şeyin farkında değillerdi. Hayatı o şekilde algılamışlardı. Her hangi bir şeyin farkında değillerdi. Çoğunun okuma yazması da yoktu. Bütün dünyaları çocukları ve ailesi idi, Hanun (sevecen) ve Tertemiz melek gibi insanlardı.
Ancak, bu anaların çocukları birer kahraman olup Ezberi bozdular. Ezber bozulunca Rüyada bozuldu. Uykudan insanlar uyanmak zorunda kaldılar. Bir şaşkınlık v.s
Bizler Devrimci Kültür Dernekleri'ni Hatay’ın birçok yerinde kurunca saldırılar her koldan başladı.
Tabi k,i analarımızın hayatında hiç görmediği ve anlam veremediği ölçüde şiddet, baskı, tutuklanmalar, işkenceler ve idamlar peş peşe aralıksız bir şekilde gelince zavallı Analarımız manen yıkıldılar.
Ben Cemile teyze gibi analarımızın ne cefalar çektiğini, Devletinden, çevresinden beklemediği hayal kırıklıkları v.b durumları çok iyi anlıyorum. Ama yaşanması gereken zorunlu bir süreçti.
Allah Cemile anamızın mekanını cennet etsin, Allah rahmet etsin.
Neyse az da olsa geriye kısa bir yolculuk yaptık, hayırlısı olsun."
27 Ağustos 2010 Cuma
'Kürt demokratları', referandum ve 12 Eylül
Celalettin CAN
27 Ağustos 2010
78'liler on yıllık tarihi yürüyüşlerinde ilk kez 12 Eylül'ü güncelleştiremiyor. 12 Eylül diye bir şeyin kalmadığı iddia edilemeyeceğine göre bunun bir izahı olmalı.
Hükümet birbiriyle ilgisiz maddeler demetinden bir anayasa değişim paketi oluşturdu. Paketin merkezinde gelişmeleri bir ölçüde izleyen herkesin kabul ettiği gibi kendi Yargı reformları yer alıyordu. Yasamayı kontrol eden hükümet, yargıdaki eski kadrolaşmayı tasfiye etmek, Yüksek yargıyı ele geçirmek istiyordu. Yüksek yargı başka bir şeye benzemezdi, bir kez görev aldıktan sonra süresi dolmadan görevden almak, sürmek, maaşını kesmek söz konusu bile edilemezdi. Kadınlara pozitif ayrımcılık (yüzde on seçim barajı sürerken bunun ne değeri olabilir), Memura toplu sözleşme (sendika hakkı tanınmayınca toplu sözleşmenin yaptırım gücü olacak mı), Anayasa'nın geçici 15. maddesi (zamanaşımı ve Meclis bünyesinde yaptırım gücü olan 12 Eylül Gerçeklerini Araştırma ve Adalet Komisyonu kurulmadıktan sonra bu maddenin kayda değer bir sonucu olabilir mi) gibi 'ballı' maddelerle gizlenmek istenen, Yürütmenin elini güçlendirecek şekilde Yüksek yargıyı düzenlemekti.
En önemlisi Kürt meselesi. 26 maddelik anayasa paketinde Kürtlerin gasp edilmiş haklarına dair bir tek madde, madde ne demek bir tek kelime bile yok. Bu durumda Kürtler ne yapıyor, haklı olarak referandumu boykot ediyorlar. Buna çok kızıyorlar. En çok kızan ve tepki gösterenlerin ise, görevleri objektif habercilik, yalnızca habercilik olması gerekirken hükümetin amigoluğuna soyunan bir kısım gazeteci...
Olacak iş değil, halbuki darbe anayasasının çöpe atılması, yeni demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi yapılmasının tüm koşulları var. Dış konjonktür uygun. Toplumda yeni anayasa arayışı belirgin. Eskiden olsaydı 'asker engeli' denirdi ama bugün asker denebilir ki en 'tepkisiz' dönemini yaşıyor.
Peki, yeni anayasa yapımının önündeki engel kim? Kim olacak, engel hükümetin bizatihi kendisi. Böylesi bir durumda kendilerine demokratım diyen Türklerin görevi Kürtleri hak talebinden caydırma anlamına gelen hükümet destekçisi yapmak, olmayınca eleştirmek mi olur? Olmaz. Hükümete dönerek, 'anayasayı değiştir, Kürtlerin hakkını ver, akan kan dursun' talebini yüksek sesle duyurmak,'yoksa desteğimi çekerim' demek olur.
Bunu yapmıyorlar, daha doğrusu arada bir 'laf ola torba dola' misali bu tür laflar etselerde işin esası Kürtlerin yanında durarak bunu yapmıyorlar, hükümetin yanında durarak asla ona tavır almayarak, şike yaparak bunu yapıyorlar. Esasta 'eksik ama evet'çilik yapıyorlar. Başbakan'la aynı şeyleri söylemek onları çok mutlu ediyor. Başbakan'ın iktidar olduğunu, iktidarla bu kadar iç içe düşünmenin çok tehlikeli olduğuna aldırmıyorlar bile. Başbakan da 'eksik ama...' görüşündeymiş. Halbuki Başbakan iktidar, eksik yapmama iradesi onun elinde. Büyük bir aymazlıkla, eleştirilmesi gereken iktidar gücüne adeta tapınıyor, itiraz edenleri suçluyorlar. Gücün böyle sonuçları var. Yazık!
Yok efendim, Diyarbakır da kimi iş odaları başkanları evet dediler diye tehdit ediliyormuş. Demokrat Kürtler sanki kitlelerin büyük desteğiyle şaha kalkmış demokrat Türklerle buluşuyor, hiçbir güç bunu engelleyemezmiş... Ne kadar yalan? Bahsedilen işadamlarını biliriz, yakından bilenleri de biliriz, tehdit edildikleri külliyen yalan... Kısa bir süre önce Diyarbakır'da DTK/Daimi Meclis toplantısındaydım, hiç böyle bir hava yoktu. Aksine bu insanlarla konuşulması, davranışlarının nedenlerinin öğrenilmesi, buna göre davranılması türünden konuşmalar yapılıyordu. Artık bağımsız 'gelişen Kürt demokratları' propaganda yalanını bırakmak gerekiyor. Sınırlı bir eğilimden ultra abartılı sonuçlar çıkarmamak, bu rolün bahşedildiği insanları da sıkıntıya sokmamak gerekiyor. Yok öyle bir şey. Gözlemim iddia edildiği gibi kimse de bu tür demokratların siyaset yapmasına engel değil, varsa şayet bir engel kendi toplumsal konumları, düşünce ve davranış kalıpları. Beğenirsiniz beğenmezsiniz Kürt halkının bu konudaki yargıları çok sabit, ateşin ve ölümün içinde denenmiş...
Devam edelim: Bu hali ile referandum bir aldatmaca, 'evet-hayır' ise bir kıskaç. Referandumu reddetmek, sandık başına gitmemek en doğru tavır. Kürtler, Türkler, devrimci demokratik güçler, tüm halk güçleri, 'evet' dediklerinde bir şey kazanmayacaklar, 'hayır dediklerinde ise bir şey kaybetmeyecekler. O halde tahterevalli oynayan iktidar ve muhalefet partilerinin değirmenine su taşımak ne ola ki? Üstelik her anayasa tadilatının, anayasanın külli ortadan kaldırılması iradesini engellediği, darbe anayasasının ömrünü uzattığı sonuçlarıyla ortadayken...
Kozmetik değişimlerle, propaganda ile Türkiye'nin hiçbir meselesine çözüm bulunamaz. Toplum da yeni anayasayı hazmedecek kadar olgunlaşmıştır. Bunu görmek, hükümeti yeni anayasa konusunda zorlamak gerekiyor. Hükümetin her dediğine bir şekilde katılmamak, yedekleri oynamamak gerekiyor. Hele muhalefet ve itiraz etme hakkımıza hiç saldırılmaması gerekiyor. Bu nasıl zihniyettir?
Başa dönelim. Evet, ilk defa 12 Eylül'ü güncelleştiremedik... Siyasi partilerin referanduma dönük tavrı her şeyin önüne geçti. Kimi partiler, Başbakan '12 Eylül'le hesaplaşma' dedi diye neredeyse 12 Eylül kavramını ağızlarına alamayacaklar. Bu tavra gerek yok. Hele bir referandum sonuçlansın, sanıldığı gibi her şey böyle gitmeyecek. '12 Eylül'le hesaplaşma' diyen Başbakan'ın yakasına yapışacağız.
19 Eylül'e ertelediğimiz 12 Eylül mitingimizin temel sloganlarından biri 'Hadi yargıla' olacak. Gün ola devran döne...
celalettincan@gmail.com
27 Ağustos 2010
78'liler on yıllık tarihi yürüyüşlerinde ilk kez 12 Eylül'ü güncelleştiremiyor. 12 Eylül diye bir şeyin kalmadığı iddia edilemeyeceğine göre bunun bir izahı olmalı.
Hükümet birbiriyle ilgisiz maddeler demetinden bir anayasa değişim paketi oluşturdu. Paketin merkezinde gelişmeleri bir ölçüde izleyen herkesin kabul ettiği gibi kendi Yargı reformları yer alıyordu. Yasamayı kontrol eden hükümet, yargıdaki eski kadrolaşmayı tasfiye etmek, Yüksek yargıyı ele geçirmek istiyordu. Yüksek yargı başka bir şeye benzemezdi, bir kez görev aldıktan sonra süresi dolmadan görevden almak, sürmek, maaşını kesmek söz konusu bile edilemezdi. Kadınlara pozitif ayrımcılık (yüzde on seçim barajı sürerken bunun ne değeri olabilir), Memura toplu sözleşme (sendika hakkı tanınmayınca toplu sözleşmenin yaptırım gücü olacak mı), Anayasa'nın geçici 15. maddesi (zamanaşımı ve Meclis bünyesinde yaptırım gücü olan 12 Eylül Gerçeklerini Araştırma ve Adalet Komisyonu kurulmadıktan sonra bu maddenin kayda değer bir sonucu olabilir mi) gibi 'ballı' maddelerle gizlenmek istenen, Yürütmenin elini güçlendirecek şekilde Yüksek yargıyı düzenlemekti.
En önemlisi Kürt meselesi. 26 maddelik anayasa paketinde Kürtlerin gasp edilmiş haklarına dair bir tek madde, madde ne demek bir tek kelime bile yok. Bu durumda Kürtler ne yapıyor, haklı olarak referandumu boykot ediyorlar. Buna çok kızıyorlar. En çok kızan ve tepki gösterenlerin ise, görevleri objektif habercilik, yalnızca habercilik olması gerekirken hükümetin amigoluğuna soyunan bir kısım gazeteci...
Olacak iş değil, halbuki darbe anayasasının çöpe atılması, yeni demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi yapılmasının tüm koşulları var. Dış konjonktür uygun. Toplumda yeni anayasa arayışı belirgin. Eskiden olsaydı 'asker engeli' denirdi ama bugün asker denebilir ki en 'tepkisiz' dönemini yaşıyor.
Peki, yeni anayasa yapımının önündeki engel kim? Kim olacak, engel hükümetin bizatihi kendisi. Böylesi bir durumda kendilerine demokratım diyen Türklerin görevi Kürtleri hak talebinden caydırma anlamına gelen hükümet destekçisi yapmak, olmayınca eleştirmek mi olur? Olmaz. Hükümete dönerek, 'anayasayı değiştir, Kürtlerin hakkını ver, akan kan dursun' talebini yüksek sesle duyurmak,'yoksa desteğimi çekerim' demek olur.
Bunu yapmıyorlar, daha doğrusu arada bir 'laf ola torba dola' misali bu tür laflar etselerde işin esası Kürtlerin yanında durarak bunu yapmıyorlar, hükümetin yanında durarak asla ona tavır almayarak, şike yaparak bunu yapıyorlar. Esasta 'eksik ama evet'çilik yapıyorlar. Başbakan'la aynı şeyleri söylemek onları çok mutlu ediyor. Başbakan'ın iktidar olduğunu, iktidarla bu kadar iç içe düşünmenin çok tehlikeli olduğuna aldırmıyorlar bile. Başbakan da 'eksik ama...' görüşündeymiş. Halbuki Başbakan iktidar, eksik yapmama iradesi onun elinde. Büyük bir aymazlıkla, eleştirilmesi gereken iktidar gücüne adeta tapınıyor, itiraz edenleri suçluyorlar. Gücün böyle sonuçları var. Yazık!
Yok efendim, Diyarbakır da kimi iş odaları başkanları evet dediler diye tehdit ediliyormuş. Demokrat Kürtler sanki kitlelerin büyük desteğiyle şaha kalkmış demokrat Türklerle buluşuyor, hiçbir güç bunu engelleyemezmiş... Ne kadar yalan? Bahsedilen işadamlarını biliriz, yakından bilenleri de biliriz, tehdit edildikleri külliyen yalan... Kısa bir süre önce Diyarbakır'da DTK/Daimi Meclis toplantısındaydım, hiç böyle bir hava yoktu. Aksine bu insanlarla konuşulması, davranışlarının nedenlerinin öğrenilmesi, buna göre davranılması türünden konuşmalar yapılıyordu. Artık bağımsız 'gelişen Kürt demokratları' propaganda yalanını bırakmak gerekiyor. Sınırlı bir eğilimden ultra abartılı sonuçlar çıkarmamak, bu rolün bahşedildiği insanları da sıkıntıya sokmamak gerekiyor. Yok öyle bir şey. Gözlemim iddia edildiği gibi kimse de bu tür demokratların siyaset yapmasına engel değil, varsa şayet bir engel kendi toplumsal konumları, düşünce ve davranış kalıpları. Beğenirsiniz beğenmezsiniz Kürt halkının bu konudaki yargıları çok sabit, ateşin ve ölümün içinde denenmiş...
Devam edelim: Bu hali ile referandum bir aldatmaca, 'evet-hayır' ise bir kıskaç. Referandumu reddetmek, sandık başına gitmemek en doğru tavır. Kürtler, Türkler, devrimci demokratik güçler, tüm halk güçleri, 'evet' dediklerinde bir şey kazanmayacaklar, 'hayır dediklerinde ise bir şey kaybetmeyecekler. O halde tahterevalli oynayan iktidar ve muhalefet partilerinin değirmenine su taşımak ne ola ki? Üstelik her anayasa tadilatının, anayasanın külli ortadan kaldırılması iradesini engellediği, darbe anayasasının ömrünü uzattığı sonuçlarıyla ortadayken...
Kozmetik değişimlerle, propaganda ile Türkiye'nin hiçbir meselesine çözüm bulunamaz. Toplum da yeni anayasayı hazmedecek kadar olgunlaşmıştır. Bunu görmek, hükümeti yeni anayasa konusunda zorlamak gerekiyor. Hükümetin her dediğine bir şekilde katılmamak, yedekleri oynamamak gerekiyor. Hele muhalefet ve itiraz etme hakkımıza hiç saldırılmaması gerekiyor. Bu nasıl zihniyettir?
Başa dönelim. Evet, ilk defa 12 Eylül'ü güncelleştiremedik... Siyasi partilerin referanduma dönük tavrı her şeyin önüne geçti. Kimi partiler, Başbakan '12 Eylül'le hesaplaşma' dedi diye neredeyse 12 Eylül kavramını ağızlarına alamayacaklar. Bu tavra gerek yok. Hele bir referandum sonuçlansın, sanıldığı gibi her şey böyle gitmeyecek. '12 Eylül'le hesaplaşma' diyen Başbakan'ın yakasına yapışacağız.
19 Eylül'e ertelediğimiz 12 Eylül mitingimizin temel sloganlarından biri 'Hadi yargıla' olacak. Gün ola devran döne...
celalettincan@gmail.com
ALEVİLER TARİHE DAHİL OLMALILAR ARTIK
Hasip Yiğitoğlu
27 Ağustos 2010
Toplumsal yaşamımıza ait her değeri tahrip eden politikaların,politikacıların,itiş kakış,kör dövüşü zihniyetilerinin akıl tutsaklığına daha ne kadar dayanacağız.
Loş odalarda oturan ,koplocu karanlık.dar kafalı zihniyetli güçlerin yönlendirdiği kurguların günlük yaşamımıza yön vermelerine de.
Türkiye tarihi sanki bu güçler arasındaki mücadele ile sınırlıdır.
Birbirine tam zıt olan siyasi-ideoljik anlayışlar aynı eksende buluşuyor.
Adeta,evrensel insanlık tarihi litaretürüne,insanlarla,sınıflarla,kitlelerle ilişkili olmayan siyasi bir anlayış katkısı yapıyorlar.
Sebataycılar, Mossad, Cia, Mit, Kemalistler, Bolşevikler, Müslümanlar, Fethullahçılar, Tarikatlar, mezhepler, Masonlar arasında bir itiş kakış.
Hemen hemen hepsinin akılları aynı,toplumsal barış yok sosyal adalet yok,insanlar yok,sınıflar yok,kitleler yok demokrasi yok.
Ülkeyi ele geçirmek için her yol var.
Birde, ülkeyi ele geçirme çabalarına rağmen, zaman zaman ittifaklar yaparak aynı eksenlerde buluşabiliyorlar.
Yakın tarihimizde birbirlerinin nefeslerine bile tahammülleri olmayanların,birbirlerine kurşun yağdıranların,ideolojik-politik hiçbir ortak yanları olmayan solcular,statükocularla ve MHP liler gibi,şimdi,Anayasa değişiklik referandumundaki eksen duruşları,galiba bu tesbitimi doğrulamaktadır.
Türkiye insanın tarihi dünyanın tüm üniversitelerinde zorunlu ders olarak okutulmalıdır,bence.
Ey kendini solcu tanımlayan sendikacılar, aktivistler,aydınlar demokratlar,tarihte defalarca toplu kıyımlara uğramış ALEVİLER,yarın pişman olmamak,tarihe dahil olmak,yani biz kimiz,yani biz ne yaptık dememek için,bu itiş kakış zihniyetininin,akıllarımızda bıraktığı travmayı ve üzerimize serpilmiş ölü toprağı,üstünüzden atmanın zamanı gelmedi mi?
ALEVİLER tarih ve demokratik yaşam dinamikleriyle buluşmalıdır.
Sözde değil özde,arka bahçe değil,ön bahçe,pasif değil aktif,statükocu,ötekileştirici,gerici zihniyetlere karşı geleneğinizden gelen demokratik,barışçı yaklaşımlarınızı politik duruşunuzla anlamlaştırmalısınız.
Aleviler, her kesimden, Sünni, Alevi, Kürt, Türk kökenli aklı selim, sağduyulu vatandaşlarımızın ortak kanaati,demokratikleşme sürecinin hızını tercihlerinizle ciddi biçimde etkileyeceğiniz yönündedir.
Türkiye’nin, demokratikleşme sürecinin buna ihtiyacı var.
Tercihlerinizi demokratikleşmeden, demokrasinin tarihsel dinamikleri yönünde kullanarak,demokratik perspektifinizi pekiştirmek akıl geleneğinize uygun olacaktır.
Solculara bir hatırlatmam olacak, Karl Marx diyor ki,tarihin motoru bağımsız sınıf mücadelesidir.
Ayrıca,yazımın başında tanımladığım güçlere karşı birbirinden ayırmadan, insan merkezli yaşam kurgularını inatla sürdürmek hem tarihi hem insani hem de solculuk geleneğidir.
27 Ağustos 2010
Toplumsal yaşamımıza ait her değeri tahrip eden politikaların,politikacıların,itiş kakış,kör dövüşü zihniyetilerinin akıl tutsaklığına daha ne kadar dayanacağız.
Loş odalarda oturan ,koplocu karanlık.dar kafalı zihniyetli güçlerin yönlendirdiği kurguların günlük yaşamımıza yön vermelerine de.
Türkiye tarihi sanki bu güçler arasındaki mücadele ile sınırlıdır.
Birbirine tam zıt olan siyasi-ideoljik anlayışlar aynı eksende buluşuyor.
Adeta,evrensel insanlık tarihi litaretürüne,insanlarla,sınıflarla,kitlelerle ilişkili olmayan siyasi bir anlayış katkısı yapıyorlar.
Sebataycılar, Mossad, Cia, Mit, Kemalistler, Bolşevikler, Müslümanlar, Fethullahçılar, Tarikatlar, mezhepler, Masonlar arasında bir itiş kakış.
Hemen hemen hepsinin akılları aynı,toplumsal barış yok sosyal adalet yok,insanlar yok,sınıflar yok,kitleler yok demokrasi yok.
Ülkeyi ele geçirmek için her yol var.
Birde, ülkeyi ele geçirme çabalarına rağmen, zaman zaman ittifaklar yaparak aynı eksenlerde buluşabiliyorlar.
Yakın tarihimizde birbirlerinin nefeslerine bile tahammülleri olmayanların,birbirlerine kurşun yağdıranların,ideolojik-politik hiçbir ortak yanları olmayan solcular,statükocularla ve MHP liler gibi,şimdi,Anayasa değişiklik referandumundaki eksen duruşları,galiba bu tesbitimi doğrulamaktadır.
Türkiye insanın tarihi dünyanın tüm üniversitelerinde zorunlu ders olarak okutulmalıdır,bence.
Ey kendini solcu tanımlayan sendikacılar, aktivistler,aydınlar demokratlar,tarihte defalarca toplu kıyımlara uğramış ALEVİLER,yarın pişman olmamak,tarihe dahil olmak,yani biz kimiz,yani biz ne yaptık dememek için,bu itiş kakış zihniyetininin,akıllarımızda bıraktığı travmayı ve üzerimize serpilmiş ölü toprağı,üstünüzden atmanın zamanı gelmedi mi?
ALEVİLER tarih ve demokratik yaşam dinamikleriyle buluşmalıdır.
Sözde değil özde,arka bahçe değil,ön bahçe,pasif değil aktif,statükocu,ötekileştirici,gerici zihniyetlere karşı geleneğinizden gelen demokratik,barışçı yaklaşımlarınızı politik duruşunuzla anlamlaştırmalısınız.
Aleviler, her kesimden, Sünni, Alevi, Kürt, Türk kökenli aklı selim, sağduyulu vatandaşlarımızın ortak kanaati,demokratikleşme sürecinin hızını tercihlerinizle ciddi biçimde etkileyeceğiniz yönündedir.
Türkiye’nin, demokratikleşme sürecinin buna ihtiyacı var.
Tercihlerinizi demokratikleşmeden, demokrasinin tarihsel dinamikleri yönünde kullanarak,demokratik perspektifinizi pekiştirmek akıl geleneğinize uygun olacaktır.
Solculara bir hatırlatmam olacak, Karl Marx diyor ki,tarihin motoru bağımsız sınıf mücadelesidir.
Ayrıca,yazımın başında tanımladığım güçlere karşı birbirinden ayırmadan, insan merkezli yaşam kurgularını inatla sürdürmek hem tarihi hem insani hem de solculuk geleneğidir.
Küreselleşme Kimlik Hakları ve Referandum
Mihrac Ural
27 Ağustos 2010
İki küreselleşme var.
Birincisi; emperyalist çıkar ve talan siyasetlerinin evrensel ölçüde dayatılması anlamında bir küreselleşmedir. Bu küreselleşmenin hiç bir yanı, küresel üretimle ilgili değildir. Tersine, pazar paylaşımı ve mal satımının bin bir araçla dayatılmış tüketim küreselleşmesidir. Özgür gelişim ve demokrasiyi kısıtlaması nedeniyle de bu küreselleşme, gericiliğin ve dünyamızdaki tüm sancıların kaynağıdır..
İkincisi; küresel üretim uygarlığıdır. İnsan kolektif aklının ürünü olan teknoloji, bilgi birikimleriyle şekillenen bilişim çağının açtığı yeni üretim tarzıdır. Bugünkü haliyle, kapitalizmin kanatları altında gelişmekte olsa da kapitalizmi yadsıyacak olan yeni bir üretim tarzıdır; Elektronik bilgi ağlarının etkinliğiyle yeryüzünün herhangi bir köşesinde olan en küçük bilgiyi bile üretime katan, sanal üretim ve tüketimi öne çıkaran, bilgiyi hammadde gibi üretim sürecinin olmazsa olmaz unsuru haline getiren sistem olarak farklı bir üretim tarzıdır.
İki küreselleşmenin gergin dengeleri, tarihsel olarak ikincisinin lehine yeni bir dengeye yönelecektir. Tarihte her yeni üretim tarzı için gerekli olan daha çok demokrasidir.
Bu çağın tıkanmalarını, kaoslarını ve çözüm bekleyen tüm sorunlarını çözecek olan da tastamam budur; demokrasinin derinlemesine yaygınlaşmasını ve eskinin yadsınarak yeninin hakim olmasını sağlayacaktır. Bu nedenle çağdaş olmak, tarihle uyumlu ilerici olmak daha çok demokrasi taraflısı olmaktır.
Demokrasi kimlik haklarımızın da yaşamsal zeminidir. Bu noktada evrenselle yerelin buluşması, uyumlu bir bütün olarak insani mesajını yerine getirmesi mümkündür.
Eski statülere tıkanmış hiçbir mücadele demokrasi mücadelesinden daha güçlü toplumsal sonuçlar yaratamaz. En yereldeki hak taleplerimizin ve en evrensel özgürlüklerimizin buluştuğu nokta budur. Bunu güçlendirmek için, demokrasi mücadelesinde daha çok yerimizi almalıyız.
Küreselleşme ve kimlik haklarımız demokrasi paydasındaki yeri, 12 Eylül 2010 referandumdaki tutumlarımızda da anlamlı bir yere sahiptir. Referandumda, bağımsız, özgür ve demokratik tutumlarımızla kimliğimizi ortaya koymak bu mücadelenin önemli bir yanını oluşturacaktır.
135 yıllık tarihinde 5 anayasa yapan ülkemizin tüm anayasalarının ortak böleni “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” diye korunan maddelerdir. Bu maddeler dünyanın en mozaik coğrafyasını tek boyutlu kılan maddelerdir; tek ulusçu dayatmadır. Bu toprakların kaosu da kirli savaşları da bölücülüğü kışkırtan milliyetçiliği de buradan besleniyor.
Bu maddeler var oldukça, tüm maddeleri demokratik olsa da o anayasa demokratik olamaz. Bu nedenle 6. Anayasa önerisi için yapılan referandum, EVET ya da HAYIR tutumlarıyla bir kimlik yok etme operasyonu olarak aynı sisteme ve onun temel siyasal eğilimlerine kan taşıma çabasındadır, diyeceğim.
BOYKOT, AKP’nin manipülasyonlarına sert bir hayırdır.
BOYKOT, HAYIR tutumunda olan ve tarihleri boyunca demokratik bir anayasanın oluşmasına karşı çıkan milliyetçi-ulusalcı tutumların dışında kendi kimliğiyle siyasi tutum almaktır. Bağımsız olmak, kimlik sahibi olmaktır.
BOYKOT hiçbir yörüngeye girmeyen tutumdur, kendin olmaktır. Sistemin temel güçlerinin çekim merkezlerine karşı kendini korumaktır. Bu tutum 12 Eylül’den sonraki demokrasi mücadelesinin kimlik kartıdır.
Ortak ülkemizde demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları diye bir davası olanların alabileceği en gerçekçi demokratik, bağımsız özgür tutum BOYKOT’tur.
Diğer tutumlar kimlik yok etme operasyonuna kan taşımaktır.
***
Bu yazı, esasında, azınlıklar konusunda doktora tezi hazırlayan değerli bir dostumla mektuplaşmamın makaleye dönüştürülmüş halidir.
Özel yazışmamı, kimi isimlerden arındırıp, okuru ilgilendiren bir biçime dönüştürdüm.
Referandum süreciyle ilgili olarak yazmakta olduğum makalelerime bir ek olması yönünde düzenlediğim bu yazışmamı sizlerle paylaşıyorum.
Farklı siyasi süreçlerden gelen insanlarla uzun bir dönem ilişkimizde kopukluk oldu. Farklı yapılanmalar içinde birbirimizle çatışmalı süreçlerden de geçtik. On yıllar sonra buluştuğumuzda, bizi bir araya getirebilecek bir dizi ortak algıyla karşı karşıya kalmıştık. Dünya ve ülkemizle ilgili tespitlerimiz benzer parametrelerde kesişiyordu. Bu ilişkide birbirimizi yazınsal olarak takip edip, makale alış verişlerine ağırlık verdik.
Küreselleşme ve kimlik hakları yönünde demokrasi ve özgürlük mücadelesinde ortak adımlar atılmasını isteyen çevreler olduğumuzun farkına vardığımızda, bunun ilk adımı olan sıkı diyaloglara yöneldik (en azından benim için süreç bu yönde gelişti); “ortak ülkemiz” algısı temelinde, her türden milliyetçi bölücülüğe karşı, Anadolu mozaiğinin hak ve hukukunu savunmanın gerekliliğini belirledik.
Bu çevrelerle ortak paydamız, yüzlerce makalede dile getirdiğimiz küreselleşme çağı ve halkların kimlik haklarıyla ilgilidir.
Küreselleşmeyle ilgili tespitlerimiz, bir siyasal ortak bölen olarak hayati önem taşıyordu. Yereli daha sağlıklı algılamak ve onu evrensel ölçekler içinde uygun yere oturtmak için tüm insanlığı ilgilendiren gelişmeleri doğru algılamak gerekti.
Bu noktadaki bileşenlerimizi ortaya koyarken kavram kargaşasıyla yüz yüze kaldığımız küreselleşme, net biçimde açığa vurulmalıydı.
Bu çözümlemeleri son iki yıldır birçok makalede dile getirmeye çalıştım. Karşımızda, haksızca aynı kelimeyle ifade edilen iki küreselleşme duruyordu. Aynı kavramla ifade edilmesinde ortaya çıkan yanılsama, çoğu kez en ilerici duruşla en gerici duruş arasındaki farkı bir kıl kalınlığına kadar indiriyordu.
İki küreselleşme var. Bunu bilmek zorunluydu.
Birincisi; Emperyalist küreselleşmedir.
Bu küreselleşme, gerçek bir küreselleşme değildir. Belli bir merkezden çıkan ve merkezin çıkarları için yaygınlaştırılan bir siyasal duruştur. Bir siyasi dayatmadır; dünyanın talanını, bin bir yol ve yöntemle, bölgesel savaşlar, operasyonlar, darbeler, yaratıcı anarşi, temiz eller operasyonları vb siyasetlerle emperyalist çıkarlar için dayatmadır. Bir küresel ortak üretim projesi değil, kapitalizmin temel karakterlerinden biri olan belli bir ulusal, şirketsel, bölgesel merkez yararına pazar elde etmek için gerekli olan siyasi, askeri dayatmaların evrensel ölçekte uygulanmasıdır.
Bu küreselleşme hiçbir şekilde yeni bir üretim tarzı değildir. Eskinin evrensel ölçekte çıkarlarının sağlanabilmesi için gerekli müdahaleleri tanımlayan siyasal bir davranıştır. Afganistan’ı işgal, Irak devletini yıkma, Panama'ya baskın, İran’a ve Suriye’ye tehdit, Lübnan’a İsrail aracılığıyla saldırı, Latin Amerika’da darbeler-iç savaş kışkırtıcılığı, Orta Avrupa’da balistik ve kıtalar arası füze konumlandırılması, Çin’e karşı Tayvan’ın provokatifçe desteklenmesi, Kuzey-Güney Kore arasında bitip tükenmez gergin dengelerin korunması, Kafkaslarda tarihsiz ve talihsiz devletlerin satın alınarak üsler kurmak, kuşatmalar ve bitip tükenmez savaş senaryolarıyla dünya pazarları üzerinde, enerji kaynakları ve yolları üzerinde hegemonyanın sürdürülmesi emperyalist küreselleşmenin izdüşümleridir.
Buna eklenecek binlerce veri daha sıralamak mümkün. Ancak bu verilerin hiçbiri evrensel insan aklının birikimlerini, teknolojik etkinliklerini, bilgi dönüşümlerini ortak bir küresel üretim için kullanma gibi bir içeriğe sahip değildir. Tek amacı sağlanacak askeri ve siyasi üstünlükle Amerikan ve ortaklarının pazarlardaki çıkarlarını evrensel dayatmalarla garantiye almaktır.
Kapitalizmin doğasında üretimin küreselleşmesi yoktur, olamaz da. Ulusların kapitalizmin şafağında doğması esprisinin de anlattığı gerçek budur. Kapitalizm belli bir merkezin, daha çok ulus ya da bölgeye ait dar merkezli ilişkiler zincirinin üretimidir; dünya ölçüsünde pazar paylaşım savaşları da kapitalizmin bu darlığının bir sonucudur. Metasını satacağı pazar gerekliliği, üretimini küresel ölçüde teknik ve bilgi dönüşümüyle yapmaktan mutlak olarak daha öndedir.
İki küreselleşme arasındaki farkın kavranmasında en hayati önem, kapitalizmin bu yöndeki karakterinin bilinmesi yatar.
Kaba bir gözlemle, bilişim çağının tüm etkinliklerinin kapitalizmin kanatları altında, sermaye birikimleriyle yapıldığı gibi bir izlenim vardır. Bunun bir kısmı da doğrudur. Ancak, kapitalizmin kanatları altında da olsa bu gelişme kapitalist üretim tarzı anlamına gelmez. Bunu anlamak için kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki gelişmesini hatırlamak yeterlidir. Feodal üretim ilişkisinin hakim olduğu, feodal krallıkların yeri göğü inlettiği bir kesitte, kapitalist ilişkiler kendi yolunu evrimin engellenemez gelişimiyle sürdürüyordu. Bu süreç aristokratların da yavaş yavaş çözülerek kapitalistleşme süreciyle at başı gidiyordu. Yani egemen olan üretim tarzının içinde onu yadsıyacak daha ileri bir üretim tarzının bulunması ve gelişmesi doğal bir denge anlamına gelir. Bu gelişme dün nasılsa bu gün de odur.
Bu açıdan bakınca eski üretim tarzı kapitalizmin bağrında gelişip, onun kanatları altında da olsa daha ileri bir üretim ilişkisinin olması ve gelişmesi doğal bir süreçtir.
Küreselleşmenin bu türüne karşı direniş, bugünün gerçek devrimci duruşudur. Evrensel ölçekte bu tür küreselleşmeye karşı tutum ve eylemler haklıdır, ilericidir.
Küreselleşmenin bu türü, evrensel ölçekte gerici bir siyasal dayatma olması itibariyle, demokrasinin her türden ikamesine da temelden karşıdır. Bu yanıyla da her türden liberalizm, söylemlerinin her türden abartısına karşı demokrasinin ikamesine taraf değildir. Liberalizmin önerdiği iyileştirmeler sistemin daha rasyonel işlerliğinin sınırında biter. Oysa, demokrasi tarihin her döneminde, daha ileri bir toplumsal siteme, daha adıl bir paylaşım ve üretimde mevzilenmeye ilişkin bir alandır.
Bu temel algılar ışığında, emperyalizmin üretime değil; pazar paylaşımına, talana ve dayatmaya dayalı siyasetinin küreselleşmesine karşı mücadele edilmesi gerektiğini ve kimlik haklarının bu eğilime karşı direnmekten geçtiğini belirledik. Emperyalist globalleşmenin, liberalizmi demokrasinin sözcüsü olarak sunmasına aldanmamak gerektiğini belirleyerek demokrasi çizgimizi farklılaştırdık. Bu çağın hiçbir dinamiğinin emperyalist dokunun demokrasiden yana verebileceği bir şey olmadığını ifade etmek istiyorum. Bu açıdan, demokrasi savunusunda sık sık kullandığımız argümanların liberallerin argümanlarıyla karışmaması gerektiğine dikkat çektik.
İkincisi; küresel üretim tarzı ya da uygarlığı.
Bu küreselleşme bir üretim küreselleşmesidir; üretimde, evrensel alanın herhangi bir köşesinden bilgi ağlarıyla, teknolojik verileriyle etkin olan; herhangi bir ulus, bölge ve şirket merkezli olmayan küresel üretimdir. Üretim sürecine bilişim çağının bilgi dönüşümlerini bir unsur olarak katan, sanal üretim ve tüketimi üretimin bir parçası haline getiren bu yanıyla da kapitalist üretimden nitelikçe farklılaşan bir üretimdir. Bugün kapitalist şirketlerin kanatları altında olsa da kapitalist olmayan bir üretim tarzıdır. Kapitalist üretim tarzının, hammadde + üretim araçları + işgücü = meta formülünde anlamını bulan üretimden bir çıkıştır, bir nitel farklılaşmadır. Bu üretim, kapitalizme ait üretim birimi olan fabrikada yapılan bir üretim de değildir; küresel üretim tarzı elektronik ağlarda üretilip, aynı sanal ağlarda sınanarak kalitesi belirlenip tüketildikten sonra, insanlara sunulan bir üretim tarzıdır. Bu tarzda yabancılaşma çok önemli bir unsurdur. Yabancılaşmanın yaratıcı dinamikleri, iş bölümünün en üst aşamasına varılmasıyla üretime de dinamik katar; bu noktada yabancılaşma, kapitalizmin ulus ve bölge sınırlarını nitelikçe aşıp evrensel ölçeklere ulaşır. Küresel üretim uygarlığında bu işbölümünün sınırsız gelişimi, yabancılaşmanın olumlu sınırsız gelişimine tanıklık edileceğine önemli bir göstergedir.
Marks'ın üretim ilişkilerini birbirinden ayırırken üretimde emek araçlarından makine araçlarına geçişi sağlayan teknolojik devrimin, bir üretim tarzından diğerine geçişi tanımlar demesi aynıyla bugün için de geçerlidir. Kapitalizmden küresel üretime geçiş, kapitalist makine araçlarından, elektronik bilgi ağalarıyla sanal üretime geçiştir. Bunu sağlayan da teknolojik devrimdir.
Marks'ın şu belirlemeleri konumuzu aydınlatacak önemli cümlelere havidir.
“Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)
“ Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)
Marks'ın burada dile getirdiği mantık çözümlemesini ilerlettiğimizde, küresel üretimi tanımlamamız zor olmayacaktır.
Bu tanımlamalarda yetersizlik gören okura şunu belirtmek gerek; Marks kapitalizmi artık son aşamasına geldiğinde tanımlamıştır, 10.yy'daki ilk oluşum aşamalarında değil. Biz ise gelişmeyi bu ilk aşamasının yetersiz verilerinde tanımlamaya çalışıyoruz.
Küresel üretim tarzı geleceği temsil eden bir ilerici üretim tarzıdır. Bunu kavramak ve bu yönde siyasal duruş belirlemek, konumuzun esasını oluşturmaktadır.
İnsan kolektif aklının ürettiği bilgi ve teknolojinin yarattığı bilimsel devrimlerin sonucu oluşan, insanlığı evrensel ölçekte üretim sürecine katan, daha adil ve daha yaygın bir eşitliğin kuruluşuna yol açacak tarihi olarak ilerlemeyi temsil eden ve gerçek anlamda demokrasinin ikamesini sağlayacak küreselleşme ortak bölenlerimizin temelidir.
Demokrasi ve özgürlük çizgisi, ortak eğilimlerimizin merkezine bu algılarla oturdu. Bu nedenle, tarihsel gelişmeleri sınıf mücadelesi ve sınıf algılarıyla değil, farklı bir açıdan çözümlemek gerektiği noktasında tespitler yaptık.
Demokrasi ve özgürlüğün derinlemesine ve genişlemesine etkin olmasını, küresel üretimin gelişip egemen olması için de en önemli faktör olarak belirledik.
Böylesine bir küresel algı yaklaşımı içinde, hak arayışında geri kalmış, bu yönde süreçlerini tamamlamamış her farklılığın hak arayışının tanınması gerektiğini öncelikli olarak belirledik.
Kimlik hakları ile küreselleşme arasında demokrasi alanlarının ve etkinliklerinin genişletilmesinde ortak payda olduğu tespitimiz, yerel sorunların hem evrensel hem yerel perspektifde ele alınıp çözümünü kolaylaştırdığını gösterdi bize.
Küreselleşmenin yanında olmanın bu anlamda kimlik haklarını savunmayı da gerektiren bir demokrasi algısı olduğunu dile getirdik; iki farklı ve çatışmalı küreselleşmeyi yerelde de bu anlamda birbirinden ayırmak zor olmadı.
Böylece bu ölçekte evrensel olan küreselleşmede, en yerel hak talebinin yerini bulduk. Kimsenin kimseyi kendine angaje etmeden, öncü, artçı gibi tarihi eskimiş söylemlere sarılmadan, adil ve eşit bir mücadelede dayanışmanın gerekleri bulgusuna ulaştık.
Anadolu halklarının tüm farklılıklarıyla demokrasi ve özgürlüklerini bu kapsamda mütalaa etmeyi, günümüzün doğru siyasal yönelimi olarak belirliyoruz. Yeni bir uygarlığın küresel üretim uygarlığı olarak daha çok, daha derin ve daha geniş alandaki demokrasi üzerinde yükseleceği belirlemesi bu tespitimizle tam bir uyum içindedir. Bunun için tamamlanmamış ulusal süreçlerin tamamlanmasına, hak ve taleplerin yerine getirilmesine bu yanıyla evrensel bir boyut verilmiş olacaktır.
Bu aynı zamanda, ülkemizin kaoslarını ve bundan kaynaklanan kimlik bunalımlarını da aşmanın bir yolu olarak değerlendirilebilecektir.
Küresel yeni üretim uygarlığı, ütopik bir söylem değildir, elle tutulur değişimlerin verileri üzerine kurulan siyasal bir algıdır diyeceğim. Bunu basit bir örnekle izah etmeye çalışacağım.
Bu örnek, tarihsel devrim algımızı da tanımlar bir mahiyettedir. Ayrıca, bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle kurulan sosyalizmin yine bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle geri dönüşünün nedenlerini de açıklayacak kapsamdadır.
Basit bir örnek; PTT'ye karşı internet iletişim etkinliğinin yaptığı tarihsel devrim nasıl ki geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrim ise, bilişim çağının açtığı yeni toplumsal süreçler tamamlandığında yeni uygarlık da tüm kurum ve kuruluşları, sınıf ve katmanlarıyla da kendi kültür ve üst yapısıyla belirginleşmiş olacaktır. Bunun sonucu ortaya çıkan yeni üretim tarzının geri dönüşü mümkün olmayacaktır. Evrimin doğal dengeleriyle yükselip, eski tarzı yadsıyan konumlanışı bunun güvencesidir.
Bu konuda “bu gelişmeler uluslararası sermaye ve tekel güçlerince kontrol edilmektedir, bu yüzden ayrı bir üretim tarzı olarak nasıl algılanır?” denilebilir.
Haklı bir soru. Yukarıda kısaca cevap vermeye çalıştım.
Tekrarla şunu belirtebilirim.
Basit bir tarih okuması bunu kavramak için yeterlidir.
Hiçbir ileri üretim ilişkisi gökten zembille gelmez. Eskinin içinde olgunlaşarak eskiyi her şeyiyle öteleyerek tarihe gömer, yadsınmanın yadsınmasını gerçekleştirir.
Bu işleyiş, tarihi olarak tüm üretim ilişkilerinde gerçekleşen bir evrim yoludur, denge ve geri dönüşü mümkün olmayan değişimdir. Bu açıdan yeninin kimin kanatları altında geliştiğinin önemi yoktur. Üretimin tarzı ve biçiminin eskisinden farklı olup olmadığı önemlidir; kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında gelişmesi esprisi de bunu ifade eder.
Burjuvazi, sisteminin gelişmesi önünde artık tamamen engel olan feodal yapıyla kırılma noktasına geldiğinde, sisteminin temel bir yapılanması olan ulus adına, feodalizme karşı demokrasiyi ve alanlarını genişletme mücadelesi içinde olmuştur. Yani, yeni sistemin eskinin kanatları altından çıkmaya başlamasıyla birlikte demokrasiyi bayrak edinerek önündeki engelleri kırma sürecine girer.
Buradan da her yeni uygarlık ve üretim tarzının mutlaka kendi çağının en üst demokrasi kriterlerini savunarak ve bunu ikame ederek yola çıkması gerektiği soyutlamasına ulaşırız.
Mantıki olan da budur; eskinin statüleri ve kıskaçlarını demokrasiden başka bir şey sökemez. Burjuvazi de kendi üretim tarzını ikame ederken, bu nedenle demokrasiyi tüm ulus adına savunma durumunda olmuştu.
Bugün bunu yapacak olan, kapitalizmi aşacak olan yeni üretim tarzı ve onun temel sınıf ve etkinlikleridir. Burjuvazi ise örneğimizdeki feodallerin konumundadır. Bu nedenle, gelişen kapitalizm karşısında büyük toprak mülkiyeti nasıl ki feodallerin boyun bağı haline gelmişse, küresel üretim uygarlığı karşısında fabrika üretimi de kapitalistlerin boyun bağı haline gelme eğilimi içindedir (teknolojinin yarattığı sanal üretim ve teknoloji ağırlıklı üretim karşısında, kapitalist dev fabrika üretiminin hantallığı, verimsizliği, maliyet yüksekliği tıpkı feodal sistemin büyük ve verimsiz toprakların konumu gibidir).
Mücadelenin unsurları, fabrikaların çitlerini ve onun sığ mantıkla örülü, reformist olmanın ötesinde anlam ve sonucu olmayan sınıf mücadelesi algılarını aşmış; evrensel düşünen, evrimin gelişmesine katkı yapacak olan, farklılıklarıyla, kimlik renkleriyle, etnik, inançsal, çevresel, cinsel, kültürel vb dinamikleriyle bilişim çağının gereksindiği açılımı olanaklı hale getirecek tüm dinamik güçlerdir.
Bu güçlerin evrensel ölçekte bir küresel hareket oluşturması da geç kalmayacak gibidir.
Bu noktada, sınıf mücadelesi ve sosyalist söylemin merkezi önemini kaybettiğini belirteceğim.
Sınıf mücadelesinin ihmal edilmemesi gereken bir mücadele olmasına karşın, reformist bir mücadele olarak yeni bir sisteme yol açması mümkün değildir. Tarih okumalarıma göre; tarihin hiçbir kesitinde, önceki üretim sistemini o sistemin temel bir sınıfı aşamamıştır.
Eski sistem göçerken, tüm sınıflarıyla birlikte tarihe gömülür. Eskinin hiçbir sınıfı, yeni bir üretim tarzına geçişte ne ara bir aşamanın inşasını ne de öncülüğüyle bir geçişi gerçekleştirmemiştir. Bu, doğanın ve diyalektiğin de mantık dokusuna aykırıdır.
Burada yapılan iradeci siyasi zorlamanın, reel sosyalizmin hikayesinde nasıl iflas ettiği yeterince açıktır; “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” yönündeki Marks'ın belirlemesi, bu gelişmeleri kavrama açısından çok önemlidir.
Sınıf mücadelesi, ilgili olduğu sistemin çelişkilerini bir dengeye getirmek, rasyonel çalışma düzlemine ulaştırmak mücadelesidir. Tarihte de bundan başka bir rol oynamamıştır; bunun için de reformist etkiler yaparak kitlelere yararlı olur. Bu nedenle ihmal edilmemesi gereken bir mücadeledir. Sınıf mücadelesinin önemi, gelecek toplum arayışında, açtığı demokrasi alanları kadardır. Daha ötesi ise İşçi sınıfına kaldıramayacağı, ilgisinin olmadığı, asla sonuna kadar gitmeyeceği görevleri yıkmak demektir.
20. yy’da sosyalist teorinin handikabı buydu: Fasit daire içinde dönerken nitelikçe yeni olan bir üretim tarzına geçilebileceğini sanmak, bunun için de eski sistemin araç ve sınıflarına dayanmak.
Bu nedenle, köleler Spartaküs ayaklanmasıyla gelip Roma kapıları önünde ne yapacaklarını şaşırarak teslim olmuşlardı, Münzerler ise feodal kralların tahtları önünde diz çökmüştü. 20.yy'da da “sosyalizm”, mensup olduğu madalyonun diğer yüzüne, kapitalizme dönmüştür.
Tarihsel veriler farklı bir gerçeğe işaret ediyorlar. O da yeni üretim tarzının, eskinin bağrında evrimleşerek gelişip yerini aldığıdır. Bu uzun bir süreyi kapsasa da böyledir; bu nedenle sınıf mücadelesi, eski sitemin içinde kalan bir uyumlaşma mücadelesi olarak ihmal edilmese de sınırları ve omuzları yeni bir üretim tarzını kuracak güçte ve nitelikte olamaz, diyorum.
Bu anlamda, insan kolektif aklının bilişim çağında ifadesini bulan gelişmelerinin yarattığı, ileri ve yeni bir uygarlığı ifade eden küreselleşmeden yanayım. Bu tespitim, bu düşünce normlarıyla ortak bölen bulan dostlarımı da kapsamaktadır.
Böylesi bir küreselleşmenin yolu, daha çok demokrasi ve özgürlükten geçiyor.
Küreselleşmenin ilk engellerinden biri tek ulusçu algıdır. Kapitalist siyasi globalizmin, küresel üretimle çatışmasının en kritik noktası da budur. Demokrasinin tüm farklılıklarını kapsaması önünde duran bu tek ulusçu-milliyetçi engel, aynı zamanda demokrasi mücadelesinin bu algı ve dayatmalara karşı nasıl bir mücadele olduğuna da işaret eder.
Bu temel tespitlerimizden yola çıkarak anayasa ve referandum için söylenmesi gerekenler şunlar olacaktır.
135 yıllık tarihinde 5 anayasa yapan ülkemizin tüm anayasalarının ortak böleni “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” diye korunan maddelerdir. Bu maddeler dünyanın en mozaik coğrafyasını tek boyutlu kılan maddelerdir; tek ulusçu dayatmadır. Bu toprakların kaosu da kirli savaşları da bölücülüğü kışkırtan milliyetçiliği de buradan besleniyor.
Bu maddeler var oldukça, tüm maddeleri demokratik olsa da o anayasa demokratik olamaz. Bu nedenle 6. Anayasa önerisi için yapılan referandum, EVET ya da HAYIR tutumlarıyla bir kimlik yok etme operasyonu olarak aynı sisteme ve onun temel siyasal eğilimlerine kan taşıma çabasındadır, diyeceğim.
Tek seçenekli olması itibariyle de antidemokratik olan bu referandum, kaçınılmaz olarak partiler arası bir pazar paylaşım mücadelesine sahne olmuştur. Bu hengamede, oy hakkının kullanılması diye bir demokratik tutum yoktur; seçimlerde parti ve kişi seçme alternatif çoğulculuğu karşısında bu referandum ya darbecilerin 82 Anayasasına ya da onun 26 maddelik değişikliği olan devamına onay isteyerek yörüngesine esir etmektedir. Bu durumda, EVET ya da HAYIR diye kime oy verirseniz verin, kazanan yine o sistem olacaktır.
Bu noktada özgür bir siyasal tutum, bağımsız bir iradenin ifadesi olarak takınılacak duruş bu alandan çıkabilen bir duruş olacaktır. BOYKOT bunu gerçekleştirebilecek tek tutumdur.
BOYKOT, AKP’nin manipülasyonlarına sert bir hayırdır.
BOYKOT, HAYIR tutumunda olan ve tarihleri boyunca demokratik bir anayasanın oluşmasına karşı çıkan milliyetçi-ulusalcı tutumların dışında kendi kimliğiyle siyasi tutum almaktır. Bağımsız olmak, kimlik sahibi olmaktır.
BOYKOT hiçbir yörüngeye girmeyen tutumdur, kendin olmaktır. Sistemin temel güçlerinin çekim merkezlerine karşı kendini korumaktır. Bu tutum 12 Eylül’den sonraki demokrasi mücadelesinin kimlik kartıdır.
Ortak ülkemizde demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları diye bir davası olanların alabileceği en gerçekçi demokratik, bağımsız özgür tutum BOYKOT’tur.
Diğer tutumlar kimlik yok etme operasyonuna kan taşımaktır
Küreselleşmenin dev perspektifi içinde böylesi küçük ayrıntıda doğru tutum takınmak, kimlik sahibi olmak gibi büyük bir önem taşımaktadır. Bu noktada, kimlik haklarımızı oturtmaya çalışıyoruz. Yerel talepleri evrensel dönüşümlere bu yolla bağlıyoruz.
Bu anlamda küreselleşmenin bu en üst boyutunu, en çağdaş akılla savunurken etnik, inanç, cinsel, çevre vb hakların demokrasi ve özgürlük taleplerini hukuki bir güvenceye kavuşturmaktan yana olduğumuzu belirliyoruz.
Kimlik haklarımızın savunusuna teorik bir zemin olduğuna inandığım bu ele alış, bütünle uyumlu bir yaklaşımdır diyeceğim.
Bununla da sıradan bir etnik hak savunusu içinde olmadığımızı izah etmeye çalışıyorum.
Dünyanın yeni süreçlerinde, yeni kıstasların eşiğinde savunulması gereken en temel ve en devrimci sürecin demokrasi ve özgürlük süreci olduğunu belirliyoruz.
Bu noktada Kürt halkının ve farklılıkların özgürlük mücadelesini algılamaya çalışıyoruz.
Bu zeminde buluşulan dostlarla, “ortak ülkemiz” algısı merkezinde kimlik haklarının özgün örgütlenme ve özgür mücadeleyle yükseltilmesi gerektiği üzerinde çalışıyoruz. Bu çağdaş algının mum ışığında, coğrafyamızda barışı sağlayacak bileşkeleri bulmaya çalışıyoruz. Daha çok yasal zeminde, şiddete başvurmadan, insanı merkeze alan bir yaklaşımla demokratik hakların ve bunların en önemlilerinden bir olan kimlik haklarının savunusunu yapma çabasındayız.
Bu sürecin haklı bir dava süreci olduğu bilinciyle, davamızı kazanamasak da bizden sonraki kuşaklara önemli bir siyasal miras bırakarak tarih ve halkımız indinde mesajımızı yerine getirmiş olacağımıza inanıyoruz.
Dolayısıyla, eski saflaşmaların yerini daha çağdaş düşünce normlarıyla bir saflaşma eğilimi almıştır diyeceğim.
Bunu değerlendirmemiz gerektiği yönünde buluşma ve iletişimlerimizi sürdürüyoruz. Dün, hiç anlamı olmayan nedenlerle karşı karşıya gelen bizlerin bugün demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları doğrultusunda bir araya gelme eğilimi göstermiş olması, bu sürecin olumlu yanını oluşturuyor.
27 Ağustos 2010
İki küreselleşme var.
Birincisi; emperyalist çıkar ve talan siyasetlerinin evrensel ölçüde dayatılması anlamında bir küreselleşmedir. Bu küreselleşmenin hiç bir yanı, küresel üretimle ilgili değildir. Tersine, pazar paylaşımı ve mal satımının bin bir araçla dayatılmış tüketim küreselleşmesidir. Özgür gelişim ve demokrasiyi kısıtlaması nedeniyle de bu küreselleşme, gericiliğin ve dünyamızdaki tüm sancıların kaynağıdır..
İkincisi; küresel üretim uygarlığıdır. İnsan kolektif aklının ürünü olan teknoloji, bilgi birikimleriyle şekillenen bilişim çağının açtığı yeni üretim tarzıdır. Bugünkü haliyle, kapitalizmin kanatları altında gelişmekte olsa da kapitalizmi yadsıyacak olan yeni bir üretim tarzıdır; Elektronik bilgi ağlarının etkinliğiyle yeryüzünün herhangi bir köşesinde olan en küçük bilgiyi bile üretime katan, sanal üretim ve tüketimi öne çıkaran, bilgiyi hammadde gibi üretim sürecinin olmazsa olmaz unsuru haline getiren sistem olarak farklı bir üretim tarzıdır.
İki küreselleşmenin gergin dengeleri, tarihsel olarak ikincisinin lehine yeni bir dengeye yönelecektir. Tarihte her yeni üretim tarzı için gerekli olan daha çok demokrasidir.
Bu çağın tıkanmalarını, kaoslarını ve çözüm bekleyen tüm sorunlarını çözecek olan da tastamam budur; demokrasinin derinlemesine yaygınlaşmasını ve eskinin yadsınarak yeninin hakim olmasını sağlayacaktır. Bu nedenle çağdaş olmak, tarihle uyumlu ilerici olmak daha çok demokrasi taraflısı olmaktır.
Demokrasi kimlik haklarımızın da yaşamsal zeminidir. Bu noktada evrenselle yerelin buluşması, uyumlu bir bütün olarak insani mesajını yerine getirmesi mümkündür.
Eski statülere tıkanmış hiçbir mücadele demokrasi mücadelesinden daha güçlü toplumsal sonuçlar yaratamaz. En yereldeki hak taleplerimizin ve en evrensel özgürlüklerimizin buluştuğu nokta budur. Bunu güçlendirmek için, demokrasi mücadelesinde daha çok yerimizi almalıyız.
Küreselleşme ve kimlik haklarımız demokrasi paydasındaki yeri, 12 Eylül 2010 referandumdaki tutumlarımızda da anlamlı bir yere sahiptir. Referandumda, bağımsız, özgür ve demokratik tutumlarımızla kimliğimizi ortaya koymak bu mücadelenin önemli bir yanını oluşturacaktır.
135 yıllık tarihinde 5 anayasa yapan ülkemizin tüm anayasalarının ortak böleni “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” diye korunan maddelerdir. Bu maddeler dünyanın en mozaik coğrafyasını tek boyutlu kılan maddelerdir; tek ulusçu dayatmadır. Bu toprakların kaosu da kirli savaşları da bölücülüğü kışkırtan milliyetçiliği de buradan besleniyor.
Bu maddeler var oldukça, tüm maddeleri demokratik olsa da o anayasa demokratik olamaz. Bu nedenle 6. Anayasa önerisi için yapılan referandum, EVET ya da HAYIR tutumlarıyla bir kimlik yok etme operasyonu olarak aynı sisteme ve onun temel siyasal eğilimlerine kan taşıma çabasındadır, diyeceğim.
BOYKOT, AKP’nin manipülasyonlarına sert bir hayırdır.
BOYKOT, HAYIR tutumunda olan ve tarihleri boyunca demokratik bir anayasanın oluşmasına karşı çıkan milliyetçi-ulusalcı tutumların dışında kendi kimliğiyle siyasi tutum almaktır. Bağımsız olmak, kimlik sahibi olmaktır.
BOYKOT hiçbir yörüngeye girmeyen tutumdur, kendin olmaktır. Sistemin temel güçlerinin çekim merkezlerine karşı kendini korumaktır. Bu tutum 12 Eylül’den sonraki demokrasi mücadelesinin kimlik kartıdır.
Ortak ülkemizde demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları diye bir davası olanların alabileceği en gerçekçi demokratik, bağımsız özgür tutum BOYKOT’tur.
Diğer tutumlar kimlik yok etme operasyonuna kan taşımaktır.
***
Bu yazı, esasında, azınlıklar konusunda doktora tezi hazırlayan değerli bir dostumla mektuplaşmamın makaleye dönüştürülmüş halidir.
Özel yazışmamı, kimi isimlerden arındırıp, okuru ilgilendiren bir biçime dönüştürdüm.
Referandum süreciyle ilgili olarak yazmakta olduğum makalelerime bir ek olması yönünde düzenlediğim bu yazışmamı sizlerle paylaşıyorum.
Farklı siyasi süreçlerden gelen insanlarla uzun bir dönem ilişkimizde kopukluk oldu. Farklı yapılanmalar içinde birbirimizle çatışmalı süreçlerden de geçtik. On yıllar sonra buluştuğumuzda, bizi bir araya getirebilecek bir dizi ortak algıyla karşı karşıya kalmıştık. Dünya ve ülkemizle ilgili tespitlerimiz benzer parametrelerde kesişiyordu. Bu ilişkide birbirimizi yazınsal olarak takip edip, makale alış verişlerine ağırlık verdik.
Küreselleşme ve kimlik hakları yönünde demokrasi ve özgürlük mücadelesinde ortak adımlar atılmasını isteyen çevreler olduğumuzun farkına vardığımızda, bunun ilk adımı olan sıkı diyaloglara yöneldik (en azından benim için süreç bu yönde gelişti); “ortak ülkemiz” algısı temelinde, her türden milliyetçi bölücülüğe karşı, Anadolu mozaiğinin hak ve hukukunu savunmanın gerekliliğini belirledik.
Bu çevrelerle ortak paydamız, yüzlerce makalede dile getirdiğimiz küreselleşme çağı ve halkların kimlik haklarıyla ilgilidir.
Küreselleşmeyle ilgili tespitlerimiz, bir siyasal ortak bölen olarak hayati önem taşıyordu. Yereli daha sağlıklı algılamak ve onu evrensel ölçekler içinde uygun yere oturtmak için tüm insanlığı ilgilendiren gelişmeleri doğru algılamak gerekti.
Bu noktadaki bileşenlerimizi ortaya koyarken kavram kargaşasıyla yüz yüze kaldığımız küreselleşme, net biçimde açığa vurulmalıydı.
Bu çözümlemeleri son iki yıldır birçok makalede dile getirmeye çalıştım. Karşımızda, haksızca aynı kelimeyle ifade edilen iki küreselleşme duruyordu. Aynı kavramla ifade edilmesinde ortaya çıkan yanılsama, çoğu kez en ilerici duruşla en gerici duruş arasındaki farkı bir kıl kalınlığına kadar indiriyordu.
İki küreselleşme var. Bunu bilmek zorunluydu.
Birincisi; Emperyalist küreselleşmedir.
Bu küreselleşme, gerçek bir küreselleşme değildir. Belli bir merkezden çıkan ve merkezin çıkarları için yaygınlaştırılan bir siyasal duruştur. Bir siyasi dayatmadır; dünyanın talanını, bin bir yol ve yöntemle, bölgesel savaşlar, operasyonlar, darbeler, yaratıcı anarşi, temiz eller operasyonları vb siyasetlerle emperyalist çıkarlar için dayatmadır. Bir küresel ortak üretim projesi değil, kapitalizmin temel karakterlerinden biri olan belli bir ulusal, şirketsel, bölgesel merkez yararına pazar elde etmek için gerekli olan siyasi, askeri dayatmaların evrensel ölçekte uygulanmasıdır.
Bu küreselleşme hiçbir şekilde yeni bir üretim tarzı değildir. Eskinin evrensel ölçekte çıkarlarının sağlanabilmesi için gerekli müdahaleleri tanımlayan siyasal bir davranıştır. Afganistan’ı işgal, Irak devletini yıkma, Panama'ya baskın, İran’a ve Suriye’ye tehdit, Lübnan’a İsrail aracılığıyla saldırı, Latin Amerika’da darbeler-iç savaş kışkırtıcılığı, Orta Avrupa’da balistik ve kıtalar arası füze konumlandırılması, Çin’e karşı Tayvan’ın provokatifçe desteklenmesi, Kuzey-Güney Kore arasında bitip tükenmez gergin dengelerin korunması, Kafkaslarda tarihsiz ve talihsiz devletlerin satın alınarak üsler kurmak, kuşatmalar ve bitip tükenmez savaş senaryolarıyla dünya pazarları üzerinde, enerji kaynakları ve yolları üzerinde hegemonyanın sürdürülmesi emperyalist küreselleşmenin izdüşümleridir.
Buna eklenecek binlerce veri daha sıralamak mümkün. Ancak bu verilerin hiçbiri evrensel insan aklının birikimlerini, teknolojik etkinliklerini, bilgi dönüşümlerini ortak bir küresel üretim için kullanma gibi bir içeriğe sahip değildir. Tek amacı sağlanacak askeri ve siyasi üstünlükle Amerikan ve ortaklarının pazarlardaki çıkarlarını evrensel dayatmalarla garantiye almaktır.
Kapitalizmin doğasında üretimin küreselleşmesi yoktur, olamaz da. Ulusların kapitalizmin şafağında doğması esprisinin de anlattığı gerçek budur. Kapitalizm belli bir merkezin, daha çok ulus ya da bölgeye ait dar merkezli ilişkiler zincirinin üretimidir; dünya ölçüsünde pazar paylaşım savaşları da kapitalizmin bu darlığının bir sonucudur. Metasını satacağı pazar gerekliliği, üretimini küresel ölçüde teknik ve bilgi dönüşümüyle yapmaktan mutlak olarak daha öndedir.
İki küreselleşme arasındaki farkın kavranmasında en hayati önem, kapitalizmin bu yöndeki karakterinin bilinmesi yatar.
Kaba bir gözlemle, bilişim çağının tüm etkinliklerinin kapitalizmin kanatları altında, sermaye birikimleriyle yapıldığı gibi bir izlenim vardır. Bunun bir kısmı da doğrudur. Ancak, kapitalizmin kanatları altında da olsa bu gelişme kapitalist üretim tarzı anlamına gelmez. Bunu anlamak için kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki gelişmesini hatırlamak yeterlidir. Feodal üretim ilişkisinin hakim olduğu, feodal krallıkların yeri göğü inlettiği bir kesitte, kapitalist ilişkiler kendi yolunu evrimin engellenemez gelişimiyle sürdürüyordu. Bu süreç aristokratların da yavaş yavaş çözülerek kapitalistleşme süreciyle at başı gidiyordu. Yani egemen olan üretim tarzının içinde onu yadsıyacak daha ileri bir üretim tarzının bulunması ve gelişmesi doğal bir denge anlamına gelir. Bu gelişme dün nasılsa bu gün de odur.
Bu açıdan bakınca eski üretim tarzı kapitalizmin bağrında gelişip, onun kanatları altında da olsa daha ileri bir üretim ilişkisinin olması ve gelişmesi doğal bir süreçtir.
Küreselleşmenin bu türüne karşı direniş, bugünün gerçek devrimci duruşudur. Evrensel ölçekte bu tür küreselleşmeye karşı tutum ve eylemler haklıdır, ilericidir.
Küreselleşmenin bu türü, evrensel ölçekte gerici bir siyasal dayatma olması itibariyle, demokrasinin her türden ikamesine da temelden karşıdır. Bu yanıyla da her türden liberalizm, söylemlerinin her türden abartısına karşı demokrasinin ikamesine taraf değildir. Liberalizmin önerdiği iyileştirmeler sistemin daha rasyonel işlerliğinin sınırında biter. Oysa, demokrasi tarihin her döneminde, daha ileri bir toplumsal siteme, daha adıl bir paylaşım ve üretimde mevzilenmeye ilişkin bir alandır.
Bu temel algılar ışığında, emperyalizmin üretime değil; pazar paylaşımına, talana ve dayatmaya dayalı siyasetinin küreselleşmesine karşı mücadele edilmesi gerektiğini ve kimlik haklarının bu eğilime karşı direnmekten geçtiğini belirledik. Emperyalist globalleşmenin, liberalizmi demokrasinin sözcüsü olarak sunmasına aldanmamak gerektiğini belirleyerek demokrasi çizgimizi farklılaştırdık. Bu çağın hiçbir dinamiğinin emperyalist dokunun demokrasiden yana verebileceği bir şey olmadığını ifade etmek istiyorum. Bu açıdan, demokrasi savunusunda sık sık kullandığımız argümanların liberallerin argümanlarıyla karışmaması gerektiğine dikkat çektik.
İkincisi; küresel üretim tarzı ya da uygarlığı.
Bu küreselleşme bir üretim küreselleşmesidir; üretimde, evrensel alanın herhangi bir köşesinden bilgi ağlarıyla, teknolojik verileriyle etkin olan; herhangi bir ulus, bölge ve şirket merkezli olmayan küresel üretimdir. Üretim sürecine bilişim çağının bilgi dönüşümlerini bir unsur olarak katan, sanal üretim ve tüketimi üretimin bir parçası haline getiren bu yanıyla da kapitalist üretimden nitelikçe farklılaşan bir üretimdir. Bugün kapitalist şirketlerin kanatları altında olsa da kapitalist olmayan bir üretim tarzıdır. Kapitalist üretim tarzının, hammadde + üretim araçları + işgücü = meta formülünde anlamını bulan üretimden bir çıkıştır, bir nitel farklılaşmadır. Bu üretim, kapitalizme ait üretim birimi olan fabrikada yapılan bir üretim de değildir; küresel üretim tarzı elektronik ağlarda üretilip, aynı sanal ağlarda sınanarak kalitesi belirlenip tüketildikten sonra, insanlara sunulan bir üretim tarzıdır. Bu tarzda yabancılaşma çok önemli bir unsurdur. Yabancılaşmanın yaratıcı dinamikleri, iş bölümünün en üst aşamasına varılmasıyla üretime de dinamik katar; bu noktada yabancılaşma, kapitalizmin ulus ve bölge sınırlarını nitelikçe aşıp evrensel ölçeklere ulaşır. Küresel üretim uygarlığında bu işbölümünün sınırsız gelişimi, yabancılaşmanın olumlu sınırsız gelişimine tanıklık edileceğine önemli bir göstergedir.
Marks'ın üretim ilişkilerini birbirinden ayırırken üretimde emek araçlarından makine araçlarına geçişi sağlayan teknolojik devrimin, bir üretim tarzından diğerine geçişi tanımlar demesi aynıyla bugün için de geçerlidir. Kapitalizmden küresel üretime geçiş, kapitalist makine araçlarından, elektronik bilgi ağalarıyla sanal üretime geçiştir. Bunu sağlayan da teknolojik devrimdir.
Marks'ın şu belirlemeleri konumuzu aydınlatacak önemli cümlelere havidir.
“Üretim tarzında devrim, manüfaktürde emek-gücü ile, büyük sanayide emek araçlarıyla başlar. Öyleyse bizim ilk inceleyeceğimiz şey, emek araçlarının, alet olmaktan çıkıp makineye nasıl dönüştüğü ya da makine ile el zanaatı aletleri arasındaki farkların neler olduğu soruları olmalıdır.” ( Karl Marks, Kapital 2. baskı, s: 385-6, Dördüncü Kısım, Onbeşinci Bölüm Makine ve Büyük Sanayi. Sol yayınları)
“ Gerçek anlamıyla bir iş-makinesi daha yakından incelersek, çoğu zaman epeyce değişik şekillerde olmakla birlikte, genel kural olarak, onda, el zanaatları ile manüfaktür işçilerinin kullandıkları aygıt ve aletleri buluruz; ancak şu farkla ki, bunlar, eskiden insan tarafından kullanılan aletler iken, şimdi bir mekanizmanın aletleridir ya da mekanik aletlerdir” ( Age. s:378)
Marks'ın burada dile getirdiği mantık çözümlemesini ilerlettiğimizde, küresel üretimi tanımlamamız zor olmayacaktır.
Bu tanımlamalarda yetersizlik gören okura şunu belirtmek gerek; Marks kapitalizmi artık son aşamasına geldiğinde tanımlamıştır, 10.yy'daki ilk oluşum aşamalarında değil. Biz ise gelişmeyi bu ilk aşamasının yetersiz verilerinde tanımlamaya çalışıyoruz.
Küresel üretim tarzı geleceği temsil eden bir ilerici üretim tarzıdır. Bunu kavramak ve bu yönde siyasal duruş belirlemek, konumuzun esasını oluşturmaktadır.
İnsan kolektif aklının ürettiği bilgi ve teknolojinin yarattığı bilimsel devrimlerin sonucu oluşan, insanlığı evrensel ölçekte üretim sürecine katan, daha adil ve daha yaygın bir eşitliğin kuruluşuna yol açacak tarihi olarak ilerlemeyi temsil eden ve gerçek anlamda demokrasinin ikamesini sağlayacak küreselleşme ortak bölenlerimizin temelidir.
Demokrasi ve özgürlük çizgisi, ortak eğilimlerimizin merkezine bu algılarla oturdu. Bu nedenle, tarihsel gelişmeleri sınıf mücadelesi ve sınıf algılarıyla değil, farklı bir açıdan çözümlemek gerektiği noktasında tespitler yaptık.
Demokrasi ve özgürlüğün derinlemesine ve genişlemesine etkin olmasını, küresel üretimin gelişip egemen olması için de en önemli faktör olarak belirledik.
Böylesine bir küresel algı yaklaşımı içinde, hak arayışında geri kalmış, bu yönde süreçlerini tamamlamamış her farklılığın hak arayışının tanınması gerektiğini öncelikli olarak belirledik.
Kimlik hakları ile küreselleşme arasında demokrasi alanlarının ve etkinliklerinin genişletilmesinde ortak payda olduğu tespitimiz, yerel sorunların hem evrensel hem yerel perspektifde ele alınıp çözümünü kolaylaştırdığını gösterdi bize.
Küreselleşmenin yanında olmanın bu anlamda kimlik haklarını savunmayı da gerektiren bir demokrasi algısı olduğunu dile getirdik; iki farklı ve çatışmalı küreselleşmeyi yerelde de bu anlamda birbirinden ayırmak zor olmadı.
Böylece bu ölçekte evrensel olan küreselleşmede, en yerel hak talebinin yerini bulduk. Kimsenin kimseyi kendine angaje etmeden, öncü, artçı gibi tarihi eskimiş söylemlere sarılmadan, adil ve eşit bir mücadelede dayanışmanın gerekleri bulgusuna ulaştık.
Anadolu halklarının tüm farklılıklarıyla demokrasi ve özgürlüklerini bu kapsamda mütalaa etmeyi, günümüzün doğru siyasal yönelimi olarak belirliyoruz. Yeni bir uygarlığın küresel üretim uygarlığı olarak daha çok, daha derin ve daha geniş alandaki demokrasi üzerinde yükseleceği belirlemesi bu tespitimizle tam bir uyum içindedir. Bunun için tamamlanmamış ulusal süreçlerin tamamlanmasına, hak ve taleplerin yerine getirilmesine bu yanıyla evrensel bir boyut verilmiş olacaktır.
Bu aynı zamanda, ülkemizin kaoslarını ve bundan kaynaklanan kimlik bunalımlarını da aşmanın bir yolu olarak değerlendirilebilecektir.
Küresel yeni üretim uygarlığı, ütopik bir söylem değildir, elle tutulur değişimlerin verileri üzerine kurulan siyasal bir algıdır diyeceğim. Bunu basit bir örnekle izah etmeye çalışacağım.
Bu örnek, tarihsel devrim algımızı da tanımlar bir mahiyettedir. Ayrıca, bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle kurulan sosyalizmin yine bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle geri dönüşünün nedenlerini de açıklayacak kapsamdadır.
Basit bir örnek; PTT'ye karşı internet iletişim etkinliğinin yaptığı tarihsel devrim nasıl ki geri dönülmesi mümkün olmayan bir devrim ise, bilişim çağının açtığı yeni toplumsal süreçler tamamlandığında yeni uygarlık da tüm kurum ve kuruluşları, sınıf ve katmanlarıyla da kendi kültür ve üst yapısıyla belirginleşmiş olacaktır. Bunun sonucu ortaya çıkan yeni üretim tarzının geri dönüşü mümkün olmayacaktır. Evrimin doğal dengeleriyle yükselip, eski tarzı yadsıyan konumlanışı bunun güvencesidir.
Bu konuda “bu gelişmeler uluslararası sermaye ve tekel güçlerince kontrol edilmektedir, bu yüzden ayrı bir üretim tarzı olarak nasıl algılanır?” denilebilir.
Haklı bir soru. Yukarıda kısaca cevap vermeye çalıştım.
Tekrarla şunu belirtebilirim.
Basit bir tarih okuması bunu kavramak için yeterlidir.
Hiçbir ileri üretim ilişkisi gökten zembille gelmez. Eskinin içinde olgunlaşarak eskiyi her şeyiyle öteleyerek tarihe gömer, yadsınmanın yadsınmasını gerçekleştirir.
Bu işleyiş, tarihi olarak tüm üretim ilişkilerinde gerçekleşen bir evrim yoludur, denge ve geri dönüşü mümkün olmayan değişimdir. Bu açıdan yeninin kimin kanatları altında geliştiğinin önemi yoktur. Üretimin tarzı ve biçiminin eskisinden farklı olup olmadığı önemlidir; kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altında gelişmesi esprisi de bunu ifade eder.
Burjuvazi, sisteminin gelişmesi önünde artık tamamen engel olan feodal yapıyla kırılma noktasına geldiğinde, sisteminin temel bir yapılanması olan ulus adına, feodalizme karşı demokrasiyi ve alanlarını genişletme mücadelesi içinde olmuştur. Yani, yeni sistemin eskinin kanatları altından çıkmaya başlamasıyla birlikte demokrasiyi bayrak edinerek önündeki engelleri kırma sürecine girer.
Buradan da her yeni uygarlık ve üretim tarzının mutlaka kendi çağının en üst demokrasi kriterlerini savunarak ve bunu ikame ederek yola çıkması gerektiği soyutlamasına ulaşırız.
Mantıki olan da budur; eskinin statüleri ve kıskaçlarını demokrasiden başka bir şey sökemez. Burjuvazi de kendi üretim tarzını ikame ederken, bu nedenle demokrasiyi tüm ulus adına savunma durumunda olmuştu.
Bugün bunu yapacak olan, kapitalizmi aşacak olan yeni üretim tarzı ve onun temel sınıf ve etkinlikleridir. Burjuvazi ise örneğimizdeki feodallerin konumundadır. Bu nedenle, gelişen kapitalizm karşısında büyük toprak mülkiyeti nasıl ki feodallerin boyun bağı haline gelmişse, küresel üretim uygarlığı karşısında fabrika üretimi de kapitalistlerin boyun bağı haline gelme eğilimi içindedir (teknolojinin yarattığı sanal üretim ve teknoloji ağırlıklı üretim karşısında, kapitalist dev fabrika üretiminin hantallığı, verimsizliği, maliyet yüksekliği tıpkı feodal sistemin büyük ve verimsiz toprakların konumu gibidir).
Mücadelenin unsurları, fabrikaların çitlerini ve onun sığ mantıkla örülü, reformist olmanın ötesinde anlam ve sonucu olmayan sınıf mücadelesi algılarını aşmış; evrensel düşünen, evrimin gelişmesine katkı yapacak olan, farklılıklarıyla, kimlik renkleriyle, etnik, inançsal, çevresel, cinsel, kültürel vb dinamikleriyle bilişim çağının gereksindiği açılımı olanaklı hale getirecek tüm dinamik güçlerdir.
Bu güçlerin evrensel ölçekte bir küresel hareket oluşturması da geç kalmayacak gibidir.
Bu noktada, sınıf mücadelesi ve sosyalist söylemin merkezi önemini kaybettiğini belirteceğim.
Sınıf mücadelesinin ihmal edilmemesi gereken bir mücadele olmasına karşın, reformist bir mücadele olarak yeni bir sisteme yol açması mümkün değildir. Tarih okumalarıma göre; tarihin hiçbir kesitinde, önceki üretim sistemini o sistemin temel bir sınıfı aşamamıştır.
Eski sistem göçerken, tüm sınıflarıyla birlikte tarihe gömülür. Eskinin hiçbir sınıfı, yeni bir üretim tarzına geçişte ne ara bir aşamanın inşasını ne de öncülüğüyle bir geçişi gerçekleştirmemiştir. Bu, doğanın ve diyalektiğin de mantık dokusuna aykırıdır.
Burada yapılan iradeci siyasi zorlamanın, reel sosyalizmin hikayesinde nasıl iflas ettiği yeterince açıktır; “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar… İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.” yönündeki Marks'ın belirlemesi, bu gelişmeleri kavrama açısından çok önemlidir.
Sınıf mücadelesi, ilgili olduğu sistemin çelişkilerini bir dengeye getirmek, rasyonel çalışma düzlemine ulaştırmak mücadelesidir. Tarihte de bundan başka bir rol oynamamıştır; bunun için de reformist etkiler yaparak kitlelere yararlı olur. Bu nedenle ihmal edilmemesi gereken bir mücadeledir. Sınıf mücadelesinin önemi, gelecek toplum arayışında, açtığı demokrasi alanları kadardır. Daha ötesi ise İşçi sınıfına kaldıramayacağı, ilgisinin olmadığı, asla sonuna kadar gitmeyeceği görevleri yıkmak demektir.
20. yy’da sosyalist teorinin handikabı buydu: Fasit daire içinde dönerken nitelikçe yeni olan bir üretim tarzına geçilebileceğini sanmak, bunun için de eski sistemin araç ve sınıflarına dayanmak.
Bu nedenle, köleler Spartaküs ayaklanmasıyla gelip Roma kapıları önünde ne yapacaklarını şaşırarak teslim olmuşlardı, Münzerler ise feodal kralların tahtları önünde diz çökmüştü. 20.yy'da da “sosyalizm”, mensup olduğu madalyonun diğer yüzüne, kapitalizme dönmüştür.
Tarihsel veriler farklı bir gerçeğe işaret ediyorlar. O da yeni üretim tarzının, eskinin bağrında evrimleşerek gelişip yerini aldığıdır. Bu uzun bir süreyi kapsasa da böyledir; bu nedenle sınıf mücadelesi, eski sitemin içinde kalan bir uyumlaşma mücadelesi olarak ihmal edilmese de sınırları ve omuzları yeni bir üretim tarzını kuracak güçte ve nitelikte olamaz, diyorum.
Bu anlamda, insan kolektif aklının bilişim çağında ifadesini bulan gelişmelerinin yarattığı, ileri ve yeni bir uygarlığı ifade eden küreselleşmeden yanayım. Bu tespitim, bu düşünce normlarıyla ortak bölen bulan dostlarımı da kapsamaktadır.
Böylesi bir küreselleşmenin yolu, daha çok demokrasi ve özgürlükten geçiyor.
Küreselleşmenin ilk engellerinden biri tek ulusçu algıdır. Kapitalist siyasi globalizmin, küresel üretimle çatışmasının en kritik noktası da budur. Demokrasinin tüm farklılıklarını kapsaması önünde duran bu tek ulusçu-milliyetçi engel, aynı zamanda demokrasi mücadelesinin bu algı ve dayatmalara karşı nasıl bir mücadele olduğuna da işaret eder.
Bu temel tespitlerimizden yola çıkarak anayasa ve referandum için söylenmesi gerekenler şunlar olacaktır.
135 yıllık tarihinde 5 anayasa yapan ülkemizin tüm anayasalarının ortak böleni “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” diye korunan maddelerdir. Bu maddeler dünyanın en mozaik coğrafyasını tek boyutlu kılan maddelerdir; tek ulusçu dayatmadır. Bu toprakların kaosu da kirli savaşları da bölücülüğü kışkırtan milliyetçiliği de buradan besleniyor.
Bu maddeler var oldukça, tüm maddeleri demokratik olsa da o anayasa demokratik olamaz. Bu nedenle 6. Anayasa önerisi için yapılan referandum, EVET ya da HAYIR tutumlarıyla bir kimlik yok etme operasyonu olarak aynı sisteme ve onun temel siyasal eğilimlerine kan taşıma çabasındadır, diyeceğim.
Tek seçenekli olması itibariyle de antidemokratik olan bu referandum, kaçınılmaz olarak partiler arası bir pazar paylaşım mücadelesine sahne olmuştur. Bu hengamede, oy hakkının kullanılması diye bir demokratik tutum yoktur; seçimlerde parti ve kişi seçme alternatif çoğulculuğu karşısında bu referandum ya darbecilerin 82 Anayasasına ya da onun 26 maddelik değişikliği olan devamına onay isteyerek yörüngesine esir etmektedir. Bu durumda, EVET ya da HAYIR diye kime oy verirseniz verin, kazanan yine o sistem olacaktır.
Bu noktada özgür bir siyasal tutum, bağımsız bir iradenin ifadesi olarak takınılacak duruş bu alandan çıkabilen bir duruş olacaktır. BOYKOT bunu gerçekleştirebilecek tek tutumdur.
BOYKOT, AKP’nin manipülasyonlarına sert bir hayırdır.
BOYKOT, HAYIR tutumunda olan ve tarihleri boyunca demokratik bir anayasanın oluşmasına karşı çıkan milliyetçi-ulusalcı tutumların dışında kendi kimliğiyle siyasi tutum almaktır. Bağımsız olmak, kimlik sahibi olmaktır.
BOYKOT hiçbir yörüngeye girmeyen tutumdur, kendin olmaktır. Sistemin temel güçlerinin çekim merkezlerine karşı kendini korumaktır. Bu tutum 12 Eylül’den sonraki demokrasi mücadelesinin kimlik kartıdır.
Ortak ülkemizde demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları diye bir davası olanların alabileceği en gerçekçi demokratik, bağımsız özgür tutum BOYKOT’tur.
Diğer tutumlar kimlik yok etme operasyonuna kan taşımaktır
Küreselleşmenin dev perspektifi içinde böylesi küçük ayrıntıda doğru tutum takınmak, kimlik sahibi olmak gibi büyük bir önem taşımaktadır. Bu noktada, kimlik haklarımızı oturtmaya çalışıyoruz. Yerel talepleri evrensel dönüşümlere bu yolla bağlıyoruz.
Bu anlamda küreselleşmenin bu en üst boyutunu, en çağdaş akılla savunurken etnik, inanç, cinsel, çevre vb hakların demokrasi ve özgürlük taleplerini hukuki bir güvenceye kavuşturmaktan yana olduğumuzu belirliyoruz.
Kimlik haklarımızın savunusuna teorik bir zemin olduğuna inandığım bu ele alış, bütünle uyumlu bir yaklaşımdır diyeceğim.
Bununla da sıradan bir etnik hak savunusu içinde olmadığımızı izah etmeye çalışıyorum.
Dünyanın yeni süreçlerinde, yeni kıstasların eşiğinde savunulması gereken en temel ve en devrimci sürecin demokrasi ve özgürlük süreci olduğunu belirliyoruz.
Bu noktada Kürt halkının ve farklılıkların özgürlük mücadelesini algılamaya çalışıyoruz.
Bu zeminde buluşulan dostlarla, “ortak ülkemiz” algısı merkezinde kimlik haklarının özgün örgütlenme ve özgür mücadeleyle yükseltilmesi gerektiği üzerinde çalışıyoruz. Bu çağdaş algının mum ışığında, coğrafyamızda barışı sağlayacak bileşkeleri bulmaya çalışıyoruz. Daha çok yasal zeminde, şiddete başvurmadan, insanı merkeze alan bir yaklaşımla demokratik hakların ve bunların en önemlilerinden bir olan kimlik haklarının savunusunu yapma çabasındayız.
Bu sürecin haklı bir dava süreci olduğu bilinciyle, davamızı kazanamasak da bizden sonraki kuşaklara önemli bir siyasal miras bırakarak tarih ve halkımız indinde mesajımızı yerine getirmiş olacağımıza inanıyoruz.
Dolayısıyla, eski saflaşmaların yerini daha çağdaş düşünce normlarıyla bir saflaşma eğilimi almıştır diyeceğim.
Bunu değerlendirmemiz gerektiği yönünde buluşma ve iletişimlerimizi sürdürüyoruz. Dün, hiç anlamı olmayan nedenlerle karşı karşıya gelen bizlerin bugün demokrasi, özgürlük ve kimlik hakları doğrultusunda bir araya gelme eğilimi göstermiş olması, bu sürecin olumlu yanını oluşturuyor.
25 Ağustos 2010 Çarşamba
Çorum Mitinginden !..
Mehmet Yavuz
25 Ağustos 2010
Recep Bey'den yeni inciler…Ya lafının nerelere gittiğini bilmiyor (ki zayıf ihtimal), ya da bilinçli olarak söylüyor… Değerlendirmesini size bırakıyorum. M.K.A.
*****
“Recep Tayyip Bey diyor ki : ''Millet olarak Çorum'la, Çorum'un yiğitliğiyle, mertliğiyle, gözü pekliğiyle her zaman gurur duyduk, nasıl ki Çorum bu topraklardan yetişmiş Akşemsettin Hazretleriyle, Ebusuud Efendi'yle, Koyunbaba'yla, İskilipli Atıf... Hoca'yla gurur duyuyorsa, bizler de Çorum'la gurur duyuyoruz. Biz sizlerle gurur duyuyoruz.'
Ve bu sözler hiç kimse tarafından gündeme getirilmedi, eleştiri konusu yapılmadı (Hadi dinleyen muhatapları bunları bilmiyordur, ya Tarihçiler, gazete ve TVler’deki konuşmacılar, Üniversiteler, nerde!)?
*** Peki kim bu Ebu Suud Efendi, kim bu İskilipli Atıf hoca ? Çorumlular neden bu hemşehrileriyle gurur duysunlar ki ?
Çorum başka adam mı çıkaramamış yüzyıllardır?
*****
Ebu suud efendi'yi kısaca tanıtayım :
Yavuz Sultan Selim'in Şeyh-ül İslam'ı.
[NOT : Ebu Suud (Arapça) : Suud’un babası demektir; Araplarda babanın adı söylenmiyor; baba, evladının adıyla anılıyor. Bize göre ters değil mi?. Örneğin, Ebu Düreyt : Düreyt’in babası, Ebu Ahmet : Ahmet’in babası gibi /D.A]- Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir diye fetva veren Şeyhülislam ….( Ebu Suud!)
- İster okla, ister mızrakla, ister bıçakla olsun Alevilerin kestiği mırdardır, yenilmez diyen yobaz.
Bu ….. (Şeyh-ül İslam’a) sorarlar :
“Elimize geçirdiğimiz alevi kadınlarını ne yapalım” diye ?
Verdiği cevap : ''BELİNİZE KUVVET '' İşte bu …….(Ebu Suud’la), Çorumlular gurur duymalıymış Recep Bey'e göre!!! (Bu ne talihsiz bir durum!?/D.A)
*****
Peki ; İskilipli Atıf Hoca kimdir ?
- “İstiklal savaşında Mustafa Kemal isyankardır, katli vaciptir, “
- “Yunan askerleri, padişahımız efendimizin daveti üzerine gelmişlerdir,” onlara saygılı olalım diye yazılar yazan bir haindir.
- Türk askerlerine yazdığı mesajlarla, “Türk askerinin cepheden çekilmelerini” istemiş,
- “Padişahımın emirlerine karşı gelmeyin, Mustafa Kemal'e karşı gelin” mealindeki yazıları Yunan uçakları tarafından cephedeki mevzilere atılmış, askerin dağılması amaçlanmıştır.
- Zaferden sonra istiklal mahkemelerinde yargılanmış ve asılmıştır.
*****
Ve Recep Bey Çorumluların bu Vatan millet hainleriyle gurur duymaları gerektiğini haykırmaktadır.
Kanım dondu...
Nutkum tutuldu....
Ve hiç kimsenin gıkı çıkmadı bu konuda!!!
Neden? Çünkü gurur duyulmasını isteyen (……. de en az bunların zihniyetinden) de ondan....
Erzurumlunun dediği gibi “ÖRT Kİ ÖLİM !!!”
25 Ağustos 2010
Recep Bey'den yeni inciler…Ya lafının nerelere gittiğini bilmiyor (ki zayıf ihtimal), ya da bilinçli olarak söylüyor… Değerlendirmesini size bırakıyorum. M.K.A.
*****
“Recep Tayyip Bey diyor ki : ''Millet olarak Çorum'la, Çorum'un yiğitliğiyle, mertliğiyle, gözü pekliğiyle her zaman gurur duyduk, nasıl ki Çorum bu topraklardan yetişmiş Akşemsettin Hazretleriyle, Ebusuud Efendi'yle, Koyunbaba'yla, İskilipli Atıf... Hoca'yla gurur duyuyorsa, bizler de Çorum'la gurur duyuyoruz. Biz sizlerle gurur duyuyoruz.'
Ve bu sözler hiç kimse tarafından gündeme getirilmedi, eleştiri konusu yapılmadı (Hadi dinleyen muhatapları bunları bilmiyordur, ya Tarihçiler, gazete ve TVler’deki konuşmacılar, Üniversiteler, nerde!)?
*** Peki kim bu Ebu Suud Efendi, kim bu İskilipli Atıf hoca ? Çorumlular neden bu hemşehrileriyle gurur duysunlar ki ?
Çorum başka adam mı çıkaramamış yüzyıllardır?
*****
Ebu suud efendi'yi kısaca tanıtayım :
Yavuz Sultan Selim'in Şeyh-ül İslam'ı.
[NOT : Ebu Suud (Arapça) : Suud’un babası demektir; Araplarda babanın adı söylenmiyor; baba, evladının adıyla anılıyor. Bize göre ters değil mi?. Örneğin, Ebu Düreyt : Düreyt’in babası, Ebu Ahmet : Ahmet’in babası gibi /D.A]- Alevilerin, canları, malları, namusları size helaldir diye fetva veren Şeyhülislam ….( Ebu Suud!)
- İster okla, ister mızrakla, ister bıçakla olsun Alevilerin kestiği mırdardır, yenilmez diyen yobaz.
Bu ….. (Şeyh-ül İslam’a) sorarlar :
“Elimize geçirdiğimiz alevi kadınlarını ne yapalım” diye ?
Verdiği cevap : ''BELİNİZE KUVVET '' İşte bu …….(Ebu Suud’la), Çorumlular gurur duymalıymış Recep Bey'e göre!!! (Bu ne talihsiz bir durum!?/D.A)
*****
Peki ; İskilipli Atıf Hoca kimdir ?
- “İstiklal savaşında Mustafa Kemal isyankardır, katli vaciptir, “
- “Yunan askerleri, padişahımız efendimizin daveti üzerine gelmişlerdir,” onlara saygılı olalım diye yazılar yazan bir haindir.
- Türk askerlerine yazdığı mesajlarla, “Türk askerinin cepheden çekilmelerini” istemiş,
- “Padişahımın emirlerine karşı gelmeyin, Mustafa Kemal'e karşı gelin” mealindeki yazıları Yunan uçakları tarafından cephedeki mevzilere atılmış, askerin dağılması amaçlanmıştır.
- Zaferden sonra istiklal mahkemelerinde yargılanmış ve asılmıştır.
*****
Ve Recep Bey Çorumluların bu Vatan millet hainleriyle gurur duymaları gerektiğini haykırmaktadır.
Kanım dondu...
Nutkum tutuldu....
Ve hiç kimsenin gıkı çıkmadı bu konuda!!!
Neden? Çünkü gurur duyulmasını isteyen (……. de en az bunların zihniyetinden) de ondan....
Erzurumlunun dediği gibi “ÖRT Kİ ÖLİM !!!”
12 Eylül’de Referandumunu BOYKOT Ediyoruz
CEPHE HAREKETİ Adına basın açıklaması:
Mehmet Güzel
25 Ağustos 2010
Egemen güçler devletin yeniden yapılandırılması alanında kendi aralarında kıyasıya bir çatışma içerisindedirler. AKP hükümetleri boyunca devam ede gelen bu çatışmada devlet yeniden yapılandırılmak istenmektedir. AKP eliyle yapılmaya çalışılan devletin reorganizasyon çabası hem dış hem de iç sermaye güçlerinin çıkarları ve onayları temelinde geliştirilmektedir. Değişen dünya ve bölge koşullarına uygun bir devlet yapılanması oluşturulmak istenmektedir.
Bunun karşısında ise devletin tarihiyle yaşıt statükolarını yitirmek istemeyen güçlerin sıkı bir direnişi yaşanmaktadır. Statükocu güçler değişime karşı olanca güçleriyle karşı koymakta, karşı saldırılar geliştirmekte, direnişler sergilemektedir. Bir kesimin hamlesine diğer kesim başka hamleyle karşılık vermektedir.
Bu çatışma şu anda taraflardan birinin devlet üzerindeki egemenliğini anayasal düzenlemeyle geliştirme aşamasına gelmiştir. Yapılmak istenen anayasal değişiklik AKP tarafından temsil edilen gücün egemenliği için gerekli olan hukuksal ihtiyaçlar şeklindedir.
Bu çatışma tepede, devlet üzerinde hangi gücün egemen olacağı yönünde egemen güçler arasında cereyan etmektedir. Bu savaş tamamen egemen güçler arasında süren bir savaştır. Taraflardan hiç biri halkı temsil etmemektedir. Halkın sorunları söz konusu olduğunda her iki kesim de halkın sorunları karşısında kenetlenmektedir.
Bu referandumda halk taraf değildir. Tam tersine, bu savaş halkın sırtında olan egemenler arasında yapılmaktadır. Yani sırtımızda kimin daha iyi çörekleneceğinin savaşıdır.
Halkların özgürlüğü, emeğin savunulması, kadının kurtuluşu yönünde hiçbir adım atılmamaktadır. Yapılan, 12 Eylül anayasasının yamalanması ve egemenlerin bir kesiminin ihtiyaç duyduğu düzenlemelerin yapılmasıdır.
AKP anayasa değişikliği paketiyle devlet içinde eriştiği siyasal gücü hukuk sistemindeki düzenlemelerle pekiştirmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla pakette Kürt halkı olmak üzere halklarımızın, emekçilerin, ezilenlerin çıkarları ve temel demokratik hakları yok; demokrasinin, özgürlüklerin, eşitliğin, demokratik toplum sözleşmesinin esamisi bulunmuyor. Bu anlamda AKP’nin Evet vaazları bir aldatmacadan ibarettir.
Düzenin Hayır cephesi ise madalyonun öteki yüzünü temsil etmektedir. Irkçılıkla, milliyetçilikle, statükoculukla malul CHP ve MHP’ye referandum oyununda düşen rol 12 Eylül rejimini ve anayasasını kollayıp korumak. Bu milliyetçi öbek, Kürt sorunu vb. siyasal olaylarda görüldüğü gibi halkın demokratik siyasal değişim ve özgürleşme talebine karşı ayak diremeyi sürdürmektedir. Referandumda Hayır kampanyaları da bunun yeni bir örneğidir. CHP ve MHP geçmişteki deneyimlerinin de gösterdiği gibi Kürt sorunuyla, barışla, halkların kimlik haklarıyla, emekçilerin sosyal haklarıyla, demokratik anayasayla alakalı değildir. AKP’yle sürdürdükleri koltuk kavgasında egemen sınıfların ulusalcı statükocu kanadının siyasi ve hukuksal hegemonyasının bekçiliğini yapmaktadır.
Halklarımız, emek hareketi ve demokrasi güçleri oligarşik rejimin Evet/Hayır tercihlerine mahkûm değildir. Bu iki tercihe karşı alternatif demokratik bir tercih vardır, o da sandığa gitmeyerek referandumu BOYKOT etmektir.
BOYKOT tavrımız, her anlamda kader ortağı olan halklarımız arasındaki tarihsel ittifakı güçlendiren bir tavırdır. BOYKOT tavrımızla, egemen güçlerin Evet ve Hayır tercihlerine karşı halkların özgür iradesine dayalı demokratik çözümü işaret ediyoruz. Mevcut 12 Eylül faşist anayasasını da, yamalanarak devam ettirilmesini de istemiyoruz. 12 Eylül faşist anayasasının tümünün çöpe atılmasını ve tüm toplumsal kesimlerin iradesini yansıtan demokratik bir anayasa yapılmasını istiyoruz.
Düzenin Evet ve Hayır tercihlerine bin kere Hayır diyor ve halklarımızın özgür iradesine dayanan demokratik çözümün yaşamsallaşması için 12 Eylül’de sandığa gitmiyoruz.
Mehmet Güzel
25 Ağustos 2010
Egemen güçler devletin yeniden yapılandırılması alanında kendi aralarında kıyasıya bir çatışma içerisindedirler. AKP hükümetleri boyunca devam ede gelen bu çatışmada devlet yeniden yapılandırılmak istenmektedir. AKP eliyle yapılmaya çalışılan devletin reorganizasyon çabası hem dış hem de iç sermaye güçlerinin çıkarları ve onayları temelinde geliştirilmektedir. Değişen dünya ve bölge koşullarına uygun bir devlet yapılanması oluşturulmak istenmektedir.
Bunun karşısında ise devletin tarihiyle yaşıt statükolarını yitirmek istemeyen güçlerin sıkı bir direnişi yaşanmaktadır. Statükocu güçler değişime karşı olanca güçleriyle karşı koymakta, karşı saldırılar geliştirmekte, direnişler sergilemektedir. Bir kesimin hamlesine diğer kesim başka hamleyle karşılık vermektedir.
Bu çatışma şu anda taraflardan birinin devlet üzerindeki egemenliğini anayasal düzenlemeyle geliştirme aşamasına gelmiştir. Yapılmak istenen anayasal değişiklik AKP tarafından temsil edilen gücün egemenliği için gerekli olan hukuksal ihtiyaçlar şeklindedir.
Bu çatışma tepede, devlet üzerinde hangi gücün egemen olacağı yönünde egemen güçler arasında cereyan etmektedir. Bu savaş tamamen egemen güçler arasında süren bir savaştır. Taraflardan hiç biri halkı temsil etmemektedir. Halkın sorunları söz konusu olduğunda her iki kesim de halkın sorunları karşısında kenetlenmektedir.
Bu referandumda halk taraf değildir. Tam tersine, bu savaş halkın sırtında olan egemenler arasında yapılmaktadır. Yani sırtımızda kimin daha iyi çörekleneceğinin savaşıdır.
Halkların özgürlüğü, emeğin savunulması, kadının kurtuluşu yönünde hiçbir adım atılmamaktadır. Yapılan, 12 Eylül anayasasının yamalanması ve egemenlerin bir kesiminin ihtiyaç duyduğu düzenlemelerin yapılmasıdır.
AKP anayasa değişikliği paketiyle devlet içinde eriştiği siyasal gücü hukuk sistemindeki düzenlemelerle pekiştirmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla pakette Kürt halkı olmak üzere halklarımızın, emekçilerin, ezilenlerin çıkarları ve temel demokratik hakları yok; demokrasinin, özgürlüklerin, eşitliğin, demokratik toplum sözleşmesinin esamisi bulunmuyor. Bu anlamda AKP’nin Evet vaazları bir aldatmacadan ibarettir.
Düzenin Hayır cephesi ise madalyonun öteki yüzünü temsil etmektedir. Irkçılıkla, milliyetçilikle, statükoculukla malul CHP ve MHP’ye referandum oyununda düşen rol 12 Eylül rejimini ve anayasasını kollayıp korumak. Bu milliyetçi öbek, Kürt sorunu vb. siyasal olaylarda görüldüğü gibi halkın demokratik siyasal değişim ve özgürleşme talebine karşı ayak diremeyi sürdürmektedir. Referandumda Hayır kampanyaları da bunun yeni bir örneğidir. CHP ve MHP geçmişteki deneyimlerinin de gösterdiği gibi Kürt sorunuyla, barışla, halkların kimlik haklarıyla, emekçilerin sosyal haklarıyla, demokratik anayasayla alakalı değildir. AKP’yle sürdürdükleri koltuk kavgasında egemen sınıfların ulusalcı statükocu kanadının siyasi ve hukuksal hegemonyasının bekçiliğini yapmaktadır.
Halklarımız, emek hareketi ve demokrasi güçleri oligarşik rejimin Evet/Hayır tercihlerine mahkûm değildir. Bu iki tercihe karşı alternatif demokratik bir tercih vardır, o da sandığa gitmeyerek referandumu BOYKOT etmektir.
BOYKOT tavrımız, her anlamda kader ortağı olan halklarımız arasındaki tarihsel ittifakı güçlendiren bir tavırdır. BOYKOT tavrımızla, egemen güçlerin Evet ve Hayır tercihlerine karşı halkların özgür iradesine dayalı demokratik çözümü işaret ediyoruz. Mevcut 12 Eylül faşist anayasasını da, yamalanarak devam ettirilmesini de istemiyoruz. 12 Eylül faşist anayasasının tümünün çöpe atılmasını ve tüm toplumsal kesimlerin iradesini yansıtan demokratik bir anayasa yapılmasını istiyoruz.
Düzenin Evet ve Hayır tercihlerine bin kere Hayır diyor ve halklarımızın özgür iradesine dayanan demokratik çözümün yaşamsallaşması için 12 Eylül’de sandığa gitmiyoruz.
CEPHE HAREKETİ “BOYKOT” kampanyası Faaliyetleri hız kesmiyor
12 Eylül’de gerçekleştirilecek olan referandum dolayısıyla Cephe Hareketi, aldığı “BOYKOT” kararı çerçevesinde başlattığı kitle çalışmasına hız verdi.
Aralıksız süren “BOYKOT” kampanyası kapsamında halk toplantıları, yaygın bildiri dağıtımı, stant açma vb. faaliyetler hayata geçirildi.
- 9 Ağustos tarihinde Demokratik Kültür – Sanat Derneği(DEKSAD)’nde toplantı yapıldı. Dernek yöneticileri, çalışanları ve taraftarlarının hazır bulunduğu toplantıda referandum dolayısıyla bir konuşma yapıldı. 12 Eylül’de gerçekleştirilecek referandumda oylanacak paketin boykot edilmesi istendi.
- Serinyol’da gerçekleştirilen 6. Bedirge Kültür Sanat Festivalinin devam ettiği üç gün boyunca kitlelere dönük yoğun bir ajitasyon propaganda çalışması yapıldı. Yanı sıra 21-22 Ağustos tarihlerinde etkinlik sahasında “REFERANDUM ALDATMACASINA HAYIR! DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK İÇİN BOYKOT” pankartıyla stant açıldı. Stantta, kitlelerle referandum sürecine ilişkin sohbetler yapıldı, boykot kararının gerekçeleri anlatıldı. Ayrıca kitle içerisinde Cephe Hareketi imzalı binlerce bildiri dağıtıldı.
- Festivalin son günü olan 22 Ağustos’ta platformdan Cephe Hareketi adına Tevfik Usluoğlu konuşma yaptı. Binlerce kişiye seslenen Usluoğlu; “AKP tarafından hazırlanan anayasa değişikliği paketi 12 Eylül’de referanduma götürülüyor. Burjuva muhalefeti de AKP karşısında aldığı yerel seçim yenilgisinin rövanşını referandumda kazanmak için sahaya indi. Yani filler tepişirken yine çimler eziliyor. AKP cemaatince demokratik değişimin bir parçasıymış gibi pazarlanan 26 maddelik paket, 80 darbesi tarafından halkımıza dayatılan ve her bir maddesi farklılıklarımıza karşı olan anti-demokratik anayasanın ruhunu koruyor. Bu anlamda değişen bir şey yok. Demokratik haklarımız ve özgürlük talebimizin önünü kesmek için egemen güçler ve onların partileri bizimle oyun oynuyor. AKP siyasette ve yargıda daha etkili olmak için çabalıyor, düzenin Hayır taifesi CHP- MHP ve bazı klasik sol çevreler statükoyu savunuyor. Darbecilerin yanında yer alıyor. Sözde sosyal demokratlar ve maiyetinde oldukları askeri vesayetçi ulusalcı güçler 82 anayasası yandaşı konumuna düşmüş durumdalar. Bunlar daha da ileri giderek cumhuriyet değerleri elden gidiyor korkuları üzerinden siyaset üreterek halklarımızı anti-demokratik rejime yedekleme gayretlerine devam ediyorlar. Oysa bizler barış içinde bir arada özgürce tüm farklılıklarımızla yaşayabilmeliyiz. Bunun için demokratik bir iktidar ve demokratik bir anayasa için mücadelemizi dün olduğu bugün de, 13 Eylül sabahı da sürdüreceğiz. Bizler ne 12 Eylül darbecilerinin anayasasını ne de AKP anayasasını savunmayacağız. Statükocu, antidemokratik, inkarcı, tek boyutlu, gerici siyasal sistemi yeniden üretmenin bir parçası olmayacağız.” Diyerek başladığı konuşmasını, “Bunun için 12 Eylül’de sandığa gitmeyerek referandumu boykot edeceğiz. Demokratik Bir İktidar ve Anayasa İçin Seslerimizi ve Saflarımızı Birleştirerek Üretenlerin Gücünü ve haklarımızın iradesini Boykot Tavrıyla Göstermeliyiz! ” Sözleriyle bitirdi.
- Aynı kampanya çerçevesinde Yeşilpınar festivali alanında ajitasyon ve propaganda çalışması yapıldı, çok sayıda bildiri dağıtımı gerçekleştirildi.
CEPHE HAREKETİ BOYKOT ÇALIŞMA PROGRAMI kapsamında yer alan faaliyetlere devam edilmektedir.
Aralıksız süren “BOYKOT” kampanyası kapsamında halk toplantıları, yaygın bildiri dağıtımı, stant açma vb. faaliyetler hayata geçirildi.
- 9 Ağustos tarihinde Demokratik Kültür – Sanat Derneği(DEKSAD)’nde toplantı yapıldı. Dernek yöneticileri, çalışanları ve taraftarlarının hazır bulunduğu toplantıda referandum dolayısıyla bir konuşma yapıldı. 12 Eylül’de gerçekleştirilecek referandumda oylanacak paketin boykot edilmesi istendi.
- Serinyol’da gerçekleştirilen 6. Bedirge Kültür Sanat Festivalinin devam ettiği üç gün boyunca kitlelere dönük yoğun bir ajitasyon propaganda çalışması yapıldı. Yanı sıra 21-22 Ağustos tarihlerinde etkinlik sahasında “REFERANDUM ALDATMACASINA HAYIR! DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK İÇİN BOYKOT” pankartıyla stant açıldı. Stantta, kitlelerle referandum sürecine ilişkin sohbetler yapıldı, boykot kararının gerekçeleri anlatıldı. Ayrıca kitle içerisinde Cephe Hareketi imzalı binlerce bildiri dağıtıldı.
- Festivalin son günü olan 22 Ağustos’ta platformdan Cephe Hareketi adına Tevfik Usluoğlu konuşma yaptı. Binlerce kişiye seslenen Usluoğlu; “AKP tarafından hazırlanan anayasa değişikliği paketi 12 Eylül’de referanduma götürülüyor. Burjuva muhalefeti de AKP karşısında aldığı yerel seçim yenilgisinin rövanşını referandumda kazanmak için sahaya indi. Yani filler tepişirken yine çimler eziliyor. AKP cemaatince demokratik değişimin bir parçasıymış gibi pazarlanan 26 maddelik paket, 80 darbesi tarafından halkımıza dayatılan ve her bir maddesi farklılıklarımıza karşı olan anti-demokratik anayasanın ruhunu koruyor. Bu anlamda değişen bir şey yok. Demokratik haklarımız ve özgürlük talebimizin önünü kesmek için egemen güçler ve onların partileri bizimle oyun oynuyor. AKP siyasette ve yargıda daha etkili olmak için çabalıyor, düzenin Hayır taifesi CHP- MHP ve bazı klasik sol çevreler statükoyu savunuyor. Darbecilerin yanında yer alıyor. Sözde sosyal demokratlar ve maiyetinde oldukları askeri vesayetçi ulusalcı güçler 82 anayasası yandaşı konumuna düşmüş durumdalar. Bunlar daha da ileri giderek cumhuriyet değerleri elden gidiyor korkuları üzerinden siyaset üreterek halklarımızı anti-demokratik rejime yedekleme gayretlerine devam ediyorlar. Oysa bizler barış içinde bir arada özgürce tüm farklılıklarımızla yaşayabilmeliyiz. Bunun için demokratik bir iktidar ve demokratik bir anayasa için mücadelemizi dün olduğu bugün de, 13 Eylül sabahı da sürdüreceğiz. Bizler ne 12 Eylül darbecilerinin anayasasını ne de AKP anayasasını savunmayacağız. Statükocu, antidemokratik, inkarcı, tek boyutlu, gerici siyasal sistemi yeniden üretmenin bir parçası olmayacağız.” Diyerek başladığı konuşmasını, “Bunun için 12 Eylül’de sandığa gitmeyerek referandumu boykot edeceğiz. Demokratik Bir İktidar ve Anayasa İçin Seslerimizi ve Saflarımızı Birleştirerek Üretenlerin Gücünü ve haklarımızın iradesini Boykot Tavrıyla Göstermeliyiz! ” Sözleriyle bitirdi.
- Aynı kampanya çerçevesinde Yeşilpınar festivali alanında ajitasyon ve propaganda çalışması yapıldı, çok sayıda bildiri dağıtımı gerçekleştirildi.
CEPHE HAREKETİ BOYKOT ÇALIŞMA PROGRAMI kapsamında yer alan faaliyetlere devam edilmektedir.
KADİM ROMA KENTİ ANTAKYA’NIN FESTİVALLERİ, FESTİVALLERİMİZ....
AYRI VARLIK HABER
22 Ağustos 2010
Antakya bir başkent. Bunu anlamak için, her köşesinde tarihi solumak gerek. 7 kadim uygarlık üzerine kuruldu Antakya. MÖ. 300 de kurulduğu bilinen tarihinden de çok eski bir kent. Bir metropol. kimler gelip geçmedi, kimleri kucaklamadı ki bu kent. Bu kent yerlilerin farklılıklarıyla bütünleşen ülkemiz demokrasisinin beli bükülmeyen kentidir.
Festivaller bu kültür dokusunun önemli yansımasıdır. Festivaller festivallerimiz yerelden evrensele uzanan değerlerimizdir.
Yeşilpınar, dünüyle bu günüyle bu mücadelenin kalbidir, festivallerinin etkisi de öyledir. 19-22 Ağustos 2010 tarihleri arasında 7. yapılan festival, müzik şöleniyle doruk yaptı. Bu etkinliğe Eşber Yağmurdereli de katılımıyla renk kattı.
Belediye başkanı Malik Kılıç ve çalışma arkadaşlarını, geçmişten geleceğe uzanan mücadele geleneğinin anlamlı ifadesi olan festival etkinliğinden dolayı kutluyoruz.
Diğer festival ise Serinyol Pir Sultan Abdal Dayanışma Derneği’ce düzenlenen BEDİRGE KÜLTÜR VE SANAT FESTİVALİ 6. Yılında. Bu festival, demokrasi algıları geçmişten bugüne devam eden mücadelenin bir parçası olarak devam ediyor.
Bu festivalin önemli konukları arasında, Orhan Miroğlu, Tevik Usluoğlu’nun moderatörlüğünde “Şiddet Kültürü ve Kürt sorunu” tartışıldı. Festival etkinlikleri bir çok sosyal faaliyetiyle, önemli toplumsal mesajlar taşıdı. Bu festivali düzenleyen Dernek yönetimine ve emekleri geçen dostlara başarı dileklerimizi iletiyoruz.
24 Ağustos 2010 Salı
…ANNEM…
Cemile Ural 24 Ağustos 2010
Seni hiç unutmayacağım
Birinci ölüm yıl dönümün geldi çattı. Tüm anneler gibi verdiğin emek, çektiğin çile, zindan kapılarında gördüğün eziyet, sürgünlerimde çektiğin ahlarla taçlanmış
Solmayan bir çiçeksin…
Birinci ölüm yıldönümü anması: Antakya Asri Mezarlığında Kabri başında 29 Ağustos 2010 sabah saat 10.oo da yapılacaktır.
Davet halka açıktır.
TIKANIŞ
İtirafçı Engin, MİT İbrahim ve Joker Haydar’ın
YALAN SENARYOLARDAN BİRİ DAHA BAŞLARINA YIKILDI
Mihrac Ural
24 Ağustos 2010
Milletvekili dedeme taktılar. Her zaman yaptıkları gibi, yalan senaryolarına ne belge ne kanıt getirme ihtiyacı duydular. İtham, karalama, şaibe onların işi. Oysa basit ve herkese gerekli olan kural iddiayı ispat iddia sahibine aittir.
İbrahim Yalçın MİT ajanıdır dedik, el yazılı belgeyle bunu kanıtladık; MİT’le olan ilişkisini detayıyla anlatan itirafnamesini yayınladık. Bir eksik kaldı MİT’le ne zaman ilişkiye geçtiğidir. Bunun cevabını da ortaklarından bekliyoruz. Verilen uç
farklı ve çelişkili tarihi netleştirmelerini bekliyoruz.
Engin Erkiner itirafçıdır dedik, kendi imzasıyla, polisteki itirafnamesini yayınladık. Şimdi yeni sorular var, 12 Mart 1971’de tutuklanmaktan onu koruyan gücü ve İlkerlerin katledildiği Beylerderesini nasıl ihbar ettiğini soracağız. Beklesin.
Şimdiki tıkanmalarını merhum dedem sağladı. Ona sataştılar, laneti enselerine yapıştı.
24 Ocak 1977’de ölen dedem Suphi bedir Uluç’u, önce karalayıp sonra yaşıyor sanarak, benim tutuklanmalarıma, mahkemelerime müdahale edip koruduğunu yazdılar.
Oysa benim polise afişe edilmem, İtirafçı Engin’in polisteki itiraflarıyla başlar, 19 Ağustos 1977. Yani dedemin ölümünden çok sonra.
Yakalanmam ise 10 Mart 1978, merhum dedemin kemikleri biletoprak olmuştu. Kişi hesapsız sallayınca öyle olur.
Suratlarında bir tokat gibi patlayan, dedemin ölüm tarihini açıkladım (24 Ocak 1977). Yalan kurgu senaryolarından birini daha başlarına yıktım.
Dillerine bu kadar doladıkları edemin adını bile doğru yazmayı beceremeyen bu insanlar, gerçekle yüz yüze kalınca ne okurlarından özür dilediler ne de kendileri utandılar. Her ahlaksızın durumu ne ise öyle kaldılar.
Böyle olacağı belliydi.
Bu nedenle onlara şunu söylemiştim: “Bir akıllı çıksın da bunlara ‘bu kadar kaba yalanla bir şey olmaz’ desin ve yazılarına yeniden balans ayarı yapsınlar diye tavsiyede bulunsun, derim. Joker ararken joker olmak bu olsa gerek.” (182. DOSYA. Aptallıkta Rekora Koşan Muhbir Şebekesi)
Önceki yazımda Joker Haydar “adam değildir”, dedim. Sinir krizi geçirmiş zavallı.
Adam olsa, yaptığı bu ahlaksızlıktan dolayı en azından okurlarından özür dilerdi. Adam olmayınca okuru da kendi gibi sanıyor. Bu ufaklığı geçiyorum.
Jokerin imdadına İtirafçı Engin Erkiner yetişti. Ama ne yetişme. Kılavuzu karga olanın hali…
Balans ayarları bile ağza yüze bulaşan cinsten bir komiklik. Deden ölmüşse seni korumaları için arkadaşlarına devretmiştir. Eh bu kadarcık da olacak yani….
Ama bunu önceden söylemek gerekti, yalan açığa çıkıp, senaryo başlarına yıkılınca değil. Bunu da git külahıma anlat derler…
Dedem Suphi bedir Uluç (Bedii değil), Milletvekilidir, demokrattır, DP iktidarına ve Menderes’in sivil diktatörlüğüne karşı direnmiştir, zindana atılmış, süründürülmek istenmiştir (Milliyet Gazetesi Arşivi; 27 Nisan 1960). Devletle işi yoktur, bir halk adamı olarak yaşadı bir halk adamı olarak öldü. Cumhuriyet ve laiklik ilkelerine bağlı olması, CHP’de emek vermesi kendi kimliğini inkar anlamına da gelmiyor.
Bu demokrat insanı kirletmek için onu karalamak, devlet adamı yapmak utanç verici haysiyetsiz bir çabadır. Bu ahlaksızlık Özel harp dairesi insanlarının işidir. İtirafçı Engin bu işin müptezelidir.
Görüleceği gibi, yalanın ipi kısadır. Öyle oldu. Joker haydar hızını almayıp sallamalarını hızlandırıp risklerini “yüzde yüzden, yüzde bine çıkarıp kalıbını basınca” yıkımda felaket oldu; adamlar borsada oyun oynadıklarını sanıyorlar ya…
Ya herro ya merro…
Söylemiştim joker Haydarı ciddiye almıyorum. O, “bu bataklıkta ben de varım, beni de görün diyor”. Görmüyorum…
Yazılarına, iki de bir balans ayarı yapacaklarına, işledikleri cürümlerin, yaydıkları kirliliğin hesabını yapsınlar ve sonuçlarına nasıl katlanacaklarını düşünsünler.
(( Bu yazı ayrıca http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ da yayın halindedir ))
YALAN SENARYOLARDAN BİRİ DAHA BAŞLARINA YIKILDI
Mihrac Ural
24 Ağustos 2010
Milletvekili dedeme taktılar. Her zaman yaptıkları gibi, yalan senaryolarına ne belge ne kanıt getirme ihtiyacı duydular. İtham, karalama, şaibe onların işi. Oysa basit ve herkese gerekli olan kural iddiayı ispat iddia sahibine aittir.
İbrahim Yalçın MİT ajanıdır dedik, el yazılı belgeyle bunu kanıtladık; MİT’le olan ilişkisini detayıyla anlatan itirafnamesini yayınladık. Bir eksik kaldı MİT’le ne zaman ilişkiye geçtiğidir. Bunun cevabını da ortaklarından bekliyoruz. Verilen uç
farklı ve çelişkili tarihi netleştirmelerini bekliyoruz.
Engin Erkiner itirafçıdır dedik, kendi imzasıyla, polisteki itirafnamesini yayınladık. Şimdi yeni sorular var, 12 Mart 1971’de tutuklanmaktan onu koruyan gücü ve İlkerlerin katledildiği Beylerderesini nasıl ihbar ettiğini soracağız. Beklesin.
Şimdiki tıkanmalarını merhum dedem sağladı. Ona sataştılar, laneti enselerine yapıştı.
24 Ocak 1977’de ölen dedem Suphi bedir Uluç’u, önce karalayıp sonra yaşıyor sanarak, benim tutuklanmalarıma, mahkemelerime müdahale edip koruduğunu yazdılar.
Oysa benim polise afişe edilmem, İtirafçı Engin’in polisteki itiraflarıyla başlar, 19 Ağustos 1977. Yani dedemin ölümünden çok sonra.
Yakalanmam ise 10 Mart 1978, merhum dedemin kemikleri biletoprak olmuştu. Kişi hesapsız sallayınca öyle olur.
Suratlarında bir tokat gibi patlayan, dedemin ölüm tarihini açıkladım (24 Ocak 1977). Yalan kurgu senaryolarından birini daha başlarına yıktım.
Dillerine bu kadar doladıkları edemin adını bile doğru yazmayı beceremeyen bu insanlar, gerçekle yüz yüze kalınca ne okurlarından özür dilediler ne de kendileri utandılar. Her ahlaksızın durumu ne ise öyle kaldılar.
Böyle olacağı belliydi.
Bu nedenle onlara şunu söylemiştim: “Bir akıllı çıksın da bunlara ‘bu kadar kaba yalanla bir şey olmaz’ desin ve yazılarına yeniden balans ayarı yapsınlar diye tavsiyede bulunsun, derim. Joker ararken joker olmak bu olsa gerek.” (182. DOSYA. Aptallıkta Rekora Koşan Muhbir Şebekesi)
Önceki yazımda Joker Haydar “adam değildir”, dedim. Sinir krizi geçirmiş zavallı.
Adam olsa, yaptığı bu ahlaksızlıktan dolayı en azından okurlarından özür dilerdi. Adam olmayınca okuru da kendi gibi sanıyor. Bu ufaklığı geçiyorum.
Jokerin imdadına İtirafçı Engin Erkiner yetişti. Ama ne yetişme. Kılavuzu karga olanın hali…
Balans ayarları bile ağza yüze bulaşan cinsten bir komiklik. Deden ölmüşse seni korumaları için arkadaşlarına devretmiştir. Eh bu kadarcık da olacak yani….
Ama bunu önceden söylemek gerekti, yalan açığa çıkıp, senaryo başlarına yıkılınca değil. Bunu da git külahıma anlat derler…
Dedem Suphi bedir Uluç (Bedii değil), Milletvekilidir, demokrattır, DP iktidarına ve Menderes’in sivil diktatörlüğüne karşı direnmiştir, zindana atılmış, süründürülmek istenmiştir (Milliyet Gazetesi Arşivi; 27 Nisan 1960). Devletle işi yoktur, bir halk adamı olarak yaşadı bir halk adamı olarak öldü. Cumhuriyet ve laiklik ilkelerine bağlı olması, CHP’de emek vermesi kendi kimliğini inkar anlamına da gelmiyor.
Bu demokrat insanı kirletmek için onu karalamak, devlet adamı yapmak utanç verici haysiyetsiz bir çabadır. Bu ahlaksızlık Özel harp dairesi insanlarının işidir. İtirafçı Engin bu işin müptezelidir.
Görüleceği gibi, yalanın ipi kısadır. Öyle oldu. Joker haydar hızını almayıp sallamalarını hızlandırıp risklerini “yüzde yüzden, yüzde bine çıkarıp kalıbını basınca” yıkımda felaket oldu; adamlar borsada oyun oynadıklarını sanıyorlar ya…
Ya herro ya merro…
Söylemiştim joker Haydarı ciddiye almıyorum. O, “bu bataklıkta ben de varım, beni de görün diyor”. Görmüyorum…
Yazılarına, iki de bir balans ayarı yapacaklarına, işledikleri cürümlerin, yaydıkları kirliliğin hesabını yapsınlar ve sonuçlarına nasıl katlanacaklarını düşünsünler.
(( Bu yazı ayrıca http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ da yayın halindedir ))
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)