9 Eylül 2010 Perşembe
DİYARBAKIR DÜELLOSU (ORİJİNALLER ve MARJİNALLER)
Mihrac Ural
7 Eylül 2010
Referandum yazılarımın bu aşamasında, farklı tutumlar üzerinde yorum yapmayacağım.
Bunlar geride kaldı.
Makalemin konusu, çok daha damardan bir sorunla ilgili.
Bilindiği gibi, 3 Eylül 2010 Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır mitingi ve ardından BDP’nin 5 Eylül 2010 Diyarbakır mitingleri gündeme geldi. Tüm mitingiler bir yana Diyarbakır mitingi bir yana büyük bir hazırlık ve yoğunluk içinde geçti. Final özelliğindeki bu mitingler, anlamlı ve yoğun mesajları taşıyordu.
Erdoğan Kürdistan bölgesinin ikinci partisi olmanın ezikliğiyle, partisinde yer alan yüze yakın milletvekilinin yetersizliğiyle kıvranmakta, Diyarbakır’da etkin bir sonuçla mitingi hazırlıklarına yönelmişti. Denenmiş tüm yolların iflas ettiği bu alanda, daha çok demokrasi yerine daha çok ortak bölen sunma adına dini de sonuna kadar istismar ederek Kürt halkının hak kazanımına tek yol olduğunu ifade etmeye çalıştı. Kürtlükle kimin alakası varsa ve kimin acıları ölümleri sürgünleri bulunuyorsa, kendisinin hiç payı yokmuş gibi bunların adını anarak, Kürt halkından EVET oyu istedi.
BDP ise, orijinal olmanın rahatlığıyla bu coğrafyanın taleplerini ve bunu sözcülüğünü dile getirerek, kim ne olursa olsun bu halkın taleplerini teslim etmeden, bunu fiilen yerine getirmeden sonuç alamayacağını belirterek halkını BOYKOT’a davat etti. Beklentiler karşılanmaksızın Kürt halkı, kimsenin oy deposu olmayacağını belirtti.
Bu mitingiler bir “Diyarbakır düellosu” idi.
Bu düello sadece bu referandumun konusu değildi; yüzyılların konusuydu.
Bu düellolardan birinde ben de Diyarbakır’da bulunuyordum. Tarih 24 Haziran 1975.
Türkeş; “Diyarbakır’a ayak basacağım” demişti. “Ayak basacağım” tabirini, çirkin anlamıyla “Ayağımı basacağım” manasıyla dile getirip böbürlenmişti.
O ayak, o halkın karşısında kırılmaktan başka bir şansa sahip değildi. O düelloda, üniversite imtihanlarına girmek üzeren bir Kürt dostuma misafirdim. O gün ellerimde taşlarla, ben de bu düelloda taraf olarak yerimi almıştım, Türkeş ayağını basamamıştı. O gün ben “Devrimci vaftizimi Diyarbakır’da oldum”. Mücadelenin orta yerinde, dayanışmanın yükümlülüğünü yerine getirdim.
Bu günkü düelloda da vardım, her iki mitingin içinde olacak kadar bir duyarlılıkla olayları izledim. Bu makalede vardığım sonuçları dile getirirken de o düellonun bir tarafı olarak gözlemlerimi aktaracağım.
İKİ MİTİNG
İki miting arasında sayısal yoğunluk, etkinlik, heyecan üzerinde yapılacak birçok değerlendirme olabilir. Meydanları kimin daha çok doldurduğu, daha çok pankartın taşındığı, gençlerin, ihtiyarların, kadınların karşılaştırmalı sayısal durumları ortaya konabilir. Ötesine de geçilerek ses ölçüm cihazlarıyla, kitlelerin ruh halleri üzerine yorum yapılabilir. Ancak bütün bunlar, yapmaya çalıştığım belirleme açısından büyük önem taşımıyor.
Bu türden karşılaştırmalar, böylesi bir düellonun gerçek dokusunu yansıtmaktan uzaktır.
Bu tür karşılaştırmaları İstanbul mitingi dolaysıyla CHP ile AKP arasında yapmak daha anlamlıdır. Aynıların aynı yerdeki etkilerini ölçme açısından geçerli bir yöntemdir de. Ancak farklılıkları aynı ölçüyle ölçmek yanıltıcıdır.
İki miting ortak özelliklerinden başlayacak olursak görülür ki, her iki mitingde heyecan doruktaydı. Bir tutkulu duruş vardı. Sonuç bekleyen insanların gerginlikleri ayaktaydı. Bu ortak bölenin önemli bir mesajı vardı.
Her iki mitingin kitlesinin özelliği aynıydı, her iki mitingin toplulukları kendi coğrafyalarının orijinal halkı Kürtlerdi. Bu meydanı her iki mitingde de heyecanlı, yoğun olarak dolduran Kürt halkının ortaya koyduğu duruş demokrasi ve özgürlük talepleriydi. Farklı tutumlarda kendini ifade eden bu duruş aynı nedenlere dayanıyordu; tutkulu, dirençli bir tutumla sürecin en önünde heyecanla yer alanların beklentisi, on yıllardır süren hak taleplerinin ikamesiydi.
Diyarbakır düellosu bu ortak zemin üzerinde gündeme geldi.
DÜELLOYU
KİM KAZANDI
Düellonun sonucu 13 Eylülde belirginleşecek. Ancak kesin sonuç, 13 Eylülle belirlenmeyecek kadar köklü dönüşümleri tanımlıyordu. Çünkü bu düello bir referandum düellosu değildi. Seçmen oylarının partiler arası dağılımı meselesi hiç değildir. Bu düello bir halkın kendi kaderini tayin etmede alacağı haklarla ilgiliydi.
Diyarbakır düellosu orijinallerle marjinallerin düellosudur. Bu yanıyla düello, başlamadan orijinaller lehine kazanılmış bir düello sayılması yanlış değildir.
Marjinaller ise her zamanki gibi, kaybetmiş ata oynamışlardı. Şiddeti, baskıyı, kıyımı, güvenlik önlemlerini, askeri baskıları, sınır ötesi operasyonları ve bin bir türden toplu işkenceleri denemiş sonuç alamamışlardı. Demokratik açılım demişlerdi ancak ilk adımda süreci tıkayıp kapatmışlardı. Güdük bir anayasa tadilatıyla ortaya koydukları önermelerin, gerçekte demokrasiyi getiremeyeceğini kendileri de biliyorlardı. Kürt halkını bu referandumda yeni ümitlerle oyalama çabası içindeydiler. Marjinaller bir kez daha, geçici etkileri için çırpınıyorlardı.
Kürt halkı bu toprakların yerli halkı olarak, bu toprakları tarihte ziraata, yaşama ilk kez açarak anavatan haline dönüştürmüş bir orijinal topluluk olarak, demokrasi ve özgürlük taleplerini er ya da geç ikame edecek olana bir güçtür. Bu gücün karşısında hiçbir marjinal güç başarı şansına sahip değildir. Geçici oyalamalar, geçici başarılar birer avanstı. Onlarda son demlerini yaşıyor. Bu aldatmaların sonu gittikçe yaklaşıyor. Marjinaller, orijinaller karşısında son sınavlarını verme uğraşısı içindedirler. Kürt halkı bu düelloda yeni bir ivme kazanarak yoluna devam edecektir.
Her iki mitingde Kürt halkının gösterdiği performans, demokrasi ve özgürlük taleplerini alabilecekleri her kanalı, barışçıl yollarla sonuna kadar zorlama isteğinden kaynaklanıyor. Dolaysıyla marjinallere verdiği kimi desteklerin sınırı da buraya kadar olacaktır.
Tam bu noktada Kürt halkının düellosunun partiler arası bir tercih düellosu olmadığını anlamak zor değildir.
Kürt halkının düellosu, haklarına karşı antidemokratik duruşuyla engel olan sistem ve onun var oluş unsurlarıdır. Dolaysıyla bu düello, her hal ve koşul altında Kürt halkının lehine sonuçlanacaktır. Bu açıdan baktığımızda, Diyarbakır’da kazanan Kürt halkının talepleri uğruna göstermiş olduğu duruştur demek yanlış olmayacaktır.
Orijinal olan budur, yerli olan budur, köklü olan ve doğal haklarıyla var oluş mücadelesi veren budur. Bu düelloda, Kürt halkını yenilgiye uğratmanın mümkünü yoktur.
Kaybeden, kaybetmeye mahkum olan ise orijinal olmayanlardır. Marjinallerin yükselişi, maniplasyonlara dayalı cazip tekliflerle marjinallerin gösterdiği yükseliş kimseyi aldatmasın, orijinaller bir süre etkilense de sonucu değiştirmeye yetmeyecektir.
Bu toprakların yerlileri, er ya da geç bu düellonun galibi olacaktır; haklarına, kendi özgür iradeleri ve örgütlenmeleriyle çizdikleri yoldan varacaklardır.
BAŞKENTLERiN DÜELLOSU
Diyarbakır düellosu aynı zamanda ortak ülkemizin başkentler düellosudur. Referandum ortamının karmaşasında gözden kaçan önemli unsurlardan biri de budur.
Sık sık yazıyorum. Tepki de alıyorum. Ama tekrar edeceğim. Ortak ülkemizin dört başkenti var.
Ankara resmi, İstanbul fiili, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari (seçmeli) başkenttir. Bu gerçek, ülkemiz mozaik dokusunun gerçeğidir. Bu gerçeği hesaba katmadan siyaset yapmanın mümkünü yoktur. Ulusalcı-ilkel milliyetçi çevrelerin handikabı budur.
AKP bu fay hattını din çimentosuyla yapıştırma çabasındadır. Din, etnik toplulukları tarihinin hiçbir döneminde bir ümmet olarak birleştiremediği gerçeğini bilmeyenler yanılabilir. Ancak halklar kendi deneyleriyle bunu algılamakta zorlanmaz. Din, tanrıyla kul arasındaki ilişkiden çıktığı an siyasi yönetimlerin bir baskı aracı olur; egemen etnik yapının diğeri üzerinde süren hegemonyasının aracı olur. Bu araçla adaleti sağlayacağı iddiasında, dinin tarihteki rolünü asla açıklayamazlar. “Hatalar, dini alet olarak kullananların hatasıdır” derler ve kendileri de aynıyla dini alet olarak kullanırlar. Tanrı kimseye kendi adına vekalet vermeyecek kadar kullarını bildiğini unuturlar.
Ortak ülkemizin başkentleri, hiç kimsenin çimentosuna ihtiyaç duymaz. Farklılıkların birbirini kabul eden kültürle yetinir. Bunun için siyasi engellerin kalkması en hayati adımdır. Bu açıdan ülkemiz başkentleri arasında barış ve dayanışma, “yurtta sulh” ilkesiyle, kelimenin geniş anlamdaki hacmiyle, bir üretim rekabeti ortamında tutmak, çatışmalardan uzak, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama şansını güçlendirmek için bu başkentlerin varoluşunu içselleştirmek gerek.
Attıkları her adımda, bu son Diyarbakır mitinglerinde bile ülkemiz başkentlerinin bir değil birçok olduğunu fiilleriyle ortaya koyanların bunu siyasal alanda seslendirmemeleri, milliyetçi handikaplarının sonucudur. Muhalefet partilerinin bile örgüt oluşturamadıkları, bir miting bile düzenleyemedikleri bu dev şehrin bir başkent olduğu gerçeğini açıkça dile getirmek, siyasal sürecin yumuşaması ve demokrasinin derinleşmesi için zorunlu bir duraktır.
Antakya da bir başka başkenttir. Bunun için üzerinde oyunların oynanma riski çok fazladır.
Antakya’da, “Alevi-Sünni çatışması yaratacak, gerginlik ve KAOS eylemleri” yapılacağı söylentilerinin provokasyon amacıyla ileri sürülmesinin anlamı budur. Antakya, Roma’nın kadim başkentidir. Dünden bu güne gelen konumlanışı aynıyla devam etmektedir. Derin devletin her yerde dayattığı kanlı kıyım komplolarının, bu başkentte iflas etmesinin de nedeni budur. Kendi farklılıklarını, zamanın uyumlaştırma süreçleri sonunda içselleştirmiş bir kentin böylesi provokasyonları elinin tersiyle itmesi, bu nedenle güç olmamıştır.
demokrasiden ne anladığını da yeterince açığa vurmaktadır. Bu açıdan, önerdikleri hiçbir demokratikleşme çabasında tutarlı olamamış, iflasla yüz yüze kalmışlardır.
Dört başkent gerçeği ülkemiz gerçeğidir. Farklılıklarımızla bir arada barış içinde yaşamak istiyorsak bu gerçeği anayasal olarak da tanımlamak gerek. Bundan doğan hak ve hukuku, yasalarla, kurum ve kuruluşlarla da güvence altına almak gerek.
Sonuç olarak,
Bu referanduma konu olan anayasa paketi böylesi temel parametrelerden de yoksundur. Muhalefetin ise böylesi söylemlere karşı ırkçı damarının nasıl kabaracağı bilinmektedir. Demokrasi mücadelesi ise bu gerçekleri içselleştirenlerin mücadelesidir. Bu nedenle BOYKOT tutumu özgürlüğümüz kadar demokratlığımızın da ölçütüdür.
7 Eylül 2010
Referandum yazılarımın bu aşamasında, farklı tutumlar üzerinde yorum yapmayacağım.
Bunlar geride kaldı.
Makalemin konusu, çok daha damardan bir sorunla ilgili.
Bilindiği gibi, 3 Eylül 2010 Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır mitingi ve ardından BDP’nin 5 Eylül 2010 Diyarbakır mitingleri gündeme geldi. Tüm mitingiler bir yana Diyarbakır mitingi bir yana büyük bir hazırlık ve yoğunluk içinde geçti. Final özelliğindeki bu mitingler, anlamlı ve yoğun mesajları taşıyordu.
Erdoğan Kürdistan bölgesinin ikinci partisi olmanın ezikliğiyle, partisinde yer alan yüze yakın milletvekilinin yetersizliğiyle kıvranmakta, Diyarbakır’da etkin bir sonuçla mitingi hazırlıklarına yönelmişti. Denenmiş tüm yolların iflas ettiği bu alanda, daha çok demokrasi yerine daha çok ortak bölen sunma adına dini de sonuna kadar istismar ederek Kürt halkının hak kazanımına tek yol olduğunu ifade etmeye çalıştı. Kürtlükle kimin alakası varsa ve kimin acıları ölümleri sürgünleri bulunuyorsa, kendisinin hiç payı yokmuş gibi bunların adını anarak, Kürt halkından EVET oyu istedi.
BDP ise, orijinal olmanın rahatlığıyla bu coğrafyanın taleplerini ve bunu sözcülüğünü dile getirerek, kim ne olursa olsun bu halkın taleplerini teslim etmeden, bunu fiilen yerine getirmeden sonuç alamayacağını belirterek halkını BOYKOT’a davat etti. Beklentiler karşılanmaksızın Kürt halkı, kimsenin oy deposu olmayacağını belirtti.
Bu mitingiler bir “Diyarbakır düellosu” idi.
Bu düello sadece bu referandumun konusu değildi; yüzyılların konusuydu.
Bu düellolardan birinde ben de Diyarbakır’da bulunuyordum. Tarih 24 Haziran 1975.
Türkeş; “Diyarbakır’a ayak basacağım” demişti. “Ayak basacağım” tabirini, çirkin anlamıyla “Ayağımı basacağım” manasıyla dile getirip böbürlenmişti.
O ayak, o halkın karşısında kırılmaktan başka bir şansa sahip değildi. O düelloda, üniversite imtihanlarına girmek üzeren bir Kürt dostuma misafirdim. O gün ellerimde taşlarla, ben de bu düelloda taraf olarak yerimi almıştım, Türkeş ayağını basamamıştı. O gün ben “Devrimci vaftizimi Diyarbakır’da oldum”. Mücadelenin orta yerinde, dayanışmanın yükümlülüğünü yerine getirdim.
Bu günkü düelloda da vardım, her iki mitingin içinde olacak kadar bir duyarlılıkla olayları izledim. Bu makalede vardığım sonuçları dile getirirken de o düellonun bir tarafı olarak gözlemlerimi aktaracağım.
İKİ MİTİNG
İki miting arasında sayısal yoğunluk, etkinlik, heyecan üzerinde yapılacak birçok değerlendirme olabilir. Meydanları kimin daha çok doldurduğu, daha çok pankartın taşındığı, gençlerin, ihtiyarların, kadınların karşılaştırmalı sayısal durumları ortaya konabilir. Ötesine de geçilerek ses ölçüm cihazlarıyla, kitlelerin ruh halleri üzerine yorum yapılabilir. Ancak bütün bunlar, yapmaya çalıştığım belirleme açısından büyük önem taşımıyor.
Bu türden karşılaştırmalar, böylesi bir düellonun gerçek dokusunu yansıtmaktan uzaktır.
Bu tür karşılaştırmaları İstanbul mitingi dolaysıyla CHP ile AKP arasında yapmak daha anlamlıdır. Aynıların aynı yerdeki etkilerini ölçme açısından geçerli bir yöntemdir de. Ancak farklılıkları aynı ölçüyle ölçmek yanıltıcıdır.
İki miting ortak özelliklerinden başlayacak olursak görülür ki, her iki mitingde heyecan doruktaydı. Bir tutkulu duruş vardı. Sonuç bekleyen insanların gerginlikleri ayaktaydı. Bu ortak bölenin önemli bir mesajı vardı.
Her iki mitingin kitlesinin özelliği aynıydı, her iki mitingin toplulukları kendi coğrafyalarının orijinal halkı Kürtlerdi. Bu meydanı her iki mitingde de heyecanlı, yoğun olarak dolduran Kürt halkının ortaya koyduğu duruş demokrasi ve özgürlük talepleriydi. Farklı tutumlarda kendini ifade eden bu duruş aynı nedenlere dayanıyordu; tutkulu, dirençli bir tutumla sürecin en önünde heyecanla yer alanların beklentisi, on yıllardır süren hak taleplerinin ikamesiydi.
Diyarbakır düellosu bu ortak zemin üzerinde gündeme geldi.
DÜELLOYU
KİM KAZANDI
Düellonun sonucu 13 Eylülde belirginleşecek. Ancak kesin sonuç, 13 Eylülle belirlenmeyecek kadar köklü dönüşümleri tanımlıyordu. Çünkü bu düello bir referandum düellosu değildi. Seçmen oylarının partiler arası dağılımı meselesi hiç değildir. Bu düello bir halkın kendi kaderini tayin etmede alacağı haklarla ilgiliydi.
Diyarbakır düellosu orijinallerle marjinallerin düellosudur. Bu yanıyla düello, başlamadan orijinaller lehine kazanılmış bir düello sayılması yanlış değildir.
Marjinaller ise her zamanki gibi, kaybetmiş ata oynamışlardı. Şiddeti, baskıyı, kıyımı, güvenlik önlemlerini, askeri baskıları, sınır ötesi operasyonları ve bin bir türden toplu işkenceleri denemiş sonuç alamamışlardı. Demokratik açılım demişlerdi ancak ilk adımda süreci tıkayıp kapatmışlardı. Güdük bir anayasa tadilatıyla ortaya koydukları önermelerin, gerçekte demokrasiyi getiremeyeceğini kendileri de biliyorlardı. Kürt halkını bu referandumda yeni ümitlerle oyalama çabası içindeydiler. Marjinaller bir kez daha, geçici etkileri için çırpınıyorlardı.
Kürt halkı bu toprakların yerli halkı olarak, bu toprakları tarihte ziraata, yaşama ilk kez açarak anavatan haline dönüştürmüş bir orijinal topluluk olarak, demokrasi ve özgürlük taleplerini er ya da geç ikame edecek olana bir güçtür. Bu gücün karşısında hiçbir marjinal güç başarı şansına sahip değildir. Geçici oyalamalar, geçici başarılar birer avanstı. Onlarda son demlerini yaşıyor. Bu aldatmaların sonu gittikçe yaklaşıyor. Marjinaller, orijinaller karşısında son sınavlarını verme uğraşısı içindedirler. Kürt halkı bu düelloda yeni bir ivme kazanarak yoluna devam edecektir.
Her iki mitingde Kürt halkının gösterdiği performans, demokrasi ve özgürlük taleplerini alabilecekleri her kanalı, barışçıl yollarla sonuna kadar zorlama isteğinden kaynaklanıyor. Dolaysıyla marjinallere verdiği kimi desteklerin sınırı da buraya kadar olacaktır.
Tam bu noktada Kürt halkının düellosunun partiler arası bir tercih düellosu olmadığını anlamak zor değildir.
Kürt halkının düellosu, haklarına karşı antidemokratik duruşuyla engel olan sistem ve onun var oluş unsurlarıdır. Dolaysıyla bu düello, her hal ve koşul altında Kürt halkının lehine sonuçlanacaktır. Bu açıdan baktığımızda, Diyarbakır’da kazanan Kürt halkının talepleri uğruna göstermiş olduğu duruştur demek yanlış olmayacaktır.
Orijinal olan budur, yerli olan budur, köklü olan ve doğal haklarıyla var oluş mücadelesi veren budur. Bu düelloda, Kürt halkını yenilgiye uğratmanın mümkünü yoktur.
Kaybeden, kaybetmeye mahkum olan ise orijinal olmayanlardır. Marjinallerin yükselişi, maniplasyonlara dayalı cazip tekliflerle marjinallerin gösterdiği yükseliş kimseyi aldatmasın, orijinaller bir süre etkilense de sonucu değiştirmeye yetmeyecektir.
Bu toprakların yerlileri, er ya da geç bu düellonun galibi olacaktır; haklarına, kendi özgür iradeleri ve örgütlenmeleriyle çizdikleri yoldan varacaklardır.
BAŞKENTLERiN DÜELLOSU
Diyarbakır düellosu aynı zamanda ortak ülkemizin başkentler düellosudur. Referandum ortamının karmaşasında gözden kaçan önemli unsurlardan biri de budur.
Sık sık yazıyorum. Tepki de alıyorum. Ama tekrar edeceğim. Ortak ülkemizin dört başkenti var.
Ankara resmi, İstanbul fiili, Diyarbakır ve Antakya ihtiyari (seçmeli) başkenttir. Bu gerçek, ülkemiz mozaik dokusunun gerçeğidir. Bu gerçeği hesaba katmadan siyaset yapmanın mümkünü yoktur. Ulusalcı-ilkel milliyetçi çevrelerin handikabı budur.
AKP bu fay hattını din çimentosuyla yapıştırma çabasındadır. Din, etnik toplulukları tarihinin hiçbir döneminde bir ümmet olarak birleştiremediği gerçeğini bilmeyenler yanılabilir. Ancak halklar kendi deneyleriyle bunu algılamakta zorlanmaz. Din, tanrıyla kul arasındaki ilişkiden çıktığı an siyasi yönetimlerin bir baskı aracı olur; egemen etnik yapının diğeri üzerinde süren hegemonyasının aracı olur. Bu araçla adaleti sağlayacağı iddiasında, dinin tarihteki rolünü asla açıklayamazlar. “Hatalar, dini alet olarak kullananların hatasıdır” derler ve kendileri de aynıyla dini alet olarak kullanırlar. Tanrı kimseye kendi adına vekalet vermeyecek kadar kullarını bildiğini unuturlar.
Ortak ülkemizin başkentleri, hiç kimsenin çimentosuna ihtiyaç duymaz. Farklılıkların birbirini kabul eden kültürle yetinir. Bunun için siyasi engellerin kalkması en hayati adımdır. Bu açıdan ülkemiz başkentleri arasında barış ve dayanışma, “yurtta sulh” ilkesiyle, kelimenin geniş anlamdaki hacmiyle, bir üretim rekabeti ortamında tutmak, çatışmalardan uzak, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama şansını güçlendirmek için bu başkentlerin varoluşunu içselleştirmek gerek.
Attıkları her adımda, bu son Diyarbakır mitinglerinde bile ülkemiz başkentlerinin bir değil birçok olduğunu fiilleriyle ortaya koyanların bunu siyasal alanda seslendirmemeleri, milliyetçi handikaplarının sonucudur. Muhalefet partilerinin bile örgüt oluşturamadıkları, bir miting bile düzenleyemedikleri bu dev şehrin bir başkent olduğu gerçeğini açıkça dile getirmek, siyasal sürecin yumuşaması ve demokrasinin derinleşmesi için zorunlu bir duraktır.
Antakya da bir başka başkenttir. Bunun için üzerinde oyunların oynanma riski çok fazladır.
Antakya’da, “Alevi-Sünni çatışması yaratacak, gerginlik ve KAOS eylemleri” yapılacağı söylentilerinin provokasyon amacıyla ileri sürülmesinin anlamı budur. Antakya, Roma’nın kadim başkentidir. Dünden bu güne gelen konumlanışı aynıyla devam etmektedir. Derin devletin her yerde dayattığı kanlı kıyım komplolarının, bu başkentte iflas etmesinin de nedeni budur. Kendi farklılıklarını, zamanın uyumlaştırma süreçleri sonunda içselleştirmiş bir kentin böylesi provokasyonları elinin tersiyle itmesi, bu nedenle güç olmamıştır.
demokrasiden ne anladığını da yeterince açığa vurmaktadır. Bu açıdan, önerdikleri hiçbir demokratikleşme çabasında tutarlı olamamış, iflasla yüz yüze kalmışlardır.
Dört başkent gerçeği ülkemiz gerçeğidir. Farklılıklarımızla bir arada barış içinde yaşamak istiyorsak bu gerçeği anayasal olarak da tanımlamak gerek. Bundan doğan hak ve hukuku, yasalarla, kurum ve kuruluşlarla da güvence altına almak gerek.
Sonuç olarak,
Bu referanduma konu olan anayasa paketi böylesi temel parametrelerden de yoksundur. Muhalefetin ise böylesi söylemlere karşı ırkçı damarının nasıl kabaracağı bilinmektedir. Demokrasi mücadelesi ise bu gerçekleri içselleştirenlerin mücadelesidir. Bu nedenle BOYKOT tutumu özgürlüğümüz kadar demokratlığımızın da ölçütüdür.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder