28 Eylül 2010 Salı
TOPRAĞIN DİLİ
Mihrac Ural
25 Eylül 2010
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz. Kaldı ki,
AKP’nin demokratik açılım sınırları, Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğinin musalla taşında bir mevtadır.
Başbakanın, “kimse anadille eğitim beklemesin” söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavi’nin, Filistin için de geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
***
Başbakan son noktayı koydu “kimse anadille eğitim beklemesin”.
24 Eylül 2010 tarihli (dün) bu açıklama, 2011 seçimleri ardından yapılması tasarlanan “yeni ve daha demokratik anayasanın” nasıl bir anayasa olacağına da önemli bir gönderme olmuştur.
12 Eylül referandumunda onaylanarak çıkan anayasa, 82 anayasasının 17.kez değiştirilmiş hali için doğarken ölecektir demiştik. Öyle olduğu referandumu kazanan iktidar tarafından yeni anayasa müjdesiyle dile getirilmiş oldu.
82 anayasası bir darbe anayasasıdır.17 kez değiştirilmiş olsa da yaşamaya devam ediyor. Kanunların eskiye dönük çalışmayacağı ilkesiyle darbecileri ancak bundan sonra darbe yapmak isterlerse yargılama olanağı tanıyor: Ama öncekileri yapanın yanında kar olarak bırakıyor. Bundan sonra da kaç kez değiştirilirse değiştirilsin 82 anayasasının temel parametreleri olduğu gibi kaldıkça demokrasiyle uzak yakın bir ilişiği olmayacaktır. Tümüyle yeni bir anayasa gerek. Parametreleri farklı bir anayasa, önceki tüm anayasaların ortak böleni olan tek milletli dayatma ve ona ait dayatmalara son verilmedikçe, gerçek bir demokratik anayasa oluşturulduğu iddiası hep maniplasyon olacaktır.
82 anayasasının değişmeyen çok az maddesi kalmıştı. 7 Kasımda halkoyuna sunulup, 9 Kasım 1982 de yürürlüğe giren 177 maddeli 82 anayasasının değişmeyen maddelerini tanımlayacak en önemli cümle “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”(82 anayasası 4. Madde) diye işaret edilen 4 maddesindeki cümledir. Sadece 82 anayasasının değil ama aynı zamanda önceki tüm anayasaların temeli olan bu cümle ülkemizin temel sorunu olarak dünden bu güne gelmiştir. Ülkemiz statülerinin tutuculuğu da buradan beslenmektedir.
12 Eylül referandumuna giderken yazdığımız tüm makalelerde ana vurgumuz bunun üzerine olmuştur.
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz diye belirleme yaptık.
Başbakanın yeni anayasa önerisinin bu zeminde sınanacağını da belirlemiştik.
Zurnanı son deliği, toplumsal ilerlememizin kırılma noktası, fay hattı tas tamam budur.
ANAYASALAR
Anayasayı gerici kılan, yaşam alanı olarak paylaştığımız ülkenin tıkanmalarına yol açan, kimlik bunalımlarının, kaos ve savaş ortamının temel kaynağı olarak bu maddeleri tanımlamak abartılı olmayacaktır. Akılların dumura uğradığı yer de tas tamam burasıdır.
Burası farklılıkların ötekileştirildiği yerdir.
Burası farklılıkların anayasal güvencede tanımlanmaması ve haklarının verilmemesi nedeniyle tanınmadığı yerdir. Bu bir ülkenin handikabıdır. Tarihle yüzleşmesi önündeki en büyük engeldir. Anayasa bir sonuçtur, ama bu sonucu aşmak için altta gerçekleşmesi gereken değişimler kendini anayasada tanımlarlar. Anayasada tanımlanmamış unsurları hiçbir yasa ya da idari karar güvenli bir hakka sahip kılamaz. ülkemizin tıkanışında anti demokratik anayasaların rolü burada anlamlı hale gelir.
Tek dil, tek bayrak diye önceki yüzyıldan arta kalan ilkel milliyetçiliğin, Hitler ve Mussolini’den arata kalan bakiyeleri miras edinmiş algılar statülerin devamında hala ısrarlıdırlar. Başbakanın ”Kimse anadille eğitim beklemesin” demesinin tek bir anlamı var o da budur; tek boyutlu milliyetçi bakıştır. Bu bakış dinin ümmet bakışını da ayaklar altına alan bir yaklaşımdır.
Anayasalar bir sonuçtur.
Sorunların kaynağı gibi görünmeleri gerçekte, sorunun sonuçları olmalarındandır.
Anayasalar bir ülkenin verili tüm koşullarının yansımasıdır. Statülerin esiri olmuş bir ülkede anayasalar bu esaretin zinciri olarak işlev görürler. Tekçi zihniyet kendini bu haliyle ifade ederken, farklılıkları yok saymaya ve onları bir biçimde sindirip yok etmeye yönelir. 1930ların ilkel milliyetçiğinden bu güne taşınan tek boyutlu ilkel milliyetçi maddeler, gerçek anlamda bir demokratikleşmenin önünde engel olarak belirir; siyasilerin aldatıcı demokratik açılım söylemlerini komik birer aldatma çabası olarak sergileyen gerçekte buradadır.
Ülkemizin önünü açabilecek gerçekçi çözümün ilk adımını oluşturacak demokratik bir anayasa inşası referandum konusu olmanın çok ötesindedir. Bir toplum sözleşmesi, bir toplu uyum ve onaya mazhar anayasa için geniş ölçekli bir katılımla yazım gereklidir. Sağlıklı ve özgür bir ortamda diyalog ve tartışma gereklidir. Esasında bunun önemli bir kısmı yapılmıştır da. Eksik olan iktidarların siyasi iradesidir. Statüler altında ezilmeleri nedeniyle halklarımızın gerçekçi taleplerinden korkmalarıdır. Bu korkuya, siyasilerin derin milliyetçi etkiler altında, siyaseti sokakların kararına bağlayan sığlıkları yol açmaktadır. Bu yüzden çok demokratik gibi görülen söylemler farklılıkların haklarına gelince tökezlemektedir.
Anadille eğitim bu açıdan bir kırılma noktası olarak görülmekte.
Oysa hakların en doğalı ve en basiti bu noktadır. Burada kırılanların demokratik özerklik konusunda, atomlarına ayrılma sendromu yaşamaları kaçınılmaz olacaktır; savaşların, gerginliklerin, provokasyonların tek nedeni de bu haldir.
SORUN ANADİLLE EĞİTM DEĞİLDİR
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Olayı ortaya böylesine kabalıkla koymak isteyenlerin amacı, hak kazanımının önünü kesmektir. Anadille eğitim, resmi dil yanı sıra, tercihli olarak resmi okullarda okutulup öğretilmesi gerekliliğine işaret eder; gereklilik ise vatandaşlık bağlarıyla bağlı olanların devleti var eden temel gelir kaynağı olan vergi mükellefi olmalarıdır. Devlete veren ondan alır, ondan ister. Aksi bir algı, devleti malum baskı aracı konumu yanı sıra haraç alan bir kurum haline getirir ki bunun adı kaba zorbalıktır. Çağdaş devlet standartlarında böyle bir ölçü olamaz.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Sorun anadil sorunu da değildir. Sorun, varlığı bir biçimde inkar edilmeye devam eden farklı etnik toplumların varlığıdır: bu da sadece Kürtlerle ilgili değildir. Sorunun temeli budur. Böyle olunca anadille eğitim hakkı gerçekçi özgürlük ve demokrasi taleplerinin çıtası çok daha yüksek olacaktır; en düşük talebi bile böylesine kaba ve hoyratça ret edenlerin ülkemizin sorunlarına demokratik çözüm üretme kapasitelerini olduğunu iddia etmek çok safça bir şeydir.
İstediğimiz kadar başımızı kuma gömelim, ülkemiz mozaiğinin sorunlarına çözüm demokratik bir özerkliğin ikamesinden geçmeye mahkumdur. Demokratik özerklik yaşadığımız coğrafyanın tarihi, kültürel, etnik, inançsal yapısın en uygun, barış içinde bir arada yaşama konseptidir.
Bu konsept siyasi içeriklidir. Biçimsel olarak farklı örneklerini dünyanın birçok ülkesinde barışı bir biçimde getirebilmiştir. Demokratik özerklik merkezden bölünmek değil merkezi yörüngeyi kaybetmeden, yerelde siyasal var oluş ve sorunların çözümü için yetkidir. Bu tür yapılanmalar İspanya, İrlanda, Cebeli Tarık gibi örneklerle ya da ülkemize özgü bir biçim alarak oluşurlar. Ancak böylesi bir adım için iradi hazırlığın belli bir olgunluğa gelmiş olması gerek. İradi hazırlık ise statülere mahkum iktidarların aklı selime yükselmeleriyle mümkündür.
Farklı ve özgün yanıyla, her bölgede yerel parlamentoların kendi bölgelerinin kültürel, ekonomik işlerini yönlendirebilme özerkliği bunun ilk adımdır. Böylesi bir adımın doğal olarak farklı kültür ve dilleri eğitimin temel unsuru yaparak ilerler. Kılıç darbesi gibi birden değil kuşakların da eğitilmesiyle oluşacak bu evrim, her türden milliyetçi ön yargı ve refleksi de zamanın ağır çarkları içinde eritebilir; Balkanlar ve Ortadoğu halkları Osmanlı’da haklarını alamadığı zaman bağımsızlığa kadar gitmesine karşın, bu gün o toprakların Türkiye’ye yeniden bağlanması gerektiğini savunacak aklıselim olabilir mi?
Dünün İttihat ve Terakki’si tek boyutlu ilkel milliyetçiliğiyle Sevr’e kadar uzanmasını hatırladığımızda, bu gün nasıl bir genişlik içinde olmamız gerektiğini de yeterince bilince çıkarmış oluruz. Bu, ulusların kendi kaderini belirleme hakkını göz ardı etmeksizin ele alınması gereken bir yaklaşım olmalıdır.
Bölgenin etnik, inanç ve kültürel dokusunu güçlendirmek yükseltmek, insanlığa açarak küresel ilişkiler ağı içinde kendi orijinalitesiyle bir yer edinmek için kararlar almasının önünü açmak gerek. Bu gibi önermelere eklenecek birçok unsur daha bulunabilir. Sorun, önermenin derli toplu, bir konsept içinde ortaya konmasıdır. Önermeler uygulanabilir bir program haline gelebilmelidir. Bunun için de temel dayanak korkusuzca diyalog ve konuyla ilgili tartışmaların başlamasıdır.
Böylesi ileri önermeler, “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” yasakçılığıyla bir adım ileri gidilemez.
Ülkemiz siyasi oyalamaların ülkesidir. Tantanalı başlıklarla işe koyulup, kısa sürede sulandırarak çözüm bekleyen en acil sorunları mezara gömen bir siyasal yaklaşım içindedir. Bu koşulda demokratik açılımın kökleşmesi mümkün değildir. Basit adımlar bile ilk anda kırılıyor. Tarafların karşılıklı güveni için gerekli olan ilk adımlar aynı anda çözülüyor, dağılıp buharlaşıyor.
Başbakanın Almanya’daki konuşmasında “kimse Anadille eğitimi bizden beklemesin” diye kestirip atması, dünüyle bu günüyle ortaya konan tüm demokratik açılım söylemlerinin kof ve aldatmaca üzerine kurulmuş söylemler olduğunu göstermeye yeterlidir. Referandum döneminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanlışlıkla “genel af”tan söz etmesi üzerine gösterilen tepki bu boğucu mahalle baskısının sistemdeki, devletteki, iktidar ve siyasi yönelimlerdeki etkisini göstermeye yetmektedir.
Bu sığı siyasettin genişlik isteyen demokratikleşmeye başarmasının güç olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok.
Bu yasakçı zihniyet, ortak ülkemizde birden fazla resmi dil olması bir yana tek resmi dil Türkçe olsa da resmi okullarda anadil eğitimine karşı yasakçı davranması, geride tartışılmaya değer bir şeyin bırakılmayacağı anlamına geliyor.
AMBEDDED MEDYA ARAYIŞI
Demokratik özerklik ve bunun siyasal boyutu bir yana, anadille eğitimi böylesi bir kabalıkla ret etmek, savaşa devam demekten başka anlama gelmez. Başbakanın medya yöneticileriyle yaptığı toplantıda ısrarla “teröre destek istiyoruz” demesinin anlamı, bununla tam bir kesişme halindedir; devlet karar almış, savaşı daha da tırmandıracak, Kürt özgürlük hareketinin haklı talepler için mecbur kaldığı silaha sarılmayı bir biçimde “ezecek”, gerekirse artan oranda sınır içi ve sınır ötesi operasyonlar yapacak medya da bu haberleri tam bir devlet taraflısı olarak vermesi beklenecektir. Malum Embedded journalist (yamanmış gazeteci);yamanmış medya. Mantık budur.
Bu mantık gerçekleri kurban etme mantığıdır.
Medyayı uşak etme çabasıdır. Bu mantığın kökleri “ABD, 1. Dünya savaşında basınla ilişkilerde oluşturduğu “Kamu Enformasyon Komitesi”yle başlar. Kore, Vietnam savaşıyla olgunlaşır İngilizlerin Falkland adaları savaşında resmileşir (savaş gemilerine 29 gazeteci alınır), 2. Körfez savaşında askeri eğitimden geçen 180 yamanmış gazeteci ırak savaşını dünyaya bir gezi edasıyla yapılan itiş kakış olarak yansıtmak ister. Ama gerçeğin öbür yüzü vardı; onu da El cezire TV taşır ve yamanmışlar tarihte olduğu gibi hep yüzleri kara çıkar; savaşın kanlı, işgalci, zalim yüzü ortaya çıkar (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) 9 Şubat 2003 tarihli açıklamasında eleştirdiği yamanmış gazetecilikle ilgili yeni bir sınavla karşı karşıya olduğunu hatırlatırım). Ambedded Medya arayışı içinde olan başbakan gerçekleri kurban etmek istiyor, kızışacak, genişleyip derinleşecek bir savaşın haberini veriyor. Bu kurbanlar arasında anadille eğitimi ilk sıraya alması boşuna değildir.
Gerçekler ise çok farklıdır.
VERGİLER VE ANADİLLE EĞİTİM
Devlet vergilerle var olur. Bu işin bir yanı. Devlet aynı zamanda var etmek istediğini aynı vergileri harcayarak korur. Bu bir dengedir. Adalet bunun doğru ve dengeli dağılımındadır. Tarihte bunu hakkıyla yapan bir devlet yoktur olamaz da. Ancak tüm iktidarlar bunun için çalışır. Bu hakkın doğrudan, hoyratça gasp edildiği bir alan varsa o da sömürgelerdedir, köleliktedir.
Anadilde eğitimle vergiler arasında doğrudan bir bağ bulunuyor. Ülkemizin devleti, halktan aldığı vergilerle resmi bir dili sonuna kadar koruyup kollamakta ve sonsuz olanaklarla beslemek için çırpınmaktadır. Kılıç hakkıdır, kabul.
Ancak devlet vergilerini, sadece resmi dili konuşanlardan almıyor. Tüm anadillerden alıyor. Ama tüm anadillere adilce davranmıyor. Ortaçağların kılıç hakkını sonsuza kadar koruma çabası veriyor bunun içinde tüm anadillerden aldığı vergiyi kullanıyor; silah, teknik bilgi, savaşçı ücretleri,lojistik malzeme vb aynı vergilerle alınıp kendi vatandaşını katletmek için kullanmakta.
Gerçeklerin kurban edildiği böylesine adaletsiz bir süreçte, hangi silahlar susar, hangi kaoslar kimlik bunalımları sona erer? Başbakan önce bu gerçeği düşünsün. Başbakan din zemininde bile amansız bir haksızlık içindedir. İslam dinin en önemli argümanlarından ümmet olgusu, insanlar arasında tanrı indinde takvadan başka bir fark yoktur diyen ayet ve hadislerini hatırlasın.
Vergini gerektiğinde silah zoruyla, zindan tehdidiyle alacaksın ama karşılığında anadille eğitime hayır diyeceksin. Sonra “savaş sona ersin” talebinde bulunacaksın, olmayınca da yamanmış bir medya oluşturmak için yalvar yakar hallere düşeceksin.
Bu mantık asla demokratik olamaz, demokrasi yönünde bir adım bile atamaz. Bu mantık milliyetçidir hep bana rab bana mantığıdır. Tanrıyı bile aldatmaktır.
Bu algı bölücüdür. Çünkü milliyetçidir.
CEMAAT ÜMMET ve ANADİLDE EĞİTİM
AKP ile Cemaat arasındaki güç birliği, demokratikleşme önünde önemli bir engel gibi duruyor. AKP’nin Milli Görüş üzerinden gelen geçmişi, tek boyutlu milliyetçilik sınırlarıyla örülü algılarının da ifadesidir. Bu nokta, AKP ile Cemaatin kesişme noktasıdır. Anadille eğitimin sınırları da burada kendini ele verir.
Cemaat’in provokasyonları, video, ses bandı, fotoğraf vb kanun dışı tehdit araçları, ifşaatları, tek tek kişilere yönelik kirli operasyonlarını bilmeyen yoktur. Ancak Cemaat sadece bu değildir.
Ötesi de var.
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığında, YÖK’te, Orduda, yargıda, poliste değil ama aynı zamanda siyasetin en ücra ve en derin karar merkezinde de yer aldığı her geçen gün belirginleşmektedir. Öyle ki, okyanusların ötesinden gelen mesajlar, siyasetin imamları ve Başbakanın ağzından çıkan keskin ifadelerle de kendini göstermektedir.
Cemaat, dini alet eden bir cürüm örgütü olduğunu önceki yazılırımda yeterince ifade ettim (Bkz. Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabıyla ilgili makaleler http://mirural.blogspot.com/) .
Dini siyasete alet etmek, siyasi ahlaksızlığının bir boyutudur. Din bu yanıyla hiçbir zaman tanrıyla kul arasında kalmamıştır. Ancak kendi parametreleri üzerinden bu aldatmayı yapmaya çalışmıştır. Ümmetçilik önermesi konumuzla ilgili önemli bir kıstastır.
Ümmetçilik, din açısından etnik yapıları aşan bir evrenselliktir. İslam dini lokal olmaktan çıktığı an etnik farklılıkları aşarak ümmetçi bir boyut almıştır. Dini siyasete alet edenler bu argümanı çok kullanmıştır. Özellikle, İslam Arap imparatorlukları döneminde ve sonra başka etnik yapıların elinde böylesi bir işlev görmüştür.
Farklı etnik dokuların olduğu Anadolu’da İslam, bin yıldır “birleştirici çimento” olarak işlev görmesi için çalışılmıştır. 20 yy dar ulusçu süreçlerden sıyrıldıkça, İslam bir kez daha bu rol için kolları sıvamıştır. Lozan’da bile Kürtler azınlık olarak sayılmamış, çoğunluk olan İslam’ın bir unsuru olarak gösterilmeye çalışılmıştı.
Kürtlerin İslami inançların her zaman bir araç olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin dini araç olarak kullanan çabaları ise hala hatırlardadır. Ülkemizin bu günkü en önemli sorunu olan Kürt sorununda din pervasızca alet edilmek üzere sahneye indirilmiştir. Bu sahada Milli Görüş ve Cemaat omuz omuza olmuştur. İki eğilim birleştiren tek boyut ise milliyetçiliktir.
Cemaat’ın bunun da ötesinde bir boyutu bulunuyor.
Cemaat dini en çirkin şekille istismar eden dış bağlarıyla cürüm örgütü olduğu kadar bir işbirlikçi şebekedir.
Cemaat, Liderinin ısrarla vurguladığı gibi “tüm dinlere yakındır”. “Dinler arası diyalog” diye dile getirdiği önermeler, Amerika merkezli komünizme karşı soğuk savaş deneklerinin bir uzantısıdır. Sovyetleri yeşil kuşakla (İslam inancı taşıyan topluluklarla) kuşatma teorisinin Türkiye ayağı olarak şekillenmiştir.
Amerika’nın Rusya büyükelçisi (Kasım 1933 - Mayıs1936) William Christian Bullitt’in, 1946’da yayımlanan “The Great Globe İtself” başlıklı kitabıyla soğuk savaşın teorisyenliğini yaptığı kesit, 1945 sonrası “dinler arası diyalog” adıyla Evangalist Dr. Frank Buchman önderliğinde “Manevi Seferberlik” akımının de yükseltildiği kesittir. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası tüm hızıyla ülkemizde de kendi çevresini yaratmıştır.
Arusi şeyhliğini Küçük Hüseyin Efendi’den devralan Emekli Deniz Binbaşısı Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin öncülüğünde, asker ve bürokratlar arasında “dinler arası diyalog”, “manevi seferberlik” adı altında anti-komünizm çabalarını yükseltmiştir. Bu çabalarda o günün çok önemli isimleri de etkin olarak yer almıştır ( Türkiye’nin ABD Büyük Elçisi Munir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak vb).
Arusi şeyhi F. Mardin ile Evangelist Dr. Buchman arasında güçlenen dostluk, Şubat 1949’da İsviçre’deki manevi seferberlik şatosundaki toplantıyla taçlanmıştır. Bu süreç Türkiye sahasındaki çalışmalara dinamik katmış, siyasi, eğitim, kültürel girişimler (CHP önderliğinde bir seferberlik olarak başlatılan bu süreçte okullarda din dersinin okutulması onaylanmıştır 1947. 1926’da 677 sayılı yasayla kapatılan tekke ve zaviyelerin yeniden ziyarete açılması 1 Mart 1950’de TBMM’den geçirilerek yasalaştırılmıştır) bunlar yanı sıra ve Türkiye’nin bölgemizde ve dünyada NATO elinde oynadığı rollerin giriş kapısını oluşturmuştur.
Din, siyaset, savaş, soğuk savaş, mezhep, dinler arası diyalog, manevi seferberlik, casusluk, yeşil kuşak gibi bin bir ad altında dünya çapında ABD’ önderliğinde yürütülen faaliyetlerin bir ucunda Komünizmle Mücadele Dernekleri idi.
1963’lerde Türkiye ayağı kurulan bu derneklerin 1965’ta ülke çapında genişlemesinde Erzurum ili şubesi yönetiminde de Fethullah Gülen’i görüyoruz.
Buradan koşmaya başladı Fethullah Gülen. Önemli zikzaklardan geçip, riskler atlatılarak Cemaat olma aşamasına sabırla geldiler. Bu sabrın tanrı ya da dinle alakalı olmadığını seyri seferindeki her gelişmede görmek zor değildir.
Cemaat, Amerikan çıkarları ve ona atfedilen dini önderlik, kurtarıcılık fonksiyonu roller oynar. Buna ülkemize en yakın tehlike olarak görülen Sovyet sistemine karşı mücadele ve ilkel milliyetçiliği eklediğimizde Cemaat’ın temel eğilimini ortaya çıkarmamız zor olmayacaktır. Konumuzla ilgili olarak belirlemesi yapılması gereken İlginç unsur, Cemaat’in tüm söylemlerine, ilk özel Kürtçe TV yayınlarına (Saman Yolu TV’nin Kürtçe yayını DÜNYA TV) rağmen, takiyecidir. Gerçekte ise hiçbir zaman ümmetçi olmamıştır. Kürt halkının özgürlük taleplerine, en basitinden bir anadille eğitim hakkı taleplerine karşı da çirkin bir milliyetçilikle saldıran Cemaatin kendisidir.
Oysa İslam ümmetçidir. Kendine ait parametreleri olan bir “ümmet” savunusu içindedir. Hiçbir etnik topluluğu öncü saymaz. Teorik olarak bu böyledir. Arap ile fars arasında takvadan başka bir fark yoktur diyen Hz. Muhhamed, farklılıkları bir ümmet olarak birleştirdiği iddiasındadır. Cemaat’ın böyle bir ideali, böyle bir programı, böyle bir hedefi hiç olmamıştır.
Daha da gerilere gidecek olarsak Saidi Nursi’nin I. Dünya savaşı öncesi ve sonrası süren Almancılığı (Osmanlı’nın Almanlarla birlikte savaşa katılımını ilanı olan padişahın “Cihat Çağrısı” fetvasının yazarı da Saadi Nursi’dir), aynı ekolün II. dünya savaşı sonrası dünyanın tüm din bezirganları gibi Sovyet tehlikesi adı altındaki aldatmacanın kuklası haline gelen Türkiyeli tarikat şeyhleri ve onların düşünsel devamı Fethullahçılar da bu sürecin bir parçası olmuşlardı.
İslam ümmeti, Cemaatin asla içine sindiremediği bir dini parametredir. Cemaattin derdi ırkçılıktır – milliyetçiliktir.
Cemaatçileri aşırı dincilikle, ümmetçilikle suçlayanlara karşı gösterdikleri refleks, Kıpti misali sirkatini itiraf eder; “Vietnam’da da Işık evleri kuruyoruz orada ne İslam ne Müslüman var”.
Bu çok doğrudur. Bu cevap bir kez daha ve açıkça Cemaatin milliyetçi olduğunu ve bu zemin üzerinden kültür yayılması ve dünyanın her köşesinde Amerikan yandaşlığıyla ilintili bin bir görev ve sorumluluk altında olduğunu ilandır. Cemaat ümmetçi söylemi sadece egemen tek boyutlu milliyetçiliğin hizmetinde olan farklılıklar için muteber sayar.
Cemaat milliyetçidir.
AKP’nin derin devleti Cemaattir. Siyasete de yön verme çabasındadır.
Siyasetin yönlendirilmesinde “okyanusun ötelerinden gelen destek” esasında ülkemiz içinde oynanmak istenen kanlı iç savaşın da zemini gibidir. Her türden demokratikleşmeye sadece tek millet algısıyla yaklaşan, dinler arası diyaloga Anadolu halkları ve kültürleri arasındaki diyaloga yasak getiren algı, böylesi bir algıdır. Bu algı okyanus ötesini bir tusunami gibi ülkemize dökmek isteyen çabaların bileşkesidir.
Cemaat’in Kürt bölgesindeki çabalarını yakından izleyenler bu yöndeki tehlikenin boyutunu da bilirler.
Bu açıdan baktığımızda AKP’nin demokratik açılım sınırları da belirmiş olur; bu da Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğidir.
Başbakan anadille eğitim yoktur yönündeki iddialı ve keskin söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir. Sorunda bunun anlaşılmamasında yatmaktadır.
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavin’in, Filistin içinde geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu kendi ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
Tarihin tüm deneyleri bu gerçeğe işaret eder. Bu nedenle kimse kimseyi aldatmasın.
Anadille eğitim hakkı, ne resmi dil talebidir ne de ayrılıkçı bir içeriğe sahiptir; tersine doğal olana, dengeli olana barışa ve birliğe atılacak küçük bir adımdan ibarettir.
Türkiye’nin siyasal statüleri bunu omuzlayacak genişlikte değilse, akil siyasal liderler de bulunmuyorsa, her gecenin bir sabahı vardır diyeceğim.
Türk halkı, diğer halklar gibi akil liderler yaratabilecek bir halk olduğuna kesinlikle inanıyorum.
25 Eylül 2010
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz. Kaldı ki,
AKP’nin demokratik açılım sınırları, Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğinin musalla taşında bir mevtadır.
Başbakanın, “kimse anadille eğitim beklemesin” söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavi’nin, Filistin için de geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
***
Başbakan son noktayı koydu “kimse anadille eğitim beklemesin”.
24 Eylül 2010 tarihli (dün) bu açıklama, 2011 seçimleri ardından yapılması tasarlanan “yeni ve daha demokratik anayasanın” nasıl bir anayasa olacağına da önemli bir gönderme olmuştur.
12 Eylül referandumunda onaylanarak çıkan anayasa, 82 anayasasının 17.kez değiştirilmiş hali için doğarken ölecektir demiştik. Öyle olduğu referandumu kazanan iktidar tarafından yeni anayasa müjdesiyle dile getirilmiş oldu.
82 anayasası bir darbe anayasasıdır.17 kez değiştirilmiş olsa da yaşamaya devam ediyor. Kanunların eskiye dönük çalışmayacağı ilkesiyle darbecileri ancak bundan sonra darbe yapmak isterlerse yargılama olanağı tanıyor: Ama öncekileri yapanın yanında kar olarak bırakıyor. Bundan sonra da kaç kez değiştirilirse değiştirilsin 82 anayasasının temel parametreleri olduğu gibi kaldıkça demokrasiyle uzak yakın bir ilişiği olmayacaktır. Tümüyle yeni bir anayasa gerek. Parametreleri farklı bir anayasa, önceki tüm anayasaların ortak böleni olan tek milletli dayatma ve ona ait dayatmalara son verilmedikçe, gerçek bir demokratik anayasa oluşturulduğu iddiası hep maniplasyon olacaktır.
82 anayasasının değişmeyen çok az maddesi kalmıştı. 7 Kasımda halkoyuna sunulup, 9 Kasım 1982 de yürürlüğe giren 177 maddeli 82 anayasasının değişmeyen maddelerini tanımlayacak en önemli cümle “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”(82 anayasası 4. Madde) diye işaret edilen 4 maddesindeki cümledir. Sadece 82 anayasasının değil ama aynı zamanda önceki tüm anayasaların temeli olan bu cümle ülkemizin temel sorunu olarak dünden bu güne gelmiştir. Ülkemiz statülerinin tutuculuğu da buradan beslenmektedir.
12 Eylül referandumuna giderken yazdığımız tüm makalelerde ana vurgumuz bunun üzerine olmuştur.
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz diye belirleme yaptık.
Başbakanın yeni anayasa önerisinin bu zeminde sınanacağını da belirlemiştik.
Zurnanı son deliği, toplumsal ilerlememizin kırılma noktası, fay hattı tas tamam budur.
ANAYASALAR
Anayasayı gerici kılan, yaşam alanı olarak paylaştığımız ülkenin tıkanmalarına yol açan, kimlik bunalımlarının, kaos ve savaş ortamının temel kaynağı olarak bu maddeleri tanımlamak abartılı olmayacaktır. Akılların dumura uğradığı yer de tas tamam burasıdır.
Burası farklılıkların ötekileştirildiği yerdir.
Burası farklılıkların anayasal güvencede tanımlanmaması ve haklarının verilmemesi nedeniyle tanınmadığı yerdir. Bu bir ülkenin handikabıdır. Tarihle yüzleşmesi önündeki en büyük engeldir. Anayasa bir sonuçtur, ama bu sonucu aşmak için altta gerçekleşmesi gereken değişimler kendini anayasada tanımlarlar. Anayasada tanımlanmamış unsurları hiçbir yasa ya da idari karar güvenli bir hakka sahip kılamaz. ülkemizin tıkanışında anti demokratik anayasaların rolü burada anlamlı hale gelir.
Tek dil, tek bayrak diye önceki yüzyıldan arta kalan ilkel milliyetçiliğin, Hitler ve Mussolini’den arata kalan bakiyeleri miras edinmiş algılar statülerin devamında hala ısrarlıdırlar. Başbakanın ”Kimse anadille eğitim beklemesin” demesinin tek bir anlamı var o da budur; tek boyutlu milliyetçi bakıştır. Bu bakış dinin ümmet bakışını da ayaklar altına alan bir yaklaşımdır.
Anayasalar bir sonuçtur.
Sorunların kaynağı gibi görünmeleri gerçekte, sorunun sonuçları olmalarındandır.
Anayasalar bir ülkenin verili tüm koşullarının yansımasıdır. Statülerin esiri olmuş bir ülkede anayasalar bu esaretin zinciri olarak işlev görürler. Tekçi zihniyet kendini bu haliyle ifade ederken, farklılıkları yok saymaya ve onları bir biçimde sindirip yok etmeye yönelir. 1930ların ilkel milliyetçiğinden bu güne taşınan tek boyutlu ilkel milliyetçi maddeler, gerçek anlamda bir demokratikleşmenin önünde engel olarak belirir; siyasilerin aldatıcı demokratik açılım söylemlerini komik birer aldatma çabası olarak sergileyen gerçekte buradadır.
Ülkemizin önünü açabilecek gerçekçi çözümün ilk adımını oluşturacak demokratik bir anayasa inşası referandum konusu olmanın çok ötesindedir. Bir toplum sözleşmesi, bir toplu uyum ve onaya mazhar anayasa için geniş ölçekli bir katılımla yazım gereklidir. Sağlıklı ve özgür bir ortamda diyalog ve tartışma gereklidir. Esasında bunun önemli bir kısmı yapılmıştır da. Eksik olan iktidarların siyasi iradesidir. Statüler altında ezilmeleri nedeniyle halklarımızın gerçekçi taleplerinden korkmalarıdır. Bu korkuya, siyasilerin derin milliyetçi etkiler altında, siyaseti sokakların kararına bağlayan sığlıkları yol açmaktadır. Bu yüzden çok demokratik gibi görülen söylemler farklılıkların haklarına gelince tökezlemektedir.
Anadille eğitim bu açıdan bir kırılma noktası olarak görülmekte.
Oysa hakların en doğalı ve en basiti bu noktadır. Burada kırılanların demokratik özerklik konusunda, atomlarına ayrılma sendromu yaşamaları kaçınılmaz olacaktır; savaşların, gerginliklerin, provokasyonların tek nedeni de bu haldir.
SORUN ANADİLLE EĞİTM DEĞİLDİR
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Olayı ortaya böylesine kabalıkla koymak isteyenlerin amacı, hak kazanımının önünü kesmektir. Anadille eğitim, resmi dil yanı sıra, tercihli olarak resmi okullarda okutulup öğretilmesi gerekliliğine işaret eder; gereklilik ise vatandaşlık bağlarıyla bağlı olanların devleti var eden temel gelir kaynağı olan vergi mükellefi olmalarıdır. Devlete veren ondan alır, ondan ister. Aksi bir algı, devleti malum baskı aracı konumu yanı sıra haraç alan bir kurum haline getirir ki bunun adı kaba zorbalıktır. Çağdaş devlet standartlarında böyle bir ölçü olamaz.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Sorun anadil sorunu da değildir. Sorun, varlığı bir biçimde inkar edilmeye devam eden farklı etnik toplumların varlığıdır: bu da sadece Kürtlerle ilgili değildir. Sorunun temeli budur. Böyle olunca anadille eğitim hakkı gerçekçi özgürlük ve demokrasi taleplerinin çıtası çok daha yüksek olacaktır; en düşük talebi bile böylesine kaba ve hoyratça ret edenlerin ülkemizin sorunlarına demokratik çözüm üretme kapasitelerini olduğunu iddia etmek çok safça bir şeydir.
İstediğimiz kadar başımızı kuma gömelim, ülkemiz mozaiğinin sorunlarına çözüm demokratik bir özerkliğin ikamesinden geçmeye mahkumdur. Demokratik özerklik yaşadığımız coğrafyanın tarihi, kültürel, etnik, inançsal yapısın en uygun, barış içinde bir arada yaşama konseptidir.
Bu konsept siyasi içeriklidir. Biçimsel olarak farklı örneklerini dünyanın birçok ülkesinde barışı bir biçimde getirebilmiştir. Demokratik özerklik merkezden bölünmek değil merkezi yörüngeyi kaybetmeden, yerelde siyasal var oluş ve sorunların çözümü için yetkidir. Bu tür yapılanmalar İspanya, İrlanda, Cebeli Tarık gibi örneklerle ya da ülkemize özgü bir biçim alarak oluşurlar. Ancak böylesi bir adım için iradi hazırlığın belli bir olgunluğa gelmiş olması gerek. İradi hazırlık ise statülere mahkum iktidarların aklı selime yükselmeleriyle mümkündür.
Farklı ve özgün yanıyla, her bölgede yerel parlamentoların kendi bölgelerinin kültürel, ekonomik işlerini yönlendirebilme özerkliği bunun ilk adımdır. Böylesi bir adımın doğal olarak farklı kültür ve dilleri eğitimin temel unsuru yaparak ilerler. Kılıç darbesi gibi birden değil kuşakların da eğitilmesiyle oluşacak bu evrim, her türden milliyetçi ön yargı ve refleksi de zamanın ağır çarkları içinde eritebilir; Balkanlar ve Ortadoğu halkları Osmanlı’da haklarını alamadığı zaman bağımsızlığa kadar gitmesine karşın, bu gün o toprakların Türkiye’ye yeniden bağlanması gerektiğini savunacak aklıselim olabilir mi?
Dünün İttihat ve Terakki’si tek boyutlu ilkel milliyetçiliğiyle Sevr’e kadar uzanmasını hatırladığımızda, bu gün nasıl bir genişlik içinde olmamız gerektiğini de yeterince bilince çıkarmış oluruz. Bu, ulusların kendi kaderini belirleme hakkını göz ardı etmeksizin ele alınması gereken bir yaklaşım olmalıdır.
Bölgenin etnik, inanç ve kültürel dokusunu güçlendirmek yükseltmek, insanlığa açarak küresel ilişkiler ağı içinde kendi orijinalitesiyle bir yer edinmek için kararlar almasının önünü açmak gerek. Bu gibi önermelere eklenecek birçok unsur daha bulunabilir. Sorun, önermenin derli toplu, bir konsept içinde ortaya konmasıdır. Önermeler uygulanabilir bir program haline gelebilmelidir. Bunun için de temel dayanak korkusuzca diyalog ve konuyla ilgili tartışmaların başlamasıdır.
Böylesi ileri önermeler, “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” yasakçılığıyla bir adım ileri gidilemez.
Ülkemiz siyasi oyalamaların ülkesidir. Tantanalı başlıklarla işe koyulup, kısa sürede sulandırarak çözüm bekleyen en acil sorunları mezara gömen bir siyasal yaklaşım içindedir. Bu koşulda demokratik açılımın kökleşmesi mümkün değildir. Basit adımlar bile ilk anda kırılıyor. Tarafların karşılıklı güveni için gerekli olan ilk adımlar aynı anda çözülüyor, dağılıp buharlaşıyor.
Başbakanın Almanya’daki konuşmasında “kimse Anadille eğitimi bizden beklemesin” diye kestirip atması, dünüyle bu günüyle ortaya konan tüm demokratik açılım söylemlerinin kof ve aldatmaca üzerine kurulmuş söylemler olduğunu göstermeye yeterlidir. Referandum döneminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanlışlıkla “genel af”tan söz etmesi üzerine gösterilen tepki bu boğucu mahalle baskısının sistemdeki, devletteki, iktidar ve siyasi yönelimlerdeki etkisini göstermeye yetmektedir.
Bu sığı siyasettin genişlik isteyen demokratikleşmeye başarmasının güç olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok.
Bu yasakçı zihniyet, ortak ülkemizde birden fazla resmi dil olması bir yana tek resmi dil Türkçe olsa da resmi okullarda anadil eğitimine karşı yasakçı davranması, geride tartışılmaya değer bir şeyin bırakılmayacağı anlamına geliyor.
AMBEDDED MEDYA ARAYIŞI
Demokratik özerklik ve bunun siyasal boyutu bir yana, anadille eğitimi böylesi bir kabalıkla ret etmek, savaşa devam demekten başka anlama gelmez. Başbakanın medya yöneticileriyle yaptığı toplantıda ısrarla “teröre destek istiyoruz” demesinin anlamı, bununla tam bir kesişme halindedir; devlet karar almış, savaşı daha da tırmandıracak, Kürt özgürlük hareketinin haklı talepler için mecbur kaldığı silaha sarılmayı bir biçimde “ezecek”, gerekirse artan oranda sınır içi ve sınır ötesi operasyonlar yapacak medya da bu haberleri tam bir devlet taraflısı olarak vermesi beklenecektir. Malum Embedded journalist (yamanmış gazeteci);yamanmış medya. Mantık budur.
Bu mantık gerçekleri kurban etme mantığıdır.
Medyayı uşak etme çabasıdır. Bu mantığın kökleri “ABD, 1. Dünya savaşında basınla ilişkilerde oluşturduğu “Kamu Enformasyon Komitesi”yle başlar. Kore, Vietnam savaşıyla olgunlaşır İngilizlerin Falkland adaları savaşında resmileşir (savaş gemilerine 29 gazeteci alınır), 2. Körfez savaşında askeri eğitimden geçen 180 yamanmış gazeteci ırak savaşını dünyaya bir gezi edasıyla yapılan itiş kakış olarak yansıtmak ister. Ama gerçeğin öbür yüzü vardı; onu da El cezire TV taşır ve yamanmışlar tarihte olduğu gibi hep yüzleri kara çıkar; savaşın kanlı, işgalci, zalim yüzü ortaya çıkar (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) 9 Şubat 2003 tarihli açıklamasında eleştirdiği yamanmış gazetecilikle ilgili yeni bir sınavla karşı karşıya olduğunu hatırlatırım). Ambedded Medya arayışı içinde olan başbakan gerçekleri kurban etmek istiyor, kızışacak, genişleyip derinleşecek bir savaşın haberini veriyor. Bu kurbanlar arasında anadille eğitimi ilk sıraya alması boşuna değildir.
Gerçekler ise çok farklıdır.
VERGİLER VE ANADİLLE EĞİTİM
Devlet vergilerle var olur. Bu işin bir yanı. Devlet aynı zamanda var etmek istediğini aynı vergileri harcayarak korur. Bu bir dengedir. Adalet bunun doğru ve dengeli dağılımındadır. Tarihte bunu hakkıyla yapan bir devlet yoktur olamaz da. Ancak tüm iktidarlar bunun için çalışır. Bu hakkın doğrudan, hoyratça gasp edildiği bir alan varsa o da sömürgelerdedir, köleliktedir.
Anadilde eğitimle vergiler arasında doğrudan bir bağ bulunuyor. Ülkemizin devleti, halktan aldığı vergilerle resmi bir dili sonuna kadar koruyup kollamakta ve sonsuz olanaklarla beslemek için çırpınmaktadır. Kılıç hakkıdır, kabul.
Ancak devlet vergilerini, sadece resmi dili konuşanlardan almıyor. Tüm anadillerden alıyor. Ama tüm anadillere adilce davranmıyor. Ortaçağların kılıç hakkını sonsuza kadar koruma çabası veriyor bunun içinde tüm anadillerden aldığı vergiyi kullanıyor; silah, teknik bilgi, savaşçı ücretleri,lojistik malzeme vb aynı vergilerle alınıp kendi vatandaşını katletmek için kullanmakta.
Gerçeklerin kurban edildiği böylesine adaletsiz bir süreçte, hangi silahlar susar, hangi kaoslar kimlik bunalımları sona erer? Başbakan önce bu gerçeği düşünsün. Başbakan din zemininde bile amansız bir haksızlık içindedir. İslam dinin en önemli argümanlarından ümmet olgusu, insanlar arasında tanrı indinde takvadan başka bir fark yoktur diyen ayet ve hadislerini hatırlasın.
Vergini gerektiğinde silah zoruyla, zindan tehdidiyle alacaksın ama karşılığında anadille eğitime hayır diyeceksin. Sonra “savaş sona ersin” talebinde bulunacaksın, olmayınca da yamanmış bir medya oluşturmak için yalvar yakar hallere düşeceksin.
Bu mantık asla demokratik olamaz, demokrasi yönünde bir adım bile atamaz. Bu mantık milliyetçidir hep bana rab bana mantığıdır. Tanrıyı bile aldatmaktır.
Bu algı bölücüdür. Çünkü milliyetçidir.
CEMAAT ÜMMET ve ANADİLDE EĞİTİM
AKP ile Cemaat arasındaki güç birliği, demokratikleşme önünde önemli bir engel gibi duruyor. AKP’nin Milli Görüş üzerinden gelen geçmişi, tek boyutlu milliyetçilik sınırlarıyla örülü algılarının da ifadesidir. Bu nokta, AKP ile Cemaatin kesişme noktasıdır. Anadille eğitimin sınırları da burada kendini ele verir.
Cemaat’in provokasyonları, video, ses bandı, fotoğraf vb kanun dışı tehdit araçları, ifşaatları, tek tek kişilere yönelik kirli operasyonlarını bilmeyen yoktur. Ancak Cemaat sadece bu değildir.
Ötesi de var.
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığında, YÖK’te, Orduda, yargıda, poliste değil ama aynı zamanda siyasetin en ücra ve en derin karar merkezinde de yer aldığı her geçen gün belirginleşmektedir. Öyle ki, okyanusların ötesinden gelen mesajlar, siyasetin imamları ve Başbakanın ağzından çıkan keskin ifadelerle de kendini göstermektedir.
Cemaat, dini alet eden bir cürüm örgütü olduğunu önceki yazılırımda yeterince ifade ettim (Bkz. Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabıyla ilgili makaleler http://mirural.blogspot.com/) .
Dini siyasete alet etmek, siyasi ahlaksızlığının bir boyutudur. Din bu yanıyla hiçbir zaman tanrıyla kul arasında kalmamıştır. Ancak kendi parametreleri üzerinden bu aldatmayı yapmaya çalışmıştır. Ümmetçilik önermesi konumuzla ilgili önemli bir kıstastır.
Ümmetçilik, din açısından etnik yapıları aşan bir evrenselliktir. İslam dini lokal olmaktan çıktığı an etnik farklılıkları aşarak ümmetçi bir boyut almıştır. Dini siyasete alet edenler bu argümanı çok kullanmıştır. Özellikle, İslam Arap imparatorlukları döneminde ve sonra başka etnik yapıların elinde böylesi bir işlev görmüştür.
Farklı etnik dokuların olduğu Anadolu’da İslam, bin yıldır “birleştirici çimento” olarak işlev görmesi için çalışılmıştır. 20 yy dar ulusçu süreçlerden sıyrıldıkça, İslam bir kez daha bu rol için kolları sıvamıştır. Lozan’da bile Kürtler azınlık olarak sayılmamış, çoğunluk olan İslam’ın bir unsuru olarak gösterilmeye çalışılmıştı.
Kürtlerin İslami inançların her zaman bir araç olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin dini araç olarak kullanan çabaları ise hala hatırlardadır. Ülkemizin bu günkü en önemli sorunu olan Kürt sorununda din pervasızca alet edilmek üzere sahneye indirilmiştir. Bu sahada Milli Görüş ve Cemaat omuz omuza olmuştur. İki eğilim birleştiren tek boyut ise milliyetçiliktir.
Cemaat’ın bunun da ötesinde bir boyutu bulunuyor.
Cemaat dini en çirkin şekille istismar eden dış bağlarıyla cürüm örgütü olduğu kadar bir işbirlikçi şebekedir.
Cemaat, Liderinin ısrarla vurguladığı gibi “tüm dinlere yakındır”. “Dinler arası diyalog” diye dile getirdiği önermeler, Amerika merkezli komünizme karşı soğuk savaş deneklerinin bir uzantısıdır. Sovyetleri yeşil kuşakla (İslam inancı taşıyan topluluklarla) kuşatma teorisinin Türkiye ayağı olarak şekillenmiştir.
Amerika’nın Rusya büyükelçisi (Kasım 1933 - Mayıs1936) William Christian Bullitt’in, 1946’da yayımlanan “The Great Globe İtself” başlıklı kitabıyla soğuk savaşın teorisyenliğini yaptığı kesit, 1945 sonrası “dinler arası diyalog” adıyla Evangalist Dr. Frank Buchman önderliğinde “Manevi Seferberlik” akımının de yükseltildiği kesittir. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası tüm hızıyla ülkemizde de kendi çevresini yaratmıştır.
Arusi şeyhliğini Küçük Hüseyin Efendi’den devralan Emekli Deniz Binbaşısı Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin öncülüğünde, asker ve bürokratlar arasında “dinler arası diyalog”, “manevi seferberlik” adı altında anti-komünizm çabalarını yükseltmiştir. Bu çabalarda o günün çok önemli isimleri de etkin olarak yer almıştır ( Türkiye’nin ABD Büyük Elçisi Munir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak vb).
Arusi şeyhi F. Mardin ile Evangelist Dr. Buchman arasında güçlenen dostluk, Şubat 1949’da İsviçre’deki manevi seferberlik şatosundaki toplantıyla taçlanmıştır. Bu süreç Türkiye sahasındaki çalışmalara dinamik katmış, siyasi, eğitim, kültürel girişimler (CHP önderliğinde bir seferberlik olarak başlatılan bu süreçte okullarda din dersinin okutulması onaylanmıştır 1947. 1926’da 677 sayılı yasayla kapatılan tekke ve zaviyelerin yeniden ziyarete açılması 1 Mart 1950’de TBMM’den geçirilerek yasalaştırılmıştır) bunlar yanı sıra ve Türkiye’nin bölgemizde ve dünyada NATO elinde oynadığı rollerin giriş kapısını oluşturmuştur.
Din, siyaset, savaş, soğuk savaş, mezhep, dinler arası diyalog, manevi seferberlik, casusluk, yeşil kuşak gibi bin bir ad altında dünya çapında ABD’ önderliğinde yürütülen faaliyetlerin bir ucunda Komünizmle Mücadele Dernekleri idi.
1963’lerde Türkiye ayağı kurulan bu derneklerin 1965’ta ülke çapında genişlemesinde Erzurum ili şubesi yönetiminde de Fethullah Gülen’i görüyoruz.
Buradan koşmaya başladı Fethullah Gülen. Önemli zikzaklardan geçip, riskler atlatılarak Cemaat olma aşamasına sabırla geldiler. Bu sabrın tanrı ya da dinle alakalı olmadığını seyri seferindeki her gelişmede görmek zor değildir.
Cemaat, Amerikan çıkarları ve ona atfedilen dini önderlik, kurtarıcılık fonksiyonu roller oynar. Buna ülkemize en yakın tehlike olarak görülen Sovyet sistemine karşı mücadele ve ilkel milliyetçiliği eklediğimizde Cemaat’ın temel eğilimini ortaya çıkarmamız zor olmayacaktır. Konumuzla ilgili olarak belirlemesi yapılması gereken İlginç unsur, Cemaat’in tüm söylemlerine, ilk özel Kürtçe TV yayınlarına (Saman Yolu TV’nin Kürtçe yayını DÜNYA TV) rağmen, takiyecidir. Gerçekte ise hiçbir zaman ümmetçi olmamıştır. Kürt halkının özgürlük taleplerine, en basitinden bir anadille eğitim hakkı taleplerine karşı da çirkin bir milliyetçilikle saldıran Cemaatin kendisidir.
Oysa İslam ümmetçidir. Kendine ait parametreleri olan bir “ümmet” savunusu içindedir. Hiçbir etnik topluluğu öncü saymaz. Teorik olarak bu böyledir. Arap ile fars arasında takvadan başka bir fark yoktur diyen Hz. Muhhamed, farklılıkları bir ümmet olarak birleştirdiği iddiasındadır. Cemaat’ın böyle bir ideali, böyle bir programı, böyle bir hedefi hiç olmamıştır.
Daha da gerilere gidecek olarsak Saidi Nursi’nin I. Dünya savaşı öncesi ve sonrası süren Almancılığı (Osmanlı’nın Almanlarla birlikte savaşa katılımını ilanı olan padişahın “Cihat Çağrısı” fetvasının yazarı da Saadi Nursi’dir), aynı ekolün II. dünya savaşı sonrası dünyanın tüm din bezirganları gibi Sovyet tehlikesi adı altındaki aldatmacanın kuklası haline gelen Türkiyeli tarikat şeyhleri ve onların düşünsel devamı Fethullahçılar da bu sürecin bir parçası olmuşlardı.
İslam ümmeti, Cemaatin asla içine sindiremediği bir dini parametredir. Cemaattin derdi ırkçılıktır – milliyetçiliktir.
Cemaatçileri aşırı dincilikle, ümmetçilikle suçlayanlara karşı gösterdikleri refleks, Kıpti misali sirkatini itiraf eder; “Vietnam’da da Işık evleri kuruyoruz orada ne İslam ne Müslüman var”.
Bu çok doğrudur. Bu cevap bir kez daha ve açıkça Cemaatin milliyetçi olduğunu ve bu zemin üzerinden kültür yayılması ve dünyanın her köşesinde Amerikan yandaşlığıyla ilintili bin bir görev ve sorumluluk altında olduğunu ilandır. Cemaat ümmetçi söylemi sadece egemen tek boyutlu milliyetçiliğin hizmetinde olan farklılıklar için muteber sayar.
Cemaat milliyetçidir.
AKP’nin derin devleti Cemaattir. Siyasete de yön verme çabasındadır.
Siyasetin yönlendirilmesinde “okyanusun ötelerinden gelen destek” esasında ülkemiz içinde oynanmak istenen kanlı iç savaşın da zemini gibidir. Her türden demokratikleşmeye sadece tek millet algısıyla yaklaşan, dinler arası diyaloga Anadolu halkları ve kültürleri arasındaki diyaloga yasak getiren algı, böylesi bir algıdır. Bu algı okyanus ötesini bir tusunami gibi ülkemize dökmek isteyen çabaların bileşkesidir.
Cemaat’in Kürt bölgesindeki çabalarını yakından izleyenler bu yöndeki tehlikenin boyutunu da bilirler.
Bu açıdan baktığımızda AKP’nin demokratik açılım sınırları da belirmiş olur; bu da Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğidir.
Başbakan anadille eğitim yoktur yönündeki iddialı ve keskin söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir. Sorunda bunun anlaşılmamasında yatmaktadır.
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavin’in, Filistin içinde geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu kendi ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
Tarihin tüm deneyleri bu gerçeğe işaret eder. Bu nedenle kimse kimseyi aldatmasın.
Anadille eğitim hakkı, ne resmi dil talebidir ne de ayrılıkçı bir içeriğe sahiptir; tersine doğal olana, dengeli olana barışa ve birliğe atılacak küçük bir adımdan ibarettir.
Türkiye’nin siyasal statüleri bunu omuzlayacak genişlikte değilse, akil siyasal liderler de bulunmuyorsa, her gecenin bir sabahı vardır diyeceğim.
Türk halkı, diğer halklar gibi akil liderler yaratabilecek bir halk olduğuna kesinlikle inanıyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder