HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

28 Eylül 2010 Salı

TOPRAĞIN DİLİ

Mihrac Ural
25 Eylül 2010

Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz. Kaldı ki,
AKP’nin demokratik açılım sınırları, Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğinin musalla taşında bir mevtadır.
Başbakanın, “kimse anadille eğitim beklemesin” söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavi’nin, Filistin için de geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
***
Başbakan son noktayı koydu “kimse anadille eğitim beklemesin”.
24 Eylül 2010 tarihli (dün) bu açıklama, 2011 seçimleri ardından yapılması tasarlanan “yeni ve daha demokratik anayasanın” nasıl bir anayasa olacağına da önemli bir gönderme olmuştur.
12 Eylül referandumunda onaylanarak çıkan anayasa, 82 anayasasının 17.kez değiştirilmiş hali için doğarken ölecektir demiştik. Öyle olduğu referandumu kazanan iktidar tarafından yeni anayasa müjdesiyle dile getirilmiş oldu.
82 anayasası bir darbe anayasasıdır.17 kez değiştirilmiş olsa da yaşamaya devam ediyor. Kanunların eskiye dönük çalışmayacağı ilkesiyle darbecileri ancak bundan sonra darbe yapmak isterlerse yargılama olanağı tanıyor: Ama öncekileri yapanın yanında kar olarak bırakıyor. Bundan sonra da kaç kez değiştirilirse değiştirilsin 82 anayasasının temel parametreleri olduğu gibi kaldıkça demokrasiyle uzak yakın bir ilişiği olmayacaktır. Tümüyle yeni bir anayasa gerek. Parametreleri farklı bir anayasa, önceki tüm anayasaların ortak böleni olan tek milletli dayatma ve ona ait dayatmalara son verilmedikçe, gerçek bir demokratik anayasa oluşturulduğu iddiası hep maniplasyon olacaktır.
82 anayasasının değişmeyen çok az maddesi kalmıştı. 7 Kasımda halkoyuna sunulup, 9 Kasım 1982 de yürürlüğe giren 177 maddeli 82 anayasasının değişmeyen maddelerini tanımlayacak en önemli cümle “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”(82 anayasası 4. Madde) diye işaret edilen 4 maddesindeki cümledir. Sadece 82 anayasasının değil ama aynı zamanda önceki tüm anayasaların temeli olan bu cümle ülkemizin temel sorunu olarak dünden bu güne gelmiştir. Ülkemiz statülerinin tutuculuğu da buradan beslenmektedir.
12 Eylül referandumuna giderken yazdığımız tüm makalelerde ana vurgumuz bunun üzerine olmuştur.
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz diye belirleme yaptık.
Başbakanın yeni anayasa önerisinin bu zeminde sınanacağını da belirlemiştik.
Zurnanı son deliği, toplumsal ilerlememizin kırılma noktası, fay hattı tas tamam budur.

ANAYASALAR
Anayasayı gerici kılan, yaşam alanı olarak paylaştığımız ülkenin tıkanmalarına yol açan, kimlik bunalımlarının, kaos ve savaş ortamının temel kaynağı olarak bu maddeleri tanımlamak abartılı olmayacaktır. Akılların dumura uğradığı yer de tas tamam burasıdır.
Burası farklılıkların ötekileştirildiği yerdir.
Burası farklılıkların anayasal güvencede tanımlanmaması ve haklarının verilmemesi nedeniyle tanınmadığı yerdir. Bu bir ülkenin handikabıdır. Tarihle yüzleşmesi önündeki en büyük engeldir. Anayasa bir sonuçtur, ama bu sonucu aşmak için altta gerçekleşmesi gereken değişimler kendini anayasada tanımlarlar. Anayasada tanımlanmamış unsurları hiçbir yasa ya da idari karar güvenli bir hakka sahip kılamaz. ülkemizin tıkanışında anti demokratik anayasaların rolü burada anlamlı hale gelir.
Tek dil, tek bayrak diye önceki yüzyıldan arta kalan ilkel milliyetçiliğin, Hitler ve Mussolini’den arata kalan bakiyeleri miras edinmiş algılar statülerin devamında hala ısrarlıdırlar. Başbakanın ”Kimse anadille eğitim beklemesin” demesinin tek bir anlamı var o da budur; tek boyutlu milliyetçi bakıştır. Bu bakış dinin ümmet bakışını da ayaklar altına alan bir yaklaşımdır.
Anayasalar bir sonuçtur.
Sorunların kaynağı gibi görünmeleri gerçekte, sorunun sonuçları olmalarındandır.
Anayasalar bir ülkenin verili tüm koşullarının yansımasıdır. Statülerin esiri olmuş bir ülkede anayasalar bu esaretin zinciri olarak işlev görürler. Tekçi zihniyet kendini bu haliyle ifade ederken, farklılıkları yok saymaya ve onları bir biçimde sindirip yok etmeye yönelir. 1930ların ilkel milliyetçiğinden bu güne taşınan tek boyutlu ilkel milliyetçi maddeler, gerçek anlamda bir demokratikleşmenin önünde engel olarak belirir; siyasilerin aldatıcı demokratik açılım söylemlerini komik birer aldatma çabası olarak sergileyen gerçekte buradadır.
Ülkemizin önünü açabilecek gerçekçi çözümün ilk adımını oluşturacak demokratik bir anayasa inşası referandum konusu olmanın çok ötesindedir. Bir toplum sözleşmesi, bir toplu uyum ve onaya mazhar anayasa için geniş ölçekli bir katılımla yazım gereklidir. Sağlıklı ve özgür bir ortamda diyalog ve tartışma gereklidir. Esasında bunun önemli bir kısmı yapılmıştır da. Eksik olan iktidarların siyasi iradesidir. Statüler altında ezilmeleri nedeniyle halklarımızın gerçekçi taleplerinden korkmalarıdır. Bu korkuya, siyasilerin derin milliyetçi etkiler altında, siyaseti sokakların kararına bağlayan sığlıkları yol açmaktadır. Bu yüzden çok demokratik gibi görülen söylemler farklılıkların haklarına gelince tökezlemektedir.
Anadille eğitim bu açıdan bir kırılma noktası olarak görülmekte.
Oysa hakların en doğalı ve en basiti bu noktadır. Burada kırılanların demokratik özerklik konusunda, atomlarına ayrılma sendromu yaşamaları kaçınılmaz olacaktır; savaşların, gerginliklerin, provokasyonların tek nedeni de bu haldir.

SORUN ANADİLLE EĞİTM DEĞİLDİR

Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Olayı ortaya böylesine kabalıkla koymak isteyenlerin amacı, hak kazanımının önünü kesmektir. Anadille eğitim, resmi dil yanı sıra, tercihli olarak resmi okullarda okutulup öğretilmesi gerekliliğine işaret eder; gereklilik ise vatandaşlık bağlarıyla bağlı olanların devleti var eden temel gelir kaynağı olan vergi mükellefi olmalarıdır. Devlete veren ondan alır, ondan ister. Aksi bir algı, devleti malum baskı aracı konumu yanı sıra haraç alan bir kurum haline getirir ki bunun adı kaba zorbalıktır. Çağdaş devlet standartlarında böyle bir ölçü olamaz.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Sorun anadil sorunu da değildir. Sorun, varlığı bir biçimde inkar edilmeye devam eden farklı etnik toplumların varlığıdır: bu da sadece Kürtlerle ilgili değildir. Sorunun temeli budur. Böyle olunca anadille eğitim hakkı gerçekçi özgürlük ve demokrasi taleplerinin çıtası çok daha yüksek olacaktır; en düşük talebi bile böylesine kaba ve hoyratça ret edenlerin ülkemizin sorunlarına demokratik çözüm üretme kapasitelerini olduğunu iddia etmek çok safça bir şeydir.
İstediğimiz kadar başımızı kuma gömelim, ülkemiz mozaiğinin sorunlarına çözüm demokratik bir özerkliğin ikamesinden geçmeye mahkumdur. Demokratik özerklik yaşadığımız coğrafyanın tarihi, kültürel, etnik, inançsal yapısın en uygun, barış içinde bir arada yaşama konseptidir.
Bu konsept siyasi içeriklidir. Biçimsel olarak farklı örneklerini dünyanın birçok ülkesinde barışı bir biçimde getirebilmiştir. Demokratik özerklik merkezden bölünmek değil merkezi yörüngeyi kaybetmeden, yerelde siyasal var oluş ve sorunların çözümü için yetkidir. Bu tür yapılanmalar İspanya, İrlanda, Cebeli Tarık gibi örneklerle ya da ülkemize özgü bir biçim alarak oluşurlar. Ancak böylesi bir adım için iradi hazırlığın belli bir olgunluğa gelmiş olması gerek. İradi hazırlık ise statülere mahkum iktidarların aklı selime yükselmeleriyle mümkündür.
Farklı ve özgün yanıyla, her bölgede yerel parlamentoların kendi bölgelerinin kültürel, ekonomik işlerini yönlendirebilme özerkliği bunun ilk adımdır. Böylesi bir adımın doğal olarak farklı kültür ve dilleri eğitimin temel unsuru yaparak ilerler. Kılıç darbesi gibi birden değil kuşakların da eğitilmesiyle oluşacak bu evrim, her türden milliyetçi ön yargı ve refleksi de zamanın ağır çarkları içinde eritebilir; Balkanlar ve Ortadoğu halkları Osmanlı’da haklarını alamadığı zaman bağımsızlığa kadar gitmesine karşın, bu gün o toprakların Türkiye’ye yeniden bağlanması gerektiğini savunacak aklıselim olabilir mi?
Dünün İttihat ve Terakki’si tek boyutlu ilkel milliyetçiliğiyle Sevr’e kadar uzanmasını hatırladığımızda, bu gün nasıl bir genişlik içinde olmamız gerektiğini de yeterince bilince çıkarmış oluruz. Bu, ulusların kendi kaderini belirleme hakkını göz ardı etmeksizin ele alınması gereken bir yaklaşım olmalıdır.
Bölgenin etnik, inanç ve kültürel dokusunu güçlendirmek yükseltmek, insanlığa açarak küresel ilişkiler ağı içinde kendi orijinalitesiyle bir yer edinmek için kararlar almasının önünü açmak gerek. Bu gibi önermelere eklenecek birçok unsur daha bulunabilir. Sorun, önermenin derli toplu, bir konsept içinde ortaya konmasıdır. Önermeler uygulanabilir bir program haline gelebilmelidir. Bunun için de temel dayanak korkusuzca diyalog ve konuyla ilgili tartışmaların başlamasıdır.
Böylesi ileri önermeler, “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” yasakçılığıyla bir adım ileri gidilemez.
Ülkemiz siyasi oyalamaların ülkesidir. Tantanalı başlıklarla işe koyulup, kısa sürede sulandırarak çözüm bekleyen en acil sorunları mezara gömen bir siyasal yaklaşım içindedir. Bu koşulda demokratik açılımın kökleşmesi mümkün değildir. Basit adımlar bile ilk anda kırılıyor. Tarafların karşılıklı güveni için gerekli olan ilk adımlar aynı anda çözülüyor, dağılıp buharlaşıyor.
Başbakanın Almanya’daki konuşmasında “kimse Anadille eğitimi bizden beklemesin” diye kestirip atması, dünüyle bu günüyle ortaya konan tüm demokratik açılım söylemlerinin kof ve aldatmaca üzerine kurulmuş söylemler olduğunu göstermeye yeterlidir. Referandum döneminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanlışlıkla “genel af”tan söz etmesi üzerine gösterilen tepki bu boğucu mahalle baskısının sistemdeki, devletteki, iktidar ve siyasi yönelimlerdeki etkisini göstermeye yetmektedir.
Bu sığı siyasettin genişlik isteyen demokratikleşmeye başarmasının güç olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok.
Bu yasakçı zihniyet, ortak ülkemizde birden fazla resmi dil olması bir yana tek resmi dil Türkçe olsa da resmi okullarda anadil eğitimine karşı yasakçı davranması, geride tartışılmaya değer bir şeyin bırakılmayacağı anlamına geliyor.

AMBEDDED MEDYA ARAYIŞI

Demokratik özerklik ve bunun siyasal boyutu bir yana, anadille eğitimi böylesi bir kabalıkla ret etmek, savaşa devam demekten başka anlama gelmez. Başbakanın medya yöneticileriyle yaptığı toplantıda ısrarla “teröre destek istiyoruz” demesinin anlamı, bununla tam bir kesişme halindedir; devlet karar almış, savaşı daha da tırmandıracak, Kürt özgürlük hareketinin haklı talepler için mecbur kaldığı silaha sarılmayı bir biçimde “ezecek”, gerekirse artan oranda sınır içi ve sınır ötesi operasyonlar yapacak medya da bu haberleri tam bir devlet taraflısı olarak vermesi beklenecektir. Malum Embedded journalist (yamanmış gazeteci);yamanmış medya. Mantık budur.
Bu mantık gerçekleri kurban etme mantığıdır.
Medyayı uşak etme çabasıdır. Bu mantığın kökleri “ABD, 1. Dünya savaşında basınla ilişkilerde oluşturduğu “Kamu Enformasyon Komitesi”yle başlar. Kore, Vietnam savaşıyla olgunlaşır İngilizlerin Falkland adaları savaşında resmileşir (savaş gemilerine 29 gazeteci alınır), 2. Körfez savaşında askeri eğitimden geçen 180 yamanmış gazeteci ırak savaşını dünyaya bir gezi edasıyla yapılan itiş kakış olarak yansıtmak ister. Ama gerçeğin öbür yüzü vardı; onu da El cezire TV taşır ve yamanmışlar tarihte olduğu gibi hep yüzleri kara çıkar; savaşın kanlı, işgalci, zalim yüzü ortaya çıkar (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) 9 Şubat 2003 tarihli açıklamasında eleştirdiği yamanmış gazetecilikle ilgili yeni bir sınavla karşı karşıya olduğunu hatırlatırım). Ambedded Medya arayışı içinde olan başbakan gerçekleri kurban etmek istiyor, kızışacak, genişleyip derinleşecek bir savaşın haberini veriyor. Bu kurbanlar arasında anadille eğitimi ilk sıraya alması boşuna değildir.
Gerçekler ise çok farklıdır.

VERGİLER VE ANADİLLE EĞİTİM
Devlet vergilerle var olur. Bu işin bir yanı. Devlet aynı zamanda var etmek istediğini aynı vergileri harcayarak korur. Bu bir dengedir. Adalet bunun doğru ve dengeli dağılımındadır. Tarihte bunu hakkıyla yapan bir devlet yoktur olamaz da. Ancak tüm iktidarlar bunun için çalışır. Bu hakkın doğrudan, hoyratça gasp edildiği bir alan varsa o da sömürgelerdedir, köleliktedir.
Anadilde eğitimle vergiler arasında doğrudan bir bağ bulunuyor. Ülkemizin devleti, halktan aldığı vergilerle resmi bir dili sonuna kadar koruyup kollamakta ve sonsuz olanaklarla beslemek için çırpınmaktadır. Kılıç hakkıdır, kabul.
Ancak devlet vergilerini, sadece resmi dili konuşanlardan almıyor. Tüm anadillerden alıyor. Ama tüm anadillere adilce davranmıyor. Ortaçağların kılıç hakkını sonsuza kadar koruma çabası veriyor bunun içinde tüm anadillerden aldığı vergiyi kullanıyor; silah, teknik bilgi, savaşçı ücretleri,lojistik malzeme vb aynı vergilerle alınıp kendi vatandaşını katletmek için kullanmakta.
Gerçeklerin kurban edildiği böylesine adaletsiz bir süreçte, hangi silahlar susar, hangi kaoslar kimlik bunalımları sona erer? Başbakan önce bu gerçeği düşünsün. Başbakan din zemininde bile amansız bir haksızlık içindedir. İslam dinin en önemli argümanlarından ümmet olgusu, insanlar arasında tanrı indinde takvadan başka bir fark yoktur diyen ayet ve hadislerini hatırlasın.
Vergini gerektiğinde silah zoruyla, zindan tehdidiyle alacaksın ama karşılığında anadille eğitime hayır diyeceksin. Sonra “savaş sona ersin” talebinde bulunacaksın, olmayınca da yamanmış bir medya oluşturmak için yalvar yakar hallere düşeceksin.
Bu mantık asla demokratik olamaz, demokrasi yönünde bir adım bile atamaz. Bu mantık milliyetçidir hep bana rab bana mantığıdır. Tanrıyı bile aldatmaktır.
Bu algı bölücüdür. Çünkü milliyetçidir.

CEMAAT ÜMMET ve ANADİLDE EĞİTİM

AKP ile Cemaat arasındaki güç birliği, demokratikleşme önünde önemli bir engel gibi duruyor. AKP’nin Milli Görüş üzerinden gelen geçmişi, tek boyutlu milliyetçilik sınırlarıyla örülü algılarının da ifadesidir. Bu nokta, AKP ile Cemaatin kesişme noktasıdır. Anadille eğitimin sınırları da burada kendini ele verir.
Cemaat’in provokasyonları, video, ses bandı, fotoğraf vb kanun dışı tehdit araçları, ifşaatları, tek tek kişilere yönelik kirli operasyonlarını bilmeyen yoktur. Ancak Cemaat sadece bu değildir.
Ötesi de var.
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığında, YÖK’te, Orduda, yargıda, poliste değil ama aynı zamanda siyasetin en ücra ve en derin karar merkezinde de yer aldığı her geçen gün belirginleşmektedir. Öyle ki, okyanusların ötesinden gelen mesajlar, siyasetin imamları ve Başbakanın ağzından çıkan keskin ifadelerle de kendini göstermektedir.
Cemaat, dini alet eden bir cürüm örgütü olduğunu önceki yazılırımda yeterince ifade ettim (Bkz. Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabıyla ilgili makaleler http://mirural.blogspot.com/) .
Dini siyasete alet etmek, siyasi ahlaksızlığının bir boyutudur. Din bu yanıyla hiçbir zaman tanrıyla kul arasında kalmamıştır. Ancak kendi parametreleri üzerinden bu aldatmayı yapmaya çalışmıştır. Ümmetçilik önermesi konumuzla ilgili önemli bir kıstastır.
Ümmetçilik, din açısından etnik yapıları aşan bir evrenselliktir. İslam dini lokal olmaktan çıktığı an etnik farklılıkları aşarak ümmetçi bir boyut almıştır. Dini siyasete alet edenler bu argümanı çok kullanmıştır. Özellikle, İslam Arap imparatorlukları döneminde ve sonra başka etnik yapıların elinde böylesi bir işlev görmüştür.
Farklı etnik dokuların olduğu Anadolu’da İslam, bin yıldır “birleştirici çimento” olarak işlev görmesi için çalışılmıştır. 20 yy dar ulusçu süreçlerden sıyrıldıkça, İslam bir kez daha bu rol için kolları sıvamıştır. Lozan’da bile Kürtler azınlık olarak sayılmamış, çoğunluk olan İslam’ın bir unsuru olarak gösterilmeye çalışılmıştı.
Kürtlerin İslami inançların her zaman bir araç olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin dini araç olarak kullanan çabaları ise hala hatırlardadır. Ülkemizin bu günkü en önemli sorunu olan Kürt sorununda din pervasızca alet edilmek üzere sahneye indirilmiştir. Bu sahada Milli Görüş ve Cemaat omuz omuza olmuştur. İki eğilim birleştiren tek boyut ise milliyetçiliktir.
Cemaat’ın bunun da ötesinde bir boyutu bulunuyor.
Cemaat dini en çirkin şekille istismar eden dış bağlarıyla cürüm örgütü olduğu kadar bir işbirlikçi şebekedir.
Cemaat, Liderinin ısrarla vurguladığı gibi “tüm dinlere yakındır”. “Dinler arası diyalog” diye dile getirdiği önermeler, Amerika merkezli komünizme karşı soğuk savaş deneklerinin bir uzantısıdır. Sovyetleri yeşil kuşakla (İslam inancı taşıyan topluluklarla) kuşatma teorisinin Türkiye ayağı olarak şekillenmiştir.
Amerika’nın Rusya büyükelçisi (Kasım 1933 - Mayıs1936) William Christian Bullitt’in, 1946’da yayımlanan “The Great Globe İtself” başlıklı kitabıyla soğuk savaşın teorisyenliğini yaptığı kesit, 1945 sonrası “dinler arası diyalog” adıyla Evangalist Dr. Frank Buchman önderliğinde “Manevi Seferberlik” akımının de yükseltildiği kesittir. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası tüm hızıyla ülkemizde de kendi çevresini yaratmıştır.
Arusi şeyhliğini Küçük Hüseyin Efendi’den devralan Emekli Deniz Binbaşısı Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin öncülüğünde, asker ve bürokratlar arasında “dinler arası diyalog”, “manevi seferberlik” adı altında anti-komünizm çabalarını yükseltmiştir. Bu çabalarda o günün çok önemli isimleri de etkin olarak yer almıştır ( Türkiye’nin ABD Büyük Elçisi Munir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak vb).
Arusi şeyhi F. Mardin ile Evangelist Dr. Buchman arasında güçlenen dostluk, Şubat 1949’da İsviçre’deki manevi seferberlik şatosundaki toplantıyla taçlanmıştır. Bu süreç Türkiye sahasındaki çalışmalara dinamik katmış, siyasi, eğitim, kültürel girişimler (CHP önderliğinde bir seferberlik olarak başlatılan bu süreçte okullarda din dersinin okutulması onaylanmıştır 1947. 1926’da 677 sayılı yasayla kapatılan tekke ve zaviyelerin yeniden ziyarete açılması 1 Mart 1950’de TBMM’den geçirilerek yasalaştırılmıştır) bunlar yanı sıra ve Türkiye’nin bölgemizde ve dünyada NATO elinde oynadığı rollerin giriş kapısını oluşturmuştur.
Din, siyaset, savaş, soğuk savaş, mezhep, dinler arası diyalog, manevi seferberlik, casusluk, yeşil kuşak gibi bin bir ad altında dünya çapında ABD’ önderliğinde yürütülen faaliyetlerin bir ucunda Komünizmle Mücadele Dernekleri idi.
1963’lerde Türkiye ayağı kurulan bu derneklerin 1965’ta ülke çapında genişlemesinde Erzurum ili şubesi yönetiminde de Fethullah Gülen’i görüyoruz.
Buradan koşmaya başladı Fethullah Gülen. Önemli zikzaklardan geçip, riskler atlatılarak Cemaat olma aşamasına sabırla geldiler. Bu sabrın tanrı ya da dinle alakalı olmadığını seyri seferindeki her gelişmede görmek zor değildir.
Cemaat, Amerikan çıkarları ve ona atfedilen dini önderlik, kurtarıcılık fonksiyonu roller oynar. Buna ülkemize en yakın tehlike olarak görülen Sovyet sistemine karşı mücadele ve ilkel milliyetçiliği eklediğimizde Cemaat’ın temel eğilimini ortaya çıkarmamız zor olmayacaktır. Konumuzla ilgili olarak belirlemesi yapılması gereken İlginç unsur, Cemaat’in tüm söylemlerine, ilk özel Kürtçe TV yayınlarına (Saman Yolu TV’nin Kürtçe yayını DÜNYA TV) rağmen, takiyecidir. Gerçekte ise hiçbir zaman ümmetçi olmamıştır. Kürt halkının özgürlük taleplerine, en basitinden bir anadille eğitim hakkı taleplerine karşı da çirkin bir milliyetçilikle saldıran Cemaatin kendisidir.
Oysa İslam ümmetçidir. Kendine ait parametreleri olan bir “ümmet” savunusu içindedir. Hiçbir etnik topluluğu öncü saymaz. Teorik olarak bu böyledir. Arap ile fars arasında takvadan başka bir fark yoktur diyen Hz. Muhhamed, farklılıkları bir ümmet olarak birleştirdiği iddiasındadır. Cemaat’ın böyle bir ideali, böyle bir programı, böyle bir hedefi hiç olmamıştır.
Daha da gerilere gidecek olarsak Saidi Nursi’nin I. Dünya savaşı öncesi ve sonrası süren Almancılığı (Osmanlı’nın Almanlarla birlikte savaşa katılımını ilanı olan padişahın “Cihat Çağrısı” fetvasının yazarı da Saadi Nursi’dir), aynı ekolün II. dünya savaşı sonrası dünyanın tüm din bezirganları gibi Sovyet tehlikesi adı altındaki aldatmacanın kuklası haline gelen Türkiyeli tarikat şeyhleri ve onların düşünsel devamı Fethullahçılar da bu sürecin bir parçası olmuşlardı.
İslam ümmeti, Cemaatin asla içine sindiremediği bir dini parametredir. Cemaattin derdi ırkçılıktır – milliyetçiliktir.
Cemaatçileri aşırı dincilikle, ümmetçilikle suçlayanlara karşı gösterdikleri refleks, Kıpti misali sirkatini itiraf eder; “Vietnam’da da Işık evleri kuruyoruz orada ne İslam ne Müslüman var”.
Bu çok doğrudur. Bu cevap bir kez daha ve açıkça Cemaatin milliyetçi olduğunu ve bu zemin üzerinden kültür yayılması ve dünyanın her köşesinde Amerikan yandaşlığıyla ilintili bin bir görev ve sorumluluk altında olduğunu ilandır. Cemaat ümmetçi söylemi sadece egemen tek boyutlu milliyetçiliğin hizmetinde olan farklılıklar için muteber sayar.
Cemaat milliyetçidir.
AKP’nin derin devleti Cemaattir. Siyasete de yön verme çabasındadır.
Siyasetin yönlendirilmesinde “okyanusun ötelerinden gelen destek” esasında ülkemiz içinde oynanmak istenen kanlı iç savaşın da zemini gibidir. Her türden demokratikleşmeye sadece tek millet algısıyla yaklaşan, dinler arası diyaloga Anadolu halkları ve kültürleri arasındaki diyaloga yasak getiren algı, böylesi bir algıdır. Bu algı okyanus ötesini bir tusunami gibi ülkemize dökmek isteyen çabaların bileşkesidir.
Cemaat’in Kürt bölgesindeki çabalarını yakından izleyenler bu yöndeki tehlikenin boyutunu da bilirler.
Bu açıdan baktığımızda AKP’nin demokratik açılım sınırları da belirmiş olur; bu da Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğidir.
Başbakan anadille eğitim yoktur yönündeki iddialı ve keskin söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir. Sorunda bunun anlaşılmamasında yatmaktadır.
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavin’in, Filistin içinde geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu kendi ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
Tarihin tüm deneyleri bu gerçeğe işaret eder. Bu nedenle kimse kimseyi aldatmasın.
Anadille eğitim hakkı, ne resmi dil talebidir ne de ayrılıkçı bir içeriğe sahiptir; tersine doğal olana, dengeli olana barışa ve birliğe atılacak küçük bir adımdan ibarettir.
Türkiye’nin siyasal statüleri bunu omuzlayacak genişlikte değilse, akil siyasal liderler de bulunmuyorsa, her gecenin bir sabahı vardır diyeceğim.
Türk halkı, diğer halklar gibi akil liderler yaratabilecek bir halk olduğuna kesinlikle inanıyorum.

Hiç yorum yok: