18 Aralık 2009 Cuma
ALEVİLERİN PARTİLERLE MUHABBETİ ÜZERİNE
Ali Rıza Aydın.
irizaaydin@hotmail.com
10 Aralık 2009.
Hey erenler pazarım var
Hal ehline hal satarım
Terazim tartım bulunmaz
Doyumuna bal satarım
“Ezilenlerin Pedagojisi” adıyla dilimize aktarılan Paulo Freire’nin kitabı, son dönemlerde en çok etkilendiğim eşe dosta okumalarını önerdiğim kitapların başında gelir. Yazar kitabında, ezilenlerin eğitiminden neyin anlaşılması gerektiğini, ezilenlerin oluşturduğu hareketlerin içindeki muhtemel parçalanmaların nasıl egemenlerin işine yarayacağını , ezilen hareketinde görülecek sekterlik eğilimlerini inceden inceye inceler. Kitabı okuyunca, yoksulların eğitilmesinin, sadece onlara okuma yazma öğretmek yada onları meslek kurslarında uzmanlaştırmaktan geçmediğini bunun onlara soru sormasını, hayatlarında karşılaştıkları her şeyi sorgulayıp içlerinde muhakeme etme alışkanlığını kendilerine kazandırmaktan geçtiğini düşündüm. Yaşadıkları, yaşamlarında karşılaştıkları her şeyi, muhakeme edip sorgulayarak, onu bir üst boyutta geliştirip yeniden üretmek sanatçı ile zanaatçıyı, aydın ile eğitim görmüş teknokratı da birbirlerinden ayıran aralarındaki ince çizgiyi de gösteren bir şeydir. Teknokrat yâda zanaatçı bir alanda çeşitli eğitim kurslarından geçip, o mesleği öğrenmiş, o işi yapan kişidir, aydın yâda sanatçı ise var olanı sorgulayıp, onu içinde değerlendirerek, onu aşan, onu daha üst bir boyutta geliştirerek yeniden yaratan kişidir. Öyleyse ezilenlerinde bir aydın gibi sorunlarını sorgulamayı öğrenmesi gerekir.
Tarihsel olarak Kızılbaş yâda Alevi denilen kitlenin, çağıyla çağdaş, hatta çağını aşan ilerici insanlar olmalarının nedeni de, işte bu sorgulama yöntemini, bir hayat tarz olarak, yaşam felsefelerinin başına geçirmiş olmalarıdır. Bunlar buna “Batın ilmi” diyorlar. Batın ilmi felsefecilerin batinilik dedikleri ekolün Kızılbaş -Alevi söylencesindeki adıdır. “Batın ilmi dediğiniz şey ne” diye, babama sorduğumda “görünenin arkasındaki gerçeği görmek, yâda görünenin içinde gizlenen gerçeği aramak” demişti. Bu huylarından dolayı Kızılbaşlar her şeyi inceden inceye sorgulayıp bunları deyişlerinde işlemişler. Edebiyat fakültelerinde, “Alevi - Bektaşi Tekke Edebiyatı” diye işlenen, bu şiir geleneğinde “Şathiye” diye bilinen deyişler bu Tekke şairlerinin batini yanlarının bir ürünüdür. Şathiye şiirleri, Sünni din anlayışını alaylı biçimde yeren, onu bir anlamda ti’ye alan şiirlerdir. İsmet Zeki Eyüboğlu “Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar” adlı kitabında bunları anlatır. Aslında yazarın “Türk şiiri dediği şey özünde “Kızılbaş -Alevi -Bektaşi Tekke Şiiridir”.
Kızılbaş- Alevi kitle, batinilik dediğimiz bu sorgulayıcı yanından dolayı, yani-yenilikçi, ilerleyici düşüncelere hep açık olmuşlardır. Bu yüzden Namık Kemal'den Ziya Paşaya yenilikçi hareketlerin içinde hatta onların önderliğinde bu toplumdan insanlar öne çıkmıştır. Örneğin bu topraklarda Masonluğun, yâda sol - Sosyalist düşüncelerin ilk örgütleyicileri arasında bu toplumdan insanların fazlaca olması, hatta genel olarak bu toplumun bunlara ilgi duyması yine bu toplumun batini sorgulayıcı, yeniliğe açık olma özelliğinden dolayıdır.
Birinci Paylaşım Savaşında, Osmanlı İmparatorluğu yenilip parçalanmaya başlayınca, bu durumdan çıkış yada bir kurtuluş yolu arayışında bulunanların içerisinde Alevi Bektaşi düşüncesinden insanların olması gayet doğal bir şeydir; aksini düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Osmanlı Ülkesi, Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilmeye başlanınca, O zamanlar Alevi Bektaşi kitlesinin önderi konumundaki Cemalettin Çelebi (doğumu T: 1862- Ölüm T:1921) oluşturduğu bir askeri birlikle Kars civarlarına giderek Rusya'nın ilerlemesini durdurmaya çalışır, Rus işgalci birlikleriyle savaşır. Bu dönemlerde, çok etkin olan Cemalettin Çelebi üzerinde önemle durulması gereken önemli bir şahsiyettir .
Cemalettin Çelebi, Amasya'da Mustafa Kemalle görüşen gurubun içindedir. Sivas kongresine katılır. Bunu anlatan bir şiirde vardır. Mustafa Kemal'de Sivas Kongresinden Ankara'ya gelirken, 23 ile 24 Aralık 1919 tarihlerinde Hacı Bekdaş ilçesine uğrayıp Cemalettin Çelebi ile görüşür. Bu görüşmede Cemalettin Çelebi, bu hareketin başarıya ulaşmasından sonra, Cumhuriyetin kurulması gerektiğini düşündüğünü söyleyip, Mustafa Kemalin bu konudaki düşüncesini sorar, bu konuyu konuşurlar . Cumhuriyet sözünün anıldığı ilk yer belki de burasıdır.
Cemalettin Çelebi, Koçkiri kırımını görüp, Dersim kırımını görmeden 1921 de bu dünyadan göçüyor. 3 Mart 1924 de Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyor, 30 Kasım 1925 de Alevilerin eğitim merkezleri olan Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin kapatılmasını emreden meşhur 677 sayılı kanunu çıkarılıyor. Bu kanunla Aleviliğin din hizmetlerini yürüten dini önderleri olan Dedelik ile Çelebilik gibi sıfatlar yasaklanırken, aynı kanunla kapatılan “Tekeler ile zaviyelerin”, “cami veya mescit” olarak kullanıla bileceği söyleniyor.
Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, Aleviler Cumhuriyeti desteklemeye devam ediyorlar; iyide ediyorlar . Bunu iyice anlayıp bilince çıkarmak için, Cumhuriyetin içinden çıktığı Osmanlı Toplumundaki Kızılbaşların -Alevilerin durumunu iyice anlamak gerekir.
Anadolu'da halk birine intizar edeceği, yani Bed dua edileceği (karış vereceği) zaman “Defterin Dürüle” deler. Defterin dürülmesi şu manaya gelir: Osmanlı Devleti Kızılbaşları araştırıp fişleyerek bir deftere kaydederdi. Bu defterlere kaydedilenler öldürülünce bu defter dürülüp raflara kaldırılırdı. Deftere kaydedildiğinden endişe eden halk bu yüzden sürekli yer değiştirmiş, bir yöreden bir başka yöreye göçerek izini kaybettirmeye çalışmıştır. Baki Öz'ün Hazırladığı “Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeleri” adlı kitapta bununla ilgili aklın alamayacağı, akıllara durgunluk verecek belgeler var. Bunlardan ikisini buraya alıyorum: “Her şeyi bilen sultan, o kavmin uşaklarını kısım kısım ve ad ad yazmak üzere ülkenin her yanına bilgin katipler gönderdiği, yedi yaşından yetmiş yaşına kadar olanların defterleri Divan'a getirilmek üzere buyuruldu. Getirilen defterlere nazaran, yaşlı, genç, kırk bin kişi yazılmıştır. Ondan sonra her yörenin hakimlerine memurlar defterler getirdiler. Bunların gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak öldürülenlerin sayısı kırk bini geçti.”
“Defterdar Ebu'l- Fadl Mehmet Efendi – Selimşâh-nâme, s: 651a.” Defterdar Mehmet Efendi yazdığı bu yapıtını 1. Selim’e sunmuştur. Sayfa: 256.
Yine aynı kitabının Kızılbaş olduğundan kesin emin olunamayanların Kıbrıs'a sürülmesi için şöyle bir genelge var: “ Bozok Beylerbeyine hüküm:
Kızılbaşlıkla suçlanan kişilerin yazıldığı defter suretle gönderilmiştir. Bu kişiler soruşturulsunlar. Kızılbaşlıkları gerçekse, idam edilsinler. Lakin, yalnız ithamla kalmışsa, (Kızılbaş oldukları kanıtlanamamışsa bunlar Kıbrıs'a sürülsün. Yıl 1577”) 30 Nolu Mühimme Defteri No: 488). Defterdar Mehmet Efendi yazdığı bu yapıtını 1. Selim'e sunmuştur. Sayfa 63.
Kitaplar böylesi belgelerle doludur. Ancak Türkiye de okumuş yazmış sınıf, (bunlara aydın demek içimden gelmediğinden böyle diyorum) bunları önemsemediği gibi bunları katliam bile dememiştir. Buna ilginç bir örnek vererek bu konuyu kapatacağım. Cahit Öztelli Alev – Kızılbaş edebiyatının ürünlerinin toplanıp kitaplaştırılmasına büyük emeği geçmiş, bundan dolayı paralar kazanıp ün sahibi olmuş, bu alanda ciltler dolusu kitabı olan, yinede emeğine saygı duymamız gereken bir kişidir. “BEKTAŞİ GÜLLERİ” adlı kitabının başında şöyle diyor: “... Şahların çıkardıkları ayaklanmalar devleti zor durumlarda bıraktı. Sonunda Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail, Çaldıranda karşılaştılar. Şah yenildi. Yavuz, Anadolu'da büyük bir temizliğe girişti. Kırk bin Alevi’yi kılıçtan geçirdi. Ama Şahların öfkeleri dinmedi, on altıncı ve on yedinci yüz yıllarda da sürdü. Yer altı çalışmaları hiç bir zaman durmadı.” Nazarı dikkatinizi cezb ederim, kendini Osmanlının Devamı gören devletin okullarında şekillenen kitle burada bir katliam görmüyor burada “büyük bir temizliğe girişilmiş” bu temizliğin gereği olarak ta “Kırk bin Alevi kılıçtan geçirilmiş” tir diyor, durumu böyle görüyor, ne dersin işte gerçek bu.
Anadolu'dan Kızılbaş olduğundan kuşkulanıldığı için sürülen bu insanlar gittikleri yere “kendilerini de götürmüşler” oralarda Kızılbaşlıklarını yaymışlardır. Bu, bugünlerde sanki Kızılbaşlar Osmanlının öncü, işgalci birlikleriymiş gibi anlatılıyor. İnsan gittiği yere kendiyle beraber tüm değerlerini de götürür. Kızılbaşlarda, zorunda kalıp gittikleri bu yerlerde, kendi inançlarını yaşayıp oralara da bunu yaymaya çalışmışlardır. Kısaca durum budur. Örneğin Arnavut ulusunun ulusal bağımsız mücadelesini Osmanlı Devletine karşı yürüten ulusal önderlik Bektaşı olduğundan, bir yandan halka Arnavutça öğretirken bir yandan da Kızılbaş -Alevi edebiyatının dili olan Kızılbaş ozanların Yunusun, Kaygusuz'un, Pir Sultan'ın Hayatayi'nin dilini öğretiyorlardı; işte bu günlerde bu dile Türkçe deniyor. O günlerde bu dili, Osmanlı hanedan ailesinin asil zadeleri ile onun etrafında oluşan yönetici sınıf, asla mı asla konuşmazdı, ayrıca devletin resmi kurumlarında, örneğin Enderunda da, bu dil konuşulmazdı; peki bu dil nerede konuşulurdu, bu dil “anlamadıkları duaya âmin dememeyi” ilke (düstûr) edinmiş olan Kızılbaşlarla, onların tekkelerinde konuşulurdu.
Cumhuriyet döneminde, defteri dürülmekten kurtulan Kızılbaş-Alevi kitlesi, her şeye rağmen Cumhuriyete dört elle sarılır. Belki bunun bir nedeni de, yakın tarihlerinde, yaşadıkları o korkunç anılarının belleklerinde ki tazeliğini koruyor olmasıdır. Anadolu tarihinde, Alevi kıyımın en çok, en vahşice yaşandığı tarih1826 da ki “Vaka-yi Şerriye' denen olayla başlar; bu dönemin anıları cumhuriyetin kurulduğu sıralarda henüz bilinçlerdeki tazeliğini korumaktadır. Cumhuriyet, bunca acılar çekilerek yaşanılmış olan Osmanlı vahşetinden kurtuluşun bir simgesidir, Aleviler bunun tarihsel önemini herkeslerden daha fazla anlayıp hissetmişlerdir; işte bu yüzdende Cumhuriyete dört elle sarılmışlardır. Bunu yapmakta yerden göğe kadar haklıdırlar. Bunu anlamazlıktan gelmek tek kelimeyle gaflettir.
Şimdi bu kısa açıklamadan sonra Alevilerin Partilerle ilişkileri üzerine muhabbete geçe biriz.
Partiler bahsine geçince, şöyle kısa bir açıklama yapmalıyım: Türkiye'de resmi olarak kurulan ilk parti CHP diye bilinir. Bu bir anlamda doğru değildir, şöyle ki: Cumhuriyetin kurucu iradesinin önderi olan Mustafa Kemal, ihtiyaç duyduğu şeyi, ihtiyacı olduğu sürece kullanıp, ihtiyacı bitince de onu “şık” bir hamleyle devre dişi bırakabilme “yeteneğine” sahip biridir. Bu özellik, devlet yönetme kabiliyetinin nişanesi olarak değerlendirilmelidir; devletler böyle yönetilirler. Örneğin Türkiye Cumhuriyetinde resmi olarak kurulun ilk parti diye anabileceğimiz parti, “resmi” Türkiye Komünist Fırkasıdır,18 Ekim 1920'de kurulmuştur; bu diğer Komünist Partisiyle yada komünist teşkilatlarla karıştırılmamalıdır. Osmanlı Devlet geleneğinde, yoksullara öncüsünü şaşırttırmak için, böylesi şeyler hep yapılırdı . Bunun üzerine uzun yorumlar yapılabilinir ama konumuz bu değil. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Cumhuriyet Halk Fıkrası (CHF)” adıyla 9 Eylül 1923 de kurulmuştur. Tek parti dönemi 1946 Demokrat Partinin kurulduğu döneme kadar sürer. İkinci paylaşım savaşından galip gelen devletlerin yönetim şekillerinin, çok partili yada çok partiyle yönetilen demokrasiler olmasının bir zorlamasıyla, milli şef döneminde devletin âli menfaatleri için çok partili sisteme geçilir. Cumhuriyet Halk Partisinden sonra, bu partinin içinden çıkan bir gurup insan tarafından 7 Ocak 1946 da Demokrat Parti (D.P) kurulur.
Tek parti döneminde, Alevilerin CHP'li olduğundan söz etmek ne kadar doğrudur hatta böyle bir şey söylene bilinir mi bilemem. Çünkü Alevi kitlesi o tarihlerde genelde köylerde oturmaktadır, partilerse teşkilatlanmalarını şehirlerde kasabalarda yapmakta idiler. Alevilerin köylerden şehirlere göçüp şehirlere yerleşmeye başlaması 1950 ler den sonradır. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi, Almanya'da Nazilerin yükselişe geçip, iktidarı aldıkları dönemlerden, ikinci Paylaşım Savaşının sonlarına doğru, Almanya'nın yenileceğinin anlaşılmasına kadar, Almanya'daki Nasyonalist politikadan etkilenip öylesi bir politika izlemiştir. Bu gerçek, gerek o günlerde yayınlanan Cumhuriyet gazetesindeki yazılara, gerekse CHP’nin yayınlarına bakılınca apaçık görülür. Örneğin 4 Aralık 1954’te, Sabiha Sertel ile Zekeriye Sertelin yayınladığı, Sosyalist eğilimli TAN Gazetesinin, sivil bir halk hareketiyle basılıp talan edilmesini CHP yaptırmıştır . Nazım Hikmet “Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim” diye başlayan o ünlü şirini bu olaydaki CHP yi anlatmak için yazmıştır; şiirin sonunda kastettiği parti CHP’dir. 72 millete bir nazarla bakan, yüreğinde tüm insanlığa karşı aynı sevgiyi besleyen Alevilerin milliyetçi (Nasyonalist) bu politikayla ortak bir yanları yoktur, olamazda; olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Cumhuriyet Halk Partisinin 1923 de kurulduğu günden 1946 yılında Demokrat Partinin kurulduğu güne kadar geçirdiği hayatı iyice incelendiğinde, görülecektir ki bu dönemde Alevinin varlığından bile söz edilemez. Bu dönemde seçilen CHP milletvekilleri içinde Alevi kökenli kaç kişi olmuştur diye akademik bir araştırma yapılsa ilginç sonuçlar çıkabilir.
Ayrıca burada vurgulayarak önemle belirtmek isterim ki, Birinci Meclisi sona erdiren 1 Nisan 1923'te, milletvekilli seçimlerinin yapılması kararı alındıktan beş ay sonra 9 Eylül 1923'de, Cumhuriyet Halk Fıkrası kuruluyor. Seçim kararı alındıktan sonra, seçimleri düzenleyecek komisyon toplantısında kararlaştırılan, 15. madde ile belirlenen ilginç bir kararla köklü bir değişikliğe gidiliyor. Bunu Prof. Dr. İhsan Güneş, “Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı (1920-1923)” adıyla, Türkiye İş Bankası Kültür yayınlarınca basılan doktora tezinde şöyle belirtiyor: “Köklü değişiklik 15. maddede yapılmıştır. Komisyon Türkiye Devleti Halkından olan kişilerin milletvekili olabilecekleri görüşünü kabul ederken, kimlere Türk Devleti halkı denileceğinin de seçim yasası ile değil yurttaşlık yasası ile saptanacağı görüşünü benimsemiştir. ” denmektedir. O tarihte Sünni olmayan, yani Alevi olduğu bilinen kişiler Türkiye Devleti Halkından sayılıyor muydu bilmiyorum. Bu konuda çitti kuşkularım var. Bu konuda düşündürdüklerimi, Türkiye Milliyetçiliğinin oluşum sürecini inceleyeceğim yazımda inceleyeceğim yâda tartışacağım. Dikkatinizi çekmek istediğim gariplik şu: milletin yada halkın devleti diye düşünülmüyor da, tam tersine Devletin Milleti - Devletin Halkı diye düşünülüyor, çarpıklıkta burada. Burada konunun şu kadarını söylemekle yetinelim. Türkiye’deki Devlet Milliyetçiliğinin kurucusu olan Yusuf Akçura Türk Tarih Kurumunun başkanı olarak yazdığı 1928 yazılarında “ilk ‘Türk Şâiri’ sayılacağını söyleyip müjdeledikleri” şair olarak Memed Emin beyi gösterir. Yusuf Akcura yine aynı yazıda Memet Emin beyin “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” şiirinden şöyle bahseder: “Ahmet Hikmet bey, Müslüman Türkün Tanrısına öz diliyle ilk hitabı olan “Yakarış”ını … göklere doğru yükseltir. ” Bu apaçık gösteriyor ki Yusuf Akcura Kızılbaş –Alevi edebiyatının, bu dille yazılan şiirlerini Müslüman Türkün şiiri olarak görmüyor. Yoksa Yunus’un, Kaygusuz’un, Pir Sultan’ın, Hatayı’nın vb nice ozanın, bu dille yazılmış bunca şiirlerini bilmemesi mümkün değildir.
Burada konu dışına çıkma tehlikesi de olsa şu gerçeği söylemezsem çatlayıp ölürüm: Kendini Osmanlı Devletinin devamı olarak gören yeni devletin öncü kadrosu, Şah İsmail (Hatayi) önderliğinde Kızılbaş Türkmenlerin kurduğu Safevi Kızılbaş devletini Türk devletleri sınıfına sokmaz. Bundan dolayı Cumhur Başkanlığı forsunda tarihte kurulmuş Türk Devletleri bir yıldızla temsil edilirken buraya Safevi Devletini temsilen bir yıldız konulmamıştır. Örneğin bu anlayışın bir sonucu olarak, Anıl Çeçen'in “Türk Devletleri” adlı 562 sayfalık kitabında, gıldır gücük, akla hayale gelmeyen bir sürü devletten söz edilir de, koskocaman Şah İsmail'in önderliğinde kurulan Safevi Kızılbaş Devletinden söz edilmez, o yoktur . Şu gayet açık bilinmelidir ki Şah İsmail Hatayi’ye ters bakanlar Aleviliği düzgün göremezler. Bu bir bilgisizliğin yâda unutmanın sonucu değildir, bu ciddi bir eğitimle sağlanan cehaletin sonucudur.
Bence Demokratik Alevi Hareketi devletten istemleri içine Şah İsmail Hatayi’nin kurduğu Safevi Kızılbaş Devletinin, Türk Devleti olarak tanınıp, Cumhur Başkanlığı forsuna bunu temsilen bir yıldız konmasını önemli bir talep olarak koymalıdır. Bu devlet bilinci açısından, 2 Temmuz Katliamının yaşandığı Madımak Otelinin müze olması kadar önemlidir; belki ondan bile daha önemlidir. Bunu önerimi Alevi hareketinin önderliği önemle incelemelidir. Bu Nazım Hikmetin Hacı oğlu Salihin Temize çıkma kâğıdıyla bayram etmesi gibi bizi mutlu edecektir (Şiiri yazının sonuna ekleyeceğim.)
Bugün, Türkiye’deki Devlet Milliyetçiliğinin en büyük partisi konumunda olan MHP, eğer sahiden Alevileri anlamak için samimi bir adım atacaksa, buna Partisinin elinde bulunan belediyelerce yaptırılan, Devlet Kurmuş Türk Büyüklerin heykellerinin konduğu parklara, Şah İsmail Hatayi’nin de heykelini koyarak başlamalıdır. Şu gayet iyi bilinmelidir ki Şah İsmail Hatayi ye yanlış bakılarak, Kızılbaşlık Alevilik düzgün görülemez. Bu gayet iyi bilinmelidir.
Burada şu kanımızı da söylemeden geçmeyelim: Ben “Birinci Meclisin fes edilip Meclisteki vekillerin yenilenmesini “Lous Bonaparte'nin 18 Brumaires'i” gibi şık bir manevrayla özellikle ikinci gurubun tasfiye edilmesi olarak görürüm. Bu görüşmeler sırasında Durak bey diye biri, seçimler de “Birinci Meclis üyelerinden kimsenin aday olmamasını önermiştir” bu öneri kanunen olmasa da, seçimlerde filen gerçekleşmiştir. Ülke işgal edilince, her türlü tehlikeyi göze alıp, vatanı kurtarmak için, çeşitli dernekler etrafında örgütlenerek, işgalcilere karşı mücadele veren, bu mücadeleleri sonucu oralardan seçilip gelerek meclisi kuran bu insanlar, ülke esenliğe çıkınca böylece bir kenara atılmışlardı. Buna Fransız ihtilal’ında Termidor denmiş, bence Cumhuriyetimizin Termidoru da böyle gerçekleşmiş. Bundan sonra eski Osmanlı devletinin ileri gelenleri yeni giysiler içinde sahneye çıkarak işe el koyarlar. Bugün devletin çekirdeğini oluşturan kurumların kendini sunuşuna bir bakın, örneğin polisin kuruluşunun, ordunun kuruluşunun tarihlerini ne zaman başlattığına bakınız Osmanlının devamıyız diyorlar. Hâlbuki Cumhuriyet geçmişten köklü bir kopuş yeni bir şeyin doğuşu sanılmıştı. Burada yeni giysiler içinde eskinin ruhu hep kendini hissettirmiştir. Ama mevzu buranın sınırlarını aşacak kadar geniş, kapsamlı bir mevzudur.
Burada tavsiye edilenlerin kimler olduğunun iyice anlaşılması için, İbrahim Bahadır'ın “Cumhuriyetin Kuruluş Sürecinde Atatürk ve Aleviler” adlı kitabından bir bölüm daha aktarmak istiyorum: “... Meclisin yenileneceği sırada Mustafa Kemal gizli istihbarattan Bektaşi olan Hüsamettin Ertürk'ü yanına çağırarak ona, “Büyük Millet Meclisi'nde ikinci guruba ait mebuslar muhalefeti artırdılar, her türlü akıl ve havsalanın almayacağı şeylere dil uzatıyorlar. Bu sebeple nazik devirde Meclis'i yenilemeye karar verdim. Yakında girişimlere başlayacağız. Fakat İstanbul'daki din mensuplarını; Bektaşileri, medrese hocalarını, kürsü vaizlerini bu Kırşehirli Cemalettin Efendi kandırmış, bütün Alevilerin reyini ona vereceklerini haber aldım. Sen Bektaşi'sin, göreyim senin Bektaşiliğini, hemen kalk İstanbul'a git, bunların arasına gir, bizim maksadımızı anlat, onları bizim tarafa kazan”der. Bu arada Cemalettin Çelebi (Ulusoy) 1921 de Ölür yerine geçen küçük kardeşi Velayettin Çelebi abisi kadar tecrübeli değildir, sora seçimlerde Mustafa Kemalin desteklenmesini isteyen o meşhur bildirisini yayınlar. Cemalettin Çelebinin nasıl öldüğünü inceleyen olmamış, olduysa da ben görmedim ama aile üzerinde baskılar olduğu biliniyor Velayettin Ulusoy bunu Oral Çalışlara mülakatında söylüyor.
Aleviler çok partili sisteme geçilmesiyle beraber, ikinci paylaşım (ikinci Dünya) savaşından kaynaklanan sıkıntılarının da kızgınlığıyla CHP den hızla uzaklaşıp Demokrat Partiye (DP) oy vererek onun iktidara gelmesine yardım ederler. Yusuf Ulusoy gibi Aleviliği ayan beyan bilinen kişiler DP milletvekili olurlar. O dönem Alevi aileler çocuklarına Menderes ismini vermeye başlar, Alevi köylerinde İsmet adı yok gibidir.
Demokrat parti iktidara gelince şeriatçı gericilik güçlenmeye başlar. Demokrat Parti iktidarı boyunca izlenen politikalar, bu şeriatçı gericiliği güçlendirir, şeriatçılar azgınlaşır. Ezan Arapçaya çevrilir, Menderes seçim konuşmalarında kendini dinlemeye gelen kalabalıklara “siz isterseniz şeriatı bile getirirsiniz” diye onları şımartır. Menderes Hükümetinin bu icraatları, Alevileri korkutup onların DP karşısındaki CHP ye kaymasını sağlar. Alevilerin ünlü ozanı Ali İzzet Özkan, DP hicveden, onu desteklemekle ne kadar yanıldıklarını anlatan bir şiirle Alevilerin duygularına tercüman olur.
27 Mayıs 1960 da darbe olur, Demokrat Parti kapatılır 1960 Anayasası kabul edildikten sonra yeniden patiler kurulmaya başlanır. Aleviler Menderesin asılmasını asla tasvip etmezler. Menderese üzül ağlarlar.
13 Şubat 1961 de bugün birinci TİP diye anılan İşçi Partisi kurulur.
Dönem SSCB ile ABD arasında soğuk savaşın yaşandığı bir dönemdir. Küba devrimi olmuştur, bu Vietnam'dan yükselen devrimci bir dalga ile birleşince, devrim coşkusu önüne geçilemeyecek bir şekilde bütün dünyada gelişmeye başlar. Dünyada yükselen bu devrimci dalga ile devrimin coşkusu gün geçtikçe yayılmaktadır. Bu bütün dünyada solun gelişip serpilmesine yol açar. 68 gençlik hareketlerinin nedeni budur.
Nazım hikmet işte bu dönemde, 1961 yazı ortalarında Fidel'in Che'nin Küba'sına gider, gördüklerinden müthiş etkilenmiştir, duygularını Ressam dostu Abidin Dinoya o meşhur şiirinde şöyle anlatır: “Sen mutluluğun resmini yapa bilir misin Abidin. / İşin kolayına kaçmadan ama /Al yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğinkini değil / Nede ak örtüde elmaların / nede akvaryumda dolaşan kırmızı balığınkini / sen mutluluğun resmini yapabilir misin / 1961 yazı ortalarındaki Küba'nın resmin / Çok şükür, çok şükür bu günüde gördüm / ölsem gam yemem gayrının resmini yapa bilir misin üstat” der.
Devrim rüzgârı, Devrimin yarattığı sol dalga kartopu gibi büyüye büyü bütün dünyayı sarmaktadır. Bu Fransa'ya 1968 gençlik hareketleri olarak yansır; oradan da bize geçer. Türkiye İşçi Partisi güçlenmektedir yüzde üçün ( % 3 ün) üzerinde bir oy alarak parlamentoya girer. Parlamentodaki TİP milletvekillerinin her konuşması olay olur, toplumu sarsar. TİP'in gençlik hareketi şeklindeki gençlerin mücadelesi yükselmeye başlar, FKF (Fikir Kulupleri Federasyonu) kurulur. Alevilerden TİP’e bir meylediş bir kayış vardır. Egemen güçler TİP'in bu ilerleyişini durdurmak yada bunun önüne geçmek için harekete geçerler. TİP’in gelişmesini durdurmak için yapılan çalışmalarından, üçünün etkisi, bu günlere kadar sürmüştür, bunlardan kısaca bahsetmeden geçersek, konuyu eksik anlatmış oluruz. TİP zayıflatan, bir anlamda TİP den bu günlere miras kalmış olan, üç olgudan söz etmeliyiz, bunlar kısaca şöyle sıralana bilinir: yılların devlet partisi olan CHP'nin, kendini ortanın solunda olduğunu ilan etmesi, yada kendini öyle tanımlaması. Alevilerin TİP kaymasını önlemek için bir Alevi partisinin, yani Birlik Partisinin kurulması, sonuncusu da sosyalizme kayıp devletin, Kemalizm’in etkisinden uzaklaşan TİP deki kitlerin özelikle de militan gençliğin, tekrar orduya, Kemalizm’e yaklaşması için icat edilen Milli Demokratik Devrim (MDD) tezidir.
Devleti kuran, yılların devletçi Kemalist partisi olan bildiğiz CHP'nin, kendisini ortanın solundayım deyip, kendini solcu ilan ederek, Sosyal Demokrat olduğunu söylemesinin asıl toplumsal baskısı TİP yükselişidir; bunu anlatmaya gerek yok sanırım. Buna ihtiraz edip, tartışma ihtiyacı duyacak olan sanırım olmaz, ama diğer ikisini tartışıp biraz irdelemeliyiz galiba.
1970 yılında, Necmettin Erbakan'ın kurduğu Milli Nizam Partisinden 4 yıl önce, 17 Ekim 1966'da bir Alevi partisi olarak (Türkiye) “Birlik Partisinin” kurulmasının, yeşerdiği iklimi anlamak için yukarıdaki atmosferi iyice anlamak gerekir. Bu ortamı Kelime Ata'nın (Türkiye) Birlik Partisi adlı kitabı çok güzel anlatıyor. Bence politika yapacak herkes bu kitabı incelemelidir. Partinin ambleminde, ortasında bir aslanla İmam Ali, etrafındaki 12 yıldızla da 12 imamlar temsil edilmektedir.
Bu ortam, Alevilere saldırıların yoğunlaştığı, Alevilerin Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisinde kendilerini tam olarak ifade edemeyip, bu partilerin sorunlarına ilgilenmediği gördüğü bir dönemdir, bu ortamda aynı zamanda TİP'nin Alevi kitlesi içinde taban bulmaya başladığı bir dönemdir. Türkiye Birlik Partisi kurulduktan sonra TİP oylarında yarı yarıya bir düşüş olmuştur, apaçık ki bu oylar Birlik Partisine kaymıştır. TBP (Türkiye Birlik Partisinin) kuruluşu sırasında Alevi toplumunun dini önderleri Alevi kitlesinin komünizme kaymasını önlemek için bunu yaptıklarını en yetkili ağızlardan söylemişlerdir . Partinin kurucu genel başkanı Hasan Tahsin Berkman, Genel Kurmay Lojistik Başkanlığında, Genel Kurmay İstihbaratında, Milli Emniyet (Bugünkü MİT) bünyesinde önemli görevler yapmış, ayrıca NATO Kuvvetler Başkanlığında çalışmış tuğgeneral rütbesindeyken emekli olmuş bir kişiliktir.
Şimdi gel gelelim anlatılması sıkıntı yaratacak olan asıl konuya, yani M.D.D’ye.
Türkiye İşçi Partisi (T.İ.P.) Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’i kuran işçi önderlerince kurulur. Bu anlamda tabandan kurulan tek partidir desek abartmış olmayız . TİP kuran işçi önderleri kendilerine ağzı laf yapan aydının birinin önder olmasını isterler. Sonunda üzerinde düşündükleri aydınlardan Mehmet Ali Aybar ismi üzerine birleşirler. Ama Mehmet Ali Aybar ile bir ilişkileri yoktur, evini bile bilmemektedirler. Ama Aybarın Bebekte oturduğunu bilirler sadece. Sonunda Aybarı bulmak için Bebek karakoluna gelir durumu anlatırlar. Bebek karakolundan önlerine düşen bir bekçinin yardımıyla Memet Ali Aybarı evine gelip kendilerine başkan olmasını önerirler: Aybarda bu teklifi kabul eder.
TİP programı, ülkeye Sosyalizmi getirmeyi hedeflediğini, buna işçi sınıfının önderliğinde bir sınıf savaşı sonucu ulaşılacağını belirtiyordu. Bu devrimci mücadelede işçi sınıfının öncü olduğunu, ülke içindeki burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi verilerek bunun sonucu kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalizmin getirileceğini Partinin programının 53. maddesinde açık acık yazmışlardı. Bu partinin (TİP’in) sistemden kopuşunun bir işaretiydi.
Kemalistlerce, kendi güçlerinin dışına çıkma eğilimi gösteren TİP’i tekrar düzen içi güçlerle birleştirmek için, YÖN Dergisi etrafında kümelenmiş Kemalist hareketçe bir teori oluşturuldu; bunun adı Milli Demokratik Devrim (kısaca M.D.D) stratejisiydi. Bu teori devrimci güçler denilen ordudaki millici subaylar ile “Milli Cephe” de birleşip ülkeyi ikinci bir kurtuluş savaşıyla kurtarmayı hedefliyordu.
Çetin Yetkin “Soldaki Bölünmeler” adlı kitabında bu teoriyi şöyle nitelendiriyor: “Konuya daha fazla girmeden önemli bir gerçeği belirtmek gerekir. Gerçekte, “milli demokratik devrim” “şiar’ı” T.İ.P.nin kurulması ile birlikte ona karşı ortaya atılmış ve 14 Kasım 1962 günü YÖN’de Mehmet Doğan imzası ile yayınlanan bir okuyucu mektubunda ilk kez anlamını bulmuştu.” Sayfa 106–207.
YÖN Dergisi Doğan Avcuoğlu tarafından, kendini Kemalist aydınlar olarak gören bir gurup tarafından çıkarılıyordu. Yöncüler önümüzdeki devrimci görevin içerde burjuvaziye karşı mücadele edip Kapitalizmi yıkıp yerine sosyalizmi getirme mücadelesi değil, bu mücadele, Türk vatanını sevenle, vatan satıcıları arasındaki mücadeledir…” “bu mücadele bir avuç asalak dışında Tüm Türk ulusunun mücadelesidir… Ulusal bir mücadeledir” diyordu. Bu ulusal mücadelenin de hem ordu içindeki hem de ordu dışındaki Kemalist kadrolarla “Ulusal Cephede” birleşerek yapılacağını söylüyorlardı. İlgan Selçuk Cumhuriyet Gazetesindeki köşe yazılarında Mili Demokratik Devrimcilere desteklemek için şöyle yazılar yazıyordu: “Devrimci sol eylemi, Türk ordusunu öcü gibi göstererek engellemeye çalışmak hem Atatürk ordusuna iftira, hem de devrimciliğe yakışmayacak bir pısırıklıktır. Ordu, ne faşist bir yönetim aracı, ne Yunanistan’daki gibi Amarikan uşağı olabilir. ‘Ordu Temizdir. …” diyordu. Uğur Mumcu ise aynı konuda şöyle diyordu: “… yolu açacak olanlar ise, bugünkü siyasal partiler değil, asker-sivil aydınlardan oluşan milliyetçi devrimcilerdir. Milliyetçi devrimciler ise, burjuvazinin sol yanı olarak nitelenen bir çevreden çıkan asker-sivil aydınlar toplumudur.”
Fazla bir zaman geçmeden bu teori partiyi de etkiler, T.İ. P. İçerisinden Milli Demokratik Devrim tezini savunan bir gurup çıkar. Başını Mihri Bellinin çektiği T.İ.P. içindeki bu guruplaşmada dönemim tanınmış simalarından Şahin Alpay, Doğu Perinçek; İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Münir Ramazan Aktolga, Yusuf Küpeli, Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi birçok şahsiyet vardır. Parti içinde kısaca MDD’cı diye kendini tanıtan bu gurup Parti içinde epeyce mücadele verdikten sora partiden ayrılarak Aydınlık Sosyalist Dergi (A.S.D) adıyla bir dergi çıkarırlar.
Süreç içerisinde M.D.D. ciler arasında da bölünmeler başlar. Aydınlık Sosyalist Dergiden önce Doğu Perinceğin önderliğindeki gurup ayrılarak, Proleter Devrimci Aydınlık (P.D.A) dergisini çıkarırlar. Mihri Belli’nin başını çektiği Aydınlık Sosyalist Dergiden daha sonra Mahir Çayan'ın başını çektiği gurup ayrılır. Mahir Çayan önderliğindeki bu gurubun Mihri Belli ile özdeş hale gele ASD den ayrılması Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup adıyla 1917 yılında Kurtuluş yayınlarınca çıkarılan bir broşürle duyurulur. Böylece TİP’den MDD savunusuyla ayrılan gurup kendi, içinde de ayrışarak temelde üç guruba bölünür, daha sonra bu guruplarda içlerinde bölünmeler yaşar.
Bu yazı, merkezine MDD tezini koyup bunu inceleyen bir yazı değil, ama merkezine bunu alan yazılar yazıp, Türkiye’deki Sol gelişmeye zarar veren, her şeyiyle yanlış bulduğum, sola hiç bir hayırlı çığır açmamış olan bu MDD teziyle hesaplaşılmalıdır. Ben burada bu günlük, bu sene Kızıl Dere katliamının yıl dönümünde Mahir Çayan’ın Şiilerini yayınlarken yazdığım yazımın bir bölümü buraya alarak yetineceğim. Şöyle demiştim o zaman:
“Sosyalist devrimi savunan TİP içinde, MDD ( Milli Demokratik Devrim) tartışmasını önce Doğan AVCUOĞLU başlatır. Bunu kısaca anlatılırsak şöyle diye biliriz, MDD’ciler önümüzdeki devrim sosyalist devrim değildir, Milli Demokratik Devrimdir, buda millici güçlerle ittifak içerisinde yapılır, bu dönemde sosyalist devrimi savunmak millici güçleri böleceğinden devrim sürecine zarar verir, bu yüzden sosyalist devrimi savunmak yanlıştır der. Sonradan, Dev – Genç adını alacak olan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) TİP içinde başlayan bu ayrışmada MDD tezini destekleyenlerin hâkimiyetine girer. FKF. 1969 da toplanan, dördüncü Kurultayında Sosyalist Devrimi savunanları F.K.F. den atma kararı alarak sosyalist devrimi savunanları F.K.F. den artarlar. Bunun için Oral Çalışlar, Sadun ARAN öldüğünde, Sadun hocayı FKF den atıkları için hata yaptıklarını yazarak üzüntülerini belirtmişti. Mahir ÇAYAN’ın “Toplu Yazıları” adıyla yayınlanan kitabından, küçük bir pasajı buraya alırsak bu konun tesadüfü yada kişisel bir hatadan kaynaklanmadığını görürüz.
Mahir ÇAYAN, Zonguldak’da ki bir toplantıda Sadun AREN ile karşılaşmalarını “Aren Oportünizminin Niteliği” adlı yazısında şöyle anlatıyor. “Sadun Aren’in gerçekleri tahrif edip, söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi anlattığını, YALAN söylediğini ve yarı sömürge – yarı feodal bir ülkede, bir ileri aşamanın devrimini, yani sosyalist devrimi savunmanın, sosyalizme ihanet ve milli cepheyi böldüğü için Amerikan emperyalizmine hizmetten başka birşey olmadığını, nedenlerini açık bir biçimde ortaya koyduk, diğer ülkelerin devrimlerinden örnekler verip, kısaca izah ettik.
Odaya girdiğimizde hayretlerini gizlemeyerek ve burada ne aradığımızı sorarak bu karşılaşmadan müthiş sıkılmış görünen (emperyalizme hizmetten dolayı F.K.F.’den atılmasını önerenlerden olduğumuz için) Aren’i bu, köşeye sıkışmış durumdan Senato’daki sosyalizmin (!) sesi olan Bayan Fatma Hikmet İşmen kurtardı.”. Toplu Yazılar. Say. 12-13. Devrimci Yol yayınları.
“Sosyalist Devrimi savunuyor” diye, TİP’den kopup, Millici Güçler denilen kesimlere yönelmenin bir adı olan MDD yöneliminin, sosyalist saflara gelen insanları yeniden burjuva güçlere yönelttiği, yani düzen içi güçlerin yanına çektiği için toptan yanlış bir eğilim olarak görüyorum. MDD adıyla bilinen bu yönelim devrimciler açısından olumlu şeylere vesile olmamıştır. Mahir Çayanla, Deniz gezmiş bu yanlış gidişatta düzgün çark olmaya çalışmışlarsa da sonuç hazindir. Mahir “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” adlı yazısında, “Küçük burjuvazinin en bilinçli kesimini oluşturan “Kemalistlerin” Amerikan Emperyalizmine karşı kıyasıya bir mücadele vermenin hazırlığı içinde bulunduğu bilinen bir gerçektir.” diyor. Ancak bu beklentilerinin hiç birisi hiçbir zaman gerçekleşmiyor.
Sosyalist hareketlerin, bu MDD çizgisiyle hesaplaşıp, bu mantıktan kurtulmadan doğru bir çizgiye oturamayacağını düşünüyorum. “Bozuk düzende düzgün çark olmaz” diyen ne güzel demiş, bende bu MDD çizgisi içinde kalınarak doğru bir yol tutturulamayacağını düşünüyorum. Kızıldere katliamının bu yıl dönümünde Mahir ÇAYAN’ın yazdığı bu şiirleri dostlarımla paylaşırken bu düşüncelerimi de belirmek istedim. Bu arkadaşlarımız bizim arkadaşlarımızdır, öncülerimizdir. Son derece samimi duygularla, doğruluğuna inanarak girdikleri bu yanlış yolda, devrimci duygularıyla yaşayıp, onurluca savaşarak bu yolda can vermişlerdir. Bu arkadaşlarımızın, duyguları, niyetleri, kendileri son derece devrimcidir ama tuttukları bu yol, bizi de, toplumumuzu da kurtuluşa götürmeyecek yanlış bir yoldur. Bunun böyle bilinmesini isterim.”
Milli Demokratik Devrim (M.D.D) tezini savunanların en sol kanadı olarak bilinen Mahir Çayan, en son yazdığı “Kesintisiz Üç” diye bilinen yazısının içinde Kemalizm’i şöyle değerlendiriyor: “Kemalizm, Emperyalizmin işgali olan bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.
Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alıştır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.” Bu tespitin sonucu olarak Kemalist aydın çevreyi ittifak yapacağı bir güç olarak görüyor. Şöyle diyor: “vasıtasız ihtiyatlar: Kemalist aydın çevre. Dünya sosyalist bloğu. Sömürge ülkelerdeki özellikle Ortadoğu’daki milli kurtuluş hareketleri”
Böylece kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurmak için işçi sınıfının önderliğinde bir sınıf mücadelesi önererek sistem güçlerinin dışına çıkan T.İ.P. de birleşen sol dalga MDD sayesinde önce param parça olup, sonrada düzen güçleriyle birlikte olmayı hedefleyen bir noktaya çekilmiş oldu. Sol Kemalizm’le yakınlaştı. Bunlar, M.D.D’nin en büyük başarısıdır. Bu mantıkla hesaplaşılamadığından dolayı günümüzdeki TKP gibi, İşçi partisi gibi, “Türk Solu Dergisi” gibi kimi sol kuruluşlar milliyetçilik bataklığına yuvarlanmış “Yurtsever cephe” adında dergiler çıkararak “sosyal yurtseverlik” yapmaktalar. Bunlar iyice bilinmelidir.
12 Mart sonrası, 1970’li yılların ortalarına doğru Alevi kitlesi yüzünü sola sosyalistlere dönmüştü. Yüzünü genel olarak sola dönen 68 gençlik önderlerine sempati bekleyen Alevilerin 1970’den sonra CHP’ye kayışların birçok sebebi vardır, biz açıkça görülen birkaçını yazalım.
Toplumda yükselen sol dalgayı kendine çekmek için CHP “Ortanın solundayım” diyerek kendinin solcu olduğunu ilan etmişti. CHP genel başkanı seçilen Ecevit “Toprak işleyenin su kullananın” diye özetlenen solun hoşuna gidecek sloganlar atıyordu. Bu dönemde sola kaymış olan Alevi gençliği, bir anlamda idolü haline gelen, Deniz gezmişlerin idam edilmesini önlemek için mücadele eden, meclisteki görüşmelerde bunun mücadelesini veren CHP’ye karşı bir gönül borcu duyuyordu. 12 Marttan çıkışta, zaten genel olarak sol, Atatürkçüleşip CHP ye kaymıştı, solcular yakalarında Atatürk rozetleriyle dolaşır olmuştu. Bunda MDD çizgisinin etkisi büyüktür.
Alevi kitlenin CHP ye kayışında başka bir etkide Alevi partisi konumundaki Türkiye Birlik Partisi’nin (TBP) içindeki Demirel hükümetine güvenoyu veren unsurları atıp önce CHP ye yanaşıp sonrada CHP’ye katılmasıdır. Bence Alevilerin asıl CHP’lileşmesi bu dönemdedir. Bu dönemde Alevi aileler çocuklarına Ecevit – Bülent adları vermeye başlarlar, hâlbuki eskiden çocuğuna İnönü yada İsmet adını koyan yok denecek kadar azdır; en azından ben duymadım.
Alevilerin 1970 den sonra CHP ye kayışında farklı bir gelişmenin etkilerini de görmek gerekir. Bunlardan biri Türkiye Birlik Partisindeki (TBP) Alevi dini önderlerin, yani Çelebiler diye bilinen Ulusoyların da içinde olduğu Alevi camiasınca dini önder kabul edilen kişilerin, Deniz Gezmişlerin idam edilmesine yol açan Demirel hükümetine mecliste güvenoyu vermesinin büyük etkisi olmuştur. Bu olay olana kadar saygıda kusur etmediğimiz ya da edemediğimiz Çelebiler diye bilinen Cumhuriyet döneminde Ulusoy adını alan dedelere verip veriştirmeye onları köylere koymamaya başladık. Bu hataları olmasa bunu yapamazdık, onların tarihten gelen saygınlıklarına dokunamzdık. Çünkü buna halkında vicdanında bir tepki oluşmuştu, bizim tepkimize karşı gelmeyi içinde kabul edemiyordu. Bu dönemde bu konudan dolayı çok çelişik duygulara yaşamışımdır. Sonuçta Alevi köylerindeki Devrimci olan gençlerin tepkisinden çekinen dedeler Alevi köylerine gelemez oldular . Dedelik yapmak için köylere gelmeye çalışan dedelere cezalar verildi. Örneğin bir nevi dedeler köyü olan, Maraş’ın Kantarma Köyündeki Ali Gül dedenin bu sucundan dolayı burnu kesilmiş. Bunu kendine anlı şanlı sosyalist diyen guruplar yapmışlar. Sonuç olarak, Sosyalist solun bu tutumlarından korkan halk sessiz sedasız CHP saflarına katılıp oraya teslim oldu. Bu benim kendi adıma yapacağım özeleştirimdir. Bu geçmişimizde sıkıntısını duyduğumuz bir hatamızdır. Cezaevinden çıkıp 1985 de köye geldiğimde Annem yanıma yaklaşıp korkarak, çekine çekine “oğlum adağım var, sen hapisten çıkınca efendime vermek için adak adamıştım, şimdi bu adağımı vermek istiyorum ama Yusuf’un (küçük kardeşim) duymasından korkuyorum ne yapacağım” dedi. Düşünebiliyor musunuz kadıncağız kendi kazandığı parayı devrimci oğlunun tepkisinden korkup dedesine, pirine götürüp veremiyor; vermeye kalksa evde huzursuzluk çıkıyor. Fatsa belgeselini seyrederken Dev-Yol’un Fatsa’da cami yapımına nasıl yardım ettiği ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Bunu seyredince Dev-Yol önderliğine kızdım. Dev-Yol önderliğinin Alevi dedelerine karşı Alevi gençliği neden uyarmadığına hala şaşarım; bizler geçtik, cahildik, bunun hata olduğunu göremiyorduk ama onlar bunu niye görmediler, bizi niye uyarmadılar buna bir anlam veremem. Bu sosyalist gurupların işlediği toplam bir hataydı. Bütün bu nedenler, Alevileri en rahat ettikleri parti olarak gördükleri CHP ye onları mahkûm etti. Sol- Sosyalist çevrelerin, gurupların güçlü olduğu yerlerde camilere gidip gelene bir şey demek kimsenin aklının ucundan geçmezken, Alevi dedelerine, Alevi dininin gereklerinin yerine getirilmesine niye tepki gösterilirdi bunu anlamak hakikaten zor. Sol Sosyalist yapılar öncelikle kendi laiklik anlayışlarını, inandırıcı bir biçimde ortaya koymalıdırlar. Bir gün yine güçlenirlerse, Aleviliğe nasıl bakacaklar, Alevilerin din adamları olan dedelere, Alevilerin dini hayatlarına ne tür müdahalelerde bulunacaklar bunu topluma anlatmalıdırlar. Burada şu soruyu da sorsak mı acaba diye kendi kendime düşünüyorum: Enver Hocanın Arnavutluğunda, Aleviler, Mustafa Kemalin Türkiye’sinden daha mı özgür, daha mı rahattılar acaba? İnsanlar kendi geleceklerini kendiler özgürce kurarlarken geçmişin ruhu ayaklarına böyle bağ olur işte.
Söz geçmişimizde, Alevilere karşı işlediğimiz hatalar bahsine gelince şunu da söylemden geçmeyelim: Devrimci Yol hareketinin önderliği, yapacak başka bir iş bulamamış gibi, 1977 başlarında bir içki içme yasağı getirdi. Bu Fatsa belgeselinde de işleniyor. Bu yasak Dev-Yolun içki üretimini yada dağıtımını engellemek yada genel olarak içki içilen yerleri kapatmak şeklinde uygulanmıyordu. Bu daha çok, “dem almayı” bir yaşam biçimi haline getirmiş olan, Alevilerin yaşam biçimine bir müdahaleydi. Bu olanağı oldukça, akşamları efkarını dağıtmak için sazını çalıp, aile efradıyla muhabbet ederken iki kadeh içerek demlenmeyi, bir dostunu evine davet ettiğinde onunla muhabbet ederken, muhabbetine katık olsun diye onunla dem almayı, kısaca dostuyla yareniyle bir araya geldikçe, iki kadeh içerek muhabbet etmeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olan, alevi yaşamına, aile içinden huzursuzluklar veren bir müdahaleydi. . Yuvuz’un bile yasaklayamadığı aile içindeki dem alma alışkanlığını Dey-Yolculaşan gençlik sayesinde biz bu topluma yasaklar olmuştuk. Bu Alevi bireye yapılmış bir eziyetti. Hâlbuki özgürlükçü bir toplumsal yaşam, yasaklar üzerine kurulamazdı, bir Fransız’ın dediği gibi “süngü ile her şey yapılsa da onun üzerine oturulamazdı.” Ben bu yasakların hiçbir faydasını görmedim, verdiği huzursuzluksa cabası.
Şimdi bu kitle buradan nasıl kopar, koparıla bilinir mi ya da kopması gerekiyor mu onu başka bir yazıda tartışmak gerekir. Çünkü burada insanlar çeşitli alışkanlıklar kazanmışlar, çeşitli mevkilere gelmişler, çeşitli olanakların tadını görmüşler, buradan beklentileri, buradan umutları, bura üzerine şekillenen hayalleri olanlar var. Yani, yeni parti kurmaya çalışanlar yada Alevilerin CHP li oluşuna anlam veremeyenler bütün bunların üzerinde düşünmelidirler.
Sözü Nazımın şiirine bırakarak ben sözümü kesiyorum:
OTUZUNCU YIL DÖNÜMÜ
SBKB Leninci MK’ne ve şahsen
Huruşçof Yoldaşa armağanımdır
Hacı oğlu Salih memleketimdendi, Karadeniz’den.
Kocaman gözlü, kocaman burunluydu, dazlaktı.
Komünistti ondokuzundan.
Dövüştü.
Hapislere düştü.
Yattı Ankara’da Kırşehir’de.
Sonra geçti bu yana, yani ikinci vatana.
Baytardı, Kirofabat köylerinde hasta keçilere baktı.
Yıllar, eğrilen bir yün ipliği gibi aktı, namuslu, çalışkan parmaklarından.
Sonra, 49’da, Moskova’da, Martın onuncu gecesi
Oturmuş Engels’i okuyordu
Geldiler götürdüler.
Sürdüler Altay bucağına.
Ne bir dağ devrildi içinde, hatta ne bir toprak parçası kaydı,
Yalnız inme indi sağına,
Altmış yedi yaşındaydı.
Altı yıl Hacı Oğlu Salih
Kutladı devrimin yıl dönümünü
Tel örgüler ve kurt köpekleriyle çevrili
Elli kişilik barakasında.
Bu akşam Moskova’da bayram eyledik.
Kutladık devrimimizin yıldönümünü.
Dolaştık türkü söyleyerek alanları Mark, Engels Lenin
Ve temize çıkma kâğıdı Salihin …
Moskova 1956
Nazım Hikmet.
Saygılarımla.
irizaaydin@hotmail.com
10 Aralık 2009.
Hey erenler pazarım var
Hal ehline hal satarım
Terazim tartım bulunmaz
Doyumuna bal satarım
“Ezilenlerin Pedagojisi” adıyla dilimize aktarılan Paulo Freire’nin kitabı, son dönemlerde en çok etkilendiğim eşe dosta okumalarını önerdiğim kitapların başında gelir. Yazar kitabında, ezilenlerin eğitiminden neyin anlaşılması gerektiğini, ezilenlerin oluşturduğu hareketlerin içindeki muhtemel parçalanmaların nasıl egemenlerin işine yarayacağını , ezilen hareketinde görülecek sekterlik eğilimlerini inceden inceye inceler. Kitabı okuyunca, yoksulların eğitilmesinin, sadece onlara okuma yazma öğretmek yada onları meslek kurslarında uzmanlaştırmaktan geçmediğini bunun onlara soru sormasını, hayatlarında karşılaştıkları her şeyi sorgulayıp içlerinde muhakeme etme alışkanlığını kendilerine kazandırmaktan geçtiğini düşündüm. Yaşadıkları, yaşamlarında karşılaştıkları her şeyi, muhakeme edip sorgulayarak, onu bir üst boyutta geliştirip yeniden üretmek sanatçı ile zanaatçıyı, aydın ile eğitim görmüş teknokratı da birbirlerinden ayıran aralarındaki ince çizgiyi de gösteren bir şeydir. Teknokrat yâda zanaatçı bir alanda çeşitli eğitim kurslarından geçip, o mesleği öğrenmiş, o işi yapan kişidir, aydın yâda sanatçı ise var olanı sorgulayıp, onu içinde değerlendirerek, onu aşan, onu daha üst bir boyutta geliştirerek yeniden yaratan kişidir. Öyleyse ezilenlerinde bir aydın gibi sorunlarını sorgulamayı öğrenmesi gerekir.
Tarihsel olarak Kızılbaş yâda Alevi denilen kitlenin, çağıyla çağdaş, hatta çağını aşan ilerici insanlar olmalarının nedeni de, işte bu sorgulama yöntemini, bir hayat tarz olarak, yaşam felsefelerinin başına geçirmiş olmalarıdır. Bunlar buna “Batın ilmi” diyorlar. Batın ilmi felsefecilerin batinilik dedikleri ekolün Kızılbaş -Alevi söylencesindeki adıdır. “Batın ilmi dediğiniz şey ne” diye, babama sorduğumda “görünenin arkasındaki gerçeği görmek, yâda görünenin içinde gizlenen gerçeği aramak” demişti. Bu huylarından dolayı Kızılbaşlar her şeyi inceden inceye sorgulayıp bunları deyişlerinde işlemişler. Edebiyat fakültelerinde, “Alevi - Bektaşi Tekke Edebiyatı” diye işlenen, bu şiir geleneğinde “Şathiye” diye bilinen deyişler bu Tekke şairlerinin batini yanlarının bir ürünüdür. Şathiye şiirleri, Sünni din anlayışını alaylı biçimde yeren, onu bir anlamda ti’ye alan şiirlerdir. İsmet Zeki Eyüboğlu “Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar” adlı kitabında bunları anlatır. Aslında yazarın “Türk şiiri dediği şey özünde “Kızılbaş -Alevi -Bektaşi Tekke Şiiridir”.
Kızılbaş- Alevi kitle, batinilik dediğimiz bu sorgulayıcı yanından dolayı, yani-yenilikçi, ilerleyici düşüncelere hep açık olmuşlardır. Bu yüzden Namık Kemal'den Ziya Paşaya yenilikçi hareketlerin içinde hatta onların önderliğinde bu toplumdan insanlar öne çıkmıştır. Örneğin bu topraklarda Masonluğun, yâda sol - Sosyalist düşüncelerin ilk örgütleyicileri arasında bu toplumdan insanların fazlaca olması, hatta genel olarak bu toplumun bunlara ilgi duyması yine bu toplumun batini sorgulayıcı, yeniliğe açık olma özelliğinden dolayıdır.
Birinci Paylaşım Savaşında, Osmanlı İmparatorluğu yenilip parçalanmaya başlayınca, bu durumdan çıkış yada bir kurtuluş yolu arayışında bulunanların içerisinde Alevi Bektaşi düşüncesinden insanların olması gayet doğal bir şeydir; aksini düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
Osmanlı Ülkesi, Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilmeye başlanınca, O zamanlar Alevi Bektaşi kitlesinin önderi konumundaki Cemalettin Çelebi (doğumu T: 1862- Ölüm T:1921) oluşturduğu bir askeri birlikle Kars civarlarına giderek Rusya'nın ilerlemesini durdurmaya çalışır, Rus işgalci birlikleriyle savaşır. Bu dönemlerde, çok etkin olan Cemalettin Çelebi üzerinde önemle durulması gereken önemli bir şahsiyettir .
Cemalettin Çelebi, Amasya'da Mustafa Kemalle görüşen gurubun içindedir. Sivas kongresine katılır. Bunu anlatan bir şiirde vardır. Mustafa Kemal'de Sivas Kongresinden Ankara'ya gelirken, 23 ile 24 Aralık 1919 tarihlerinde Hacı Bekdaş ilçesine uğrayıp Cemalettin Çelebi ile görüşür. Bu görüşmede Cemalettin Çelebi, bu hareketin başarıya ulaşmasından sonra, Cumhuriyetin kurulması gerektiğini düşündüğünü söyleyip, Mustafa Kemalin bu konudaki düşüncesini sorar, bu konuyu konuşurlar . Cumhuriyet sözünün anıldığı ilk yer belki de burasıdır.
Cemalettin Çelebi, Koçkiri kırımını görüp, Dersim kırımını görmeden 1921 de bu dünyadan göçüyor. 3 Mart 1924 de Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyor, 30 Kasım 1925 de Alevilerin eğitim merkezleri olan Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin kapatılmasını emreden meşhur 677 sayılı kanunu çıkarılıyor. Bu kanunla Aleviliğin din hizmetlerini yürüten dini önderleri olan Dedelik ile Çelebilik gibi sıfatlar yasaklanırken, aynı kanunla kapatılan “Tekeler ile zaviyelerin”, “cami veya mescit” olarak kullanıla bileceği söyleniyor.
Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, Aleviler Cumhuriyeti desteklemeye devam ediyorlar; iyide ediyorlar . Bunu iyice anlayıp bilince çıkarmak için, Cumhuriyetin içinden çıktığı Osmanlı Toplumundaki Kızılbaşların -Alevilerin durumunu iyice anlamak gerekir.
Anadolu'da halk birine intizar edeceği, yani Bed dua edileceği (karış vereceği) zaman “Defterin Dürüle” deler. Defterin dürülmesi şu manaya gelir: Osmanlı Devleti Kızılbaşları araştırıp fişleyerek bir deftere kaydederdi. Bu defterlere kaydedilenler öldürülünce bu defter dürülüp raflara kaldırılırdı. Deftere kaydedildiğinden endişe eden halk bu yüzden sürekli yer değiştirmiş, bir yöreden bir başka yöreye göçerek izini kaybettirmeye çalışmıştır. Baki Öz'ün Hazırladığı “Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeleri” adlı kitapta bununla ilgili aklın alamayacağı, akıllara durgunluk verecek belgeler var. Bunlardan ikisini buraya alıyorum: “Her şeyi bilen sultan, o kavmin uşaklarını kısım kısım ve ad ad yazmak üzere ülkenin her yanına bilgin katipler gönderdiği, yedi yaşından yetmiş yaşına kadar olanların defterleri Divan'a getirilmek üzere buyuruldu. Getirilen defterlere nazaran, yaşlı, genç, kırk bin kişi yazılmıştır. Ondan sonra her yörenin hakimlerine memurlar defterler getirdiler. Bunların gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak öldürülenlerin sayısı kırk bini geçti.”
“Defterdar Ebu'l- Fadl Mehmet Efendi – Selimşâh-nâme, s: 651a.” Defterdar Mehmet Efendi yazdığı bu yapıtını 1. Selim’e sunmuştur. Sayfa: 256.
Yine aynı kitabının Kızılbaş olduğundan kesin emin olunamayanların Kıbrıs'a sürülmesi için şöyle bir genelge var: “ Bozok Beylerbeyine hüküm:
Kızılbaşlıkla suçlanan kişilerin yazıldığı defter suretle gönderilmiştir. Bu kişiler soruşturulsunlar. Kızılbaşlıkları gerçekse, idam edilsinler. Lakin, yalnız ithamla kalmışsa, (Kızılbaş oldukları kanıtlanamamışsa bunlar Kıbrıs'a sürülsün. Yıl 1577”) 30 Nolu Mühimme Defteri No: 488). Defterdar Mehmet Efendi yazdığı bu yapıtını 1. Selim'e sunmuştur. Sayfa 63.
Kitaplar böylesi belgelerle doludur. Ancak Türkiye de okumuş yazmış sınıf, (bunlara aydın demek içimden gelmediğinden böyle diyorum) bunları önemsemediği gibi bunları katliam bile dememiştir. Buna ilginç bir örnek vererek bu konuyu kapatacağım. Cahit Öztelli Alev – Kızılbaş edebiyatının ürünlerinin toplanıp kitaplaştırılmasına büyük emeği geçmiş, bundan dolayı paralar kazanıp ün sahibi olmuş, bu alanda ciltler dolusu kitabı olan, yinede emeğine saygı duymamız gereken bir kişidir. “BEKTAŞİ GÜLLERİ” adlı kitabının başında şöyle diyor: “... Şahların çıkardıkları ayaklanmalar devleti zor durumlarda bıraktı. Sonunda Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail, Çaldıranda karşılaştılar. Şah yenildi. Yavuz, Anadolu'da büyük bir temizliğe girişti. Kırk bin Alevi’yi kılıçtan geçirdi. Ama Şahların öfkeleri dinmedi, on altıncı ve on yedinci yüz yıllarda da sürdü. Yer altı çalışmaları hiç bir zaman durmadı.” Nazarı dikkatinizi cezb ederim, kendini Osmanlının Devamı gören devletin okullarında şekillenen kitle burada bir katliam görmüyor burada “büyük bir temizliğe girişilmiş” bu temizliğin gereği olarak ta “Kırk bin Alevi kılıçtan geçirilmiş” tir diyor, durumu böyle görüyor, ne dersin işte gerçek bu.
Anadolu'dan Kızılbaş olduğundan kuşkulanıldığı için sürülen bu insanlar gittikleri yere “kendilerini de götürmüşler” oralarda Kızılbaşlıklarını yaymışlardır. Bu, bugünlerde sanki Kızılbaşlar Osmanlının öncü, işgalci birlikleriymiş gibi anlatılıyor. İnsan gittiği yere kendiyle beraber tüm değerlerini de götürür. Kızılbaşlarda, zorunda kalıp gittikleri bu yerlerde, kendi inançlarını yaşayıp oralara da bunu yaymaya çalışmışlardır. Kısaca durum budur. Örneğin Arnavut ulusunun ulusal bağımsız mücadelesini Osmanlı Devletine karşı yürüten ulusal önderlik Bektaşı olduğundan, bir yandan halka Arnavutça öğretirken bir yandan da Kızılbaş -Alevi edebiyatının dili olan Kızılbaş ozanların Yunusun, Kaygusuz'un, Pir Sultan'ın Hayatayi'nin dilini öğretiyorlardı; işte bu günlerde bu dile Türkçe deniyor. O günlerde bu dili, Osmanlı hanedan ailesinin asil zadeleri ile onun etrafında oluşan yönetici sınıf, asla mı asla konuşmazdı, ayrıca devletin resmi kurumlarında, örneğin Enderunda da, bu dil konuşulmazdı; peki bu dil nerede konuşulurdu, bu dil “anlamadıkları duaya âmin dememeyi” ilke (düstûr) edinmiş olan Kızılbaşlarla, onların tekkelerinde konuşulurdu.
Cumhuriyet döneminde, defteri dürülmekten kurtulan Kızılbaş-Alevi kitlesi, her şeye rağmen Cumhuriyete dört elle sarılır. Belki bunun bir nedeni de, yakın tarihlerinde, yaşadıkları o korkunç anılarının belleklerinde ki tazeliğini koruyor olmasıdır. Anadolu tarihinde, Alevi kıyımın en çok, en vahşice yaşandığı tarih1826 da ki “Vaka-yi Şerriye' denen olayla başlar; bu dönemin anıları cumhuriyetin kurulduğu sıralarda henüz bilinçlerdeki tazeliğini korumaktadır. Cumhuriyet, bunca acılar çekilerek yaşanılmış olan Osmanlı vahşetinden kurtuluşun bir simgesidir, Aleviler bunun tarihsel önemini herkeslerden daha fazla anlayıp hissetmişlerdir; işte bu yüzdende Cumhuriyete dört elle sarılmışlardır. Bunu yapmakta yerden göğe kadar haklıdırlar. Bunu anlamazlıktan gelmek tek kelimeyle gaflettir.
Şimdi bu kısa açıklamadan sonra Alevilerin Partilerle ilişkileri üzerine muhabbete geçe biriz.
Partiler bahsine geçince, şöyle kısa bir açıklama yapmalıyım: Türkiye'de resmi olarak kurulan ilk parti CHP diye bilinir. Bu bir anlamda doğru değildir, şöyle ki: Cumhuriyetin kurucu iradesinin önderi olan Mustafa Kemal, ihtiyaç duyduğu şeyi, ihtiyacı olduğu sürece kullanıp, ihtiyacı bitince de onu “şık” bir hamleyle devre dişi bırakabilme “yeteneğine” sahip biridir. Bu özellik, devlet yönetme kabiliyetinin nişanesi olarak değerlendirilmelidir; devletler böyle yönetilirler. Örneğin Türkiye Cumhuriyetinde resmi olarak kurulun ilk parti diye anabileceğimiz parti, “resmi” Türkiye Komünist Fırkasıdır,18 Ekim 1920'de kurulmuştur; bu diğer Komünist Partisiyle yada komünist teşkilatlarla karıştırılmamalıdır. Osmanlı Devlet geleneğinde, yoksullara öncüsünü şaşırttırmak için, böylesi şeyler hep yapılırdı . Bunun üzerine uzun yorumlar yapılabilinir ama konumuz bu değil. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Cumhuriyet Halk Fıkrası (CHF)” adıyla 9 Eylül 1923 de kurulmuştur. Tek parti dönemi 1946 Demokrat Partinin kurulduğu döneme kadar sürer. İkinci paylaşım savaşından galip gelen devletlerin yönetim şekillerinin, çok partili yada çok partiyle yönetilen demokrasiler olmasının bir zorlamasıyla, milli şef döneminde devletin âli menfaatleri için çok partili sisteme geçilir. Cumhuriyet Halk Partisinden sonra, bu partinin içinden çıkan bir gurup insan tarafından 7 Ocak 1946 da Demokrat Parti (D.P) kurulur.
Tek parti döneminde, Alevilerin CHP'li olduğundan söz etmek ne kadar doğrudur hatta böyle bir şey söylene bilinir mi bilemem. Çünkü Alevi kitlesi o tarihlerde genelde köylerde oturmaktadır, partilerse teşkilatlanmalarını şehirlerde kasabalarda yapmakta idiler. Alevilerin köylerden şehirlere göçüp şehirlere yerleşmeye başlaması 1950 ler den sonradır. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi, Almanya'da Nazilerin yükselişe geçip, iktidarı aldıkları dönemlerden, ikinci Paylaşım Savaşının sonlarına doğru, Almanya'nın yenileceğinin anlaşılmasına kadar, Almanya'daki Nasyonalist politikadan etkilenip öylesi bir politika izlemiştir. Bu gerçek, gerek o günlerde yayınlanan Cumhuriyet gazetesindeki yazılara, gerekse CHP’nin yayınlarına bakılınca apaçık görülür. Örneğin 4 Aralık 1954’te, Sabiha Sertel ile Zekeriye Sertelin yayınladığı, Sosyalist eğilimli TAN Gazetesinin, sivil bir halk hareketiyle basılıp talan edilmesini CHP yaptırmıştır . Nazım Hikmet “Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim” diye başlayan o ünlü şirini bu olaydaki CHP yi anlatmak için yazmıştır; şiirin sonunda kastettiği parti CHP’dir. 72 millete bir nazarla bakan, yüreğinde tüm insanlığa karşı aynı sevgiyi besleyen Alevilerin milliyetçi (Nasyonalist) bu politikayla ortak bir yanları yoktur, olamazda; olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Cumhuriyet Halk Partisinin 1923 de kurulduğu günden 1946 yılında Demokrat Partinin kurulduğu güne kadar geçirdiği hayatı iyice incelendiğinde, görülecektir ki bu dönemde Alevinin varlığından bile söz edilemez. Bu dönemde seçilen CHP milletvekilleri içinde Alevi kökenli kaç kişi olmuştur diye akademik bir araştırma yapılsa ilginç sonuçlar çıkabilir.
Ayrıca burada vurgulayarak önemle belirtmek isterim ki, Birinci Meclisi sona erdiren 1 Nisan 1923'te, milletvekilli seçimlerinin yapılması kararı alındıktan beş ay sonra 9 Eylül 1923'de, Cumhuriyet Halk Fıkrası kuruluyor. Seçim kararı alındıktan sonra, seçimleri düzenleyecek komisyon toplantısında kararlaştırılan, 15. madde ile belirlenen ilginç bir kararla köklü bir değişikliğe gidiliyor. Bunu Prof. Dr. İhsan Güneş, “Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı (1920-1923)” adıyla, Türkiye İş Bankası Kültür yayınlarınca basılan doktora tezinde şöyle belirtiyor: “Köklü değişiklik 15. maddede yapılmıştır. Komisyon Türkiye Devleti Halkından olan kişilerin milletvekili olabilecekleri görüşünü kabul ederken, kimlere Türk Devleti halkı denileceğinin de seçim yasası ile değil yurttaşlık yasası ile saptanacağı görüşünü benimsemiştir. ” denmektedir. O tarihte Sünni olmayan, yani Alevi olduğu bilinen kişiler Türkiye Devleti Halkından sayılıyor muydu bilmiyorum. Bu konuda çitti kuşkularım var. Bu konuda düşündürdüklerimi, Türkiye Milliyetçiliğinin oluşum sürecini inceleyeceğim yazımda inceleyeceğim yâda tartışacağım. Dikkatinizi çekmek istediğim gariplik şu: milletin yada halkın devleti diye düşünülmüyor da, tam tersine Devletin Milleti - Devletin Halkı diye düşünülüyor, çarpıklıkta burada. Burada konunun şu kadarını söylemekle yetinelim. Türkiye’deki Devlet Milliyetçiliğinin kurucusu olan Yusuf Akçura Türk Tarih Kurumunun başkanı olarak yazdığı 1928 yazılarında “ilk ‘Türk Şâiri’ sayılacağını söyleyip müjdeledikleri” şair olarak Memed Emin beyi gösterir. Yusuf Akcura yine aynı yazıda Memet Emin beyin “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” şiirinden şöyle bahseder: “Ahmet Hikmet bey, Müslüman Türkün Tanrısına öz diliyle ilk hitabı olan “Yakarış”ını … göklere doğru yükseltir. ” Bu apaçık gösteriyor ki Yusuf Akcura Kızılbaş –Alevi edebiyatının, bu dille yazılan şiirlerini Müslüman Türkün şiiri olarak görmüyor. Yoksa Yunus’un, Kaygusuz’un, Pir Sultan’ın, Hatayı’nın vb nice ozanın, bu dille yazılmış bunca şiirlerini bilmemesi mümkün değildir.
Burada konu dışına çıkma tehlikesi de olsa şu gerçeği söylemezsem çatlayıp ölürüm: Kendini Osmanlı Devletinin devamı olarak gören yeni devletin öncü kadrosu, Şah İsmail (Hatayi) önderliğinde Kızılbaş Türkmenlerin kurduğu Safevi Kızılbaş devletini Türk devletleri sınıfına sokmaz. Bundan dolayı Cumhur Başkanlığı forsunda tarihte kurulmuş Türk Devletleri bir yıldızla temsil edilirken buraya Safevi Devletini temsilen bir yıldız konulmamıştır. Örneğin bu anlayışın bir sonucu olarak, Anıl Çeçen'in “Türk Devletleri” adlı 562 sayfalık kitabında, gıldır gücük, akla hayale gelmeyen bir sürü devletten söz edilir de, koskocaman Şah İsmail'in önderliğinde kurulan Safevi Kızılbaş Devletinden söz edilmez, o yoktur . Şu gayet açık bilinmelidir ki Şah İsmail Hatayi’ye ters bakanlar Aleviliği düzgün göremezler. Bu bir bilgisizliğin yâda unutmanın sonucu değildir, bu ciddi bir eğitimle sağlanan cehaletin sonucudur.
Bence Demokratik Alevi Hareketi devletten istemleri içine Şah İsmail Hatayi’nin kurduğu Safevi Kızılbaş Devletinin, Türk Devleti olarak tanınıp, Cumhur Başkanlığı forsuna bunu temsilen bir yıldız konmasını önemli bir talep olarak koymalıdır. Bu devlet bilinci açısından, 2 Temmuz Katliamının yaşandığı Madımak Otelinin müze olması kadar önemlidir; belki ondan bile daha önemlidir. Bunu önerimi Alevi hareketinin önderliği önemle incelemelidir. Bu Nazım Hikmetin Hacı oğlu Salihin Temize çıkma kâğıdıyla bayram etmesi gibi bizi mutlu edecektir (Şiiri yazının sonuna ekleyeceğim.)
Bugün, Türkiye’deki Devlet Milliyetçiliğinin en büyük partisi konumunda olan MHP, eğer sahiden Alevileri anlamak için samimi bir adım atacaksa, buna Partisinin elinde bulunan belediyelerce yaptırılan, Devlet Kurmuş Türk Büyüklerin heykellerinin konduğu parklara, Şah İsmail Hatayi’nin de heykelini koyarak başlamalıdır. Şu gayet iyi bilinmelidir ki Şah İsmail Hatayi ye yanlış bakılarak, Kızılbaşlık Alevilik düzgün görülemez. Bu gayet iyi bilinmelidir.
Burada şu kanımızı da söylemeden geçmeyelim: Ben “Birinci Meclisin fes edilip Meclisteki vekillerin yenilenmesini “Lous Bonaparte'nin 18 Brumaires'i” gibi şık bir manevrayla özellikle ikinci gurubun tasfiye edilmesi olarak görürüm. Bu görüşmeler sırasında Durak bey diye biri, seçimler de “Birinci Meclis üyelerinden kimsenin aday olmamasını önermiştir” bu öneri kanunen olmasa da, seçimlerde filen gerçekleşmiştir. Ülke işgal edilince, her türlü tehlikeyi göze alıp, vatanı kurtarmak için, çeşitli dernekler etrafında örgütlenerek, işgalcilere karşı mücadele veren, bu mücadeleleri sonucu oralardan seçilip gelerek meclisi kuran bu insanlar, ülke esenliğe çıkınca böylece bir kenara atılmışlardı. Buna Fransız ihtilal’ında Termidor denmiş, bence Cumhuriyetimizin Termidoru da böyle gerçekleşmiş. Bundan sonra eski Osmanlı devletinin ileri gelenleri yeni giysiler içinde sahneye çıkarak işe el koyarlar. Bugün devletin çekirdeğini oluşturan kurumların kendini sunuşuna bir bakın, örneğin polisin kuruluşunun, ordunun kuruluşunun tarihlerini ne zaman başlattığına bakınız Osmanlının devamıyız diyorlar. Hâlbuki Cumhuriyet geçmişten köklü bir kopuş yeni bir şeyin doğuşu sanılmıştı. Burada yeni giysiler içinde eskinin ruhu hep kendini hissettirmiştir. Ama mevzu buranın sınırlarını aşacak kadar geniş, kapsamlı bir mevzudur.
Burada tavsiye edilenlerin kimler olduğunun iyice anlaşılması için, İbrahim Bahadır'ın “Cumhuriyetin Kuruluş Sürecinde Atatürk ve Aleviler” adlı kitabından bir bölüm daha aktarmak istiyorum: “... Meclisin yenileneceği sırada Mustafa Kemal gizli istihbarattan Bektaşi olan Hüsamettin Ertürk'ü yanına çağırarak ona, “Büyük Millet Meclisi'nde ikinci guruba ait mebuslar muhalefeti artırdılar, her türlü akıl ve havsalanın almayacağı şeylere dil uzatıyorlar. Bu sebeple nazik devirde Meclis'i yenilemeye karar verdim. Yakında girişimlere başlayacağız. Fakat İstanbul'daki din mensuplarını; Bektaşileri, medrese hocalarını, kürsü vaizlerini bu Kırşehirli Cemalettin Efendi kandırmış, bütün Alevilerin reyini ona vereceklerini haber aldım. Sen Bektaşi'sin, göreyim senin Bektaşiliğini, hemen kalk İstanbul'a git, bunların arasına gir, bizim maksadımızı anlat, onları bizim tarafa kazan”der. Bu arada Cemalettin Çelebi (Ulusoy) 1921 de Ölür yerine geçen küçük kardeşi Velayettin Çelebi abisi kadar tecrübeli değildir, sora seçimlerde Mustafa Kemalin desteklenmesini isteyen o meşhur bildirisini yayınlar. Cemalettin Çelebinin nasıl öldüğünü inceleyen olmamış, olduysa da ben görmedim ama aile üzerinde baskılar olduğu biliniyor Velayettin Ulusoy bunu Oral Çalışlara mülakatında söylüyor.
Aleviler çok partili sisteme geçilmesiyle beraber, ikinci paylaşım (ikinci Dünya) savaşından kaynaklanan sıkıntılarının da kızgınlığıyla CHP den hızla uzaklaşıp Demokrat Partiye (DP) oy vererek onun iktidara gelmesine yardım ederler. Yusuf Ulusoy gibi Aleviliği ayan beyan bilinen kişiler DP milletvekili olurlar. O dönem Alevi aileler çocuklarına Menderes ismini vermeye başlar, Alevi köylerinde İsmet adı yok gibidir.
Demokrat parti iktidara gelince şeriatçı gericilik güçlenmeye başlar. Demokrat Parti iktidarı boyunca izlenen politikalar, bu şeriatçı gericiliği güçlendirir, şeriatçılar azgınlaşır. Ezan Arapçaya çevrilir, Menderes seçim konuşmalarında kendini dinlemeye gelen kalabalıklara “siz isterseniz şeriatı bile getirirsiniz” diye onları şımartır. Menderes Hükümetinin bu icraatları, Alevileri korkutup onların DP karşısındaki CHP ye kaymasını sağlar. Alevilerin ünlü ozanı Ali İzzet Özkan, DP hicveden, onu desteklemekle ne kadar yanıldıklarını anlatan bir şiirle Alevilerin duygularına tercüman olur.
27 Mayıs 1960 da darbe olur, Demokrat Parti kapatılır 1960 Anayasası kabul edildikten sonra yeniden patiler kurulmaya başlanır. Aleviler Menderesin asılmasını asla tasvip etmezler. Menderese üzül ağlarlar.
13 Şubat 1961 de bugün birinci TİP diye anılan İşçi Partisi kurulur.
Dönem SSCB ile ABD arasında soğuk savaşın yaşandığı bir dönemdir. Küba devrimi olmuştur, bu Vietnam'dan yükselen devrimci bir dalga ile birleşince, devrim coşkusu önüne geçilemeyecek bir şekilde bütün dünyada gelişmeye başlar. Dünyada yükselen bu devrimci dalga ile devrimin coşkusu gün geçtikçe yayılmaktadır. Bu bütün dünyada solun gelişip serpilmesine yol açar. 68 gençlik hareketlerinin nedeni budur.
Nazım hikmet işte bu dönemde, 1961 yazı ortalarında Fidel'in Che'nin Küba'sına gider, gördüklerinden müthiş etkilenmiştir, duygularını Ressam dostu Abidin Dinoya o meşhur şiirinde şöyle anlatır: “Sen mutluluğun resmini yapa bilir misin Abidin. / İşin kolayına kaçmadan ama /Al yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğinkini değil / Nede ak örtüde elmaların / nede akvaryumda dolaşan kırmızı balığınkini / sen mutluluğun resmini yapabilir misin / 1961 yazı ortalarındaki Küba'nın resmin / Çok şükür, çok şükür bu günüde gördüm / ölsem gam yemem gayrının resmini yapa bilir misin üstat” der.
Devrim rüzgârı, Devrimin yarattığı sol dalga kartopu gibi büyüye büyü bütün dünyayı sarmaktadır. Bu Fransa'ya 1968 gençlik hareketleri olarak yansır; oradan da bize geçer. Türkiye İşçi Partisi güçlenmektedir yüzde üçün ( % 3 ün) üzerinde bir oy alarak parlamentoya girer. Parlamentodaki TİP milletvekillerinin her konuşması olay olur, toplumu sarsar. TİP'in gençlik hareketi şeklindeki gençlerin mücadelesi yükselmeye başlar, FKF (Fikir Kulupleri Federasyonu) kurulur. Alevilerden TİP’e bir meylediş bir kayış vardır. Egemen güçler TİP'in bu ilerleyişini durdurmak yada bunun önüne geçmek için harekete geçerler. TİP’in gelişmesini durdurmak için yapılan çalışmalarından, üçünün etkisi, bu günlere kadar sürmüştür, bunlardan kısaca bahsetmeden geçersek, konuyu eksik anlatmış oluruz. TİP zayıflatan, bir anlamda TİP den bu günlere miras kalmış olan, üç olgudan söz etmeliyiz, bunlar kısaca şöyle sıralana bilinir: yılların devlet partisi olan CHP'nin, kendini ortanın solunda olduğunu ilan etmesi, yada kendini öyle tanımlaması. Alevilerin TİP kaymasını önlemek için bir Alevi partisinin, yani Birlik Partisinin kurulması, sonuncusu da sosyalizme kayıp devletin, Kemalizm’in etkisinden uzaklaşan TİP deki kitlerin özelikle de militan gençliğin, tekrar orduya, Kemalizm’e yaklaşması için icat edilen Milli Demokratik Devrim (MDD) tezidir.
Devleti kuran, yılların devletçi Kemalist partisi olan bildiğiz CHP'nin, kendisini ortanın solundayım deyip, kendini solcu ilan ederek, Sosyal Demokrat olduğunu söylemesinin asıl toplumsal baskısı TİP yükselişidir; bunu anlatmaya gerek yok sanırım. Buna ihtiraz edip, tartışma ihtiyacı duyacak olan sanırım olmaz, ama diğer ikisini tartışıp biraz irdelemeliyiz galiba.
1970 yılında, Necmettin Erbakan'ın kurduğu Milli Nizam Partisinden 4 yıl önce, 17 Ekim 1966'da bir Alevi partisi olarak (Türkiye) “Birlik Partisinin” kurulmasının, yeşerdiği iklimi anlamak için yukarıdaki atmosferi iyice anlamak gerekir. Bu ortamı Kelime Ata'nın (Türkiye) Birlik Partisi adlı kitabı çok güzel anlatıyor. Bence politika yapacak herkes bu kitabı incelemelidir. Partinin ambleminde, ortasında bir aslanla İmam Ali, etrafındaki 12 yıldızla da 12 imamlar temsil edilmektedir.
Bu ortam, Alevilere saldırıların yoğunlaştığı, Alevilerin Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisinde kendilerini tam olarak ifade edemeyip, bu partilerin sorunlarına ilgilenmediği gördüğü bir dönemdir, bu ortamda aynı zamanda TİP'nin Alevi kitlesi içinde taban bulmaya başladığı bir dönemdir. Türkiye Birlik Partisi kurulduktan sonra TİP oylarında yarı yarıya bir düşüş olmuştur, apaçık ki bu oylar Birlik Partisine kaymıştır. TBP (Türkiye Birlik Partisinin) kuruluşu sırasında Alevi toplumunun dini önderleri Alevi kitlesinin komünizme kaymasını önlemek için bunu yaptıklarını en yetkili ağızlardan söylemişlerdir . Partinin kurucu genel başkanı Hasan Tahsin Berkman, Genel Kurmay Lojistik Başkanlığında, Genel Kurmay İstihbaratında, Milli Emniyet (Bugünkü MİT) bünyesinde önemli görevler yapmış, ayrıca NATO Kuvvetler Başkanlığında çalışmış tuğgeneral rütbesindeyken emekli olmuş bir kişiliktir.
Şimdi gel gelelim anlatılması sıkıntı yaratacak olan asıl konuya, yani M.D.D’ye.
Türkiye İşçi Partisi (T.İ.P.) Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’i kuran işçi önderlerince kurulur. Bu anlamda tabandan kurulan tek partidir desek abartmış olmayız . TİP kuran işçi önderleri kendilerine ağzı laf yapan aydının birinin önder olmasını isterler. Sonunda üzerinde düşündükleri aydınlardan Mehmet Ali Aybar ismi üzerine birleşirler. Ama Mehmet Ali Aybar ile bir ilişkileri yoktur, evini bile bilmemektedirler. Ama Aybarın Bebekte oturduğunu bilirler sadece. Sonunda Aybarı bulmak için Bebek karakoluna gelir durumu anlatırlar. Bebek karakolundan önlerine düşen bir bekçinin yardımıyla Memet Ali Aybarı evine gelip kendilerine başkan olmasını önerirler: Aybarda bu teklifi kabul eder.
TİP programı, ülkeye Sosyalizmi getirmeyi hedeflediğini, buna işçi sınıfının önderliğinde bir sınıf savaşı sonucu ulaşılacağını belirtiyordu. Bu devrimci mücadelede işçi sınıfının öncü olduğunu, ülke içindeki burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi verilerek bunun sonucu kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalizmin getirileceğini Partinin programının 53. maddesinde açık acık yazmışlardı. Bu partinin (TİP’in) sistemden kopuşunun bir işaretiydi.
Kemalistlerce, kendi güçlerinin dışına çıkma eğilimi gösteren TİP’i tekrar düzen içi güçlerle birleştirmek için, YÖN Dergisi etrafında kümelenmiş Kemalist hareketçe bir teori oluşturuldu; bunun adı Milli Demokratik Devrim (kısaca M.D.D) stratejisiydi. Bu teori devrimci güçler denilen ordudaki millici subaylar ile “Milli Cephe” de birleşip ülkeyi ikinci bir kurtuluş savaşıyla kurtarmayı hedefliyordu.
Çetin Yetkin “Soldaki Bölünmeler” adlı kitabında bu teoriyi şöyle nitelendiriyor: “Konuya daha fazla girmeden önemli bir gerçeği belirtmek gerekir. Gerçekte, “milli demokratik devrim” “şiar’ı” T.İ.P.nin kurulması ile birlikte ona karşı ortaya atılmış ve 14 Kasım 1962 günü YÖN’de Mehmet Doğan imzası ile yayınlanan bir okuyucu mektubunda ilk kez anlamını bulmuştu.” Sayfa 106–207.
YÖN Dergisi Doğan Avcuoğlu tarafından, kendini Kemalist aydınlar olarak gören bir gurup tarafından çıkarılıyordu. Yöncüler önümüzdeki devrimci görevin içerde burjuvaziye karşı mücadele edip Kapitalizmi yıkıp yerine sosyalizmi getirme mücadelesi değil, bu mücadele, Türk vatanını sevenle, vatan satıcıları arasındaki mücadeledir…” “bu mücadele bir avuç asalak dışında Tüm Türk ulusunun mücadelesidir… Ulusal bir mücadeledir” diyordu. Bu ulusal mücadelenin de hem ordu içindeki hem de ordu dışındaki Kemalist kadrolarla “Ulusal Cephede” birleşerek yapılacağını söylüyorlardı. İlgan Selçuk Cumhuriyet Gazetesindeki köşe yazılarında Mili Demokratik Devrimcilere desteklemek için şöyle yazılar yazıyordu: “Devrimci sol eylemi, Türk ordusunu öcü gibi göstererek engellemeye çalışmak hem Atatürk ordusuna iftira, hem de devrimciliğe yakışmayacak bir pısırıklıktır. Ordu, ne faşist bir yönetim aracı, ne Yunanistan’daki gibi Amarikan uşağı olabilir. ‘Ordu Temizdir. …” diyordu. Uğur Mumcu ise aynı konuda şöyle diyordu: “… yolu açacak olanlar ise, bugünkü siyasal partiler değil, asker-sivil aydınlardan oluşan milliyetçi devrimcilerdir. Milliyetçi devrimciler ise, burjuvazinin sol yanı olarak nitelenen bir çevreden çıkan asker-sivil aydınlar toplumudur.”
Fazla bir zaman geçmeden bu teori partiyi de etkiler, T.İ. P. İçerisinden Milli Demokratik Devrim tezini savunan bir gurup çıkar. Başını Mihri Bellinin çektiği T.İ.P. içindeki bu guruplaşmada dönemim tanınmış simalarından Şahin Alpay, Doğu Perinçek; İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Münir Ramazan Aktolga, Yusuf Küpeli, Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi birçok şahsiyet vardır. Parti içinde kısaca MDD’cı diye kendini tanıtan bu gurup Parti içinde epeyce mücadele verdikten sora partiden ayrılarak Aydınlık Sosyalist Dergi (A.S.D) adıyla bir dergi çıkarırlar.
Süreç içerisinde M.D.D. ciler arasında da bölünmeler başlar. Aydınlık Sosyalist Dergiden önce Doğu Perinceğin önderliğindeki gurup ayrılarak, Proleter Devrimci Aydınlık (P.D.A) dergisini çıkarırlar. Mihri Belli’nin başını çektiği Aydınlık Sosyalist Dergiden daha sonra Mahir Çayan'ın başını çektiği gurup ayrılır. Mahir Çayan önderliğindeki bu gurubun Mihri Belli ile özdeş hale gele ASD den ayrılması Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup adıyla 1917 yılında Kurtuluş yayınlarınca çıkarılan bir broşürle duyurulur. Böylece TİP’den MDD savunusuyla ayrılan gurup kendi, içinde de ayrışarak temelde üç guruba bölünür, daha sonra bu guruplarda içlerinde bölünmeler yaşar.
Bu yazı, merkezine MDD tezini koyup bunu inceleyen bir yazı değil, ama merkezine bunu alan yazılar yazıp, Türkiye’deki Sol gelişmeye zarar veren, her şeyiyle yanlış bulduğum, sola hiç bir hayırlı çığır açmamış olan bu MDD teziyle hesaplaşılmalıdır. Ben burada bu günlük, bu sene Kızıl Dere katliamının yıl dönümünde Mahir Çayan’ın Şiilerini yayınlarken yazdığım yazımın bir bölümü buraya alarak yetineceğim. Şöyle demiştim o zaman:
“Sosyalist devrimi savunan TİP içinde, MDD ( Milli Demokratik Devrim) tartışmasını önce Doğan AVCUOĞLU başlatır. Bunu kısaca anlatılırsak şöyle diye biliriz, MDD’ciler önümüzdeki devrim sosyalist devrim değildir, Milli Demokratik Devrimdir, buda millici güçlerle ittifak içerisinde yapılır, bu dönemde sosyalist devrimi savunmak millici güçleri böleceğinden devrim sürecine zarar verir, bu yüzden sosyalist devrimi savunmak yanlıştır der. Sonradan, Dev – Genç adını alacak olan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) TİP içinde başlayan bu ayrışmada MDD tezini destekleyenlerin hâkimiyetine girer. FKF. 1969 da toplanan, dördüncü Kurultayında Sosyalist Devrimi savunanları F.K.F. den atma kararı alarak sosyalist devrimi savunanları F.K.F. den artarlar. Bunun için Oral Çalışlar, Sadun ARAN öldüğünde, Sadun hocayı FKF den atıkları için hata yaptıklarını yazarak üzüntülerini belirtmişti. Mahir ÇAYAN’ın “Toplu Yazıları” adıyla yayınlanan kitabından, küçük bir pasajı buraya alırsak bu konun tesadüfü yada kişisel bir hatadan kaynaklanmadığını görürüz.
Mahir ÇAYAN, Zonguldak’da ki bir toplantıda Sadun AREN ile karşılaşmalarını “Aren Oportünizminin Niteliği” adlı yazısında şöyle anlatıyor. “Sadun Aren’in gerçekleri tahrif edip, söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi anlattığını, YALAN söylediğini ve yarı sömürge – yarı feodal bir ülkede, bir ileri aşamanın devrimini, yani sosyalist devrimi savunmanın, sosyalizme ihanet ve milli cepheyi böldüğü için Amerikan emperyalizmine hizmetten başka birşey olmadığını, nedenlerini açık bir biçimde ortaya koyduk, diğer ülkelerin devrimlerinden örnekler verip, kısaca izah ettik.
Odaya girdiğimizde hayretlerini gizlemeyerek ve burada ne aradığımızı sorarak bu karşılaşmadan müthiş sıkılmış görünen (emperyalizme hizmetten dolayı F.K.F.’den atılmasını önerenlerden olduğumuz için) Aren’i bu, köşeye sıkışmış durumdan Senato’daki sosyalizmin (!) sesi olan Bayan Fatma Hikmet İşmen kurtardı.”. Toplu Yazılar. Say. 12-13. Devrimci Yol yayınları.
“Sosyalist Devrimi savunuyor” diye, TİP’den kopup, Millici Güçler denilen kesimlere yönelmenin bir adı olan MDD yöneliminin, sosyalist saflara gelen insanları yeniden burjuva güçlere yönelttiği, yani düzen içi güçlerin yanına çektiği için toptan yanlış bir eğilim olarak görüyorum. MDD adıyla bilinen bu yönelim devrimciler açısından olumlu şeylere vesile olmamıştır. Mahir Çayanla, Deniz gezmiş bu yanlış gidişatta düzgün çark olmaya çalışmışlarsa da sonuç hazindir. Mahir “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” adlı yazısında, “Küçük burjuvazinin en bilinçli kesimini oluşturan “Kemalistlerin” Amerikan Emperyalizmine karşı kıyasıya bir mücadele vermenin hazırlığı içinde bulunduğu bilinen bir gerçektir.” diyor. Ancak bu beklentilerinin hiç birisi hiçbir zaman gerçekleşmiyor.
Sosyalist hareketlerin, bu MDD çizgisiyle hesaplaşıp, bu mantıktan kurtulmadan doğru bir çizgiye oturamayacağını düşünüyorum. “Bozuk düzende düzgün çark olmaz” diyen ne güzel demiş, bende bu MDD çizgisi içinde kalınarak doğru bir yol tutturulamayacağını düşünüyorum. Kızıldere katliamının bu yıl dönümünde Mahir ÇAYAN’ın yazdığı bu şiirleri dostlarımla paylaşırken bu düşüncelerimi de belirmek istedim. Bu arkadaşlarımız bizim arkadaşlarımızdır, öncülerimizdir. Son derece samimi duygularla, doğruluğuna inanarak girdikleri bu yanlış yolda, devrimci duygularıyla yaşayıp, onurluca savaşarak bu yolda can vermişlerdir. Bu arkadaşlarımızın, duyguları, niyetleri, kendileri son derece devrimcidir ama tuttukları bu yol, bizi de, toplumumuzu da kurtuluşa götürmeyecek yanlış bir yoldur. Bunun böyle bilinmesini isterim.”
Milli Demokratik Devrim (M.D.D) tezini savunanların en sol kanadı olarak bilinen Mahir Çayan, en son yazdığı “Kesintisiz Üç” diye bilinen yazısının içinde Kemalizm’i şöyle değerlendiriyor: “Kemalizm, Emperyalizmin işgali olan bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.
Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alıştır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.” Bu tespitin sonucu olarak Kemalist aydın çevreyi ittifak yapacağı bir güç olarak görüyor. Şöyle diyor: “vasıtasız ihtiyatlar: Kemalist aydın çevre. Dünya sosyalist bloğu. Sömürge ülkelerdeki özellikle Ortadoğu’daki milli kurtuluş hareketleri”
Böylece kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurmak için işçi sınıfının önderliğinde bir sınıf mücadelesi önererek sistem güçlerinin dışına çıkan T.İ.P. de birleşen sol dalga MDD sayesinde önce param parça olup, sonrada düzen güçleriyle birlikte olmayı hedefleyen bir noktaya çekilmiş oldu. Sol Kemalizm’le yakınlaştı. Bunlar, M.D.D’nin en büyük başarısıdır. Bu mantıkla hesaplaşılamadığından dolayı günümüzdeki TKP gibi, İşçi partisi gibi, “Türk Solu Dergisi” gibi kimi sol kuruluşlar milliyetçilik bataklığına yuvarlanmış “Yurtsever cephe” adında dergiler çıkararak “sosyal yurtseverlik” yapmaktalar. Bunlar iyice bilinmelidir.
12 Mart sonrası, 1970’li yılların ortalarına doğru Alevi kitlesi yüzünü sola sosyalistlere dönmüştü. Yüzünü genel olarak sola dönen 68 gençlik önderlerine sempati bekleyen Alevilerin 1970’den sonra CHP’ye kayışların birçok sebebi vardır, biz açıkça görülen birkaçını yazalım.
Toplumda yükselen sol dalgayı kendine çekmek için CHP “Ortanın solundayım” diyerek kendinin solcu olduğunu ilan etmişti. CHP genel başkanı seçilen Ecevit “Toprak işleyenin su kullananın” diye özetlenen solun hoşuna gidecek sloganlar atıyordu. Bu dönemde sola kaymış olan Alevi gençliği, bir anlamda idolü haline gelen, Deniz gezmişlerin idam edilmesini önlemek için mücadele eden, meclisteki görüşmelerde bunun mücadelesini veren CHP’ye karşı bir gönül borcu duyuyordu. 12 Marttan çıkışta, zaten genel olarak sol, Atatürkçüleşip CHP ye kaymıştı, solcular yakalarında Atatürk rozetleriyle dolaşır olmuştu. Bunda MDD çizgisinin etkisi büyüktür.
Alevi kitlenin CHP ye kayışında başka bir etkide Alevi partisi konumundaki Türkiye Birlik Partisi’nin (TBP) içindeki Demirel hükümetine güvenoyu veren unsurları atıp önce CHP ye yanaşıp sonrada CHP’ye katılmasıdır. Bence Alevilerin asıl CHP’lileşmesi bu dönemdedir. Bu dönemde Alevi aileler çocuklarına Ecevit – Bülent adları vermeye başlarlar, hâlbuki eskiden çocuğuna İnönü yada İsmet adını koyan yok denecek kadar azdır; en azından ben duymadım.
Alevilerin 1970 den sonra CHP ye kayışında farklı bir gelişmenin etkilerini de görmek gerekir. Bunlardan biri Türkiye Birlik Partisindeki (TBP) Alevi dini önderlerin, yani Çelebiler diye bilinen Ulusoyların da içinde olduğu Alevi camiasınca dini önder kabul edilen kişilerin, Deniz Gezmişlerin idam edilmesine yol açan Demirel hükümetine mecliste güvenoyu vermesinin büyük etkisi olmuştur. Bu olay olana kadar saygıda kusur etmediğimiz ya da edemediğimiz Çelebiler diye bilinen Cumhuriyet döneminde Ulusoy adını alan dedelere verip veriştirmeye onları köylere koymamaya başladık. Bu hataları olmasa bunu yapamazdık, onların tarihten gelen saygınlıklarına dokunamzdık. Çünkü buna halkında vicdanında bir tepki oluşmuştu, bizim tepkimize karşı gelmeyi içinde kabul edemiyordu. Bu dönemde bu konudan dolayı çok çelişik duygulara yaşamışımdır. Sonuçta Alevi köylerindeki Devrimci olan gençlerin tepkisinden çekinen dedeler Alevi köylerine gelemez oldular . Dedelik yapmak için köylere gelmeye çalışan dedelere cezalar verildi. Örneğin bir nevi dedeler köyü olan, Maraş’ın Kantarma Köyündeki Ali Gül dedenin bu sucundan dolayı burnu kesilmiş. Bunu kendine anlı şanlı sosyalist diyen guruplar yapmışlar. Sonuç olarak, Sosyalist solun bu tutumlarından korkan halk sessiz sedasız CHP saflarına katılıp oraya teslim oldu. Bu benim kendi adıma yapacağım özeleştirimdir. Bu geçmişimizde sıkıntısını duyduğumuz bir hatamızdır. Cezaevinden çıkıp 1985 de köye geldiğimde Annem yanıma yaklaşıp korkarak, çekine çekine “oğlum adağım var, sen hapisten çıkınca efendime vermek için adak adamıştım, şimdi bu adağımı vermek istiyorum ama Yusuf’un (küçük kardeşim) duymasından korkuyorum ne yapacağım” dedi. Düşünebiliyor musunuz kadıncağız kendi kazandığı parayı devrimci oğlunun tepkisinden korkup dedesine, pirine götürüp veremiyor; vermeye kalksa evde huzursuzluk çıkıyor. Fatsa belgeselini seyrederken Dev-Yol’un Fatsa’da cami yapımına nasıl yardım ettiği ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Bunu seyredince Dev-Yol önderliğine kızdım. Dev-Yol önderliğinin Alevi dedelerine karşı Alevi gençliği neden uyarmadığına hala şaşarım; bizler geçtik, cahildik, bunun hata olduğunu göremiyorduk ama onlar bunu niye görmediler, bizi niye uyarmadılar buna bir anlam veremem. Bu sosyalist gurupların işlediği toplam bir hataydı. Bütün bu nedenler, Alevileri en rahat ettikleri parti olarak gördükleri CHP ye onları mahkûm etti. Sol- Sosyalist çevrelerin, gurupların güçlü olduğu yerlerde camilere gidip gelene bir şey demek kimsenin aklının ucundan geçmezken, Alevi dedelerine, Alevi dininin gereklerinin yerine getirilmesine niye tepki gösterilirdi bunu anlamak hakikaten zor. Sol Sosyalist yapılar öncelikle kendi laiklik anlayışlarını, inandırıcı bir biçimde ortaya koymalıdırlar. Bir gün yine güçlenirlerse, Aleviliğe nasıl bakacaklar, Alevilerin din adamları olan dedelere, Alevilerin dini hayatlarına ne tür müdahalelerde bulunacaklar bunu topluma anlatmalıdırlar. Burada şu soruyu da sorsak mı acaba diye kendi kendime düşünüyorum: Enver Hocanın Arnavutluğunda, Aleviler, Mustafa Kemalin Türkiye’sinden daha mı özgür, daha mı rahattılar acaba? İnsanlar kendi geleceklerini kendiler özgürce kurarlarken geçmişin ruhu ayaklarına böyle bağ olur işte.
Söz geçmişimizde, Alevilere karşı işlediğimiz hatalar bahsine gelince şunu da söylemden geçmeyelim: Devrimci Yol hareketinin önderliği, yapacak başka bir iş bulamamış gibi, 1977 başlarında bir içki içme yasağı getirdi. Bu Fatsa belgeselinde de işleniyor. Bu yasak Dev-Yolun içki üretimini yada dağıtımını engellemek yada genel olarak içki içilen yerleri kapatmak şeklinde uygulanmıyordu. Bu daha çok, “dem almayı” bir yaşam biçimi haline getirmiş olan, Alevilerin yaşam biçimine bir müdahaleydi. Bu olanağı oldukça, akşamları efkarını dağıtmak için sazını çalıp, aile efradıyla muhabbet ederken iki kadeh içerek demlenmeyi, bir dostunu evine davet ettiğinde onunla muhabbet ederken, muhabbetine katık olsun diye onunla dem almayı, kısaca dostuyla yareniyle bir araya geldikçe, iki kadeh içerek muhabbet etmeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olan, alevi yaşamına, aile içinden huzursuzluklar veren bir müdahaleydi. . Yuvuz’un bile yasaklayamadığı aile içindeki dem alma alışkanlığını Dey-Yolculaşan gençlik sayesinde biz bu topluma yasaklar olmuştuk. Bu Alevi bireye yapılmış bir eziyetti. Hâlbuki özgürlükçü bir toplumsal yaşam, yasaklar üzerine kurulamazdı, bir Fransız’ın dediği gibi “süngü ile her şey yapılsa da onun üzerine oturulamazdı.” Ben bu yasakların hiçbir faydasını görmedim, verdiği huzursuzluksa cabası.
Şimdi bu kitle buradan nasıl kopar, koparıla bilinir mi ya da kopması gerekiyor mu onu başka bir yazıda tartışmak gerekir. Çünkü burada insanlar çeşitli alışkanlıklar kazanmışlar, çeşitli mevkilere gelmişler, çeşitli olanakların tadını görmüşler, buradan beklentileri, buradan umutları, bura üzerine şekillenen hayalleri olanlar var. Yani, yeni parti kurmaya çalışanlar yada Alevilerin CHP li oluşuna anlam veremeyenler bütün bunların üzerinde düşünmelidirler.
Sözü Nazımın şiirine bırakarak ben sözümü kesiyorum:
OTUZUNCU YIL DÖNÜMÜ
SBKB Leninci MK’ne ve şahsen
Huruşçof Yoldaşa armağanımdır
Hacı oğlu Salih memleketimdendi, Karadeniz’den.
Kocaman gözlü, kocaman burunluydu, dazlaktı.
Komünistti ondokuzundan.
Dövüştü.
Hapislere düştü.
Yattı Ankara’da Kırşehir’de.
Sonra geçti bu yana, yani ikinci vatana.
Baytardı, Kirofabat köylerinde hasta keçilere baktı.
Yıllar, eğrilen bir yün ipliği gibi aktı, namuslu, çalışkan parmaklarından.
Sonra, 49’da, Moskova’da, Martın onuncu gecesi
Oturmuş Engels’i okuyordu
Geldiler götürdüler.
Sürdüler Altay bucağına.
Ne bir dağ devrildi içinde, hatta ne bir toprak parçası kaydı,
Yalnız inme indi sağına,
Altmış yedi yaşındaydı.
Altı yıl Hacı Oğlu Salih
Kutladı devrimin yıl dönümünü
Tel örgüler ve kurt köpekleriyle çevrili
Elli kişilik barakasında.
Bu akşam Moskova’da bayram eyledik.
Kutladık devrimimizin yıldönümünü.
Dolaştık türkü söyleyerek alanları Mark, Engels Lenin
Ve temize çıkma kâğıdı Salihin …
Moskova 1956
Nazım Hikmet.
Saygılarımla.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder