31 Aralık 2009 Perşembe
ŞEYH BEDRETTİN
Zeki BAYTERİN
31 Aralık 2009
Tarih, Osmanlı devletinin taht kavgalarıyla doludur. Kardeş kardeşin gözünün yaşına bakmaz. Bu taht kavgalarının bir başka yönü daha vardır. Kavgaların yansımaları farklı türlerdedir. Bu yansımalardan birisi halka olanıdır. Gerçi çok fazla da bir şey yansımaz. Yansıyanlar da eşitsiz ve adaletsizliktir. O dönemde dahi karşımızda olan yoksulluktur. Çoğunluğun aç olması, azınlığın rahat yaşaması halidir olan.
Devrimci mücadelenin tarihten bugüne getirdikleri bunun için önemlidir. Eşitsiz ortamın olduğu her zaman buna karşı bir hareketlenme, başkaldırı vardır. Bu başkaldırılar anladığımız anlamda örgütlü olmasa da özünde devrimci, iktidarı ele geçirici bir ruh yansıtır. Yüzyıllar önce de böyleydi, şimdi de böyledir, önümüzdeki yıllarda da böyle olacaktır. İnsanlığın zulme karşı mücadelesi hiçbir zaman bitmeyecektir. Topluma önderlik eden ve edecek olanlar daima var olacaktır. Gelecek de bu önderliklerin yaratmış olduğu değerlerin üzerinden kurulacaktır.
1400’lü yıllara kadar gittiğimizde “geçmiş” için söylediklerimizin doğruluğu ortaya çıkar. Tarih bir kere daha bizi haklı çıkarır. Düzenin yok etme politikasının tarihin her döneminde olduğunu da…
Döneminin önderi Şeyh Bedreddin de asılarak katledilmiştir. Asılırken de kahramanca sözünden geri dönmemiş, kurulu düzene boyun eğmemiştir…
Kesin olmayan tarihlere göre Şeyh Bedreddin 1365 yılında Edirne’nin kuzeyinde Eskizagna-Kızanlık yolu üzerinde Simavna kasabasında doğmuştur. Eğitimine de Edirne’de başlamıştır. Buradan Bursa ve Konya’ya geçerek fıkıh, hadis, kelam, belagat, tefsir gibi eğitiminlerini tamamlar. Daha sonra hayatını değiştirecek yer olan Mısır’a doğru hareket eder. Mısır’da Muhammed Bin Ekmeleddin, sonradan ünlü bir tıp bilgini olan Hacı Paşa, ozan Ahmedi, Şemsettin Fenari gibi islam düşüncesinin o çağda önemli aydınları arasında yer alıp ilk tasavvuf eğitimini alır. Şeyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Şeyh Ahlati Alevidir. Şeyh Bedreddin ise, aldığı eğitim çerçevesinde sünnidir. Ancak aradan geçen zaman Şeyh Bedreddin’i Alevi anlayışa doğru sürüklemiştir. Şeyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer. Bu görevi fazla uzun sürmez. Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğrar ve 1406 yılında Edirne’ye gelir.
Bu zamanlar yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı’nın taht kavgaları yaşanmaktadır. Musa Çelebi bu kavgadan “galip” çıkarak Edirne’yi ele geçirir. Şeyh Bedreddin kazaskerdir artık. 1413 yılında bu görevi son bulur. Musa Çelebi’nin kardeşi Çelebi Mehmet tahtı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir. Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar daha önce de söylediğimiz gibi, taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar.
Bedreddin’in de insanlara vaat ettiği düşünceler bu çerçevededir. Bedreddin sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu anlamıyla döneminin komünar önderlerindendir. Bu önderlik Anadolu topraklarında bir kesişme noktası olmuştur.
Bedreddin cenneti dünyada arayanlardandır. Varidat adlı eserinde Tanrıyı “bütün işlerin kendi özünden doğması, olgunluk nitelikleriyle nitelenmiş olması yüzünden salt varlık” olarak açıklarken, “salt varlığa” yüklenen “yalnız kendisiyle, kendi özü ile varolan, başka bir nesnenin varlığını gerektirmeyen varlık” anlamıyla, hem yaratılmanın hem de yoktan varolmanın reddiyle, her insanın Tanrı’nın dünya üzerindeki görünümü olduğu biçimde açıklar. Bu anlayış İslama, şeriat ilkelerine tamamen aykırıdır. Biraz daha açarsak Şeyh Bedreddin, yeniden dirilişi “bir gövde ile ayrıntıları, dağılıp yokolduktan sonra yeniden eski biçimine dönmez, yeniden birleşip bütünleşemez, var olamaz” diyerek ret eder.
Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.
Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet direnişi bastırmak için askeri gücünü seferber eder. Karaburun’da Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı Ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir.
Şeyh Bedreddin’in müritlerinden Börklüce Mustafa, bazı kaynaklara göre, Sakız Adası yörelerinde Hıristiyanlar ve keşişlerle ilişki kurup, onlara Şeyhin görüşlerini açıklamış, böylece belki de o güne kadar dini farklılıkların üstünü örttüğü “hak edilmiş bir ortak yaşantı” kurmak amacıyla ortak davranma yollarını araştırmıştı.
Bedreddin’i diğer ayaklanmalardan ayıran fark kolektif emeği savunması ve emeğe verdiği değerdir. Sömürünün ortadan kalkmasıdır. Eşit, ezilen-ezen çelişkisinin yaşanmadığı bir dünya özlemidir. Bedreddin’e göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Bedreddin bu bağlamda derki “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.” Ayrıca bir farkı da13. yüzyıl boyunca Anadolu’daki ayaklanmaların öncüsü, esin kaynağı olmasıdır. Devlet düzenini zora dayanarak sarsmasıdır. Devletle çatışarak yaşamını kaybetmesidir.
Mısır’da aldığı eğitimin bunda oldukça etkisi olmuştur. Bu süreç, Bedreddin’i uğrunda canını kaybettiği eşitlikçi-devrimci düşüncelere yöneltmiş, tanrısal gerçeklere varmanın yolunu ancak Tanrı ile kurulacak yakınlık sonucu Tanrı ışığının içe doğuşundan geçtiği, insanın Tanrı ile özdeşleştiği ve cennetin ancak bu dünyada kurulabileceği fikrine ulaştırmıştır. Bu da Bedreddin’le, aynı kanıları paylaşmayanlarca, dinsiz, sapkın ve asi ilan edilmesini sağlamıştır. Aynı zamanda yeryüzünde olduğunu iddia ettiği cennete erişmek isteyen, çünkü cehennemi yeryüzünde bulmuş olan ezilenlere yol gösterdiği için, egemenler tarafından bir kargaşalık kaynağı olarak algılanmasının gerekçelerini yaratmış, egemenler katında kargaşalığın kaynağı olarak gösterilmesine yetmiştir.
Ayrıca İslam dininde Tanrı ile kul arasında kurulan ilişkilerin başında gelen ibadet, islam geleneğinde Tanrı’ya bağlanmak, kulluk etmek biçiminde geçerken, Bedreddin’de farklı bir içerik kazanır. Bedreddin’e ibadetin esas anlamı, namaz, oruç, zekat vb. biçimleri altında yapılırken, insanın bütün kötülüklerden arınması, Tanrı’ya kavuşmasıdır. İbadet ancak bütün kötülüklerden ve özellikle bütün çıkarlardan arınmış bir gönülle yapılması gereken ahlaki bir sorundur.
Bedreddin’in cennet hakkındaki görüşlerini biraz daha açarsak, “birtakım insanlar, birtakım insanlara taparlar, kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek, içilecek nesnelere tapar da Tanrı’ya taptığını sanır” derken, ibadetin dışa dönük bir görevin yerine getirilmesi, bir çıkarın sağlanması, cennete gidilmesi amaçlarıyla yapılmasını açık bir dille ret eder. Bedreddin’e göre Tanrı’ya ya da başka bir deyişle Tanrı’nın bir görünüşü niteliğine kavuşma çabasındaki insana yakışan, mülk ortaklığının olduğu bir toplum düzenidir.
Şeyh Bedreddin dönemin eşitlikçi komünar önderidir. Topluma gerçeği gösteren bir ışıktır. Ve o ışık hiç sönmemiştir. O ışığı taşıyanlar zalimlerce katledilmiştir. Bedreddin ve sonrasında olduğu gibi. Bu katliamların zalimlere bir şey kazandırmadığı açıktır. O zamandan günümüze zalimlere karşı direniş bayrağı taşınmaktadır. Ezilenlerin tek kurtuluşu sosyalist, komünist toplumu yaratmaktan geçer. O yolculuk hala devam etmektedir. O kadar katliamlara karşın o ışığa kimse dokunmamıştır, dokunamayacaktır da.
31 Aralık 2009
Tarih, Osmanlı devletinin taht kavgalarıyla doludur. Kardeş kardeşin gözünün yaşına bakmaz. Bu taht kavgalarının bir başka yönü daha vardır. Kavgaların yansımaları farklı türlerdedir. Bu yansımalardan birisi halka olanıdır. Gerçi çok fazla da bir şey yansımaz. Yansıyanlar da eşitsiz ve adaletsizliktir. O dönemde dahi karşımızda olan yoksulluktur. Çoğunluğun aç olması, azınlığın rahat yaşaması halidir olan.
Devrimci mücadelenin tarihten bugüne getirdikleri bunun için önemlidir. Eşitsiz ortamın olduğu her zaman buna karşı bir hareketlenme, başkaldırı vardır. Bu başkaldırılar anladığımız anlamda örgütlü olmasa da özünde devrimci, iktidarı ele geçirici bir ruh yansıtır. Yüzyıllar önce de böyleydi, şimdi de böyledir, önümüzdeki yıllarda da böyle olacaktır. İnsanlığın zulme karşı mücadelesi hiçbir zaman bitmeyecektir. Topluma önderlik eden ve edecek olanlar daima var olacaktır. Gelecek de bu önderliklerin yaratmış olduğu değerlerin üzerinden kurulacaktır.
1400’lü yıllara kadar gittiğimizde “geçmiş” için söylediklerimizin doğruluğu ortaya çıkar. Tarih bir kere daha bizi haklı çıkarır. Düzenin yok etme politikasının tarihin her döneminde olduğunu da…
Döneminin önderi Şeyh Bedreddin de asılarak katledilmiştir. Asılırken de kahramanca sözünden geri dönmemiş, kurulu düzene boyun eğmemiştir…
Kesin olmayan tarihlere göre Şeyh Bedreddin 1365 yılında Edirne’nin kuzeyinde Eskizagna-Kızanlık yolu üzerinde Simavna kasabasında doğmuştur. Eğitimine de Edirne’de başlamıştır. Buradan Bursa ve Konya’ya geçerek fıkıh, hadis, kelam, belagat, tefsir gibi eğitiminlerini tamamlar. Daha sonra hayatını değiştirecek yer olan Mısır’a doğru hareket eder. Mısır’da Muhammed Bin Ekmeleddin, sonradan ünlü bir tıp bilgini olan Hacı Paşa, ozan Ahmedi, Şemsettin Fenari gibi islam düşüncesinin o çağda önemli aydınları arasında yer alıp ilk tasavvuf eğitimini alır. Şeyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Şeyh Ahlati Alevidir. Şeyh Bedreddin ise, aldığı eğitim çerçevesinde sünnidir. Ancak aradan geçen zaman Şeyh Bedreddin’i Alevi anlayışa doğru sürüklemiştir. Şeyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer. Bu görevi fazla uzun sürmez. Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğrar ve 1406 yılında Edirne’ye gelir.
Bu zamanlar yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı’nın taht kavgaları yaşanmaktadır. Musa Çelebi bu kavgadan “galip” çıkarak Edirne’yi ele geçirir. Şeyh Bedreddin kazaskerdir artık. 1413 yılında bu görevi son bulur. Musa Çelebi’nin kardeşi Çelebi Mehmet tahtı ele geçirir ve Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir. Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar daha önce de söylediğimiz gibi, taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar.
Bedreddin’in de insanlara vaat ettiği düşünceler bu çerçevededir. Bedreddin sevgiyi, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu anlamıyla döneminin komünar önderlerindendir. Bu önderlik Anadolu topraklarında bir kesişme noktası olmuştur.
Bedreddin cenneti dünyada arayanlardandır. Varidat adlı eserinde Tanrıyı “bütün işlerin kendi özünden doğması, olgunluk nitelikleriyle nitelenmiş olması yüzünden salt varlık” olarak açıklarken, “salt varlığa” yüklenen “yalnız kendisiyle, kendi özü ile varolan, başka bir nesnenin varlığını gerektirmeyen varlık” anlamıyla, hem yaratılmanın hem de yoktan varolmanın reddiyle, her insanın Tanrı’nın dünya üzerindeki görünümü olduğu biçimde açıklar. Bu anlayış İslama, şeriat ilkelerine tamamen aykırıdır. Biraz daha açarsak Şeyh Bedreddin, yeniden dirilişi “bir gövde ile ayrıntıları, dağılıp yokolduktan sonra yeniden eski biçimine dönmez, yeniden birleşip bütünleşemez, var olamaz” diyerek ret eder.
Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.
Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet direnişi bastırmak için askeri gücünü seferber eder. Karaburun’da Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı Ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir.
Şeyh Bedreddin’in müritlerinden Börklüce Mustafa, bazı kaynaklara göre, Sakız Adası yörelerinde Hıristiyanlar ve keşişlerle ilişki kurup, onlara Şeyhin görüşlerini açıklamış, böylece belki de o güne kadar dini farklılıkların üstünü örttüğü “hak edilmiş bir ortak yaşantı” kurmak amacıyla ortak davranma yollarını araştırmıştı.
Bedreddin’i diğer ayaklanmalardan ayıran fark kolektif emeği savunması ve emeğe verdiği değerdir. Sömürünün ortadan kalkmasıdır. Eşit, ezilen-ezen çelişkisinin yaşanmadığı bir dünya özlemidir. Bedreddin’e göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Bedreddin bu bağlamda derki “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.” Ayrıca bir farkı da13. yüzyıl boyunca Anadolu’daki ayaklanmaların öncüsü, esin kaynağı olmasıdır. Devlet düzenini zora dayanarak sarsmasıdır. Devletle çatışarak yaşamını kaybetmesidir.
Mısır’da aldığı eğitimin bunda oldukça etkisi olmuştur. Bu süreç, Bedreddin’i uğrunda canını kaybettiği eşitlikçi-devrimci düşüncelere yöneltmiş, tanrısal gerçeklere varmanın yolunu ancak Tanrı ile kurulacak yakınlık sonucu Tanrı ışığının içe doğuşundan geçtiği, insanın Tanrı ile özdeşleştiği ve cennetin ancak bu dünyada kurulabileceği fikrine ulaştırmıştır. Bu da Bedreddin’le, aynı kanıları paylaşmayanlarca, dinsiz, sapkın ve asi ilan edilmesini sağlamıştır. Aynı zamanda yeryüzünde olduğunu iddia ettiği cennete erişmek isteyen, çünkü cehennemi yeryüzünde bulmuş olan ezilenlere yol gösterdiği için, egemenler tarafından bir kargaşalık kaynağı olarak algılanmasının gerekçelerini yaratmış, egemenler katında kargaşalığın kaynağı olarak gösterilmesine yetmiştir.
Ayrıca İslam dininde Tanrı ile kul arasında kurulan ilişkilerin başında gelen ibadet, islam geleneğinde Tanrı’ya bağlanmak, kulluk etmek biçiminde geçerken, Bedreddin’de farklı bir içerik kazanır. Bedreddin’e ibadetin esas anlamı, namaz, oruç, zekat vb. biçimleri altında yapılırken, insanın bütün kötülüklerden arınması, Tanrı’ya kavuşmasıdır. İbadet ancak bütün kötülüklerden ve özellikle bütün çıkarlardan arınmış bir gönülle yapılması gereken ahlaki bir sorundur.
Bedreddin’in cennet hakkındaki görüşlerini biraz daha açarsak, “birtakım insanlar, birtakım insanlara taparlar, kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek, içilecek nesnelere tapar da Tanrı’ya taptığını sanır” derken, ibadetin dışa dönük bir görevin yerine getirilmesi, bir çıkarın sağlanması, cennete gidilmesi amaçlarıyla yapılmasını açık bir dille ret eder. Bedreddin’e göre Tanrı’ya ya da başka bir deyişle Tanrı’nın bir görünüşü niteliğine kavuşma çabasındaki insana yakışan, mülk ortaklığının olduğu bir toplum düzenidir.
Şeyh Bedreddin dönemin eşitlikçi komünar önderidir. Topluma gerçeği gösteren bir ışıktır. Ve o ışık hiç sönmemiştir. O ışığı taşıyanlar zalimlerce katledilmiştir. Bedreddin ve sonrasında olduğu gibi. Bu katliamların zalimlere bir şey kazandırmadığı açıktır. O zamandan günümüze zalimlere karşı direniş bayrağı taşınmaktadır. Ezilenlerin tek kurtuluşu sosyalist, komünist toplumu yaratmaktan geçer. O yolculuk hala devam etmektedir. O kadar katliamlara karşın o ışığa kimse dokunmamıştır, dokunamayacaktır da.
28 Aralık 2009 Pazartesi
YENİ BİR DİL
Zeki BAYTERİN
29 Aralık 2009
Son dönemde ciddi bir politik kırılmaya uğrayan ve yaklaşık 30 yıldır devam eden bir gerileme sürecinin en sıkıntılı günlerini yaşayan Türkiye devrimci hareketi, bu süreçte fiziki ve siyasi gücü bakımından olduğu kadar, kendisini kitlelere ifade ediş biçimi, dili açısından da önemli bir çarpılmayla, daha doğrusu devrimci hareketin içinde boğulduğu kapalı devre yaşantı kitlelere hitap etmeyen bir dili yarattı.
Devrimci hareket, içine girmiş olduğu yeni tarihsel çağın ilişki ve çelişkilerini çözümlemek ve oradan gelerek bu topraklarda yeni ve evrensel ölçekte anlam ifade edecek olan bir devrimci yenilenme yaratmak zorundadır. Bu, aynı zamanda kendiliğindenciliğin açık gizli bütün formlarının esaslı biçimde terki ve yeni bir devrimci atılımın inşası anlamına gelecektir. Ancak böylece kendisini yeniden inşa eden ve ideolojik, politik, örgütsel, bütün alanlarda sürece bütünlüklü bir müdahalede bulunan devrimci hareket, gerileme noktasından atılım aşamasına geçebilir ve bütün ezilenlerin güvenini sağlayabilir. Üstelik bu, 2000’li yılların gerçek manzarası içinde salt mekanik bir müdahalenin ötesinde, aynı zamanda kültürel bir çıkışı da içermelidir.
Dil sorunu bunun bir parçasıdır ve bu anlamda düşünülebilir.
Devrimci hareket, artık gözünü kendi dar çerçevesinden ayırıp, kitlelere, onların somut, gerçek hayatlarına dönmek, o gerçek hayat üzerinden devrimci dil inşa etmek durumundadır. Bütün bu sorunlar, genel olarak ezilen halkın tümünün yaşamsal sorunlarıdır. Bunu tartışmak bile gerekmiyor, ama asıl mesele onların şu somut anda, yaşadıkları çürütücü kaos içinde yakıcı sorunlardan hareketle devrimci saflara çekilebileceği sorunudur. Bugün, yaşadığımız bu sorunlar, ezilen ve yoksul insanların gündeminde yakıcı bir yer tutmamaktadır ve biz bu gerçeği dışlayan bir yerden yürüyemeyiz.
Devrimci hareketin, buradan çıkaracağı sonuç, hayata bütünlüklü bir müdahalenin gerekliliğidir ve bu bütünlüklü tarzın merkezinde de ezilen sınıfların somut yakıcı ihtiyaçları, onların asli sorunları yer almalıdır bu politik gündemin düzeyini yükselten, ezilen insanların ufkunu genişletip zenginleştiren bir tarz olmak zorundadır.
Bu dil, kitlelerin düzene ve düzen kurumlarına olan güvensizliğinin, onların devrimcilere ve elbette asıl kendi kendilerine güvensizliği yoluyla dengelendiğini, böylece hoşnutsuz ama yeni bir alternatife de inanıp meyletmeyen bir felçli insan kategorisinin yaratıldığını dikkate almak zorundadır. Dolayısıyla, devrimci hareket, örgütsel istikrarından kültürel tutarlılığına, politik programlarından hedeflerine dek her konuda, kitleler gözünde bir güven yaratmalı ama bunu en çok da dili bakımından sağlamalıdır. Sürekli önü kesilen, baskıyla geriye itilen bir güç olma noktasından artık küçük küçük de olsa kazanan bir pozisyona geçmek devrimci hareket için nasıl yakıcı bir ihtiyaçsa, dil bakımından da yıkıcı tarzın terk edilmesi ve yıkıcılıkla kuruculuğu bünyesinde birleştiren bir başka dilin inşası o ölçüde zorunluluktur. Bu dil değişmeli ve kendine güvenli, meydan okuyucu yeni bir dil ortaya çıkmalıdır. Sözünü ettiğimiz şey, arka planı dolu, güven verici devrimci pratiğe yaslanan bir tarzdır ve bu anlamda politika yapma biçimiyle sıkı sıkıya bağlıdır.
Bu devrimci yenilenme atılımı, dönemin ihtiyaç duyduğu yeni devrimci örgütlenme tipini de ortaya çıkarmalı ve onu politik olarak donatmalıdır. Kollektif özne olma bilincine sahip, kendini devrimin sadece neferi değil aynı zamanda kurmayı olarak gören bu inisiyatifli devrimci insan, bütün bu özelliklerinin yanısıra yaptığı işin önemini çok net bilen ve devrimciliği fedakârlık olarak değil bir yaşam tarzı olarak algılayan bir yapıya sahip olmalıdır. Böylece o en dar alanlarda ve en zor koşullarda bile kendi ayakları üzerinde durabilecek, yıkıcı söylemlerden uzakta işini yapacaktır.
Kısacası, Türkiye devrimci hareketi, uzun yıllar süren bir krizi aşma yolunda adımlar atmaya başlarken çok cepheli ve çok yönlü bir hesaplaşmadan geçmek ve kendisini hayatın bütün alanlarında yeniden üretmek zorundadır. Bunun kolay olduğunu söyleyemeyiz tabii, ama artık çok zor da değildir. Özellikle son yılların öğretici deneyimleri yeni bir devrimci ufukla ele alındığında doğru kriterlerin yakalanması mümkündür.
Tarih, insanın önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz ama bazen, çözüm yolları basit ve düz olmayabilir, hepsi o kadar.
29 Aralık 2009
Son dönemde ciddi bir politik kırılmaya uğrayan ve yaklaşık 30 yıldır devam eden bir gerileme sürecinin en sıkıntılı günlerini yaşayan Türkiye devrimci hareketi, bu süreçte fiziki ve siyasi gücü bakımından olduğu kadar, kendisini kitlelere ifade ediş biçimi, dili açısından da önemli bir çarpılmayla, daha doğrusu devrimci hareketin içinde boğulduğu kapalı devre yaşantı kitlelere hitap etmeyen bir dili yarattı.
Devrimci hareket, içine girmiş olduğu yeni tarihsel çağın ilişki ve çelişkilerini çözümlemek ve oradan gelerek bu topraklarda yeni ve evrensel ölçekte anlam ifade edecek olan bir devrimci yenilenme yaratmak zorundadır. Bu, aynı zamanda kendiliğindenciliğin açık gizli bütün formlarının esaslı biçimde terki ve yeni bir devrimci atılımın inşası anlamına gelecektir. Ancak böylece kendisini yeniden inşa eden ve ideolojik, politik, örgütsel, bütün alanlarda sürece bütünlüklü bir müdahalede bulunan devrimci hareket, gerileme noktasından atılım aşamasına geçebilir ve bütün ezilenlerin güvenini sağlayabilir. Üstelik bu, 2000’li yılların gerçek manzarası içinde salt mekanik bir müdahalenin ötesinde, aynı zamanda kültürel bir çıkışı da içermelidir.
Dil sorunu bunun bir parçasıdır ve bu anlamda düşünülebilir.
Devrimci hareket, artık gözünü kendi dar çerçevesinden ayırıp, kitlelere, onların somut, gerçek hayatlarına dönmek, o gerçek hayat üzerinden devrimci dil inşa etmek durumundadır. Bütün bu sorunlar, genel olarak ezilen halkın tümünün yaşamsal sorunlarıdır. Bunu tartışmak bile gerekmiyor, ama asıl mesele onların şu somut anda, yaşadıkları çürütücü kaos içinde yakıcı sorunlardan hareketle devrimci saflara çekilebileceği sorunudur. Bugün, yaşadığımız bu sorunlar, ezilen ve yoksul insanların gündeminde yakıcı bir yer tutmamaktadır ve biz bu gerçeği dışlayan bir yerden yürüyemeyiz.
Devrimci hareketin, buradan çıkaracağı sonuç, hayata bütünlüklü bir müdahalenin gerekliliğidir ve bu bütünlüklü tarzın merkezinde de ezilen sınıfların somut yakıcı ihtiyaçları, onların asli sorunları yer almalıdır bu politik gündemin düzeyini yükselten, ezilen insanların ufkunu genişletip zenginleştiren bir tarz olmak zorundadır.
Bu dil, kitlelerin düzene ve düzen kurumlarına olan güvensizliğinin, onların devrimcilere ve elbette asıl kendi kendilerine güvensizliği yoluyla dengelendiğini, böylece hoşnutsuz ama yeni bir alternatife de inanıp meyletmeyen bir felçli insan kategorisinin yaratıldığını dikkate almak zorundadır. Dolayısıyla, devrimci hareket, örgütsel istikrarından kültürel tutarlılığına, politik programlarından hedeflerine dek her konuda, kitleler gözünde bir güven yaratmalı ama bunu en çok da dili bakımından sağlamalıdır. Sürekli önü kesilen, baskıyla geriye itilen bir güç olma noktasından artık küçük küçük de olsa kazanan bir pozisyona geçmek devrimci hareket için nasıl yakıcı bir ihtiyaçsa, dil bakımından da yıkıcı tarzın terk edilmesi ve yıkıcılıkla kuruculuğu bünyesinde birleştiren bir başka dilin inşası o ölçüde zorunluluktur. Bu dil değişmeli ve kendine güvenli, meydan okuyucu yeni bir dil ortaya çıkmalıdır. Sözünü ettiğimiz şey, arka planı dolu, güven verici devrimci pratiğe yaslanan bir tarzdır ve bu anlamda politika yapma biçimiyle sıkı sıkıya bağlıdır.
Bu devrimci yenilenme atılımı, dönemin ihtiyaç duyduğu yeni devrimci örgütlenme tipini de ortaya çıkarmalı ve onu politik olarak donatmalıdır. Kollektif özne olma bilincine sahip, kendini devrimin sadece neferi değil aynı zamanda kurmayı olarak gören bu inisiyatifli devrimci insan, bütün bu özelliklerinin yanısıra yaptığı işin önemini çok net bilen ve devrimciliği fedakârlık olarak değil bir yaşam tarzı olarak algılayan bir yapıya sahip olmalıdır. Böylece o en dar alanlarda ve en zor koşullarda bile kendi ayakları üzerinde durabilecek, yıkıcı söylemlerden uzakta işini yapacaktır.
Kısacası, Türkiye devrimci hareketi, uzun yıllar süren bir krizi aşma yolunda adımlar atmaya başlarken çok cepheli ve çok yönlü bir hesaplaşmadan geçmek ve kendisini hayatın bütün alanlarında yeniden üretmek zorundadır. Bunun kolay olduğunu söyleyemeyiz tabii, ama artık çok zor da değildir. Özellikle son yılların öğretici deneyimleri yeni bir devrimci ufukla ele alındığında doğru kriterlerin yakalanması mümkündür.
Tarih, insanın önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz ama bazen, çözüm yolları basit ve düz olmayabilir, hepsi o kadar.
27 Aralık 2009 Pazar
BDP’de Temsil Edilmek
Mihrac Ural
28 Aralık 2009
Ortak ülkemizde siyaset, ülkenin yapısına uygun olmalıdır. Ülkenin yapısına uygun siyaset demek çok açık bir belirleme değildir. Hemen belirteyim.
Siyaset insanı, toplumu, doğayı ilgilendiren işlerliğin yol, yöntemi üzerinde bir duruş ise, bu duruşu belirleyecek olan da ülkenin çok boyutlu gerçekliği olacaktır. Ülkemizde çok etnik yapı varsa, siyaset tek etnik yapı üzerinden yürütülemez, ona göre şekillenemez demektir. Çok inanç varsa, tek inanca göre şekillenemez. Doğanız farklılıklar gösteriyorsa, tek boyutlu doğa algısıyla yol alamazsınız; kış hükmü süren bölge siyasetiyle, bahar hükmü süren bölgede siyaset yapamazsınız.
86 yıllık Cumhuriyet tarihinde siyaset tek boyutlu oldu. Bölgemizin en karmaşık, etnik, inanç, sosyolojik ve doğasıyla ortak ülkemiz, her türden farklılığını ağır baskılarla sindirmeye çalıştı; acımasız katliamlar yapmaktan çekinmedi, tenkil, tehcir, işkence, zindanla ve her yolla kendi vatandaşını sindirmeye çalıştı. Tek ulus, tek inanç, tek bayrak adı altında farklılıklar yok sayılmak istendi.
Geçmiş tarihin en barbar çağlarında, asimile etme etkinliği gösteremeyenler, “kılıç hakkı”nı vahşice kullanmalarına rağmen bunu başaramadılar. Bu gün, hala aynı “kızıl elma”nın peşinde koşarak, ortak ülkemizde iflas etmiş, kana bulanmış siyasetleri devam ettirme çabasındalar.
Siyaset bir yönelim, siyasal mücadele ise bir başka yönelimdir. Siyaset bir yönetme sanatıdır, siyasal mücadele bir hak kazanma mücadelesidir. Bir ülkede bu ölçekte farklılıkların olduğu bir koşulda, siyaset başarısız ise siyasi mücadele kaçınılmazdır. Cumhuriyet, kuruluşundan bu yana bunun sancısını ve kaoslarını yaşamaktadır. Bu kaos ve sancılar aynı zamanda sistemin her unsurunda kendini göstermektedir. Kimliğini bulamayan ülke bizim ortak ülkemizdir.
Ordusundan (TSK), Hükümetine, Milli Güvenlik Kurulundan (MGK), Yüksek Askeri Şurasına (YAŞ), Diyanet İşlerine kadar, ortak ülkemizin bilaistisna tüm kurum ve kuruluşları, tek boyutludur. Dünyada çok az ülke, bu ölçekte kendi doğasına, kendi toplumuna yabancı olarak kurumlaşmamıştır.
Bunun sıralanabilecek birçok nedeni bulunuyor. Ancak bu nedenlerin sonuçta bir safra gibi ortaya koyduğu uluslaşma süreci, milli yeniden kuruluş ortak ülkemizin en barbar ve en zalim süreci olmuştur. Doğasına aykırı, toplum bileşenlerine aykırı ve birinin hesabına diğerlerini yiyerek var olmak üzere, “tek millet potasında başka milletleri eritme çabası”nın ürünü olarak tekleşme dayatılmıştır. Milliyetçilik bu ülkenin doğasında hiçbir haklı yanı olmayan, safra olarak belirmiştir.
Bu safra, devletin her bir hücresinde genlerin yer alışı biçiminde yerini almış, farklılıklara yaşam hakkı tanımamıştır. Ordusunda yüksek rütbeli bir Kürt subayının, Alevi subayının olmayışı, var olan alt rütbelerinde ise kimliklerini yadsıyarak, gizleyerek ve takip altında yaşamanın dayanılmaz ağırlığıyla ezilerek yer almaları, bundan başka bir şey değildir. Diyanet işleri gibi ülkenin sırtında kambur olan, ülke gelirlerini hortumlayan bir kurumun farklı hiçbir inanca yer vermeden 86 yıl, farklılıklarıyla devlete vergisini ödeyen insanlardan beslenmesi, bir akıl kırılması gibidir. Bu veriler ortak ülkemizin tek boyutlu sistemini tanımlar. 80 milyonluk ülkede, 81 ilin olduğu bir coğrafyada bir tek Alevi Genel Müdürün olmaması, bir istatistik dehşeti olarak, tek boyutluluğun zulmünü sergiler.
Bütün bu olumsuzluklar, ortak ülkemizin tüm dokularına, etnik ve inanç farklılıklarına karşı, bir anti demokratik baskıdır.
Türk halkı da bundan zarar görmektedir. Tarihi boyunca Osmanlıdan çekilen acılar, Anadolu Türk etnik toplumunun ne kadar ötekileştirilmiş olduğunu gösteriyor.
Bu konuyla ilgili, Osmanlı ordularında, genç bir subay, danışman ve haritacı olarak 1836-1839 tarihleri arasında çalışan ünlü Alman Genelkurmayı Feldmareşal H. Von MOLTKE “Türkiye mektupları” adıyla yayınlanan anılarında, çok önemli bir belirleme yapar. Kürdistan’da Kürt isyanlarının bastırılmasında da yer alan, Nizip savaşında Mısır Hidivi Kavalalı M. Ali Paşaya karşı da savaşan, önerilerine uyulmadığı için savaşı kaybeden Osmanlıyı tanımlarken şu cümleleri sarf eder:
“Osmanlı imparatorluğu, aslında üzerinde Babıâli’nin hiçbir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti çerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır.” ( Feldmareşal H. Von MOLTKE, Türkiye Mektupları s: 187, Remzi kitap evi 1969)
“… kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorunda” olan bir devlet, kendi halkını her defasında yeniden kıyıma uğratan devlettir. Bu iç fetih hareketlerinde O gün de bu gün de Kürtler kadar Türkmen aşiretleri, Araplar kıyıma uğramıştır.
Osmanlı aklının, özgün kaynaklarından beslenerek bu gün yaptığı zulüm, Türk etnik toplumunun da elini kolunu bağlamış, tutsak etmiştir. Ülkede yaşanan kimlik bunalımı, siyasal kaoslar, yönelim ve “ülkü” birliği oluşmamış kurum ve kuruluşlarla ortak ülkemizin farklılıkları kadar hakim ulusunun da tutsak olduğunu söylemek yanlış değildir. Tam bu noktada Kürt gençleriyle Türk gençlerinin karşılıklı olarak ölümünü kavramak ve buna neden olan Osmanlı aklının tahribatlarını bilince çıkartmak gayet kolaydır.
Osmanlıdan çıkıp geldiği haliyle Cumhuriyet, bu eğilimlerini aşamadı. “Hasta Adam” iyileştiği andan itibaren talancı, ilhakçı ve iç fetihlerine devam bir yırtıcı varlık oldu. Bu yapılanma siyasetin, hakim olan devlet aygıtının ve yönetiminin konumuna bir veri olduğu kadar, siyasi mücadelenin, tüm boyutuyla muhalefetin yapısallığına da önemli bir veridir.
Gerçek tehlike burada başlar.
Mahkum olanların, hükümleri altında başkalarını mahkum etme esprisidir bu. Demokratik olduğu ve demokrasiyi savunduğu iddiasında olan bir partide Kürtlerin ikinci sınıf konumunda tutulmaları gibi. Ya da bir Kürt partisinde, diğer etnik toplulukların ikinci sınıf olarak ele alınmaları gibi. Makalemizin konusu da budur.
Siyaset bir idare sanatıdır. Verilerle ihtiyaçları dengelemek için çok yönlü yönetsel işleviyle siyaset, devlet gelenek ve birikimlerinin şekillendirdiği statülere bağlı olarak biçimlenir. “Osmanlı aklı” dediğimiz de bunun fiili sonucudur. Ancak siyasal mücadele verili bir gidişe karşı alternatif bir çabayı ifade eder.
Siyasi mücadele değişimi tanımlar, değişimin yönelimini hak ve hukuk taleplerini tanımlar. Bunlar, zaman zaman kitlesel de olsa, geçen yüzyılda görüldüğü gibi Avrupa’daki Nazi ve Faşist yükselişe yol açabilir. Bu yanıyla milliyetçilik vebası, 21. yy’da hala eski virüslerin devamı olarak iç gerilim, iç savaş kışkırtıcılığıyla kitlesel bir boyut kazanmak çabasında olabilir. Ortak ülkemizin talihsizliği, devletin yasal zemininde başka türden bir siyasal muhalefete olanak verilmemesiyle, milliyetçi sürüklenişe katkı yapar. CHP’nin Modern Faşist duruşu ve MHP’nin muhalefet olarak ırkçı faşist duruşu bunu tanımlar. Bu zeminde siyasal mücadele, her türden özgürlüğe ve demokrasiye karşıdır. Muhalefet, demokrasi ve özgürlük arayışındaki siyasal güçlere ve topluluklara yasak getirme çabasıyla varlığını yeniden üretir.
Gerçek demokratik hareketler yükselmeden ve kitleselleşme olanaklarını sonuna kadar zorlamadan, böylesi gergin süreçlerde, gerici muhalefetler öne çıkar. AKP’nin iktidara geliş ortamı ile MHP ve CHP’nin muhalefet diye bu gün yaptıkları, ilkel milliyetçi özgürlük ve demokrasi düşmanı siyasi mücadeleleri de benzer boşlukların ürünüdür.
Bu siyasal yapılanmaların tümünde tek boyutluluk sistemin her hücresinde olduğu gibi yerli yerini alır. Hakimin kimliğini taşıyacaksınız ve onun adına çalışacaksınız, “size düşen, bilmeniz gereken, bu topraklarda ya köle olmak ya da hakimin hizmetinde çalışmaktır.” Üçüncü tercihiniz ise yok olmaktır. Bu akıl dün, Osmanlıda “katli vacip” diye tasfiye ederdi, bu gün cumhuriyet vatandaşlığı altında yurtdışı operasyonlarla, siyasal barajlarla, ötekileştirip yok edilirsiniz.
Bu akıl kendini ne kadar gizlese de her siyasal adımda bunu ortaya koyar.
Siyasal mücadelenin Sol’u bu genel tablonun ne kadar dışına taşabilmiştir?
Veriler solun milliyetçilik bataklığında çırpınmakta olduğuna işaret ediyor. Üç kuşak demokrasi mücadelesinin derinliğinde, milliyetçiliğin hükmü altında yüründü. Demokrasi ve özgürlük için Kürt halkının öncülük ettiği süreç açılınca da, solun milliyetçi refleksleri dizginlenmez bir patlama yaşadı. TKP adını alan guruplar, “kadınları da askere alın“ diyerek, savaş kışkırtıcılığında zıvanadan çıktı. Doğu Perinçek, devrimci harekete ihbarlarıyla verdiği zararları Ergenekon’la noktalayarak, faşist bir darbeci artığı olduğunu gösterdi. En iyimser haliyle bu gün ortak ülkemizin solu, marjinal olmayı bile başaramamıştır. O hep orijinaller yerine siyaset yapmıştır. Halka orijinali varken sahtesine yüz vermemiştir. Bu gün hala, ortalıkta dolaşan hiçbir öneri, bu sürecin verileriyle Türkiye soluna yaşam olanağı tanımamaktadır. Nesnesi olmayanın öznesi olmuyor.
Böylesine kritik bir dönemde her toplumsal farklılığımızın, özgün ve özgü, bağımsız örgütlenmesinin kendi dengelerini bularak ortak bir demokrasi mücadelesine yönelmesi en uygun siyasal mücadele yönelimidir. Kürt özgürlük hareketi bunu başarmıştır. Özgün örgütlenme ve mücadelesi bunu ifade ediyor. Ortak ülkemizde siyaseti belirleyen konuma da yükselmiştir.
Ancak bu süreç de tek boyutlu etkiler altında kalmıştır. Bu etkilerin önemli bir kısmı partiler yasasıyla ilgili olsa da. DTP ve öncülleri birer Kürt partisiydiler ve içlerinde farklılıkların eşitler olarak yer alması oldukça güçlükle sağlanan bir durdumdu. Farklılıkların özgün örgütlenmesi iç demokrasisini, kendi içindeki farklılıklara eşitler olarak yaklaşmasıyla ifade etmelidir. Aksi Siyasal kaostur, sistemin anaforuna çekilmek demektir. Bu ise, ülkemizde hakim olan anti-demokratik yapılanmaların, özgürlük ve demokrasi adı altında sürdürmesidir.
Böylesi tek boyutlu sol yapılanların da ülkemiz gibi farklılıkların ciddi dinamikler taşıdığı bir sahada, demokrasi adına başarı sağlaması mümkün değildir. Bu alandaki başarısızlık her türden ortaklığı tahrip edici sonuçlar yaratır. Bölünme eğilimleri fiili hale gelir. Hakim ulus milliyetçiliği mahkum ulusun mücadelesini de şekillendirerek katleder.
Tek boyutluluk her yerde milliyetçi izler taşır.
Bu nedenle, özgün her siyasal mücadelenin, yapılanmasında, örgütlenmesinde, farklılıkları birer eşit olarak konuşlandırmamız gerekiyor. Başarının sırrı budur.
Bu uzun anlatımdan sonra kısaca, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’nin, gerçek bir toparlayıcı siyasal mücadele gücü olmalıdır diyorum.
Farklılıkları birer eşit olarak içinde toparlayamayan BDP, başarıyı yakalama şansını da yitirmiş olur. Ülkemiz solunun yeniden yaşam bulacağı alan, bu zemin üzerinde olacaktır. Kürt halkının önderlik ettiği ve özverilerle buraya kadar getirdiği demokrasi sürecinin daha büyük başarılara yönelmesi için bu gereklidir.
Bunun için hepimiz, tüm gücümüzle bu yapılanmaya ve böylesi bir yapılanmamın başaracağı siyasal mücadeleye katılmalıyız. BDP farklılıkların birer eşit olduğu demokratik bir siyasal mücadele platformu olmalıdır.
GAZZE KIYIMININ 1. YILI DOLARKEN..
Şerif YILMAZ
27 Aralık 2009
Katliamlarla dolu Filistin tarihinde 27 Aralık 2008'le başlayan sürecin çok farklı bir önemi vardır. Güney Lübnan'daki 2006 Temmuz savaşının yenilgisinden sonra; İsrail hükümeti ve onun savaş bakanları, adeta Lübnan direniş hareketinin kazanımlarını kırmak ve sarsılan "Yenilmesi mümkün olmayan ordu" prestijlerine, yeniden moral depolamak üzere Gazze'yi yakıp yıkmaya başladılar.
Bölgenin en güçlü ordusu olmak yetmiyor. Sahibi olmadığınız topraklar üzerinde 21. yüzyıl bilim çağının en modernize silahlarına bile sahip olsanız, Filistin halkının haklı davası ve inancı karşısında yenilmeye mahkumsunuzdur.
İsrail 22 gün boyunca asker-sivil-çocuk-kadın-ihtiyar demeden, Uluslararası kurumların(BM) şemsiyesi altına sığınan insanlar da dahil olmak üzere binlerce insanı katletti, yaraladı, sakat bıraktı. Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu katliam tablosu çizilirken; insanlık adeta canlı yayında ABD-İsrail patentli, Büyük Ortadoğu Projesinin bölgemizde nasıl oluşturulamayacağına, Güney Lübnan'da dalgalanan direniş hareketinin zaferle taçlanmış bayrağının, Filistin'de de nasıl dalgalandığına şahit oldu.
Evet işgal topraklarında bir ilk gerçekleşiyor, Filistin halkı direniş hareketinin destan yaratan kazanımlarıyla zafer kazanıyordu. Bütün engelleyici, teslimiyetçi reformist çabalara rağmen; Lübnan deneyimi peşisıra, Filistin'in Gazze bölgesinde de, yenilmez, kırılmaz diye bilinen İsrail ordusu ve destekçileri her türden katliam ve güç kullanımına rağmen sonuç alamıyor, direniş karşısında ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesinin iflası tarihe geçiyordu.
Gazze uzun zamandan beri İsrail'in kuşatması altında, 1.5 milyon insan adeta açlığa, her türden hastalığa ve ölüme mahkum edilmiş durumda. Bu kuşatma sürecine, ABD destekli çelik duvar örücü Mısır gibi gerici Arap yönetimlerinin de ortak olmaları utanç verici bir görüntü aksediyor.
Gerek uluslararası demokrasi güçleri ve sivil toplum örgütleri, gerek 1.5 milyarı aşan nüfusuyla islam alemi ve 300 milyonu aşan nüfusuyla da Arap alemi bu kuşatmayı kırmak için daha duyarlı politikaları hayata geçirmelidirler.
Biz Ortadoğu bölgesinin devrimcileri, Acilciler olarak, şehitler verme pahasına, enternasyonalist inançla Filistin halkının haklı davasının yanında kanımızla canımızla yer aldık, almaya da devam edeceğiz. Bölgemize yönelik yeni emperyalist projelere karşı, demokrasi güçleriyle omuz omuza saflarımızı sıklaştırarak, direnişi yükselteceğiz.
27 Aralık 2009
Katliamlarla dolu Filistin tarihinde 27 Aralık 2008'le başlayan sürecin çok farklı bir önemi vardır. Güney Lübnan'daki 2006 Temmuz savaşının yenilgisinden sonra; İsrail hükümeti ve onun savaş bakanları, adeta Lübnan direniş hareketinin kazanımlarını kırmak ve sarsılan "Yenilmesi mümkün olmayan ordu" prestijlerine, yeniden moral depolamak üzere Gazze'yi yakıp yıkmaya başladılar.
Bölgenin en güçlü ordusu olmak yetmiyor. Sahibi olmadığınız topraklar üzerinde 21. yüzyıl bilim çağının en modernize silahlarına bile sahip olsanız, Filistin halkının haklı davası ve inancı karşısında yenilmeye mahkumsunuzdur.
İsrail 22 gün boyunca asker-sivil-çocuk-kadın-ihtiyar demeden, Uluslararası kurumların(BM) şemsiyesi altına sığınan insanlar da dahil olmak üzere binlerce insanı katletti, yaraladı, sakat bıraktı. Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu katliam tablosu çizilirken; insanlık adeta canlı yayında ABD-İsrail patentli, Büyük Ortadoğu Projesinin bölgemizde nasıl oluşturulamayacağına, Güney Lübnan'da dalgalanan direniş hareketinin zaferle taçlanmış bayrağının, Filistin'de de nasıl dalgalandığına şahit oldu.
Evet işgal topraklarında bir ilk gerçekleşiyor, Filistin halkı direniş hareketinin destan yaratan kazanımlarıyla zafer kazanıyordu. Bütün engelleyici, teslimiyetçi reformist çabalara rağmen; Lübnan deneyimi peşisıra, Filistin'in Gazze bölgesinde de, yenilmez, kırılmaz diye bilinen İsrail ordusu ve destekçileri her türden katliam ve güç kullanımına rağmen sonuç alamıyor, direniş karşısında ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesinin iflası tarihe geçiyordu.
Gazze uzun zamandan beri İsrail'in kuşatması altında, 1.5 milyon insan adeta açlığa, her türden hastalığa ve ölüme mahkum edilmiş durumda. Bu kuşatma sürecine, ABD destekli çelik duvar örücü Mısır gibi gerici Arap yönetimlerinin de ortak olmaları utanç verici bir görüntü aksediyor.
Gerek uluslararası demokrasi güçleri ve sivil toplum örgütleri, gerek 1.5 milyarı aşan nüfusuyla islam alemi ve 300 milyonu aşan nüfusuyla da Arap alemi bu kuşatmayı kırmak için daha duyarlı politikaları hayata geçirmelidirler.
Biz Ortadoğu bölgesinin devrimcileri, Acilciler olarak, şehitler verme pahasına, enternasyonalist inançla Filistin halkının haklı davasının yanında kanımızla canımızla yer aldık, almaya da devam edeceğiz. Bölgemize yönelik yeni emperyalist projelere karşı, demokrasi güçleriyle omuz omuza saflarımızı sıklaştırarak, direnişi yükselteceğiz.
25 Aralık 2009 Cuma
Yeniden Açık Faşizm mi?
Nurettin Kurtuluş
26 Aralık 2009
Papaz Martin Niemöller’in aşağıdaki şiirini bir kez daha ve son alarak yayınlamak istiyorum, fakat son olacağını da sanmıyorum!
Nazi Almanya’sında papaz Martin Niemöller’in günlüğünden:
“Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Bu alıntının tüm insanlığa ve Anadolu Halklarına olumlu bir mesaj-çağrı olduğunu düşünüyorum…
Bu alıntının; 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşayan Türkiye toplumuna şimdiye dek bir mesaj veremediğini görüyoruz, yaşıyoruz…
O kanlı ve insanlık dışı darbede Sosyalistler-Devrimciler-Komünistler-Sendikacılar-İşçiler-Emekçiler-Bağımsız Türkiye diyenler katledilirken, sesini çıkarmayanlar ülkemizi bugünlere hazırlamıştır…
Yine o ses çıkarmayanlardan; bugün düzeni alkışlayan-alkışlatan eskiden aramıza karışmış dönekler yani Sosyalistlerin tekne kazıntıları Liberal Sol-Lümpen Sol Amigolar, Sosyalizmi-Komünizmi hazmedemeyenler oralarda yer bulamayanlar bu düzenden Demokrasi-Barış ve Özgürlük bekliyorlar ve bekletiyorlar...
O’nların da pek inandıkları yok da işte günü gün ediyorlar…
Kendileri düzenin yanında olduğu sürece özgürler.
Nereye, nezamana kadar?
Yalnız kalınca ne yapacaklar?
Bir zamanlar, Sansaryan handa toplanıyordu Dostlar, ilkel işkencelerden geçirilerek korkutulmaya çalışılıyordu…
Yetmedi, yıllarca harflerle anılan Amerikan tipi çağdaş (!) hapishaneler, işkence haneler inşa edilerek topluma Korku İmparatorluğu dayatıldı…
Sağ kalanlardan toplananların özgürlükleri kısıtlanıyor…
Sesler çıkmıyor…
F tiplileri bitirdik, alfabede hangi harfler kullanılacak bakalım!..
Silivri’dekinin kapasitesi toplam 10 bin 904 hükümlü ve tutuklunun barındırılabileceği büyüklükteymiş…
Bu gidişle orası da yetmeyecek…
Ne olacak peki?
Konya ovası geniş, bereketli (!) kaçmak zor-uzaklaşmak zor, oraya toplama kapı kurulabilir…
Ona da gerek yok mu?
Türkiye zaten açık bir hapishane mi?
Korkaklar hapishanesi mi?
“Açılım” diye kaç zamandır toplum odaklanıyor.
DTP siyasi bir kararla kapatılıyor.
Bu adamlar gitti diye tam sevinilirken (bakmayın timsahın gözyaşlarına) BDP devreye girdi ve Ufuk Uras’ın katılımıyla tekrar TBMM’de grup kuruldu.
Bu parti sadece Kürtlerin partisi değil Barış’tan-Özgürlükten yana olan tüm Anadolu Halklarının katılımıyla büyümesi gereken bir parti olmalı…
Beklenmedik olaylar denmemeli tutuklamalar dalgasına, bu alıkonanlar Anadolu’da Barıştan yana olanlardır.
Kara çalmak çok kolaydır; bunlar terörist ya da terör yanlıları demek çok kolaydır fakat sonucuna da katlanılmalı!
Bu günlere tepkiler solduyulu olmalı ve Halkların Barış için mücadeleleri kaba kuvvetle değil Barışçıl protestolarla hedefe ulaşılıncaya dek sürdürülmelidir…
Almanya’da 1933 yılında iktidara el koyan Hitler’e karşı sesini yükseltenler toplama kamplarına götürüldü, en sonunda ses çıkarmayanlar da ve Nazi Almanyası açık bir hapishane oldu…
Almanya’daki bir arkadaşımla konuşurken “biz 1930’lu yılları atlattık. Siz daha yeni geldiniz” diyordu…
Ogünler açık bir faşizmdi.
Bugünler de açık bir “Açılım” mıdır?!
HERKES YERİNE
İSYAN VE DİRENİŞ GELENEĞİNİN TEMSİLCİLERİYİZ
Mehmet GÜZEL
Sevgi DENİZ
25 Aralık 2009
Bizler, yangın yeri bir coğrafyanın devrimcileriyiz. Kuşağımız, olağanüstü koşulların kuşağıdır. Bir bildirinin, tek cümlelik bir mesajın halka duyurulması için canların verilmesinin gerekebildiği bir dönemin failleriyiz. Nice yoldaşımız bildiri dağıtırken, nicesi de duvar yazılamaları yaparken vurulup öldürülmüştür. Nitekim 12 Eylül faşizminin ilk direniş şehidi Hasan İnci yoldaşımız da halkımızı 12 Eylül faşist cuntasına karşı direnişe çağıran bildiriyi İskenderun’da dağıtırken jandarma kurşunlarına hedef olmuştur. Dün olduğu gibi bugün de nerede yangın varsa biz oradayız. İsyanlardan, bin bir emekle büyüttüğümüz mücadele aşkından, özgürlük tutkusundan damıtılmış direncimizle, her türlü zulme meydan okumaya devam etmekteyiz.
Beynimizin yıkanmış olmasıyla suçlanmışızdır hep. Olabilir! Beynimiz bencilliğin-bireyselliğin soysuz düşüncelerinden yıkanmıştır! İnsanların birbirlerinin sırtına basıp yükselme hırsından arındırılmıştır! İhanet ve çirkeflik duygularından temizlenmiştir! Bu anlamıyla insanlığın ilerici değerleriyle dupduru, tertemiz bir beynin düşünce sistemine sahip olmuşuz. Tertemiz ideallerle yola çıkmışız. İnsanlığın yaşanabilir dünyasını yaratmak içindir mücadelemiz. Sınıfsız, sömürüsüz, adil, barışçıl, eşitlikçi bir dünya ve özgür bireyler yaratmaktır hedefimiz. Halklarımızın özgür, demokratik sistemini kurmak içindir kavgamız. Emeğin hakkının gasp edilmesine karşıdır mücadelemiz. Zalimlerin zulmünü yok etmek içindir savaşımız.
Bizler, Şeyh Bedreddinlerden Seyit Rızalara, Mustafa Suphilerden İbrahim Kaypakkayalara, Mahirlerden Denizlere uzanan bir isyan ve direniş geleneğinin temsilcileriyiz. Bizler, şehit yoldaşlarımız gibi girdiğimiz onlarca çatışmanın herhangi birinde ölebilirdik. İçinde yer aldığımız onlarca eylemin, etkinliğin herhangi birinde düşebilirdik. Ya da geçirildiğimiz işkence tezgâhlarından sağ çıkamayabilirdik. Biz kendi kuşağımız içerisinden tesadüfen yaşayanlarız.
Bu yanıyla bakıldığında, ülkemiz özgülünde demokrasi, özgürlük ve devrim mücadelesinde çok bedel ödedik ve ödemeye devam ediyoruz. Ödenen bu bedellerin en yücesi de şehitliktir. Şehitlerimiz mücadelemiz içerisinde en fedakârlarımızdır. Çünkü onlar, en değerli varlıklarını/canlarını bu mücadelede feda ettiler. Hem de kimse onları buna zorlamamışken, hiçbir şahsi beklenti içerisinde olmadan… Bunu açıklayacak tek değer; inançtır. Bu anlamda şehitlerimiz, mücadelemiz ve bu uğurda ödenen bedeller içerisinde çok önemli bir yer tutmaktadır.
Kimileri bildiri-yayın dağıtırken… Kimileri bir askeri eylemde… Kimileri sürgünde… Kimileri enternasyonalist dayanışma içerisinde başka ülkelerin halklarının özgürlük mücadelesine omuz verirken şehit düştüler. Örneğin Filistin şehitleri, İsrail siyonizmine direnen Filistin halkıyla omuz omuza savaşmış ve bu savaşta şehit olmuşlardır. Bizler, evrensel değerleri benimsemiş ve evrensel sorunları kendilerine dert edinmiş bir kuşağın devrimcileriyiz. Bu yüzden dünyanın neresinde bir acı varsa yüreğimizi sızlatmıştır. Nerede bir haksızlık varsa isyan yanımızı kabartmıştır. Nerede bir zulüm varsa direnişimiz orada boy vermiştir. Nerede bir dost/yoldaş varsa sevgimiz oraya akmıştır. Yüreğimiz sınır tanımamıştır. Ülke sınırları içerisinde binlerce şehit yoldaşımızın yatıyor olmasının yanında bir de ülke sınırları dışında bir “Şehitler Mezarlığı” olmasının anlamı budur.
Ödenen onca bedelin hiçbiri boşuna değildi. Demokrasi, özgürlük ve devrim mücadelesinde ödenen en ufak bedel bile boşuna değildir. Tam tersine, ödenmiş bedeller sayesinde bugünün demokrasi ve özgürlük mücadelesi yükseltilmektedir. Bu uğurda harcanan her emek, verilen her çaba, ödenen her bedel özgürlük, demokrasi ve devrim mücadelemizin yolunu döşeyen bir değer olmuştur. Bu değerler sayesinde mücadelemiz ilerlemektedir. Şeyh Bedreddinler olmasaydı Mustafa Suphiler olmazdı, Şeyh Saitler olmasaydı Mahirler, Denizler olmazdı. Kızıldereler olmasaydı Kemal Pirler, Mazlum Doğanlar olmazdı. Onlar olmasaydı Özgürlük Mücadelesi olmazdı. Dün olmasaydı bugün olmazdı. Bugün olmasa yarın da olamaz. Ortak ülkemizin demokratikleşmesi ve tüm halklarımızın özgürleşmesi hedefine ulaşıncaya kadar da bu mücadele devam edecektir. Şehitlerimizin bizden beklediği budur.
Tam da bu noktada vurgulanması gereken önemli bir gerçek var. Şehitlerimiz kendi dönemlerinin aktif mücadelesi içerisinde yer alırken sonuna kadar kararlı ve inançlıydılar. Gerektiğinde bir an bile düşünmeden hayatlarını ortaya koymakta tereddüt etmediler. Bunu yaparken hiçbirimizin şahsi beklentisi yoktu, olamazdı. Nasıl olsun? Hangi birimiz şahsi bir çıkar karşılığı yaşamını feda edecek bir pratik içerisinde olabilir ki? Bu, yaşamın doğallığına aykırıdır. Onca zulüm, cezaevi, işkence, sürgün, çekilen onca acıda nasıl bir şahsi çıkar olabilir? Kim, her hangi bir maddi çıkar karşılığında aylarca, günlerce hatta bir gün bile olsa ağır işkencelere katlanabilir? Yaşamları dâhil, bu kadar ağır bedelleri ödemeyi sadece halklarının kurtuluş mücadelesine inanmış, erdemli, direngen ve sonuna kadar adanmış insanlar göze alabilir.
İnsanlık önemli bir dönemeçten geçmektedir. Toplumun her kesiminde büyüyen tepkileri örgütleyerek, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yükseltilmektedir. Bizler de bu bağlamda Kürt, Arap, Laz, Ermeni, Çerkez ve bütün ülke halklarımızın kimlik haklarının ve bu haklar uğruna verdikleri mücadelenin yanında durmaya devam edeceğiz.
Siyasal faaliyetlerimiz kapsamında şehitlerimizi anmak elbette ki çok büyük bir önem taşıyor. Ama neticede anma etkinliklerimiz simgeseldir. Bu simgesel anmaları yapmak önemlidir. Ama sırf anma olarak kaldıklarında hiçbir şey ifade etmiş olmazlar. Şehitlerimizi yaşatmanın en önemli yolu bu anmaların mücadeleyle birlikte yürütülmesidir. Şehitlerimizin uğruna öldükleri mücadeleyi yürütmek asıl olandır.
Yaşam durağan değildir. Sürekli gelişim ve değişim halindedir. Mücadelenin şekli de bu gelişim ve değişime uygun olarak değişmek ve gelişmek zorundadır. Ancak günümüzün gereklerine uygun güncellenmiş devrimci mücadele halklarımızın yaşamsal sorunlarına yanıtlar üretebilir. Bunca niteliksel değişim ve gelişimin karşısında kendini yenileyemeyen bir mücadele anlayışı, çağın gelişimi karşısında devrimci değil, gerici bir niteliğe düşer. Bir yanıyla diyebilirim ki şehitleri anlamanın ve bıraktıkları mirası günümüz kuşaklarına aktarmanın en anlamlı yolu, uğrunda canlarını verdikleri mücadeleyi günün gereklerine uygun güncelleyerek sürekli kılmak ve kuşak yoldaşları olarak her gün aktif mücadelenin içerisinde yer almaktır. Bıraktıkları yerden devam eden bizler, ancak mücadele aşkıyla örülmüş bir yaşam biçimi içerisinde olursak onlara layık olabiliriz. Ancak devrimci siyasal mücadeleyi yaşamımızın merkezine koyarak ve bunun gereklerini yerine getirerek, şehitlerimize karşı görevlerimizi yerine getirebiliriz.
Bunun tersi kendini inkârdır, geçmişine sırt dönmektir. Bir diğer ifade ile geçmişinden, tarihinden ve geçmiş mücadelesinden pişmanlık duymaktır. Bu ise büyük bir alçalmadır. Pişmanlık zayıf kişiliklerin yuvalandığı bir duygudur. Kendinden emin olmayan, tavrını bilinciyle desteklemeyen ve duyguların sürüklemesiyle savrulmuş kişilerin limanıdır nedamet. Bu anlamda devrimci kişilikle hiçbir kesişme noktası olamaz. Bilinçle ve derin bilgi birikimiyle oluşturulmuş bir devrimci kişilik yaşamın sonuna kadar gelişen ve değişen koşullara uygun şekilleniş ile mücadelesini yürüten kişiliktir. Böylesi bir kişilik her çağın ve her dönemin devrimci karakterini içinde taşır. Şehitlerimizin uğruna mücadele ettikleri değerlerin gerektirdiği kişilik işte bu devrimci kişiliktir.
Sevgi DENİZ
25 Aralık 2009
Bizler, yangın yeri bir coğrafyanın devrimcileriyiz. Kuşağımız, olağanüstü koşulların kuşağıdır. Bir bildirinin, tek cümlelik bir mesajın halka duyurulması için canların verilmesinin gerekebildiği bir dönemin failleriyiz. Nice yoldaşımız bildiri dağıtırken, nicesi de duvar yazılamaları yaparken vurulup öldürülmüştür. Nitekim 12 Eylül faşizminin ilk direniş şehidi Hasan İnci yoldaşımız da halkımızı 12 Eylül faşist cuntasına karşı direnişe çağıran bildiriyi İskenderun’da dağıtırken jandarma kurşunlarına hedef olmuştur. Dün olduğu gibi bugün de nerede yangın varsa biz oradayız. İsyanlardan, bin bir emekle büyüttüğümüz mücadele aşkından, özgürlük tutkusundan damıtılmış direncimizle, her türlü zulme meydan okumaya devam etmekteyiz.
Beynimizin yıkanmış olmasıyla suçlanmışızdır hep. Olabilir! Beynimiz bencilliğin-bireyselliğin soysuz düşüncelerinden yıkanmıştır! İnsanların birbirlerinin sırtına basıp yükselme hırsından arındırılmıştır! İhanet ve çirkeflik duygularından temizlenmiştir! Bu anlamıyla insanlığın ilerici değerleriyle dupduru, tertemiz bir beynin düşünce sistemine sahip olmuşuz. Tertemiz ideallerle yola çıkmışız. İnsanlığın yaşanabilir dünyasını yaratmak içindir mücadelemiz. Sınıfsız, sömürüsüz, adil, barışçıl, eşitlikçi bir dünya ve özgür bireyler yaratmaktır hedefimiz. Halklarımızın özgür, demokratik sistemini kurmak içindir kavgamız. Emeğin hakkının gasp edilmesine karşıdır mücadelemiz. Zalimlerin zulmünü yok etmek içindir savaşımız.
Bizler, Şeyh Bedreddinlerden Seyit Rızalara, Mustafa Suphilerden İbrahim Kaypakkayalara, Mahirlerden Denizlere uzanan bir isyan ve direniş geleneğinin temsilcileriyiz. Bizler, şehit yoldaşlarımız gibi girdiğimiz onlarca çatışmanın herhangi birinde ölebilirdik. İçinde yer aldığımız onlarca eylemin, etkinliğin herhangi birinde düşebilirdik. Ya da geçirildiğimiz işkence tezgâhlarından sağ çıkamayabilirdik. Biz kendi kuşağımız içerisinden tesadüfen yaşayanlarız.
Bu yanıyla bakıldığında, ülkemiz özgülünde demokrasi, özgürlük ve devrim mücadelesinde çok bedel ödedik ve ödemeye devam ediyoruz. Ödenen bu bedellerin en yücesi de şehitliktir. Şehitlerimiz mücadelemiz içerisinde en fedakârlarımızdır. Çünkü onlar, en değerli varlıklarını/canlarını bu mücadelede feda ettiler. Hem de kimse onları buna zorlamamışken, hiçbir şahsi beklenti içerisinde olmadan… Bunu açıklayacak tek değer; inançtır. Bu anlamda şehitlerimiz, mücadelemiz ve bu uğurda ödenen bedeller içerisinde çok önemli bir yer tutmaktadır.
Kimileri bildiri-yayın dağıtırken… Kimileri bir askeri eylemde… Kimileri sürgünde… Kimileri enternasyonalist dayanışma içerisinde başka ülkelerin halklarının özgürlük mücadelesine omuz verirken şehit düştüler. Örneğin Filistin şehitleri, İsrail siyonizmine direnen Filistin halkıyla omuz omuza savaşmış ve bu savaşta şehit olmuşlardır. Bizler, evrensel değerleri benimsemiş ve evrensel sorunları kendilerine dert edinmiş bir kuşağın devrimcileriyiz. Bu yüzden dünyanın neresinde bir acı varsa yüreğimizi sızlatmıştır. Nerede bir haksızlık varsa isyan yanımızı kabartmıştır. Nerede bir zulüm varsa direnişimiz orada boy vermiştir. Nerede bir dost/yoldaş varsa sevgimiz oraya akmıştır. Yüreğimiz sınır tanımamıştır. Ülke sınırları içerisinde binlerce şehit yoldaşımızın yatıyor olmasının yanında bir de ülke sınırları dışında bir “Şehitler Mezarlığı” olmasının anlamı budur.
Ödenen onca bedelin hiçbiri boşuna değildi. Demokrasi, özgürlük ve devrim mücadelesinde ödenen en ufak bedel bile boşuna değildir. Tam tersine, ödenmiş bedeller sayesinde bugünün demokrasi ve özgürlük mücadelesi yükseltilmektedir. Bu uğurda harcanan her emek, verilen her çaba, ödenen her bedel özgürlük, demokrasi ve devrim mücadelemizin yolunu döşeyen bir değer olmuştur. Bu değerler sayesinde mücadelemiz ilerlemektedir. Şeyh Bedreddinler olmasaydı Mustafa Suphiler olmazdı, Şeyh Saitler olmasaydı Mahirler, Denizler olmazdı. Kızıldereler olmasaydı Kemal Pirler, Mazlum Doğanlar olmazdı. Onlar olmasaydı Özgürlük Mücadelesi olmazdı. Dün olmasaydı bugün olmazdı. Bugün olmasa yarın da olamaz. Ortak ülkemizin demokratikleşmesi ve tüm halklarımızın özgürleşmesi hedefine ulaşıncaya kadar da bu mücadele devam edecektir. Şehitlerimizin bizden beklediği budur.
Tam da bu noktada vurgulanması gereken önemli bir gerçek var. Şehitlerimiz kendi dönemlerinin aktif mücadelesi içerisinde yer alırken sonuna kadar kararlı ve inançlıydılar. Gerektiğinde bir an bile düşünmeden hayatlarını ortaya koymakta tereddüt etmediler. Bunu yaparken hiçbirimizin şahsi beklentisi yoktu, olamazdı. Nasıl olsun? Hangi birimiz şahsi bir çıkar karşılığı yaşamını feda edecek bir pratik içerisinde olabilir ki? Bu, yaşamın doğallığına aykırıdır. Onca zulüm, cezaevi, işkence, sürgün, çekilen onca acıda nasıl bir şahsi çıkar olabilir? Kim, her hangi bir maddi çıkar karşılığında aylarca, günlerce hatta bir gün bile olsa ağır işkencelere katlanabilir? Yaşamları dâhil, bu kadar ağır bedelleri ödemeyi sadece halklarının kurtuluş mücadelesine inanmış, erdemli, direngen ve sonuna kadar adanmış insanlar göze alabilir.
İnsanlık önemli bir dönemeçten geçmektedir. Toplumun her kesiminde büyüyen tepkileri örgütleyerek, özgürlük ve demokrasi mücadelesi yükseltilmektedir. Bizler de bu bağlamda Kürt, Arap, Laz, Ermeni, Çerkez ve bütün ülke halklarımızın kimlik haklarının ve bu haklar uğruna verdikleri mücadelenin yanında durmaya devam edeceğiz.
Siyasal faaliyetlerimiz kapsamında şehitlerimizi anmak elbette ki çok büyük bir önem taşıyor. Ama neticede anma etkinliklerimiz simgeseldir. Bu simgesel anmaları yapmak önemlidir. Ama sırf anma olarak kaldıklarında hiçbir şey ifade etmiş olmazlar. Şehitlerimizi yaşatmanın en önemli yolu bu anmaların mücadeleyle birlikte yürütülmesidir. Şehitlerimizin uğruna öldükleri mücadeleyi yürütmek asıl olandır.
Yaşam durağan değildir. Sürekli gelişim ve değişim halindedir. Mücadelenin şekli de bu gelişim ve değişime uygun olarak değişmek ve gelişmek zorundadır. Ancak günümüzün gereklerine uygun güncellenmiş devrimci mücadele halklarımızın yaşamsal sorunlarına yanıtlar üretebilir. Bunca niteliksel değişim ve gelişimin karşısında kendini yenileyemeyen bir mücadele anlayışı, çağın gelişimi karşısında devrimci değil, gerici bir niteliğe düşer. Bir yanıyla diyebilirim ki şehitleri anlamanın ve bıraktıkları mirası günümüz kuşaklarına aktarmanın en anlamlı yolu, uğrunda canlarını verdikleri mücadeleyi günün gereklerine uygun güncelleyerek sürekli kılmak ve kuşak yoldaşları olarak her gün aktif mücadelenin içerisinde yer almaktır. Bıraktıkları yerden devam eden bizler, ancak mücadele aşkıyla örülmüş bir yaşam biçimi içerisinde olursak onlara layık olabiliriz. Ancak devrimci siyasal mücadeleyi yaşamımızın merkezine koyarak ve bunun gereklerini yerine getirerek, şehitlerimize karşı görevlerimizi yerine getirebiliriz.
Bunun tersi kendini inkârdır, geçmişine sırt dönmektir. Bir diğer ifade ile geçmişinden, tarihinden ve geçmiş mücadelesinden pişmanlık duymaktır. Bu ise büyük bir alçalmadır. Pişmanlık zayıf kişiliklerin yuvalandığı bir duygudur. Kendinden emin olmayan, tavrını bilinciyle desteklemeyen ve duyguların sürüklemesiyle savrulmuş kişilerin limanıdır nedamet. Bu anlamda devrimci kişilikle hiçbir kesişme noktası olamaz. Bilinçle ve derin bilgi birikimiyle oluşturulmuş bir devrimci kişilik yaşamın sonuna kadar gelişen ve değişen koşullara uygun şekilleniş ile mücadelesini yürüten kişiliktir. Böylesi bir kişilik her çağın ve her dönemin devrimci karakterini içinde taşır. Şehitlerimizin uğruna mücadele ettikleri değerlerin gerektirdiği kişilik işte bu devrimci kişiliktir.
DEMOKRASİCİLİK OYUNU VE PARTİ KAPATMALAR
Mehmet GÜZEL
Sevgi DENİZ
25 Aralık 2009
Türkiye, son olarak DTP’nin de kapatılmasıyla birlikte, adeta kapatılmış parti mezarlığına dönüşmüş durumda. Öyle sanıyoruz ki dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok parti kapatılmamaktadır. Ülkemiz bu konuda birinciliğe oynamaktadır. Elbette bu durum mizahi yanlar taşımakla birlikte demokratik siyasetin kanallarını tıkıyor olması bakımından da acıdır.
Ülkemizin siyasal sistemi tek boyutludur. Demokrasi ile hiçbir zaman tanışmamıştır. Var olan “demokrasi” görüntüsü ise yapmacık bir parlamentarizmden öteye geçmemektedir. Bu da sisteme muhalif örgütlenmelere yer bırakmayan türdendir. Devlet yapısı da düşünce sistemi de tek boyutludur.
Ulus Türk’tür! Türk ulusu dışında ve hatta Türk ulusundan önce bu toprakları anavatan yapan, tarıma açan uluslar bu “Türklük” algısı içerisinde hapsolmak ve bunun dışında “yok” olmak zorundadırlar! Kendilerini inkâr edip “yok” olmakta ayak direyenler ise fiziken yok edilmekle karşı karşıya kalabilirler! Bu toprakların binlerce yıllık yerleşik halkları kendi kimlikleriyle var olamazlar. Kendi kimliğini ısrarla koruyan ve tanınmasını isteyen halk “bölücüdür” dış mihrakların kuklasıdır!
Dinde de öyle. Tüm nüfusumuz Müslüman’dır! İslam dışında dini inanca yer yoktur bu ülkede. Onda da mezhep Sünni’dir. Farklı mezhepler sapkınlıktır, terbiye edilmelidir, olmazsa katledilmelidir! Tarihimiz bu katledilmelerle fazlasıyla doludur. Kerbela’dan bu yana bu topraklarda kanları akıtılan Aleviler çağdaş dünyamızın normlarına rağmen aynı makûs talihi yaşamaya devam etmektedirler. Osmanlı tarihindeki süreklilik arz eden katliamlardan sonra Dersim, Maraş, Sivas, Çorum, Madımak, Gazi katliamları ve Antakya katliam denemesi yakın tarihimizin mezhepsel katliamlarından örneklerdir. Hafızalarımızda canlılığını yitirmeyen Hıristiyan dini mensuplarına ve ibadet yerlerine yapılan saldırılar diğer örneklerdir.
Yaşam kültürümüz bir bütün olarak tek boyutludur. Böylesi bir tek boyutlulukta parti kapatmalar da çok olağan durmaktadır. Siyasal yaşama, toplumsal var oluşa aykırı duran, kendi kimliğini, siyasal yapısını savunan ve devletin resmi tekçi zihniyetinden ayrışan toplumsal kesimlerin siyaset araçları da tahammül sınırlarının dışında kalmaktadır. Bu toplumsal kesimlerin siyaset sahnesinden uzaklaştırılmalarının ilk elden önlemi; siyasal araçlarının yok edilmesidir. Ve yeniden örgütlenmelerinin, yani kendilerini ifade etme araçlarının önünü mümkün olduğu kadar tıkamaktır.
DTP’nin varlığı demokrasinin yeşerebileceğine dair umutlar için bir şanstı. DTP, ülkemizin ve halklarımızın temel sorunlarının siyasal yollarla çözümü yönünde önemli araçlardan bir tanesiydi. Bu olanak, sadece halklarımız için değil egemenler için de önemli bir fırsattı. DTP, bu devletin kendi tarihi boyunca askeri araçlarla çözemediği sorunları demokratik siyaset bağlamında çözmenin bir umuduydu. DTP’yi kapatmış olmakla sistem, tüm “demokratik açılım” iddialarına rağmen demokratik dili konuşmaya henüz hazır olmadığını ortaya koymuş oldu.
Öncelleri gibi, Kürt halkının siyaset kanallarından biri olarak DTP, ortak ülkemizin halkları adına demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren bir parti idi. Bu zorlu mücadeleyi tüm ezilenler adına vermekteydi. DTP’nin varlığı aynı zamanda ülkemiz halklarının susamış olduğu adil ve demokratik barış mücadelesi için de önemliydi. Dolayısıyla bu uğurda mücadele eden partilerin kapatılması barış umutlarına karşı sistemin bir saldırısı olarak da adlandırılabilir.
Sol siyasal partilerin kapatılması özünde devletin tahammülsüzlüğünü ortaya koymaktadır. Özellikle geldiğimiz aşamada Türkiye bir yol ayrımındadır. Ya geleneksel statükocu devlet yapısının korunmasında ısrarcı olacak, ya da demokratikleşme adımlarında kararlı bir pozisyon sergilemekle yükümlü olacaktır. Ama görülmektedir ki burada da ikircimli bir tutum söz konusu. Bir yandan silahların susturulması talep edilmekte, yasal yollarla hak mücadelesi verilmesi istenmekte, bu doğrultuda güya “demokratik açılım” adımları atılmakta bir diğer yandan halkın yasal siyasetinin önü tıkanmaktadır.
Devlet kendi içinde çatışmaktadır. Bir yanda değişen dünyanın tüm değişimleri olmamış gibi duran bir devlet anlayışı, diğer yanda değişen koşullara uygun bir devlet yapılanması anlayışı. Bir tarafı oluşturan kesim, Osmanlıdan bu yana tek boyutlu dünyaya bakan, inkârcı, ırkçı, katliamcı statükocu kesim. Devletin diğer kesimi ise, değişen dünya, bölge ve ülke koşullarında devletin yeni normlara göre yeniden örgütlenmesi gerektiğini savunan kesim. Her iki kesim de devletin ve mevcut egemenliğin bekası için çırpınan ama yöntemde ayrışan kesimlerdir. Bu iki kesim arasında kıyasıya bir mücadele devam etmektedir. Her iki kesimin de devletin tüm birimlerinde ve hatta toplumun sivil kurumlarında etkinlikleri vardır. “Demokratik Açılım” projesi böylesi bir çatışma ortamında devletin bir kesiminin uygulamaya koymaya çalıştığı bir egemenlik projesidir. Bu proje, Kürt Halk Hareketinin ve tüm demokrasi güçlerinin çeyrek asrı aşan mücadele kararlılığının dayatması sonucu devletin bir kesimi tarafından uygulamaya konmaya zorlanmıştır. Projenin içeriği itibariyle kimi göstermelik haklar verilerek Halk Mücadelesinin etkisiz kılınıp tasfiye edilmesi amaçlandığı halde devletin statükocu kesimi tarafından muazzam bir direnç ile karşılaşmıştır. Devletin kararsızlığı, göstermelik bile olsa demokratik açılımlara bağışıklık geliştirmemiş olması ve kendi içinde çatışmalı olmasındandır. Bu çatışmanın kefaretini halklarımız çekmektedir.
Ama artık Kürt halkı uyanmıştır. Kimlik haklarının, insani temel haklarının bilincine ulaşmıştır. Haklarını kararlıca istemektedir. Bu mücadele Anadolu’nun tüm ezilen halkları adına yürütülen bir mücadeledir. Bundan geri dönülmesi mümkün değildir. Parti kapatmalar, “açılım”da ayak diretmeler boşuna çabalardır. Bu kararlar basiretsiz yöneticilerin ve ikircimli devlet yapılanmasının boş çırpınışlarıdır.
21. yüzyılın dünyasında 12 Eylül anayasasıyla devlet yöneterek “demokrasicilik oynamak” kendini kandırmaya devam etmektir. Cumhuriyet tarihi boyunca demokrasi ile hiç tanışmamış olan bu rejim henüz içeriği bile belirlenmemiş olan “açılım”ın sözünden bile böylesine tedirgin olup parti kapatma reflekslerine girmektedir. Oysa değişen ve gelişen dünya, sistemleri yenilenmeye zorlamaktadır. Üretici güçlerdeki gelişimin insan yaşamına yansıması, getirdiği teknolojik yenilenmeler ve bunların iteklediği küresel kararlı siyasal mücadeleler, devletleri yenilenmeye zorunlu kılmaktadır. Ülkemizde tüm halklar adına çeyrek asrı aşan demokrasi mücadelesi ve aynı kapsamdaki Kürt Halk Hareketinin yükselen ivmesi demokratikleşmenin temel dinamiğidir.
Bu noktada parti kapatmalar bir bütün olarak devlet gücünün muhalif demokratik güçlere karşı ‘siyasetten uzaklaştırma’ saldırısı olarak tezahür etmektedir. Bu, devletin hiç de yabancısı olmadığımız doğal bir refleksidir. Ancak şu da doğal bir gerçektir ki bu geleneksel yöntem tarihin hiçbir aşamasında sorun çözmediği gibi şimdi de çözmeyecektir. Tam tersine, var olan sorunu derinleştirme işlevi görmektedir.
Hangi düşünceyi temsil ediyor olursa olsun parti kapatmanın karşısında olunmalıdır. Aksi halde demokrasiyi sadece kendimiz için istemiş oluruz ki bugün karşısında durduğumuz zihniyet sadece kendine demokrasi isteyen zihniyetten başkası değildir.
KATLİAMLARIN SON BULMASI İÇİN ONURLU-DEMOKRATİK BARIŞ!
Hüsamettin ÇALIŞ
Antakya Emek Ve Demokrasi Platformu Dönem Sözcüsü
24 Aralık 2009
31 yıl önce ülkemiz vahşi katliamlarından birine tanıklık ediyordu. Aleviler Maraş’ta hiçbir insan vicdanının kabul etmeyeceği tarzda kıyımdan geçiriliyorlardı. Çoluk-çocuk, kadın-erkek, yaşlı-genç demeden herkes, hamile kadınların karınları deşilerek ceninler bile insanlıktan çıkmış canilerin hedefi oluyorlardı. Böylece insanlık hafızasına onlarca Alevi katliamından biri daha kazınıyordu.
Yapılan araştırmalar ortaya çıkarttı ki Maraş katliamı ABD tarafından organize edilen geniş bir senaryonun parçası idi. Uygulayıcısı da devletin denetiminde CIA-MİT işbirliği ile sivil faşistlerdi. 12 Eylül faşist darbesine zemin hazırlama araçlarından biriydi.
Maraş katliamı ülkeyi kaosa sürükleyip faşist bir askeri darbenin koşullarını hazırlama planının bir parçası olması itibariyle sınıfsal nedenlere dayanmaktaydı. Dinsel farklılık bu provokasyon için kullanılan bir zemindi. Buna rağmen Aleviler şu ya da bu nedenle her dönemde kıyımdan geçirilen bir sosyal topluluk olmuşlardır.
Tam da bu noktada pek bilinmeyen bir tarihi hatırlatma yapmak gerekir: 1977’de kentimizde bir katliam hazırlığı yapılmıştı. Kent dışından onlarca otobüsle eğitilmiş faşist kadrolar taşınmıştı. Bu kadrolar kentimizde hassas noktalara yerleştirilmişti. Alevi mahalleler günlerce kuşatılmış ve deneme amaçlı taciz ateşleri yapılmıştı. Kentimizde devrimci örgütlenmenin halkı yönlendirmesi, örgütlemesi ve savunması sayesinde bu korkunç plan başarıya ulaşamadı. Yapılan deneme taciz ateşlerine çok güçlü karşılıklar verilmesi ve günlerce gece-gündüz nöbet tutulması sonucu faşist güçler bu kentten eli boş çekilmek zorunda kaldı. Böylece Maraş katliamından çok daha trajik olabilecek bir katliam devrimci örgütlülük sayesinde önlenmiş oldu. Kentimizde uygulanamayan korkunç plan Maraş’ta sahneye konmuş oldu.
Maraş katliamı Alevilerin katliamlarından sadece biridir. Bu katliamın önemini ortaya koyan birçok etmenin yanı sıra Yavuz Sultan Selim’in Alevi kıyımının her dönemde devam ettiğini göstermesi açısından da önemlidir. Osmanlı’dan çıkıp gelmiş haliyle Cumhuriyet Osmanlının bu geleneğini devam ettirmiştir. Dersim katliamı hem Kürt ulusal kimliğine, hem de Alevi muhalif dinsel kimliğe yönelik bir katliamdır. Ve Dersim yarası hala kanamaktadır. Malatya, Çorum, Sivas, Gazi katliamları bu silsilenin devamıdır. Kerbela’dan bu yana Alevilere egemenlerce biçilen kader hep katliamlar olmuştur.
Aleviler sistemin tekçi anlayışının dışında, dolayısıyla sistemin hizasından çıkmış bir halk topluluğu olarak bu katliamlara maruz kalmaktadır. Devlet tekçidir. Etnik, dinsel, mezhepsel ve siyasal olarak hep tek tip dayatması içerisinde olmuştur. Dolayısıyla bu tek tip kalıbına sığmayan değer ya asimile edilmeli, edilemezse de yok edilmelidir. Katliamların mantığı budur.
Sistemin tekçi zihniyetinin dışında kalan her sosyal-siyasal v arlık gibi Aleviler de her zaman benzer katliam tehditleri altındadırlar. Ergenekon soruşturmaları, darbe girişimleri gibi kamuoyuna yansımış gerçeklerden anlaşılıyor ki, muhalif halk toplulukları üzerinde aynı senaryolar çizilmeye ve katliamlar planlanmaya devam edilmektedir.
“Sosyal demokrat” görüntüsüne aldanıp desteklediği parti tüm katliamlarda bu halkın cellâdı olarak karşısına çıkmıştır. Dersim’de, Sivas’ta, Maraş’ta, Gazi’de hep “sosyal demokrat” görünümlü anlayış iktidardaydı. Ve aynı anlayış bugün yine bu katliamları savunup, aynı yöntemin uygulanmasını önerebilmektedir. Halkımız “sosyal demokrat” görünümlü bu ırkçı-faşist-devletçi yüzü tanımalı ve cellâdına destek sunmaktan artık vazgeçmelidir.
Katliamlar ve her türlü zulüm, halkların haklı davalarını yok edemez. Zulme boyun eğmek de halkları zulümden kurtaramaz. Zulmün karşısında örgütlü direniş tek seçenektir. Maraşların, Madımakların, Gazilerin, Dersimlerin tekrar etmemesi ve zalimleri zulüm araçlarıyla birlikte tarihten kaldırmak için halkımızı örgütlü duruşa davet ediyoruz.
31. yılında Maraş katliamını ve tüm katliamları sorumlularıyla birlikte kınıyoruz. Onurlu bir Barış için, Demokratik Türkiye için halkımızı devrimci saflarda örgütlenmeye davet ediyoruz.
24 Aralık 2009 Perşembe
YENİ BİR UFKA DOĞRU
Zeki Bayterin
25 Aralık 2009
Yaklaşık 43yıl önce Fidel, “Devrim İçin Savaşmayana sosyalist Denmez” başlıklı konuşmasını yaptığında, belki güncel, somut hedefi SBKP uzantısı Venezuela Komünist Partisi’nin sağcı tezleriydi. Ama sonradan, dönemeç noktalarında söylenen böylesi sözlerin çoğu gibi bu konuşma başlığı da kendi güncel içeriğini aşan bir anlam kazandı ve “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” cümlesiyle birlikte dönemin bütün devrimcilerinin diline yerleşti.
Bu, çok anlaşılabilir bir durumdu, çünkü sonuçta bu sözcükler, sadece komünist olmakla devrimci olmayı net bir biçimde birbirine bağlamakla kalmıyor, eski deyişle “dava adamı” diye tanımlanabilecek bir insan tipini, bir kadro biçimlenişini anlatıyordu; hem de tam zamanında. Dünya ve Türkiye devrimci hareketi revizyonist merkezlerden derin çizgilerle ayrışırken.
Dava adamı... Gözünü ufka dikmiş, ufka yürüyen, bu ufuk uğruna kendi günlük hayatının dertlerinden, Çayan’ın deyimiyle “maişet derdinden” soyunmuş ve üstelik bunu artık bir “fedakarlık” gibi değil de bir yaşam tarzı gibi algılayan kendi egosundan vazgeçmişlik anlamında da biraz normal dışı bir insan tipidir bu. Bugün bize efsaneymiş gibi görünen köy köy dolaşmalar, işçi mahallelerini ev ev bilmeler, hiç abartılmış şeyler değildir. Bütün bunlar derin bir bağlanma ve kendini verme biçiminin, bunun üzerine inşa edilmiş yaşam tarzlarının ifadesidir.
Şimdi, 2000’li yıllarda, kendi küçük dükkancığının penceresinden hayata bakarken “bizim zamanımızda...” diye söze başlayan ve günümüzün yeni kuşak tipini belirgin bir küçümsemeyle izleyenler az değil. Kendisi de düzenle bütünleşmiş olduğu halde çevresine bakıp küçümseyen düzeyin düştüğünden” bahseden bu insanları elbette “davulun sesi uzaktan hoş gelir” diyerek kendimize problem yapmayabiliriz. Gerçekten de onlar böylesi bir görmezlikten gelmeyi hak etmişlerdir zaten.
Şu çok açık yeni bir dünya ve Türkiye manzarasının önündeyiz ve bu durum, harcın yeniden karılması, tuğlaların yeni bir bileşimle yeniden üretilmesi görevini önümüze koyuyor.
sosyalist hareket bakımından da bir yenilenmeye, yeniden biçimlenmeye denk düşüyor. Şüphesiz her aşamada her şey kökten değişmiyor ama her aşama, mücadele biçimlerinden çelişki ve ilişkilere ve tabii ki sosyalist hareketin insan birikimine dek birçok şeyi de yeniden değerlendirmemizi gerektiriyor. Dolayısıyla, dünya gerçekliği yeniden ele alınıp yeniden kurulacaksa, bu yeni sürecin devrimci sosyalist kadro tipinin de yeniden biçimleneceği, yeni bir insan tipinin inşa edileceği anlamına geliyor.
Bu, dünyaya yeni bir gözle bakabilme yetisini gerektirdiği kadar süreç içinde kaybettiğimiz ne varsa onu “kaybettiğimiz yerde” arama basiretini de gerekli kılmaktadır. Bugün, ununu eleyip eleğini duvara asmış olanlar ne derse desin, dünyanın ve ülkenin tablosunun yeniden biçimlendiği koşullarda, yeni sürecin devrimci kadroları da sözünü ettiğimiz ilk halka mantığına uygun bir biçimde oluşacaktır, oluşmaktadır. Müthiş görkemli devrimci gelişmelerin henüz arifesinde olmasa da hazırlık sürecinde olan bu devrimci kadro, geriye çekilmiş bir ırmağın sularında ısrarla ve sabırla yeni derinlikler açmaya çalışan, suyun akışının yönünü değiştirmeye çalışan insandır.
Bu devrimci insan, tarihte örneği çok ender görülen büyük bir sıkıntı ve gerileme döneminin içinde büyümüş, ciddi ruh yorgunluklarını sırtında taşımış. Örneğin 70’lerde olsa alay konusu edilebilecek kadar az sayıda insanla pankart açarak yürümeyi bir yandan hazmetmiş diğer yandan da bunun ezilmesini yaşamış, düşmandan dayak yemiş ama hiç dayak atamamış bir insan tipidir. Birkaç otobüs polisi “gelsinler bakalım” diye karşılayan bir iç güven döneminden, gösterici, polis oranının onda biri olduğu günlere gelinmiş ve aynı devrimci tipi, bütün bu süreçler boyunca hem psikolojik olarak ezilmiş hem de belli bir ölçüde sağlamlaşmıştır. Yalnızca kendi somut devrimci pratiğimiz bakımından değil, genel siyasal ortam ve kitlelerin ruh hali bakımından da aynı şey söz konusudur dönemin birçok politik gelişmesi, pratikte çalışan devrimci insanın moralini yükseltecek şeyler değildir. Eğer doğru bir ideolojik zemine sahip değilseniz, herhangi bir tren istasyonundaki insanların anlamsız, bezgin yüzleri otobüste kulak misafiri olduğunuz konuşmalar, genç insanların lümpenlikleri bazen insanı gerçekten umutsuzluğa sürükleyebilen izlenimler olabilmektedir.
Örnekler çoğaltılabilir ama gereksiz. Hepimizin aslında gayet iyi bildiği şey, bütün bu süreçlerin bir yandan insanları (en azından bir bölümünü) olgunlaştırdığı diğer yandan da ciddi yıpranmışlıklar yarattığıdır.
Bu, ancak tarihin sıçramalı ve sarmal gelişim yasasını kavradığımızda üstesinden gelebileceğimiz bir sorundur ve dahası bu kadarı da yetmez, çünkü yasa da aslında kendiliğinden işlememekte, ancak bizim varlığımız ve çabamızla anlam kazanmaktadır. Bu irade ve çabayladır ki, varılacak bir eşik noktasından söz edebiliriz. Orası, suyun önünün artık açıldığı yerdir, olgular tersine dönmeye başlamıştır.
İnsan unsuruna geldiğimizde ise aynı zamanda özeleştiri anlamını da içinde
barındıran bir eleştirel tutum, kesin bir gereklilik olarak önümüze çıkar. Bütün o yakınmaları, burun kıvırmaları bir yana bıraktığımızda, yine de ortada bir düzey düşmesi, “dava adamı” pozisyonundan bir geriye kayma olduğunu reddedemeyiz. Belki abartılı bulunabilir ama düşük yoğunluklu devrimcilik olarak teşhis edilebilecek bir durum, son yıllarda devrimci politik ortamı büyük ölçüde etkiler hale gelmiş ve yeni bir süreci inşa etme göreviyle karşı karşıya olan Türkiye devrimci hareketi, dayandığı insan malzemesi bakımından da önemli ölçüde sakatlanmıştır.
Her şeyden önce sosyalist ideolojinin hayatın bütününe ilişkin bir şey olduğu düşüncesi zaman içersinde belli bir erezyona uğramıştır. Toplumsal davranışların ve örgütlenme biçimlerinin olduğu kadar insanın kişisel bütünlüğünün de parçalanması üzerine kurulan uzlaşmacı tavır, aşama aşama devrimcilerin hayatlarına sızmış, ayrı ayrı bölmelerden oluşan yaşamların devrimci faaliyete eklemlenmesinin tipik örneklerine rastlanmıştır.
Gerçekten de Marksizm bütüncü, kuşatıcı bir ideolojidir ve aynen söylendiği gibi hayatın bütününü kapsayan, insan davranışlarının tamamını yönlendiren ve basitten karmaşığa her birey özgülünde yeni bir zenginlik olarak kendini üreten bir düşünme ve üretme biçimidir. Marksizm, birazcık öğrenilip hayatın bir köşesinde uygulanabilecek bir tür teknik bilgi, bir iş kılavuzu değildir. Marksizm, kendi geleceğini insanlığın geleceğine ve sosyalizm ütopyasına bağlamış olan devrimci insanın, hayatının her anında ve her alanında içselleştirilmiş bir olgu olarak yaşadığı bir sürekli akış ve gelişme temposunun adıdır. Onu birazcık öğrenip birazcık uygulayamazsınız, bireyin yüce özgürlükleri adına bir yerde şöyle bir başka yerde böyle davranamazsınız. O, sizi düşünme tarzıyla, ahlaki ilkeleriyle, davranış biçimleriyle kuşatır, sarmalar.
Devrim için savaşmayana sosyalist denilmez’in anlamı aynı zamanda 24 saatin bütününü kapsayan bir devrimci yaşamdır. Gerçekten de, bütün toplumun üstüne yüklenerek soluk borularını, gözeneklerini tıkayan çamur tabakası çoğu kez farkına varılmaksızın devrimcilerin hayatlarına da sızmakta ve yaşamın günlük düzenlenişinden düşünme biçimlerine dek uzanan ciddi bir düzey kaybını ortaya çıkarmaktadır.
Mesele sağa sola sapmadan ve hiçbir teorik kavramsal dolambaca girmeden yanıtlanması gereken şu soruyla ilgilidir, nasıl yaşayacağız ve yaşamdan ne bekliyoruz?
Gerçekten de süreç boyunca, günlük devrimci faaliyetlerinin kotasını rutin biçimde dolduran ve sonra akşamüstünden itibaren dolunay görmüş kurt adam gibi başka bir kimliğe bürenerek artık kendi gerçek hayatını yaşamaya başlayan bir devrimci tipi, siyasi yelpazede oldukça geniş bir alanı kaplamıştır. Yarı deli bir biçimde, normal yürüme, konuşma, mekan değiştirme, insan örgütleme, ölçütlerini zorlayan, devrimciliği kendini sakınmadan yapılan bir iş olarak algılayan insanın yerine normalleşme, vitesin düşürüldüğü koşullarda, kendini zorlamadan, yapacaklarını normal hayatın içinde bir yerlere, Lenin’in hazım zamanları dediği saatlere sıkıştırarak yapılan işlerin toplamı anlamına gelmiştir.
Bu, ömrünün geri kalanını küçük kardeşlerine, yeğenlerine zevzekçe öğütler vermekle tüketen eski devrimci abilerin yaptığı “ahlaksız teklif”in kabülüdür, insan onsekizinde onsekizini yaşamalı. Oysa herkes bilir, herkesin kendi normal yaşamını sürdürdüğü bir ülke, asla devrim yüzü göremez ve yalnızca siyasal tarih değil, aynı zamanda edebi, bilimsel, tarih de her zaman kendi yaşıtlarının yaptığı normal şeylerden uzak duran, bu konudaki öğütleri elinin tersiyle iten insanlar tarafından yazılmıştır. Geçmişin devrimci kuşakları üzerine yapılan tuzukuru ukalalıklar, bu yüzden çoğu kez boş laflardan ibarettir.
Bütün gevezelikler bir yana, yukarıdaki soru, hiçbir zaman değişmez, “Yaşamdan ne bekliyoruz?” Ve bu soruyu sorduğumuz her yerde, biliriz ve bilmek zorundayız ki, devrimcilik, evet, bir kısıtlılık halidir. Bu kısıtlılık gibi görünen şey, öte yandan bireyin iç dünyasında büyük bir özgürlük alanıdır belki, ama fiiliyatta yine de kısıtlılıktır.
Oysa öte yandan insanın önüne açılan, yeni bir yaşam alanı, yeni bir ilişki düzeyidir. Yine de devrimcilik bir yaşam tarzı olarak oturuncaya dek, bir kısıtlılık olarak görülür. Bu anlamda, bazen bize her şey çok rasyonel görünmeyebilir, bazen bu yüzden acı çektiğimiz de olur, bazen görmek istediğimiz insanları göremez, yapmak istediğimiz güzel şeyleri yapamayız. Ve en önemlisi bazen, bütün bu yapmaktan vazgeçtiklerimizin nihai amacımıza değip değmediği üzerine son derece insani kuşkular bile besleyebiliriz.
Özgürlükten yoksun olmak kuşkusuz can sıkıcıdır ama öte yanda bu ülkenin sokaklarda yaşayan sahipsiz çocukları, açlıkla boğuşan insanları ve dünyanın öteki köşelerinde bombalarla parçalanan bebekleri de can sıkıcıdır. Ve siz orada, nasıl ve ne için bir hayat sorusuyla yeniden karşılaşırsınız.
Çünkü devrimci çalışma, somuttur. Bütün bir yaşam boyunca ve o yaşamın her saniyesinde bugün olduğumuz yerden ne kadar ileriye gidebiliriz düşüncesi zihnimizdedir. Bunun vebali sırtımızdadır. Yani, antiemperyalist cephenin bugünkü güçsüzlüğü, Irak’ta daha çok insanın ölmesi anlamına gelir, devrimci çalışmanın bugünkü geriliği mahallelerde daha çok yozlaşma ve gençlerin yok oluşu, kaybı demektir. devrimci yapının bir an önce hareket edebilir seviyeye gelememesi kanlı katillerin huzur içinde yaşamaları demektir. Sendikaların bir an önce devrimci bir çizgide kitleselleşmemesinin sonucu, bütün sosyal hakların kuşa çevrilmesinin hızlanması ve hastane kapısında can veren insanlardır. Hayat böyle akar, sizi beklemez ve siz geciktikçe yalnızca acılar artmaz, yapmanız gerekenlerin listesi de daha fazla kabarır.
Evet, örgütlü hayat kısıtlı hayattır. Hiç yumuşatmaya gerek yok, vazgeçişler ve bağlanışlar içiçe geçer, birbirini iter ve çeker. Bu topluma örnek olmalıyız.
25 Aralık 2009
Yaklaşık 43yıl önce Fidel, “Devrim İçin Savaşmayana sosyalist Denmez” başlıklı konuşmasını yaptığında, belki güncel, somut hedefi SBKP uzantısı Venezuela Komünist Partisi’nin sağcı tezleriydi. Ama sonradan, dönemeç noktalarında söylenen böylesi sözlerin çoğu gibi bu konuşma başlığı da kendi güncel içeriğini aşan bir anlam kazandı ve “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” cümlesiyle birlikte dönemin bütün devrimcilerinin diline yerleşti.
Bu, çok anlaşılabilir bir durumdu, çünkü sonuçta bu sözcükler, sadece komünist olmakla devrimci olmayı net bir biçimde birbirine bağlamakla kalmıyor, eski deyişle “dava adamı” diye tanımlanabilecek bir insan tipini, bir kadro biçimlenişini anlatıyordu; hem de tam zamanında. Dünya ve Türkiye devrimci hareketi revizyonist merkezlerden derin çizgilerle ayrışırken.
Dava adamı... Gözünü ufka dikmiş, ufka yürüyen, bu ufuk uğruna kendi günlük hayatının dertlerinden, Çayan’ın deyimiyle “maişet derdinden” soyunmuş ve üstelik bunu artık bir “fedakarlık” gibi değil de bir yaşam tarzı gibi algılayan kendi egosundan vazgeçmişlik anlamında da biraz normal dışı bir insan tipidir bu. Bugün bize efsaneymiş gibi görünen köy köy dolaşmalar, işçi mahallelerini ev ev bilmeler, hiç abartılmış şeyler değildir. Bütün bunlar derin bir bağlanma ve kendini verme biçiminin, bunun üzerine inşa edilmiş yaşam tarzlarının ifadesidir.
Şimdi, 2000’li yıllarda, kendi küçük dükkancığının penceresinden hayata bakarken “bizim zamanımızda...” diye söze başlayan ve günümüzün yeni kuşak tipini belirgin bir küçümsemeyle izleyenler az değil. Kendisi de düzenle bütünleşmiş olduğu halde çevresine bakıp küçümseyen düzeyin düştüğünden” bahseden bu insanları elbette “davulun sesi uzaktan hoş gelir” diyerek kendimize problem yapmayabiliriz. Gerçekten de onlar böylesi bir görmezlikten gelmeyi hak etmişlerdir zaten.
Şu çok açık yeni bir dünya ve Türkiye manzarasının önündeyiz ve bu durum, harcın yeniden karılması, tuğlaların yeni bir bileşimle yeniden üretilmesi görevini önümüze koyuyor.
sosyalist hareket bakımından da bir yenilenmeye, yeniden biçimlenmeye denk düşüyor. Şüphesiz her aşamada her şey kökten değişmiyor ama her aşama, mücadele biçimlerinden çelişki ve ilişkilere ve tabii ki sosyalist hareketin insan birikimine dek birçok şeyi de yeniden değerlendirmemizi gerektiriyor. Dolayısıyla, dünya gerçekliği yeniden ele alınıp yeniden kurulacaksa, bu yeni sürecin devrimci sosyalist kadro tipinin de yeniden biçimleneceği, yeni bir insan tipinin inşa edileceği anlamına geliyor.
Bu, dünyaya yeni bir gözle bakabilme yetisini gerektirdiği kadar süreç içinde kaybettiğimiz ne varsa onu “kaybettiğimiz yerde” arama basiretini de gerekli kılmaktadır. Bugün, ununu eleyip eleğini duvara asmış olanlar ne derse desin, dünyanın ve ülkenin tablosunun yeniden biçimlendiği koşullarda, yeni sürecin devrimci kadroları da sözünü ettiğimiz ilk halka mantığına uygun bir biçimde oluşacaktır, oluşmaktadır. Müthiş görkemli devrimci gelişmelerin henüz arifesinde olmasa da hazırlık sürecinde olan bu devrimci kadro, geriye çekilmiş bir ırmağın sularında ısrarla ve sabırla yeni derinlikler açmaya çalışan, suyun akışının yönünü değiştirmeye çalışan insandır.
Bu devrimci insan, tarihte örneği çok ender görülen büyük bir sıkıntı ve gerileme döneminin içinde büyümüş, ciddi ruh yorgunluklarını sırtında taşımış. Örneğin 70’lerde olsa alay konusu edilebilecek kadar az sayıda insanla pankart açarak yürümeyi bir yandan hazmetmiş diğer yandan da bunun ezilmesini yaşamış, düşmandan dayak yemiş ama hiç dayak atamamış bir insan tipidir. Birkaç otobüs polisi “gelsinler bakalım” diye karşılayan bir iç güven döneminden, gösterici, polis oranının onda biri olduğu günlere gelinmiş ve aynı devrimci tipi, bütün bu süreçler boyunca hem psikolojik olarak ezilmiş hem de belli bir ölçüde sağlamlaşmıştır. Yalnızca kendi somut devrimci pratiğimiz bakımından değil, genel siyasal ortam ve kitlelerin ruh hali bakımından da aynı şey söz konusudur dönemin birçok politik gelişmesi, pratikte çalışan devrimci insanın moralini yükseltecek şeyler değildir. Eğer doğru bir ideolojik zemine sahip değilseniz, herhangi bir tren istasyonundaki insanların anlamsız, bezgin yüzleri otobüste kulak misafiri olduğunuz konuşmalar, genç insanların lümpenlikleri bazen insanı gerçekten umutsuzluğa sürükleyebilen izlenimler olabilmektedir.
Örnekler çoğaltılabilir ama gereksiz. Hepimizin aslında gayet iyi bildiği şey, bütün bu süreçlerin bir yandan insanları (en azından bir bölümünü) olgunlaştırdığı diğer yandan da ciddi yıpranmışlıklar yarattığıdır.
Bu, ancak tarihin sıçramalı ve sarmal gelişim yasasını kavradığımızda üstesinden gelebileceğimiz bir sorundur ve dahası bu kadarı da yetmez, çünkü yasa da aslında kendiliğinden işlememekte, ancak bizim varlığımız ve çabamızla anlam kazanmaktadır. Bu irade ve çabayladır ki, varılacak bir eşik noktasından söz edebiliriz. Orası, suyun önünün artık açıldığı yerdir, olgular tersine dönmeye başlamıştır.
İnsan unsuruna geldiğimizde ise aynı zamanda özeleştiri anlamını da içinde
barındıran bir eleştirel tutum, kesin bir gereklilik olarak önümüze çıkar. Bütün o yakınmaları, burun kıvırmaları bir yana bıraktığımızda, yine de ortada bir düzey düşmesi, “dava adamı” pozisyonundan bir geriye kayma olduğunu reddedemeyiz. Belki abartılı bulunabilir ama düşük yoğunluklu devrimcilik olarak teşhis edilebilecek bir durum, son yıllarda devrimci politik ortamı büyük ölçüde etkiler hale gelmiş ve yeni bir süreci inşa etme göreviyle karşı karşıya olan Türkiye devrimci hareketi, dayandığı insan malzemesi bakımından da önemli ölçüde sakatlanmıştır.
Her şeyden önce sosyalist ideolojinin hayatın bütününe ilişkin bir şey olduğu düşüncesi zaman içersinde belli bir erezyona uğramıştır. Toplumsal davranışların ve örgütlenme biçimlerinin olduğu kadar insanın kişisel bütünlüğünün de parçalanması üzerine kurulan uzlaşmacı tavır, aşama aşama devrimcilerin hayatlarına sızmış, ayrı ayrı bölmelerden oluşan yaşamların devrimci faaliyete eklemlenmesinin tipik örneklerine rastlanmıştır.
Gerçekten de Marksizm bütüncü, kuşatıcı bir ideolojidir ve aynen söylendiği gibi hayatın bütününü kapsayan, insan davranışlarının tamamını yönlendiren ve basitten karmaşığa her birey özgülünde yeni bir zenginlik olarak kendini üreten bir düşünme ve üretme biçimidir. Marksizm, birazcık öğrenilip hayatın bir köşesinde uygulanabilecek bir tür teknik bilgi, bir iş kılavuzu değildir. Marksizm, kendi geleceğini insanlığın geleceğine ve sosyalizm ütopyasına bağlamış olan devrimci insanın, hayatının her anında ve her alanında içselleştirilmiş bir olgu olarak yaşadığı bir sürekli akış ve gelişme temposunun adıdır. Onu birazcık öğrenip birazcık uygulayamazsınız, bireyin yüce özgürlükleri adına bir yerde şöyle bir başka yerde böyle davranamazsınız. O, sizi düşünme tarzıyla, ahlaki ilkeleriyle, davranış biçimleriyle kuşatır, sarmalar.
Devrim için savaşmayana sosyalist denilmez’in anlamı aynı zamanda 24 saatin bütününü kapsayan bir devrimci yaşamdır. Gerçekten de, bütün toplumun üstüne yüklenerek soluk borularını, gözeneklerini tıkayan çamur tabakası çoğu kez farkına varılmaksızın devrimcilerin hayatlarına da sızmakta ve yaşamın günlük düzenlenişinden düşünme biçimlerine dek uzanan ciddi bir düzey kaybını ortaya çıkarmaktadır.
Mesele sağa sola sapmadan ve hiçbir teorik kavramsal dolambaca girmeden yanıtlanması gereken şu soruyla ilgilidir, nasıl yaşayacağız ve yaşamdan ne bekliyoruz?
Gerçekten de süreç boyunca, günlük devrimci faaliyetlerinin kotasını rutin biçimde dolduran ve sonra akşamüstünden itibaren dolunay görmüş kurt adam gibi başka bir kimliğe bürenerek artık kendi gerçek hayatını yaşamaya başlayan bir devrimci tipi, siyasi yelpazede oldukça geniş bir alanı kaplamıştır. Yarı deli bir biçimde, normal yürüme, konuşma, mekan değiştirme, insan örgütleme, ölçütlerini zorlayan, devrimciliği kendini sakınmadan yapılan bir iş olarak algılayan insanın yerine normalleşme, vitesin düşürüldüğü koşullarda, kendini zorlamadan, yapacaklarını normal hayatın içinde bir yerlere, Lenin’in hazım zamanları dediği saatlere sıkıştırarak yapılan işlerin toplamı anlamına gelmiştir.
Bu, ömrünün geri kalanını küçük kardeşlerine, yeğenlerine zevzekçe öğütler vermekle tüketen eski devrimci abilerin yaptığı “ahlaksız teklif”in kabülüdür, insan onsekizinde onsekizini yaşamalı. Oysa herkes bilir, herkesin kendi normal yaşamını sürdürdüğü bir ülke, asla devrim yüzü göremez ve yalnızca siyasal tarih değil, aynı zamanda edebi, bilimsel, tarih de her zaman kendi yaşıtlarının yaptığı normal şeylerden uzak duran, bu konudaki öğütleri elinin tersiyle iten insanlar tarafından yazılmıştır. Geçmişin devrimci kuşakları üzerine yapılan tuzukuru ukalalıklar, bu yüzden çoğu kez boş laflardan ibarettir.
Bütün gevezelikler bir yana, yukarıdaki soru, hiçbir zaman değişmez, “Yaşamdan ne bekliyoruz?” Ve bu soruyu sorduğumuz her yerde, biliriz ve bilmek zorundayız ki, devrimcilik, evet, bir kısıtlılık halidir. Bu kısıtlılık gibi görünen şey, öte yandan bireyin iç dünyasında büyük bir özgürlük alanıdır belki, ama fiiliyatta yine de kısıtlılıktır.
Oysa öte yandan insanın önüne açılan, yeni bir yaşam alanı, yeni bir ilişki düzeyidir. Yine de devrimcilik bir yaşam tarzı olarak oturuncaya dek, bir kısıtlılık olarak görülür. Bu anlamda, bazen bize her şey çok rasyonel görünmeyebilir, bazen bu yüzden acı çektiğimiz de olur, bazen görmek istediğimiz insanları göremez, yapmak istediğimiz güzel şeyleri yapamayız. Ve en önemlisi bazen, bütün bu yapmaktan vazgeçtiklerimizin nihai amacımıza değip değmediği üzerine son derece insani kuşkular bile besleyebiliriz.
Özgürlükten yoksun olmak kuşkusuz can sıkıcıdır ama öte yanda bu ülkenin sokaklarda yaşayan sahipsiz çocukları, açlıkla boğuşan insanları ve dünyanın öteki köşelerinde bombalarla parçalanan bebekleri de can sıkıcıdır. Ve siz orada, nasıl ve ne için bir hayat sorusuyla yeniden karşılaşırsınız.
Çünkü devrimci çalışma, somuttur. Bütün bir yaşam boyunca ve o yaşamın her saniyesinde bugün olduğumuz yerden ne kadar ileriye gidebiliriz düşüncesi zihnimizdedir. Bunun vebali sırtımızdadır. Yani, antiemperyalist cephenin bugünkü güçsüzlüğü, Irak’ta daha çok insanın ölmesi anlamına gelir, devrimci çalışmanın bugünkü geriliği mahallelerde daha çok yozlaşma ve gençlerin yok oluşu, kaybı demektir. devrimci yapının bir an önce hareket edebilir seviyeye gelememesi kanlı katillerin huzur içinde yaşamaları demektir. Sendikaların bir an önce devrimci bir çizgide kitleselleşmemesinin sonucu, bütün sosyal hakların kuşa çevrilmesinin hızlanması ve hastane kapısında can veren insanlardır. Hayat böyle akar, sizi beklemez ve siz geciktikçe yalnızca acılar artmaz, yapmanız gerekenlerin listesi de daha fazla kabarır.
Evet, örgütlü hayat kısıtlı hayattır. Hiç yumuşatmaya gerek yok, vazgeçişler ve bağlanışlar içiçe geçer, birbirini iter ve çeker. Bu topluma örnek olmalıyız.
23 Aralık 2009 Çarşamba
Erol Zavar'a özgürlük!
Gönderen Kemal Doğan
24 Aralık 2009
Erol Zavar 1999 Eylül’ünde Mesane Kanseri teşhisiyle ameliyat edildi. Ameliyat sonrası; iyi bakım ve düzenli kontrolün şart olduğu, yoksa sağlığının tehlikeye gireceğini söylendi. Yaşamını tıbbi bakımlarını yaptırarak sürdürdü Erol, kontrollerini hiç aksatmadı... Ta ki, 2001 Yılı’nın soğuk bir ocak günü Ankara'da Terörle Mücadele Şubesi polislerince gözaltı ve işkenceye alınana dek... Üç günlük gözaltı süresinde iki kez hastaneye kaldırıldı. Hastane dönüşünde tekrar işkence gördü. 17 Ocak 2001 tarihinde çıkartıldığı Ankara DGM tarafından tutuklanarak Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ne gönderildi...
Erol, cezaevinde nükseden ağrıları nedeniyle doktora çıktı. Hastalığını anlattı, raporlarını iletti ve kontrollerinin yaptırılmasını istedi... ‘Tehlikeli bir durum söz konusu değil’, dediler… İçeri girdiğinde üç ayda bir yaptırılması gerektiğini bildiği sistoskopik tetkikini Cezaevi Yönetimi 37 ay boyunca engelledi. Oysa zamanında yapılsaydı, önemli bir risk yaşamayacağını söylemişti doktorları. Cezaevi doktorları ise tetkikleri için sevk yerine, Erol’a sürekli aspirin verdiler.
Erol F Tipi gerçeğiyle Eskişehir sonrası gittiği Tekirdağ'da tanıştı… Bu arada onlarca kez; kriz, bayılma ve kanamaları nedeniyle doktora çıktı. Ama F Tipi’nde doktora gitmek bile, sıra dayağı anlamına geliyordu. Erol; kendisi, eşi, avukat ve arkadaşlarının ısrarlı çabaları sonucunda nihayet 2004 Şubat’ında sistoskopinin yapılabileceği bir üniversite hastanesine sevk edilebildi.
Tümör mesaneyi sarmıştı. Apar topar ameliyat edildi ve 5 büyük tümör birden çıkartıldı. O tarihten sonra -ve 3 ayda bir- tüm tetkik ve ameliyatlarında, mesanesinden çok sayıda yeni tümör alındı.
Avukatları ve ailesi; Adli Tıp Kurumu, Adalet Bakanlığı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruda bulundular. Eski Yasa’ya göre 399, yenisine göre ise 16/2. Madde’den yararlanması için dilekçe verildi. Ailesi Cumhurbaşkanlığı'na da başvurdu.
O günden bu yana, yani 6 yıllık süre içerisinde yapılan hemen tüm tetkikler ameliyatla sonuçlandı ve Erol'dan 30 ameliyatta 50’nin üzerinde kanserli ur alındı. Vücut direnci ve bağışıklık sistemi açısından en uygun bakım koşullarında bulunması ve asla strese maruz kalmaması gerekirken; tersine, 3 yıl boyunca her hastane sevkinde saldırıya uğradı, dövüldü, taciz edildi. Ameliyatları sonrasında yatağına zincirlendi. 24saat yanmak durumunda olan cızırtılı ampullerle sınandı durdu direnişçi kimliği. Tuvalete dört komuta kademesinin sıralı izinleri sonucu gidebilme gibi adeta gerçek ötesi kurallara zorlandı. Erol, bu şartlarda yer yer hücresine dönmeyi tercih eder durumda bırakıldı.
Erol; sağlığını, yaşamını ortaya koyarak sesini duyurmaya; kendisine dayatılan kötü muameleye ve hastalığının geldiği evreye dikkat çekmeye çalıştı. Adli Tıp Kurumu ise; Nisan 2006'da "tedaviyi kabul etmiyor" gerekçesiyle tedavisinin cezaevinde sürmesinde sakınca olmadığına karar verdi.
Doktorları; yakın gelecekte mesanenin tümden alınması gerekebileceğini söylüyorlardı. Bu arada Erol'un, cezaevinde başlayan ağrıları neticesinde safra kesesi 15 Mart 2007’de alınıyor; migren ve menüsküs ağrıları sürüyor; ameliyatları sonrası mesaneye uygulanması gereken kemoterapi ilaçların görevlilerce getirilmemesi şeklindeki ihmal sonucu gerçekleştirilemiyor; MR çekilebilmesi için dizindeki metalin alınması ise 3 yıl hastaneden hastaneye sürüklenmesini gerektiriyordu.
Şubat 2007'de yapılan tetkiklerde Erol'un akciğerlerinde kansere dönüşme riski yüksek çok sayıda küçük nodül saptandı. Son olarak ise geçtiğimiz haftalarda tiroid bezinde saptanan 7 mm’lik nodülün çok kısa sürede 1 cm’i aşması üzerine biyopsi kararı alındı. Hastalığın akciğerlere ve tiroid bezine de sirayet etmiş olabilmesi riski; durumu bilen ve insanım diyen herkesi yine strese sokmuş durumda.
10 000’e yakın imza toplandı Erol için; Avrupanın dört bir yanından Kanada’ya kadar ulaşıldı; Şiir Kitabı basıldı; Belgesel Film ve yüzlerce eylem yapıldı; Sincan F Tipi Kampusu’na kadar gidilerek tüm tutuklularla karşılıklı sloganlar haykırıldı. Birkaç saatliğine de olsa tecrit yerle bir edildi.
’Erol Zavar’ın tedavisinin uygun koşullarda gerçekleştirilebilmesi için acilen serbest bırakılması gerektiği’ tespitinin en net biçimde dile getirildiği; alanlarının en yetkin bilim insanlarından dört Profesör, bir Doçent ve bir Uzman Hekim’in aylar süren titiz bir bilimsel çalışma sonucu düzenlediği Türk Tabipleri Birliği Raporu’nun üzerinden 6 aydan fazla süre geçmişken; Adalet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı’ndan (olumlu ya da olumsuz) hala bir tepki çıkmadı. Hatta çok trajik bir biçimde hala ellerinde Erol ile ilgili bir Rapor bulunmadığı yalanının ardına sığınma çabasını sürdürmekteler. Şimdi aile, dost ve arkadaşları ile durumunu bilen herkesin, yani demokratik kamuoyunun ortak talebi; Erol’un uygun koşullarda tedavisini sağlayacak tahliye kararının daha fazla gecikilmeden verilmesidir.
Erol Zavar, A. Samet Çelik ve Tüm Hasta Tutuklular Serbest Bırakılmalıdır!
24 Aralık 2009
Erol Zavar 1999 Eylül’ünde Mesane Kanseri teşhisiyle ameliyat edildi. Ameliyat sonrası; iyi bakım ve düzenli kontrolün şart olduğu, yoksa sağlığının tehlikeye gireceğini söylendi. Yaşamını tıbbi bakımlarını yaptırarak sürdürdü Erol, kontrollerini hiç aksatmadı... Ta ki, 2001 Yılı’nın soğuk bir ocak günü Ankara'da Terörle Mücadele Şubesi polislerince gözaltı ve işkenceye alınana dek... Üç günlük gözaltı süresinde iki kez hastaneye kaldırıldı. Hastane dönüşünde tekrar işkence gördü. 17 Ocak 2001 tarihinde çıkartıldığı Ankara DGM tarafından tutuklanarak Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ne gönderildi...
Erol, cezaevinde nükseden ağrıları nedeniyle doktora çıktı. Hastalığını anlattı, raporlarını iletti ve kontrollerinin yaptırılmasını istedi... ‘Tehlikeli bir durum söz konusu değil’, dediler… İçeri girdiğinde üç ayda bir yaptırılması gerektiğini bildiği sistoskopik tetkikini Cezaevi Yönetimi 37 ay boyunca engelledi. Oysa zamanında yapılsaydı, önemli bir risk yaşamayacağını söylemişti doktorları. Cezaevi doktorları ise tetkikleri için sevk yerine, Erol’a sürekli aspirin verdiler.
Erol F Tipi gerçeğiyle Eskişehir sonrası gittiği Tekirdağ'da tanıştı… Bu arada onlarca kez; kriz, bayılma ve kanamaları nedeniyle doktora çıktı. Ama F Tipi’nde doktora gitmek bile, sıra dayağı anlamına geliyordu. Erol; kendisi, eşi, avukat ve arkadaşlarının ısrarlı çabaları sonucunda nihayet 2004 Şubat’ında sistoskopinin yapılabileceği bir üniversite hastanesine sevk edilebildi.
Tümör mesaneyi sarmıştı. Apar topar ameliyat edildi ve 5 büyük tümör birden çıkartıldı. O tarihten sonra -ve 3 ayda bir- tüm tetkik ve ameliyatlarında, mesanesinden çok sayıda yeni tümör alındı.
Avukatları ve ailesi; Adli Tıp Kurumu, Adalet Bakanlığı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruda bulundular. Eski Yasa’ya göre 399, yenisine göre ise 16/2. Madde’den yararlanması için dilekçe verildi. Ailesi Cumhurbaşkanlığı'na da başvurdu.
O günden bu yana, yani 6 yıllık süre içerisinde yapılan hemen tüm tetkikler ameliyatla sonuçlandı ve Erol'dan 30 ameliyatta 50’nin üzerinde kanserli ur alındı. Vücut direnci ve bağışıklık sistemi açısından en uygun bakım koşullarında bulunması ve asla strese maruz kalmaması gerekirken; tersine, 3 yıl boyunca her hastane sevkinde saldırıya uğradı, dövüldü, taciz edildi. Ameliyatları sonrasında yatağına zincirlendi. 24saat yanmak durumunda olan cızırtılı ampullerle sınandı durdu direnişçi kimliği. Tuvalete dört komuta kademesinin sıralı izinleri sonucu gidebilme gibi adeta gerçek ötesi kurallara zorlandı. Erol, bu şartlarda yer yer hücresine dönmeyi tercih eder durumda bırakıldı.
Erol; sağlığını, yaşamını ortaya koyarak sesini duyurmaya; kendisine dayatılan kötü muameleye ve hastalığının geldiği evreye dikkat çekmeye çalıştı. Adli Tıp Kurumu ise; Nisan 2006'da "tedaviyi kabul etmiyor" gerekçesiyle tedavisinin cezaevinde sürmesinde sakınca olmadığına karar verdi.
Doktorları; yakın gelecekte mesanenin tümden alınması gerekebileceğini söylüyorlardı. Bu arada Erol'un, cezaevinde başlayan ağrıları neticesinde safra kesesi 15 Mart 2007’de alınıyor; migren ve menüsküs ağrıları sürüyor; ameliyatları sonrası mesaneye uygulanması gereken kemoterapi ilaçların görevlilerce getirilmemesi şeklindeki ihmal sonucu gerçekleştirilemiyor; MR çekilebilmesi için dizindeki metalin alınması ise 3 yıl hastaneden hastaneye sürüklenmesini gerektiriyordu.
Şubat 2007'de yapılan tetkiklerde Erol'un akciğerlerinde kansere dönüşme riski yüksek çok sayıda küçük nodül saptandı. Son olarak ise geçtiğimiz haftalarda tiroid bezinde saptanan 7 mm’lik nodülün çok kısa sürede 1 cm’i aşması üzerine biyopsi kararı alındı. Hastalığın akciğerlere ve tiroid bezine de sirayet etmiş olabilmesi riski; durumu bilen ve insanım diyen herkesi yine strese sokmuş durumda.
10 000’e yakın imza toplandı Erol için; Avrupanın dört bir yanından Kanada’ya kadar ulaşıldı; Şiir Kitabı basıldı; Belgesel Film ve yüzlerce eylem yapıldı; Sincan F Tipi Kampusu’na kadar gidilerek tüm tutuklularla karşılıklı sloganlar haykırıldı. Birkaç saatliğine de olsa tecrit yerle bir edildi.
’Erol Zavar’ın tedavisinin uygun koşullarda gerçekleştirilebilmesi için acilen serbest bırakılması gerektiği’ tespitinin en net biçimde dile getirildiği; alanlarının en yetkin bilim insanlarından dört Profesör, bir Doçent ve bir Uzman Hekim’in aylar süren titiz bir bilimsel çalışma sonucu düzenlediği Türk Tabipleri Birliği Raporu’nun üzerinden 6 aydan fazla süre geçmişken; Adalet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı’ndan (olumlu ya da olumsuz) hala bir tepki çıkmadı. Hatta çok trajik bir biçimde hala ellerinde Erol ile ilgili bir Rapor bulunmadığı yalanının ardına sığınma çabasını sürdürmekteler. Şimdi aile, dost ve arkadaşları ile durumunu bilen herkesin, yani demokratik kamuoyunun ortak talebi; Erol’un uygun koşullarda tedavisini sağlayacak tahliye kararının daha fazla gecikilmeden verilmesidir.
Erol Zavar, A. Samet Çelik ve Tüm Hasta Tutuklular Serbest Bırakılmalıdır!
İtirafçı Engin Erkiner, 10 Mart 1978 günü Ser Verip Sır Vermeme Günüdür
Mihrac Ural
24 Aralık 2009
Bütün mesela aşağıda okuyacağınız belgededir. Bu belgeyi yayınladık. 19 Ağustos 1977’de, bir tokat bile yemeden, Engin Erkiner polisle işbirliği yaparak örgütü çökertti.
İtirafçı Engin buna çok içerlendi. Bu itirafçının örgüte ve yoldaşlara açtığı yaraları, bu güne kadar sürgün yaşantımıza neden olmasının yarattığı tahribatları, düşünmeden yıktığı değerleri ve kaçıp TKEP’li oluşunu da unutarak, intikama yöneldi. 1,5 yıldır günü birlik yazıyor ama başaramıyor. Biz bu sürede 400 siyasi makale yazdık. İtirafçı ve cemaati 300’ü aşkın karalama makalesi yazdı. Halkıyla ve sorunlarıyla ilgisiz, birer muhbir olarak yazıp durdular. Tek isim ve tek amaçla yazdılar. Şahsi kinleri, devleti de arkalarına alarak, ihbar servisleriyle yazdılar.
Bu tartışmalar artık iğrenç hale geldi. Aileleri, kardeşleri, çocukları anne ve babaları da karalamaya kadar gitti. Şimdi ise komedisini daha da artırdı. Gerginliğinin, şaşkınlığının refleksleriyle yazmaya başladı. Utanç itirafçılığıyla, sağa sola çamur atma ihtiyacı hissedeceği belliydi. Ama bu kadar komik olacağını düşünemedim. Ankara Yukarı Ayrancıda yoldaşlarımla yakalandığım tarih 10 Mart 1978’e takılmış.
Bu tarih bir direnme tarihidir. İtirafçı bunu kirletmeye yelteniyor. Onun derdi kendine bir eşit aramak. Saklanacak bir köşesi kalmayınca, itirafçılığını kabul ediyor. Ama kendine benzer arıyor. Bunun için 10 Mart 1978’in işkencede bir sorumlunun nasıl direnmesi gerektiğine örnek olan tarihi kirletmeye çalışıyor.
Engincik git bunu başka yerde ara, Acilcilerde bulamasın. 27 Yıllık TKEP’lilerde ara en yakınındaki ortağının el yazısı itirafnamesine bak orada bunları bulacaksın.
İtirafçı unutmuş. Örgütü polise teslim ettiği 19 Ağustos 1977 tarihinde, polise il kez afişe ettiği ben ve Nebil Rahuma gibi yoldaşlarla örgütü yeniden toparladığımızı, yükselttiğimizi ve kendisinin bu örgütte ancak 1,5 yıl kadar dayanıp TKEP’e kaçtığını unutuyor. Bu örgütte hiçbir siyasi yazım katkısı bile yapmadığını unutuyor. İtirafçı dışlanmıştı bunu da unutmuş şimdi marka olan örgütten nemalanmak için çırpınıyor.
Malum palavra ve sallama kurgularla bir direnme tarihini kirletecek. Tek belgeleri tek kanıtları olmadan, ifadeleri ortaya koyma cesareti göstermeden. Sadece karalama ve mantık dışı kurgular. İşleri bu, muhatap almaya tenezzül etmeyeceğim.
10 Mart 1978 bir direnme günüdür. Ankara emniyetinden, İstanbul emniyetine süren 21 günün direnmesidir. Benden önce yakalananların sırtıma yıktıkları her şeyi ret ederek, bu hamlenin sonunda yakalan bir sorumlu olarak kendi yükümlülüğüm olan ser verip sır vermeyerek anlımın akıyla çıktım. Örgüt bu yakalanmalardan sonra yoluna daha güçlüce devam etmesi bunun en büyük göstergesidir. Mücadele eden örgüt fire verir ama ser veren ve sır vermeyen yöneticileri sayesinde de yola devam eder: İşte bu tarih bunun adıdır.
Utanç dolu geçmişleriyle bana saldıranlar, gerçekte Acilin onurlu tarihini kirletmek isteyen itirafçı ve ortağı MİT ajanıdır.
Direnenlere karşı itirafçıların saldırıları, kendilerini aklayamaz. Onlar kendilerine eşit arıyorlar. Dertleri bu. Çünkü belgeler o kadar yalın ki, yapacakları tek şey kendilerine benzetmek. Bu da ancak kurgularla, sallamalarla olabilir diye düşünüyorlar. Artık vakit çok geç, bu şansınızı yitirdiniz beyler. 10 Mart 1978 ser verip sır vermeme günüdür. Bu gün her sorumlunun işkencede nasıl davranması gerektiğine örnek bir gündür.
Engincik gerginliğini bırak. İtirafçı kamburunu yeryüzünde örtecek bir örtü yoktur. Boşuna uğraşma. Kendine eşit arama gibi beyhude bir çabaya gireceğine, MİT ortağın İbrahim Yalçın’la muhbirlikte geldiğin yere bak.
Bay itirafçı, aşağıdaki şu ifadeni bir kez daha oku, bu günkü hezeyanın buradandır, Kendini tanımladığın cümleye benim ekleyecek bir şeyim olmaz. Sen, polise yardım ederek örgütü ele verensin. Bu kadarsın… Ve buraya kadarsın…
Buyurun birlikte bir itirafçının dosyasını inceleyelim…
(1.DOSYA)
İTİRAFÇI
ENGİN ERKİNER
Polis İfadesindeki İtiraflarıyla
Verdiği Dersler
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
(( hz No: 1977/27398, Büro no: 1977/726, İddia No: 1977/247--- İstanbul Cumhuriyet Savcılığı toplu suçlar bürosu---- tutuklu 27.8.1977---- İddianame. Ve eki olan İfade, toplam 20 sayfa. ))
“1977 yılındaki polis ifademin yayınlanmasını istiyorum. Hatta birkaç gün önceden haber verirseniz size kısa bir önsöz bile yazarım.”( Engin Erkiner, İnternet kimliği adlı makale)
(Not: Bu yazı, verdiği söz üzerine konu kahramanından “önsöz” beklemektedir)
Mihrac Ural
mircihan@gmali.com
http://www.mirural.blogspot.com/
-II- bölüm
İtirafçı Engin Erkiner Dersleri
1. Ders: İtirafı kronolojik sıra içinde verme dersi.
1. Ders, işin Alfabesidir. Hadiseleri anlaşılır bir düzen içinde anlatmaktır. Engin 20 sayfalık itiraflarıyla, polise ve devlete unutulmaz bir uzun itiraf edebiyatı dersi verdiği kadar, olayları belli bir tarihi süreç içinde her kesiti kendi içinde tutarlı olarak anlatmayı da başarıyla yerine getirerek, ders alınacak bir itirafnameyi ortaya koymuştur. 31 yıl sonra bile sahiplenilmekten övünç duyulacak bu yaratıcı deha, sorgusu sırasında çevresini sarmış olan ve ağzı açık dinleyen polis öğrencilerine şu şekilde servis edilmiştir:
“ Kronolojik sıra içinde hadiseleri anlatırken yukarıda söylemeyi unuttuğum bir hususu daha açıklamak istiyorum” ( İfade sayfa:12 )
İtiraflarını bir tarih sıralaması içinde ve unuttuklarını hatırlayarak sürdürmekle Engin, polis ağına düşürdüğü yoldaşlara kestirme yol dersi de vermiş olmaktadır: “Her şeyi düzenli anlatın ve unuttuklarınızı hatırlarsanız, dürüst davranıp polis amcalara söyleyiniz”. Böylelikle baskıya da uğramaz direnmenize de gerek kalmaz öğüdünü yerine getirmiştir.
Bu ders sonucunda polise teslim ettiği yoldaşların, direnmelerini zayıflatarak onların da teslim olmaktan başka yolları olmadığını işkence ortamında dile getirip, polise önemli kolaylıklar sağlamanın nasıl başarılacağını fiil olarak göstermiştir; teorik ve fiili liderliğin birliğini de bu arada dışarıda gösterme fırsatı olmadığından sorguda bu görevi yeterince ifa edebilmiştir.
Ödül olarak da polisten, altında parmak izi olan 20 sayfalık bir sertifika-i itiraf vesikasıyla kocaman bir aferin almıştır.
2. Ders: Kronolojik itiraflar uygulama dersi
Engin teorik ve pratik biri olarak, yaşadığı ya da duyduğu, bildiği ya da tahmin ettiği her olayı tarih süreciyle ezberlemiş biridir. Bu ezber kabiliyetinin tarihe bir ders olarak geçmesi ve polis amcaları hayrete düşürecek kadar dakik olduğunu kanıtlamak üzere, itiraflarını gelecek kuşaklar içinde bir ibret dersi mealinde ele almıştır.
Bunun için de ne kadar diyalektik ve tarihi materyalizm esasları içinde itiraf yapılabileceği gerçeğini, polisin suratına bir tokat olarak indirmiştir. Bu tokatla afallayıp kalan polis amcalar, bülbülün kafesteki hasretini anlayışla karşılayıp bir an önce uçmasına yardım etme gereği bile duymuşlardır. Alttaki derslerde de nasıl uçtuğunu birlikte “sezmeye” çalışacağız.
Engin bu dersteki tecellisini, yakalandığı andaki örgüt üst komitesinin yanı sıra, öncülü olan komiteleri de sayarak, derin tarih kavrayışını, sağından solundan dökülen diyalektik anlatımla sunmuştur. Bu derste, şehit yoldaşların payına düşen sorumlulukları anlatmayı, konunun iyice anlaşılması için, okurun anlayışına sığınarak vermiştir.
1. Üst Komite:
“…1975 yılı sonlarında bir üst komite kurulmasına karar verildi. Üst komite 9 kişiden meydana gelecek, 9 kişinin 5 kişisi, yurtdışı gurubundan, 4 kişisi ise kendi gurubumuzdan olacaktı. 9 kişilik üst komiteyi kendi gurubumuzdan başlamak üzere ismen şu şekilde sıralayabiliriz. 1- İlker Akman, 2- Hasan Basri Temizalp, 3- Necati Yöney, 4- Ben ( Engin Erkiner), 5- Hasan Ercan Erciyes, 6- Sinan (takma İsim), 7- Fırat (Şimdi bana resmini gösterdiğiniz ve ismini burada Süleyman Şadi Somer olduğunu öğrendiğim şahıs), 8- Nazmi (takma isim), 9- Celal ( Takma isim). Bu üst komitenin kuruluşu sırasında komiteye Yüksel Eriş’in getirilmesini daha yerinde olacağı hususunda ileriye sürdüğüm görüş, Yüksel Eriş tarafından ege bölgesindeki çalışmalarının yoğunluğu nedeniyle kabul edilmedi, bu sebepten de üst komiteye kendi gurubumuzdan 4. şahıs olarak ben dahil oldum” ( İfade s:2)
2. Üst Komite:
“... 1976 yılı mayıs ayı içinde Yüksel Beni Ankara’da bularak tekrar toplanma gereğinden bahsetti. Ankara bahçeli evlerde şimdi hatırlayamadığım bir evde yine Yüksel Eriş’in inisiyatifinde bir toplantı yapıldı. Bu toplantıya Yüksel Eriş, ben, Süleyman Erdal, Rıza Salman iştirak etti. Yeni toplanan Dört kişi Yükselin İnisiyatifinde
Üst komiteyi teşkil ettik… Bu toplantıda görev taksimatı şöyle yapıldı Süleyman Erdal: Ankara ve çevresi. Rıza Salman: Güney Anadolu Bölgesi. Ben: İstanbul. Yüksel Eriş ise: Ege Bölgesi ve Karadeniz Bölgesi…” ( İfade sayfa:3)
3. Üst komite
“… Tüm eylemler yukarıda da belirttiğim gibi THKPC’nin bir kolu olan Acil veya Türkiye Devriminin Acil Sorunları veya 184’lükler veya, Halkın Devrimci Öncüleri olarak tanınan örgütçe yani bu örgüte bağlı olarak ve yukarıda hazırdaki üst komitelerini saydığım şahısların ki bunlar 1- Ben (ENGİN ERKİNER- İstanbul Bölge sorumlusu) 2- HAKKI (Takma ad- Ankara Bölge sorumlusu) 3- EŞBER ( Takma ad, diğer takma adı BİNBAŞI, İzmir bölge sorumlusu 4- MİHRAÇ (Güney Bölge sorumlusu) bilgi ve ortaklaşa aldıkları karar altında tüm örgütü kapsayan ve bağlayan şekilde yapılmıştır…” (ifade sayfa:13)
Evet, işte bu kadar. Yadsınmanın yadsınması kuralı gereği Üst Komitelerin sıralanışını dile getirerek polislere, itirafın bile nasıl bir ciddi iş olduğunu göstermiştir.
Bu bapta alınacak dersleri bir başlık altında toplamak zor olsa da polisler alacaklarını almaya başlamanın sevinci içinde, hep bir ağızdan “daha dün okullu olduk, sınıfları doldurduk yaşasın Engin hocamız…” diye tempo tutmaktan kendilerini alamamışlardır.
Bu alkış ve haykırış temposunun anıları altında, 31 yıl sonra, mahcubiyeti devam eden Engin, tarihe geçecek ve yeni ufuklar açacak, hitabet ve belagat sanatının incisini dile getirerek, önemli bir hatırlatma yapmıştır:
“Okuyan herkes biraz düşündüğünde örgütsel sorumluluk taşımanın ne demek olduğunu görecektir.” (Bkz. “İnternet kimliği” makalesi)
Bu ağır dersi, çalan zil sesiyle birlikte noktalayıp kapatıyoruz. Hadi geçmiş olsun…
3. Ders: Bildiğin kadar isim ver, tahmin ettiğini de söyle dersi.
Engin, itiraflarıyla o güne kadar “devrimcilerin” hafızaları iyi olmayan, eğitimsiz, sıradan insanlar olduğu kanısını yerle bir etmiştir. Bunun da ötesine geçerek meydan okumuştur. Kendinden bir kuşak önce aynı yerden geçen Doğu Perinçek’le yarışa bile girişmiştir. Büyüklerin düellosu gibi bir deprem yaratır kaygısıyla polis amcalar, “Allah senden razı olsun ne verirsen biz razıyız” diye ortalığı sakinleştirmeye çalışmışsa da Engin bildiğini okumakta kararlı olarak tahmin ettiklerini de söylemeye koyulur. Engebeli ve sarp yollardan geçen ders servislerine kendini kaptıran bu adam, yüzleştirmelerde gösterdiği performansla teorik olduğu kadar, pratikte de kendini göstermiştir.
Bildiği ve tahmin ettiği her şeyi itiraftan sonra, kişinin artık zorluk çekmeden geride kalan her şeyi gizleyebileceğini göstererek, bu bölümün dersini de vermiş olur.
Bu erken servis, polisleri daha da heveskar etmiş, bazı olayları ve isimleri onlara tekrardan dinleme zevkini yaşatmıştır. Önlerinde böylesine anlatım yapan bir itirafçı varken, fırsat bu fırsat, ifadeden çıkan dersler kitabını, “Ekim Devriminden Çıkan Dersler” kitabı yerine yazılı olarak almışlardır.
Polislerin en başarılı notları da bu dersten gelmiştir. Kimsenin beklemediği bir dinamikle sıralanan isimler, adamları ihya etmiştir. Bu dersten çok çok istifade eden memur varlıklar, üst varlıklardan bol aferin almışlardır.
Zira 20 sayfalık itirafta geçen isimler, polis tarafından ilk kez deşifre edilmişlerdi. Bu ise polis siciline yapılan bir katkıydı. Bu katkıyla polis sicillerinde oluşan kalabalık, günün enflasyon rakamlarını kat kat aşarak illegal borsanın (o tarihte borsalar illegaldi) tavan yapmasını gündeme getirmiştir. Buna devletin en üst başları bile duyarsız kalmamıştır.
Guinesse Rekorlar Kitabı’na geçip geçmeyeceği belli olmayan bu sayıyı isimleriyle birlikte itirafnamesinden aktaralım:
Necati Yöney, Hasan Ercan Erciyes, Süleyman Erdal, Süleyman Şadi Somer, Sinan, Nazmi, Celal, Süleyman Erdal, Rıza Salman, Yusuf Doğan, Hami Gönenli, Mete Özer, Ali Şan Özdemir, Cemil Orkunoğlu, Mehmet Çelikel, Hilal Gökel (Orkunoğlu), Belma Gürdil, Eşber (Binbaşı), Mihrac, Zeynep Arzu Salman, Hakkı, Yener Orkunoğlu, Muharrem, Ali Sönmez, Nebil, Mustafa, İbrahim yalçın, Müslüm Durgun, Zühtü, Haydar Yılmaz, Naim İme, Mustafa Karaoğlu, Bengü, Filiz, İmam Kılıç, Zühal, Atakan Sakarya, Ercüment, Orhan, Haluk, Ali Yıldırım, Cumali Çakmaklı, Levent Postacıgil, Fuat, Bu listede yer alan isimler yer yer fiziki olarak ayrıntılı şekilde tarif edilmiş yer yer hangi şehirden oldukları belirtilmiş yer yer de adresleri doğrudan itiraf edilmiştir. (şehit yoldaşları suçlayan ifadeleri ve isimleri olan İlker Akman, Hasan Basri Temizalp, Yüksel Eriş, Ömür Karamollaoğlu, Ahmet Akdoğan liste dışı tutulmuştur) (Engin Erkiner, Polis İfadesi)
Bu başarısını 31 yıl sonra hatırlayan rekortmen Engin; “Bunu yaptım ve çok şeyi kurtardığıma da hala inanıyorum… Kendiyle hesaplaşmanın ötesinde ben hala aynı düşünüyorum. Aradan 31 yıl geçmiş, başka türlü düşünsem de bir şey olmaz, ama hala aynı düşünüyorum.” demiştir (Bkz. “İnternet kimliği” makalesi).
Böylesi bir ifade için hala “aynı düşünüyorum” diyen birine, hatırlatmam gereken LOWELL’in bir sözü olacaktır: “Düşüncelerini değiştirmeyenler sadece aptallarla ölülerdir.”
Bu heveskar-gazi, fırsat olursa bir biçimde aynı rekoru kırmak için deney yapabileceğini gösteren kimi yazılarını sitelere de yollamıştır. Ancak aklıselim kimi site editörleri, bu talebi ihtisas alanlarına girmediği için, şeklen reddederek kıta sahalıklarından ötelemeyi uygun görmüşlerdir.
Ne diyelim, Allah hepsinin taksiratını affetsin.
Böylesine bol isim vererek bir örgütün temellerini sarsıp, polis kayıtlarına topluca geçiren ve ele geçmeyenleri firari yaşama sürükleyen, sürgünlere, zindan ve işkencelere atan biri için, Aralarında Recep Güregen’in de olduğu “Hayli deneyimli İstanbul mahkumlarının da diyeceği tek şey var” onu da Engin yazısında aktarıyor “Abi, biz yıllardır bu alemin içindeyiz, böyle şey görmedik” (Agm)
4. Ders: Olanları verip, olmayanları saklama dersi.
Bu ders çok ağır bir derstir. Yavaş yavaş hazmedilmelidir. Aksi takdirde anlaşılması ve hatta anlatılması bile güç olur. Bu derste olmayan her şey saklanacak ve olan her şey polis amcalara kahvenin yanında ikram edilecektir. Kahve sinirleri gevşetmek için yararlıdır diye de bol bol içilecektir.
Bu ders, çok felsefi ve komplikedir. Bu güne kadar bilinen en büyük devrimcilerin bile tüm çabaları bilineni polisten nasıl gizleyebiliriz üzerinde militanları eğitirken, bu adam, ilk kez bilinmeyeni ve olmayanı nasıl gizleriz gibi zihinlere katkıyı esas alan, polislere de önemli bir bilim kurgu dersi veren içerikte kendini göstermiştir.
Böyle bir dersi anlamış olmak ve sınavından iyi puanla geçmiş olmak için öncelikle, bile istisna bildiğiniz, tahmin ettiğiniz, tanıştığınız, misafiri olduğunuz, sempatizan, militan, kadro ve üst komite üyesi herkesin adını tek tek “kronolojik olarak” itiraf edecek, unuttuğunuz olursa derhal hatırlayıp (bkz. Ders No:8) amcalara söyleyeceksiniz. Bildiğiniz bir şey kalmayınca da bilmediğiniz ve gerçekten de olmayan eylemleri gönül rahatlığıyla saklama durumunda olduğunuzu anlayarak, bu dersi başarıyla geçmiş olacaksınız. Hala algılayamadıysanız, en iyi puanı alarak sınavı geçtiniz demektir; zaten bu ders algılayabilenler için değil, algısızlar için verilmiştir (amcaların hallerine bakarak bu sonuca varıldığı söylenebilir).
Bu dersin bir başka adı da polise sol gösterip sağ vurmaktır. Engin’in itirafnamesinde, polisin farkında olmadığı imajını verdiği en önemli ayrıntı da bu olmuştur. Polis bu büyük oyuna gelerek, olan her şeyi ve herkesi öğrendikten sonra, olmayanları Engin Erkiner’e bırakmıştır. Bununla da polis amcalar, bu dersleri veren kişiye 31 yıl sonra da olsa övünebileceği şeyleri hediye olarak bırakmayı uygun görmüş oluyorlardı.
Engin’in itirafnamesinden gerçekten var olan eylemleri izleyelim:
“ … Yukarıda belirttiğim İstanbul Bölgesi sorumluluğuna getirildiğim andan beri yukarıda söylemiş olduğum bir 4. Levent Sabancı Hodingin bombalanması 2- Araba kaçırma eylemine girişilmesi (HAYDAR ve MUHARREM’İN yara alamsı dolaysıyla eylem gerçekleşememiştir. Ancak eylemi gerçekleştirebilmek için silahlı müsademe yapılmıştır.) 3- Merter iş bankası şubesinin soygunun gerçekleştirilmesi. 4- İntercontinental otelinin kurşunlanması eyleminin gerçekleştirilmesi. 5- Harbiye Akbank şubesinin soyulması ve gaspları biz THKP-C’nin bir kolu olarak (ACİL- HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ) …yaptık” (İfade, s: 13)
Yukarıdaki eylemleri saymakla yetinmeyen adam, bu kez duyduğu ve tahmin ettiği eylemleri ve faillerini de itiraf ederek ders vermeye devam eder. Birlikte “sezelim”:
“… Selimiye Akbank şubesinin soygununu planlayan ve eylemi hazırlayan, gerçekleştiren ben değilim. O sırada Ankara’da bulunmaktaydım ÖMÜR ölmüş yukarıda da söylediğim gibi örgütün yeni durumunu gözden geçirmek için Ankara’ya gitmiştim. Daha sonra… HAKKI Selimiye Akbank soygununun örgüt tarafından gerçekleştirilen bir eylem olduğunu söyledi… MUHARREM tarafından anlatılan olayı şu şekilde değerlendirebilir. MUHARREM tarafından orta boylu, esmer, düz saçlı ve hafif dolgun ve hafif bıyıklı şahsın örgüt Güney Bölgesi sorumlusu MİHRAÇ olacağını tahmin ediyorum.” (İfade, s:19)
Eylemleri anlatmak da yetinmeyip, eylem hazırlıkları için yapılan irili ufaklı eylemleri de ayrıntılarıyla anlatarak ne kadar dikkatli olduğunun örneklerini veriyor:
“… şoför MUSTAFA Taksimdeki ev dışında akşamları çeşitli arabalardan söktüğü plakaları koyabileceği ikinci bir ev göstermemi istedi. Bende ORHAN ve nişanlısı ZUHALİN evini gösterdim…şoför değişik akşamlar arabalardan söktüğü plakaları bu evde toplardı.” (İfade, s:19)
“… Teksir makinesinin örgüt tarafından yeni olarak alındığını tahmin etmiyorum. Zira kullanılmış bir makine idi daha ziyade bir yerden çalınmış intibaını veriyordu. Bu hususta ben Süleyman’a herhangi bir şey sormadım” (İfade, s:20)
İtirafçı Engin, yapılmış olan eylemler yanı sıra, yapılacak olan, henüz yapılmamış eylemleri de anlatarak beyninde yer edinmiş tüm izleri boşaltmıştır.
Birlikte izleyelim:
“1977 Mart ayı içinde yanlış oldu Şubat ayı içinde gazetelerde Ankara topraklık Büyük ülkü derneğine bombalı ve silahlı bir saldırı yapıldığını okudum. Bunun ÖMÜR’ler tarafından daha doğrusu örgütün Ankara bölgesi tarafından gerçekleştirildiğini tahmin ettim ve Ankara’ya giderek ÖMÜRÜ buldum. ÖMÜR eylemin kendileri tarafından gerçekleştirildiğini belirterek Ege ve Güney Anadolu sorumluları ile temas kurduğunu birkaç gün Ankara’da kalırsam. Bir toplantı yapabileceğimizi söyledi… Mart ayı başlarında Egeden EŞBER ( BİNBAŞI iki isim de takma olup esas ismini bilmiyorum), Güneyden MİHRAÇ, ÖMÜR’ün evine geldiler. Bu evde Mart ayları başlarından İstanbul’dan BEN, Ankara’dan ÖMÜR, Ege bölgesinden EŞBER, güneyden de MİHRAÇ’ın iştirakiyle bir toplantı yaptık… ÖMÜR Ankara bölgesi olarak birkaç bakanlığı bombalayabileceklerini…bu arada eylem konulacak bakanlıkları; Milli eğitim Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ticaret bakanlığı, Maliyle Bakanlığı olarak saptadık. (İfade, s:8)
31 yıl sonra Engin, bu dersleri üzerine ise şunları söylüyor, hissedelim.
“Bu örgütün en önemli askeri eylemini, Intercontinental, İstanbul yaptı. Banka işleri de ayrı bir konu... Ve bu eylemlerin hiç birisinde açık vermedik.
Bunların sadece bir bölümü ifadede var, zira bir sürü eylem de ortaya çıkmadı. İstanbul iki banka soygunu ve İntercontinantal’den ibaret değildi.” (Bkz. “İnternet kimliği” makalesi)
Bu derste Engin, olmayan eylemleri çok başarılı bir şekilde saklamıştır. Ancak hakkının yenmemesi gerek, ayrıca da sakladığı çok eylem vardır. Bunlarda bilmediği eylemlerdir. Mesela o güne kadar güney bölgesinde yapılan, MHP’ye yönelik, halka baskı yapan karakollara yönelik, faşist yurtlara, İşkenceci polislere yönelik onlarca eylemi bilmediği için polisten saklama başarısı gösterebilmiştir.
İtirafnamesinde, Güney Bölgesi’ne ilişkin söyledikleri ise devede kulak bile değildir, onlar da sadece bildikleridir.
Böylece 31 yıl sonra, “bir sürü eylem de ortaya çıkmadı” diye övünüyor.
31 yıl sonra değerlendirme yaparken, tarihi Enver Hoca yöntemiyle sil boz tahtasına çevirmesini “kurbağanın gökyüzünü kuyunun ağzı kadar görmesi”ne bağlayacağız. (Engin’den aktarma) O yarattığı yıkımı bir kenara koyarsak, örgütte en az emeği olan biridir. Bunun için, bildiğinin dışında bir gerçek tanımamaktadır. Bunu örgüt etkinliklerini kıyaslarken de yapmaktadır.
Adam, örgütün intercontinantal Oteli’ni ikinci kez kurşunladığını bilmiyor, bu ikinci kurşunlamaya katılan şehit Nebil yoldaşı ve M,F,M yoldaşların hala hayatta olduklarını burada hatırlatırız. Ayrıca bu örgütün en kapsamlı ve en büyük eyleminin ANAP’a karşı yöneltilen “Büyük Balık Operasyonu”nu ve basına yansıyan Bedreddin Mahir açıklamalarını hatırlatırız (30 Ekim ve sonrası 1987, bkz tüm basın yayın organları). Bu eylemler ülkemizin tüm bölgelerinde, İstanbul, İzmir, İskenderun, Mersin, Kayseri, Ankara gibi merkezi illerde de ANAP’a uyarı olarak gündeme gelmiştir. Ayrıca Recep Güregen’in içinde yer aldığı Zindanlardaki gardiyan zulmüne karşı yönelen uyarı operasyonunu hatırlatırız.
Ancak bu satırların yazarı örgütün en büyük eyleminin, 1976-77 yıllarında yayınlanan “TEK YOL DEVRİM” adlı yayın organı (bkz. İfade s:19) ve sonrası firar dönemlerinde, ilk sayısı 1 ocak 1978’de Beylerderesi anısıyla yayına başlayan “CEPHE” dergisi olduğu kanısındadır. Buna eklenebilecek tek şey, bu örgüt tarihinin iki kitlesel eylemidir. O da Antakya’da yapılan ve on binlerce kişinin katıldığı yürüyüş ve mitingleridir.
Bu dersin kapanışında, Engin’e kuyusunun ağzını genişletmeyi tavsiye ederiz.
5. Ders: Ayrıntı verme dersi
Bu ders 31 yıl sonra da olsa itirafların derinliklerini anlatacak bir ders olarak görülebilir. Bunun için Engin, eylemlerde ve verdiği her şeyde ayrıntıya önem vermiştir. Polisin dikkatinden kaçabilecek ve itirafların dar kalmasını sağlayacak her şeyden nasıl kaçınılması gerektiği ve ilgisiz verilerden bile geniş ayrıntılar servis edilebileceğini göstermiştir.
Engin, okuyucunun “bir eylemin ne kadar ayrıntılı planlandığını en azından sezecektir.” (Agm) diyerek, bu dersin kişide mutlaka etkin bir iz bırakacağını dile getirmektedir.
Buyurun bu dersi seçtiğimiz iki örnekte hep birlikte “sezmeye” çalışalım.
Birinci örnek:
“SORULDU: Evimde yapılan aramada bulunan kırmızı zemin üzerinde dikey siyah çizgili plastik kaplı el defteri bana aittir. Birinci sahifesinin başında 5 madde ile belirtilen anılan yerleri mutemetlerin soyulması ve para temini için girişeceğimiz eylemlerdeki hedeflerdir. Ancak bunları istihbaratını tamamlamış değiliz. İstihbarat tamamlandıktan sonra ki bu konuda bir eylem düşünebilirdik. Yine aynı defterin birinci sahifesinde 8 madde halinde belirtilen bankalardan çarpı işaretli bulunanlar istihbaratları yapılmış, ancak soyulması imkansız görülerek vazgeçilmiş olanlardır. Yuvarlar içine alınan banka ise istihbaratı yapılan ve 19 Ağustos günü soyulan bankadır. Diğer bankaların istihbaratları ise henüz tamam değildir. İkinci sahifede yer alan 8 numara madde ile işaretlenmiş olan müessese ve şahısların ise istihbarat yapıldıktan sonra hedef olarak seçilen şahıslardır. Ancak daire içine aldığımız bir numaralı hedef olan İntercontinental oteli bilindiği gibi tarafımızdan kurşunlanmıştır. Diğerleri hakkında bir istihbarat yapmış değiliz.
SORULDU: Yine aramada evimde bulunan 10x16 ebadındaki saman kağıt üzerine kurşun kalemle yazılmış telefon numaraları ve yazı bana aittir.” (İfade, s:14)
İkinci örnek:
“Eylem için gerekli olan arabanın çalınması Şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi, Çalınan arabayı bilahire Cihangir’deki evin civarında gördüm. Beyaz renkli bir Reno’idi. Aynı Reno ile Harbiye Akbank soygununu da gerçekleştirdik. Ancak, İntercontinental eyleminden sonra arabanın plaklarını bir defa daha değiştirdik” (İfade, s:11)
Aynı arabayla birden çok eylem yaparak, askeri dehasını polise gösteren bu şahıs, itiraflarının verdiği derslerden emin olarak şunları söylüyor:
“Bir dönemin politikasının ötesinde askeri tarafını da okuyabilirsiniz böylece. Büyük ilgi çekeceğine eminim.” (Engin Erkiner, “İnternet Kimliği” makalesi)
Sizin ilginizi çekti mi bilmem, ama adı 12 kez ısrarla anılan, ilgisi olmadığı eylemlerin bile sırtına yıkıldığı bu satırların yazarı, Engin’in ifadesinden diğer yoldaşları gibi tam 31 yıldır, işkence, zindan, firar, sürgün, tehcir gibi ilgilerin yükünü çekmeye devam ediyor.
6. Ders: Polise yardım ve tüm örgüt evlerini teslim dersi.
Bu dersin mahiyetini bu satırların yazarı açıklayabilecek çapta olmadığından yorumsuz vermeyi uygun görür. Yukarıdaki derslerin mantığına uygun olan bu dersi, akılınız bu kadar genişse, buyurun siz idrak etmeye çalışın bakalım ne olacak:
“ Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim. 1- Banka soygunundan sonra İBRAHİM YALÇIN ile birlikte gittiğimiz ve onun arkadaşlarının evi olan Teşvikiyedeki adres. 2- MÜSLÜM DURGUN’un Şişlideki evi. 3- Cihangirde eylem kadrosunun kaldığı ev. 4- Şişlideki kendi evim. 5- Bomontide ORHAN ve ZÜHAL’in kaldığı fakat sonradan taşındıkları ev. 6- ALİ ŞANÖZDEMİRİN evi. 7- LEVENT POSTACIGİLİN kaldığı ev. 8- İBRAHİM YALÇIN’ın kaldığı ev. 9- CUMALİ ÇAKMAKLI’nın kaldığı ev. 10- ALİ YILDIRIMIN kaldığı ev. 11- MEHMET ÇELİKEL’in kaldığı ev.” (İfade, s:16)
7. Ders: Bir eylemde politik ve askeri lider olma dersi
Engin’in polis ifadesinde silahlı bir mücadele örgütünde politik-askeri liderliğin birliği ve önemi üzerinde derin analizleri gerektiren söylem ve dersler bulunmaktadır.
Bunu öncelikle 31 yıl sonra yani bugünün havası içinde idrak edelim.
Engin Erkiner şöyle diyor: “Silahlı mücadeleyi savunan ama doğru dürüst hiç bir askeri eyleme girmemiş “örgüt önderleri”nin aksine, ben o yıllarda sadece politik değil aynı zamanda askeri bir liderdim.” (İnternet kimliği makalesi)
Yukarıdaki satırları okuyan kişi sanır ki, itiraf etmiş olsa da eylemlerin tümüne katılmış, askeri ve politik liderliğin birliğini icra etmiş bir süpermenle karşı karşıyadır.
Oysa 31 yıl önce, kronolojik olarak polise bildiklerini anlatırken, siyasi ve askeri liderliğini şu cümlelerle ifade ediyordu.
“…Şimdiye kadar sadece silahlı eylem olarak Akbank Harbiye şubesinin soygununa katıldım” (fade, s:18)
“Yukarıda da söylediğim gibi Harbiye Akbank şubesi soygununu gerçekleştirdikten sonra MÜSLİM DURGUN’nun evine gitmiştim. Burada 45 dakika kadar oturduktan sonra dışarıya çıktım. Polisler beni alarak Emniyet Müdürlüğüne getirdiler.” (İfade, s:20)
Hayatında bir tek silahlı eyleme katılmış (o da silahlı çatışma değil, silahın hiç kullanılmadığı bir banka soygunu) ve aynı gün yakalınmış birinin kendini politik-askeri lider olarak görmesini bu satırların yazarı, ancak bir ahlak algılayışıyla açıklamayı becerebiliyor. Bu nedenle, kimi devrimci arkadaşların “ahlak” kavramını duyunca tepkiyle irkilmesini anlayışla karşılıyor.
Bu dersten sonra kimsenin kimseyi ahlaklı olmaya davet edemeyeceğini de öğrenmiş olduk. Ne diyelim…
Böylesi ikili liderler, poliste böyle ifade verirler; 31 yıl sonra, okuyucuyu aptal yerine koyabileceğini sanıp, bol keseden atmakta bir sakınca görmezler. “Ahlak” vurgularına pek içerlenen Halil Güven gibi samimi, devrimci arkadaşların bunu bir yere oturtması dileğiyle, kulağını çınlatayım.
Bu bölümü de böylece kısa tutarak noktalayalım.
8. Ders: Bu arada unuttuğunuzu hatırlayınca söyleme dersi.
Engin polise burada son gösterisini yapacaktır. Bu derste adam pilot olmuş, uçmak üzeredir ve polis bile kemerlerini sıkma zorunda kalmıştır. Polisleri öylesine köşeye sıkıştırmış ki, son bir hamleyle, dürüstlük dersi vererek mat etmiştir. “Devrimci asla yalan söylemez hatırlayınca da saklamaz” ilkesinden yola çıkarak, unutulan bir bilgi, akla gelir gelmez itirafları arasına sokarak bunu göstermiştir.
Böylesine yüksek “ahlak” sahibi bir eğitmenle karşı karşıya kalan amcalar, hayretlerinden küçük dillerini yutmuş olmalılar.
Engin yaptığı servisin cömertliğiyle amcaları sevinç gözyaşlarına boğmuş olmalı. Ancak başkaların da gözü yaş doluyordu. O da örgütümüz ve tüm yoldaşlardı.
Bu ders bir “söylemeyi unuttum” dersidir. Birlikte idrak edelim, hayır dualarınıza vesile olalım.
1- “ Şimdi hatırladım Malatya olaylarından önce yurt dışı gurubu ile birlikte kurulan üst komitede yer alan NECATİ YÖNEY örgüte faydalı olmayacağı fikrini öne sürmüş, örgütten ayrılmıştı. Onun yerine YÜKSEL ERİŞ komiteye girmişti.” (İfade s:4)
2- “…yapılacak bombalama eylemlerinden sonra ilişki kurulabileceği tahmin edilen KARS, DİYARBAKIR, BANDIRMA, KADİRLİ, TURGUTLU gibi şehirler de ... yer alıyordu. Ankara’da bu karar alındıktan sonra her bölge kendi içinde ve kendine yakın olarak tespit edilen şehirlerde eylem gerçekleştirmek üzere harekete geçti. Şu an hatırıma geldi ikinci gurupta yer alan şehirlerin içinde BALIKESİR ve İSKENDERUN’da bulunuyordu” (İfade s:7)
3- “… bu arada Merter İş bankasının müsait olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi. Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış tespit yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içerisinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti. Adının MUSTAFA olduğunu bildiğim…MUSTAFA, 1,70 boylarında, esmer, biraz topluca, kısa saçlı, saçlarını yandan ayıran, normal burunlu bir şahıstır.” (İfade,s:10)
4- “…Merter iş bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…arabayı evin civarında bana MUSTAFA gösterdi…soygun yapıldı” (İfade,s:10)
5- “… Yakarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal fünye 10 kutu 7,65mm çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9mm lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek,tahminen 200 adet Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “SOVYET SOSYAL EMPERYALIZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti…” (İfade, s:11)
6- “… ALİ SÖNMEZ ceketinin içine sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezneye gitti. Yanlış oldu. ALİ elinde ondörtlü tabancayla vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. Tabanca ile etrafı kontrol ettim.” (İfade, s:12)
7- “…Yukarıda söylemeyi unuttum, paraları bankadan çıktıktan sonra daha önce arabayı koyduğumuz ve arabada bıraktığımız mavi renkli el çantasının içine koymuştum eve bu çantayla gelmiştim…” (İfade, s:12)
8- “…Kronolojik sıra içinde hadiseleri anlatırken yukarda söylemeyi unuttuğum bir hususu daha açıklamak istiyorum. Nisan ayı sonunda evimde yapıldığını belirttiğim üst komite toplantısından sonra askeri bakımdan İstanbul’un takviyesi kararı alındıktan sonra askeri kadronun gerçekleştireceği eylemleri sırasında kullanılacak vasıtanın ihtiyacı olan şoförü MİHRAC vasıtasıyla buldum… ZÜHTÜ adında bir şahısla tanıştım…” (İfade, s:12)
9- “ Yine yukarıda söylemeyi unuttum, Haziran yanlış yazıldı Nisan ayı sonunda benim evimde yapılan üst komite toplantısına Ankara’dan HAKKI gelirken bir adet 14’lü tabanca ve bir adette 7,65mm çapında şimdi markasını hatırlamadığım tabanca ve 80-90 adet civarında iki tabancaya ait mermi getirmişti.” (İfade, s:13)
10- Yukarıda sayarken unuttuğum TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI GURUBUNUN Türkiye çapındaki kadrosuna şunları ilave etmek istiyorum. ZEYNEP ARZU SALMAN: Ankara kadrosundadır. Önce RIZA SALMAN’a, daha sonra ÖMÜRE bağlı olarak çalışmıştır. Basın yayın yüksel okulunda örgütsel çalışma yapmaktadır. FUAT: ( soyadını bilmiyorum Antakya kadrosundadır) (İfade, s:16)
11- “ … HAKKI Selimiye AK Bank soygununun örgüt tarafından gerçekleştirilen bir eylem olduğunu söyledi. Bu soygundan şimdi hatırladığım kadarıyla…örgüt tarafından yapıldığı kesindir. Daha sonraları bu soygundan MUHARREM’de bana bahsetti. Bankaya üç kişi girdiklerini söyledi… MUHARREM tarafından anlatılan olayı şu şekilde değerlendirebilirim. MUHPARREM tarafından, orta boylu, esmer, düz saçlı ve hafif dolgun ve hafif bıyıklı şahsın örgüt Güney Bölge sorumlusu MİHRAÇ olacağını tahmin ediyorum…” (İfade, s:19)
“Be adam unutmuşsun işte, bırak ne diye hatırlatıyorsun” diyesiniz mi geliyor… Sakın öyle bir şey yapmayın, bu dersin ruhunu üzer, kemiklerini sızlatırsınız.
Bu İş böyledir, bir kez çözüldünüz mü gerisini hak getire.
Ve eğer ki, özeleştiri yapacak kadar ahlaklı değilseniz, geriye kendini aldatmaktan başka işe yaramayacak beyhude çabalarla, bu yaptığınız çirkinliği utanmazca savunmak kalır.
Unutmayın; “Sherlock Holmes’in bir sözünü severim, der ki: “Alınabilecek önlemleri almadan tehlikeye girene cesur değil, aptal denir.”(Bilin bakalım bunu kim aktarmış !?)
9. Ders: İsimler ve görevler dersi
Engin, poliste çözüldü. O da bunun farkında, bir yerde duramayacağını da biliyor. Rüyalarını bile anlatmış. İlgili ilgisiz herkesi suçlu duruma düşürdü. Adı sanı bilinmeyen, özgür iradesiyle halkının demokrasi mücadelesinde yer almak isteyen militan ve kadroları polis kayıtlarına geçirdi, aranır duruma düşürdü.
Örgüte, polisle birlikte vurduğu 77 Ağustos darbesinden sonra, geride harabenin bile kalmadığı bir ortamda örgütü yeniden kurmak ve daha yaygın ve daha dinamik hale getirmek gerekti. O geride kimseyi bırakmamıştı. Zaten örgütlediği tek bir kadro, tek bir militan ve eylem adamı da yoktu.
İtirafçı Engin’in bu dersi artık zıvanadan çıkma hareketi olarak değerlendirilebilir. Sigarınızı yakıp bir fincan kahveyi yanınıza alın. Sonra zıvanadan çıkmamak için kemerlerinizi iyice sıkın. Buyurun “sezelim”.
“… TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri ve görevleriyle birlikte şu şekilde sıralayabilirim.
MİHRAÇ: Orta boylu, 165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, güney bölge sorumlusu
HAKKI: Uzun boylu, 175 boyunda, zayıf, beyaz tenli, kısa saçlı. Ankara bölge sorumlusu. Üst komite üyesi…
EŞBER (BİNBAŞI)…: 175 boyunda, zayıf hafif sarışın İzmir bölge sorumlusu
MİHRAÇ-HAKKI-EŞBER üst komite üyeleridir.
CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER’de örgütsel çalışmayla görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞULU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışma ile ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi Üniversitesinde örgütsel çalışmaile ilgilidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan
BENGÜ: Sempatizan…
İMAM KILIÇ: Sempatizan…
ALİ SÖNMEZ: Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: Örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM:.. Örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRM: Sempatizan…
HAYDAR YILMAZ: Örgütün eylem kadrosundadır ( takma ismi AHMET’tir) NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır
FİLİZ:.. Sempatizan durumundadır
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT : … Sempatizan.
ORHAN:… Sempatizan.
ZUHAL:…. Sempatizan
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ‘de çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI:... Sempatizan.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır.”(İfade, s:16)
“ACİLCİLER’in örgütsel faaliyetinin nasıl bir seyir takip ettiğini, hangi tarihten itibaren oluştuğunu yukarıdaki ifademde kronolojik sıra içinde anlatmaya çalıştım.” (İfade, s:17)
Bu itirafları içi burkularak okuyanınız varsa, öncelikle bu satırların yazarına bir sitem yollasın. Sakinleşince de itirafçının, 31 yıl sonra bu gün söylediklerini okusun:
“…karar verdikten sonra da size ne yapılırsa yapılsın o yoldan vazgeçmemeniz gerekiyordu. Bunu yaptım ve çok şeyi kurtardığıma da hala inanıyorum.” (“İnternet kimliği” makalesi) Yanlışta bu ısrara ne denir…
Ne diyelim Allah taksiratını affetsin.
Sonuç yerine:
Bu heyecanlı dizinin devamında ne mi oldu?
Mücadeleye devam kararlılığı gösterenler, itirafçının adlarını polis siciline işlediği firariler oldu. Örgütü yeniden ayağa kaldırmak, kurum ve işlerliğiyle rayına oturtmak bu darbeden firar edebilenlerin omzuna kaldı.
Ağır takip koşullarında örgüt, geceler gündüzlere katılarak olabildiğince belirginleştirildi. Karınca kadarınca da olsa, siyasal doğruları uğruna mücadele eden bir devrimci siyasal yapı yeniden ayakları üzerine getirildi. Bu süreçte itirafçı, mahkemeler karşısında örgütsel savunma için bile bir doğrultuya sahip değildi. (bu da Isparta’da bir araya gelinince, bu satırların yazarının talimatıyla aşıldı). Mahkemede bayrak açma kararını Ali sönmez yerine getirdi. Mahkeme heyetinin yüzüne karşı örgüt sloganlarını haykırmaktan korkan bu itirafçı, o kritik anda bile, dava arkadaşlarını provaka ediyordu; haykırışlara, itirafçı hariç, herkes ortak oldu ve mahkemenin üstüne yüründü. Ring arabasına kadar bu olaylar devam etti.
Evet ol hikaye işte budur. Acılarla, ihanetlerle örülüdür.
Kapanmış bir defter, zorlamalarla açıldı. Birileri ayıbını 31 yıl sonra örtmek istedi, yanlışta ısrar etti. Sonuç herkesin zararına oldu bu açık. Ama artık bilinmesi gereken yüz kızartıcı çok şeyinde açığa vurulması gerekiyordu. Bu utanmazlar bir daha ortaya çıkıp haksızlıklarını böylesine pervasızca savunma durumunda olmasınlar. Bu sonuca ulaşmak mümkün mü kesin bilmiyorum. Ama İtirafçı Engin’in bir daha polis ifadesini ağzına bile almayacağını çok iyi biliyorum; bunu özeleştiri yapacak kadar dürüst olmadığı için daha fazlasını beklemeden belirtiyorum.
Kimseye faydası olmayan bu didişmenin tarihi miadı çoktan doldu.
Herkesin emek vererek oluşturduğu ve doğruları arkasında işkence, zindan, firar, sürgün, iltica hallerine düştüğü THKP-C(Acilciler) örgütünü küçük düşürmeye kimsenin hakkı yoktur. Buna yeltenenler binlerce belgenin tokadıyla yere serileceği bilinmelidir. Örgüt bir değerler birliğidir, bu değer programında ifadesini bulan (ki, örgütümüz Türkiye devrimci örgütleri arasında en erken siyasal bir program sahibi olan örgüttür) siyasi doğruları eleştirilebilir. Bu doğruların arkasında tüm gücüyle durup durmadığının eleştirisi ise yöneticilerine yöneltilir örgüte değil.
Örgüt, kongre ya da konferansla bu doğruları yöneticilere teslim etmiştir, gerisi onlara aittir. Eleştirilerin oku bu durumda yöneticileredir. Bu da görevlerin yerine getirilip getirilmediğine, imkanların rasyonel kullanılıp kullanılmadığına vb yöneltilir. Yöneticileri eleştirmek yerine ortak değerler bütünü örgütü karalamak ve küçük düşürmeye çalışmak ise hiçbir şekilde iyi niyetli olamaz. İtirafçı Engin, kinlerini örgütümüze karşı kusarken bu hataya düşmüştür.
Bu satırların yazarının duruşu da, böylesi bir durumda doğan cevap hakkından kaynaklanmaktadır. Bunu da sorumluluğu gereği yapmıştır.
Talebi olmamasına karşın bu satırların yazarı cevap hakkını, saldırının vuku bulduğu sütunlarda vermesi gerekirdi.
Ancak, ne Nazilerin Dimitrova verdiği savunma hakkından ne de en ilkel burjuva hukukunun tanıdığı bu haktan haberi olmayan Pol Pot’çu kafaların, fi tarihinde bu örgüte kattıkları değerlere karşı duruşlarını sorgulamak, artık kendilerine düşen bir sorumluluk gibi durmaktadır.
Bu satırların yazarı böylesine düşmüş insanlara hiçbir zaman şahıs olarak saldırmayı uygun görmez. Düşmüş bir kez. Buna rağmen siyasal bir görüşü varsa bu görüşlerle sorunu olsun ister.
Nitekim, kendi kulvarımda, siyasal yazılarım bloğumda ve hala yayınlanmakta olan ATAK dergisinde ve değişik sitelerde yer almaya devam ediyor.
Engin’in ifadesi, aynı zamanda Engin’in karakteridir de. Siyasal olarak çizdiği inanılmaz zikzakların kaynağında bunun önemli etkileri vardır. Bu zikzakların bilançosuyla da ilgili değilim. Muhatabım da hiç değildir. Benim yolumda halkımın kimlik hakları, ülkemin özgürlük ve demokrasi mücadelesi için ortaya konması gereken siyasal duruşlar vardır. O “Bulgaristan’da sosyalizmde kapitalizme geçiş”le uğraşsın.
O kendini açıklama derdinde. Varsa ilgili bir siyasal etkinliği ve aktif bir okuyucusu, siyasal renk armonileri içinde Engin’in ne dediğini anlamaya çalışsın. Biz bu sorunu çok uzun yıllar önce aştık; siyasal programımızı, yönelimlerimizi ve yapacaklarımızı temel yönleriyle belirledik. Kimseyle şahsi bir sorunumuz da yok.
Bu noktada sorun kişinin görüşlerini ilerletmesi, değiştirmesi değildir. Sorun bu değişimi ve ilerlemeyi geçmişin birikimleri üzerinde yapıp yapmadığıdır. Engin’in siyasal zikzakları, araziye uyma kaygısıyla, bulunduğu çevreden etkilenme üzerine kurgulanmıştır. Bunun için aslı dururken taklidine kimse önem vermemektedir.
Engin, kendi emekleriyle edindiği bilgilerin sentezini soyutlayarak bilince çıkaran biri değildir. Ezberlerin, okuduğu kitapların özetleriyle eklektik bir tablo sergileyendir. Bu açıdan onu bir yere oturtabilirseniz de, kendine ait bir yerde bulamazsınız. Bu yüzden yazdıklarıyla çizdikleriyle hiçbir zaman orijinal değildir.
Bunu anlamak için dönün bakın, ortaya koyduğu siyasal yaklaşımlar etrafında bir tek örgütsel etkinlik bulamayacaksınız.
Siyasal çabaların amacı, insan ve doğanın yaşam ve gelişiminin ve buna ait tüm verilerin belli dengeler içinde sağlanmasına yöneliktir. Bu amacın tarih içinde gerçekleşmesi ne ansiklopedik bilgi sahiplerince ne de büyük filozoflarca olmuştur. Bu süreç, bilgi birikimlerini özümsemiş, soyutlamalarıyla geleceğe ilişkin sonuçlar çıkartabilmiş, kitleleri o yöne kanalize edecek etkin siyasal kadroların yükselteceği bir süreçtir. Bu süreçte bilgiyi etkinliğinden soyutlamış, bir içsel algı, geviş getirme olayı olarak ele alanlar ise, ezelden ebede kadar süren kahredici yalnızlıkları, etkinsizlikleri ve silik kişilikleriyle dengesiz ve kontrolsüz olarak kalırlar. Bu süreçte tanık olduğumuz dengesizliklerin kaynağında bu doku vardır.
Hiç düşündünüz mü? Örgüt tarihi anlatılıyor ama bu örgütün merkez yayın organı CEPHE’nin esamisi okunmuyor. Neden?
Çünkü onu bilmiyor, onunla ilgili bir emeği yok. Onun için Enver Hoca’cı yöntemle, CEPHE’yi tarih panosundaki yerinden siliyor. Bu vasatın neresini muhatap alacağız. Bilen varsa beri gelsin.
İtirafçı Engin’in bittiği yerde tas tamam burasıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)