24 Aralık 2009 Perşembe
YENİ BİR UFKA DOĞRU
Zeki Bayterin
25 Aralık 2009
Yaklaşık 43yıl önce Fidel, “Devrim İçin Savaşmayana sosyalist Denmez” başlıklı konuşmasını yaptığında, belki güncel, somut hedefi SBKP uzantısı Venezuela Komünist Partisi’nin sağcı tezleriydi. Ama sonradan, dönemeç noktalarında söylenen böylesi sözlerin çoğu gibi bu konuşma başlığı da kendi güncel içeriğini aşan bir anlam kazandı ve “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” cümlesiyle birlikte dönemin bütün devrimcilerinin diline yerleşti.
Bu, çok anlaşılabilir bir durumdu, çünkü sonuçta bu sözcükler, sadece komünist olmakla devrimci olmayı net bir biçimde birbirine bağlamakla kalmıyor, eski deyişle “dava adamı” diye tanımlanabilecek bir insan tipini, bir kadro biçimlenişini anlatıyordu; hem de tam zamanında. Dünya ve Türkiye devrimci hareketi revizyonist merkezlerden derin çizgilerle ayrışırken.
Dava adamı... Gözünü ufka dikmiş, ufka yürüyen, bu ufuk uğruna kendi günlük hayatının dertlerinden, Çayan’ın deyimiyle “maişet derdinden” soyunmuş ve üstelik bunu artık bir “fedakarlık” gibi değil de bir yaşam tarzı gibi algılayan kendi egosundan vazgeçmişlik anlamında da biraz normal dışı bir insan tipidir bu. Bugün bize efsaneymiş gibi görünen köy köy dolaşmalar, işçi mahallelerini ev ev bilmeler, hiç abartılmış şeyler değildir. Bütün bunlar derin bir bağlanma ve kendini verme biçiminin, bunun üzerine inşa edilmiş yaşam tarzlarının ifadesidir.
Şimdi, 2000’li yıllarda, kendi küçük dükkancığının penceresinden hayata bakarken “bizim zamanımızda...” diye söze başlayan ve günümüzün yeni kuşak tipini belirgin bir küçümsemeyle izleyenler az değil. Kendisi de düzenle bütünleşmiş olduğu halde çevresine bakıp küçümseyen düzeyin düştüğünden” bahseden bu insanları elbette “davulun sesi uzaktan hoş gelir” diyerek kendimize problem yapmayabiliriz. Gerçekten de onlar böylesi bir görmezlikten gelmeyi hak etmişlerdir zaten.
Şu çok açık yeni bir dünya ve Türkiye manzarasının önündeyiz ve bu durum, harcın yeniden karılması, tuğlaların yeni bir bileşimle yeniden üretilmesi görevini önümüze koyuyor.
sosyalist hareket bakımından da bir yenilenmeye, yeniden biçimlenmeye denk düşüyor. Şüphesiz her aşamada her şey kökten değişmiyor ama her aşama, mücadele biçimlerinden çelişki ve ilişkilere ve tabii ki sosyalist hareketin insan birikimine dek birçok şeyi de yeniden değerlendirmemizi gerektiriyor. Dolayısıyla, dünya gerçekliği yeniden ele alınıp yeniden kurulacaksa, bu yeni sürecin devrimci sosyalist kadro tipinin de yeniden biçimleneceği, yeni bir insan tipinin inşa edileceği anlamına geliyor.
Bu, dünyaya yeni bir gözle bakabilme yetisini gerektirdiği kadar süreç içinde kaybettiğimiz ne varsa onu “kaybettiğimiz yerde” arama basiretini de gerekli kılmaktadır. Bugün, ununu eleyip eleğini duvara asmış olanlar ne derse desin, dünyanın ve ülkenin tablosunun yeniden biçimlendiği koşullarda, yeni sürecin devrimci kadroları da sözünü ettiğimiz ilk halka mantığına uygun bir biçimde oluşacaktır, oluşmaktadır. Müthiş görkemli devrimci gelişmelerin henüz arifesinde olmasa da hazırlık sürecinde olan bu devrimci kadro, geriye çekilmiş bir ırmağın sularında ısrarla ve sabırla yeni derinlikler açmaya çalışan, suyun akışının yönünü değiştirmeye çalışan insandır.
Bu devrimci insan, tarihte örneği çok ender görülen büyük bir sıkıntı ve gerileme döneminin içinde büyümüş, ciddi ruh yorgunluklarını sırtında taşımış. Örneğin 70’lerde olsa alay konusu edilebilecek kadar az sayıda insanla pankart açarak yürümeyi bir yandan hazmetmiş diğer yandan da bunun ezilmesini yaşamış, düşmandan dayak yemiş ama hiç dayak atamamış bir insan tipidir. Birkaç otobüs polisi “gelsinler bakalım” diye karşılayan bir iç güven döneminden, gösterici, polis oranının onda biri olduğu günlere gelinmiş ve aynı devrimci tipi, bütün bu süreçler boyunca hem psikolojik olarak ezilmiş hem de belli bir ölçüde sağlamlaşmıştır. Yalnızca kendi somut devrimci pratiğimiz bakımından değil, genel siyasal ortam ve kitlelerin ruh hali bakımından da aynı şey söz konusudur dönemin birçok politik gelişmesi, pratikte çalışan devrimci insanın moralini yükseltecek şeyler değildir. Eğer doğru bir ideolojik zemine sahip değilseniz, herhangi bir tren istasyonundaki insanların anlamsız, bezgin yüzleri otobüste kulak misafiri olduğunuz konuşmalar, genç insanların lümpenlikleri bazen insanı gerçekten umutsuzluğa sürükleyebilen izlenimler olabilmektedir.
Örnekler çoğaltılabilir ama gereksiz. Hepimizin aslında gayet iyi bildiği şey, bütün bu süreçlerin bir yandan insanları (en azından bir bölümünü) olgunlaştırdığı diğer yandan da ciddi yıpranmışlıklar yarattığıdır.
Bu, ancak tarihin sıçramalı ve sarmal gelişim yasasını kavradığımızda üstesinden gelebileceğimiz bir sorundur ve dahası bu kadarı da yetmez, çünkü yasa da aslında kendiliğinden işlememekte, ancak bizim varlığımız ve çabamızla anlam kazanmaktadır. Bu irade ve çabayladır ki, varılacak bir eşik noktasından söz edebiliriz. Orası, suyun önünün artık açıldığı yerdir, olgular tersine dönmeye başlamıştır.
İnsan unsuruna geldiğimizde ise aynı zamanda özeleştiri anlamını da içinde
barındıran bir eleştirel tutum, kesin bir gereklilik olarak önümüze çıkar. Bütün o yakınmaları, burun kıvırmaları bir yana bıraktığımızda, yine de ortada bir düzey düşmesi, “dava adamı” pozisyonundan bir geriye kayma olduğunu reddedemeyiz. Belki abartılı bulunabilir ama düşük yoğunluklu devrimcilik olarak teşhis edilebilecek bir durum, son yıllarda devrimci politik ortamı büyük ölçüde etkiler hale gelmiş ve yeni bir süreci inşa etme göreviyle karşı karşıya olan Türkiye devrimci hareketi, dayandığı insan malzemesi bakımından da önemli ölçüde sakatlanmıştır.
Her şeyden önce sosyalist ideolojinin hayatın bütününe ilişkin bir şey olduğu düşüncesi zaman içersinde belli bir erezyona uğramıştır. Toplumsal davranışların ve örgütlenme biçimlerinin olduğu kadar insanın kişisel bütünlüğünün de parçalanması üzerine kurulan uzlaşmacı tavır, aşama aşama devrimcilerin hayatlarına sızmış, ayrı ayrı bölmelerden oluşan yaşamların devrimci faaliyete eklemlenmesinin tipik örneklerine rastlanmıştır.
Gerçekten de Marksizm bütüncü, kuşatıcı bir ideolojidir ve aynen söylendiği gibi hayatın bütününü kapsayan, insan davranışlarının tamamını yönlendiren ve basitten karmaşığa her birey özgülünde yeni bir zenginlik olarak kendini üreten bir düşünme ve üretme biçimidir. Marksizm, birazcık öğrenilip hayatın bir köşesinde uygulanabilecek bir tür teknik bilgi, bir iş kılavuzu değildir. Marksizm, kendi geleceğini insanlığın geleceğine ve sosyalizm ütopyasına bağlamış olan devrimci insanın, hayatının her anında ve her alanında içselleştirilmiş bir olgu olarak yaşadığı bir sürekli akış ve gelişme temposunun adıdır. Onu birazcık öğrenip birazcık uygulayamazsınız, bireyin yüce özgürlükleri adına bir yerde şöyle bir başka yerde böyle davranamazsınız. O, sizi düşünme tarzıyla, ahlaki ilkeleriyle, davranış biçimleriyle kuşatır, sarmalar.
Devrim için savaşmayana sosyalist denilmez’in anlamı aynı zamanda 24 saatin bütününü kapsayan bir devrimci yaşamdır. Gerçekten de, bütün toplumun üstüne yüklenerek soluk borularını, gözeneklerini tıkayan çamur tabakası çoğu kez farkına varılmaksızın devrimcilerin hayatlarına da sızmakta ve yaşamın günlük düzenlenişinden düşünme biçimlerine dek uzanan ciddi bir düzey kaybını ortaya çıkarmaktadır.
Mesele sağa sola sapmadan ve hiçbir teorik kavramsal dolambaca girmeden yanıtlanması gereken şu soruyla ilgilidir, nasıl yaşayacağız ve yaşamdan ne bekliyoruz?
Gerçekten de süreç boyunca, günlük devrimci faaliyetlerinin kotasını rutin biçimde dolduran ve sonra akşamüstünden itibaren dolunay görmüş kurt adam gibi başka bir kimliğe bürenerek artık kendi gerçek hayatını yaşamaya başlayan bir devrimci tipi, siyasi yelpazede oldukça geniş bir alanı kaplamıştır. Yarı deli bir biçimde, normal yürüme, konuşma, mekan değiştirme, insan örgütleme, ölçütlerini zorlayan, devrimciliği kendini sakınmadan yapılan bir iş olarak algılayan insanın yerine normalleşme, vitesin düşürüldüğü koşullarda, kendini zorlamadan, yapacaklarını normal hayatın içinde bir yerlere, Lenin’in hazım zamanları dediği saatlere sıkıştırarak yapılan işlerin toplamı anlamına gelmiştir.
Bu, ömrünün geri kalanını küçük kardeşlerine, yeğenlerine zevzekçe öğütler vermekle tüketen eski devrimci abilerin yaptığı “ahlaksız teklif”in kabülüdür, insan onsekizinde onsekizini yaşamalı. Oysa herkes bilir, herkesin kendi normal yaşamını sürdürdüğü bir ülke, asla devrim yüzü göremez ve yalnızca siyasal tarih değil, aynı zamanda edebi, bilimsel, tarih de her zaman kendi yaşıtlarının yaptığı normal şeylerden uzak duran, bu konudaki öğütleri elinin tersiyle iten insanlar tarafından yazılmıştır. Geçmişin devrimci kuşakları üzerine yapılan tuzukuru ukalalıklar, bu yüzden çoğu kez boş laflardan ibarettir.
Bütün gevezelikler bir yana, yukarıdaki soru, hiçbir zaman değişmez, “Yaşamdan ne bekliyoruz?” Ve bu soruyu sorduğumuz her yerde, biliriz ve bilmek zorundayız ki, devrimcilik, evet, bir kısıtlılık halidir. Bu kısıtlılık gibi görünen şey, öte yandan bireyin iç dünyasında büyük bir özgürlük alanıdır belki, ama fiiliyatta yine de kısıtlılıktır.
Oysa öte yandan insanın önüne açılan, yeni bir yaşam alanı, yeni bir ilişki düzeyidir. Yine de devrimcilik bir yaşam tarzı olarak oturuncaya dek, bir kısıtlılık olarak görülür. Bu anlamda, bazen bize her şey çok rasyonel görünmeyebilir, bazen bu yüzden acı çektiğimiz de olur, bazen görmek istediğimiz insanları göremez, yapmak istediğimiz güzel şeyleri yapamayız. Ve en önemlisi bazen, bütün bu yapmaktan vazgeçtiklerimizin nihai amacımıza değip değmediği üzerine son derece insani kuşkular bile besleyebiliriz.
Özgürlükten yoksun olmak kuşkusuz can sıkıcıdır ama öte yanda bu ülkenin sokaklarda yaşayan sahipsiz çocukları, açlıkla boğuşan insanları ve dünyanın öteki köşelerinde bombalarla parçalanan bebekleri de can sıkıcıdır. Ve siz orada, nasıl ve ne için bir hayat sorusuyla yeniden karşılaşırsınız.
Çünkü devrimci çalışma, somuttur. Bütün bir yaşam boyunca ve o yaşamın her saniyesinde bugün olduğumuz yerden ne kadar ileriye gidebiliriz düşüncesi zihnimizdedir. Bunun vebali sırtımızdadır. Yani, antiemperyalist cephenin bugünkü güçsüzlüğü, Irak’ta daha çok insanın ölmesi anlamına gelir, devrimci çalışmanın bugünkü geriliği mahallelerde daha çok yozlaşma ve gençlerin yok oluşu, kaybı demektir. devrimci yapının bir an önce hareket edebilir seviyeye gelememesi kanlı katillerin huzur içinde yaşamaları demektir. Sendikaların bir an önce devrimci bir çizgide kitleselleşmemesinin sonucu, bütün sosyal hakların kuşa çevrilmesinin hızlanması ve hastane kapısında can veren insanlardır. Hayat böyle akar, sizi beklemez ve siz geciktikçe yalnızca acılar artmaz, yapmanız gerekenlerin listesi de daha fazla kabarır.
Evet, örgütlü hayat kısıtlı hayattır. Hiç yumuşatmaya gerek yok, vazgeçişler ve bağlanışlar içiçe geçer, birbirini iter ve çeker. Bu topluma örnek olmalıyız.
25 Aralık 2009
Yaklaşık 43yıl önce Fidel, “Devrim İçin Savaşmayana sosyalist Denmez” başlıklı konuşmasını yaptığında, belki güncel, somut hedefi SBKP uzantısı Venezuela Komünist Partisi’nin sağcı tezleriydi. Ama sonradan, dönemeç noktalarında söylenen böylesi sözlerin çoğu gibi bu konuşma başlığı da kendi güncel içeriğini aşan bir anlam kazandı ve “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” cümlesiyle birlikte dönemin bütün devrimcilerinin diline yerleşti.
Bu, çok anlaşılabilir bir durumdu, çünkü sonuçta bu sözcükler, sadece komünist olmakla devrimci olmayı net bir biçimde birbirine bağlamakla kalmıyor, eski deyişle “dava adamı” diye tanımlanabilecek bir insan tipini, bir kadro biçimlenişini anlatıyordu; hem de tam zamanında. Dünya ve Türkiye devrimci hareketi revizyonist merkezlerden derin çizgilerle ayrışırken.
Dava adamı... Gözünü ufka dikmiş, ufka yürüyen, bu ufuk uğruna kendi günlük hayatının dertlerinden, Çayan’ın deyimiyle “maişet derdinden” soyunmuş ve üstelik bunu artık bir “fedakarlık” gibi değil de bir yaşam tarzı gibi algılayan kendi egosundan vazgeçmişlik anlamında da biraz normal dışı bir insan tipidir bu. Bugün bize efsaneymiş gibi görünen köy köy dolaşmalar, işçi mahallelerini ev ev bilmeler, hiç abartılmış şeyler değildir. Bütün bunlar derin bir bağlanma ve kendini verme biçiminin, bunun üzerine inşa edilmiş yaşam tarzlarının ifadesidir.
Şimdi, 2000’li yıllarda, kendi küçük dükkancığının penceresinden hayata bakarken “bizim zamanımızda...” diye söze başlayan ve günümüzün yeni kuşak tipini belirgin bir küçümsemeyle izleyenler az değil. Kendisi de düzenle bütünleşmiş olduğu halde çevresine bakıp küçümseyen düzeyin düştüğünden” bahseden bu insanları elbette “davulun sesi uzaktan hoş gelir” diyerek kendimize problem yapmayabiliriz. Gerçekten de onlar böylesi bir görmezlikten gelmeyi hak etmişlerdir zaten.
Şu çok açık yeni bir dünya ve Türkiye manzarasının önündeyiz ve bu durum, harcın yeniden karılması, tuğlaların yeni bir bileşimle yeniden üretilmesi görevini önümüze koyuyor.
sosyalist hareket bakımından da bir yenilenmeye, yeniden biçimlenmeye denk düşüyor. Şüphesiz her aşamada her şey kökten değişmiyor ama her aşama, mücadele biçimlerinden çelişki ve ilişkilere ve tabii ki sosyalist hareketin insan birikimine dek birçok şeyi de yeniden değerlendirmemizi gerektiriyor. Dolayısıyla, dünya gerçekliği yeniden ele alınıp yeniden kurulacaksa, bu yeni sürecin devrimci sosyalist kadro tipinin de yeniden biçimleneceği, yeni bir insan tipinin inşa edileceği anlamına geliyor.
Bu, dünyaya yeni bir gözle bakabilme yetisini gerektirdiği kadar süreç içinde kaybettiğimiz ne varsa onu “kaybettiğimiz yerde” arama basiretini de gerekli kılmaktadır. Bugün, ununu eleyip eleğini duvara asmış olanlar ne derse desin, dünyanın ve ülkenin tablosunun yeniden biçimlendiği koşullarda, yeni sürecin devrimci kadroları da sözünü ettiğimiz ilk halka mantığına uygun bir biçimde oluşacaktır, oluşmaktadır. Müthiş görkemli devrimci gelişmelerin henüz arifesinde olmasa da hazırlık sürecinde olan bu devrimci kadro, geriye çekilmiş bir ırmağın sularında ısrarla ve sabırla yeni derinlikler açmaya çalışan, suyun akışının yönünü değiştirmeye çalışan insandır.
Bu devrimci insan, tarihte örneği çok ender görülen büyük bir sıkıntı ve gerileme döneminin içinde büyümüş, ciddi ruh yorgunluklarını sırtında taşımış. Örneğin 70’lerde olsa alay konusu edilebilecek kadar az sayıda insanla pankart açarak yürümeyi bir yandan hazmetmiş diğer yandan da bunun ezilmesini yaşamış, düşmandan dayak yemiş ama hiç dayak atamamış bir insan tipidir. Birkaç otobüs polisi “gelsinler bakalım” diye karşılayan bir iç güven döneminden, gösterici, polis oranının onda biri olduğu günlere gelinmiş ve aynı devrimci tipi, bütün bu süreçler boyunca hem psikolojik olarak ezilmiş hem de belli bir ölçüde sağlamlaşmıştır. Yalnızca kendi somut devrimci pratiğimiz bakımından değil, genel siyasal ortam ve kitlelerin ruh hali bakımından da aynı şey söz konusudur dönemin birçok politik gelişmesi, pratikte çalışan devrimci insanın moralini yükseltecek şeyler değildir. Eğer doğru bir ideolojik zemine sahip değilseniz, herhangi bir tren istasyonundaki insanların anlamsız, bezgin yüzleri otobüste kulak misafiri olduğunuz konuşmalar, genç insanların lümpenlikleri bazen insanı gerçekten umutsuzluğa sürükleyebilen izlenimler olabilmektedir.
Örnekler çoğaltılabilir ama gereksiz. Hepimizin aslında gayet iyi bildiği şey, bütün bu süreçlerin bir yandan insanları (en azından bir bölümünü) olgunlaştırdığı diğer yandan da ciddi yıpranmışlıklar yarattığıdır.
Bu, ancak tarihin sıçramalı ve sarmal gelişim yasasını kavradığımızda üstesinden gelebileceğimiz bir sorundur ve dahası bu kadarı da yetmez, çünkü yasa da aslında kendiliğinden işlememekte, ancak bizim varlığımız ve çabamızla anlam kazanmaktadır. Bu irade ve çabayladır ki, varılacak bir eşik noktasından söz edebiliriz. Orası, suyun önünün artık açıldığı yerdir, olgular tersine dönmeye başlamıştır.
İnsan unsuruna geldiğimizde ise aynı zamanda özeleştiri anlamını da içinde
barındıran bir eleştirel tutum, kesin bir gereklilik olarak önümüze çıkar. Bütün o yakınmaları, burun kıvırmaları bir yana bıraktığımızda, yine de ortada bir düzey düşmesi, “dava adamı” pozisyonundan bir geriye kayma olduğunu reddedemeyiz. Belki abartılı bulunabilir ama düşük yoğunluklu devrimcilik olarak teşhis edilebilecek bir durum, son yıllarda devrimci politik ortamı büyük ölçüde etkiler hale gelmiş ve yeni bir süreci inşa etme göreviyle karşı karşıya olan Türkiye devrimci hareketi, dayandığı insan malzemesi bakımından da önemli ölçüde sakatlanmıştır.
Her şeyden önce sosyalist ideolojinin hayatın bütününe ilişkin bir şey olduğu düşüncesi zaman içersinde belli bir erezyona uğramıştır. Toplumsal davranışların ve örgütlenme biçimlerinin olduğu kadar insanın kişisel bütünlüğünün de parçalanması üzerine kurulan uzlaşmacı tavır, aşama aşama devrimcilerin hayatlarına sızmış, ayrı ayrı bölmelerden oluşan yaşamların devrimci faaliyete eklemlenmesinin tipik örneklerine rastlanmıştır.
Gerçekten de Marksizm bütüncü, kuşatıcı bir ideolojidir ve aynen söylendiği gibi hayatın bütününü kapsayan, insan davranışlarının tamamını yönlendiren ve basitten karmaşığa her birey özgülünde yeni bir zenginlik olarak kendini üreten bir düşünme ve üretme biçimidir. Marksizm, birazcık öğrenilip hayatın bir köşesinde uygulanabilecek bir tür teknik bilgi, bir iş kılavuzu değildir. Marksizm, kendi geleceğini insanlığın geleceğine ve sosyalizm ütopyasına bağlamış olan devrimci insanın, hayatının her anında ve her alanında içselleştirilmiş bir olgu olarak yaşadığı bir sürekli akış ve gelişme temposunun adıdır. Onu birazcık öğrenip birazcık uygulayamazsınız, bireyin yüce özgürlükleri adına bir yerde şöyle bir başka yerde böyle davranamazsınız. O, sizi düşünme tarzıyla, ahlaki ilkeleriyle, davranış biçimleriyle kuşatır, sarmalar.
Devrim için savaşmayana sosyalist denilmez’in anlamı aynı zamanda 24 saatin bütününü kapsayan bir devrimci yaşamdır. Gerçekten de, bütün toplumun üstüne yüklenerek soluk borularını, gözeneklerini tıkayan çamur tabakası çoğu kez farkına varılmaksızın devrimcilerin hayatlarına da sızmakta ve yaşamın günlük düzenlenişinden düşünme biçimlerine dek uzanan ciddi bir düzey kaybını ortaya çıkarmaktadır.
Mesele sağa sola sapmadan ve hiçbir teorik kavramsal dolambaca girmeden yanıtlanması gereken şu soruyla ilgilidir, nasıl yaşayacağız ve yaşamdan ne bekliyoruz?
Gerçekten de süreç boyunca, günlük devrimci faaliyetlerinin kotasını rutin biçimde dolduran ve sonra akşamüstünden itibaren dolunay görmüş kurt adam gibi başka bir kimliğe bürenerek artık kendi gerçek hayatını yaşamaya başlayan bir devrimci tipi, siyasi yelpazede oldukça geniş bir alanı kaplamıştır. Yarı deli bir biçimde, normal yürüme, konuşma, mekan değiştirme, insan örgütleme, ölçütlerini zorlayan, devrimciliği kendini sakınmadan yapılan bir iş olarak algılayan insanın yerine normalleşme, vitesin düşürüldüğü koşullarda, kendini zorlamadan, yapacaklarını normal hayatın içinde bir yerlere, Lenin’in hazım zamanları dediği saatlere sıkıştırarak yapılan işlerin toplamı anlamına gelmiştir.
Bu, ömrünün geri kalanını küçük kardeşlerine, yeğenlerine zevzekçe öğütler vermekle tüketen eski devrimci abilerin yaptığı “ahlaksız teklif”in kabülüdür, insan onsekizinde onsekizini yaşamalı. Oysa herkes bilir, herkesin kendi normal yaşamını sürdürdüğü bir ülke, asla devrim yüzü göremez ve yalnızca siyasal tarih değil, aynı zamanda edebi, bilimsel, tarih de her zaman kendi yaşıtlarının yaptığı normal şeylerden uzak duran, bu konudaki öğütleri elinin tersiyle iten insanlar tarafından yazılmıştır. Geçmişin devrimci kuşakları üzerine yapılan tuzukuru ukalalıklar, bu yüzden çoğu kez boş laflardan ibarettir.
Bütün gevezelikler bir yana, yukarıdaki soru, hiçbir zaman değişmez, “Yaşamdan ne bekliyoruz?” Ve bu soruyu sorduğumuz her yerde, biliriz ve bilmek zorundayız ki, devrimcilik, evet, bir kısıtlılık halidir. Bu kısıtlılık gibi görünen şey, öte yandan bireyin iç dünyasında büyük bir özgürlük alanıdır belki, ama fiiliyatta yine de kısıtlılıktır.
Oysa öte yandan insanın önüne açılan, yeni bir yaşam alanı, yeni bir ilişki düzeyidir. Yine de devrimcilik bir yaşam tarzı olarak oturuncaya dek, bir kısıtlılık olarak görülür. Bu anlamda, bazen bize her şey çok rasyonel görünmeyebilir, bazen bu yüzden acı çektiğimiz de olur, bazen görmek istediğimiz insanları göremez, yapmak istediğimiz güzel şeyleri yapamayız. Ve en önemlisi bazen, bütün bu yapmaktan vazgeçtiklerimizin nihai amacımıza değip değmediği üzerine son derece insani kuşkular bile besleyebiliriz.
Özgürlükten yoksun olmak kuşkusuz can sıkıcıdır ama öte yanda bu ülkenin sokaklarda yaşayan sahipsiz çocukları, açlıkla boğuşan insanları ve dünyanın öteki köşelerinde bombalarla parçalanan bebekleri de can sıkıcıdır. Ve siz orada, nasıl ve ne için bir hayat sorusuyla yeniden karşılaşırsınız.
Çünkü devrimci çalışma, somuttur. Bütün bir yaşam boyunca ve o yaşamın her saniyesinde bugün olduğumuz yerden ne kadar ileriye gidebiliriz düşüncesi zihnimizdedir. Bunun vebali sırtımızdadır. Yani, antiemperyalist cephenin bugünkü güçsüzlüğü, Irak’ta daha çok insanın ölmesi anlamına gelir, devrimci çalışmanın bugünkü geriliği mahallelerde daha çok yozlaşma ve gençlerin yok oluşu, kaybı demektir. devrimci yapının bir an önce hareket edebilir seviyeye gelememesi kanlı katillerin huzur içinde yaşamaları demektir. Sendikaların bir an önce devrimci bir çizgide kitleselleşmemesinin sonucu, bütün sosyal hakların kuşa çevrilmesinin hızlanması ve hastane kapısında can veren insanlardır. Hayat böyle akar, sizi beklemez ve siz geciktikçe yalnızca acılar artmaz, yapmanız gerekenlerin listesi de daha fazla kabarır.
Evet, örgütlü hayat kısıtlı hayattır. Hiç yumuşatmaya gerek yok, vazgeçişler ve bağlanışlar içiçe geçer, birbirini iter ve çeker. Bu topluma örnek olmalıyız.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder