HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

18 Aralık 2009 Cuma

ALEVİLERİN PARTİLERLE MUHABBETİ ÜZERİNE

Ali Rıza Aydın.

irizaaydin@hotmail.com
10 Aralık 2009.


Hey erenler pazarım var
Hal ehline hal satarım
Terazim tartım bulunmaz
Doyumuna bal satarım

“Ezilenlerin Pedagojisi” adıyla dilimize aktarılan Paulo Freire’nin kitabı, son dönemlerde en çok etkilendiğim eşe dosta okumalarını önerdiğim kitapların başında gelir. Yazar kitabında, ezilenlerin eğitiminden neyin anlaşılması gerektiğini, ezilenlerin oluşturduğu hareketlerin içindeki muhtemel parçalanmaların nasıl egemenlerin işine yarayacağını , ezilen hareketinde görülecek sekterlik eğilimlerini inceden inceye inceler. Kitabı okuyunca, yoksulların eğitilmesinin, sadece onlara okuma yazma öğretmek yada onları meslek kurslarında uzmanlaştırmaktan geçmediğini bunun onlara soru sormasını, hayatlarında karşılaştıkları her şeyi sorgulayıp içlerinde muhakeme etme alışkanlığını kendilerine kazandırmaktan geçtiğini düşündüm. Yaşadıkları, yaşamlarında karşılaştıkları her şeyi, muhakeme edip sorgulayarak, onu bir üst boyutta geliştirip yeniden üretmek sanatçı ile zanaatçıyı, aydın ile eğitim görmüş teknokratı da birbirlerinden ayıran aralarındaki ince çizgiyi de gösteren bir şeydir. Teknokrat yâda zanaatçı bir alanda çeşitli eğitim kurslarından geçip, o mesleği öğrenmiş, o işi yapan kişidir, aydın yâda sanatçı ise var olanı sorgulayıp, onu içinde değerlendirerek, onu aşan, onu daha üst bir boyutta geliştirerek yeniden yaratan kişidir. Öyleyse ezilenlerinde bir aydın gibi sorunlarını sorgulamayı öğrenmesi gerekir.

Tarihsel olarak Kızılbaş yâda Alevi denilen kitlenin, çağıyla çağdaş, hatta çağını aşan ilerici insanlar olmalarının nedeni de, işte bu sorgulama yöntemini, bir hayat tarz olarak, yaşam felsefelerinin başına geçirmiş olmalarıdır. Bunlar buna “Batın ilmi” diyorlar. Batın ilmi felsefecilerin batinilik dedikleri ekolün Kızılbaş -Alevi söylencesindeki adıdır. “Batın ilmi dediğiniz şey ne” diye, babama sorduğumda “görünenin arkasındaki gerçeği görmek, yâda görünenin içinde gizlenen gerçeği aramak” demişti. Bu huylarından dolayı Kızılbaşlar her şeyi inceden inceye sorgulayıp bunları deyişlerinde işlemişler. Edebiyat fakültelerinde, “Alevi - Bektaşi Tekke Edebiyatı” diye işlenen, bu şiir geleneğinde “Şathiye” diye bilinen deyişler bu Tekke şairlerinin batini yanlarının bir ürünüdür. Şathiye şiirleri, Sünni din anlayışını alaylı biçimde yeren, onu bir anlamda ti’ye alan şiirlerdir. İsmet Zeki Eyüboğlu “Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar” adlı kitabında bunları anlatır. Aslında yazarın “Türk şiiri dediği şey özünde “Kızılbaş -Alevi -Bektaşi Tekke Şiiridir”.

Kızılbaş- Alevi kitle, batinilik dediğimiz bu sorgulayıcı yanından dolayı, yani-yenilikçi, ilerleyici düşüncelere hep açık olmuşlardır. Bu yüzden Namık Kemal'den Ziya Paşaya yenilikçi hareketlerin içinde hatta onların önderliğinde bu toplumdan insanlar öne çıkmıştır. Örneğin bu topraklarda Masonluğun, yâda sol - Sosyalist düşüncelerin ilk örgütleyicileri arasında bu toplumdan insanların fazlaca olması, hatta genel olarak bu toplumun bunlara ilgi duyması yine bu toplumun batini sorgulayıcı, yeniliğe açık olma özelliğinden dolayıdır.

Birinci Paylaşım Savaşında, Osmanlı İmparatorluğu yenilip parçalanmaya başlayınca, bu durumdan çıkış yada bir kurtuluş yolu arayışında bulunanların içerisinde Alevi Bektaşi düşüncesinden insanların olması gayet doğal bir şeydir; aksini düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır.

Osmanlı Ülkesi, Rus İmparatorluğu tarafından işgal edilmeye başlanınca, O zamanlar Alevi Bektaşi kitlesinin önderi konumundaki Cemalettin Çelebi (doğumu T: 1862- Ölüm T:1921) oluşturduğu bir askeri birlikle Kars civarlarına giderek Rusya'nın ilerlemesini durdurmaya çalışır, Rus işgalci birlikleriyle savaşır. Bu dönemlerde, çok etkin olan Cemalettin Çelebi üzerinde önemle durulması gereken önemli bir şahsiyettir .

Cemalettin Çelebi, Amasya'da Mustafa Kemalle görüşen gurubun içindedir. Sivas kongresine katılır. Bunu anlatan bir şiirde vardır. Mustafa Kemal'de Sivas Kongresinden Ankara'ya gelirken, 23 ile 24 Aralık 1919 tarihlerinde Hacı Bekdaş ilçesine uğrayıp Cemalettin Çelebi ile görüşür. Bu görüşmede Cemalettin Çelebi, bu hareketin başarıya ulaşmasından sonra, Cumhuriyetin kurulması gerektiğini düşündüğünü söyleyip, Mustafa Kemalin bu konudaki düşüncesini sorar, bu konuyu konuşurlar . Cumhuriyet sözünün anıldığı ilk yer belki de burasıdır.

Cemalettin Çelebi, Koçkiri kırımını görüp, Dersim kırımını görmeden 1921 de bu dünyadan göçüyor. 3 Mart 1924 de Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyor, 30 Kasım 1925 de Alevilerin eğitim merkezleri olan Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin kapatılmasını emreden meşhur 677 sayılı kanunu çıkarılıyor. Bu kanunla Aleviliğin din hizmetlerini yürüten dini önderleri olan Dedelik ile Çelebilik gibi sıfatlar yasaklanırken, aynı kanunla kapatılan “Tekeler ile zaviyelerin”, “cami veya mescit” olarak kullanıla bileceği söyleniyor.

Bütün bu olumsuz gelişmelere rağmen, Aleviler Cumhuriyeti desteklemeye devam ediyorlar; iyide ediyorlar . Bunu iyice anlayıp bilince çıkarmak için, Cumhuriyetin içinden çıktığı Osmanlı Toplumundaki Kızılbaşların -Alevilerin durumunu iyice anlamak gerekir.

Anadolu'da halk birine intizar edeceği, yani Bed dua edileceği (karış vereceği) zaman “Defterin Dürüle” deler. Defterin dürülmesi şu manaya gelir: Osmanlı Devleti Kızılbaşları araştırıp fişleyerek bir deftere kaydederdi. Bu defterlere kaydedilenler öldürülünce bu defter dürülüp raflara kaldırılırdı. Deftere kaydedildiğinden endişe eden halk bu yüzden sürekli yer değiştirmiş, bir yöreden bir başka yöreye göçerek izini kaybettirmeye çalışmıştır. Baki Öz'ün Hazırladığı “Alevilikle ilgili Osmanlı Belgeleri” adlı kitapta bununla ilgili aklın alamayacağı, akıllara durgunluk verecek belgeler var. Bunlardan ikisini buraya alıyorum: “Her şeyi bilen sultan, o kavmin uşaklarını kısım kısım ve ad ad yazmak üzere ülkenin her yanına bilgin katipler gönderdiği, yedi yaşından yetmiş yaşına kadar olanların defterleri Divan'a getirilmek üzere buyuruldu. Getirilen defterlere nazaran, yaşlı, genç, kırk bin kişi yazılmıştır. Ondan sonra her yörenin hakimlerine memurlar defterler getirdiler. Bunların gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak öldürülenlerin sayısı kırk bini geçti.”
“Defterdar Ebu'l- Fadl Mehmet Efendi – Selimşâh-nâme, s: 651a.” Defterdar Mehmet Efendi yazdığı bu yapıtını 1. Selim’e sunmuştur. Sayfa: 256.

Yine aynı kitabının Kızılbaş olduğundan kesin emin olunamayanların Kıbrıs'a sürülmesi için şöyle bir genelge var: “ Bozok Beylerbeyine hüküm:
Kızılbaşlıkla suçlanan kişilerin yazıldığı defter suretle gönderilmiştir. Bu kişiler soruşturulsunlar. Kızılbaşlıkları gerçekse, idam edilsinler. Lakin, yalnız ithamla kalmışsa, (Kızılbaş oldukları kanıtlanamamışsa bunlar Kıbrıs'a sürülsün. Yıl 1577”) 30 Nolu Mühimme Defteri No: 488). Defterdar Mehmet Efendi yazdığı bu yapıtını 1. Selim'e sunmuştur. Sayfa 63.

Kitaplar böylesi belgelerle doludur. Ancak Türkiye de okumuş yazmış sınıf, (bunlara aydın demek içimden gelmediğinden böyle diyorum) bunları önemsemediği gibi bunları katliam bile dememiştir. Buna ilginç bir örnek vererek bu konuyu kapatacağım. Cahit Öztelli Alev – Kızılbaş edebiyatının ürünlerinin toplanıp kitaplaştırılmasına büyük emeği geçmiş, bundan dolayı paralar kazanıp ün sahibi olmuş, bu alanda ciltler dolusu kitabı olan, yinede emeğine saygı duymamız gereken bir kişidir. “BEKTAŞİ GÜLLERİ” adlı kitabının başında şöyle diyor: “... Şahların çıkardıkları ayaklanmalar devleti zor durumlarda bıraktı. Sonunda Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail, Çaldıranda karşılaştılar. Şah yenildi. Yavuz, Anadolu'da büyük bir temizliğe girişti. Kırk bin Alevi’yi kılıçtan geçirdi. Ama Şahların öfkeleri dinmedi, on altıncı ve on yedinci yüz yıllarda da sürdü. Yer altı çalışmaları hiç bir zaman durmadı.” Nazarı dikkatinizi cezb ederim, kendini Osmanlının Devamı gören devletin okullarında şekillenen kitle burada bir katliam görmüyor burada “büyük bir temizliğe girişilmiş” bu temizliğin gereği olarak ta “Kırk bin Alevi kılıçtan geçirilmiş” tir diyor, durumu böyle görüyor, ne dersin işte gerçek bu.

Anadolu'dan Kızılbaş olduğundan kuşkulanıldığı için sürülen bu insanlar gittikleri yere “kendilerini de götürmüşler” oralarda Kızılbaşlıklarını yaymışlardır. Bu, bugünlerde sanki Kızılbaşlar Osmanlının öncü, işgalci birlikleriymiş gibi anlatılıyor. İnsan gittiği yere kendiyle beraber tüm değerlerini de götürür. Kızılbaşlarda, zorunda kalıp gittikleri bu yerlerde, kendi inançlarını yaşayıp oralara da bunu yaymaya çalışmışlardır. Kısaca durum budur. Örneğin Arnavut ulusunun ulusal bağımsız mücadelesini Osmanlı Devletine karşı yürüten ulusal önderlik Bektaşı olduğundan, bir yandan halka Arnavutça öğretirken bir yandan da Kızılbaş -Alevi edebiyatının dili olan Kızılbaş ozanların Yunusun, Kaygusuz'un, Pir Sultan'ın Hayatayi'nin dilini öğretiyorlardı; işte bu günlerde bu dile Türkçe deniyor. O günlerde bu dili, Osmanlı hanedan ailesinin asil zadeleri ile onun etrafında oluşan yönetici sınıf, asla mı asla konuşmazdı, ayrıca devletin resmi kurumlarında, örneğin Enderunda da, bu dil konuşulmazdı; peki bu dil nerede konuşulurdu, bu dil “anlamadıkları duaya âmin dememeyi” ilke (düstûr) edinmiş olan Kızılbaşlarla, onların tekkelerinde konuşulurdu.

Cumhuriyet döneminde, defteri dürülmekten kurtulan Kızılbaş-Alevi kitlesi, her şeye rağmen Cumhuriyete dört elle sarılır. Belki bunun bir nedeni de, yakın tarihlerinde, yaşadıkları o korkunç anılarının belleklerinde ki tazeliğini koruyor olmasıdır. Anadolu tarihinde, Alevi kıyımın en çok, en vahşice yaşandığı tarih1826 da ki “Vaka-yi Şerriye' denen olayla başlar; bu dönemin anıları cumhuriyetin kurulduğu sıralarda henüz bilinçlerdeki tazeliğini korumaktadır. Cumhuriyet, bunca acılar çekilerek yaşanılmış olan Osmanlı vahşetinden kurtuluşun bir simgesidir, Aleviler bunun tarihsel önemini herkeslerden daha fazla anlayıp hissetmişlerdir; işte bu yüzdende Cumhuriyete dört elle sarılmışlardır. Bunu yapmakta yerden göğe kadar haklıdırlar. Bunu anlamazlıktan gelmek tek kelimeyle gaflettir.

Şimdi bu kısa açıklamadan sonra Alevilerin Partilerle ilişkileri üzerine muhabbete geçe biriz.

Partiler bahsine geçince, şöyle kısa bir açıklama yapmalıyım: Türkiye'de resmi olarak kurulan ilk parti CHP diye bilinir. Bu bir anlamda doğru değildir, şöyle ki: Cumhuriyetin kurucu iradesinin önderi olan Mustafa Kemal, ihtiyaç duyduğu şeyi, ihtiyacı olduğu sürece kullanıp, ihtiyacı bitince de onu “şık” bir hamleyle devre dişi bırakabilme “yeteneğine” sahip biridir. Bu özellik, devlet yönetme kabiliyetinin nişanesi olarak değerlendirilmelidir; devletler böyle yönetilirler. Örneğin Türkiye Cumhuriyetinde resmi olarak kurulun ilk parti diye anabileceğimiz parti, “resmi” Türkiye Komünist Fırkasıdır,18 Ekim 1920'de kurulmuştur; bu diğer Komünist Partisiyle yada komünist teşkilatlarla karıştırılmamalıdır. Osmanlı Devlet geleneğinde, yoksullara öncüsünü şaşırttırmak için, böylesi şeyler hep yapılırdı . Bunun üzerine uzun yorumlar yapılabilinir ama konumuz bu değil. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Cumhuriyet Halk Fıkrası (CHF)” adıyla 9 Eylül 1923 de kurulmuştur. Tek parti dönemi 1946 Demokrat Partinin kurulduğu döneme kadar sürer. İkinci paylaşım savaşından galip gelen devletlerin yönetim şekillerinin, çok partili yada çok partiyle yönetilen demokrasiler olmasının bir zorlamasıyla, milli şef döneminde devletin âli menfaatleri için çok partili sisteme geçilir. Cumhuriyet Halk Partisinden sonra, bu partinin içinden çıkan bir gurup insan tarafından 7 Ocak 1946 da Demokrat Parti (D.P) kurulur.

Tek parti döneminde, Alevilerin CHP'li olduğundan söz etmek ne kadar doğrudur hatta böyle bir şey söylene bilinir mi bilemem. Çünkü Alevi kitlesi o tarihlerde genelde köylerde oturmaktadır, partilerse teşkilatlanmalarını şehirlerde kasabalarda yapmakta idiler. Alevilerin köylerden şehirlere göçüp şehirlere yerleşmeye başlaması 1950 ler den sonradır. Ayrıca Cumhuriyet Halk Partisi, Almanya'da Nazilerin yükselişe geçip, iktidarı aldıkları dönemlerden, ikinci Paylaşım Savaşının sonlarına doğru, Almanya'nın yenileceğinin anlaşılmasına kadar, Almanya'daki Nasyonalist politikadan etkilenip öylesi bir politika izlemiştir. Bu gerçek, gerek o günlerde yayınlanan Cumhuriyet gazetesindeki yazılara, gerekse CHP’nin yayınlarına bakılınca apaçık görülür. Örneğin 4 Aralık 1954’te, Sabiha Sertel ile Zekeriye Sertelin yayınladığı, Sosyalist eğilimli TAN Gazetesinin, sivil bir halk hareketiyle basılıp talan edilmesini CHP yaptırmıştır . Nazım Hikmet “Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim” diye başlayan o ünlü şirini bu olaydaki CHP yi anlatmak için yazmıştır; şiirin sonunda kastettiği parti CHP’dir. 72 millete bir nazarla bakan, yüreğinde tüm insanlığa karşı aynı sevgiyi besleyen Alevilerin milliyetçi (Nasyonalist) bu politikayla ortak bir yanları yoktur, olamazda; olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Cumhuriyet Halk Partisinin 1923 de kurulduğu günden 1946 yılında Demokrat Partinin kurulduğu güne kadar geçirdiği hayatı iyice incelendiğinde, görülecektir ki bu dönemde Alevinin varlığından bile söz edilemez. Bu dönemde seçilen CHP milletvekilleri içinde Alevi kökenli kaç kişi olmuştur diye akademik bir araştırma yapılsa ilginç sonuçlar çıkabilir.

Ayrıca burada vurgulayarak önemle belirtmek isterim ki, Birinci Meclisi sona erdiren 1 Nisan 1923'te, milletvekilli seçimlerinin yapılması kararı alındıktan beş ay sonra 9 Eylül 1923'de, Cumhuriyet Halk Fıkrası kuruluyor. Seçim kararı alındıktan sonra, seçimleri düzenleyecek komisyon toplantısında kararlaştırılan, 15. madde ile belirlenen ilginç bir kararla köklü bir değişikliğe gidiliyor. Bunu Prof. Dr. İhsan Güneş, “Birinci TBMM'nin Düşünce Yapısı (1920-1923)” adıyla, Türkiye İş Bankası Kültür yayınlarınca basılan doktora tezinde şöyle belirtiyor: “Köklü değişiklik 15. maddede yapılmıştır. Komisyon Türkiye Devleti Halkından olan kişilerin milletvekili olabilecekleri görüşünü kabul ederken, kimlere Türk Devleti halkı denileceğinin de seçim yasası ile değil yurttaşlık yasası ile saptanacağı görüşünü benimsemiştir. ” denmektedir. O tarihte Sünni olmayan, yani Alevi olduğu bilinen kişiler Türkiye Devleti Halkından sayılıyor muydu bilmiyorum. Bu konuda çitti kuşkularım var. Bu konuda düşündürdüklerimi, Türkiye Milliyetçiliğinin oluşum sürecini inceleyeceğim yazımda inceleyeceğim yâda tartışacağım. Dikkatinizi çekmek istediğim gariplik şu: milletin yada halkın devleti diye düşünülmüyor da, tam tersine Devletin Milleti - Devletin Halkı diye düşünülüyor, çarpıklıkta burada. Burada konunun şu kadarını söylemekle yetinelim. Türkiye’deki Devlet Milliyetçiliğinin kurucusu olan Yusuf Akçura Türk Tarih Kurumunun başkanı olarak yazdığı 1928 yazılarında “ilk ‘Türk Şâiri’ sayılacağını söyleyip müjdeledikleri” şair olarak Memed Emin beyi gösterir. Yusuf Akcura yine aynı yazıda Memet Emin beyin “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” şiirinden şöyle bahseder: “Ahmet Hikmet bey, Müslüman Türkün Tanrısına öz diliyle ilk hitabı olan “Yakarış”ını … göklere doğru yükseltir. ” Bu apaçık gösteriyor ki Yusuf Akcura Kızılbaş –Alevi edebiyatının, bu dille yazılan şiirlerini Müslüman Türkün şiiri olarak görmüyor. Yoksa Yunus’un, Kaygusuz’un, Pir Sultan’ın, Hatayı’nın vb nice ozanın, bu dille yazılmış bunca şiirlerini bilmemesi mümkün değildir.

Burada konu dışına çıkma tehlikesi de olsa şu gerçeği söylemezsem çatlayıp ölürüm: Kendini Osmanlı Devletinin devamı olarak gören yeni devletin öncü kadrosu, Şah İsmail (Hatayi) önderliğinde Kızılbaş Türkmenlerin kurduğu Safevi Kızılbaş devletini Türk devletleri sınıfına sokmaz. Bundan dolayı Cumhur Başkanlığı forsunda tarihte kurulmuş Türk Devletleri bir yıldızla temsil edilirken buraya Safevi Devletini temsilen bir yıldız konulmamıştır. Örneğin bu anlayışın bir sonucu olarak, Anıl Çeçen'in “Türk Devletleri” adlı 562 sayfalık kitabında, gıldır gücük, akla hayale gelmeyen bir sürü devletten söz edilir de, koskocaman Şah İsmail'in önderliğinde kurulan Safevi Kızılbaş Devletinden söz edilmez, o yoktur . Şu gayet açık bilinmelidir ki Şah İsmail Hatayi’ye ters bakanlar Aleviliği düzgün göremezler. Bu bir bilgisizliğin yâda unutmanın sonucu değildir, bu ciddi bir eğitimle sağlanan cehaletin sonucudur.

Bence Demokratik Alevi Hareketi devletten istemleri içine Şah İsmail Hatayi’nin kurduğu Safevi Kızılbaş Devletinin, Türk Devleti olarak tanınıp, Cumhur Başkanlığı forsuna bunu temsilen bir yıldız konmasını önemli bir talep olarak koymalıdır. Bu devlet bilinci açısından, 2 Temmuz Katliamının yaşandığı Madımak Otelinin müze olması kadar önemlidir; belki ondan bile daha önemlidir. Bunu önerimi Alevi hareketinin önderliği önemle incelemelidir. Bu Nazım Hikmetin Hacı oğlu Salihin Temize çıkma kâğıdıyla bayram etmesi gibi bizi mutlu edecektir (Şiiri yazının sonuna ekleyeceğim.)

Bugün, Türkiye’deki Devlet Milliyetçiliğinin en büyük partisi konumunda olan MHP, eğer sahiden Alevileri anlamak için samimi bir adım atacaksa, buna Partisinin elinde bulunan belediyelerce yaptırılan, Devlet Kurmuş Türk Büyüklerin heykellerinin konduğu parklara, Şah İsmail Hatayi’nin de heykelini koyarak başlamalıdır. Şu gayet iyi bilinmelidir ki Şah İsmail Hatayi ye yanlış bakılarak, Kızılbaşlık Alevilik düzgün görülemez. Bu gayet iyi bilinmelidir.

Burada şu kanımızı da söylemeden geçmeyelim: Ben “Birinci Meclisin fes edilip Meclisteki vekillerin yenilenmesini “Lous Bonaparte'nin 18 Brumaires'i” gibi şık bir manevrayla özellikle ikinci gurubun tasfiye edilmesi olarak görürüm. Bu görüşmeler sırasında Durak bey diye biri, seçimler de “Birinci Meclis üyelerinden kimsenin aday olmamasını önermiştir” bu öneri kanunen olmasa da, seçimlerde filen gerçekleşmiştir. Ülke işgal edilince, her türlü tehlikeyi göze alıp, vatanı kurtarmak için, çeşitli dernekler etrafında örgütlenerek, işgalcilere karşı mücadele veren, bu mücadeleleri sonucu oralardan seçilip gelerek meclisi kuran bu insanlar, ülke esenliğe çıkınca böylece bir kenara atılmışlardı. Buna Fransız ihtilal’ında Termidor denmiş, bence Cumhuriyetimizin Termidoru da böyle gerçekleşmiş. Bundan sonra eski Osmanlı devletinin ileri gelenleri yeni giysiler içinde sahneye çıkarak işe el koyarlar. Bugün devletin çekirdeğini oluşturan kurumların kendini sunuşuna bir bakın, örneğin polisin kuruluşunun, ordunun kuruluşunun tarihlerini ne zaman başlattığına bakınız Osmanlının devamıyız diyorlar. Hâlbuki Cumhuriyet geçmişten köklü bir kopuş yeni bir şeyin doğuşu sanılmıştı. Burada yeni giysiler içinde eskinin ruhu hep kendini hissettirmiştir. Ama mevzu buranın sınırlarını aşacak kadar geniş, kapsamlı bir mevzudur.

Burada tavsiye edilenlerin kimler olduğunun iyice anlaşılması için, İbrahim Bahadır'ın “Cumhuriyetin Kuruluş Sürecinde Atatürk ve Aleviler” adlı kitabından bir bölüm daha aktarmak istiyorum: “... Meclisin yenileneceği sırada Mustafa Kemal gizli istihbarattan Bektaşi olan Hüsamettin Ertürk'ü yanına çağırarak ona, “Büyük Millet Meclisi'nde ikinci guruba ait mebuslar muhalefeti artırdılar, her türlü akıl ve havsalanın almayacağı şeylere dil uzatıyorlar. Bu sebeple nazik devirde Meclis'i yenilemeye karar verdim. Yakında girişimlere başlayacağız. Fakat İstanbul'daki din mensuplarını; Bektaşileri, medrese hocalarını, kürsü vaizlerini bu Kırşehirli Cemalettin Efendi kandırmış, bütün Alevilerin reyini ona vereceklerini haber aldım. Sen Bektaşi'sin, göreyim senin Bektaşiliğini, hemen kalk İstanbul'a git, bunların arasına gir, bizim maksadımızı anlat, onları bizim tarafa kazan”der. Bu arada Cemalettin Çelebi (Ulusoy) 1921 de Ölür yerine geçen küçük kardeşi Velayettin Çelebi abisi kadar tecrübeli değildir, sora seçimlerde Mustafa Kemalin desteklenmesini isteyen o meşhur bildirisini yayınlar. Cemalettin Çelebinin nasıl öldüğünü inceleyen olmamış, olduysa da ben görmedim ama aile üzerinde baskılar olduğu biliniyor Velayettin Ulusoy bunu Oral Çalışlara mülakatında söylüyor.

Aleviler çok partili sisteme geçilmesiyle beraber, ikinci paylaşım (ikinci Dünya) savaşından kaynaklanan sıkıntılarının da kızgınlığıyla CHP den hızla uzaklaşıp Demokrat Partiye (DP) oy vererek onun iktidara gelmesine yardım ederler. Yusuf Ulusoy gibi Aleviliği ayan beyan bilinen kişiler DP milletvekili olurlar. O dönem Alevi aileler çocuklarına Menderes ismini vermeye başlar, Alevi köylerinde İsmet adı yok gibidir.

Demokrat parti iktidara gelince şeriatçı gericilik güçlenmeye başlar. Demokrat Parti iktidarı boyunca izlenen politikalar, bu şeriatçı gericiliği güçlendirir, şeriatçılar azgınlaşır. Ezan Arapçaya çevrilir, Menderes seçim konuşmalarında kendini dinlemeye gelen kalabalıklara “siz isterseniz şeriatı bile getirirsiniz” diye onları şımartır. Menderes Hükümetinin bu icraatları, Alevileri korkutup onların DP karşısındaki CHP ye kaymasını sağlar. Alevilerin ünlü ozanı Ali İzzet Özkan, DP hicveden, onu desteklemekle ne kadar yanıldıklarını anlatan bir şiirle Alevilerin duygularına tercüman olur.

27 Mayıs 1960 da darbe olur, Demokrat Parti kapatılır 1960 Anayasası kabul edildikten sonra yeniden patiler kurulmaya başlanır. Aleviler Menderesin asılmasını asla tasvip etmezler. Menderese üzül ağlarlar.

13 Şubat 1961 de bugün birinci TİP diye anılan İşçi Partisi kurulur.

Dönem SSCB ile ABD arasında soğuk savaşın yaşandığı bir dönemdir. Küba devrimi olmuştur, bu Vietnam'dan yükselen devrimci bir dalga ile birleşince, devrim coşkusu önüne geçilemeyecek bir şekilde bütün dünyada gelişmeye başlar. Dünyada yükselen bu devrimci dalga ile devrimin coşkusu gün geçtikçe yayılmaktadır. Bu bütün dünyada solun gelişip serpilmesine yol açar. 68 gençlik hareketlerinin nedeni budur.

Nazım hikmet işte bu dönemde, 1961 yazı ortalarında Fidel'in Che'nin Küba'sına gider, gördüklerinden müthiş etkilenmiştir, duygularını Ressam dostu Abidin Dinoya o meşhur şiirinde şöyle anlatır: “Sen mutluluğun resmini yapa bilir misin Abidin. / İşin kolayına kaçmadan ama /Al yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğinkini değil / Nede ak örtüde elmaların / nede akvaryumda dolaşan kırmızı balığınkini / sen mutluluğun resmini yapabilir misin / 1961 yazı ortalarındaki Küba'nın resmin / Çok şükür, çok şükür bu günüde gördüm / ölsem gam yemem gayrının resmini yapa bilir misin üstat” der.

Devrim rüzgârı, Devrimin yarattığı sol dalga kartopu gibi büyüye büyü bütün dünyayı sarmaktadır. Bu Fransa'ya 1968 gençlik hareketleri olarak yansır; oradan da bize geçer. Türkiye İşçi Partisi güçlenmektedir yüzde üçün ( % 3 ün) üzerinde bir oy alarak parlamentoya girer. Parlamentodaki TİP milletvekillerinin her konuşması olay olur, toplumu sarsar. TİP'in gençlik hareketi şeklindeki gençlerin mücadelesi yükselmeye başlar, FKF (Fikir Kulupleri Federasyonu) kurulur. Alevilerden TİP’e bir meylediş bir kayış vardır. Egemen güçler TİP'in bu ilerleyişini durdurmak yada bunun önüne geçmek için harekete geçerler. TİP’in gelişmesini durdurmak için yapılan çalışmalarından, üçünün etkisi, bu günlere kadar sürmüştür, bunlardan kısaca bahsetmeden geçersek, konuyu eksik anlatmış oluruz. TİP zayıflatan, bir anlamda TİP den bu günlere miras kalmış olan, üç olgudan söz etmeliyiz, bunlar kısaca şöyle sıralana bilinir: yılların devlet partisi olan CHP'nin, kendini ortanın solunda olduğunu ilan etmesi, yada kendini öyle tanımlaması. Alevilerin TİP kaymasını önlemek için bir Alevi partisinin, yani Birlik Partisinin kurulması, sonuncusu da sosyalizme kayıp devletin, Kemalizm’in etkisinden uzaklaşan TİP deki kitlerin özelikle de militan gençliğin, tekrar orduya, Kemalizm’e yaklaşması için icat edilen Milli Demokratik Devrim (MDD) tezidir.

Devleti kuran, yılların devletçi Kemalist partisi olan bildiğiz CHP'nin, kendisini ortanın solundayım deyip, kendini solcu ilan ederek, Sosyal Demokrat olduğunu söylemesinin asıl toplumsal baskısı TİP yükselişidir; bunu anlatmaya gerek yok sanırım. Buna ihtiraz edip, tartışma ihtiyacı duyacak olan sanırım olmaz, ama diğer ikisini tartışıp biraz irdelemeliyiz galiba.

1970 yılında, Necmettin Erbakan'ın kurduğu Milli Nizam Partisinden 4 yıl önce, 17 Ekim 1966'da bir Alevi partisi olarak (Türkiye) “Birlik Partisinin” kurulmasının, yeşerdiği iklimi anlamak için yukarıdaki atmosferi iyice anlamak gerekir. Bu ortamı Kelime Ata'nın (Türkiye) Birlik Partisi adlı kitabı çok güzel anlatıyor. Bence politika yapacak herkes bu kitabı incelemelidir. Partinin ambleminde, ortasında bir aslanla İmam Ali, etrafındaki 12 yıldızla da 12 imamlar temsil edilmektedir.

Bu ortam, Alevilere saldırıların yoğunlaştığı, Alevilerin Adalet Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisinde kendilerini tam olarak ifade edemeyip, bu partilerin sorunlarına ilgilenmediği gördüğü bir dönemdir, bu ortamda aynı zamanda TİP'nin Alevi kitlesi içinde taban bulmaya başladığı bir dönemdir. Türkiye Birlik Partisi kurulduktan sonra TİP oylarında yarı yarıya bir düşüş olmuştur, apaçık ki bu oylar Birlik Partisine kaymıştır. TBP (Türkiye Birlik Partisinin) kuruluşu sırasında Alevi toplumunun dini önderleri Alevi kitlesinin komünizme kaymasını önlemek için bunu yaptıklarını en yetkili ağızlardan söylemişlerdir . Partinin kurucu genel başkanı Hasan Tahsin Berkman, Genel Kurmay Lojistik Başkanlığında, Genel Kurmay İstihbaratında, Milli Emniyet (Bugünkü MİT) bünyesinde önemli görevler yapmış, ayrıca NATO Kuvvetler Başkanlığında çalışmış tuğgeneral rütbesindeyken emekli olmuş bir kişiliktir.

Şimdi gel gelelim anlatılması sıkıntı yaratacak olan asıl konuya, yani M.D.D’ye.
Türkiye İşçi Partisi (T.İ.P.) Türk-İş’ten ayrılıp DİSK’i kuran işçi önderlerince kurulur. Bu anlamda tabandan kurulan tek partidir desek abartmış olmayız . TİP kuran işçi önderleri kendilerine ağzı laf yapan aydının birinin önder olmasını isterler. Sonunda üzerinde düşündükleri aydınlardan Mehmet Ali Aybar ismi üzerine birleşirler. Ama Mehmet Ali Aybar ile bir ilişkileri yoktur, evini bile bilmemektedirler. Ama Aybarın Bebekte oturduğunu bilirler sadece. Sonunda Aybarı bulmak için Bebek karakoluna gelir durumu anlatırlar. Bebek karakolundan önlerine düşen bir bekçinin yardımıyla Memet Ali Aybarı evine gelip kendilerine başkan olmasını önerirler: Aybarda bu teklifi kabul eder.

TİP programı, ülkeye Sosyalizmi getirmeyi hedeflediğini, buna işçi sınıfının önderliğinde bir sınıf savaşı sonucu ulaşılacağını belirtiyordu. Bu devrimci mücadelede işçi sınıfının öncü olduğunu, ülke içindeki burjuvaziye karşı sınıf mücadelesi verilerek bunun sonucu kapitalizmin yıkılıp yerine sosyalizmin getirileceğini Partinin programının 53. maddesinde açık acık yazmışlardı. Bu partinin (TİP’in) sistemden kopuşunun bir işaretiydi.

Kemalistlerce, kendi güçlerinin dışına çıkma eğilimi gösteren TİP’i tekrar düzen içi güçlerle birleştirmek için, YÖN Dergisi etrafında kümelenmiş Kemalist hareketçe bir teori oluşturuldu; bunun adı Milli Demokratik Devrim (kısaca M.D.D) stratejisiydi. Bu teori devrimci güçler denilen ordudaki millici subaylar ile “Milli Cephe” de birleşip ülkeyi ikinci bir kurtuluş savaşıyla kurtarmayı hedefliyordu.

Çetin Yetkin “Soldaki Bölünmeler” adlı kitabında bu teoriyi şöyle nitelendiriyor: “Konuya daha fazla girmeden önemli bir gerçeği belirtmek gerekir. Gerçekte, “milli demokratik devrim” “şiar’ı” T.İ.P.nin kurulması ile birlikte ona karşı ortaya atılmış ve 14 Kasım 1962 günü YÖN’de Mehmet Doğan imzası ile yayınlanan bir okuyucu mektubunda ilk kez anlamını bulmuştu.” Sayfa 106–207.

YÖN Dergisi Doğan Avcuoğlu tarafından, kendini Kemalist aydınlar olarak gören bir gurup tarafından çıkarılıyordu. Yöncüler önümüzdeki devrimci görevin içerde burjuvaziye karşı mücadele edip Kapitalizmi yıkıp yerine sosyalizmi getirme mücadelesi değil, bu mücadele, Türk vatanını sevenle, vatan satıcıları arasındaki mücadeledir…” “bu mücadele bir avuç asalak dışında Tüm Türk ulusunun mücadelesidir… Ulusal bir mücadeledir” diyordu. Bu ulusal mücadelenin de hem ordu içindeki hem de ordu dışındaki Kemalist kadrolarla “Ulusal Cephede” birleşerek yapılacağını söylüyorlardı. İlgan Selçuk Cumhuriyet Gazetesindeki köşe yazılarında Mili Demokratik Devrimcilere desteklemek için şöyle yazılar yazıyordu: “Devrimci sol eylemi, Türk ordusunu öcü gibi göstererek engellemeye çalışmak hem Atatürk ordusuna iftira, hem de devrimciliğe yakışmayacak bir pısırıklıktır. Ordu, ne faşist bir yönetim aracı, ne Yunanistan’daki gibi Amarikan uşağı olabilir. ‘Ordu Temizdir. …” diyordu. Uğur Mumcu ise aynı konuda şöyle diyordu: “… yolu açacak olanlar ise, bugünkü siyasal partiler değil, asker-sivil aydınlardan oluşan milliyetçi devrimcilerdir. Milliyetçi devrimciler ise, burjuvazinin sol yanı olarak nitelenen bir çevreden çıkan asker-sivil aydınlar toplumudur.”

Fazla bir zaman geçmeden bu teori partiyi de etkiler, T.İ. P. İçerisinden Milli Demokratik Devrim tezini savunan bir gurup çıkar. Başını Mihri Bellinin çektiği T.İ.P. içindeki bu guruplaşmada dönemim tanınmış simalarından Şahin Alpay, Doğu Perinçek; İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Münir Ramazan Aktolga, Yusuf Küpeli, Dr. Hikmet Kıvılcımlı gibi birçok şahsiyet vardır. Parti içinde kısaca MDD’cı diye kendini tanıtan bu gurup Parti içinde epeyce mücadele verdikten sora partiden ayrılarak Aydınlık Sosyalist Dergi (A.S.D) adıyla bir dergi çıkarırlar.

Süreç içerisinde M.D.D. ciler arasında da bölünmeler başlar. Aydınlık Sosyalist Dergiden önce Doğu Perinceğin önderliğindeki gurup ayrılarak, Proleter Devrimci Aydınlık (P.D.A) dergisini çıkarırlar. Mihri Belli’nin başını çektiği Aydınlık Sosyalist Dergiden daha sonra Mahir Çayan'ın başını çektiği gurup ayrılır. Mahir Çayan önderliğindeki bu gurubun Mihri Belli ile özdeş hale gele ASD den ayrılması Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup adıyla 1917 yılında Kurtuluş yayınlarınca çıkarılan bir broşürle duyurulur. Böylece TİP’den MDD savunusuyla ayrılan gurup kendi, içinde de ayrışarak temelde üç guruba bölünür, daha sonra bu guruplarda içlerinde bölünmeler yaşar.

Bu yazı, merkezine MDD tezini koyup bunu inceleyen bir yazı değil, ama merkezine bunu alan yazılar yazıp, Türkiye’deki Sol gelişmeye zarar veren, her şeyiyle yanlış bulduğum, sola hiç bir hayırlı çığır açmamış olan bu MDD teziyle hesaplaşılmalıdır. Ben burada bu günlük, bu sene Kızıl Dere katliamının yıl dönümünde Mahir Çayan’ın Şiilerini yayınlarken yazdığım yazımın bir bölümü buraya alarak yetineceğim. Şöyle demiştim o zaman:

“Sosyalist devrimi savunan TİP içinde, MDD ( Milli Demokratik Devrim) tartışmasını önce Doğan AVCUOĞLU başlatır. Bunu kısaca anlatılırsak şöyle diye biliriz, MDD’ciler önümüzdeki devrim sosyalist devrim değildir, Milli Demokratik Devrimdir, buda millici güçlerle ittifak içerisinde yapılır, bu dönemde sosyalist devrimi savunmak millici güçleri böleceğinden devrim sürecine zarar verir, bu yüzden sosyalist devrimi savunmak yanlıştır der. Sonradan, Dev – Genç adını alacak olan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) TİP içinde başlayan bu ayrışmada MDD tezini destekleyenlerin hâkimiyetine girer. FKF. 1969 da toplanan, dördüncü Kurultayında Sosyalist Devrimi savunanları F.K.F. den atma kararı alarak sosyalist devrimi savunanları F.K.F. den artarlar. Bunun için Oral Çalışlar, Sadun ARAN öldüğünde, Sadun hocayı FKF den atıkları için hata yaptıklarını yazarak üzüntülerini belirtmişti. Mahir ÇAYAN’ın “Toplu Yazıları” adıyla yayınlanan kitabından, küçük bir pasajı buraya alırsak bu konun tesadüfü yada kişisel bir hatadan kaynaklanmadığını görürüz.

Mahir ÇAYAN, Zonguldak’da ki bir toplantıda Sadun AREN ile karşılaşmalarını “Aren Oportünizminin Niteliği” adlı yazısında şöyle anlatıyor. “Sadun Aren’in gerçekleri tahrif edip, söylenmemiş sözleri söylenmiş gibi anlattığını, YALAN söylediğini ve yarı sömürge – yarı feodal bir ülkede, bir ileri aşamanın devrimini, yani sosyalist devrimi savunmanın, sosyalizme ihanet ve milli cepheyi böldüğü için Amerikan emperyalizmine hizmetten başka birşey olmadığını, nedenlerini açık bir biçimde ortaya koyduk, diğer ülkelerin devrimlerinden örnekler verip, kısaca izah ettik.

Odaya girdiğimizde hayretlerini gizlemeyerek ve burada ne aradığımızı sorarak bu karşılaşmadan müthiş sıkılmış görünen (emperyalizme hizmetten dolayı F.K.F.’den atılmasını önerenlerden olduğumuz için) Aren’i bu, köşeye sıkışmış durumdan Senato’daki sosyalizmin (!) sesi olan Bayan Fatma Hikmet İşmen kurtardı.”. Toplu Yazılar. Say. 12-13. Devrimci Yol yayınları.

“Sosyalist Devrimi savunuyor” diye, TİP’den kopup, Millici Güçler denilen kesimlere yönelmenin bir adı olan MDD yöneliminin, sosyalist saflara gelen insanları yeniden burjuva güçlere yönelttiği, yani düzen içi güçlerin yanına çektiği için toptan yanlış bir eğilim olarak görüyorum. MDD adıyla bilinen bu yönelim devrimciler açısından olumlu şeylere vesile olmamıştır. Mahir Çayanla, Deniz gezmiş bu yanlış gidişatta düzgün çark olmaya çalışmışlarsa da sonuç hazindir. Mahir “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” adlı yazısında, “Küçük burjuvazinin en bilinçli kesimini oluşturan “Kemalistlerin” Amerikan Emperyalizmine karşı kıyasıya bir mücadele vermenin hazırlığı içinde bulunduğu bilinen bir gerçektir.” diyor. Ancak bu beklentilerinin hiç birisi hiçbir zaman gerçekleşmiyor.

Sosyalist hareketlerin, bu MDD çizgisiyle hesaplaşıp, bu mantıktan kurtulmadan doğru bir çizgiye oturamayacağını düşünüyorum. “Bozuk düzende düzgün çark olmaz” diyen ne güzel demiş, bende bu MDD çizgisi içinde kalınarak doğru bir yol tutturulamayacağını düşünüyorum. Kızıldere katliamının bu yıl dönümünde Mahir ÇAYAN’ın yazdığı bu şiirleri dostlarımla paylaşırken bu düşüncelerimi de belirmek istedim. Bu arkadaşlarımız bizim arkadaşlarımızdır, öncülerimizdir. Son derece samimi duygularla, doğruluğuna inanarak girdikleri bu yanlış yolda, devrimci duygularıyla yaşayıp, onurluca savaşarak bu yolda can vermişlerdir. Bu arkadaşlarımızın, duyguları, niyetleri, kendileri son derece devrimcidir ama tuttukları bu yol, bizi de, toplumumuzu da kurtuluşa götürmeyecek yanlış bir yoldur. Bunun böyle bilinmesini isterim.”

Milli Demokratik Devrim (M.D.D) tezini savunanların en sol kanadı olarak bilinen Mahir Çayan, en son yazdığı “Kesintisiz Üç” diye bilinen yazısının içinde Kemalizm’i şöyle değerlendiriyor: “Kemalizm, Emperyalizmin işgali olan bir ülkenin devrimci-milliyetçilerinin bir kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’in özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizm’i bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük-burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrenin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır.

Kemalizm, küçük-burjuvazinin en sol, en radikal kesiminin milliyetçilik tabanında anti-emperyalist bir tavır alıştır. Bu yüzden, Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm, devrimci-milliyetçilerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal politik tutumdur.” Bu tespitin sonucu olarak Kemalist aydın çevreyi ittifak yapacağı bir güç olarak görüyor. Şöyle diyor: “vasıtasız ihtiyatlar: Kemalist aydın çevre. Dünya sosyalist bloğu. Sömürge ülkelerdeki özellikle Ortadoğu’daki milli kurtuluş hareketleri”

Böylece kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurmak için işçi sınıfının önderliğinde bir sınıf mücadelesi önererek sistem güçlerinin dışına çıkan T.İ.P. de birleşen sol dalga MDD sayesinde önce param parça olup, sonrada düzen güçleriyle birlikte olmayı hedefleyen bir noktaya çekilmiş oldu. Sol Kemalizm’le yakınlaştı. Bunlar, M.D.D’nin en büyük başarısıdır. Bu mantıkla hesaplaşılamadığından dolayı günümüzdeki TKP gibi, İşçi partisi gibi, “Türk Solu Dergisi” gibi kimi sol kuruluşlar milliyetçilik bataklığına yuvarlanmış “Yurtsever cephe” adında dergiler çıkararak “sosyal yurtseverlik” yapmaktalar. Bunlar iyice bilinmelidir.

12 Mart sonrası, 1970’li yılların ortalarına doğru Alevi kitlesi yüzünü sola sosyalistlere dönmüştü. Yüzünü genel olarak sola dönen 68 gençlik önderlerine sempati bekleyen Alevilerin 1970’den sonra CHP’ye kayışların birçok sebebi vardır, biz açıkça görülen birkaçını yazalım.

Toplumda yükselen sol dalgayı kendine çekmek için CHP “Ortanın solundayım” diyerek kendinin solcu olduğunu ilan etmişti. CHP genel başkanı seçilen Ecevit “Toprak işleyenin su kullananın” diye özetlenen solun hoşuna gidecek sloganlar atıyordu. Bu dönemde sola kaymış olan Alevi gençliği, bir anlamda idolü haline gelen, Deniz gezmişlerin idam edilmesini önlemek için mücadele eden, meclisteki görüşmelerde bunun mücadelesini veren CHP’ye karşı bir gönül borcu duyuyordu. 12 Marttan çıkışta, zaten genel olarak sol, Atatürkçüleşip CHP ye kaymıştı, solcular yakalarında Atatürk rozetleriyle dolaşır olmuştu. Bunda MDD çizgisinin etkisi büyüktür.

Alevi kitlenin CHP ye kayışında başka bir etkide Alevi partisi konumundaki Türkiye Birlik Partisi’nin (TBP) içindeki Demirel hükümetine güvenoyu veren unsurları atıp önce CHP ye yanaşıp sonrada CHP’ye katılmasıdır. Bence Alevilerin asıl CHP’lileşmesi bu dönemdedir. Bu dönemde Alevi aileler çocuklarına Ecevit – Bülent adları vermeye başlarlar, hâlbuki eskiden çocuğuna İnönü yada İsmet adını koyan yok denecek kadar azdır; en azından ben duymadım.

Alevilerin 1970 den sonra CHP ye kayışında farklı bir gelişmenin etkilerini de görmek gerekir. Bunlardan biri Türkiye Birlik Partisindeki (TBP) Alevi dini önderlerin, yani Çelebiler diye bilinen Ulusoyların da içinde olduğu Alevi camiasınca dini önder kabul edilen kişilerin, Deniz Gezmişlerin idam edilmesine yol açan Demirel hükümetine mecliste güvenoyu vermesinin büyük etkisi olmuştur. Bu olay olana kadar saygıda kusur etmediğimiz ya da edemediğimiz Çelebiler diye bilinen Cumhuriyet döneminde Ulusoy adını alan dedelere verip veriştirmeye onları köylere koymamaya başladık. Bu hataları olmasa bunu yapamazdık, onların tarihten gelen saygınlıklarına dokunamzdık. Çünkü buna halkında vicdanında bir tepki oluşmuştu, bizim tepkimize karşı gelmeyi içinde kabul edemiyordu. Bu dönemde bu konudan dolayı çok çelişik duygulara yaşamışımdır. Sonuçta Alevi köylerindeki Devrimci olan gençlerin tepkisinden çekinen dedeler Alevi köylerine gelemez oldular . Dedelik yapmak için köylere gelmeye çalışan dedelere cezalar verildi. Örneğin bir nevi dedeler köyü olan, Maraş’ın Kantarma Köyündeki Ali Gül dedenin bu sucundan dolayı burnu kesilmiş. Bunu kendine anlı şanlı sosyalist diyen guruplar yapmışlar. Sonuç olarak, Sosyalist solun bu tutumlarından korkan halk sessiz sedasız CHP saflarına katılıp oraya teslim oldu. Bu benim kendi adıma yapacağım özeleştirimdir. Bu geçmişimizde sıkıntısını duyduğumuz bir hatamızdır. Cezaevinden çıkıp 1985 de köye geldiğimde Annem yanıma yaklaşıp korkarak, çekine çekine “oğlum adağım var, sen hapisten çıkınca efendime vermek için adak adamıştım, şimdi bu adağımı vermek istiyorum ama Yusuf’un (küçük kardeşim) duymasından korkuyorum ne yapacağım” dedi. Düşünebiliyor musunuz kadıncağız kendi kazandığı parayı devrimci oğlunun tepkisinden korkup dedesine, pirine götürüp veremiyor; vermeye kalksa evde huzursuzluk çıkıyor. Fatsa belgeselini seyrederken Dev-Yol’un Fatsa’da cami yapımına nasıl yardım ettiği ballandıra ballandıra anlatılıyordu. Bunu seyredince Dev-Yol önderliğine kızdım. Dev-Yol önderliğinin Alevi dedelerine karşı Alevi gençliği neden uyarmadığına hala şaşarım; bizler geçtik, cahildik, bunun hata olduğunu göremiyorduk ama onlar bunu niye görmediler, bizi niye uyarmadılar buna bir anlam veremem. Bu sosyalist gurupların işlediği toplam bir hataydı. Bütün bu nedenler, Alevileri en rahat ettikleri parti olarak gördükleri CHP ye onları mahkûm etti. Sol- Sosyalist çevrelerin, gurupların güçlü olduğu yerlerde camilere gidip gelene bir şey demek kimsenin aklının ucundan geçmezken, Alevi dedelerine, Alevi dininin gereklerinin yerine getirilmesine niye tepki gösterilirdi bunu anlamak hakikaten zor. Sol Sosyalist yapılar öncelikle kendi laiklik anlayışlarını, inandırıcı bir biçimde ortaya koymalıdırlar. Bir gün yine güçlenirlerse, Aleviliğe nasıl bakacaklar, Alevilerin din adamları olan dedelere, Alevilerin dini hayatlarına ne tür müdahalelerde bulunacaklar bunu topluma anlatmalıdırlar. Burada şu soruyu da sorsak mı acaba diye kendi kendime düşünüyorum: Enver Hocanın Arnavutluğunda, Aleviler, Mustafa Kemalin Türkiye’sinden daha mı özgür, daha mı rahattılar acaba? İnsanlar kendi geleceklerini kendiler özgürce kurarlarken geçmişin ruhu ayaklarına böyle bağ olur işte.

Söz geçmişimizde, Alevilere karşı işlediğimiz hatalar bahsine gelince şunu da söylemden geçmeyelim: Devrimci Yol hareketinin önderliği, yapacak başka bir iş bulamamış gibi, 1977 başlarında bir içki içme yasağı getirdi. Bu Fatsa belgeselinde de işleniyor. Bu yasak Dev-Yolun içki üretimini yada dağıtımını engellemek yada genel olarak içki içilen yerleri kapatmak şeklinde uygulanmıyordu. Bu daha çok, “dem almayı” bir yaşam biçimi haline getirmiş olan, Alevilerin yaşam biçimine bir müdahaleydi. Bu olanağı oldukça, akşamları efkarını dağıtmak için sazını çalıp, aile efradıyla muhabbet ederken iki kadeh içerek demlenmeyi, bir dostunu evine davet ettiğinde onunla muhabbet ederken, muhabbetine katık olsun diye onunla dem almayı, kısaca dostuyla yareniyle bir araya geldikçe, iki kadeh içerek muhabbet etmeyi bir yaşam biçimi haline getirmiş olan, alevi yaşamına, aile içinden huzursuzluklar veren bir müdahaleydi. . Yuvuz’un bile yasaklayamadığı aile içindeki dem alma alışkanlığını Dey-Yolculaşan gençlik sayesinde biz bu topluma yasaklar olmuştuk. Bu Alevi bireye yapılmış bir eziyetti. Hâlbuki özgürlükçü bir toplumsal yaşam, yasaklar üzerine kurulamazdı, bir Fransız’ın dediği gibi “süngü ile her şey yapılsa da onun üzerine oturulamazdı.” Ben bu yasakların hiçbir faydasını görmedim, verdiği huzursuzluksa cabası.

Şimdi bu kitle buradan nasıl kopar, koparıla bilinir mi ya da kopması gerekiyor mu onu başka bir yazıda tartışmak gerekir. Çünkü burada insanlar çeşitli alışkanlıklar kazanmışlar, çeşitli mevkilere gelmişler, çeşitli olanakların tadını görmüşler, buradan beklentileri, buradan umutları, bura üzerine şekillenen hayalleri olanlar var. Yani, yeni parti kurmaya çalışanlar yada Alevilerin CHP li oluşuna anlam veremeyenler bütün bunların üzerinde düşünmelidirler.

Sözü Nazımın şiirine bırakarak ben sözümü kesiyorum:

OTUZUNCU YIL DÖNÜMÜ

SBKB Leninci MK’ne ve şahsen
Huruşçof Yoldaşa armağanımdır

Hacı oğlu Salih memleketimdendi, Karadeniz’den.
Kocaman gözlü, kocaman burunluydu, dazlaktı.
Komünistti ondokuzundan.
Dövüştü.
Hapislere düştü.
Yattı Ankara’da Kırşehir’de.
Sonra geçti bu yana, yani ikinci vatana.
Baytardı, Kirofabat köylerinde hasta keçilere baktı.
Yıllar, eğrilen bir yün ipliği gibi aktı, namuslu, çalışkan parmaklarından.
Sonra, 49’da, Moskova’da, Martın onuncu gecesi
Oturmuş Engels’i okuyordu
Geldiler götürdüler.
Sürdüler Altay bucağına.
Ne bir dağ devrildi içinde, hatta ne bir toprak parçası kaydı,
Yalnız inme indi sağına,
Altmış yedi yaşındaydı.
Altı yıl Hacı Oğlu Salih
Kutladı devrimin yıl dönümünü
Tel örgüler ve kurt köpekleriyle çevrili
Elli kişilik barakasında.
Bu akşam Moskova’da bayram eyledik.
Kutladık devrimimizin yıldönümünü.
Dolaştık türkü söyleyerek alanları Mark, Engels Lenin
Ve temize çıkma kâğıdı Salihin …
Moskova 1956
Nazım Hikmet.



Saygılarımla.

Hiç yorum yok: