3 Aralık 2010 Cuma
“KAFİRÛN”
Sizin Türkiye’niz size, bizim Türkiye’miz de bize
Biz barışın, birlikte ortak yaşamın eşit kurucular olarak yeniden biçimlendirilmesi gereken demokratik bir cumhuriyetin Türkiye’sinden söz ediyoruz.
Siz ise karanlıkların, ölüm denklemlerinin, Osmanlı artığı akılların, ittihatçı şebekelerin aklıyla, ortaçağ karanlıklarına ait bir Türkiye inadındasınız
Mihrac Ural
1 Aralık 2010
Biliyorum, başlığı garipsediniz. Buna rağmen sakin olun.
Kuran’da” Kafirûn” (Kafirler) Suresi bulunuyor, önce onu okuyun.
1.De ki: Ey kafirler 2. Taptığınıza tapmıyorum 3. Siz de benim taptığıma tapmazsınız 4. Ben de sizin taptığınıza tapmam 5. Siz de benim taptığıma tapmazsınız 6. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır. ( 109. Süre, El Kafirûn (Mekki), Meali bana ait. M.U)
Ortalığı dini hava bürüyünce ister istemez bizler de kendi kanaatlerimizi kimi zaman farklı jargonlarla ifade etmeye çalışıyoruz.
Bu ortamı siyasal zeminde olumlu tarzda dini siyasete alet etmeden değerlendirmeyi, devrimcilerin de denemesi gerektiğine inanıyorum. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinde bu tarzda ele alış hiç bir zaman dinin siyasal kullanışının bir başka yanı olarak görülmemelidir.
Bunu anlamakta güçlük çeken kimi solculara sabırlı olmalarını bu yolda da halka ulaşmanın hayırlı olduğunu belirteceğim. Jargonuma, zahir olana bakıp, izahına çalıştığım olguların batini derinliklerini ihmal etmenin yanlış olduğunu belirteceğim.
GEÇMİŞ OLMADAN GELECEK OLMAZ
Yalnız aptallar ya da geçmişi kirli olanlar geçmişlerini inkar ederler. Tarihte ise geçmişi inkar diye bir şey yoktur. Geçmiş gelecek içinde evrimin bir ürünü olarak yer alır, gelişmeler bunun üzerinde yükselir. Tarih geleceği geçmiş üzerinde kurarken hiçbir öznel öğenin tercihlerine bakmaz bununla da ilgili olmaz. Bu nedenle insan topluluklarının kolektif kimlikleri, geçmişin verileri içinde şekillenerek geleceğe uzanırken bir bütün oluştururlar. Kimse kimseyi, geçmişiyle ilgili olumlulukları gelecek içinde öznel çabalarıyla yer vermesine olumsuz bakma hakkına sahip olmamalıdır. Farklılıkları ötekileştiren böylesi yaklaşımlar, daha ziyade egemen kültürün aczi ve zaafı olarak ortaya çıkar. Bunun etkisi altında ezilenler sol ya da değil, hangi siyasal eğilimden gelirse gelsin bu çağın değişiyle milliyetçi olmaktan kurtulamaz.
Bu başlık altında yer alacak ifadelerimi, başıma gelen bir örnekle açıklamaya çalışacağım.
23 Kasım 2010 (18 Zulhicce 1431), İslam aleminin, daha çok Şiilerin ve özel olarak Arap Alevilerin en kutsal bayramı olan Ğadir Bayramı. Bu bayram dolaysıyla yazdığım makale, sol milliyetçi refleksleri tanımlayan bir arkadaştan, akıl almaz mana ve yoruma muhatap oldu. Yapılan duyarlı uyarı ve diyalogla da özür dilendi. Ama o milliyetçi refleks solun kanına işlemiş bir genetik hastalık gibi her yerde ve her konuda dışa vuran bir özelikteydi; farklılıklarımızı ötekileştirmenin, sol adına olduğu kadar toplumsal ilişkimizdeki barışa da yıkıcı etkilerini olduğunu ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım.
Bu ülke birimizin değil hepimizindir diye diye dilimizde tüy bitti, bölünmek değil birleşmek için birbirimizi kurucu birer eşit ve bütünlüğümüzün olmazsa olmaz varlığı saymamız gerek. Biri birimizden ayrı varlık oluşumuzun demokratik ve özgürlük ihtiyaçlarını tanıyıp algılamak, içselleştirmek bunun ilk adımıdır. Demokrasi mücadelemizin yol haritası ve ekseni de budur.
Bu meyanda kolektif kimliğimizde azımsanmayacak derinlik ve genişlikte yeri olan dini dışlamadan onunla da barışık yaşamayı ve siyasal süreçler için dini bir araç olarak kullanmadan ve ona alet olmadan (her iki halde de din bir afyondur) ortaya koyduğu özdeyişleri, hikmet özelikteki söylemleri ve örneklemelerini değerlendirmelerimiz arasına almamız yanlış değildir.
Her yazısında, siyasi eğilimini, inançla bağını bile hesaba katmadan, batılı ya bir filozofun, şairin, siyaset bilimcisinin, Marks’ın, Lenin’in ya da bir edebiyatçının güzellemelerinden bir alıntıyla başlayanlara saygı duymak gerek. Ama türden aktarımların doğulu birilerinden ya da Peygamberden olması halinde gösterilen tepki esasında tamamlanmamış düşün dengelerindeki aksaklıkla ilgili bir yan taşır gibi durur. Bununla da kalınmaz anında milliyetçi reflekslerle ötekileştirilmeye mahkum edilir. Kendi etnik aidiyetini batılı karşısında aşağılık, doğulu karşısında üstün görme algısı bir hastalık değilse, cehaletin bilgi yetmezliği olduğu kesindir.
Peygamber ya da dini kaynaklardan, ele alınan bir konuya isabetli bir örnek ya da deyiş sunmayı, “dini siyasete alet etmek böyle başlar” diye yorumlayacak olanlara ise, bu yanıyla siyaset dışı bir şey yoktur diyeceğim ve aradaki fark, birilerinin Allah adına nereden vekalet almışsa insanları siyasete alet etmesi var, diğer taraftan dinin insani mesajını toplumsal ilişkinin yararı için insanlara hatırlatma çabası var; ikisi aynı şey değildir.
MEDİNE SÖZLEŞMESİ ve DÜNÜ BU GÜN İÇİN KAVRAMAK
Kurandaki bir Sureden yola çıkarak bu günü anlatmaya çalışacağım. Bu makale bir yanıyla bugünü dünün özgün olaylarındaki soyutlamalarla kavrama çabasıdır.
Yaptığım belirlemelere sadık kalarak, bu makalemde okurlarıma Kafirûn süresinin bilinen tefsirini kısaca aktarmayı uygun görüyorum.
“Kureyş'in ileri gelenlerinden bir takım, Resulullah'a, ‘sen gel bizim dinimize tabi ol, biz de senin dinine tabi olalım, bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersin, bir sene de biz senin mabuduna ibadet ederiz”, dediler. Resulullah: "Allah korusun, Allah'a başkasını ortak koşmaktan." dedi. Onlar, “o halde bizim tanrılarımızın bazısına el sürüver de seni tasdik edelim ve tanrına ibadet edelim’, dediler. Bu sebeple bu sûre nazil oldu. Resulullah sabahleyin Mescid-i Haram'a gitti, Kureyş'ten kalabalık bir heyet vardı. Başları üzerine dikildi de bu sûreyi okudu, onlar da ümitlerini kestiler." (http://kuranikerim.com/telmalili/kafirun.htm)
“Sizin dininiz size benim dinim de banadır”
Peygamber belli ki mesajını hızla yamakta ve buna karşı eskinin tutucuları statülerini ve ilahlarının, yol ve yöntemlerinin korunması için çırpınmaktadırlar. Bir denge ortamı olmuş inançlardan ortak payda yaratıp ortalığı yatıştırma derdinde.
Ancak peygamber kararlı ve onlara ya benim önerilerime gelirsiniz ya da herkse kendi yoluna der. Bu da vahi yoluyla indirilen süredeki ayetlerde dile getirilmiş olur.
Geleceği temsil eden gelişme, gelecek toplumun kurucusudur. Bu gelişmenin dinamikleri kendi yolunu açarak ilerler. Bin bir engel, sarp ve dolambaçlı yollar asla engel olamaz. Sonuçta olay bir irade olayı değil, tarihin nesnel gelişimidir. Tarihte de gerçekleşen gerçekleme yetilerine sahip olandır. Bunun için engellenemez ve durdurulamaz. Öznel çabaların rolünün bir figüran rolü olduğu gerçeği peygamberlerin kendileri, mesaj ileten sorumsuzlar olarak, Allahın diğer kullarından farksız birileri olarak tanımlamalarından da anlamak güç değildir (ma ala el resul ila el belağ = peygamberlerin üzerine düşen sadece bildirmektir).
Hz. Muhammed’in hicretiyle birlikte (16 Temmuz 622) Medine’de ortaya koyduğu farklılıklar arası denge siyasetinin başarılı sonucu Medine Vesikası diye tarihe geçen anlaşmayla ikame edilir. Bu anlaşma çok hukukluluğun önemli bir belgesidir. Güçler dengesinin henüz gelişen lehine sonuçlanmadığı, egemen güçlerle mücadelenin sürdüğü bir koşulda kendi iç bütünlüğünü bir koruma çemberi içinde tutmanın ve geliştirmenin önemli adımı olan Medine anlaşması, bu gün için de ele alınması gereken bir belgedir.
(Hicretin ilk yılında 622 imzalandığı var sayılır. Medine vesikasının tam metni için http://www.davetci.com/tarih_medine_vesikasi.htm ve Kazım Balaban’ın “EHLİBEYT’TEN DERSİME” adlı kitabının S.240 ve sonrasına bakılabilir Aydüşü yayınları. Ayrıca, bu konuya bağlı olarak çok hukukluluğun evrimiyle ilgili farklı bir açıdan okuma için, Taha Akyol’un “ Medine’den Lozan’a” adlı kitabına bakılabilir Milliyet Yayınları. )
Medine vesikası için önerebileceğim en iyi okuma Birikim dergisi sayı 37-38 ve39 da yer alan “totalitarizm, Medine vesikası ve özgürlük” başlığı altında yer alan Ahmet İnsel’in makalesi ve ona cevap olarak Ali Bulaç tarafından “Medine vesikası ve genel bilgiler” adı altındaki polemikte bulunabilir. Bu konu için şu aktarımları yaparak okura bilgi aktarmayı yararlı görüyorum.
Medine vesikası gerçek bir tarihi vesikadır. Kimi oryantalistler tarafından da tarihin yazılı ilk anayasası da sayıldığı olmuştur. “Medine’deki dinî-hukuki topluluklar arasındaki görüşmelerin Enes b. Malik’in evinde ve Hz. Muhammed (s.a.)in başkanlığında yürütülüp söz konusu Vesika’nın bu görüşmeler sonucunda kaleme alındığını” üzerine görüş birliği mevcuttur.
1431 yıl önce kaleme alınmış bu anlaşma, ne içerik ne de tek tek maddelerinin muhtevası açısından değil, farklılıkları uyumlu bir bütün olarak, barış içinde bir arada yaşamalarına olanak sağlaması açısından makalemizin konusuyla ilgilidir. Buradan soyutlanması gereken de tas tamam budur.
Diğer yandan bu önem, tarihin bu vakasında da sonraki vakalarında da soyutlanması mümkün olan bir ortak bölen işlevine sahiptir. Bilimin en önemli yanı da bu soyutlamadır. Somutta, birbirinden farklı olayları, geçerli ortak bir kural içinde algılamak, bilimin temel işidir. Soyutlama da bunun için gereklidir.
Medine vesikası 21. Yüzyılda mozaik harmonisiyle bir arada yaşama kararlılığı gösteren toplulukların barışı için, soyutlanması gerekin bir anlaşma metnidir. Böylesi bir metinin maddeleri de 21. Yy kuralları ve ihtiyaçlarınca belirleneceğini ise tartışmaya bile gerek yoktur.
İnsanlık türü için insan hakları evrensel beyannamesi olması gereği bunu nasıl üretmişse (10 Aralık 1948), farklı kültür ve algıların kolektif kimlik hakları için beyannamelerin, hukukların da olması gereği bulunmaktadır. Bu gereklilik kendini yerküremizin her alanında daha etkin olarak hissettirdiğinden söz etmek yanlış değildir. İletişim teknolojisindeki seri devrimler, bu hakkın inkişafını da hızlandırmıştır.
Bu bir bölünme değil zenginleşmedir. Küreselleşme çağında, küresel üretim uygarlığına gidiş çağında, bu hak ve bu hakkın talebi arkasında durmaya çalışan halklar, daha da etkin olarak, özgürlük ve demokrasi platformlarında kendilerini ifade etmeye başlamıştır. Bu gerçek, bizi tarihimizle bir kez daha yüz yüze getirmektedir. Tarihimizde olumsuzluklarla hesaplaşmak kadar, olumluluklardan yapacağımız soyutlamalarla da geleceğimize katkı sağlama hakkını kullanmamızı gündeme getirmektedir.
Medine Analaşması bunlardan biridir. Bizlere ait olan, bizleri daha çok ifade edendir. Orijinal olmamızı sağlayacak veriler, kendi yerelimizin tarihi içinde yer alan örnekler arasında olması en doğal olandır. Bu, evrensel insan tecrübelerini ihmal etmeden ele almamızı gerekli kılsa da öyledir.
Medine Anlaşması makalemin konusu değildir. Bu anlaşmanın bilincimize soyutlama yoluyla katacağı doneleri belirlemek yeterlidir.
Medine Anlaşması üzerine demokrat ve dini çevreler arasında (Ahmet İnsel ve Ali Bulaç) yapılan polemiklerde de faydalı veriler bulmak yanlış değildir. Bu polemiğin konumuzu yakından ilgilendiren cümlelerinden bir kesit sizlerle paylaşmayı uygun görüyorum.
“Belki de Kur’an’ın “tearuf” dediği (Hucurat, 13) ve bugün kültürel antropolojinin işaret ettiği alanlar üzerinde birikimlerimizi üst üste koyup çok daha sağlıklı ve yararlı kavramsal modellere ulaşabiliriz. Bana göre geçmişte Müslümanların Şam bölgesi Hıristiyanlarıyla veya Babil ve Mezopotamya’nın ateist ve deistleriyle giriştikleri yoğun teolojik, felsefi ve düşünsel tartışmalar olmasaydı, ne Kelam ilmi gelişebilirdi ne de Farabi ve İbn-i Sina gibi parlak zekaları yetiştirmiş Meşşai felsefe teşekkül ederdi. Entellektüel, kültürel ve toplumsal kriz ve belirsizliklerin ortaya çıktığı zamanlar ve mekanlar, -ki bence çağımız böyle bir süreçten geçiyor-, yepyeni ufuklara işaret eden büyük düşünce ve kültürlerin oluşumunu gerçekleştiren bereketli dölyataklarıdır. Belki de geleceğin yüzyılı bu türden doğumlara tanık olacaktır.” (Birikim Dergisi sayı: 38-39)
Demokrasi ve özgürlük algımızın ucunu açık tutmamız gerek. Bu anarşi değildir. Tersine geçmişi bu güne soyutlamalarla taşımak için de gereklidir. Ne Marksist-Leninist olmak ne de materyalist felsefe okulunun, diyalektik sadakatini havi bir öğrencisi olmak bunun önünde engel değildir. İnsan düşün evriminin birikimleri, dünü ve bugünüyle bir bütündür. Bunu algılamak ufuklarımızın açılması için yeterlidir.
Şimdi buraya bir nokta koyalım ve ülkemizde süren demokrasi mücadelesiyle statülerin yıkılmasına karşı direnen ittihatçı son sitemi, gericileri, tarihin ilerlemesine hakların kazanılmasına karşı duranları göz önüne getirelim. Bu çevrelerin devam ettirmek istedikleri Türkiye’ye bakalım ve bizim herkes adına önerdiğimiz Türkiye gerçeğini karşılaştıralım.
İKİ TÜRKİYE İKİ FARKLI ALGIDIR
Kılıç hakkı adı altında ki karanlık ortaçağ algılarıyla başladı. İnsanlığa ışık saçan uygarlıkların anavatanı Anadolu istilasıyla birlikte, medenileşmemiş, göçer barbar kabilelerin sür git başka milletlerin emek vererek oluşturdukları anavatanları soyan, gasp ve talanla gelenekleriyle hükümran olanların 1000 yıllık baskısı altına girildi.
Bu uzun dönem her defasında yeniden tekrar eden iç fetihlerle birlikte, kanlı bir süreç olarak belirdi. Yıktıkları uygarlıkları içselleştirip daha üst bir uygarlığa geçiş için hiçbir potansiyel taşmayan bu barbarlık yeniyi de karamadı içe kapalı bir çürüme olarak, dayandığı etnik kimliğe bile acımasız bir kıyımla yürüyerek hükümranlık sürdü. Kah farklı dinler kah farklı mezheplere yada diğer etnik topluluklara karşı kıyım girişimlerini aynı ısrar ve acımasızlıkla kendi etnik dokusundan olanlar karşıda sürdürdü. Anadolu’da tekrar eden iç fetihler gerçekte Türkmen halkının kıyımıydı. Artık diğer halklar için reva görüleni siz düşünün…
Bu bir Osmanlı aklıydı. Cumhuriyette da yaşamaya devam eden.
Aynı topraklarda iki ayrı ülke böyle oluştu. Bu iki ayrı algı iki ayrı dünya bakışıydı. Bu ayrım tarihe karşı, insanlığa karşı kendi halkına ve ham talebi olanlara karşı aynı inatla sürmeye devam etmektedir.
Eskimiş statülere esir akıllar, geleceği karartmak için hiçbir özveriden çekinmeden ölüm denklemlerini, kendi vatandaşı olan halklara karşı ve sonuçta da kendi halkına karşı bir kılıç hakkı olarak dayatmaktan çekinmiyorlar. Bu gün ortak ülkemizde yaşadığımız tüm sorunların kaynağında olan bu bölücü, bu ayrımcı, bu ayrılıkçı bu ötekileştirici akıl ağlısı yatmaktadır; bu aklı yaratan nesnel unsurlar değişmeksizin kimse bu akılların değişebileceğinden umutlu olmasın. Bu umutlarla kendini oyalayanlar sonu hüsranla bitecek bir maniplasyon denkleminin kurbanı olduğunu görecektir.
Ülkemizin yüz yüze kaldığı gerçek bölücülük de buradan beslenmektedir. Tek boyutlu ilkel milliyetçilik, tek ulusçu dayatmacılık, ülkemiz mozaik gerçeğinin ve bundan kaynaklanan hak ve arayışların demokrasi ve özgürlük ihtiyaçlarının karşısına geçerek ilerlemenin durdurulması çabası içinde çırpınmaktadırlar.
Toplu kıyım dahil, sınır ötesi operasyonlar, sürgünler, orantısız güç kullanımı en vahşi yöntemlerle de icra edilmektedir. Kürt halkı Anadolu’nun tüm halkları adına nispi olarak sağladığı demokratik sürecin bir biçimde kırılmasını istemektedirler. Bu ülkede sadece kendilerinin yaşadığı ya da kendilerine ait olduğu ısrarındalar. Farklılıkları ötekileştirmekte ve bunun için akıl almaz yol ve yöntemlere başvurarak, insanlık dışı dayatmalar yapmaktadırlar. Sureyle teşbih yapacak olursak bu bizim dinimiz gelin bu dinden yana konumlanın demektedirler. Gelişmelerin farkında değiller statülerini korumak için her yola başvurmaktadırlar.
Oysa gelişmeler, artık bu topraklarda onların yol ve yöntemlerinin geçerli olmadığını gösteriyor: yeni gelişiyor ve hızla aklıselim herkesin yolu ve yöntemi haline geliyor. Çağdaş verilerle bunu insani olan, demokratik olan özgürlüğü esas alan yaklaşımlar, yol ve yöntemler egemen olmaya hızla yönelmektedir: Bu yenidir yeniden yana olma çabasının herkesin kazandığı barış içinde bir arada kardeşçe yaşamanın olanaklarını daha çok vermektedir. Buna karşı gelen statükocuların tarihin gerisine itildiklerinin de farkında olmamaları hızla bir bölünmeye doğru gidişimizin de nedeni olarak belirmektedir.
Sonuçta ne galip ne mağlup bir durumla karşı karşıyayız. Bu doğru, ama bu iki farklı algının, yol ve yöntemin bileşkesini bulmak için kendimizi sonuna kadar Peygamber Eyüp sabrıyla bekleyen dervişler olmamıza neden değildir. Tersine tarihle uyumlu olan, insanlık bilgi birikimiyle uyumlu olan, gelişmeyi temsil eden, herkesin yararına olan yeninin egemenliği için bir fırsattır. Bu açıdan, eskiyle bir potada bileşke kurmanın yolu yoktur, bu mümkün de değildir: devrimci dönüşüm yenide ısrarı gerektirir herkesin yararına olan odur. Eskide ısrar edenlere ati bir Türkiye, kimseye ait değildir. Geleceğe ait bir Türkiye ise eskide ısrar edenler içinde bir kurtuluştur, bunu onlar için de savunmak gereklidir.
Bu nedenle iki Türkiye’den bahsetmek yanlış olmayacaktır. Biri onların biri de bizim. Bu nedenle sizin Türkiye’niz size, bizim Türkiye’miz de bize demememiz yanlış olmayacaktır. Ta ki, tarihle, hak sahiplerinin taleplerinin gerçekleşmiş olduğu haliyle, tüm farklılıkların birer eşit olarak kurucu olduğu demokratik bir Türkiye kurulana kadar.
Onların Türkiye’sinde bin yıldır yaşıyoruz.
Güç bela bu güne geldik.
Var olma savaşını Neandertal insanın doğaya karşı savaşında çok daha acımasız olan koşullarda verdik. O kesitin insan türü, var olmak için doğaya karşı savaş açtı. Ancak bizler, Anadolu’nun kadim uygarlıklarını oluşturan insan toplulukları, bilinçli, planlı, ve orantısız güç kullanımıyla jenosit yapmak amacıyla üzerimize gelenlere karşı var olma savaşı verdik.
Yok olanlarımız yok oldu. Kalan sağlar biz olduk. “Son anda paçayı kurtarmak” diye bir değim varsa, Anadolu’nun yerlileri açısından en geçerli deyim de budur. Ama artık güvenli limanların kıyısına ulaştık. Tarih böylesi ilkelleri sınır koyacak bir olgunlukta insan düşün evrim ve birikim doruklarına geldi. Ortak ülkemizin geleceği için, kendi gelecek nesimlerimiz için onların arzuladığı barış ortamında özgürce yaşama şansları için yapılacak çok şey olacaktır. Bunun için bizim Türkiye’miz, onların Türkiye’sinden kalın çizgilerle ayrışacaktır. Özerklik önermeleri ve çabaları demokrasi ve özgürlük taleplerimizin bir boyutu olarak bu gerçeği tanımlamaktadır.
Sayın Öcalan’ın, gelişmiş ve tecrübelere dayalı tarih ve siyasal algılarını özetleyen şu önermeleri bu açıdan dikkate alınması gerekmektedir.
“Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı yok. Bu konulara Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak değinmiştim. Alıp okunabilir, incelenebilir. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir, bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Sadece bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay'da da, Adana'da da bir demokratik özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır, değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır. Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan'a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya da ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir.”http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=32322
Gelecek Türkiye’si için bu önerme Kürt halkının barış taleplerini dile getiren ateşkes ilanıyla birlikte gündeme geldi. Ancak Kendi Türkiyelerinin temsilcisi olarak, birden çok kez tekrar eden bu olumlu adıma karşı, aynı akılla nefes alımı hazırlık ve yeniden saldırı için güç toplama kesiti olarak ele alınmak istendi. Komşular bunun için doluşuldu, dış destek alınmak ve kimi komşuların bu kanlı ve kirli sürece ortak edilmesi amaçlandı.
Hükümet, üzerinde hüküm sürdüğü devlet gibi Osmanlı aklının bir türevi olarak yeni Osmanlıcılık adlı tarihi dolmuş kırık dökük bir buharlı trene binmiş hicaz, Bağdat demir yollarını arşınlama çırpınışları içindedir. Oysa üzerinde yürüyeceğini sandığı raylar paslı, sökülmüş ve dağınıktır; en yakın istasyona bile ulaştırma şansı yoktur.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Stratejik Derinlik” diye derin derin yazmış, Küresellik üzerine önemli belirlemeler yapmış ama akıl o akıl dünyanın tüm değişim ve gelişmeleri, çağın gerisinde kalan tek ulusçu ilkel milliyetçilik hesabına koşmuş. Bunun sıkıntı ve sorunlarının yakın dönemde ortak ülkemize nelere mal olacağının belirtileri ise yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı bile.
İşte bu Türkiye onların Türkiye’si
WİKİLEAKS ve MALUMUN İLANI
Wikileaks bir internet sitesidir. Buradan pekte gizli olmayan, belli özelikteki 2,5 milyon kişinin ziyaret ettiği arşivlerden, özellikle bölgemizle ilgili gelişmeler hakkında bilgi sızdırılmaktadır. Makalemizle ilgili olarak bu bilgiler ifade edeceği tek bir gerçek var o da bir kez daha iki ayrı Türkiye gerçeğinin olduğudur.
İnternette Wikileaks alanından yayılan kirli kokular fazla önemli olmasa da bir ipucudur. Bu alandan gelen bilgileri ne ciddiye alıyor ne de büyük komplo teorilerinin bir uzantısı sayıyorum. Komplocu akılları oldum olası ciddiye almam. Akılla düşünmek yerine, kolayına kaçmanın ucuz bir yolu olarak görürüm. Ülkemiz günlük siyasi yaşamında herkesin, herkese aynı yöntemle saldırdığını biliyoruz. Bu bilgilerin on katı, sıradan medyada bile bulunabilir, Mecliste gurup toplantılarında söylenenler bundan da fazlasıdır.
Bu alandan sızan bilgiler arasında
ABD Ankara Büyükelçisi James F. Jeffrey imzalı gizli belgede, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in 6 Şubat 2010 tarihinde Türkiye Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile yapılan görüşmelere
Başbuğ’un Gates ile görüşmede, PKK’ye karşı son yıllarda elde ettiklerini iddiasında bulunduğu “kilit konumundaki liderlerinin imha edilmesi, saflarında bölünme ve savaşçılarında moral düşüşü” gibi ilerlemenin 2007 yılı sonundan itibaren aralarında istihbarat paylaşımının da bulunduğu iki ülke arasında artan işbirliği sayesinde gerçekleştiğini söylediği kaydedildi.
Başbuğ’un ABD’nin Pakistan’da gerçekleştirdiği sınır ötesi eylemlere dikkat çekerek, “PKK tehdidini imha etmeye devam etmek için” Türkiye’nin tüm ortaklarının daha fazla desteğine ihtiyaç duyduğunu söyleyerek, ABD, Irak ve Federal Kürdistan Hükümeti’nden ek destek talebinde bulunduğunun ifade edilmesi, bildiğimiz bir gerçek olsa da yabancı bir kaynak tarafından sızdırılmış ABD belgeleri içinde yer alması ne kadar haklı olduğumuzun bir göstergesi sayılabilir; bu gösterge, ülkemizin ölüm ve imha üzerine oluşan kurgu bataklığında, çağının gerisinde yaşayan akıllarla yönetildiğini göstermektedir.
Barış algısı gelişmemiş bu ilkellerin, barbar eğilimleri için dış destek arayışına muhtaç olmaları, geleceği temsi etmede acze düşüşlerinin bir ifadesidir. İki Türkiye arasında yaşama şansı, gelişme ve kapsama şansı olan hangi Türkiye’ye ait olduğuna da yerinde bir cevaptır.
Bu bilgilerin yabancı bir kaynaktan gelmesi ve yayınlanmamış daha birçok belgenin varlığı konuyu egzotik hale soktuğu açıktır. Ancak kiminin sandığı gibi, bu verilerle kimse “Sanal çağın Robin Hood’u”, “halkın haber alma teşkilatı” (AktaranCan Dündar, 30 Kasım 2010 Milliyet Gazetesi “Halkı CİA’sı” başlıklı köşe yazısı) ya da “Kıyamet günü”, “Siber terör” (Aktaran Güneri Civaoğlu, 30 Kasım 2010 Milliyet Gazetesi, “Kiyamet’in eşiği” köşe yazısı), “Diplomaside mahremiyetin sonu” ( Aktaran Hasan Cemal 30 Kasım Milliyet gazetesi, ilgili köşe yazısı), olarak değerlendirilemez. Bunun gibi
Bu ölçekte bir abartı, bu gerçekleri bir biçimde dile getiren demokrasi mücadelesi çabalarına haksızlık olur.
Bu bilgiler arasında İsrail’i rahatsız edici bir bilginin sızmaması, sızan bilgilerin bölgemiz orta-doğuyu hedef alması işin ilginç bir yanı. Her şeye rağmen, bu belgeler olsa da olmasa da on yıllardır üç kuşak demokrasi mücadelesi boyunca dile getirdiğimiz eleştirilerimizin diplomasinin servisleri arasında da yer almış olması onların Türkiye’si ile bizim Türkiye’miz arasındaki fark için bir belirti sayılabilir.
Sonuç:
Bu gün, dar bir çıkar çevresi olan, intikama varan çirkin kinler peşinde ne Allah ve inanç korkusu olmayanların şebekesi olan Cemaat pençesinde bir Türkiye egemen: Ama bu egemenlik tarihe karşı insana karşı Anadolu’nun gerçekliğine karşı bir egemenlik olarak, inatla kendi karanlık algılarını derin devlet olarak dayatmaya devam ediyor.
Bunlara ve bunların temsil ettikleri değerlere Kafirûn suresindeki hitapla seslenmek, sanırım Allah indinde, vicdan ve insanlık indinde de vaciptir.
“Ya eyyehul Kafirûn”, sizin Türkiye’niz size, bizim Türkiye’miz de bize aittir.
Biz barışın, birlikte ortak yaşamın eşit kurucular olarak yeniden biçimlendirilmesi gereken demokratik bir cumhuriyetin Türkiye’sinden söz ediyoruz.
Siz ise karanlıkların, ölüm denklemlerinin, Osmanlı artığı akılların, ittihatçı şebekelerin aklıyla, ortaçağ karanlıklarına ait bir Türkiye inadındasınız
Mihrac Ural
1 Aralık 2010
Biliyorum, başlığı garipsediniz. Buna rağmen sakin olun.
Kuran’da” Kafirûn” (Kafirler) Suresi bulunuyor, önce onu okuyun.
1.De ki: Ey kafirler 2. Taptığınıza tapmıyorum 3. Siz de benim taptığıma tapmazsınız 4. Ben de sizin taptığınıza tapmam 5. Siz de benim taptığıma tapmazsınız 6. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır. ( 109. Süre, El Kafirûn (Mekki), Meali bana ait. M.U)
Ortalığı dini hava bürüyünce ister istemez bizler de kendi kanaatlerimizi kimi zaman farklı jargonlarla ifade etmeye çalışıyoruz.
Bu ortamı siyasal zeminde olumlu tarzda dini siyasete alet etmeden değerlendirmeyi, devrimcilerin de denemesi gerektiğine inanıyorum. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinde bu tarzda ele alış hiç bir zaman dinin siyasal kullanışının bir başka yanı olarak görülmemelidir.
Bunu anlamakta güçlük çeken kimi solculara sabırlı olmalarını bu yolda da halka ulaşmanın hayırlı olduğunu belirteceğim. Jargonuma, zahir olana bakıp, izahına çalıştığım olguların batini derinliklerini ihmal etmenin yanlış olduğunu belirteceğim.
GEÇMİŞ OLMADAN GELECEK OLMAZ
Yalnız aptallar ya da geçmişi kirli olanlar geçmişlerini inkar ederler. Tarihte ise geçmişi inkar diye bir şey yoktur. Geçmiş gelecek içinde evrimin bir ürünü olarak yer alır, gelişmeler bunun üzerinde yükselir. Tarih geleceği geçmiş üzerinde kurarken hiçbir öznel öğenin tercihlerine bakmaz bununla da ilgili olmaz. Bu nedenle insan topluluklarının kolektif kimlikleri, geçmişin verileri içinde şekillenerek geleceğe uzanırken bir bütün oluştururlar. Kimse kimseyi, geçmişiyle ilgili olumlulukları gelecek içinde öznel çabalarıyla yer vermesine olumsuz bakma hakkına sahip olmamalıdır. Farklılıkları ötekileştiren böylesi yaklaşımlar, daha ziyade egemen kültürün aczi ve zaafı olarak ortaya çıkar. Bunun etkisi altında ezilenler sol ya da değil, hangi siyasal eğilimden gelirse gelsin bu çağın değişiyle milliyetçi olmaktan kurtulamaz.
Bu başlık altında yer alacak ifadelerimi, başıma gelen bir örnekle açıklamaya çalışacağım.
23 Kasım 2010 (18 Zulhicce 1431), İslam aleminin, daha çok Şiilerin ve özel olarak Arap Alevilerin en kutsal bayramı olan Ğadir Bayramı. Bu bayram dolaysıyla yazdığım makale, sol milliyetçi refleksleri tanımlayan bir arkadaştan, akıl almaz mana ve yoruma muhatap oldu. Yapılan duyarlı uyarı ve diyalogla da özür dilendi. Ama o milliyetçi refleks solun kanına işlemiş bir genetik hastalık gibi her yerde ve her konuda dışa vuran bir özelikteydi; farklılıklarımızı ötekileştirmenin, sol adına olduğu kadar toplumsal ilişkimizdeki barışa da yıkıcı etkilerini olduğunu ayrıca belirtmeme gerek yok sanırım.
Bu ülke birimizin değil hepimizindir diye diye dilimizde tüy bitti, bölünmek değil birleşmek için birbirimizi kurucu birer eşit ve bütünlüğümüzün olmazsa olmaz varlığı saymamız gerek. Biri birimizden ayrı varlık oluşumuzun demokratik ve özgürlük ihtiyaçlarını tanıyıp algılamak, içselleştirmek bunun ilk adımıdır. Demokrasi mücadelemizin yol haritası ve ekseni de budur.
Bu meyanda kolektif kimliğimizde azımsanmayacak derinlik ve genişlikte yeri olan dini dışlamadan onunla da barışık yaşamayı ve siyasal süreçler için dini bir araç olarak kullanmadan ve ona alet olmadan (her iki halde de din bir afyondur) ortaya koyduğu özdeyişleri, hikmet özelikteki söylemleri ve örneklemelerini değerlendirmelerimiz arasına almamız yanlış değildir.
Her yazısında, siyasi eğilimini, inançla bağını bile hesaba katmadan, batılı ya bir filozofun, şairin, siyaset bilimcisinin, Marks’ın, Lenin’in ya da bir edebiyatçının güzellemelerinden bir alıntıyla başlayanlara saygı duymak gerek. Ama türden aktarımların doğulu birilerinden ya da Peygamberden olması halinde gösterilen tepki esasında tamamlanmamış düşün dengelerindeki aksaklıkla ilgili bir yan taşır gibi durur. Bununla da kalınmaz anında milliyetçi reflekslerle ötekileştirilmeye mahkum edilir. Kendi etnik aidiyetini batılı karşısında aşağılık, doğulu karşısında üstün görme algısı bir hastalık değilse, cehaletin bilgi yetmezliği olduğu kesindir.
Peygamber ya da dini kaynaklardan, ele alınan bir konuya isabetli bir örnek ya da deyiş sunmayı, “dini siyasete alet etmek böyle başlar” diye yorumlayacak olanlara ise, bu yanıyla siyaset dışı bir şey yoktur diyeceğim ve aradaki fark, birilerinin Allah adına nereden vekalet almışsa insanları siyasete alet etmesi var, diğer taraftan dinin insani mesajını toplumsal ilişkinin yararı için insanlara hatırlatma çabası var; ikisi aynı şey değildir.
MEDİNE SÖZLEŞMESİ ve DÜNÜ BU GÜN İÇİN KAVRAMAK
Kurandaki bir Sureden yola çıkarak bu günü anlatmaya çalışacağım. Bu makale bir yanıyla bugünü dünün özgün olaylarındaki soyutlamalarla kavrama çabasıdır.
Yaptığım belirlemelere sadık kalarak, bu makalemde okurlarıma Kafirûn süresinin bilinen tefsirini kısaca aktarmayı uygun görüyorum.
“Kureyş'in ileri gelenlerinden bir takım, Resulullah'a, ‘sen gel bizim dinimize tabi ol, biz de senin dinine tabi olalım, bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersin, bir sene de biz senin mabuduna ibadet ederiz”, dediler. Resulullah: "Allah korusun, Allah'a başkasını ortak koşmaktan." dedi. Onlar, “o halde bizim tanrılarımızın bazısına el sürüver de seni tasdik edelim ve tanrına ibadet edelim’, dediler. Bu sebeple bu sûre nazil oldu. Resulullah sabahleyin Mescid-i Haram'a gitti, Kureyş'ten kalabalık bir heyet vardı. Başları üzerine dikildi de bu sûreyi okudu, onlar da ümitlerini kestiler." (http://kuranikerim.com/telmalili/kafirun.htm)
“Sizin dininiz size benim dinim de banadır”
Peygamber belli ki mesajını hızla yamakta ve buna karşı eskinin tutucuları statülerini ve ilahlarının, yol ve yöntemlerinin korunması için çırpınmaktadırlar. Bir denge ortamı olmuş inançlardan ortak payda yaratıp ortalığı yatıştırma derdinde.
Ancak peygamber kararlı ve onlara ya benim önerilerime gelirsiniz ya da herkse kendi yoluna der. Bu da vahi yoluyla indirilen süredeki ayetlerde dile getirilmiş olur.
Geleceği temsil eden gelişme, gelecek toplumun kurucusudur. Bu gelişmenin dinamikleri kendi yolunu açarak ilerler. Bin bir engel, sarp ve dolambaçlı yollar asla engel olamaz. Sonuçta olay bir irade olayı değil, tarihin nesnel gelişimidir. Tarihte de gerçekleşen gerçekleme yetilerine sahip olandır. Bunun için engellenemez ve durdurulamaz. Öznel çabaların rolünün bir figüran rolü olduğu gerçeği peygamberlerin kendileri, mesaj ileten sorumsuzlar olarak, Allahın diğer kullarından farksız birileri olarak tanımlamalarından da anlamak güç değildir (ma ala el resul ila el belağ = peygamberlerin üzerine düşen sadece bildirmektir).
Hz. Muhammed’in hicretiyle birlikte (16 Temmuz 622) Medine’de ortaya koyduğu farklılıklar arası denge siyasetinin başarılı sonucu Medine Vesikası diye tarihe geçen anlaşmayla ikame edilir. Bu anlaşma çok hukukluluğun önemli bir belgesidir. Güçler dengesinin henüz gelişen lehine sonuçlanmadığı, egemen güçlerle mücadelenin sürdüğü bir koşulda kendi iç bütünlüğünü bir koruma çemberi içinde tutmanın ve geliştirmenin önemli adımı olan Medine anlaşması, bu gün için de ele alınması gereken bir belgedir.
(Hicretin ilk yılında 622 imzalandığı var sayılır. Medine vesikasının tam metni için http://www.davetci.com/tarih_medine_vesikasi.htm ve Kazım Balaban’ın “EHLİBEYT’TEN DERSİME” adlı kitabının S.240 ve sonrasına bakılabilir Aydüşü yayınları. Ayrıca, bu konuya bağlı olarak çok hukukluluğun evrimiyle ilgili farklı bir açıdan okuma için, Taha Akyol’un “ Medine’den Lozan’a” adlı kitabına bakılabilir Milliyet Yayınları. )
Medine vesikası için önerebileceğim en iyi okuma Birikim dergisi sayı 37-38 ve39 da yer alan “totalitarizm, Medine vesikası ve özgürlük” başlığı altında yer alan Ahmet İnsel’in makalesi ve ona cevap olarak Ali Bulaç tarafından “Medine vesikası ve genel bilgiler” adı altındaki polemikte bulunabilir. Bu konu için şu aktarımları yaparak okura bilgi aktarmayı yararlı görüyorum.
Medine vesikası gerçek bir tarihi vesikadır. Kimi oryantalistler tarafından da tarihin yazılı ilk anayasası da sayıldığı olmuştur. “Medine’deki dinî-hukuki topluluklar arasındaki görüşmelerin Enes b. Malik’in evinde ve Hz. Muhammed (s.a.)in başkanlığında yürütülüp söz konusu Vesika’nın bu görüşmeler sonucunda kaleme alındığını” üzerine görüş birliği mevcuttur.
1431 yıl önce kaleme alınmış bu anlaşma, ne içerik ne de tek tek maddelerinin muhtevası açısından değil, farklılıkları uyumlu bir bütün olarak, barış içinde bir arada yaşamalarına olanak sağlaması açısından makalemizin konusuyla ilgilidir. Buradan soyutlanması gereken de tas tamam budur.
Diğer yandan bu önem, tarihin bu vakasında da sonraki vakalarında da soyutlanması mümkün olan bir ortak bölen işlevine sahiptir. Bilimin en önemli yanı da bu soyutlamadır. Somutta, birbirinden farklı olayları, geçerli ortak bir kural içinde algılamak, bilimin temel işidir. Soyutlama da bunun için gereklidir.
Medine vesikası 21. Yüzyılda mozaik harmonisiyle bir arada yaşama kararlılığı gösteren toplulukların barışı için, soyutlanması gerekin bir anlaşma metnidir. Böylesi bir metinin maddeleri de 21. Yy kuralları ve ihtiyaçlarınca belirleneceğini ise tartışmaya bile gerek yoktur.
İnsanlık türü için insan hakları evrensel beyannamesi olması gereği bunu nasıl üretmişse (10 Aralık 1948), farklı kültür ve algıların kolektif kimlik hakları için beyannamelerin, hukukların da olması gereği bulunmaktadır. Bu gereklilik kendini yerküremizin her alanında daha etkin olarak hissettirdiğinden söz etmek yanlış değildir. İletişim teknolojisindeki seri devrimler, bu hakkın inkişafını da hızlandırmıştır.
Bu bir bölünme değil zenginleşmedir. Küreselleşme çağında, küresel üretim uygarlığına gidiş çağında, bu hak ve bu hakkın talebi arkasında durmaya çalışan halklar, daha da etkin olarak, özgürlük ve demokrasi platformlarında kendilerini ifade etmeye başlamıştır. Bu gerçek, bizi tarihimizle bir kez daha yüz yüze getirmektedir. Tarihimizde olumsuzluklarla hesaplaşmak kadar, olumluluklardan yapacağımız soyutlamalarla da geleceğimize katkı sağlama hakkını kullanmamızı gündeme getirmektedir.
Medine Analaşması bunlardan biridir. Bizlere ait olan, bizleri daha çok ifade edendir. Orijinal olmamızı sağlayacak veriler, kendi yerelimizin tarihi içinde yer alan örnekler arasında olması en doğal olandır. Bu, evrensel insan tecrübelerini ihmal etmeden ele almamızı gerekli kılsa da öyledir.
Medine Anlaşması makalemin konusu değildir. Bu anlaşmanın bilincimize soyutlama yoluyla katacağı doneleri belirlemek yeterlidir.
Medine Anlaşması üzerine demokrat ve dini çevreler arasında (Ahmet İnsel ve Ali Bulaç) yapılan polemiklerde de faydalı veriler bulmak yanlış değildir. Bu polemiğin konumuzu yakından ilgilendiren cümlelerinden bir kesit sizlerle paylaşmayı uygun görüyorum.
“Belki de Kur’an’ın “tearuf” dediği (Hucurat, 13) ve bugün kültürel antropolojinin işaret ettiği alanlar üzerinde birikimlerimizi üst üste koyup çok daha sağlıklı ve yararlı kavramsal modellere ulaşabiliriz. Bana göre geçmişte Müslümanların Şam bölgesi Hıristiyanlarıyla veya Babil ve Mezopotamya’nın ateist ve deistleriyle giriştikleri yoğun teolojik, felsefi ve düşünsel tartışmalar olmasaydı, ne Kelam ilmi gelişebilirdi ne de Farabi ve İbn-i Sina gibi parlak zekaları yetiştirmiş Meşşai felsefe teşekkül ederdi. Entellektüel, kültürel ve toplumsal kriz ve belirsizliklerin ortaya çıktığı zamanlar ve mekanlar, -ki bence çağımız böyle bir süreçten geçiyor-, yepyeni ufuklara işaret eden büyük düşünce ve kültürlerin oluşumunu gerçekleştiren bereketli dölyataklarıdır. Belki de geleceğin yüzyılı bu türden doğumlara tanık olacaktır.” (Birikim Dergisi sayı: 38-39)
Demokrasi ve özgürlük algımızın ucunu açık tutmamız gerek. Bu anarşi değildir. Tersine geçmişi bu güne soyutlamalarla taşımak için de gereklidir. Ne Marksist-Leninist olmak ne de materyalist felsefe okulunun, diyalektik sadakatini havi bir öğrencisi olmak bunun önünde engel değildir. İnsan düşün evriminin birikimleri, dünü ve bugünüyle bir bütündür. Bunu algılamak ufuklarımızın açılması için yeterlidir.
Şimdi buraya bir nokta koyalım ve ülkemizde süren demokrasi mücadelesiyle statülerin yıkılmasına karşı direnen ittihatçı son sitemi, gericileri, tarihin ilerlemesine hakların kazanılmasına karşı duranları göz önüne getirelim. Bu çevrelerin devam ettirmek istedikleri Türkiye’ye bakalım ve bizim herkes adına önerdiğimiz Türkiye gerçeğini karşılaştıralım.
İKİ TÜRKİYE İKİ FARKLI ALGIDIR
Kılıç hakkı adı altında ki karanlık ortaçağ algılarıyla başladı. İnsanlığa ışık saçan uygarlıkların anavatanı Anadolu istilasıyla birlikte, medenileşmemiş, göçer barbar kabilelerin sür git başka milletlerin emek vererek oluşturdukları anavatanları soyan, gasp ve talanla gelenekleriyle hükümran olanların 1000 yıllık baskısı altına girildi.
Bu uzun dönem her defasında yeniden tekrar eden iç fetihlerle birlikte, kanlı bir süreç olarak belirdi. Yıktıkları uygarlıkları içselleştirip daha üst bir uygarlığa geçiş için hiçbir potansiyel taşmayan bu barbarlık yeniyi de karamadı içe kapalı bir çürüme olarak, dayandığı etnik kimliğe bile acımasız bir kıyımla yürüyerek hükümranlık sürdü. Kah farklı dinler kah farklı mezheplere yada diğer etnik topluluklara karşı kıyım girişimlerini aynı ısrar ve acımasızlıkla kendi etnik dokusundan olanlar karşıda sürdürdü. Anadolu’da tekrar eden iç fetihler gerçekte Türkmen halkının kıyımıydı. Artık diğer halklar için reva görüleni siz düşünün…
Bu bir Osmanlı aklıydı. Cumhuriyette da yaşamaya devam eden.
Aynı topraklarda iki ayrı ülke böyle oluştu. Bu iki ayrı algı iki ayrı dünya bakışıydı. Bu ayrım tarihe karşı, insanlığa karşı kendi halkına ve ham talebi olanlara karşı aynı inatla sürmeye devam etmektedir.
Eskimiş statülere esir akıllar, geleceği karartmak için hiçbir özveriden çekinmeden ölüm denklemlerini, kendi vatandaşı olan halklara karşı ve sonuçta da kendi halkına karşı bir kılıç hakkı olarak dayatmaktan çekinmiyorlar. Bu gün ortak ülkemizde yaşadığımız tüm sorunların kaynağında olan bu bölücü, bu ayrımcı, bu ayrılıkçı bu ötekileştirici akıl ağlısı yatmaktadır; bu aklı yaratan nesnel unsurlar değişmeksizin kimse bu akılların değişebileceğinden umutlu olmasın. Bu umutlarla kendini oyalayanlar sonu hüsranla bitecek bir maniplasyon denkleminin kurbanı olduğunu görecektir.
Ülkemizin yüz yüze kaldığı gerçek bölücülük de buradan beslenmektedir. Tek boyutlu ilkel milliyetçilik, tek ulusçu dayatmacılık, ülkemiz mozaik gerçeğinin ve bundan kaynaklanan hak ve arayışların demokrasi ve özgürlük ihtiyaçlarının karşısına geçerek ilerlemenin durdurulması çabası içinde çırpınmaktadırlar.
Toplu kıyım dahil, sınır ötesi operasyonlar, sürgünler, orantısız güç kullanımı en vahşi yöntemlerle de icra edilmektedir. Kürt halkı Anadolu’nun tüm halkları adına nispi olarak sağladığı demokratik sürecin bir biçimde kırılmasını istemektedirler. Bu ülkede sadece kendilerinin yaşadığı ya da kendilerine ait olduğu ısrarındalar. Farklılıkları ötekileştirmekte ve bunun için akıl almaz yol ve yöntemlere başvurarak, insanlık dışı dayatmalar yapmaktadırlar. Sureyle teşbih yapacak olursak bu bizim dinimiz gelin bu dinden yana konumlanın demektedirler. Gelişmelerin farkında değiller statülerini korumak için her yola başvurmaktadırlar.
Oysa gelişmeler, artık bu topraklarda onların yol ve yöntemlerinin geçerli olmadığını gösteriyor: yeni gelişiyor ve hızla aklıselim herkesin yolu ve yöntemi haline geliyor. Çağdaş verilerle bunu insani olan, demokratik olan özgürlüğü esas alan yaklaşımlar, yol ve yöntemler egemen olmaya hızla yönelmektedir: Bu yenidir yeniden yana olma çabasının herkesin kazandığı barış içinde bir arada kardeşçe yaşamanın olanaklarını daha çok vermektedir. Buna karşı gelen statükocuların tarihin gerisine itildiklerinin de farkında olmamaları hızla bir bölünmeye doğru gidişimizin de nedeni olarak belirmektedir.
Sonuçta ne galip ne mağlup bir durumla karşı karşıyayız. Bu doğru, ama bu iki farklı algının, yol ve yöntemin bileşkesini bulmak için kendimizi sonuna kadar Peygamber Eyüp sabrıyla bekleyen dervişler olmamıza neden değildir. Tersine tarihle uyumlu olan, insanlık bilgi birikimiyle uyumlu olan, gelişmeyi temsil eden, herkesin yararına olan yeninin egemenliği için bir fırsattır. Bu açıdan, eskiyle bir potada bileşke kurmanın yolu yoktur, bu mümkün de değildir: devrimci dönüşüm yenide ısrarı gerektirir herkesin yararına olan odur. Eskide ısrar edenlere ati bir Türkiye, kimseye ait değildir. Geleceğe ait bir Türkiye ise eskide ısrar edenler içinde bir kurtuluştur, bunu onlar için de savunmak gereklidir.
Bu nedenle iki Türkiye’den bahsetmek yanlış olmayacaktır. Biri onların biri de bizim. Bu nedenle sizin Türkiye’niz size, bizim Türkiye’miz de bize demememiz yanlış olmayacaktır. Ta ki, tarihle, hak sahiplerinin taleplerinin gerçekleşmiş olduğu haliyle, tüm farklılıkların birer eşit olarak kurucu olduğu demokratik bir Türkiye kurulana kadar.
Onların Türkiye’sinde bin yıldır yaşıyoruz.
Güç bela bu güne geldik.
Var olma savaşını Neandertal insanın doğaya karşı savaşında çok daha acımasız olan koşullarda verdik. O kesitin insan türü, var olmak için doğaya karşı savaş açtı. Ancak bizler, Anadolu’nun kadim uygarlıklarını oluşturan insan toplulukları, bilinçli, planlı, ve orantısız güç kullanımıyla jenosit yapmak amacıyla üzerimize gelenlere karşı var olma savaşı verdik.
Yok olanlarımız yok oldu. Kalan sağlar biz olduk. “Son anda paçayı kurtarmak” diye bir değim varsa, Anadolu’nun yerlileri açısından en geçerli deyim de budur. Ama artık güvenli limanların kıyısına ulaştık. Tarih böylesi ilkelleri sınır koyacak bir olgunlukta insan düşün evrim ve birikim doruklarına geldi. Ortak ülkemizin geleceği için, kendi gelecek nesimlerimiz için onların arzuladığı barış ortamında özgürce yaşama şansları için yapılacak çok şey olacaktır. Bunun için bizim Türkiye’miz, onların Türkiye’sinden kalın çizgilerle ayrışacaktır. Özerklik önermeleri ve çabaları demokrasi ve özgürlük taleplerimizin bir boyutu olarak bu gerçeği tanımlamaktadır.
Sayın Öcalan’ın, gelişmiş ve tecrübelere dayalı tarih ve siyasal algılarını özetleyen şu önermeleri bu açıdan dikkate alınması gerekmektedir.
“Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı yok. Bu konulara Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak değinmiştim. Alıp okunabilir, incelenebilir. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir, bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Sadece bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay'da da, Adana'da da bir demokratik özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır, değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır. Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan'a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya da ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir.”http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=32322
Gelecek Türkiye’si için bu önerme Kürt halkının barış taleplerini dile getiren ateşkes ilanıyla birlikte gündeme geldi. Ancak Kendi Türkiyelerinin temsilcisi olarak, birden çok kez tekrar eden bu olumlu adıma karşı, aynı akılla nefes alımı hazırlık ve yeniden saldırı için güç toplama kesiti olarak ele alınmak istendi. Komşular bunun için doluşuldu, dış destek alınmak ve kimi komşuların bu kanlı ve kirli sürece ortak edilmesi amaçlandı.
Hükümet, üzerinde hüküm sürdüğü devlet gibi Osmanlı aklının bir türevi olarak yeni Osmanlıcılık adlı tarihi dolmuş kırık dökük bir buharlı trene binmiş hicaz, Bağdat demir yollarını arşınlama çırpınışları içindedir. Oysa üzerinde yürüyeceğini sandığı raylar paslı, sökülmüş ve dağınıktır; en yakın istasyona bile ulaştırma şansı yoktur.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Stratejik Derinlik” diye derin derin yazmış, Küresellik üzerine önemli belirlemeler yapmış ama akıl o akıl dünyanın tüm değişim ve gelişmeleri, çağın gerisinde kalan tek ulusçu ilkel milliyetçilik hesabına koşmuş. Bunun sıkıntı ve sorunlarının yakın dönemde ortak ülkemize nelere mal olacağının belirtileri ise yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı bile.
İşte bu Türkiye onların Türkiye’si
WİKİLEAKS ve MALUMUN İLANI
Wikileaks bir internet sitesidir. Buradan pekte gizli olmayan, belli özelikteki 2,5 milyon kişinin ziyaret ettiği arşivlerden, özellikle bölgemizle ilgili gelişmeler hakkında bilgi sızdırılmaktadır. Makalemizle ilgili olarak bu bilgiler ifade edeceği tek bir gerçek var o da bir kez daha iki ayrı Türkiye gerçeğinin olduğudur.
İnternette Wikileaks alanından yayılan kirli kokular fazla önemli olmasa da bir ipucudur. Bu alandan gelen bilgileri ne ciddiye alıyor ne de büyük komplo teorilerinin bir uzantısı sayıyorum. Komplocu akılları oldum olası ciddiye almam. Akılla düşünmek yerine, kolayına kaçmanın ucuz bir yolu olarak görürüm. Ülkemiz günlük siyasi yaşamında herkesin, herkese aynı yöntemle saldırdığını biliyoruz. Bu bilgilerin on katı, sıradan medyada bile bulunabilir, Mecliste gurup toplantılarında söylenenler bundan da fazlasıdır.
Bu alandan sızan bilgiler arasında
ABD Ankara Büyükelçisi James F. Jeffrey imzalı gizli belgede, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in 6 Şubat 2010 tarihinde Türkiye Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile yapılan görüşmelere
Başbuğ’un Gates ile görüşmede, PKK’ye karşı son yıllarda elde ettiklerini iddiasında bulunduğu “kilit konumundaki liderlerinin imha edilmesi, saflarında bölünme ve savaşçılarında moral düşüşü” gibi ilerlemenin 2007 yılı sonundan itibaren aralarında istihbarat paylaşımının da bulunduğu iki ülke arasında artan işbirliği sayesinde gerçekleştiğini söylediği kaydedildi.
Başbuğ’un ABD’nin Pakistan’da gerçekleştirdiği sınır ötesi eylemlere dikkat çekerek, “PKK tehdidini imha etmeye devam etmek için” Türkiye’nin tüm ortaklarının daha fazla desteğine ihtiyaç duyduğunu söyleyerek, ABD, Irak ve Federal Kürdistan Hükümeti’nden ek destek talebinde bulunduğunun ifade edilmesi, bildiğimiz bir gerçek olsa da yabancı bir kaynak tarafından sızdırılmış ABD belgeleri içinde yer alması ne kadar haklı olduğumuzun bir göstergesi sayılabilir; bu gösterge, ülkemizin ölüm ve imha üzerine oluşan kurgu bataklığında, çağının gerisinde yaşayan akıllarla yönetildiğini göstermektedir.
Barış algısı gelişmemiş bu ilkellerin, barbar eğilimleri için dış destek arayışına muhtaç olmaları, geleceği temsi etmede acze düşüşlerinin bir ifadesidir. İki Türkiye arasında yaşama şansı, gelişme ve kapsama şansı olan hangi Türkiye’ye ait olduğuna da yerinde bir cevaptır.
Bu bilgilerin yabancı bir kaynaktan gelmesi ve yayınlanmamış daha birçok belgenin varlığı konuyu egzotik hale soktuğu açıktır. Ancak kiminin sandığı gibi, bu verilerle kimse “Sanal çağın Robin Hood’u”, “halkın haber alma teşkilatı” (AktaranCan Dündar, 30 Kasım 2010 Milliyet Gazetesi “Halkı CİA’sı” başlıklı köşe yazısı) ya da “Kıyamet günü”, “Siber terör” (Aktaran Güneri Civaoğlu, 30 Kasım 2010 Milliyet Gazetesi, “Kiyamet’in eşiği” köşe yazısı), “Diplomaside mahremiyetin sonu” ( Aktaran Hasan Cemal 30 Kasım Milliyet gazetesi, ilgili köşe yazısı), olarak değerlendirilemez. Bunun gibi
Bu ölçekte bir abartı, bu gerçekleri bir biçimde dile getiren demokrasi mücadelesi çabalarına haksızlık olur.
Bu bilgiler arasında İsrail’i rahatsız edici bir bilginin sızmaması, sızan bilgilerin bölgemiz orta-doğuyu hedef alması işin ilginç bir yanı. Her şeye rağmen, bu belgeler olsa da olmasa da on yıllardır üç kuşak demokrasi mücadelesi boyunca dile getirdiğimiz eleştirilerimizin diplomasinin servisleri arasında da yer almış olması onların Türkiye’si ile bizim Türkiye’miz arasındaki fark için bir belirti sayılabilir.
Sonuç:
Bu gün, dar bir çıkar çevresi olan, intikama varan çirkin kinler peşinde ne Allah ve inanç korkusu olmayanların şebekesi olan Cemaat pençesinde bir Türkiye egemen: Ama bu egemenlik tarihe karşı insana karşı Anadolu’nun gerçekliğine karşı bir egemenlik olarak, inatla kendi karanlık algılarını derin devlet olarak dayatmaya devam ediyor.
Bunlara ve bunların temsil ettikleri değerlere Kafirûn suresindeki hitapla seslenmek, sanırım Allah indinde, vicdan ve insanlık indinde de vaciptir.
“Ya eyyehul Kafirûn”, sizin Türkiye’niz size, bizim Türkiye’miz de bize aittir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder