20 Eylül 2010 Pazartesi
ANADOLU CUMHURİYETİ
Mihrac Ural
19 Eylül 2010
Anadolu adına takılmadan, içerdiği birleştirici ve barışçıl amaca bakarak bu sorunla ilgili olalım.
Tüm veriler, haklı taleplerimizin er ya da geç bu cumhuriyetin Demokratik Özerklik seçenekleri içinde şekilleneceğini göstermektedir. Ya da bölüneme bir kader gibi gelip yerleşecektir.
Bölünmemek, barış içinde bir arada yaşamak, bir veba olan milliyetçiliğin ortak değerlerimizi tahrip etmesine karşı durmak, bu vebanın AKP’nin derin devleti “cemaat” eli ve İttihatçı aklıyla kazanılabilecek demokratik değerleri hepimizin başına yıkma çabasını engellemek için en kestirme yoldan bu Cumhuriyete akalım
On yıllar önce Anadoluluk bilinciyle ilgili belirlemeler yaptım. Bunun da ötesine geçerek, “Anadolu Halklar Kongresi” önerisi ortaya koydum. Bunu Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC 1982) toplantılarında da dile getirdim. Ülkemizin siyasal sorunlarından çıkışı için, böylesi bir kongrenin zorunlu bir durak olduğunu ifade ettim.
Bunlara Dostum Sayın A.Öcalan’la birlikte geçirdiğimiz 18 yıllık sürgün sürecinin her kesitinde uzun uzun sohbet ettik.
Daha önce yazdım, dünyanın hiçbir ulusal kurtuluş hareketi Kürt özgürlük hareketi kadar milliyetçilikten ve bölücülükten uzak olmamıştır. Bunun öncelikli nedeni Kürt özgürlük hareketi önderliğidir. Tanıdığım tüm PKK liderleri başta da Başkan Öcalan, milliyetçiliğe karşı tavır alan devrimci ve demokrat insanlardı; onlar da Kürt hareketinin geçmişi üzerinde oradan beslenerek bu güne gelmişlerdi. Bire bir yoğun ilişki içinde olduğum Cemil Bayık, Murat Karayılan ve diğerleriyle yaşadığımız ortak eylem ve siyasal sohbet ve toplantılarda istisnasız bu gerçeği gördüm.
Bu gün dünyanın en güçlü ulusal kurtuluş hareketlerinden birini örgütleyen bu insanların başarısını da milliyetçilikten uzak olmalarına bağlayacağım. Bundan dolayı da son 200 yıllık tarihinde insanlığın uğradığı en acımasız kıyımlara rağmen, ortak ülke söylemi etrafında barış içinde bir arada yaşama eğilimi içindeki Kürt halkının ve siyasi liderliğinin ortaya koyduğu önermeler farklılıklar adına birleştirici öneriler olmuştur. Kürt halkının provokasyonlara karşı direnmesi, iç savaşı engelleyen taraf olması, ateş kesleri tek taraflı ilen ederek barış için elini uzatmasının altında yatanda tas tamam budur.
Sayın Öcalan’la sohbetlerimizin ana teması, insan merkezli yaklaşımlardan oluşurdu; etnik ya da inançsal yaklaşım insan erdem ve ilişkisiyle bağlantı olduğu kadar önem taşırdı. Sohbetlerimiz, bu alt verilere prim vermeden Anadolu tarihinin dünden bu güne ve geleceğe nasıl taşınabileceği üzerinde yoğunlaşıyordu. Bu da tamamen üzerinde yaşadığımız ortak coğrafyanın mozaik dokusuyla ilgili bir sonuçtu.
DÜNDEN BU GÜNE ANADOLU GERÇEĞİ
Anadolu, tarihinin her döneminde mozaik bir etno-kültürel dokuya sahipti. Anadolu bu yanıyla, üst üste yoğunlaşmış, birbirinin devamı olan ve insanlığa ışık saçan medeniyetler platformu olmuştur. Bir bayrak yarışı gibi birbiri peşi sıra gelen bu yükseliş, İstanbul’un fethiyle ağır bir darbe almıştır.
Fetih, aydınlığa açılma potansiyelinin bertaraf edilmesiydi. Çürüme halindeki Bizans kendi zıddını içinde barındıran bir etkinliğe sahipti. O etkinlik, Daha sonra Avrupa’da Reform ve Rönesans’ın hareketinin düşünsel zemini olacaktı. Fetih buna indirilen bir kılıç darbesiydi. 500 yıllık Osmanlı hükmü böylece karanlık bir dönemin hükmü olarak Anadolu üzerine çöktü.
Osmanlı bu süreçte bir üst kültür, yeni çekim merkezi olabilecek bir uygarlık yaratamadığı için, eskinin artıklarıyla içine kapandı, çürüdü. Kanlı aşiret ve beylik savaşları, eski dinlerin tasfiyesi, inançların baskı altında tutularak ilkel yaşama zorlanmasıyla yüz yüze kalındı. Anadolu karanlık çağlara girdi.
Burada anlatmaya çalıştığım ve eleştirdiğim olay %99’u Hıristiyan olan bir coğrafyanın %99’ Müslüman edilmesi olayı değil. Ortaçağ karanlıklarında kıyımların at nallarının kılıç darbelerinin altında canlı kalma sorunu din değiştirme sorunundan çok daha önemliydi. İnsanlar var olmayı inançlarında tutunmaktan daha çok tercih edip din değiştirmeleri, yaşam ikamesi açısından anlaşılır bir şey. Sorun bu değil.
Sorun bunun nasıl gerçekleştiği de değil; Fetihçi, gaspçı dış gücün kılıç darbeleri altında istediği sonucu alması da normaldi. Osmanlının farklı din ve inançlara çok toleranslı davrandığı saçma iddiasını bir kenara koyarsak, Anadolu gibi geniş coğrafyayı istila eden azınlık askeri bir gücün bu dönüşümü kılıç hakkı olarak gerçekleştirmesi bu sürecin nasıl tamamlandığını kavrama açısından önemlidir; bu dönüşüm, tek kelimeyle, zorla, zorbalıkla ve insani hiçbir ahlak kuralı taşımadan gerçekleşti. Ancak sorun bu da değil.
Sorun İstanbul fethedilirken, bu topraklarda göçe zorlanan düşünce birikimlerinin sorunudur.
Bizans bir çürüme içindeydi. Dıştan da destek arayarak çöküşü hızlandıran güçleri de vardı. Aynı Bizans tarihinin derinliklerinden çekip getirdiği bilgi birikimleri, düşünce dorukları ve fiili bir etkinliğe dönüşme potansiyelleriyle Bu günkü Batı uygarlığının temel verilerini, kendi yadsınmasını yapabilecek bir derinlikte sahipti. Fetih bunun önünü kesti.
Osmanlı bu etkinlikleri ne hazmedebilecek bir yapıya ne de bunlarla bir ortak yönelim içinde olma durumunda değildi. Her şey ve herkes çil yavrusu gibi dağıtılmıştı. Bu kaçış, İtalya üzerinden tüm Avrupa’ya reform ve Rönesans’ın ışığını yaymıştır. Yani Bizans çürümesi kendi içinde onu yadsıyacak daha ileri bir kültür birikimini taşırken, bu sürecin doğal bir evrimle sonuçlanmasını engelleyen İstanbul fethi, Bizans birikimini göçe zorlayınca Batı’nın yükselişine geçit vermiş oldu. Bu beyin ve kültür göçü gittiği yerde doğal işlevini gördü; Reform ve Rönesans bu birikim üzerinde Avrupa’da yükselme şansını yakaladı.
İstanbul fethi, Anadolu’yu evrensel gelişmelere karşı kapalı tutmuştu. Bölgemizde zanaatın sınaiye yöneliminin önü böylece kesilmiş oldu.
Fetih kendine özgü bir algıdır. Osmanlı aklı denilen algı, bir demir perdedir. Kılıç hakkıyla gasp ettiği ve üzerinde hükümran olduğu coğrafyayı bilmemek, onun diliyle konuşamamak, tarihteki yerini ve sonrası için gereklilikleri algılayamamak Anadolu üzerine 500 yıllık bir demir perde örtmekle sonuçlanmıştır. Bu güne dek yaşadığımız kaoslar, kimlik bunalımları bu zemin üzerinde gelişti.
Anadolu, Osmanlı karanlığı altında hiçbir ilerleme kaydetmedi.
İstila edilen toprakların düşün değerleri göçüp gidince, göçebelikten yerleşik düzene geçilme çabaları gelip dayattıkça boşluğu b.aşka alanların düşün ve sanatçılarıyla doldurma çabası öne çıktı. Hüküm sürülen coğrafyalardan payitahta (başkente) köklerinden koparılmış, ülkelerinden zorbaca sürgüne maruz kalmış yapı ustaları, yazıcılar, hattalar vb. doldurulmaya başlandı. Ancak bu yetenekler kendi topraklarında bir yetenekti farklı bir coğrafyada kısır hale gelecekti; nitekim, bu yetenekler yaban elde bir ilerleme ortaya koyma becerisi gösteremediler.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ın tahta oymacısı arabesk ustalarını İstanbul’u süslemek üzeri beraberinde çekip getirmesi bunun tipik örneğidir; tahta işçiliği olan arabesk, İstanbul gibi mermer yataklarının olduğu yerde bir iki kuşak sürse de gerisini getiremezdi. Kaynakları mermer olan ustanın tahta oymacılığı yapması nereye kadar sürebilirdi. Mermer ustaları, nakkaşlar, mimarlar ise fetihle birlikte göç etmişti. İnsanlığın son 500 yıllık şaheserlerini yaratan bu dehalar, Avrupa’da kendilerine sağlanan olanaklarla yollarına devam ettiler.
Bu ve benzeri örnekler, Osmanlının hüküm sürdüğü her yerde aynıyla sürdü. Sonuçta Anadolu mozaiğini asimile edebilecek ve bundan çıkacak sentezle, yeni bir uygarlıkla hamlesi yapa bilecek bir güç yoktu. Bu gücün olmaması en ilke koşullara ve kılıç hakkının kanlı dayatmalarına karşın yerli toplumlar elde kalan kültürlerini, dillerini, ilişki ve birikimlerini korumayı başardılar. Dil açısından bile Osmanlı eşine ender rastlanır bir sığlık içinde, Arapçadan, Farsçaya uzanan farklı dilleri, resmi dil olarak dayanmak zorunda kalmıştı. Alfabesi bile sık sık değişmiş, başkenti Söğüt’ten Bursa’ya Edirne’ye, İstanbul’a ve sonunda Ankara’ya toplumsal bilinç altındaki göçebeliğe uygun bir seyir izlemişti.
Bütün bunlar medeni olamamanın ifadesidir. Medeniyet, medineden yani yerleşik, şehirli olmaktan gelen bir kelimedir. Çadır kültürü medeniyet kuramaz. Buna “göçebenin çadırı uygarlık kuramaz camiler ise medenileşmeyi zorunlu kılar diye” özetlemiştim.
Hakim olunun topraklarda farklı etnik ve inanç dokuları kendin korumuş ve en karanlık dönemlerin en acımasız kıyım girişimlerine rağmen asimile edilememiş ise, 21. Yy da bunu başarmanın mümkünü kalmamış demektir. Özellikle yerli toplumlar, üzerinde yaşadıkları toprağı tarihte ziraata ve yaşama ilk kez açıp bu alanları bir anavatan haline getirmişlerse bu noktadan geri dönüşüm mümkünü olamaz.
Bu durumda Anadolu halkları varlıklarını bir biçimde koruyup bu güne gelirken, doğal olarak hakları ve taleplerinin de gündeme taşıyacaklardı. Tek ulusçu yaklaşımın 20.Yüzyılda faşizme kadar uzanan süreçleri, bu taleplere geçit vermemiştir. Bu halklar Cumhuriyet döneminde de ağır bedeller ödeyerek hak taleplerini ret edilmiştir. Ancak 21.yy farklı bir yüzyıl. 20. Yy’ın birikimleri üzerinde demokrasinin gereklerinden biri olarak, kimlik hakları artık tıkanması önü kesilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmıştır.
Kürt olayı tas tamam bu sürecin ürünüdür. Bu sonuç, ne bir dış güç desteğiyle ne de siyasi örgütlerin ya da liderlerinin olağan üstü maharetleriyle açıklanacak bir gerçek değildir. Olay tamamen içseldir nesneldir ve bunların kaçınılmaz sonucudur. İradeci müdahaleler de bu sonucu bir unsuru olarak şekillenmiştir.
Anadolu’da tarihler boyunca çoğulcu etnik, inanç ve kültürel topluluklar yaşamıştır. Birbirinden farklı olmalarına karşın, ortak bir coğrafyada yaşama bilinciyle hareket eden topluluklar, bin yılların sentezleştirdiği barış içinde ilişkiler içinde olmuştur. Tarihin kasvetli kesitlerini atlatıp bu güne gelmiş olanların, bu günden sonrasında da yürüyecekleri açıktır. Bunun önünde tek engel hakim siyasal iradedir. Tarihler boyunca da bu irade bu coğrafyanın barışını bozmuştur.
Ancak tarihin en acımasız kıyımlarını atlatarak bu güne gelenlerin hak taleplerini yeryüzünde hiçbir kudret engelleyemez. Böylesi ihtimallerin geride kaldığı bu kesitte, gelecek için barıştan başka bir yolu denemek kocaman bir aptallık ve kendini aldatmaktır.
Anadolu’nun gerçeği özetle budur. Bu gerçek bizleri ya bölünmeye ya da sorunlarımızı demokratik çerçeve içinde çözerek barış içinde bir arada yaşamaya götürecektir; eşit kurucular olarak, anayasal yasal, kurum ve kuruluşlarıyla yeniden bir yapılanmaya gitme önerisi burada daha anlamlı hale gelmektedir.
GELECEĞİMİZİ TIKAYAN SON ENGELLER
Demokrasi mücadelesi, pratik anlamda derin devletle mücadele olarak ortaya çıkar. Resmi devlet kendini yasalara bağlı olmakla örterken, derin devleti mücadelenin keskin cephelerine sürer. Ülkemizde dünkü derin devlet Ergenekon’du. Bu günün derin devleti ise Cemaat’tir.
Ergenekon’un paşaları ne ise Cemaat’in imamları odur; bunlar insanlık ve ahlak dışı birer cürüm şebekeleridir.
Hanefi Avcı “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında da bu konulara önemli göndermeler yapmış. Kitabı yorumlayan iki uzun makale yazdım Orada da değindim. AKP derin devleti Cemaat’tir dedim.
Hanefi Avcı, Cemaat için Osmanlıyı yıkan İttihat ve terakki gibidir demiş. Gerçekler ise bunun da ötesindedir. AKP derin devleti cemaat, milliyetçidir, çoğu zaman da ırkçıdır.
Cemaat için Anadolu’da farklılıklar yoktur, olamaz da. Cemaat, İslam’ın ümmette ifade ettiği birliği bile ret eden Masonik bir algıya sahiptir. Cemaat, burada da kalmaz; ülkemizin komşularıyla olan ilişkilerde de provokasyonlar yapmayı, ülke içinde şahıslara, kurumlara, siyasal lider ve örgütlere karşı yaptığı her kirliliği tekrarla ikame etmeye çalışır. Yalan haberler, kurgu senaryolar, video çekimleri, ses bantları, fotoğraflar ve bin bir araçla hedefini teşhir etmek karalayıp, şaibe içinde boğmak için kendisi ve kuklaları her türden oyuna başvurur.
Ülke içindeki farklılıkları din adına birleştirme çabası, gerçekte hezimete uğramış egemen ulus şemsiyesi altında esir etmeye yönelik bir paravandır. Cemaat, aynı mantıkla, ülkemiz komşularına karşı da geçerlidir; ABD ve İsrail’in bölgedeki çıkarlarının korunması için her çirkinliğe batmaya hazır bir güçtür. Balkanlarla, Kafkaslarla ve Ortadoğu ülkeleriyle geliştirilen, “herkesin eşit kazanacağı ilişkiler”i yeni bir Osmanlıcılık olarak dayatmaya çalışan da bu cemaattir; bir hükümranlık algısı, bir yayılmacı politika olarak, içte de dışta da ülkemizin yakın dönem en büyük handikabını oluşturmaktadır.
Oysa ortak ülkemizin yüksek çıkarları Osmanlı aklını ve onun cumhuriyetteki devamını aşacak bir akıl olmalıdır. Yurtta sulh cihanda sulh ilkesi gerçekte bunu ifade etmelidir. Barış ise tek taraflı olamaz karşılıklı özverilerin sonucudur.
Bu amaçla, farklılıkları birleştirecek çabaların öne çıkması ve toplumsal barış zemini üzerinde hak ve taleplerin karşılanması gerekmektedir. Kürt özgürlük hareketinin geliştirdiği demokrasi atılımı bu açıdan ülkemizin her farklılığına ve bu arada egemen ulusu için de bir şans olarak görülmelidir.
Devlet, derin devleti Cemaat’la bunun önünde duran en önemli engellerden biridir.
Kürt özgürlük hareketinin örgütlü bir etkinliği olan Kürdistan İslam Toplumu’nun (Civaka Îslamiya Kurdistan, CÎK) bu konuyla ilgili son açıklamasında Kürt halkını ‘dini kullanarak fitne ve fesat yayan Gülen Cemaati ve Türk devletinin saldırgan tutumuna karşı mücadeleye’ çağırmasının önemi büyüktür.( http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=32691 )
DEMOKRATİK ÖZERKLİK
Tarihten bu güne denenmiş tüm askeri kıyım yolları tükenmiştir. Denenmeyen tek yol barış kalmıştır. En ucuz, en kalıcı ve en dengeli sonuç barışın ürünü olacağı açıkken tarihte bu yol hep en sona terk edilir. Taraflar ayakta kalamayacakları ölçekte eriyip bitmeden kimsenin aklına bu yolu hakim kılmak gelmez. Gelse bile ret edilir, önerenler de hainlikle suçlanır.
Bizlerde ülkemizde yolun sonuna geldik. Son düelloları yapıyoruz. Kimsenin kimseyi kolayca yok edemeyeceği anlaşılmıştır. Farklılıklar tarihten bu güne gelmiştir, bu günden yarına da var olacaktır. Taraflar, kanlarının son damlalarını da döktükten sonra geride kalan son inat odaklarını, derin devlet yapılanmalarını da tasfiye ettikten sonra tarihleriyle cesurca yüzleşip barış masasına oturacaktır.
Bu kanlı sürecin tek sorumlusu devlettir. Halklarından topladığı vergilerle var olan, onların güvenliği için var olduğu iddiasında olan devlet, savaşın da kıyımında tek nedenidir ve failidir. Buna rağmen, bitip tükenmeyen barış çağrıları mazlumdan gelmektedir. Ateş kes tek taraflı olarak, aynı kanaldan ilan edilmektedir. Devlet ise gerisinde yellerin estiği rüştünü ispatla meşgul olarak kan dökmeye sınır dışı operasyon yapmayı inatla sürdürmektedir. Buna yeni derin devletler oluşturarak da hız vermesi, barışın bir kez daha geç kalmasından başka bir işe yaramayacaktır. Bu beyhude çabalar içinde devletin aymaz savaş girişimlerine karşı demokrasi adına, Anadolu’nun farklılıkları adına, sabırla çözüm önerileri sunulmaya devam edilmektedir.
Bu noktada Kürt özgürlük hareketinin “demokratik özerklik” söyleminin dikkate değer özelikler taşıyor. Özellikle bu önermelerin sadece Kürtlerle ilgili olmadığının altı çizilmesi demokrasi mücadelemiz ve dayanışmamız adına büyük öneme sahiptir. Bu önermeler, ortak ülkemizde barış içinde bir arada yaşam perspektifi için çok önemlidir.
Sayın Öcalan’ın referandum döneminde dile getirdiği açıklama dikkate değer bir açıklamadır.
“Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı yok. Bu konulara Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak değinmiştim. Alıp okunabilir, incelenebilir. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir, bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Sadece bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay'da da, Adana'da da bir demokratik özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır, değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır. Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan'a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya da ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir.”
http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=32322
Bu önerme birkaç açıdan büyük önemelidir.
Birincisi; ortak bir ülkede barışçıl bir bütün olarak yaşama dair kapsayıcı bir önermedir. Birleştiricidir.
İkincisi; Kürt özgürlük hareketi demokrasi mücadelesinin hepimiz adına bir mücadele olduğuna kuvvetli bir işarettir. Bu yönde değişik çevrelerde oluşan kuşkulara da yerinde bir cevaptır.
Üçüncüsü; Ülkemiz farklılıkları özgün ve özgür örgütlenmeleriyle hızla toparlanıp demokrasi mücadelesinde, Kürt özgürlük hareketinin doğal müttefiki olarak yer almalarına da bir çağrıdır. Kimlik bunalımı içinde kıvranan sol ve sosyalist güçler için de bir yol haritasıdır.
Kürt özgürlük hareketinin, kendi dışında olan etnik toplulukların demokrasi mücadelesindeki yerlerini gasp ettiği gibi ilkel milliyetçi düşüncelerinde iflasını ifade eden bu açıklama, ön yargıları da yıkıcı cinstendir. Buradan da anlaşılması gereken barışa ait tüm önermeler, ilkel milliyetçi her engeli aşmakla eş anlamlıdır; anayasanın “değişmez ve değiştirilmesi önerilemez” maddelerinin artık ahlaki bir dayanağı bile kalmamıştır demek abartılı olmayacaktır.
Anadolu Cumhuriyeti barış çabalarının, demokrasi mücadelesinde yol haritalarının kesişme noktasıdır. Anadolu halklar kongresi bu anlamda önümüzdeki dönemin en yakıcı ifadesi olarak gelip kendini dayatacaktır. On yıllardır bu söylemi ülkemiz siyasal mücadele alanına yerleştirme çabası verenler olarak, daha çok ve daha ısrarcı bir kararlılıkla mücadeleyi yükseltmemiz gerektiğini dile getireceğim.
Benim algılarıma göre ve gerçek barışın ikamesi için “Demokratik özerklik”, siyasal bir özerklik olarak görülmelidir. Bölünmenin karşısında duracak en özgür önerme budur.
Sadece kültürel sınırlarda kalan bir demokratik özerklik, buna ait kurumların içinde mezarda yatan ölü gibidir. Kültürel kurumların faaliyetlerini kararlaştırmada etkin olmaksınız bu özerkliği ne korumak ne de ilerletmenin mümkünü vardır. Bu nedenle siyasi bir özü olmayan, siyasi bir kurumsal dayanağı olmayan demokratik özerklik ayakları havada bir aldatmacadır. Bu amacın gerçekleşmesi için, ilkel bir inatla, olmazsa olmaz deme anlamında olmasak da gerçek budur.
Verili sistem ve statülerinin dışına taşmayın hiçbir önerme siyasal, gerçek bir özgünlük ve özgürlük içinde olamaz. Bunun için bir kez daha, Anadolu Cumhuriyeti ve Anadolu halklar kongresi önermesi üzerinde düşünmeye davet edeceğim.
19 Eylül 2010
Anadolu adına takılmadan, içerdiği birleştirici ve barışçıl amaca bakarak bu sorunla ilgili olalım.
Tüm veriler, haklı taleplerimizin er ya da geç bu cumhuriyetin Demokratik Özerklik seçenekleri içinde şekilleneceğini göstermektedir. Ya da bölüneme bir kader gibi gelip yerleşecektir.
Bölünmemek, barış içinde bir arada yaşamak, bir veba olan milliyetçiliğin ortak değerlerimizi tahrip etmesine karşı durmak, bu vebanın AKP’nin derin devleti “cemaat” eli ve İttihatçı aklıyla kazanılabilecek demokratik değerleri hepimizin başına yıkma çabasını engellemek için en kestirme yoldan bu Cumhuriyete akalım
On yıllar önce Anadoluluk bilinciyle ilgili belirlemeler yaptım. Bunun da ötesine geçerek, “Anadolu Halklar Kongresi” önerisi ortaya koydum. Bunu Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC 1982) toplantılarında da dile getirdim. Ülkemizin siyasal sorunlarından çıkışı için, böylesi bir kongrenin zorunlu bir durak olduğunu ifade ettim.
Bunlara Dostum Sayın A.Öcalan’la birlikte geçirdiğimiz 18 yıllık sürgün sürecinin her kesitinde uzun uzun sohbet ettik.
Daha önce yazdım, dünyanın hiçbir ulusal kurtuluş hareketi Kürt özgürlük hareketi kadar milliyetçilikten ve bölücülükten uzak olmamıştır. Bunun öncelikli nedeni Kürt özgürlük hareketi önderliğidir. Tanıdığım tüm PKK liderleri başta da Başkan Öcalan, milliyetçiliğe karşı tavır alan devrimci ve demokrat insanlardı; onlar da Kürt hareketinin geçmişi üzerinde oradan beslenerek bu güne gelmişlerdi. Bire bir yoğun ilişki içinde olduğum Cemil Bayık, Murat Karayılan ve diğerleriyle yaşadığımız ortak eylem ve siyasal sohbet ve toplantılarda istisnasız bu gerçeği gördüm.
Bu gün dünyanın en güçlü ulusal kurtuluş hareketlerinden birini örgütleyen bu insanların başarısını da milliyetçilikten uzak olmalarına bağlayacağım. Bundan dolayı da son 200 yıllık tarihinde insanlığın uğradığı en acımasız kıyımlara rağmen, ortak ülke söylemi etrafında barış içinde bir arada yaşama eğilimi içindeki Kürt halkının ve siyasi liderliğinin ortaya koyduğu önermeler farklılıklar adına birleştirici öneriler olmuştur. Kürt halkının provokasyonlara karşı direnmesi, iç savaşı engelleyen taraf olması, ateş kesleri tek taraflı ilen ederek barış için elini uzatmasının altında yatanda tas tamam budur.
Sayın Öcalan’la sohbetlerimizin ana teması, insan merkezli yaklaşımlardan oluşurdu; etnik ya da inançsal yaklaşım insan erdem ve ilişkisiyle bağlantı olduğu kadar önem taşırdı. Sohbetlerimiz, bu alt verilere prim vermeden Anadolu tarihinin dünden bu güne ve geleceğe nasıl taşınabileceği üzerinde yoğunlaşıyordu. Bu da tamamen üzerinde yaşadığımız ortak coğrafyanın mozaik dokusuyla ilgili bir sonuçtu.
DÜNDEN BU GÜNE ANADOLU GERÇEĞİ
Anadolu, tarihinin her döneminde mozaik bir etno-kültürel dokuya sahipti. Anadolu bu yanıyla, üst üste yoğunlaşmış, birbirinin devamı olan ve insanlığa ışık saçan medeniyetler platformu olmuştur. Bir bayrak yarışı gibi birbiri peşi sıra gelen bu yükseliş, İstanbul’un fethiyle ağır bir darbe almıştır.
Fetih, aydınlığa açılma potansiyelinin bertaraf edilmesiydi. Çürüme halindeki Bizans kendi zıddını içinde barındıran bir etkinliğe sahipti. O etkinlik, Daha sonra Avrupa’da Reform ve Rönesans’ın hareketinin düşünsel zemini olacaktı. Fetih buna indirilen bir kılıç darbesiydi. 500 yıllık Osmanlı hükmü böylece karanlık bir dönemin hükmü olarak Anadolu üzerine çöktü.
Osmanlı bu süreçte bir üst kültür, yeni çekim merkezi olabilecek bir uygarlık yaratamadığı için, eskinin artıklarıyla içine kapandı, çürüdü. Kanlı aşiret ve beylik savaşları, eski dinlerin tasfiyesi, inançların baskı altında tutularak ilkel yaşama zorlanmasıyla yüz yüze kalındı. Anadolu karanlık çağlara girdi.
Burada anlatmaya çalıştığım ve eleştirdiğim olay %99’u Hıristiyan olan bir coğrafyanın %99’ Müslüman edilmesi olayı değil. Ortaçağ karanlıklarında kıyımların at nallarının kılıç darbelerinin altında canlı kalma sorunu din değiştirme sorunundan çok daha önemliydi. İnsanlar var olmayı inançlarında tutunmaktan daha çok tercih edip din değiştirmeleri, yaşam ikamesi açısından anlaşılır bir şey. Sorun bu değil.
Sorun bunun nasıl gerçekleştiği de değil; Fetihçi, gaspçı dış gücün kılıç darbeleri altında istediği sonucu alması da normaldi. Osmanlının farklı din ve inançlara çok toleranslı davrandığı saçma iddiasını bir kenara koyarsak, Anadolu gibi geniş coğrafyayı istila eden azınlık askeri bir gücün bu dönüşümü kılıç hakkı olarak gerçekleştirmesi bu sürecin nasıl tamamlandığını kavrama açısından önemlidir; bu dönüşüm, tek kelimeyle, zorla, zorbalıkla ve insani hiçbir ahlak kuralı taşımadan gerçekleşti. Ancak sorun bu da değil.
Sorun İstanbul fethedilirken, bu topraklarda göçe zorlanan düşünce birikimlerinin sorunudur.
Bizans bir çürüme içindeydi. Dıştan da destek arayarak çöküşü hızlandıran güçleri de vardı. Aynı Bizans tarihinin derinliklerinden çekip getirdiği bilgi birikimleri, düşünce dorukları ve fiili bir etkinliğe dönüşme potansiyelleriyle Bu günkü Batı uygarlığının temel verilerini, kendi yadsınmasını yapabilecek bir derinlikte sahipti. Fetih bunun önünü kesti.
Osmanlı bu etkinlikleri ne hazmedebilecek bir yapıya ne de bunlarla bir ortak yönelim içinde olma durumunda değildi. Her şey ve herkes çil yavrusu gibi dağıtılmıştı. Bu kaçış, İtalya üzerinden tüm Avrupa’ya reform ve Rönesans’ın ışığını yaymıştır. Yani Bizans çürümesi kendi içinde onu yadsıyacak daha ileri bir kültür birikimini taşırken, bu sürecin doğal bir evrimle sonuçlanmasını engelleyen İstanbul fethi, Bizans birikimini göçe zorlayınca Batı’nın yükselişine geçit vermiş oldu. Bu beyin ve kültür göçü gittiği yerde doğal işlevini gördü; Reform ve Rönesans bu birikim üzerinde Avrupa’da yükselme şansını yakaladı.
İstanbul fethi, Anadolu’yu evrensel gelişmelere karşı kapalı tutmuştu. Bölgemizde zanaatın sınaiye yöneliminin önü böylece kesilmiş oldu.
Fetih kendine özgü bir algıdır. Osmanlı aklı denilen algı, bir demir perdedir. Kılıç hakkıyla gasp ettiği ve üzerinde hükümran olduğu coğrafyayı bilmemek, onun diliyle konuşamamak, tarihteki yerini ve sonrası için gereklilikleri algılayamamak Anadolu üzerine 500 yıllık bir demir perde örtmekle sonuçlanmıştır. Bu güne dek yaşadığımız kaoslar, kimlik bunalımları bu zemin üzerinde gelişti.
Anadolu, Osmanlı karanlığı altında hiçbir ilerleme kaydetmedi.
İstila edilen toprakların düşün değerleri göçüp gidince, göçebelikten yerleşik düzene geçilme çabaları gelip dayattıkça boşluğu b.aşka alanların düşün ve sanatçılarıyla doldurma çabası öne çıktı. Hüküm sürülen coğrafyalardan payitahta (başkente) köklerinden koparılmış, ülkelerinden zorbaca sürgüne maruz kalmış yapı ustaları, yazıcılar, hattalar vb. doldurulmaya başlandı. Ancak bu yetenekler kendi topraklarında bir yetenekti farklı bir coğrafyada kısır hale gelecekti; nitekim, bu yetenekler yaban elde bir ilerleme ortaya koyma becerisi gösteremediler.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ın tahta oymacısı arabesk ustalarını İstanbul’u süslemek üzeri beraberinde çekip getirmesi bunun tipik örneğidir; tahta işçiliği olan arabesk, İstanbul gibi mermer yataklarının olduğu yerde bir iki kuşak sürse de gerisini getiremezdi. Kaynakları mermer olan ustanın tahta oymacılığı yapması nereye kadar sürebilirdi. Mermer ustaları, nakkaşlar, mimarlar ise fetihle birlikte göç etmişti. İnsanlığın son 500 yıllık şaheserlerini yaratan bu dehalar, Avrupa’da kendilerine sağlanan olanaklarla yollarına devam ettiler.
Bu ve benzeri örnekler, Osmanlının hüküm sürdüğü her yerde aynıyla sürdü. Sonuçta Anadolu mozaiğini asimile edebilecek ve bundan çıkacak sentezle, yeni bir uygarlıkla hamlesi yapa bilecek bir güç yoktu. Bu gücün olmaması en ilke koşullara ve kılıç hakkının kanlı dayatmalarına karşın yerli toplumlar elde kalan kültürlerini, dillerini, ilişki ve birikimlerini korumayı başardılar. Dil açısından bile Osmanlı eşine ender rastlanır bir sığlık içinde, Arapçadan, Farsçaya uzanan farklı dilleri, resmi dil olarak dayanmak zorunda kalmıştı. Alfabesi bile sık sık değişmiş, başkenti Söğüt’ten Bursa’ya Edirne’ye, İstanbul’a ve sonunda Ankara’ya toplumsal bilinç altındaki göçebeliğe uygun bir seyir izlemişti.
Bütün bunlar medeni olamamanın ifadesidir. Medeniyet, medineden yani yerleşik, şehirli olmaktan gelen bir kelimedir. Çadır kültürü medeniyet kuramaz. Buna “göçebenin çadırı uygarlık kuramaz camiler ise medenileşmeyi zorunlu kılar diye” özetlemiştim.
Hakim olunun topraklarda farklı etnik ve inanç dokuları kendin korumuş ve en karanlık dönemlerin en acımasız kıyım girişimlerine rağmen asimile edilememiş ise, 21. Yy da bunu başarmanın mümkünü kalmamış demektir. Özellikle yerli toplumlar, üzerinde yaşadıkları toprağı tarihte ziraata ve yaşama ilk kez açıp bu alanları bir anavatan haline getirmişlerse bu noktadan geri dönüşüm mümkünü olamaz.
Bu durumda Anadolu halkları varlıklarını bir biçimde koruyup bu güne gelirken, doğal olarak hakları ve taleplerinin de gündeme taşıyacaklardı. Tek ulusçu yaklaşımın 20.Yüzyılda faşizme kadar uzanan süreçleri, bu taleplere geçit vermemiştir. Bu halklar Cumhuriyet döneminde de ağır bedeller ödeyerek hak taleplerini ret edilmiştir. Ancak 21.yy farklı bir yüzyıl. 20. Yy’ın birikimleri üzerinde demokrasinin gereklerinden biri olarak, kimlik hakları artık tıkanması önü kesilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmıştır.
Kürt olayı tas tamam bu sürecin ürünüdür. Bu sonuç, ne bir dış güç desteğiyle ne de siyasi örgütlerin ya da liderlerinin olağan üstü maharetleriyle açıklanacak bir gerçek değildir. Olay tamamen içseldir nesneldir ve bunların kaçınılmaz sonucudur. İradeci müdahaleler de bu sonucu bir unsuru olarak şekillenmiştir.
Anadolu’da tarihler boyunca çoğulcu etnik, inanç ve kültürel topluluklar yaşamıştır. Birbirinden farklı olmalarına karşın, ortak bir coğrafyada yaşama bilinciyle hareket eden topluluklar, bin yılların sentezleştirdiği barış içinde ilişkiler içinde olmuştur. Tarihin kasvetli kesitlerini atlatıp bu güne gelmiş olanların, bu günden sonrasında da yürüyecekleri açıktır. Bunun önünde tek engel hakim siyasal iradedir. Tarihler boyunca da bu irade bu coğrafyanın barışını bozmuştur.
Ancak tarihin en acımasız kıyımlarını atlatarak bu güne gelenlerin hak taleplerini yeryüzünde hiçbir kudret engelleyemez. Böylesi ihtimallerin geride kaldığı bu kesitte, gelecek için barıştan başka bir yolu denemek kocaman bir aptallık ve kendini aldatmaktır.
Anadolu’nun gerçeği özetle budur. Bu gerçek bizleri ya bölünmeye ya da sorunlarımızı demokratik çerçeve içinde çözerek barış içinde bir arada yaşamaya götürecektir; eşit kurucular olarak, anayasal yasal, kurum ve kuruluşlarıyla yeniden bir yapılanmaya gitme önerisi burada daha anlamlı hale gelmektedir.
GELECEĞİMİZİ TIKAYAN SON ENGELLER
Demokrasi mücadelesi, pratik anlamda derin devletle mücadele olarak ortaya çıkar. Resmi devlet kendini yasalara bağlı olmakla örterken, derin devleti mücadelenin keskin cephelerine sürer. Ülkemizde dünkü derin devlet Ergenekon’du. Bu günün derin devleti ise Cemaat’tir.
Ergenekon’un paşaları ne ise Cemaat’in imamları odur; bunlar insanlık ve ahlak dışı birer cürüm şebekeleridir.
Hanefi Avcı “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında da bu konulara önemli göndermeler yapmış. Kitabı yorumlayan iki uzun makale yazdım Orada da değindim. AKP derin devleti Cemaat’tir dedim.
Hanefi Avcı, Cemaat için Osmanlıyı yıkan İttihat ve terakki gibidir demiş. Gerçekler ise bunun da ötesindedir. AKP derin devleti cemaat, milliyetçidir, çoğu zaman da ırkçıdır.
Cemaat için Anadolu’da farklılıklar yoktur, olamaz da. Cemaat, İslam’ın ümmette ifade ettiği birliği bile ret eden Masonik bir algıya sahiptir. Cemaat, burada da kalmaz; ülkemizin komşularıyla olan ilişkilerde de provokasyonlar yapmayı, ülke içinde şahıslara, kurumlara, siyasal lider ve örgütlere karşı yaptığı her kirliliği tekrarla ikame etmeye çalışır. Yalan haberler, kurgu senaryolar, video çekimleri, ses bantları, fotoğraflar ve bin bir araçla hedefini teşhir etmek karalayıp, şaibe içinde boğmak için kendisi ve kuklaları her türden oyuna başvurur.
Ülke içindeki farklılıkları din adına birleştirme çabası, gerçekte hezimete uğramış egemen ulus şemsiyesi altında esir etmeye yönelik bir paravandır. Cemaat, aynı mantıkla, ülkemiz komşularına karşı da geçerlidir; ABD ve İsrail’in bölgedeki çıkarlarının korunması için her çirkinliğe batmaya hazır bir güçtür. Balkanlarla, Kafkaslarla ve Ortadoğu ülkeleriyle geliştirilen, “herkesin eşit kazanacağı ilişkiler”i yeni bir Osmanlıcılık olarak dayatmaya çalışan da bu cemaattir; bir hükümranlık algısı, bir yayılmacı politika olarak, içte de dışta da ülkemizin yakın dönem en büyük handikabını oluşturmaktadır.
Oysa ortak ülkemizin yüksek çıkarları Osmanlı aklını ve onun cumhuriyetteki devamını aşacak bir akıl olmalıdır. Yurtta sulh cihanda sulh ilkesi gerçekte bunu ifade etmelidir. Barış ise tek taraflı olamaz karşılıklı özverilerin sonucudur.
Bu amaçla, farklılıkları birleştirecek çabaların öne çıkması ve toplumsal barış zemini üzerinde hak ve taleplerin karşılanması gerekmektedir. Kürt özgürlük hareketinin geliştirdiği demokrasi atılımı bu açıdan ülkemizin her farklılığına ve bu arada egemen ulusu için de bir şans olarak görülmelidir.
Devlet, derin devleti Cemaat’la bunun önünde duran en önemli engellerden biridir.
Kürt özgürlük hareketinin örgütlü bir etkinliği olan Kürdistan İslam Toplumu’nun (Civaka Îslamiya Kurdistan, CÎK) bu konuyla ilgili son açıklamasında Kürt halkını ‘dini kullanarak fitne ve fesat yayan Gülen Cemaati ve Türk devletinin saldırgan tutumuna karşı mücadeleye’ çağırmasının önemi büyüktür.( http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=32691 )
DEMOKRATİK ÖZERKLİK
Tarihten bu güne denenmiş tüm askeri kıyım yolları tükenmiştir. Denenmeyen tek yol barış kalmıştır. En ucuz, en kalıcı ve en dengeli sonuç barışın ürünü olacağı açıkken tarihte bu yol hep en sona terk edilir. Taraflar ayakta kalamayacakları ölçekte eriyip bitmeden kimsenin aklına bu yolu hakim kılmak gelmez. Gelse bile ret edilir, önerenler de hainlikle suçlanır.
Bizlerde ülkemizde yolun sonuna geldik. Son düelloları yapıyoruz. Kimsenin kimseyi kolayca yok edemeyeceği anlaşılmıştır. Farklılıklar tarihten bu güne gelmiştir, bu günden yarına da var olacaktır. Taraflar, kanlarının son damlalarını da döktükten sonra geride kalan son inat odaklarını, derin devlet yapılanmalarını da tasfiye ettikten sonra tarihleriyle cesurca yüzleşip barış masasına oturacaktır.
Bu kanlı sürecin tek sorumlusu devlettir. Halklarından topladığı vergilerle var olan, onların güvenliği için var olduğu iddiasında olan devlet, savaşın da kıyımında tek nedenidir ve failidir. Buna rağmen, bitip tükenmeyen barış çağrıları mazlumdan gelmektedir. Ateş kes tek taraflı olarak, aynı kanaldan ilan edilmektedir. Devlet ise gerisinde yellerin estiği rüştünü ispatla meşgul olarak kan dökmeye sınır dışı operasyon yapmayı inatla sürdürmektedir. Buna yeni derin devletler oluşturarak da hız vermesi, barışın bir kez daha geç kalmasından başka bir işe yaramayacaktır. Bu beyhude çabalar içinde devletin aymaz savaş girişimlerine karşı demokrasi adına, Anadolu’nun farklılıkları adına, sabırla çözüm önerileri sunulmaya devam edilmektedir.
Bu noktada Kürt özgürlük hareketinin “demokratik özerklik” söyleminin dikkate değer özelikler taşıyor. Özellikle bu önermelerin sadece Kürtlerle ilgili olmadığının altı çizilmesi demokrasi mücadelemiz ve dayanışmamız adına büyük öneme sahiptir. Bu önermeler, ortak ülkemizde barış içinde bir arada yaşam perspektifi için çok önemlidir.
Sayın Öcalan’ın referandum döneminde dile getirdiği açıklama dikkate değer bir açıklamadır.
“Bizim demokratik özerklik anlayışımızda tek etnisite anlayışı, tek coğrafya anlayışı yok. Bu konulara Özgürlük Sosyolojisi adlı savunmamda oldukça ayrıntılı olarak değinmiştim. Alıp okunabilir, incelenebilir. Bizim anlayışımız Kürtlük anlayışı değildir, bizde tek başına Kürtlük anlayışı yoktur. Sadece bu anlayışla hareket etmiyoruz. Bizim ortaya koyduğumuz demokratik özerklik modeli tek başına Kürtlüğe, Türklüğe, Araplığa dayanmıyor. Demokrasiye dayanıyor. Örneğin Hatay'da da, Adana'da da bir demokratik özerklik kurulabilir. Orada Araplar kendilerini ağırlıklı ifade ederler. Bizim demokratik özerklik anlayışımız tek bir inanca da dayanmıyor. Halklara dayanıyor hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır, değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır. Bahsettiğimiz demokratik özerklik sadece Kürdistan'a ilişkin değil, Ege, Karadeniz, Orta Anadolu'ya da ilişkindir. Burada önemli olan kapitalist moderniteyle ortaya çıkan ulus-devlet anlayışının sorgulanması ve aşılmasıdır. Tartışmalar bunun üzerinden gelişmelidir.”
http://www.firatnews.com/index.php?rupel=nuce&nuceID=32322
Bu önerme birkaç açıdan büyük önemelidir.
Birincisi; ortak bir ülkede barışçıl bir bütün olarak yaşama dair kapsayıcı bir önermedir. Birleştiricidir.
İkincisi; Kürt özgürlük hareketi demokrasi mücadelesinin hepimiz adına bir mücadele olduğuna kuvvetli bir işarettir. Bu yönde değişik çevrelerde oluşan kuşkulara da yerinde bir cevaptır.
Üçüncüsü; Ülkemiz farklılıkları özgün ve özgür örgütlenmeleriyle hızla toparlanıp demokrasi mücadelesinde, Kürt özgürlük hareketinin doğal müttefiki olarak yer almalarına da bir çağrıdır. Kimlik bunalımı içinde kıvranan sol ve sosyalist güçler için de bir yol haritasıdır.
Kürt özgürlük hareketinin, kendi dışında olan etnik toplulukların demokrasi mücadelesindeki yerlerini gasp ettiği gibi ilkel milliyetçi düşüncelerinde iflasını ifade eden bu açıklama, ön yargıları da yıkıcı cinstendir. Buradan da anlaşılması gereken barışa ait tüm önermeler, ilkel milliyetçi her engeli aşmakla eş anlamlıdır; anayasanın “değişmez ve değiştirilmesi önerilemez” maddelerinin artık ahlaki bir dayanağı bile kalmamıştır demek abartılı olmayacaktır.
Anadolu Cumhuriyeti barış çabalarının, demokrasi mücadelesinde yol haritalarının kesişme noktasıdır. Anadolu halklar kongresi bu anlamda önümüzdeki dönemin en yakıcı ifadesi olarak gelip kendini dayatacaktır. On yıllardır bu söylemi ülkemiz siyasal mücadele alanına yerleştirme çabası verenler olarak, daha çok ve daha ısrarcı bir kararlılıkla mücadeleyi yükseltmemiz gerektiğini dile getireceğim.
Benim algılarıma göre ve gerçek barışın ikamesi için “Demokratik özerklik”, siyasal bir özerklik olarak görülmelidir. Bölünmenin karşısında duracak en özgür önerme budur.
Sadece kültürel sınırlarda kalan bir demokratik özerklik, buna ait kurumların içinde mezarda yatan ölü gibidir. Kültürel kurumların faaliyetlerini kararlaştırmada etkin olmaksınız bu özerkliği ne korumak ne de ilerletmenin mümkünü vardır. Bu nedenle siyasi bir özü olmayan, siyasi bir kurumsal dayanağı olmayan demokratik özerklik ayakları havada bir aldatmacadır. Bu amacın gerçekleşmesi için, ilkel bir inatla, olmazsa olmaz deme anlamında olmasak da gerçek budur.
Verili sistem ve statülerinin dışına taşmayın hiçbir önerme siyasal, gerçek bir özgünlük ve özgürlük içinde olamaz. Bunun için bir kez daha, Anadolu Cumhuriyeti ve Anadolu halklar kongresi önermesi üzerinde düşünmeye davet edeceğim.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder