27 Aralık 2009 Pazar
BDP’de Temsil Edilmek
Mihrac Ural
28 Aralık 2009
Ortak ülkemizde siyaset, ülkenin yapısına uygun olmalıdır. Ülkenin yapısına uygun siyaset demek çok açık bir belirleme değildir. Hemen belirteyim.
Siyaset insanı, toplumu, doğayı ilgilendiren işlerliğin yol, yöntemi üzerinde bir duruş ise, bu duruşu belirleyecek olan da ülkenin çok boyutlu gerçekliği olacaktır. Ülkemizde çok etnik yapı varsa, siyaset tek etnik yapı üzerinden yürütülemez, ona göre şekillenemez demektir. Çok inanç varsa, tek inanca göre şekillenemez. Doğanız farklılıklar gösteriyorsa, tek boyutlu doğa algısıyla yol alamazsınız; kış hükmü süren bölge siyasetiyle, bahar hükmü süren bölgede siyaset yapamazsınız.
86 yıllık Cumhuriyet tarihinde siyaset tek boyutlu oldu. Bölgemizin en karmaşık, etnik, inanç, sosyolojik ve doğasıyla ortak ülkemiz, her türden farklılığını ağır baskılarla sindirmeye çalıştı; acımasız katliamlar yapmaktan çekinmedi, tenkil, tehcir, işkence, zindanla ve her yolla kendi vatandaşını sindirmeye çalıştı. Tek ulus, tek inanç, tek bayrak adı altında farklılıklar yok sayılmak istendi.
Geçmiş tarihin en barbar çağlarında, asimile etme etkinliği gösteremeyenler, “kılıç hakkı”nı vahşice kullanmalarına rağmen bunu başaramadılar. Bu gün, hala aynı “kızıl elma”nın peşinde koşarak, ortak ülkemizde iflas etmiş, kana bulanmış siyasetleri devam ettirme çabasındalar.
Siyaset bir yönelim, siyasal mücadele ise bir başka yönelimdir. Siyaset bir yönetme sanatıdır, siyasal mücadele bir hak kazanma mücadelesidir. Bir ülkede bu ölçekte farklılıkların olduğu bir koşulda, siyaset başarısız ise siyasi mücadele kaçınılmazdır. Cumhuriyet, kuruluşundan bu yana bunun sancısını ve kaoslarını yaşamaktadır. Bu kaos ve sancılar aynı zamanda sistemin her unsurunda kendini göstermektedir. Kimliğini bulamayan ülke bizim ortak ülkemizdir.
Ordusundan (TSK), Hükümetine, Milli Güvenlik Kurulundan (MGK), Yüksek Askeri Şurasına (YAŞ), Diyanet İşlerine kadar, ortak ülkemizin bilaistisna tüm kurum ve kuruluşları, tek boyutludur. Dünyada çok az ülke, bu ölçekte kendi doğasına, kendi toplumuna yabancı olarak kurumlaşmamıştır.
Bunun sıralanabilecek birçok nedeni bulunuyor. Ancak bu nedenlerin sonuçta bir safra gibi ortaya koyduğu uluslaşma süreci, milli yeniden kuruluş ortak ülkemizin en barbar ve en zalim süreci olmuştur. Doğasına aykırı, toplum bileşenlerine aykırı ve birinin hesabına diğerlerini yiyerek var olmak üzere, “tek millet potasında başka milletleri eritme çabası”nın ürünü olarak tekleşme dayatılmıştır. Milliyetçilik bu ülkenin doğasında hiçbir haklı yanı olmayan, safra olarak belirmiştir.
Bu safra, devletin her bir hücresinde genlerin yer alışı biçiminde yerini almış, farklılıklara yaşam hakkı tanımamıştır. Ordusunda yüksek rütbeli bir Kürt subayının, Alevi subayının olmayışı, var olan alt rütbelerinde ise kimliklerini yadsıyarak, gizleyerek ve takip altında yaşamanın dayanılmaz ağırlığıyla ezilerek yer almaları, bundan başka bir şey değildir. Diyanet işleri gibi ülkenin sırtında kambur olan, ülke gelirlerini hortumlayan bir kurumun farklı hiçbir inanca yer vermeden 86 yıl, farklılıklarıyla devlete vergisini ödeyen insanlardan beslenmesi, bir akıl kırılması gibidir. Bu veriler ortak ülkemizin tek boyutlu sistemini tanımlar. 80 milyonluk ülkede, 81 ilin olduğu bir coğrafyada bir tek Alevi Genel Müdürün olmaması, bir istatistik dehşeti olarak, tek boyutluluğun zulmünü sergiler.
Bütün bu olumsuzluklar, ortak ülkemizin tüm dokularına, etnik ve inanç farklılıklarına karşı, bir anti demokratik baskıdır.
Türk halkı da bundan zarar görmektedir. Tarihi boyunca Osmanlıdan çekilen acılar, Anadolu Türk etnik toplumunun ne kadar ötekileştirilmiş olduğunu gösteriyor.
Bu konuyla ilgili, Osmanlı ordularında, genç bir subay, danışman ve haritacı olarak 1836-1839 tarihleri arasında çalışan ünlü Alman Genelkurmayı Feldmareşal H. Von MOLTKE “Türkiye mektupları” adıyla yayınlanan anılarında, çok önemli bir belirleme yapar. Kürdistan’da Kürt isyanlarının bastırılmasında da yer alan, Nizip savaşında Mısır Hidivi Kavalalı M. Ali Paşaya karşı da savaşan, önerilerine uyulmadığı için savaşı kaybeden Osmanlıyı tanımlarken şu cümleleri sarf eder:
“Osmanlı imparatorluğu, aslında üzerinde Babıâli’nin hiçbir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti çerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır.” ( Feldmareşal H. Von MOLTKE, Türkiye Mektupları s: 187, Remzi kitap evi 1969)
“… kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorunda” olan bir devlet, kendi halkını her defasında yeniden kıyıma uğratan devlettir. Bu iç fetih hareketlerinde O gün de bu gün de Kürtler kadar Türkmen aşiretleri, Araplar kıyıma uğramıştır.
Osmanlı aklının, özgün kaynaklarından beslenerek bu gün yaptığı zulüm, Türk etnik toplumunun da elini kolunu bağlamış, tutsak etmiştir. Ülkede yaşanan kimlik bunalımı, siyasal kaoslar, yönelim ve “ülkü” birliği oluşmamış kurum ve kuruluşlarla ortak ülkemizin farklılıkları kadar hakim ulusunun da tutsak olduğunu söylemek yanlış değildir. Tam bu noktada Kürt gençleriyle Türk gençlerinin karşılıklı olarak ölümünü kavramak ve buna neden olan Osmanlı aklının tahribatlarını bilince çıkartmak gayet kolaydır.
Osmanlıdan çıkıp geldiği haliyle Cumhuriyet, bu eğilimlerini aşamadı. “Hasta Adam” iyileştiği andan itibaren talancı, ilhakçı ve iç fetihlerine devam bir yırtıcı varlık oldu. Bu yapılanma siyasetin, hakim olan devlet aygıtının ve yönetiminin konumuna bir veri olduğu kadar, siyasi mücadelenin, tüm boyutuyla muhalefetin yapısallığına da önemli bir veridir.
Gerçek tehlike burada başlar.
Mahkum olanların, hükümleri altında başkalarını mahkum etme esprisidir bu. Demokratik olduğu ve demokrasiyi savunduğu iddiasında olan bir partide Kürtlerin ikinci sınıf konumunda tutulmaları gibi. Ya da bir Kürt partisinde, diğer etnik toplulukların ikinci sınıf olarak ele alınmaları gibi. Makalemizin konusu da budur.
Siyaset bir idare sanatıdır. Verilerle ihtiyaçları dengelemek için çok yönlü yönetsel işleviyle siyaset, devlet gelenek ve birikimlerinin şekillendirdiği statülere bağlı olarak biçimlenir. “Osmanlı aklı” dediğimiz de bunun fiili sonucudur. Ancak siyasal mücadele verili bir gidişe karşı alternatif bir çabayı ifade eder.
Siyasi mücadele değişimi tanımlar, değişimin yönelimini hak ve hukuk taleplerini tanımlar. Bunlar, zaman zaman kitlesel de olsa, geçen yüzyılda görüldüğü gibi Avrupa’daki Nazi ve Faşist yükselişe yol açabilir. Bu yanıyla milliyetçilik vebası, 21. yy’da hala eski virüslerin devamı olarak iç gerilim, iç savaş kışkırtıcılığıyla kitlesel bir boyut kazanmak çabasında olabilir. Ortak ülkemizin talihsizliği, devletin yasal zemininde başka türden bir siyasal muhalefete olanak verilmemesiyle, milliyetçi sürüklenişe katkı yapar. CHP’nin Modern Faşist duruşu ve MHP’nin muhalefet olarak ırkçı faşist duruşu bunu tanımlar. Bu zeminde siyasal mücadele, her türden özgürlüğe ve demokrasiye karşıdır. Muhalefet, demokrasi ve özgürlük arayışındaki siyasal güçlere ve topluluklara yasak getirme çabasıyla varlığını yeniden üretir.
Gerçek demokratik hareketler yükselmeden ve kitleselleşme olanaklarını sonuna kadar zorlamadan, böylesi gergin süreçlerde, gerici muhalefetler öne çıkar. AKP’nin iktidara geliş ortamı ile MHP ve CHP’nin muhalefet diye bu gün yaptıkları, ilkel milliyetçi özgürlük ve demokrasi düşmanı siyasi mücadeleleri de benzer boşlukların ürünüdür.
Bu siyasal yapılanmaların tümünde tek boyutluluk sistemin her hücresinde olduğu gibi yerli yerini alır. Hakimin kimliğini taşıyacaksınız ve onun adına çalışacaksınız, “size düşen, bilmeniz gereken, bu topraklarda ya köle olmak ya da hakimin hizmetinde çalışmaktır.” Üçüncü tercihiniz ise yok olmaktır. Bu akıl dün, Osmanlıda “katli vacip” diye tasfiye ederdi, bu gün cumhuriyet vatandaşlığı altında yurtdışı operasyonlarla, siyasal barajlarla, ötekileştirip yok edilirsiniz.
Bu akıl kendini ne kadar gizlese de her siyasal adımda bunu ortaya koyar.
Siyasal mücadelenin Sol’u bu genel tablonun ne kadar dışına taşabilmiştir?
Veriler solun milliyetçilik bataklığında çırpınmakta olduğuna işaret ediyor. Üç kuşak demokrasi mücadelesinin derinliğinde, milliyetçiliğin hükmü altında yüründü. Demokrasi ve özgürlük için Kürt halkının öncülük ettiği süreç açılınca da, solun milliyetçi refleksleri dizginlenmez bir patlama yaşadı. TKP adını alan guruplar, “kadınları da askere alın“ diyerek, savaş kışkırtıcılığında zıvanadan çıktı. Doğu Perinçek, devrimci harekete ihbarlarıyla verdiği zararları Ergenekon’la noktalayarak, faşist bir darbeci artığı olduğunu gösterdi. En iyimser haliyle bu gün ortak ülkemizin solu, marjinal olmayı bile başaramamıştır. O hep orijinaller yerine siyaset yapmıştır. Halka orijinali varken sahtesine yüz vermemiştir. Bu gün hala, ortalıkta dolaşan hiçbir öneri, bu sürecin verileriyle Türkiye soluna yaşam olanağı tanımamaktadır. Nesnesi olmayanın öznesi olmuyor.
Böylesine kritik bir dönemde her toplumsal farklılığımızın, özgün ve özgü, bağımsız örgütlenmesinin kendi dengelerini bularak ortak bir demokrasi mücadelesine yönelmesi en uygun siyasal mücadele yönelimidir. Kürt özgürlük hareketi bunu başarmıştır. Özgün örgütlenme ve mücadelesi bunu ifade ediyor. Ortak ülkemizde siyaseti belirleyen konuma da yükselmiştir.
Ancak bu süreç de tek boyutlu etkiler altında kalmıştır. Bu etkilerin önemli bir kısmı partiler yasasıyla ilgili olsa da. DTP ve öncülleri birer Kürt partisiydiler ve içlerinde farklılıkların eşitler olarak yer alması oldukça güçlükle sağlanan bir durdumdu. Farklılıkların özgün örgütlenmesi iç demokrasisini, kendi içindeki farklılıklara eşitler olarak yaklaşmasıyla ifade etmelidir. Aksi Siyasal kaostur, sistemin anaforuna çekilmek demektir. Bu ise, ülkemizde hakim olan anti-demokratik yapılanmaların, özgürlük ve demokrasi adı altında sürdürmesidir.
Böylesi tek boyutlu sol yapılanların da ülkemiz gibi farklılıkların ciddi dinamikler taşıdığı bir sahada, demokrasi adına başarı sağlaması mümkün değildir. Bu alandaki başarısızlık her türden ortaklığı tahrip edici sonuçlar yaratır. Bölünme eğilimleri fiili hale gelir. Hakim ulus milliyetçiliği mahkum ulusun mücadelesini de şekillendirerek katleder.
Tek boyutluluk her yerde milliyetçi izler taşır.
Bu nedenle, özgün her siyasal mücadelenin, yapılanmasında, örgütlenmesinde, farklılıkları birer eşit olarak konuşlandırmamız gerekiyor. Başarının sırrı budur.
Bu uzun anlatımdan sonra kısaca, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’nin, gerçek bir toparlayıcı siyasal mücadele gücü olmalıdır diyorum.
Farklılıkları birer eşit olarak içinde toparlayamayan BDP, başarıyı yakalama şansını da yitirmiş olur. Ülkemiz solunun yeniden yaşam bulacağı alan, bu zemin üzerinde olacaktır. Kürt halkının önderlik ettiği ve özverilerle buraya kadar getirdiği demokrasi sürecinin daha büyük başarılara yönelmesi için bu gereklidir.
Bunun için hepimiz, tüm gücümüzle bu yapılanmaya ve böylesi bir yapılanmamın başaracağı siyasal mücadeleye katılmalıyız. BDP farklılıkların birer eşit olduğu demokratik bir siyasal mücadele platformu olmalıdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder