30 Eylül 2010 Perşembe
MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN’IN HİSTERYASI
196. DOSYA
MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN’IN HİSTERYASI
NEBİL ve MÜCADELE İNANCIMIZ
Şerif YILMAZ
29 Eylül 2010
Öncelikle 30 Eylül dolaysıyla, Nebil yoldaşın anısı önünde saygıyla eğilerek yazıma başlamak istiyorum. Bu direngen militanın anısını kirletmek isteyen ve ölümünün tek nedeni olan MİT ajanı İbrahim Yalçın ve ortağı itirafçı Engin Erkiner’in, uzak yakın hiçbir ilgileri olmadığı Nebil yoldaşı köklerinden koparmak amacıyla 3 yıldır ölü konuşturucusu sinsi yılanlarla sürdürdükleri beyhude yalanları lanetliyorum.
Yazıma girmeden Nebil Yoldaşla bir anımı aktaracağım. Tarih 15 Şubat 1977 sonrası, ÖDTÜ rektörlüğüne getirilmiş olan Ülkücü Hasan Tan’ı protesto için, gece afiş yapıştırılma eylemimiz vardı. Mihrac Ural yoldaş bir tomar afişi bana ve Nebil yoldaşa vererek yapıştırmamız gereken yerleri de söyleyerek görevlendirmişti. Gece boyu polisle kedi fare gibi oynayarak eksiksiz şekilde afişleri yapıştırdık. Mihrac Ural yoldaş ve yanılmıyorsam Mehmet Yavuz’un olduğu bir grup polisin el koyduğu afişleri de polisin elinden kaparak kaçmış olduğunu, buna rağmen inatla afişlemeyi sonuna kadar sürdürüp tamamladıklarını hatırlıyorum. Tüm gruplar derneğimizde bir araya gelince, o gençlik heyecanıyla ve görevimizi yerine getirmenin mutluluğuyla çay içerek sabahladığımızı aktaracağım.
Kitle çalışmasının merkezindeydik. Halk, her mahallede her sokakta bizimleydi. Polis kovalamasından kaçışlarda halkın kapıları açıp bizi gizlemesi, etkimizin de bir ölçüsüydü. Böylesi kitle çalışmasını yaşamadan bunun ruhunu ve heyecanının anlamak elbette mümkün değildir. Antakya’yı Acilcilerin merkezi haline getiren de buydu; bu emeklerin başında kimler olduğunu söylemeye gerek bile yoktur. Bir militan olarak Nebil yoldaş, ortak emeklerle yükselen mücadelede bir yıldızdı. Haince şehit edilmesinin 30. Yılında onu bir kez daha saygıyla anıyorum.
Konumuza gelince,
İnternet yayınımız AYRI VARLIK blogunda 25 Eylül 2010 da yayınlanan, "Acilciler Medresesinde Duruş Sahibi Olmak" adlı makalemde, örgütsel tarihimizle ilgili bilgi aktarmaya çalıştım. Örgütümüzün Türkiye devrimci hareketine kattığı olumlu değerleri öne çıkarma perspektifimiz gereği kaleme aldığım bu yazı aynı zamanda kirli insanların örgütümüzü karalamaya, tarihini karanlık gösterip devrimci hareketi de şaibeli hale getirme çabalarına karşı bir duruştu.
Geçtiğimiz günlerde piyasaya sürülen Hanefi Avcı'nın "Haliç'te Yaşayan Simonlar (Devlet ve Cemaat)" kitabından hareketle bu gerçekleri kaleme aldım. Bunu kaleme alırken, bir MİT ajanı olan İbrahim Yalçın gibi insanları kale almayı asla düşünmedim. Bir direnme örgütünün militanı olarak görevimi o kesitte yerine getirirken bu gün için, genç devrimcilere ileteceğim mesajı düşündüm. İyiyi, olumluyu öne çıkarmak benim için bir devrimci görevdi, örgütümden bu güne kadar öğrendiğim de buydu. Bunu yaptım.
Ancak bundan rahatsız olan adam, kendi satılmışlığının ahlaksızlığını hiç düşünmeden yazının bana ait olmadığını dile getirmiş . Bir ahlaksızın, bu güne kadar görevini ihbarlarla sürdüren bir hayasızın ne düşündüğü beni hiç ırgalamıyor. Yazımda adı geçse de mesajım okurlarımıza yöneliktir.
Anlaşılan yazdığım makale, MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı derinden ezmiş.
Adam, ortaya çıkan her yazıyı tek kişiye bağlama hezeyanı içinde, kimsenin yazı yazamayacağı sanısındadır. Siyasi yazı yazma düzeyi olmayanların, magazinsel kirli yazılar bataklığında bu sanıya kapılmaları normaldir. Bu konumda olanların yazılan yazıların altındaki imzalara ait olduğuna inanmaları güçtür; hayatları boyunca ikiyüzlü olmuş, ahlaki hiçbir iş yapmamış olanların bilinen kod ya da gerçek isimlerini yazdıkları yazıların altına koymamaları çok normaldir.
Bunun da önemi yok, biz yoldaşlarımızla örgütsel disiplin içinde herkesi bağlayan yazıların herkese ait olmasını normal karşılarız. Ancak örgütümüz THKP-C (Acilciler) 1 Mayıs 1981 tarihinden itibaren, yani CEPHE merkez yayın organı olarak yayına başladığı andan itibaren, her makale yazarının imzasını taşıyacak diye bir karar aldı. Bu karar gereği “Nasır Velid”, “Nasır Yılmaz” adıyla onlarca makaleye imza attım. Bu gün yazılarımı, adımla Şerif Yılmaz olarak yazıyorum. Bir muhbir olarak MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın, kod ve gerçek isimleri devlete servis yapma çabasının aptallığına rağmen, biz hiçbir şeyden çekinmeden kendi yazılarımızın altına imzalarımızı atmaya devam edeceğiz.
Örgütümüz bir tarihi direnme örgütüdür. Bu örgütte kimse kendi yazısının altına imza atmaktan çekinmeyecek insanların örgütüdür. Satılmış adam beni takip etsin, yazılarım onun ve ortağının beynine birer çivi olarak çakılmaya devam edecektir.
Özgürlük ve demokrasi uğruna mücadelede yaşadığım(ız) kimi deneyimleri tarihi gelişimi içinde ele alırken; süreçten çıkarılması gereken dersleri, gelecek kuşaklara belge olması anlamında, objektif olarak aktarmıştım.
Bu aktarımların, yaşanılan sürecin canlı tanıklarının hala var olduğu bir koşulda ifade edilmesi; kendimize olan özgüvene, mücadele tarihimizin gücüne, direniş tarihimizin gelişimine ait bir zenginliktir. Gerçekliğimizin, duruş sahibi olmamızın ifadesidir. Dolayısıyla dosttan da düşmandan da tepki alması doğaldır. Her devrimci gelişim ve atılım, karşısında kendi zıddını da tetikleyecektir, tersinin de doğru olması gibi.
Buradan hareketle, örgütümüzün mücadele bayrağını yükselttiği dönemlerde derin devletin de örgütümüze yönelik geliştirdiği karşı operasyonları ayyuka çıkmıştır. Mücadele inancı zayıf düşen insanları kullanma, onları çözme, satın alma yöntemleri de kendi anlayışlarının ürünün olarak, cılız da olsa, dönem dönem sonuç almıştır. Bu süreç sadece örgütümüze yönelik olmayıp, genel devrimci demokratik etkinlikler yanı sıra, Kürt özgürlük hareketini de içine alır şekilde işlemekte olup, saflar belirlenmektedir.
Bir yanda halkların özgürlüğü ve demokrasi uğruna devrimci mücadeleyi inançla, inatla, sabırla yükseltme yarışında olanlar ve diğer yanda ise; milliyetçiliğin en kokuşmuş haliyle, her türden iftirayı, yalan ve kara çalmayı kendine meslek edinmiş, psikolojik savaş yöntemleriyle devletten şu ya da bu şekilde nemalanan, memur, işbirlikçi hain tipler.
En klasik bir ifadeyle devlet, tarihler boyunca egemen kastın (sınıfın) çıkarlarını koruma adına oluşturulan, örgütlü bir zorun ifadesi olmaya başladığı dönemden bu güne, karşıtlarını yok etmeye çaba göstermiş bir kurumdur. Bu yanıyla siyasal hareketlerin özgürlük mücadelesinde rol alıp, devrimci tarzda öne çıkmaya başladıkları her koşulda, devletin ajanları ve işbirlikçilerinin kontra faaliyette yer alması tarihsel bir gerçektir. Bu gerçeklik Sovyet devrimci mücadelesinde, Yunan İç Savaşında, Balkanlarda, Vietnam Kurtuluş Savaşında, Latin Amerika gerilla hareketleri ve bölgemiz itibariyle Filistin cephelerinde de hep yaşanmış bir gerçektir.
Devletin devrimci mücadele sürecimiz boyunca örgütümüze sızdırabildiği insan sayısı çok azdır. Kimi baştan itibaren devletle anlaşma yolunu seçip örgütü tasfiye doğrultusunda "gönüllü kontra" olmuş, hatırladığı her şeyi devlete teslim etmiş, bu handikapından kurtulamamış. Kimi ekonomik sıkıntıların itimiyle İstanbul merkezinde "izinli" seyyar satıcılık, köftecilik yapma adına ihbarcı olmuş. Kimi de şu sınır ötesinde 3-5 kuruşa nasıl "Şahin" satarım adıyla işbirliği yapmış "zavallılar". Onlara sadece acıyorum..
En kötüsü, geçen zaman içerisinde, örgütle ilişkiye girdiği andan itibaren her türden karanlık soru işaretlerini taşıdığı zamanla açığa çıkan ve sonuçta; MİT'in ücretli bir ajanı olduğunu kendi el yazısıyla dile getiren bu satılmış adam, MİT’le ilişki tarihini ısrarla saklaması, sorulan sorulara cevap vermemesi gittikçe ilgi topluyor. İbrahim Yalçın adlı MİT ajanı, geçmişte aramıza girmiş bir "sızıntı"dır. Sorumuz kendi el yazılarında dile getirdiği MİT’le ilişkinin tam tarihiyle ilgilidir.
Tekrarla soruyoruz. Sen, satılmış adam MİT ajanı İbrahim Yalçın MİT’le ilk kez ne zaman ilişkiye geçtin, bulanıklaştırmadan net cevap ver MİT’le ne zaman ilişkiye geçtin?
Bu soru ortakları için de geçerlidir. Bu töhmet onları da kapsıyor
Daha önceleri çeşitli vesilelerle yazmıştık. İbrahim Yalçın MİT ajanıdır muhatabımız olamaz diye, o bir düşmandır altı üstü bu. Bu konu bizim açımızdan tartışmaya yer bırakmayacak tarzda bitmiştir, biz bir tarafız ve safımız; devrimci mücadelede kavgayı yükseltme, halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesinde yer alma safıdır .
İbrahim Yalçın görev aşığı, ücretli memur sıfatıyla; örgütümüze ve önderliğine yönelik saldırı ve ihbarlarının sonuç almamasından hareketle, histeri krizleri geçirmektedir.
İbrahim Yalçın'ın histeryası; onca isim ihbar ve ifşaatta bulunmasına rağmen, kim hangi gerçeği nerede ne şekilde dile getirirse getirsin, hangi makaleyi ne türden bir objektivite içinde kaleme alırsa alsın karşısında hep Mihrac Ural yoldaşı görmesine yol açmaktadır. Buna halüsilasyon vakıası denebilir mi acaba? Bir psikolog ya da nöroloji uzmanına sormalı.
Histeri nöbetlerinde "asker mektubu bile yazamaz" dediği makalem için, "Mihrac Ural'dan Yeni İtiraf" adıyla aktardığı yazıda yaşadığı sendromun etkisi kendini ele veriyor, tam bir paranoya.
Böylece; kim yazarsa yazsın, Levent yoldaşın makalesi de, Öner'in, İrfan'ın, Ahmet'in, Zeki'nin, Ömer'in, Arif'in, Mehmet'in, Hasan'ın, Zafer yoldaşın, Salih yoldaşın, İbrahim'in, Ali'nin, Mustafa'nın, hatta Döşemeci Sami'nin (ki, suratına tükürmek için fırsat kolluyor) ve şu an aklıma gelmeyen onlarca insanın yazısı da Mihrac Ural yoldaşın makalesi haline geliyor. Yoldaşın imzasıyla anılmak hepimiz için onurdur bunu bilmiyor, bilmek, kabullenmek istemiyor. Görev alanının başarısızlığı, histeri nöbetlerinin kaynağı olarak görüyor.
Öyle ki son yazdığım makaleyi de Mihrac yoldaşın yazdığını söylüyor. Bilmiyor ki, (aslında biliyor!) o tarihsel süreçte yoldaş cezaevindeydi, gelişmeleri örgütsel talimatlar çerçevesinde ana hatlarıyla bilse dahi, o döneme ait ayrıntıları yaşanılan tarzda aktaramazdı. Olsun, İbrahim Yalçın'ın histeryası işte, körün fili tarif etmesi gibi, salla gitsin. Kuşku yarat, soru işaretleri bırak, ortalığı karıştır, yeni adres ve isimler, ihbarlar, rütbeler yumurtla. İşi bu!
Rütbe deyince rahmetli "paşa baba"m aklıma geldi. Subay çocuğuyum ya! Paşa diye anıldığını duysa her halde güler geçerdi. Kendisiyle gurur duyduğum, 1974 yılında Ordudan istifa etmek zorunda bırakılmış, Ağır İş Makineleri Operatörü (Greyderci-Dozerci) emekli bir Başçavuş. Yine İbrahim Yalçın histeryası, sağır duymaz uydurur hesabı. Uydur, uydurabildiğin kadar. Sen görevini yapıyorsun. Sonuçlarına katlanacaksın, bütün yalanların beynine bir şimşek gibi patlayacak, biz de halkımız adına görevimizi yerine getireceğiz.
Ha aklıma gelmişken, İbrahim Yalçın cehenneme giderken karşına "Habil ve Kabil" çıkıp sana soru sorabilir. Sakın kalkıpta Mihrac Ural yine mi sen? demiyesin. Olur ya, orada da peşini bırakmaz. olarak, mücadele tarihimizde ortaya çıkan tafraları, ders çıkarma anlamında değerlendirmekte fayda var. Bu yüzden her ne kadar yalanları su yüzüne çıkmışta olsa, ilaveten bir iki gerçeği de kısa kısa yukarıda aktarmaya çalıştım.
Böylelikle, geleceğe ilişkin çalışmalarımızı belirlerken; devrimci inancın, mücadele azminin, direniş ruhunun demokrasiyi inşa etmede, halklarımızın özgürlüğüne giden yolda ne kadar önemli bir role sahip olduğunu görmüş olacağız.
Bu bir duruşun ifadesidir. Para karşılığı insanları satmamanın, direnmenin, mücadele tarihimizi rastgele söylemlerle değil, gerçeklerin, hala yaşayan canlı şahitlerin varlığı koşulunda, objektif verilerle dile getireceğiz.
Gerek sorguda, gerek zindanda ve gerekse sürgün yaşamında hep doğrularımızın arkasında durduk, durmaya da devam edeceğiz. Yanlış yaptığımız zaman, doğruyu yakalamak için, yanlışı mahkum edecek mücadele inancıyla, doğrularımız arkasında duracağız. Bu bir medresedir.
Bu bizim tarihimiz, yazmaya devam edeceğiz.
MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN’IN HİSTERYASI
NEBİL ve MÜCADELE İNANCIMIZ
Şerif YILMAZ
29 Eylül 2010
Öncelikle 30 Eylül dolaysıyla, Nebil yoldaşın anısı önünde saygıyla eğilerek yazıma başlamak istiyorum. Bu direngen militanın anısını kirletmek isteyen ve ölümünün tek nedeni olan MİT ajanı İbrahim Yalçın ve ortağı itirafçı Engin Erkiner’in, uzak yakın hiçbir ilgileri olmadığı Nebil yoldaşı köklerinden koparmak amacıyla 3 yıldır ölü konuşturucusu sinsi yılanlarla sürdürdükleri beyhude yalanları lanetliyorum.
Yazıma girmeden Nebil Yoldaşla bir anımı aktaracağım. Tarih 15 Şubat 1977 sonrası, ÖDTÜ rektörlüğüne getirilmiş olan Ülkücü Hasan Tan’ı protesto için, gece afiş yapıştırılma eylemimiz vardı. Mihrac Ural yoldaş bir tomar afişi bana ve Nebil yoldaşa vererek yapıştırmamız gereken yerleri de söyleyerek görevlendirmişti. Gece boyu polisle kedi fare gibi oynayarak eksiksiz şekilde afişleri yapıştırdık. Mihrac Ural yoldaş ve yanılmıyorsam Mehmet Yavuz’un olduğu bir grup polisin el koyduğu afişleri de polisin elinden kaparak kaçmış olduğunu, buna rağmen inatla afişlemeyi sonuna kadar sürdürüp tamamladıklarını hatırlıyorum. Tüm gruplar derneğimizde bir araya gelince, o gençlik heyecanıyla ve görevimizi yerine getirmenin mutluluğuyla çay içerek sabahladığımızı aktaracağım.
Kitle çalışmasının merkezindeydik. Halk, her mahallede her sokakta bizimleydi. Polis kovalamasından kaçışlarda halkın kapıları açıp bizi gizlemesi, etkimizin de bir ölçüsüydü. Böylesi kitle çalışmasını yaşamadan bunun ruhunu ve heyecanının anlamak elbette mümkün değildir. Antakya’yı Acilcilerin merkezi haline getiren de buydu; bu emeklerin başında kimler olduğunu söylemeye gerek bile yoktur. Bir militan olarak Nebil yoldaş, ortak emeklerle yükselen mücadelede bir yıldızdı. Haince şehit edilmesinin 30. Yılında onu bir kez daha saygıyla anıyorum.
Konumuza gelince,
İnternet yayınımız AYRI VARLIK blogunda 25 Eylül 2010 da yayınlanan, "Acilciler Medresesinde Duruş Sahibi Olmak" adlı makalemde, örgütsel tarihimizle ilgili bilgi aktarmaya çalıştım. Örgütümüzün Türkiye devrimci hareketine kattığı olumlu değerleri öne çıkarma perspektifimiz gereği kaleme aldığım bu yazı aynı zamanda kirli insanların örgütümüzü karalamaya, tarihini karanlık gösterip devrimci hareketi de şaibeli hale getirme çabalarına karşı bir duruştu.
Geçtiğimiz günlerde piyasaya sürülen Hanefi Avcı'nın "Haliç'te Yaşayan Simonlar (Devlet ve Cemaat)" kitabından hareketle bu gerçekleri kaleme aldım. Bunu kaleme alırken, bir MİT ajanı olan İbrahim Yalçın gibi insanları kale almayı asla düşünmedim. Bir direnme örgütünün militanı olarak görevimi o kesitte yerine getirirken bu gün için, genç devrimcilere ileteceğim mesajı düşündüm. İyiyi, olumluyu öne çıkarmak benim için bir devrimci görevdi, örgütümden bu güne kadar öğrendiğim de buydu. Bunu yaptım.
Ancak bundan rahatsız olan adam, kendi satılmışlığının ahlaksızlığını hiç düşünmeden yazının bana ait olmadığını dile getirmiş . Bir ahlaksızın, bu güne kadar görevini ihbarlarla sürdüren bir hayasızın ne düşündüğü beni hiç ırgalamıyor. Yazımda adı geçse de mesajım okurlarımıza yöneliktir.
Anlaşılan yazdığım makale, MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı derinden ezmiş.
Adam, ortaya çıkan her yazıyı tek kişiye bağlama hezeyanı içinde, kimsenin yazı yazamayacağı sanısındadır. Siyasi yazı yazma düzeyi olmayanların, magazinsel kirli yazılar bataklığında bu sanıya kapılmaları normaldir. Bu konumda olanların yazılan yazıların altındaki imzalara ait olduğuna inanmaları güçtür; hayatları boyunca ikiyüzlü olmuş, ahlaki hiçbir iş yapmamış olanların bilinen kod ya da gerçek isimlerini yazdıkları yazıların altına koymamaları çok normaldir.
Bunun da önemi yok, biz yoldaşlarımızla örgütsel disiplin içinde herkesi bağlayan yazıların herkese ait olmasını normal karşılarız. Ancak örgütümüz THKP-C (Acilciler) 1 Mayıs 1981 tarihinden itibaren, yani CEPHE merkez yayın organı olarak yayına başladığı andan itibaren, her makale yazarının imzasını taşıyacak diye bir karar aldı. Bu karar gereği “Nasır Velid”, “Nasır Yılmaz” adıyla onlarca makaleye imza attım. Bu gün yazılarımı, adımla Şerif Yılmaz olarak yazıyorum. Bir muhbir olarak MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın, kod ve gerçek isimleri devlete servis yapma çabasının aptallığına rağmen, biz hiçbir şeyden çekinmeden kendi yazılarımızın altına imzalarımızı atmaya devam edeceğiz.
Örgütümüz bir tarihi direnme örgütüdür. Bu örgütte kimse kendi yazısının altına imza atmaktan çekinmeyecek insanların örgütüdür. Satılmış adam beni takip etsin, yazılarım onun ve ortağının beynine birer çivi olarak çakılmaya devam edecektir.
Özgürlük ve demokrasi uğruna mücadelede yaşadığım(ız) kimi deneyimleri tarihi gelişimi içinde ele alırken; süreçten çıkarılması gereken dersleri, gelecek kuşaklara belge olması anlamında, objektif olarak aktarmıştım.
Bu aktarımların, yaşanılan sürecin canlı tanıklarının hala var olduğu bir koşulda ifade edilmesi; kendimize olan özgüvene, mücadele tarihimizin gücüne, direniş tarihimizin gelişimine ait bir zenginliktir. Gerçekliğimizin, duruş sahibi olmamızın ifadesidir. Dolayısıyla dosttan da düşmandan da tepki alması doğaldır. Her devrimci gelişim ve atılım, karşısında kendi zıddını da tetikleyecektir, tersinin de doğru olması gibi.
Buradan hareketle, örgütümüzün mücadele bayrağını yükselttiği dönemlerde derin devletin de örgütümüze yönelik geliştirdiği karşı operasyonları ayyuka çıkmıştır. Mücadele inancı zayıf düşen insanları kullanma, onları çözme, satın alma yöntemleri de kendi anlayışlarının ürünün olarak, cılız da olsa, dönem dönem sonuç almıştır. Bu süreç sadece örgütümüze yönelik olmayıp, genel devrimci demokratik etkinlikler yanı sıra, Kürt özgürlük hareketini de içine alır şekilde işlemekte olup, saflar belirlenmektedir.
Bir yanda halkların özgürlüğü ve demokrasi uğruna devrimci mücadeleyi inançla, inatla, sabırla yükseltme yarışında olanlar ve diğer yanda ise; milliyetçiliğin en kokuşmuş haliyle, her türden iftirayı, yalan ve kara çalmayı kendine meslek edinmiş, psikolojik savaş yöntemleriyle devletten şu ya da bu şekilde nemalanan, memur, işbirlikçi hain tipler.
En klasik bir ifadeyle devlet, tarihler boyunca egemen kastın (sınıfın) çıkarlarını koruma adına oluşturulan, örgütlü bir zorun ifadesi olmaya başladığı dönemden bu güne, karşıtlarını yok etmeye çaba göstermiş bir kurumdur. Bu yanıyla siyasal hareketlerin özgürlük mücadelesinde rol alıp, devrimci tarzda öne çıkmaya başladıkları her koşulda, devletin ajanları ve işbirlikçilerinin kontra faaliyette yer alması tarihsel bir gerçektir. Bu gerçeklik Sovyet devrimci mücadelesinde, Yunan İç Savaşında, Balkanlarda, Vietnam Kurtuluş Savaşında, Latin Amerika gerilla hareketleri ve bölgemiz itibariyle Filistin cephelerinde de hep yaşanmış bir gerçektir.
Devletin devrimci mücadele sürecimiz boyunca örgütümüze sızdırabildiği insan sayısı çok azdır. Kimi baştan itibaren devletle anlaşma yolunu seçip örgütü tasfiye doğrultusunda "gönüllü kontra" olmuş, hatırladığı her şeyi devlete teslim etmiş, bu handikapından kurtulamamış. Kimi ekonomik sıkıntıların itimiyle İstanbul merkezinde "izinli" seyyar satıcılık, köftecilik yapma adına ihbarcı olmuş. Kimi de şu sınır ötesinde 3-5 kuruşa nasıl "Şahin" satarım adıyla işbirliği yapmış "zavallılar". Onlara sadece acıyorum..
En kötüsü, geçen zaman içerisinde, örgütle ilişkiye girdiği andan itibaren her türden karanlık soru işaretlerini taşıdığı zamanla açığa çıkan ve sonuçta; MİT'in ücretli bir ajanı olduğunu kendi el yazısıyla dile getiren bu satılmış adam, MİT’le ilişki tarihini ısrarla saklaması, sorulan sorulara cevap vermemesi gittikçe ilgi topluyor. İbrahim Yalçın adlı MİT ajanı, geçmişte aramıza girmiş bir "sızıntı"dır. Sorumuz kendi el yazılarında dile getirdiği MİT’le ilişkinin tam tarihiyle ilgilidir.
Tekrarla soruyoruz. Sen, satılmış adam MİT ajanı İbrahim Yalçın MİT’le ilk kez ne zaman ilişkiye geçtin, bulanıklaştırmadan net cevap ver MİT’le ne zaman ilişkiye geçtin?
Bu soru ortakları için de geçerlidir. Bu töhmet onları da kapsıyor
Daha önceleri çeşitli vesilelerle yazmıştık. İbrahim Yalçın MİT ajanıdır muhatabımız olamaz diye, o bir düşmandır altı üstü bu. Bu konu bizim açımızdan tartışmaya yer bırakmayacak tarzda bitmiştir, biz bir tarafız ve safımız; devrimci mücadelede kavgayı yükseltme, halkların özgürlük ve demokrasi mücadelesinde yer alma safıdır .
İbrahim Yalçın görev aşığı, ücretli memur sıfatıyla; örgütümüze ve önderliğine yönelik saldırı ve ihbarlarının sonuç almamasından hareketle, histeri krizleri geçirmektedir.
İbrahim Yalçın'ın histeryası; onca isim ihbar ve ifşaatta bulunmasına rağmen, kim hangi gerçeği nerede ne şekilde dile getirirse getirsin, hangi makaleyi ne türden bir objektivite içinde kaleme alırsa alsın karşısında hep Mihrac Ural yoldaşı görmesine yol açmaktadır. Buna halüsilasyon vakıası denebilir mi acaba? Bir psikolog ya da nöroloji uzmanına sormalı.
Histeri nöbetlerinde "asker mektubu bile yazamaz" dediği makalem için, "Mihrac Ural'dan Yeni İtiraf" adıyla aktardığı yazıda yaşadığı sendromun etkisi kendini ele veriyor, tam bir paranoya.
Böylece; kim yazarsa yazsın, Levent yoldaşın makalesi de, Öner'in, İrfan'ın, Ahmet'in, Zeki'nin, Ömer'in, Arif'in, Mehmet'in, Hasan'ın, Zafer yoldaşın, Salih yoldaşın, İbrahim'in, Ali'nin, Mustafa'nın, hatta Döşemeci Sami'nin (ki, suratına tükürmek için fırsat kolluyor) ve şu an aklıma gelmeyen onlarca insanın yazısı da Mihrac Ural yoldaşın makalesi haline geliyor. Yoldaşın imzasıyla anılmak hepimiz için onurdur bunu bilmiyor, bilmek, kabullenmek istemiyor. Görev alanının başarısızlığı, histeri nöbetlerinin kaynağı olarak görüyor.
Öyle ki son yazdığım makaleyi de Mihrac yoldaşın yazdığını söylüyor. Bilmiyor ki, (aslında biliyor!) o tarihsel süreçte yoldaş cezaevindeydi, gelişmeleri örgütsel talimatlar çerçevesinde ana hatlarıyla bilse dahi, o döneme ait ayrıntıları yaşanılan tarzda aktaramazdı. Olsun, İbrahim Yalçın'ın histeryası işte, körün fili tarif etmesi gibi, salla gitsin. Kuşku yarat, soru işaretleri bırak, ortalığı karıştır, yeni adres ve isimler, ihbarlar, rütbeler yumurtla. İşi bu!
Rütbe deyince rahmetli "paşa baba"m aklıma geldi. Subay çocuğuyum ya! Paşa diye anıldığını duysa her halde güler geçerdi. Kendisiyle gurur duyduğum, 1974 yılında Ordudan istifa etmek zorunda bırakılmış, Ağır İş Makineleri Operatörü (Greyderci-Dozerci) emekli bir Başçavuş. Yine İbrahim Yalçın histeryası, sağır duymaz uydurur hesabı. Uydur, uydurabildiğin kadar. Sen görevini yapıyorsun. Sonuçlarına katlanacaksın, bütün yalanların beynine bir şimşek gibi patlayacak, biz de halkımız adına görevimizi yerine getireceğiz.
Ha aklıma gelmişken, İbrahim Yalçın cehenneme giderken karşına "Habil ve Kabil" çıkıp sana soru sorabilir. Sakın kalkıpta Mihrac Ural yine mi sen? demiyesin. Olur ya, orada da peşini bırakmaz. olarak, mücadele tarihimizde ortaya çıkan tafraları, ders çıkarma anlamında değerlendirmekte fayda var. Bu yüzden her ne kadar yalanları su yüzüne çıkmışta olsa, ilaveten bir iki gerçeği de kısa kısa yukarıda aktarmaya çalıştım.
Böylelikle, geleceğe ilişkin çalışmalarımızı belirlerken; devrimci inancın, mücadele azminin, direniş ruhunun demokrasiyi inşa etmede, halklarımızın özgürlüğüne giden yolda ne kadar önemli bir role sahip olduğunu görmüş olacağız.
Bu bir duruşun ifadesidir. Para karşılığı insanları satmamanın, direnmenin, mücadele tarihimizi rastgele söylemlerle değil, gerçeklerin, hala yaşayan canlı şahitlerin varlığı koşulunda, objektif verilerle dile getireceğiz.
Gerek sorguda, gerek zindanda ve gerekse sürgün yaşamında hep doğrularımızın arkasında durduk, durmaya da devam edeceğiz. Yanlış yaptığımız zaman, doğruyu yakalamak için, yanlışı mahkum edecek mücadele inancıyla, doğrularımız arkasında duracağız. Bu bir medresedir.
Bu bizim tarihimiz, yazmaya devam edeceğiz.
NEBİL RAHUMA
194. DOSYA
NEBİL RAHUMA ve ÜÇ KONU
Mihrac Ural
29 Eylül 2010
“BURADA YATAN ÖLÜMSÜZ KAHRAMAN NEBİL RAHUMA
ORTAK ÜLKEMİZİN
ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE
FİLİSTİN HALKININ HAKLI DAVASINDA
VE İNSAN HAKLARI UĞRUNA HİÇ BİR ÖZVERİDEN KAÇINMADAN
DOĞRULARI ARKASINDA DURDU.
( Mihrac Ural )”
Bu beyitler Nebil Rahuma yoldaşın mezarı üzerinde yer alsınlar diye yazıldılar. Yerlerine koyulacaklar.
Ölüm yıldönümünde bir kez daha şehitlerin en mazlumu olan Nebil yoldaşı anıyoruz. Antakya’nın Türkiye devrimci hareketine kazandırdığı bu yiğit militanın anısı önünde tüm yoldaşlar saygıyla eğiliyoruz.
Bu yıl ilk kez hiç yazılmamış bir anımı aktararak onu anacağım. “Türkeş Ölümden Nasıl Kurtuldu” yazımı yayınlayacağım.
Nebil çok genç yaşlarda, mahallede futbol oyunundan devrimciliğe, bir itirafçının adımızı ilk kez polise afişe etmesinden firara, polis kuşatmasından eylemlere, kamulaştırmaya, işkencelerden zindana temel ekibimin temel bir militanı olarak parladı.
Onu İstanbul bölgesine gönderdiğimde neden gittiğinin sorusunu bile sormadı. İlişkimiz bu düzeyde güven ve sorumluluk bilinciyle harmanlanmıştı. Örgütümüze yönelik operasyonların yapıldığı 19 Ağustos 1977 tarihiyle birlikte, örgütü çökerten ve adımızı ilk kez polise veren itirafçı Engin Erkiner yüzünden firarı olduk.
Sonradan anlaşıldı ki, bu itirafçının (“katil muhbir”) örgüte sızdırdığı İbrahim Yalçın, bir MİT ajanıydı. Bu ikili, dünya sol tarihinde olmayan ve olmayacak olan, akli bir açıklaması, ancak görev olmasıyla anlamlı olan 3 yıllık karalama saldırılarını sürdürdüler. En çok da Nebil yoldaşı buna alet ettiler. 3 yıllık ısrar aynı zamanda bir iflasın adıydı. Başarılmamış bir derin görevin tanımıydı.
Devrimcilik ve örgütsel değerler kirletilmek isteniyordu bunun için çırpınışlara devam edilmektedir. Nebil yoldaşı alet etmek ise kolay değildi. Belgeler ve kanıtlar bunun önünde önemli bir engel oluşturuyordu. Tanımadıkları, en kabadayısının birkaç ay gördüğü Nebil üzerine tezler yazacak kadar ona asılmalarının komikliği çok anlamlıydı. Bu, sırtlarındaki kamburu temiz bir bezle örtme çabasıydı. 30 yıldır anmadıkları Nebil aniden revaçta olmaya başlamasının hikayesi buradan yola çıkar.
Bunu, Doğu Perinçek yolunda ihbarlarla sürdürüyor olmaları ise her şeyi yeterince açıklar nitelikte olmuştur. Bu bir Özel Harp Dairesi göreviydi.
Siyasi yazım performansımız arkasından nal toplayanlar, hayatlarında tek satırlık siyasi yazı yazmayı becerememiş kuklalar belli olmuştu; özelikle MİT’le ilişkiye giriş tarihlerini ısrarla gözleyip cevaplandırmamakla, bu soruya cevap vermemek için çırpınarak vakit geçirmekle MİT ajanı İbrahim Yalçın izmarit gibi ayakaltında ezilmiştir.
İlkemiz, belge, kanıt olmaksızın kimsenin suçlanamayacağıdır. Biz bu çirkin insanları kendi el yazıları ve örgüt arşivinde bulunan el yazılı raporlarıyla kendilerini nasıl tanımlamışlarsa öyle tanımlamakla yetindik. Gerisine gerek yoktu. Kim olduklarını kamuoyuna açıkladık. Birinin itirafçı diğerinin, MİT ajanı olduğunu kendi ağızlarından kanıtladık. Bu belgeler üç blogda orijinal halleriyle yer almaktadır. İlgili olanlar oradan bakabilirler. (http://mirural.blogspot.com/ http://tarihselhainler.blogspot.com/ http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ ) Aynı bloglarda Nebil yoldaşla ilgili çok geniş araştırma ve bilgilere ulaşmak mümkündür (bunun için bkz: 68. DOSYA, 77. DOSYA VE 81. DOSYA)
Bu tartışmalar, ikilinin cevap vermesi gereken iki soruyu ortaya çıkardı. Onun cevabı beklenmektedir.
Birincisi;
İtirafçının cevaplaması gereken soru; o da, İtirafçı Engin Erkiner, evli olduğun İlker Akman’ın ablası sana, Malatya beyler deresinde “İlker Akman ve arkadaşlarının katledilmesine neden olan ihbarı sen yaptın” ve yüzüne tükürerek “katil muhbir” dedi mi demedi mi?
İkincisi;
MİT ajanı İbrahim Yalçın, tek tokat yemeden 12 sayfalık el yazısı itirafnamesinde bulanıklaştırarak verdiği üç yalan tarih bir yana, net ve ikircimsizce MİT’le ne zaman ilişkiye girdin? sorusu cevap beklenmektedir.
(bu iki soru ve gerekçeleri için Bkz. DOSYA NO: 176, 177, 178, 180, 185, 186, 187, 193. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ )
Nebil yoldaş tartışmalarının, dedikodu, hasım söylemi, ispatsız iddia, üçüncü kişilerin onayına muhtaç yalan, yeryüzünde kendinden başka kimsenin duymadığı sallama ölü konuşturuculuğu gölgesine sığınmadan belgelerle, kanıtlarla söylenmesi gereken üç temel unsur bulunmaktadır.
1. Nebil’i polise ilk kez afişe eden itirafçı Engin Erkiner’dir.
Tek tokat yemeden örgütün her şeyini polise teslim eden bu ahlaksız itirafçı, Nebili ilk kez polise ihbar eden kişidir. 17 kez adını anarak onu tarif etmiş ve suçlamıştır. Bakınız belge no: (1) alta. (Daha geniş bilgi için üstte verilen linklerde yer alan 1. DOSYA. İtirafçı Engin Erkiner’in 20 sayfalık Polis itirafnamesi )
2. Nebil’in ölümüne neden MİT ajanı İbrahim Yalçın’dır.
Örgütten habersiz olarak, Nebil’den alıp harcadığı 2 kg altın, Nebil’in katledilmesinin tek nedenidir. Diğer suçlamalar, birer uydurmadır.(Ayrıca 81. DOSYA’ya bakılarak geniş bilgi alınabilir)
Gerek, HDÖ davası GEREKÇELİ HÜKÜM s:131 de gerekse diğer HDÖ belgelerinde gösterilen neden HDÖ örgütünden habersiz olarak Acilciler örgütü yöneticilerine 1.500.000 Tl karşılığı altını vermesiyle, örgüt disiplinini çiğneyip tüzüğe aykırı davrandığından dolayı hakkında ölüm kararı verilmiştir.
Bu hükümde Ali Çakmaklı‘da Acilci yöneticilerinden biri olarak gösterilmiştir. Ona da “silah alımı için” verilen para aynı kapsam içinde mütalaa edilmiştir.
Nebil hiçbir zaman Ali Çakmaklı’nın ölümüyle ilgili suçlanmamıştır (bu söylem çok sonraları uydurulmuştur). Nebil ölüme mahkum edildiğinde, HDÖ’cülerin Ali Çakmaklı‘nın ölüm olayını bilmiş olsalar bile nedenleri ya da detaylarıyla ilgili bir sonuca varmalarına zaman açısından imkan yoktu. Ali Çakmaklı’yla Nebil’in ölümü arasında sadece 5 gün bulunmaktadır. HDÖ Ali Çakmaklı’yı da hiçbir zaman şehitleri arasında saymamıştır. Bütün uydurmalar MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın izini kaybetmesi için çalışan bir çark olarak dönmüştür. Bunun ortağı da İtirafçı Engin Erkiner’dir.
3. Nebil’i öldürenler, Mete Özer’in başını çektiği HDÖ’nün o kesitteki sorumlularıdır. Bunu da uyduruk gerekçeleriyle, resmi olarak üstlenmişlerdir.
Bu konuda, itirafçının, MİT ajanının, ölü konuşturucusunun hiç söz etmemesi, katilleri önemsememesi Nebil’i hangi kirli amaçla andıklarını göstermeye yeterlidir.
Bu üç temel konu dışında Nebili bir iki aydan fazla tanımamış olan aptalların ya da ölü konuşturucularının sokuşturmak istedikleri tamamen amaçlı yazımlar sadece yalandır ve bir yalanı örtmek içindir.
A) Bunlar arasında, Nebili ahlaksızlıkla suçlayan ithamlar,
Bunu Nebil’i katledenler, bir dolgu olarak öne sürdüler. Yoldaşını karısıyla cinsel ilişkiye girdiği ve kadının “Nebil’in …beni vardı” iddiasını itirafçı Engin Erkiner bir yazısında onaylamaktan çekinmemişti. O zaman Nebil olayının bu ölçüde kullanılabileceğini tahmin etmemişti. Nebil’e saldırmayı bile kurgulamıştı. Sonra, çekinerek bir kez daha bu konuya girmedi. Ölü konuşturucu birisi ise “evet nebilin cinsel organında ben vardı ben gördüm biliyorum…" yönünde yaptığı konuşma ise (bu konuşma zamanında en yakın arkadaşına yapılmıştır) Nebili katledenlerin ahlaksızlığını aşan bir destek konuşmasıdır.
Sinsi yılan ölü konuşturucusu hep öyledir, lafı alttan alta yayar koşulların havasına göre manalar verir. Belkemiksiz sözler etik olmayan onursuz duruşlar bu ikiyüzlülerin işidir. Bu kişi için Nebil yoldaşın Asi nehri kenarındaki evde bir ahlaksız teklifle ilgili yaptığı yorumu ve ona ilişkin kullandığı tabiri buraya aktarmayacağım. Beni arasın, ona derk söyleyeyim, bir tükürük olarak suratına yapıştırayım.
B) yakalanmasıyla ilgili uydurma “pusula” hikayesi çok daha komiktir.
Bu hikaye, Nebil’in örgütümüze yönelik toplu bir operasyonda (9-10 mart 1978) hepimizin yakalanmış olmasıyla iflas etmiştir.
Kaldı ki, “pusula”nın kimin tarafından Nebil’e ulaştırdığı bilinmiyor ya da Nebil bilmiyor, ya da söylememiş. Bu durumda kim bilinmeyen birinden pusula alır ki. Kişi biliniyorsa, bu kişi Nebil’in yerini de biliyorsa Nebil’e bir kötülük yapmak için neden “pusula”ya gerek olsun ki. “Pusula” ancak yeri belli olan Nebil’e gidebilir bu durumda “pusula”ya gerek kalmaz. Gönderenin “yazıdan tahmin edildiği” gibi ölü konuşturucusunun uyduruk söylemleri Nebili aptal yerine koymaktan başka anlama gelmez. Kaldı ki, Nebil’in yakalanma sürecini birlikte yaşayanlar, takibatları, ev değiştirmelerde ortaya çıkan sorunları da iyi biliyorlar. Bu iddia ölü konuşturma atölyesinde üretilmiş olması ne olduğunun anlaşılması için yeterlidir.
İkinci “pusula” iddiası ise tarji komiktir. Nebil’le sağmalcılardan birlikteydik. Firar olanağı çıkınca, benim çıkmamı istedi. Davada Nebil’in durumu kötüydü, Ben işkencede her şeyi inkar ettim, örgüt üyeliğini bile. İfadem beyaz sayfa gibidir. Çıkması talimatı verdim ve öyle çıktı. Bir ay geçmeden, bizler zindandayken bir çatışmada yakalandı. Bu durumda “pusula” diye bir şeyin olması için ışınlama yapmak gerekirdi. Zindanda ziyaret aralığının 15 günde bir olduğunu düşündüğümüzde, firar etmiş bir yoldaşın nerede nasıl kalacağını bilmeyi, ziyarete sadece yakın akrabaların geldiğini bir kenara koyalım, zaman açısından böyle bir şeyin olmasını düşünmek bile aptallıktır. Ölü konuşturmak için her türden etiği terk etmiş olmak yetmiyor birde aptal olmak gerekiyor.
Kaldı ki illegal örgüt sisteminde hayatımızın hiçbir kesitinde ne birbirimizi bulmak ne de başka bir nedenle pusula ya da aracı kullanmadık. Nebil’in yeri biliniyorsa, herhangi bir gönderdim onun eline geçecekse pusulanın bir anlamı kalır mı? Bu şerefsizler sürüsü, bu ar sız namusuz sürüsü hep öyledir. Minareyi çalmışlar ama kılıf uyduramamışlar.
Yeryüzünde kendisinden başka kimsenin duymadığı bir iddiayı, üstelik belirsizliklerle dolu bir söylemi gerçek diye lanse etmek sadece ahlaksızca bir davranıştır. Kişisel kinlerle gerçekleri karıştıranlar yarattıkları bataklığın kurbanı olmaya mahkumdurlar.
Bu iddia itirafçının ve MİT ajanının hayatlarını verdikleri, ömür boyu beni yazmaya mahkum oldukları komik bir iddiadır. Yalana ihtiyacı olanlar belgesiz, kanıtsız sallamalara sarılmaları normaldir. Bu yalanı yumurtlayan ölü konuşturucusu bunun hesabını bir biçimde verecektir. Geniş bilgi için, bkz. 77. DOSYA )
C) Nebil’in “Adana ABD konsolosluk eyleminde yalnız bırakıldığı” yalanı.
Ölü konuşturucusuyla Nebil’in, 15 dk.lık bir ceza evi görüşmesinde bir tarihin anlatılmış olması yalanı bir yana. Bir eylem üzerine konuşulacaksa önce o eylemde yer alanların görüşüne başvurulur. Bu yapılmamış. Amaç kirli olunca ciddi bir araştırmada olmaması normal.
Her söylediğini tanrı sözü sanan psikopatların bu tartışmalarda yer alması bataklığın derinleşmesinden başka b.ir sonuç üretmediği bellidir.
Gerçek ise çok farklı. Onlarca kez yazdık ama adamlarda utanma diye bir şey yok. Eylemde yer alanlar olarak gerçeğin çok farklı olduğunu söyledik. O eylemde Nebil sadece bir gözcüydü. Bu da bir yana. Bu eylemde Nebilin yalnız bırakıldığı iddiası Nebil’i onursuz biri olarak gösterme amacını taşır. Çünkü bu eylemden sonra Nebil aynı ekibin içinde ve talimatlara uyan bir militan olarak sonuna kadar durmuştu. Meziyetleri üzerine durmadan yazı yazıyorlar ama nebili bu yaklaşımla onursuz biri haline getirdiklerinin farkında olmuyorlar. Her şeyde öyle davranıyorlar, yalanı sallıyorlar ama sonrasını getiremiyorlar, uyum kuramıyorlar.
Nebil bu ekipte diğerleri gibi bir militandı ne karar alma ne de görev verme konumda değildi. Bir eylemde terk edilmişse, onurlu bir insan olarak bir daha aynı ekipte kalmamalıydı. Ama tersi olduğunu bu iddiayı yapanların kendisi dile getirmektedir.
Adana polis kuşatmasından kaçış, İstanbul süreci, Ülkücü faşistlerin toplanma yeri İstanbul Küllük kıraathanesinin kurşunlanması, şu ana kadar polisin bilmediği banka kamulaştırmasının yapılması, araba ve malzeme kamulaştırmaları, silahlı eylemlerinin birlikte yapılması. Nebil bütün bu süreçte bir militandı. Omuz omuza olduğu yoldaşlarıyla son ana kadar birlikteydi.
Adana ABD konsolosluk eyleminde Nebil gözcüydü, görevi eliyle yerine getiren, yanında olduğum F.Ç dir, gerisi yalandan ibarettir.
D) MİT ajanı İbrahim Yalçın, Nebili Ali Çaklamlı’nın ölümünden sonra gördüğü iddiası bir yalandır.
Bunu Mihrac Ural’ı karalamak amacıyla söylemektedir.
Ali çakmaklı Öldüğünde Nebil Adana’daydı (Alper Yalman’ın örgüte yazdığı raporda Ali Çakmaklı’nın ölümünün hemen ardından. Nebil’le görüşmesini ayrıntılarıyla aktarmaktadır: “ Olayın hemen ertesinde NEBİL yoldaşla görüştüm olayın kim tarafından yapıldığını öğrendikten sonra tavrımız çatışma tavrı olmaması konusunda uyarılarını dinledim görüş birliği içerisinde olduğumuzu söyledim ve NEBİL yoldaş İstanbul’a geri döndü. NEBİL yoldaş İstanbul’a döner dönmez, kendi alt ilişkileri tarafından bir eve götürülerek, bölgede bulunan sorumlularla birlikte sanık sandalyesine oturtulmuş” (Alper Yalman, Örgüt üyeliğine katılım talep ve raporu “Merkez Komitesine …20 Nisan 1982”)
Alper'in raporunda her şey açık ve net. Ali Çakmaklı öldüğünde, Nebil Adana’daydı. İstanbul’a geçer geçmez de arkadaşları tarafından tutuklanmıştı. Senarist MİT ajanı Nebil'le bu arada nasıl görüşmüş de Ali Çakmaklı’nın ölümü üzerine sohbet etmiş de Mihrac Ural’a tepkiliydi de…
Tarihler sıralandığında da her şey açıkça görülebilir. Nebil, HDÖ’cüler tarafından “Acilcilere maddi kaynak aktarmakla” suçlanarak tutuklanmıştır. Ali Çakmaklı’nın ölüm tarihi 23 Eylül 1980 akşama doğrudur, Nebil’in Alper’le görüşmesi en erken 24 Eylül 1980’dir. İstanbul’a gelişi ise en erken 25 Eylül 1980’dir. Katledilişi 29 Eylül 1980 olduğuna göre arada 4 gün bulunuyor o da tutuklu olduğu süredir. MİT ajanı İbrahim Yalçın, Nebil’le görüşme tarihlerine sürekli balans ayarı yapması açığını örtmek içindir.
İnsan bir kez kendini ahlaksızca satınca her adımı bir yalan ve dolan olmaya başlar. İbrahim Yalçın tas tamam bir yalan, dolan topağıdır.
E) Nebil zindandan iki kez firarı üzerine
Birincisi, Sağmalcılardan benim talimatımla ve benim yerime çıkmıştır. Bir öğrenci kavgasından içeri düşüp kısa sürede tahliye olan öğrenciler arasından, biri zorla diğeri gönüllüce esir alındı. Gönüllü olan Bedri Yağandı. Teklifi ben yaptım, onayladı. Ranzamın altına bağladım. Nebil benim çıkmamı istedi; dava dosyasında onun durumu daha kötüydü, ona çıkması gerektiğini söyledim ve buna uydu. İkinci arkadaş TİKKO’cu Hacı Demirkaya idi.
İkincisi, Niğde ceza evinden. Orada da İrfan Ural sırasını Nebil’e vermiştir. Nebil öyle firar etmişti. Bu kaçış üzerine bile aşağılık sinsi yılan tepki koymuş olmasını akılla izah etmek mümkün değildir. Neymiş “Nebil kaçmak için kimseden sıra talep etmeye tenezzül etmez”miş.
Ölür müsün öldürür müsün gibi bir hal.
Zindandan kaçmak bir ölüm kalım olayıdır. Her devrimci koşullar el verirse bedel ne olursa olsun firar eder. Kaldı ki, komün yaşanan aynı örgütün insanı olanlar arasında sıra teatisi kadar normal hiçbir şey olamaz. Özellikle Nebil, kaçış hazırlıkları tamamlandıktan sonra Niğde cezaevine sürgün gönderilmişse, doğal olarak kaçışla ilgili hesabı yapılmamıştır. Bu anlamda Nebil’in böyle bir talepte bulunması kadar doğal ve hiç bir şeye yorumlanmaması gereken bir durumdur. Ölü konuşturucusunun kin dolu tutumunu böylesi doğal bir talebe kadar uzatması ne kadar ön yargılı olduğunu göstermeye yeterlidir. Kaldı ki, bu pislik adam Nebil’le hayatı boyunca nasıl bir yardımlaşma içinde olmuştur ki, şu ana kadar onu katledenlere karşı bir çift söz bile söylememiştir; söylediği ise Mete Özer’ci HDÖ’cülerin Nebil’i yargılayan puştlar mahkemesini meşru gören “keşke yanında olup onu savunabilseydim” deme aptallığından ibarettir.
Nebil, İkinci kaçışında Koyna Ceza evine yanıma geldi. Ona Filistin’e gitmesi talimatını verdim. Antakya’ya gitti, Tacettin Sarı’nın yanına. 15 gün Levent (Hasan Baklacı)yoldaşın evinde gizlendi, sağ salim sınırı geçerek, Filistin kamplarına gitti. İsrail’e karşı eyleme katıldı. Bunu bana FHKC dış ilişkiler bürosu temsilcisi Hani ayrıntılarıyla anlattı; vurulan bir gerillayı sırtında taşıyarak getirdiğini ve kurtardığını söyledi.
Nebil yoldaş, okumayı sevmeyen, birkaç sayfa okuyunca “uykum geliyor” diye okumaktan kaçınan bir yoldaştı. Yazmayı da sevmezdi. Bu nedenle geride yazılı hiçbir şey bırakmamıştır. Bu durumunun da farkındaydı. Artan militanlığı ve eylem isteği bir ölçüde bununla da daha etken hale geliyordu.
Onurlu, sessiz, sitemsiz bir yoldaştı. İtirafçının örgüte açtığı yaralara karşı içi doluydu. “bu adama neden hak ettiği cezayı vermiyoruz” diye her kesitte serzenişte bulunurdu. Bunu son olarak Konya ceza evi ziyaretinde de dile getirdi. Ali Sönmez yoldaş bu konuda daha ısrarlıydı. Bütün bunlar dizginlenmişti.
Nebil yoldaşın anısı yüreklerimizin derinliğinde yerini tüm sıcaklığıyla koruyor. Abartmadan, abartıp onursuzlaştırmadan olduğu gibi tüm gerçekliğiyle tüm devrimci militanlar gibi bir devrimci militan olan bu kahraman yoldaşımı kararlıca anmaya devam edeceğiz. Onu sadece birilerini karalamak için ananlar, kısa süre onu da terk edecekler daha da kötüsünü yapacaklar.
Nebil… Nebil.. . Sen mücadelemizin bir parçası, anılarımızın da yıldızısın. Seni haksızca katledenlere lanet ediyoruz, adını kullanarak kirletmek isteyenlerin ise suratına tükürmeye devam ediyoruz.
Rahat uyu, anıt mezarın, manevi varlığının Kıble’si olmaya devam edecektir. Bizler de her zaman oraya bakacağız…
Dip not: (1)
İtirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesinin özeti şudur:
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
İfadesini polise yardımla açarak işe koyulan itirafçı Engin, Nebil yoldaşı polise gammazlarken, akla hayale gelmeyecek ayrıntılarıyla birlikte adını 17 kez tekrar ederek şunları itiraf ediyor.
Buyurun birlikte okuyalım:
“Nisan ayı sonlarında benim evimde yapılan toplantı sonunda MİHRAÇ giderken mayıs ayı başlarında İstanbul’a 2 insan göndereceğini söylemiş ve bunlarla buluşabilmem için de Taksim civarında şimdi hatırlayamadığım bir yerde randevu kararlaştırmıştık. Verilen randevu günü kararlaştırılan mahalle gittim, orada ALİ SÖNMEZ ve NEBİL ile karşılaştım ve tanıştım ALİ’nin soyadının SÖNMEZ olduğunu Emniyet müdürlüğünde öğrendim. ALİ ve NEBİL Antakya’dan talimatlı olarak geldiklerinden bunlara ayrıca eyleme girip girmeme konusunda herhangi bir sual tevcih etmedim.” ( Engin Erkiner’in polis İfadesi sayfa:10 )
“SORULDU: ALİ ve NEBİL Antakya’dan gelirken bir adet Fransız yapısı gerilla tipi İmsa otomatik makinalı tabanca (Baskın sırasında yakalanmıştır.), bir adet 14 lü tabanca (Baskında yakalandı.), bir adet 7,65 mm. Çapında tabanca (Baskında yakalanmıştır. Uzun brovningi olanı.) ve şarjörü iki defa doldurabilecek miktarda mermi getirmişlerdir.” (Engin Erkiner’in polis ifadesi,s:10)
“SORULDU: bir banka soyma eylemini gerçekleştirmek üzere ben, MUHARREM, ALİ ve NEBİL karar aldıktan sonra bankayı tespit etmek ve istihbarat toplamak maksadıyla teker teker İstanbul’un muhtelif semtlerindeki müsait bankaları dolaşmaya başladık. Bu arada Merter İş bankasının müsait durumda olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti…
“…Ben soygundan sonra akşamleyin Cihangir’deki eve gelecektim. Belirtilen gün ve saatte yaptığımız plan gereğince Merter İş Bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…
“... Yukarıda da belirttiğim gibi soygun planlanan günde yapıldı, ben de akşamleyin kararlaştırıldığı gibi Cihangir’deki eve giderek paraları bir kere de beraber saydık. Bir kere de diyorum, zira daha önce MUHARREM, ALİ, NEBİL ve MUSTAFA paraları saymışlardı. Eve geldiğim vakit miktarını 200.000 TL. olduğunu söylemişlerdi. Paraları ve silahları Cihangir’deki eve bırakıp ben o gece kendi evime döndüm. Birkaç gün sonra da ALİ ile birlikte Antakya’ya hareket ettik. Antakya’ya giderken bankadan gasp ettiğimiz paranın 170.000 TL. civarında bir meblağı yanımıza aldık. ALİ ile birlikte MİHRAÇ’ın evine gittik. 4-5 gece burada kaldık. MİHRAÇ’ın evinde kaldığımız müddetçe örgütü, durumu ve Türkiye’deki genel siyasi ortam üzerinde konuştuk… Yukarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL. civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal funye, 10 kutu 7,65mm. Çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9 mm. lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek, tahminen 200 adet civarında Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “Sosyal-Emperyalizm” (iki kelime çizildi) “SOVYET SOSYAL EMPERYALİZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti. Bütün bu malzemeleri 2 bavul ve bir el çantasına koyarak yukarıda da söylediğim gibi BEN, ALİ ve NEBİL ile birlikte İstanbul’a getirdim… 1 Mayıs hadiselerinde İnterkontinental Otelinden ateş edildiğine dair gazetelerde çıkan haberleri okumuştum. Bu sebepten eylem hedefi olarak İnterkontinental’i seçtim. Eylem şekli olarak ta bu otelin kurşunlanmasına karar verdim. Eylem kadrosu olarak şoför MUSTAFA, NEBİL, MUHARREM’i seçtim ve kendilerine böyle bir eylemi gerçekleştireceğimizi söyledim… saat 22.00 civarında eylemi yukarıda saydığım kadro gerçekleştirdi. Eylem planı şu…şekildeydi; Araba Bosfor Turizminin bulunduğu caddede bulunacak, MUHARREM ve NEBİL eylem günü kendilerine verdiğim iki adet kalaşinkov ve 4 adet dolu şarjörle İnönü Gezisinin Taksim tarafına bakan yüzündeki parmaklıkların hemin arkasında yer alan fundalıklar içinde otele ateş edeceklerdi. Eylem planlandığımız şekilde gerçekleştirildi, ben hadiseden sonra Taksim’e gittim, Taksim’e vardığım zaman saat 22,30 civarıydı, otelde fazla anormal bir durum göremedim. Buradan eve döndüm, ertesi gün gazetelerde otelin kurşunlanma olayını okudum. Sonra cihangir’deki eve giderek silah ve şarjörleri aldım, NEBİL ve MUHARREM eylem gecesi adam başına birer şarjörden biraz fazla mermiyi otele sıkmışlardı.” ( Engin Erkiner’in polis ifadesi s:10-11)
“ Bundan sonra yeni bir eylem gerçekleştirmek suretiyle para temin etmeyi düşündüm. ALİ, MUHARREM, NEBİL’i yanıma alarak Yusufpaşa Ak Bank’ı kontrol ettik, ancak orada gördüğümüz şahıslardan şüphelendik, bunların polis olabileceğini düşündük ve bu yüzden bu bankayı soymaktan vazgeçtik. Bu banka yerine Harbiye Ak Bank şubesini seçtik. Soygun planını şu şekilde yapmıştık; şoför MUSTAFA yukarıda da bahsettiğim gibi İnterkontinental eylemine katılan ve bu eylem için yeniden plakası değiştirilen beyaz renkli Reno ile Rayoevinin yanındaki sokakta istikameti Spor ve Sergi Sarayına doğru duracaktı. Eylemi BEN, NEBİL, ALİ, İBRAHİM YALÇIN gerçekleştirecektik. 18 Ağustos gecesi ben Cihangir’deki evde kaldım ve soygunun son planları üzerinde tartıştık, ertesi sabah saat 08,30 civarında topluca evden çıkarak Reno’ya bindik ve Spor Sergi Sarayına giden ve Rayo evinin yanında bulunan caddenin köşesinde arabadan indik. MUSTAFA DA arabayı caddenin içine çekerek arabada kaldı. Biz topluca bankaya girdik. Banka içinde şu şekilde ( daha önce yapılan plan çerçevesinde) yer aldı. İBRAHİM YALÇIN elinde 7,65 mm. çapında bir tabanca idi kapıyı tuttu. ALİ SÖNMEZ ceketinin içene sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezne gitti. Yanlış oldu ALİ elinde 14 lü tabanca ile vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. tabanca ile etrafı kontrol ettim. ALİ paraları aldıktan sonra elindeki naylon torbaya koydu.”( Engin Erkiner’in polis ifadesi s: 11-12)
“SORULDU: TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri görevleri ile birlikte şu şekilde sıralayabiliriz.
MİHRAÇ : Orta boylu,165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, Güney Bölge sorumlusu.
HAKKI: Uzun boylu,175 boyunda, zayıf, beyaz tenli,kısa saçlı. Ankara Bölge Sorumlusu. Üst komite üyesi, ( Bu isim takma addır)
EŞBER (BİNBAŞI), (Takma isim): 175 boyunda, zayıf,hafif sarışın. İzmir Bölge sorumlusu.
MİHRAÇ, HAKKI, EŞBER üst komite üyeleridir.
İSTANBUL:
CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER de
örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞLU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi üniversitesinde örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan durumundadır.
BENGÜ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
İMAM KILIÇ: Sempatizan durumundadır.
ALİ SÖNMEZ : Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: (Soyadını bilmiyorum), örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM : (Soyadını bilmiyorum) örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: (Soyadını bilmiyorum) Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRIM: Sempatizan durumundadır.
HAYDAR YILMAZ: örgütün eylem kadrosundadır. ( takma ismi AHMET’tir)
NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır.
FİLİZ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT: ( Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ORHAN: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
ZUHAL: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ’te çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI: Sempatizan durumundadır.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır…” (Engin Erkiner’in polis ifadesi, s: 15-16)
Bu ifadeyle birlikte İtirafçı Engin Erkiner’in Nebil yoldaşı polise ilk ve tek teslim eden kişi olmasına rağmen, yoldaşın mütevazi isminden nemalanmak için kendisi ve MİT’e satılmış ortağının yaptıkları çirkinlikleri lanetliyor bunlara sesiz kalanları da ayıplıyorum
NEBİL RAHUMA ve ÜÇ KONU
Mihrac Ural
29 Eylül 2010
“BURADA YATAN ÖLÜMSÜZ KAHRAMAN NEBİL RAHUMA
ORTAK ÜLKEMİZİN
ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİNDE
FİLİSTİN HALKININ HAKLI DAVASINDA
VE İNSAN HAKLARI UĞRUNA HİÇ BİR ÖZVERİDEN KAÇINMADAN
DOĞRULARI ARKASINDA DURDU.
( Mihrac Ural )”
Bu beyitler Nebil Rahuma yoldaşın mezarı üzerinde yer alsınlar diye yazıldılar. Yerlerine koyulacaklar.
Ölüm yıldönümünde bir kez daha şehitlerin en mazlumu olan Nebil yoldaşı anıyoruz. Antakya’nın Türkiye devrimci hareketine kazandırdığı bu yiğit militanın anısı önünde tüm yoldaşlar saygıyla eğiliyoruz.
Bu yıl ilk kez hiç yazılmamış bir anımı aktararak onu anacağım. “Türkeş Ölümden Nasıl Kurtuldu” yazımı yayınlayacağım.
Nebil çok genç yaşlarda, mahallede futbol oyunundan devrimciliğe, bir itirafçının adımızı ilk kez polise afişe etmesinden firara, polis kuşatmasından eylemlere, kamulaştırmaya, işkencelerden zindana temel ekibimin temel bir militanı olarak parladı.
Onu İstanbul bölgesine gönderdiğimde neden gittiğinin sorusunu bile sormadı. İlişkimiz bu düzeyde güven ve sorumluluk bilinciyle harmanlanmıştı. Örgütümüze yönelik operasyonların yapıldığı 19 Ağustos 1977 tarihiyle birlikte, örgütü çökerten ve adımızı ilk kez polise veren itirafçı Engin Erkiner yüzünden firarı olduk.
Sonradan anlaşıldı ki, bu itirafçının (“katil muhbir”) örgüte sızdırdığı İbrahim Yalçın, bir MİT ajanıydı. Bu ikili, dünya sol tarihinde olmayan ve olmayacak olan, akli bir açıklaması, ancak görev olmasıyla anlamlı olan 3 yıllık karalama saldırılarını sürdürdüler. En çok da Nebil yoldaşı buna alet ettiler. 3 yıllık ısrar aynı zamanda bir iflasın adıydı. Başarılmamış bir derin görevin tanımıydı.
Devrimcilik ve örgütsel değerler kirletilmek isteniyordu bunun için çırpınışlara devam edilmektedir. Nebil yoldaşı alet etmek ise kolay değildi. Belgeler ve kanıtlar bunun önünde önemli bir engel oluşturuyordu. Tanımadıkları, en kabadayısının birkaç ay gördüğü Nebil üzerine tezler yazacak kadar ona asılmalarının komikliği çok anlamlıydı. Bu, sırtlarındaki kamburu temiz bir bezle örtme çabasıydı. 30 yıldır anmadıkları Nebil aniden revaçta olmaya başlamasının hikayesi buradan yola çıkar.
Bunu, Doğu Perinçek yolunda ihbarlarla sürdürüyor olmaları ise her şeyi yeterince açıklar nitelikte olmuştur. Bu bir Özel Harp Dairesi göreviydi.
Siyasi yazım performansımız arkasından nal toplayanlar, hayatlarında tek satırlık siyasi yazı yazmayı becerememiş kuklalar belli olmuştu; özelikle MİT’le ilişkiye giriş tarihlerini ısrarla gözleyip cevaplandırmamakla, bu soruya cevap vermemek için çırpınarak vakit geçirmekle MİT ajanı İbrahim Yalçın izmarit gibi ayakaltında ezilmiştir.
İlkemiz, belge, kanıt olmaksızın kimsenin suçlanamayacağıdır. Biz bu çirkin insanları kendi el yazıları ve örgüt arşivinde bulunan el yazılı raporlarıyla kendilerini nasıl tanımlamışlarsa öyle tanımlamakla yetindik. Gerisine gerek yoktu. Kim olduklarını kamuoyuna açıkladık. Birinin itirafçı diğerinin, MİT ajanı olduğunu kendi ağızlarından kanıtladık. Bu belgeler üç blogda orijinal halleriyle yer almaktadır. İlgili olanlar oradan bakabilirler. (http://mirural.blogspot.com/ http://tarihselhainler.blogspot.com/ http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ ) Aynı bloglarda Nebil yoldaşla ilgili çok geniş araştırma ve bilgilere ulaşmak mümkündür (bunun için bkz: 68. DOSYA, 77. DOSYA VE 81. DOSYA)
Bu tartışmalar, ikilinin cevap vermesi gereken iki soruyu ortaya çıkardı. Onun cevabı beklenmektedir.
Birincisi;
İtirafçının cevaplaması gereken soru; o da, İtirafçı Engin Erkiner, evli olduğun İlker Akman’ın ablası sana, Malatya beyler deresinde “İlker Akman ve arkadaşlarının katledilmesine neden olan ihbarı sen yaptın” ve yüzüne tükürerek “katil muhbir” dedi mi demedi mi?
İkincisi;
MİT ajanı İbrahim Yalçın, tek tokat yemeden 12 sayfalık el yazısı itirafnamesinde bulanıklaştırarak verdiği üç yalan tarih bir yana, net ve ikircimsizce MİT’le ne zaman ilişkiye girdin? sorusu cevap beklenmektedir.
(bu iki soru ve gerekçeleri için Bkz. DOSYA NO: 176, 177, 178, 180, 185, 186, 187, 193. http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ )
Nebil yoldaş tartışmalarının, dedikodu, hasım söylemi, ispatsız iddia, üçüncü kişilerin onayına muhtaç yalan, yeryüzünde kendinden başka kimsenin duymadığı sallama ölü konuşturuculuğu gölgesine sığınmadan belgelerle, kanıtlarla söylenmesi gereken üç temel unsur bulunmaktadır.
1. Nebil’i polise ilk kez afişe eden itirafçı Engin Erkiner’dir.
Tek tokat yemeden örgütün her şeyini polise teslim eden bu ahlaksız itirafçı, Nebili ilk kez polise ihbar eden kişidir. 17 kez adını anarak onu tarif etmiş ve suçlamıştır. Bakınız belge no: (1) alta. (Daha geniş bilgi için üstte verilen linklerde yer alan 1. DOSYA. İtirafçı Engin Erkiner’in 20 sayfalık Polis itirafnamesi )
2. Nebil’in ölümüne neden MİT ajanı İbrahim Yalçın’dır.
Örgütten habersiz olarak, Nebil’den alıp harcadığı 2 kg altın, Nebil’in katledilmesinin tek nedenidir. Diğer suçlamalar, birer uydurmadır.(Ayrıca 81. DOSYA’ya bakılarak geniş bilgi alınabilir)
Gerek, HDÖ davası GEREKÇELİ HÜKÜM s:131 de gerekse diğer HDÖ belgelerinde gösterilen neden HDÖ örgütünden habersiz olarak Acilciler örgütü yöneticilerine 1.500.000 Tl karşılığı altını vermesiyle, örgüt disiplinini çiğneyip tüzüğe aykırı davrandığından dolayı hakkında ölüm kararı verilmiştir.
Bu hükümde Ali Çakmaklı‘da Acilci yöneticilerinden biri olarak gösterilmiştir. Ona da “silah alımı için” verilen para aynı kapsam içinde mütalaa edilmiştir.
Nebil hiçbir zaman Ali Çakmaklı’nın ölümüyle ilgili suçlanmamıştır (bu söylem çok sonraları uydurulmuştur). Nebil ölüme mahkum edildiğinde, HDÖ’cülerin Ali Çakmaklı‘nın ölüm olayını bilmiş olsalar bile nedenleri ya da detaylarıyla ilgili bir sonuca varmalarına zaman açısından imkan yoktu. Ali Çakmaklı’yla Nebil’in ölümü arasında sadece 5 gün bulunmaktadır. HDÖ Ali Çakmaklı’yı da hiçbir zaman şehitleri arasında saymamıştır. Bütün uydurmalar MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın izini kaybetmesi için çalışan bir çark olarak dönmüştür. Bunun ortağı da İtirafçı Engin Erkiner’dir.
3. Nebil’i öldürenler, Mete Özer’in başını çektiği HDÖ’nün o kesitteki sorumlularıdır. Bunu da uyduruk gerekçeleriyle, resmi olarak üstlenmişlerdir.
Bu konuda, itirafçının, MİT ajanının, ölü konuşturucusunun hiç söz etmemesi, katilleri önemsememesi Nebil’i hangi kirli amaçla andıklarını göstermeye yeterlidir.
Bu üç temel konu dışında Nebili bir iki aydan fazla tanımamış olan aptalların ya da ölü konuşturucularının sokuşturmak istedikleri tamamen amaçlı yazımlar sadece yalandır ve bir yalanı örtmek içindir.
A) Bunlar arasında, Nebili ahlaksızlıkla suçlayan ithamlar,
Bunu Nebil’i katledenler, bir dolgu olarak öne sürdüler. Yoldaşını karısıyla cinsel ilişkiye girdiği ve kadının “Nebil’in …beni vardı” iddiasını itirafçı Engin Erkiner bir yazısında onaylamaktan çekinmemişti. O zaman Nebil olayının bu ölçüde kullanılabileceğini tahmin etmemişti. Nebil’e saldırmayı bile kurgulamıştı. Sonra, çekinerek bir kez daha bu konuya girmedi. Ölü konuşturucu birisi ise “evet nebilin cinsel organında ben vardı ben gördüm biliyorum…" yönünde yaptığı konuşma ise (bu konuşma zamanında en yakın arkadaşına yapılmıştır) Nebili katledenlerin ahlaksızlığını aşan bir destek konuşmasıdır.
Sinsi yılan ölü konuşturucusu hep öyledir, lafı alttan alta yayar koşulların havasına göre manalar verir. Belkemiksiz sözler etik olmayan onursuz duruşlar bu ikiyüzlülerin işidir. Bu kişi için Nebil yoldaşın Asi nehri kenarındaki evde bir ahlaksız teklifle ilgili yaptığı yorumu ve ona ilişkin kullandığı tabiri buraya aktarmayacağım. Beni arasın, ona derk söyleyeyim, bir tükürük olarak suratına yapıştırayım.
B) yakalanmasıyla ilgili uydurma “pusula” hikayesi çok daha komiktir.
Bu hikaye, Nebil’in örgütümüze yönelik toplu bir operasyonda (9-10 mart 1978) hepimizin yakalanmış olmasıyla iflas etmiştir.
Kaldı ki, “pusula”nın kimin tarafından Nebil’e ulaştırdığı bilinmiyor ya da Nebil bilmiyor, ya da söylememiş. Bu durumda kim bilinmeyen birinden pusula alır ki. Kişi biliniyorsa, bu kişi Nebil’in yerini de biliyorsa Nebil’e bir kötülük yapmak için neden “pusula”ya gerek olsun ki. “Pusula” ancak yeri belli olan Nebil’e gidebilir bu durumda “pusula”ya gerek kalmaz. Gönderenin “yazıdan tahmin edildiği” gibi ölü konuşturucusunun uyduruk söylemleri Nebili aptal yerine koymaktan başka anlama gelmez. Kaldı ki, Nebil’in yakalanma sürecini birlikte yaşayanlar, takibatları, ev değiştirmelerde ortaya çıkan sorunları da iyi biliyorlar. Bu iddia ölü konuşturma atölyesinde üretilmiş olması ne olduğunun anlaşılması için yeterlidir.
İkinci “pusula” iddiası ise tarji komiktir. Nebil’le sağmalcılardan birlikteydik. Firar olanağı çıkınca, benim çıkmamı istedi. Davada Nebil’in durumu kötüydü, Ben işkencede her şeyi inkar ettim, örgüt üyeliğini bile. İfadem beyaz sayfa gibidir. Çıkması talimatı verdim ve öyle çıktı. Bir ay geçmeden, bizler zindandayken bir çatışmada yakalandı. Bu durumda “pusula” diye bir şeyin olması için ışınlama yapmak gerekirdi. Zindanda ziyaret aralığının 15 günde bir olduğunu düşündüğümüzde, firar etmiş bir yoldaşın nerede nasıl kalacağını bilmeyi, ziyarete sadece yakın akrabaların geldiğini bir kenara koyalım, zaman açısından böyle bir şeyin olmasını düşünmek bile aptallıktır. Ölü konuşturmak için her türden etiği terk etmiş olmak yetmiyor birde aptal olmak gerekiyor.
Kaldı ki illegal örgüt sisteminde hayatımızın hiçbir kesitinde ne birbirimizi bulmak ne de başka bir nedenle pusula ya da aracı kullanmadık. Nebil’in yeri biliniyorsa, herhangi bir gönderdim onun eline geçecekse pusulanın bir anlamı kalır mı? Bu şerefsizler sürüsü, bu ar sız namusuz sürüsü hep öyledir. Minareyi çalmışlar ama kılıf uyduramamışlar.
Yeryüzünde kendisinden başka kimsenin duymadığı bir iddiayı, üstelik belirsizliklerle dolu bir söylemi gerçek diye lanse etmek sadece ahlaksızca bir davranıştır. Kişisel kinlerle gerçekleri karıştıranlar yarattıkları bataklığın kurbanı olmaya mahkumdurlar.
Bu iddia itirafçının ve MİT ajanının hayatlarını verdikleri, ömür boyu beni yazmaya mahkum oldukları komik bir iddiadır. Yalana ihtiyacı olanlar belgesiz, kanıtsız sallamalara sarılmaları normaldir. Bu yalanı yumurtlayan ölü konuşturucusu bunun hesabını bir biçimde verecektir. Geniş bilgi için, bkz. 77. DOSYA )
C) Nebil’in “Adana ABD konsolosluk eyleminde yalnız bırakıldığı” yalanı.
Ölü konuşturucusuyla Nebil’in, 15 dk.lık bir ceza evi görüşmesinde bir tarihin anlatılmış olması yalanı bir yana. Bir eylem üzerine konuşulacaksa önce o eylemde yer alanların görüşüne başvurulur. Bu yapılmamış. Amaç kirli olunca ciddi bir araştırmada olmaması normal.
Her söylediğini tanrı sözü sanan psikopatların bu tartışmalarda yer alması bataklığın derinleşmesinden başka b.ir sonuç üretmediği bellidir.
Gerçek ise çok farklı. Onlarca kez yazdık ama adamlarda utanma diye bir şey yok. Eylemde yer alanlar olarak gerçeğin çok farklı olduğunu söyledik. O eylemde Nebil sadece bir gözcüydü. Bu da bir yana. Bu eylemde Nebilin yalnız bırakıldığı iddiası Nebil’i onursuz biri olarak gösterme amacını taşır. Çünkü bu eylemden sonra Nebil aynı ekibin içinde ve talimatlara uyan bir militan olarak sonuna kadar durmuştu. Meziyetleri üzerine durmadan yazı yazıyorlar ama nebili bu yaklaşımla onursuz biri haline getirdiklerinin farkında olmuyorlar. Her şeyde öyle davranıyorlar, yalanı sallıyorlar ama sonrasını getiremiyorlar, uyum kuramıyorlar.
Nebil bu ekipte diğerleri gibi bir militandı ne karar alma ne de görev verme konumda değildi. Bir eylemde terk edilmişse, onurlu bir insan olarak bir daha aynı ekipte kalmamalıydı. Ama tersi olduğunu bu iddiayı yapanların kendisi dile getirmektedir.
Adana polis kuşatmasından kaçış, İstanbul süreci, Ülkücü faşistlerin toplanma yeri İstanbul Küllük kıraathanesinin kurşunlanması, şu ana kadar polisin bilmediği banka kamulaştırmasının yapılması, araba ve malzeme kamulaştırmaları, silahlı eylemlerinin birlikte yapılması. Nebil bütün bu süreçte bir militandı. Omuz omuza olduğu yoldaşlarıyla son ana kadar birlikteydi.
Adana ABD konsolosluk eyleminde Nebil gözcüydü, görevi eliyle yerine getiren, yanında olduğum F.Ç dir, gerisi yalandan ibarettir.
D) MİT ajanı İbrahim Yalçın, Nebili Ali Çaklamlı’nın ölümünden sonra gördüğü iddiası bir yalandır.
Bunu Mihrac Ural’ı karalamak amacıyla söylemektedir.
Ali çakmaklı Öldüğünde Nebil Adana’daydı (Alper Yalman’ın örgüte yazdığı raporda Ali Çakmaklı’nın ölümünün hemen ardından. Nebil’le görüşmesini ayrıntılarıyla aktarmaktadır: “ Olayın hemen ertesinde NEBİL yoldaşla görüştüm olayın kim tarafından yapıldığını öğrendikten sonra tavrımız çatışma tavrı olmaması konusunda uyarılarını dinledim görüş birliği içerisinde olduğumuzu söyledim ve NEBİL yoldaş İstanbul’a geri döndü. NEBİL yoldaş İstanbul’a döner dönmez, kendi alt ilişkileri tarafından bir eve götürülerek, bölgede bulunan sorumlularla birlikte sanık sandalyesine oturtulmuş” (Alper Yalman, Örgüt üyeliğine katılım talep ve raporu “Merkez Komitesine …20 Nisan 1982”)
Alper'in raporunda her şey açık ve net. Ali Çakmaklı öldüğünde, Nebil Adana’daydı. İstanbul’a geçer geçmez de arkadaşları tarafından tutuklanmıştı. Senarist MİT ajanı Nebil'le bu arada nasıl görüşmüş de Ali Çakmaklı’nın ölümü üzerine sohbet etmiş de Mihrac Ural’a tepkiliydi de…
Tarihler sıralandığında da her şey açıkça görülebilir. Nebil, HDÖ’cüler tarafından “Acilcilere maddi kaynak aktarmakla” suçlanarak tutuklanmıştır. Ali Çakmaklı’nın ölüm tarihi 23 Eylül 1980 akşama doğrudur, Nebil’in Alper’le görüşmesi en erken 24 Eylül 1980’dir. İstanbul’a gelişi ise en erken 25 Eylül 1980’dir. Katledilişi 29 Eylül 1980 olduğuna göre arada 4 gün bulunuyor o da tutuklu olduğu süredir. MİT ajanı İbrahim Yalçın, Nebil’le görüşme tarihlerine sürekli balans ayarı yapması açığını örtmek içindir.
İnsan bir kez kendini ahlaksızca satınca her adımı bir yalan ve dolan olmaya başlar. İbrahim Yalçın tas tamam bir yalan, dolan topağıdır.
E) Nebil zindandan iki kez firarı üzerine
Birincisi, Sağmalcılardan benim talimatımla ve benim yerime çıkmıştır. Bir öğrenci kavgasından içeri düşüp kısa sürede tahliye olan öğrenciler arasından, biri zorla diğeri gönüllüce esir alındı. Gönüllü olan Bedri Yağandı. Teklifi ben yaptım, onayladı. Ranzamın altına bağladım. Nebil benim çıkmamı istedi; dava dosyasında onun durumu daha kötüydü, ona çıkması gerektiğini söyledim ve buna uydu. İkinci arkadaş TİKKO’cu Hacı Demirkaya idi.
İkincisi, Niğde ceza evinden. Orada da İrfan Ural sırasını Nebil’e vermiştir. Nebil öyle firar etmişti. Bu kaçış üzerine bile aşağılık sinsi yılan tepki koymuş olmasını akılla izah etmek mümkün değildir. Neymiş “Nebil kaçmak için kimseden sıra talep etmeye tenezzül etmez”miş.
Ölür müsün öldürür müsün gibi bir hal.
Zindandan kaçmak bir ölüm kalım olayıdır. Her devrimci koşullar el verirse bedel ne olursa olsun firar eder. Kaldı ki, komün yaşanan aynı örgütün insanı olanlar arasında sıra teatisi kadar normal hiçbir şey olamaz. Özellikle Nebil, kaçış hazırlıkları tamamlandıktan sonra Niğde cezaevine sürgün gönderilmişse, doğal olarak kaçışla ilgili hesabı yapılmamıştır. Bu anlamda Nebil’in böyle bir talepte bulunması kadar doğal ve hiç bir şeye yorumlanmaması gereken bir durumdur. Ölü konuşturucusunun kin dolu tutumunu böylesi doğal bir talebe kadar uzatması ne kadar ön yargılı olduğunu göstermeye yeterlidir. Kaldı ki, bu pislik adam Nebil’le hayatı boyunca nasıl bir yardımlaşma içinde olmuştur ki, şu ana kadar onu katledenlere karşı bir çift söz bile söylememiştir; söylediği ise Mete Özer’ci HDÖ’cülerin Nebil’i yargılayan puştlar mahkemesini meşru gören “keşke yanında olup onu savunabilseydim” deme aptallığından ibarettir.
Nebil, İkinci kaçışında Koyna Ceza evine yanıma geldi. Ona Filistin’e gitmesi talimatını verdim. Antakya’ya gitti, Tacettin Sarı’nın yanına. 15 gün Levent (Hasan Baklacı)yoldaşın evinde gizlendi, sağ salim sınırı geçerek, Filistin kamplarına gitti. İsrail’e karşı eyleme katıldı. Bunu bana FHKC dış ilişkiler bürosu temsilcisi Hani ayrıntılarıyla anlattı; vurulan bir gerillayı sırtında taşıyarak getirdiğini ve kurtardığını söyledi.
Nebil yoldaş, okumayı sevmeyen, birkaç sayfa okuyunca “uykum geliyor” diye okumaktan kaçınan bir yoldaştı. Yazmayı da sevmezdi. Bu nedenle geride yazılı hiçbir şey bırakmamıştır. Bu durumunun da farkındaydı. Artan militanlığı ve eylem isteği bir ölçüde bununla da daha etken hale geliyordu.
Onurlu, sessiz, sitemsiz bir yoldaştı. İtirafçının örgüte açtığı yaralara karşı içi doluydu. “bu adama neden hak ettiği cezayı vermiyoruz” diye her kesitte serzenişte bulunurdu. Bunu son olarak Konya ceza evi ziyaretinde de dile getirdi. Ali Sönmez yoldaş bu konuda daha ısrarlıydı. Bütün bunlar dizginlenmişti.
Nebil yoldaşın anısı yüreklerimizin derinliğinde yerini tüm sıcaklığıyla koruyor. Abartmadan, abartıp onursuzlaştırmadan olduğu gibi tüm gerçekliğiyle tüm devrimci militanlar gibi bir devrimci militan olan bu kahraman yoldaşımı kararlıca anmaya devam edeceğiz. Onu sadece birilerini karalamak için ananlar, kısa süre onu da terk edecekler daha da kötüsünü yapacaklar.
Nebil… Nebil.. . Sen mücadelemizin bir parçası, anılarımızın da yıldızısın. Seni haksızca katledenlere lanet ediyoruz, adını kullanarak kirletmek isteyenlerin ise suratına tükürmeye devam ediyoruz.
Rahat uyu, anıt mezarın, manevi varlığının Kıble’si olmaya devam edecektir. Bizler de her zaman oraya bakacağız…
Dip not: (1)
İtirafçı Engin Erkiner’in polis ifadesinin özeti şudur:
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner İfadesi, s:16)
İfadesini polise yardımla açarak işe koyulan itirafçı Engin, Nebil yoldaşı polise gammazlarken, akla hayale gelmeyecek ayrıntılarıyla birlikte adını 17 kez tekrar ederek şunları itiraf ediyor.
Buyurun birlikte okuyalım:
“Nisan ayı sonlarında benim evimde yapılan toplantı sonunda MİHRAÇ giderken mayıs ayı başlarında İstanbul’a 2 insan göndereceğini söylemiş ve bunlarla buluşabilmem için de Taksim civarında şimdi hatırlayamadığım bir yerde randevu kararlaştırmıştık. Verilen randevu günü kararlaştırılan mahalle gittim, orada ALİ SÖNMEZ ve NEBİL ile karşılaştım ve tanıştım ALİ’nin soyadının SÖNMEZ olduğunu Emniyet müdürlüğünde öğrendim. ALİ ve NEBİL Antakya’dan talimatlı olarak geldiklerinden bunlara ayrıca eyleme girip girmeme konusunda herhangi bir sual tevcih etmedim.” ( Engin Erkiner’in polis İfadesi sayfa:10 )
“SORULDU: ALİ ve NEBİL Antakya’dan gelirken bir adet Fransız yapısı gerilla tipi İmsa otomatik makinalı tabanca (Baskın sırasında yakalanmıştır.), bir adet 14 lü tabanca (Baskında yakalandı.), bir adet 7,65 mm. Çapında tabanca (Baskında yakalanmıştır. Uzun brovningi olanı.) ve şarjörü iki defa doldurabilecek miktarda mermi getirmişlerdir.” (Engin Erkiner’in polis ifadesi,s:10)
“SORULDU: bir banka soyma eylemini gerçekleştirmek üzere ben, MUHARREM, ALİ ve NEBİL karar aldıktan sonra bankayı tespit etmek ve istihbarat toplamak maksadıyla teker teker İstanbul’un muhtelif semtlerindeki müsait bankaları dolaşmaya başladık. Bu arada Merter İş bankasının müsait durumda olduğu bilgisini arkadaşlardan biri bana getirdi Hep beraber bankaya giderek tetkik ettik, kaçış yollarını tespit ettik. Bu arada söylemeyi unuttum Ankara kadrosundan HAKKI Haziran ayı içinde eylemlerde kullanacağımız bir şoför getirmişti…
“…Ben soygundan sonra akşamleyin Cihangir’deki eve gelecektim. Belirtilen gün ve saatte yaptığımız plan gereğince Merter İş Bankası soygunu MUHARREM, ALİ, NEBİL ve şoför MUSTAFA tarafından gerçekleştirildi. Yukarıda söylemeyi unuttum eylemden birkaç gün önce kirli sarı renkte, Murat marka bir arabayı düz kontak yaparak çaldıklarını ve Cihangir’deki ev civarına getirdiklerini biliyorum…
“... Yukarıda da belirttiğim gibi soygun planlanan günde yapıldı, ben de akşamleyin kararlaştırıldığı gibi Cihangir’deki eve giderek paraları bir kere de beraber saydık. Bir kere de diyorum, zira daha önce MUHARREM, ALİ, NEBİL ve MUSTAFA paraları saymışlardı. Eve geldiğim vakit miktarını 200.000 TL. olduğunu söylemişlerdi. Paraları ve silahları Cihangir’deki eve bırakıp ben o gece kendi evime döndüm. Birkaç gün sonra da ALİ ile birlikte Antakya’ya hareket ettik. Antakya’ya giderken bankadan gasp ettiğimiz paranın 170.000 TL. civarında bir meblağı yanımıza aldık. ALİ ile birlikte MİHRAÇ’ın evine gittik. 4-5 gece burada kaldık. MİHRAÇ’ın evinde kaldığımız müddetçe örgütü, durumu ve Türkiye’deki genel siyasi ortam üzerinde konuştuk… Yukarıda da söylediğim gibi 4-5 gün MİHRAÇ’ın evinde kaldıktan sonra malzemelerle birlikte BEN, ALİ, NEBİL beraberce İstanbul’a döndük. Yukarıda söylemeyi unuttum MİHRAÇ’ın evine gittiğim vakit yanımda getirdiğim 170.000 TL. civarındaki parayı malzeme alması için MİHRAÇ’a vermiştim. MİHRAÇ orada kaldığım 4-5 gün içinde 400 adet civarında dinamit lokumu, tahminen 150 adet civarında elektrikli ve normal funye, 10 kutu 7,65mm. Çapında mermi, 8-9 kutu 60 lık 9 mm. lik uzun mermi, 2 adet Kalaşinkov marka tüfek, tahminen 200 adet civarında Kalaşinkov mermisi temin ederek bana teslim etmişti. Ayrıca tahminen 10 adet “Sosyal-Emperyalizm” (iki kelime çizildi) “SOVYET SOSYAL EMPERYALİZM TEZLERİNİN SAÇMALIĞI” başlıklı 212 sahifelik ve HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ imzasını taşıyan broşürü vermişti. Bütün bu malzemeleri 2 bavul ve bir el çantasına koyarak yukarıda da söylediğim gibi BEN, ALİ ve NEBİL ile birlikte İstanbul’a getirdim… 1 Mayıs hadiselerinde İnterkontinental Otelinden ateş edildiğine dair gazetelerde çıkan haberleri okumuştum. Bu sebepten eylem hedefi olarak İnterkontinental’i seçtim. Eylem şekli olarak ta bu otelin kurşunlanmasına karar verdim. Eylem kadrosu olarak şoför MUSTAFA, NEBİL, MUHARREM’i seçtim ve kendilerine böyle bir eylemi gerçekleştireceğimizi söyledim… saat 22.00 civarında eylemi yukarıda saydığım kadro gerçekleştirdi. Eylem planı şu…şekildeydi; Araba Bosfor Turizminin bulunduğu caddede bulunacak, MUHARREM ve NEBİL eylem günü kendilerine verdiğim iki adet kalaşinkov ve 4 adet dolu şarjörle İnönü Gezisinin Taksim tarafına bakan yüzündeki parmaklıkların hemin arkasında yer alan fundalıklar içinde otele ateş edeceklerdi. Eylem planlandığımız şekilde gerçekleştirildi, ben hadiseden sonra Taksim’e gittim, Taksim’e vardığım zaman saat 22,30 civarıydı, otelde fazla anormal bir durum göremedim. Buradan eve döndüm, ertesi gün gazetelerde otelin kurşunlanma olayını okudum. Sonra cihangir’deki eve giderek silah ve şarjörleri aldım, NEBİL ve MUHARREM eylem gecesi adam başına birer şarjörden biraz fazla mermiyi otele sıkmışlardı.” ( Engin Erkiner’in polis ifadesi s:10-11)
“ Bundan sonra yeni bir eylem gerçekleştirmek suretiyle para temin etmeyi düşündüm. ALİ, MUHARREM, NEBİL’i yanıma alarak Yusufpaşa Ak Bank’ı kontrol ettik, ancak orada gördüğümüz şahıslardan şüphelendik, bunların polis olabileceğini düşündük ve bu yüzden bu bankayı soymaktan vazgeçtik. Bu banka yerine Harbiye Ak Bank şubesini seçtik. Soygun planını şu şekilde yapmıştık; şoför MUSTAFA yukarıda da bahsettiğim gibi İnterkontinental eylemine katılan ve bu eylem için yeniden plakası değiştirilen beyaz renkli Reno ile Rayoevinin yanındaki sokakta istikameti Spor ve Sergi Sarayına doğru duracaktı. Eylemi BEN, NEBİL, ALİ, İBRAHİM YALÇIN gerçekleştirecektik. 18 Ağustos gecesi ben Cihangir’deki evde kaldım ve soygunun son planları üzerinde tartıştık, ertesi sabah saat 08,30 civarında topluca evden çıkarak Reno’ya bindik ve Spor Sergi Sarayına giden ve Rayo evinin yanında bulunan caddenin köşesinde arabadan indik. MUSTAFA DA arabayı caddenin içine çekerek arabada kaldı. Biz topluca bankaya girdik. Banka içinde şu şekilde ( daha önce yapılan plan çerçevesinde) yer aldı. İBRAHİM YALÇIN elinde 7,65 mm. çapında bir tabanca idi kapıyı tuttu. ALİ SÖNMEZ ceketinin içene sakladığı Fransız yapısı otomatik tabancayı ceketinin içinden çıkartarak vezne gitti. Yanlış oldu ALİ elinde 14 lü tabanca ile vezneye gitti ve vezneden paraları aldı. NEBİL ceketinin altına sakladığı Fransız yapısı otomatiği çıkartarak ortalığı kontrol etti, NEBİL’e yardımcı olarak ben de elimde 7,65 mm. tabanca ile etrafı kontrol ettim. ALİ paraları aldıktan sonra elindeki naylon torbaya koydu.”( Engin Erkiner’in polis ifadesi s: 11-12)
“SORULDU: TÜRKİYE DEVRİMİNİN ACİL SORUNLARI ve ya HALKIN DEVRİMCİ ÖNCÜLERİ’nin Türkiye çapında faaliyet gösteren ve benim tanıdığım kişileri görevleri ile birlikte şu şekilde sıralayabiliriz.
MİHRAÇ : Orta boylu,165-170 boyunda, esmer, siyah saçlı, Güney Bölge sorumlusu.
HAKKI: Uzun boylu,175 boyunda, zayıf, beyaz tenli,kısa saçlı. Ankara Bölge Sorumlusu. Üst komite üyesi, ( Bu isim takma addır)
EŞBER (BİNBAŞI), (Takma isim): 175 boyunda, zayıf,hafif sarışın. İzmir Bölge sorumlusu.
MİHRAÇ, HAKKI, EŞBER üst komite üyeleridir.
İSTANBUL:
CEMİL ORKUNOĞLU: HAS-İŞ ve TÜM-DER de
örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
HİLAL ORKUNOĞLU (GÖKER): TÖB-DER’de örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
BELMA GÜRDİL: Boğaziçi üniversitesinde örgütsel çalışmayla ilgili görevlidir.
ALİŞAN ÖZDEMİR: Sempatizan durumundadır.
BENGÜ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
İMAM KILIÇ: Sempatizan durumundadır.
ALİ SÖNMEZ : Örgütün eylem kadrosunda yer alır (takma ismi ZEKİ)
NEBİL: (Soyadını bilmiyorum), örgütün eylem kadrosundadır.
MUHARREM : (Soyadını bilmiyorum) örgütün eylem kadrosundadır.
MUSTAFA: (Soyadını bilmiyorum) Bütün eylem kadrosunda yer alır.
İBRAHİM YALÇIN: örgütün eylem kadrosundadır.
ALİ YILDIRIM: Sempatizan durumundadır.
HAYDAR YILMAZ: örgütün eylem kadrosundadır. ( takma ismi AHMET’tir)
NEBİL’in takma ismi SABRİ, MUHARREM’in takma ismi SİNAN’dır.
FİLİZ: (Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ATAKAN SAKARYA: Sempatizan durumundadır.
ERCÜMENT: ( Soyadını bilmiyorum) Sempatizan durumundadır.
ORHAN: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
ZUHAL: (Soyadını bilmiyorum) sempatizan durumundadır.
MEHMET ÇELİKEL: Seviyesi sempatizanlığın biraz ilerisi ve HAS-İŞ’te çalışır.
CUMALİ ÇAKMAKLI: Sempatizan durumundadır.
NAİM İME: TÜM-DER’de faaliyet göstermekte olup ACİL’e yaklaşmak durumundadır…” (Engin Erkiner’in polis ifadesi, s: 15-16)
Bu ifadeyle birlikte İtirafçı Engin Erkiner’in Nebil yoldaşı polise ilk ve tek teslim eden kişi olmasına rağmen, yoldaşın mütevazi isminden nemalanmak için kendisi ve MİT’e satılmış ortağının yaptıkları çirkinlikleri lanetliyor bunlara sesiz kalanları da ayıplıyorum
TÜRKEŞ ÖLÜMDEN NASIL KURTULDU
Mihrac Ural
30 Eylül 2010
Nebil yoldaş anısına
Türkiye siyasal tarihinin, bilinmeyen önemli konularından biri Acilcilerin “Türkeş Eylemi”dir.
Çok geniş anlatmayacağım. Yeri geldiğinde tüm detaylarıyla açıklanacaktır. On yıllar önce devrimci kamuoyuna belge ve kanıtlarıyla açık ettiğimiz İtirafçı Engin Erkiner, MİT ajanı İbrahim Yalçın ve yamaklarından oluşan muhbir şebekesine prim vermemek adına, konuyu “Tarihte Bugün” kapsamında sunmaya çalışacağım.
5 Haziran 1977 erken seçimlerine doğru, Ecevit’e suikast yapılacağı haberinin Demirel tarafından basına sızdırılmasıyla başlayan gerginlik, tırmanarak sürüyordu. Ecevit, "Taksime gidip mitingimi yapacağım tehditlerden korkmuyorum" diyerek tırmanışı hızlandırdı.
77 erken seçimlerine Antakya’da yoğun olarak hazırlanıyorduk. Güçlü kitlemizle CHP den seçimlere katılacak milletvekili, hata senatörlerin bile onayımıza başvurdukları bir dönem. Öner miski, Dr.Sabri Öztürk'le ikili ittifaklar bile imzalamıştık.
Öner Miski yıllar sonra beni özel olarak Paris’te ziyaret ettiğinde, o günün ekibinde yer alan arkadaşların huzurunda birçok şeyi tazelemiştik; CHP’nin duvarla kendi sloganlarını yazmak için alınan boyaların "Tek Yol Devrim, Kurtuluşa Kadar Savaş" olarak belirmesi, geçmişi geleceğe taşıyan anlamlı bir anıydı.
Daha sonra milletvekili olan Dr. Sabri Öztürk’le yaptığımız anlaşmalar, fakirlere bedava muayene yapılacağını ilan eden bildiriler ve ileriki çalışmalarımızda yapılacak katkılar için, kurduğumuz ittifaklar çalışmalarımızın başarılı sonuçları arasında yer almıştı.
Antakya Acilcilerin merkeziydi demek, bu anlamda hiçbir zaman yanlış değildir. Bunun en önemli nedeni devrimci sürece bağlılık, örgütsel disiplin ve özveriydi.
1977 yılı, örgütümüzün bölgemizde en güçlü olduğu dönemdi. Örgütsel, siyasal ağırlığımızı her olayda hissettirebilme gücündeydik.
Böylesi bir kesitte, Türkeş Hatay’da seçim mitinglerini organize ediyordu. İskenderun’da ilk konuşmayı yapacak, ertesi gün ise Antakya’da olacaktı.
Türkeş o gün için faşizmin sembolüydü, ırkçılığın amansız katliamların ifadesiydi. Ortak ülkemizin her köşesinde halkla, ülkücü gençler teşkilatı denilen faşist çeteler vuruşma halindeydi. Devleti arkasına alıp, halka saldıran bu güruh faili meçhullerin de mimarıydı.
O gün kavganın orta yerinde, yöneticiler, kadrolar, militanlar top yekun yükselen bir savaşın eşiğinde, son vuruşmaya hazırlanır hallerdeydiler; bu gün için çok uçuk bir hayal gibi gelen gerçekler vardı. Acilciler, Antakya’yı bir biçimde teslim alabilecek ama ne kadar dayanabilecekleri kestirilmeyen bir güçteydi. Her köyde, her mahallede örgütlüydük ve aktif bir yükseliş içinde süren mücadelemize durmadan militan ve kadro katılımı sağlıyorduk.
Bu sürecin başında olan biri olarak, Diyarbakır’da yaşadığım deney, bilinçaltımın önemli birikimleri arasında duruyordu. 24 Haziran 1975, üniversite imtihanları için Kürt dostum Arslan’ın evine misafir olmuştum. Antalya’dan tanışıyordum.
Türkeş Diyarbakır’a gitmekte ısrarlıydı. meydan okuyordu. “Diyarbakır’a ayak basacağım” diyordu. Sözü çok onur kırıcıydı. Kürt gençliği bunun için hazırlanıyordu. Üniversite sınav arifesinin özellikle seçilmiş olması, Kürt gençlerinin bu haktan yoksun bırakılmasını hedef almıştı.
O hazırlıkların gergin gecesinde evinde misafir olduğum dostuma,
“Güneş yarın daha da parlak doğacak gibi” diyerek duygularımı aktarmak istedim. Arkadaşım “ Doğru diyorsun, ama senin bu direnişte olmanı istemiyorum, misafirimizsin, bu dava bizim davamız, zarar görmeni istemiyorum” diye cevapladı. Kızdım, rahatsız oldum ve ona sertçe, “Bu güneş hepimizin, bu ülke de. Türkeş taifesinin temsil ettiği ölüm mekanizması, yalnız Kürtleri değil, tüm Türkiye halklarını doğrayıp geçiyor, bu direnişe Diyarbakır’da katılmak ile Antakya’da katılmak arasında hiçbir fark yoktur” diye cevap verdim.” (Mihrac Ural, “Diyarbekir’de vaftiz olmak” başlıklı makale)
İşte o gün sokaklarda, meydanlarda kale surları çevresinde ve oraya çıkan yollarda benimde içinde olduğum on binlerce Kürt devrimcisi, yerden ve gökten yağan yağmur gibi fırlattıkları taşlarla Türkeş’e meydan okuduk. Türkeş kuyruğunu büküp kaçmak zorunda kaldı. Diyarbakır, Türkeş’e hakkettiği tekmeyi atmıştı.
Antakya’ya Türkeş girmemeliydi. Bu kez elimizden de kaçmamalıydı diye düşündüm. Bu konuyu en yakın yoldaşlarımla, bizim ilk illegal ekiple konuştum. Nebil yoldaş, her zamanki gibi sessizce dinliyordu. Hiç konuşmadı, ona, "sen bu süreç boyunca yanımda kalacaksın" dedim. O her zamanki bağlılığıyla yanımdaydı.
Java marka motorumuz vardı, şehrin tüm giriş yollarını birer silahlı ekiple tutma karı aldık. İskenderun’da da elimizden gelini yaparak Türkeş’i orda durdurmanın hazırlıklarına karar verdik.
Türkeş’i İskenderun’da yakalamak mümkündü. 6 adet yoğunluklu patlayıcı hazırlamıştık. Karanlık bastırınca İskenderun’a yöneldik. Altımızda malum beyaz Murat vardı. Bir yaşlı nenenin yanına gittik. Yoldaşımızın nenesi. Gözleri zayıftı, bu işimizi daha da kolaylaştırdı. Demir-çelik fabrikası yönünden İskenderun’a gelen otoyoldaki beton dökme yüksek elektirik direklerden üçünü seçtik. Bir dolu iki boş direk bırakarak üç bombayı yerleştirdik. Saat ayarlarını tahmini bir şekilde konvoyun geçebileceği saate ayarladık. Bir ihtiyat olarak birini ileri bir vakte kurduk.
Aynı gece, inanılmaz bir rahatlıkla o gençliğin verdiği korkusuz atiklikle, konuşma meydanına geldik. Platform kurulmuştu ve çevrede epey ülkücü militan dolaşıyordu. Platformun duruşu, konuşmacının denizi sol tarafına alacağı şekilde düzenlenmişti. Üç yoldaştık, Asi Türkmen yoldaş o kesiti benden daha iyi hatırlıyor. Bu yazıyı önce öne gönderdim cevabında şunları yazıdı “Türkeş olayına gelince; ben İskenderun'daydım. Köprü altı, miting alanı hepsinde vardım. Bu miting alanında yere oturduk, ben yumuşak bir çiçekliği eşerek malzemeyi yerleştirmiştim. Köprü altlarını da Sarıseki tarafında halletmiştik.
Ertesi sabah miting yerini ani bir kararla değiştirip kalabalığı başka bir alana toplamışlardı. O nedenle alanda patlama oldu ama ölen olmadı.
Pac meydanında Türkeş'in konvoyuna HK ve Dev-Yol destekli ateş açıldı. Yarım saat kadar ekip oradan geçemedi.”
İskenderun ertesi gün farklı bir İskenderun olacaktı.
Arabaya doğru giderken inanılmaz bir olay oldu. Antalya Makine Teknisyen okulunda birlikte okuduğum ve sürekli çatışma halinde olduğum Eda Top adlı bir faşistle yüz yüze geldim. O ışıklara doğru gidiyordu ben ışık yönünden geliyordum. Tanımadı. Bunu da atlatmıştık.
Hemen Antakya’ya döndük. Döndük mü? Hayır yolda Belen Ülkü Ocakları tabelasını görmüştük, elimizde de malzemelerde de vardı…
Bu bölümü benimle birlikte olanlar zamanı gelince anlatırlar.
Bir günümüz vardı. Antakya’yı düzenlemek gerekiyordu. Türkeş, İskenderun’da düşmezse Antakya’dan çıkmamalıydı. Görevleri paylaştırdık.
Altınözü ilçesinden, Antakya şehir merkezine, miting ya da Türkeş’in ölümü halindeki infialde saldıracak faşistlerin durdurulması, Güzelburç köyü güney-doğu tarafındaki tepeden olacaktı. A. D. bu ekibin başındaydı.
Yayladağı tarafından gelecek faşistler için, harbiye merkezinde bir kesme hareketi yapılacaktı. F.Ç bu ekibin başındaydı, İskenderun tarafından gelen konvoylar için Asi nehrine açılan büyük lağım tünellerinin mazgalları, stadyuma yakın yerdeydi. Antakya-İskenderun yolunun kaldırım dibinde olan mazgalın altına yüklü miktarda patlayıcı yerleştirilmişti.
Orada görevli olanlardan A.Ç. Bu satırları yazarken olayı bir kez o noktadan anlatmasını istedim. 31 yıl sonra görevli dışında hangi insanların aynı yerde olduğu konusunda hatalı bir isimlendirme yapmak istemedim.
A.Ç. olayı “ Z.Ş adlı ve S kod adlı kişiler ve kız arkadaşı vardı, bir gece önceden olacaklar için hazırlandık. Her şey döşenmiş piller bağlanmış fotoğraf flaşıyla patlatılacak fünyenin elektrik devresi tamamlanmıştı. Teller çok uzundu. 130 m civarında olmalıydı. Her şeyden emindik, elektrik devresini kapatmaktan başka bir sorunumuz kalmamıştı" diye anlattı.
Hazırlıklarımız tamamdı. Ataker ilkokulunun üstünü oluşturan Dirdyak mahallesi benim doğduğum mahalleydi. Bu mahallenin tüm gençleri örgüt saflarındaydı. İlkokuldan mahallede top oynamaya, oradan siyasal mücadeleye akan onlarca genç. Nebil bu gençlerden biriydi, komşu mahallemizin (Affan) mahallemizdeki devrimcilerdendi. Bu dönem Hatay (Antakya) Eğitim Enstitüsünde yükselen devrimci mücadelenin militan ve kadroları, TÖB-DER öğretmenleri, orta ve lise gençleri örgüt saflarında, mücadelenin merkezindeydi.
Dırdyak mahallesi, Ataker ilkokulu köşesinde bidon, büyük taş barikatları örülerek silahlı ekiplerce tutulmuştu. İskenderun, Antakya her şeye hazırdı. Bu hazırlığın isimsiz kahramanları yüzlerce yiğit gençlerdi, halkımız onlara evlerini erkenden açmıştı bile. Evler her yoldaş için bir güvenli mekan olacak şekilde, ev halkının katkısıyla hazırdı.
Türkeş İskenderun’a geç girdi. Platformun altına yerleştirilen bomba patladı. Ancak erken saatlerden mitingin meydanının yakın bir yere kaydırılması sonucu kimse ölmedi, yaralı olanlar vardı. Yol boyunca döşenen patlayıcılardan ise bir haber gelmedi. Sonra birinin patladığı ve tesirsiz kaldığı, diğer ikisinin bulunduğu yönündeydi.
Türkeş İskenderun engelini aşmıştı.
Haber, almanaklarda şöyle geçiyor “ 28 Mayıs 1977, İskenderun'da MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in konuşacağı alanda saatli bomba patladı, can kaybı olmadı.” (http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/1977/mayis1977.htm)
Artık yapılacak her şey Antakya’ya kalmıştı. Hazırlığımız tamdı.
Türkeş henüz gelmemişti ancak faşistlerin şehre girişi hızlanmıştı. Patlayıcı yol kenarındaki mazgalların altında, Türkeş o nokta üzerinden geçerken ateşlenmesi gerekecekti.
Ben ve Nebil Java motoru üzerinde keşif yapıyorduk. Kurtuluş Ortaokulu (sonradan lise) karşısında Yayladağı’ndan gelen ve abartılı tezahüratlarıyla çevre meydan okuyan dolmuşlarla yüz yüze kaldık. Nebil yoldaşla motorun üzerindeydik. Sümerlerde mahalle ekibimiz arasında Nebil yoldaşın yeğeni Ahmet Zubari’de ordaydı. Ahmet, 30 Eylül 2009 Nebil anıt mezar ziyaretinin ertesi güne özel orak ziyaretime geldi. Bu yazının yayımını bekletmişti. Oysa Nebil’le anılarımı bir parçası olarak ölüm yıl dönümünde yayınlanacaktı. Bir ayrıntıyı hatırlamakta güçlük çekiyordum. Bilen de çok az insan. Tesadüf bu ya Ahmet’ kendisi hatırlatmaya başladı. Taşlar yerli yerine oturmuştu. Bu kısmı Ahmet aktarıyor “ Sümerler mahallesi ekibi içinde bölgede nöbet tutuyorduk. Nebille birlikte bizi kontrole gelmiştiniz ki, faşistlerin konvoyu tezahüratlarla gelmişti. Nebil o an motoru üzerlerine sürdü, siz de, faşistlerin ellerindeki pankartları çektiniz, dolmuşun da kapısını açarak faşistlere saldırdınız, dolmuştan inen, dayağını yiyip kaçıyordu. Bir arbede ortamı oldu. Yol çatıda Camlı Binanın oralarında duran polisler motorlarıyla gelmeye başladı. Nebil bana “motoru al kaç, sakla” dedi ve ben motoru alıp arka sokaklara villalardan birinin bahçesine sakladım. Olay yerinden uzaklaşmıştım. Siz Nebil’le birlikte daha sonra polislerin gelmezsi üzerine dağ yoluna doğru yönelip olay yerinden ayrılmıştınız.”
Evet Ahmet olayın orta yerinde konuyu tüm canlılığıyla böylece aktarmış oldu. Polisler gelmişti, iki çevreden birbirini tanıyan insanlar araya girmiş ve daha önemlisi başka bir işimiz ve beklentimiz vardı. Yeniden görev başına döndük.
Aynı anda Altınözü tarafından şehre girenlerle silahlı çatışmalar olduğu haberi geldi. A.D yaman bir yoldaştı. Onun yardımına koştuk. Faşistler, Ford dolmuşlarıyla son hızla şehrin merkezine doğru kaçtılar.
Türkeş’i bekliyorduk. Türkeş geldi, tespit edilen noktayı da geçti. Bir şey olmamıştı. Tellerin uzunluğu ile pillerin enerjisi orantısızdı. Fünye ateş almıyordu. A.Ç bu bölümü şöyle aktardı “Arkadaşlar sonuç almayınca, yanlarına indim, bir de ben deneyim diye bir kez daha devreyi kapattım, telleri birbirine değirdim. Ama sonuç aynıydı”
Türkeş ölümden kurtulmuştu, biz de son şansımızı kaybetmiştik.
Nebil’le çok üzgündük. Yine sesiz yine sitemsiz, hiçbir şey olmamış gibi yeni eylemlere atılmak için hazırdık.
30 Eylül 2010
Nebil yoldaş anısına
Türkiye siyasal tarihinin, bilinmeyen önemli konularından biri Acilcilerin “Türkeş Eylemi”dir.
Çok geniş anlatmayacağım. Yeri geldiğinde tüm detaylarıyla açıklanacaktır. On yıllar önce devrimci kamuoyuna belge ve kanıtlarıyla açık ettiğimiz İtirafçı Engin Erkiner, MİT ajanı İbrahim Yalçın ve yamaklarından oluşan muhbir şebekesine prim vermemek adına, konuyu “Tarihte Bugün” kapsamında sunmaya çalışacağım.
5 Haziran 1977 erken seçimlerine doğru, Ecevit’e suikast yapılacağı haberinin Demirel tarafından basına sızdırılmasıyla başlayan gerginlik, tırmanarak sürüyordu. Ecevit, "Taksime gidip mitingimi yapacağım tehditlerden korkmuyorum" diyerek tırmanışı hızlandırdı.
77 erken seçimlerine Antakya’da yoğun olarak hazırlanıyorduk. Güçlü kitlemizle CHP den seçimlere katılacak milletvekili, hata senatörlerin bile onayımıza başvurdukları bir dönem. Öner miski, Dr.Sabri Öztürk'le ikili ittifaklar bile imzalamıştık.
Öner Miski yıllar sonra beni özel olarak Paris’te ziyaret ettiğinde, o günün ekibinde yer alan arkadaşların huzurunda birçok şeyi tazelemiştik; CHP’nin duvarla kendi sloganlarını yazmak için alınan boyaların "Tek Yol Devrim, Kurtuluşa Kadar Savaş" olarak belirmesi, geçmişi geleceğe taşıyan anlamlı bir anıydı.
Daha sonra milletvekili olan Dr. Sabri Öztürk’le yaptığımız anlaşmalar, fakirlere bedava muayene yapılacağını ilan eden bildiriler ve ileriki çalışmalarımızda yapılacak katkılar için, kurduğumuz ittifaklar çalışmalarımızın başarılı sonuçları arasında yer almıştı.
Antakya Acilcilerin merkeziydi demek, bu anlamda hiçbir zaman yanlış değildir. Bunun en önemli nedeni devrimci sürece bağlılık, örgütsel disiplin ve özveriydi.
1977 yılı, örgütümüzün bölgemizde en güçlü olduğu dönemdi. Örgütsel, siyasal ağırlığımızı her olayda hissettirebilme gücündeydik.
Böylesi bir kesitte, Türkeş Hatay’da seçim mitinglerini organize ediyordu. İskenderun’da ilk konuşmayı yapacak, ertesi gün ise Antakya’da olacaktı.
Türkeş o gün için faşizmin sembolüydü, ırkçılığın amansız katliamların ifadesiydi. Ortak ülkemizin her köşesinde halkla, ülkücü gençler teşkilatı denilen faşist çeteler vuruşma halindeydi. Devleti arkasına alıp, halka saldıran bu güruh faili meçhullerin de mimarıydı.
O gün kavganın orta yerinde, yöneticiler, kadrolar, militanlar top yekun yükselen bir savaşın eşiğinde, son vuruşmaya hazırlanır hallerdeydiler; bu gün için çok uçuk bir hayal gibi gelen gerçekler vardı. Acilciler, Antakya’yı bir biçimde teslim alabilecek ama ne kadar dayanabilecekleri kestirilmeyen bir güçteydi. Her köyde, her mahallede örgütlüydük ve aktif bir yükseliş içinde süren mücadelemize durmadan militan ve kadro katılımı sağlıyorduk.
Bu sürecin başında olan biri olarak, Diyarbakır’da yaşadığım deney, bilinçaltımın önemli birikimleri arasında duruyordu. 24 Haziran 1975, üniversite imtihanları için Kürt dostum Arslan’ın evine misafir olmuştum. Antalya’dan tanışıyordum.
Türkeş Diyarbakır’a gitmekte ısrarlıydı. meydan okuyordu. “Diyarbakır’a ayak basacağım” diyordu. Sözü çok onur kırıcıydı. Kürt gençliği bunun için hazırlanıyordu. Üniversite sınav arifesinin özellikle seçilmiş olması, Kürt gençlerinin bu haktan yoksun bırakılmasını hedef almıştı.
O hazırlıkların gergin gecesinde evinde misafir olduğum dostuma,
“Güneş yarın daha da parlak doğacak gibi” diyerek duygularımı aktarmak istedim. Arkadaşım “ Doğru diyorsun, ama senin bu direnişte olmanı istemiyorum, misafirimizsin, bu dava bizim davamız, zarar görmeni istemiyorum” diye cevapladı. Kızdım, rahatsız oldum ve ona sertçe, “Bu güneş hepimizin, bu ülke de. Türkeş taifesinin temsil ettiği ölüm mekanizması, yalnız Kürtleri değil, tüm Türkiye halklarını doğrayıp geçiyor, bu direnişe Diyarbakır’da katılmak ile Antakya’da katılmak arasında hiçbir fark yoktur” diye cevap verdim.” (Mihrac Ural, “Diyarbekir’de vaftiz olmak” başlıklı makale)
İşte o gün sokaklarda, meydanlarda kale surları çevresinde ve oraya çıkan yollarda benimde içinde olduğum on binlerce Kürt devrimcisi, yerden ve gökten yağan yağmur gibi fırlattıkları taşlarla Türkeş’e meydan okuduk. Türkeş kuyruğunu büküp kaçmak zorunda kaldı. Diyarbakır, Türkeş’e hakkettiği tekmeyi atmıştı.
Antakya’ya Türkeş girmemeliydi. Bu kez elimizden de kaçmamalıydı diye düşündüm. Bu konuyu en yakın yoldaşlarımla, bizim ilk illegal ekiple konuştum. Nebil yoldaş, her zamanki gibi sessizce dinliyordu. Hiç konuşmadı, ona, "sen bu süreç boyunca yanımda kalacaksın" dedim. O her zamanki bağlılığıyla yanımdaydı.
Java marka motorumuz vardı, şehrin tüm giriş yollarını birer silahlı ekiple tutma karı aldık. İskenderun’da da elimizden gelini yaparak Türkeş’i orda durdurmanın hazırlıklarına karar verdik.
Türkeş’i İskenderun’da yakalamak mümkündü. 6 adet yoğunluklu patlayıcı hazırlamıştık. Karanlık bastırınca İskenderun’a yöneldik. Altımızda malum beyaz Murat vardı. Bir yaşlı nenenin yanına gittik. Yoldaşımızın nenesi. Gözleri zayıftı, bu işimizi daha da kolaylaştırdı. Demir-çelik fabrikası yönünden İskenderun’a gelen otoyoldaki beton dökme yüksek elektirik direklerden üçünü seçtik. Bir dolu iki boş direk bırakarak üç bombayı yerleştirdik. Saat ayarlarını tahmini bir şekilde konvoyun geçebileceği saate ayarladık. Bir ihtiyat olarak birini ileri bir vakte kurduk.
Aynı gece, inanılmaz bir rahatlıkla o gençliğin verdiği korkusuz atiklikle, konuşma meydanına geldik. Platform kurulmuştu ve çevrede epey ülkücü militan dolaşıyordu. Platformun duruşu, konuşmacının denizi sol tarafına alacağı şekilde düzenlenmişti. Üç yoldaştık, Asi Türkmen yoldaş o kesiti benden daha iyi hatırlıyor. Bu yazıyı önce öne gönderdim cevabında şunları yazıdı “Türkeş olayına gelince; ben İskenderun'daydım. Köprü altı, miting alanı hepsinde vardım. Bu miting alanında yere oturduk, ben yumuşak bir çiçekliği eşerek malzemeyi yerleştirmiştim. Köprü altlarını da Sarıseki tarafında halletmiştik.
Ertesi sabah miting yerini ani bir kararla değiştirip kalabalığı başka bir alana toplamışlardı. O nedenle alanda patlama oldu ama ölen olmadı.
Pac meydanında Türkeş'in konvoyuna HK ve Dev-Yol destekli ateş açıldı. Yarım saat kadar ekip oradan geçemedi.”
İskenderun ertesi gün farklı bir İskenderun olacaktı.
Arabaya doğru giderken inanılmaz bir olay oldu. Antalya Makine Teknisyen okulunda birlikte okuduğum ve sürekli çatışma halinde olduğum Eda Top adlı bir faşistle yüz yüze geldim. O ışıklara doğru gidiyordu ben ışık yönünden geliyordum. Tanımadı. Bunu da atlatmıştık.
Hemen Antakya’ya döndük. Döndük mü? Hayır yolda Belen Ülkü Ocakları tabelasını görmüştük, elimizde de malzemelerde de vardı…
Bu bölümü benimle birlikte olanlar zamanı gelince anlatırlar.
Bir günümüz vardı. Antakya’yı düzenlemek gerekiyordu. Türkeş, İskenderun’da düşmezse Antakya’dan çıkmamalıydı. Görevleri paylaştırdık.
Altınözü ilçesinden, Antakya şehir merkezine, miting ya da Türkeş’in ölümü halindeki infialde saldıracak faşistlerin durdurulması, Güzelburç köyü güney-doğu tarafındaki tepeden olacaktı. A. D. bu ekibin başındaydı.
Yayladağı tarafından gelecek faşistler için, harbiye merkezinde bir kesme hareketi yapılacaktı. F.Ç bu ekibin başındaydı, İskenderun tarafından gelen konvoylar için Asi nehrine açılan büyük lağım tünellerinin mazgalları, stadyuma yakın yerdeydi. Antakya-İskenderun yolunun kaldırım dibinde olan mazgalın altına yüklü miktarda patlayıcı yerleştirilmişti.
Orada görevli olanlardan A.Ç. Bu satırları yazarken olayı bir kez o noktadan anlatmasını istedim. 31 yıl sonra görevli dışında hangi insanların aynı yerde olduğu konusunda hatalı bir isimlendirme yapmak istemedim.
A.Ç. olayı “ Z.Ş adlı ve S kod adlı kişiler ve kız arkadaşı vardı, bir gece önceden olacaklar için hazırlandık. Her şey döşenmiş piller bağlanmış fotoğraf flaşıyla patlatılacak fünyenin elektrik devresi tamamlanmıştı. Teller çok uzundu. 130 m civarında olmalıydı. Her şeyden emindik, elektrik devresini kapatmaktan başka bir sorunumuz kalmamıştı" diye anlattı.
Hazırlıklarımız tamamdı. Ataker ilkokulunun üstünü oluşturan Dirdyak mahallesi benim doğduğum mahalleydi. Bu mahallenin tüm gençleri örgüt saflarındaydı. İlkokuldan mahallede top oynamaya, oradan siyasal mücadeleye akan onlarca genç. Nebil bu gençlerden biriydi, komşu mahallemizin (Affan) mahallemizdeki devrimcilerdendi. Bu dönem Hatay (Antakya) Eğitim Enstitüsünde yükselen devrimci mücadelenin militan ve kadroları, TÖB-DER öğretmenleri, orta ve lise gençleri örgüt saflarında, mücadelenin merkezindeydi.
Dırdyak mahallesi, Ataker ilkokulu köşesinde bidon, büyük taş barikatları örülerek silahlı ekiplerce tutulmuştu. İskenderun, Antakya her şeye hazırdı. Bu hazırlığın isimsiz kahramanları yüzlerce yiğit gençlerdi, halkımız onlara evlerini erkenden açmıştı bile. Evler her yoldaş için bir güvenli mekan olacak şekilde, ev halkının katkısıyla hazırdı.
Türkeş İskenderun’a geç girdi. Platformun altına yerleştirilen bomba patladı. Ancak erken saatlerden mitingin meydanının yakın bir yere kaydırılması sonucu kimse ölmedi, yaralı olanlar vardı. Yol boyunca döşenen patlayıcılardan ise bir haber gelmedi. Sonra birinin patladığı ve tesirsiz kaldığı, diğer ikisinin bulunduğu yönündeydi.
Türkeş İskenderun engelini aşmıştı.
Haber, almanaklarda şöyle geçiyor “ 28 Mayıs 1977, İskenderun'da MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'in konuşacağı alanda saatli bomba patladı, can kaybı olmadı.” (http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ayintarihi/1977/mayis1977.htm)
Artık yapılacak her şey Antakya’ya kalmıştı. Hazırlığımız tamdı.
Türkeş henüz gelmemişti ancak faşistlerin şehre girişi hızlanmıştı. Patlayıcı yol kenarındaki mazgalların altında, Türkeş o nokta üzerinden geçerken ateşlenmesi gerekecekti.
Ben ve Nebil Java motoru üzerinde keşif yapıyorduk. Kurtuluş Ortaokulu (sonradan lise) karşısında Yayladağı’ndan gelen ve abartılı tezahüratlarıyla çevre meydan okuyan dolmuşlarla yüz yüze kaldık. Nebil yoldaşla motorun üzerindeydik. Sümerlerde mahalle ekibimiz arasında Nebil yoldaşın yeğeni Ahmet Zubari’de ordaydı. Ahmet, 30 Eylül 2009 Nebil anıt mezar ziyaretinin ertesi güne özel orak ziyaretime geldi. Bu yazının yayımını bekletmişti. Oysa Nebil’le anılarımı bir parçası olarak ölüm yıl dönümünde yayınlanacaktı. Bir ayrıntıyı hatırlamakta güçlük çekiyordum. Bilen de çok az insan. Tesadüf bu ya Ahmet’ kendisi hatırlatmaya başladı. Taşlar yerli yerine oturmuştu. Bu kısmı Ahmet aktarıyor “ Sümerler mahallesi ekibi içinde bölgede nöbet tutuyorduk. Nebille birlikte bizi kontrole gelmiştiniz ki, faşistlerin konvoyu tezahüratlarla gelmişti. Nebil o an motoru üzerlerine sürdü, siz de, faşistlerin ellerindeki pankartları çektiniz, dolmuşun da kapısını açarak faşistlere saldırdınız, dolmuştan inen, dayağını yiyip kaçıyordu. Bir arbede ortamı oldu. Yol çatıda Camlı Binanın oralarında duran polisler motorlarıyla gelmeye başladı. Nebil bana “motoru al kaç, sakla” dedi ve ben motoru alıp arka sokaklara villalardan birinin bahçesine sakladım. Olay yerinden uzaklaşmıştım. Siz Nebil’le birlikte daha sonra polislerin gelmezsi üzerine dağ yoluna doğru yönelip olay yerinden ayrılmıştınız.”
Evet Ahmet olayın orta yerinde konuyu tüm canlılığıyla böylece aktarmış oldu. Polisler gelmişti, iki çevreden birbirini tanıyan insanlar araya girmiş ve daha önemlisi başka bir işimiz ve beklentimiz vardı. Yeniden görev başına döndük.
Aynı anda Altınözü tarafından şehre girenlerle silahlı çatışmalar olduğu haberi geldi. A.D yaman bir yoldaştı. Onun yardımına koştuk. Faşistler, Ford dolmuşlarıyla son hızla şehrin merkezine doğru kaçtılar.
Türkeş’i bekliyorduk. Türkeş geldi, tespit edilen noktayı da geçti. Bir şey olmamıştı. Tellerin uzunluğu ile pillerin enerjisi orantısızdı. Fünye ateş almıyordu. A.Ç bu bölümü şöyle aktardı “Arkadaşlar sonuç almayınca, yanlarına indim, bir de ben deneyim diye bir kez daha devreyi kapattım, telleri birbirine değirdim. Ama sonuç aynıydı”
Türkeş ölümden kurtulmuştu, biz de son şansımızı kaybetmiştik.
Nebil’le çok üzgündük. Yine sesiz yine sitemsiz, hiçbir şey olmamış gibi yeni eylemlere atılmak için hazırdık.
90. DOSYA Nebil Neden Öldürüldü..?
Mehmet Yavuz
24 Mayıs 2009
Bir süredir Nebil'i katledenlerin ya da katline sebep olanların mahkeme dosyalarına yansıyan hazırlık soruşturmalarını, savcılık ifadelerini ve duruşma tutanaklarını yayınlıyoruz.. Bu ifadelerin bir kısmı çok can yakıcı olsa da sonuca gitmek açısından yayınlanması gerekmektedir...
Güneş balçıkla sıvanmaz sözü; Nebil yoldaşımız için de bu ifadelerden yola çıkılarak varılacak bir sonuç olacaktır. Eğer yoldaşımızı tanımıyorsak, katledilen kişi hakkında en küçük bir bilgimiz yoksa bu ifadelerden yanlış sonuçlara varmak mümkündür. İşte biz, işin zor olan kısmından başlayarak doğruya varacağımıza ve gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaracağımıza inanıyoruz.
Herkes şu gerçeği bilmelidir: Bizler Nebil Rahuma yoldaşımız için ANIT yapma kararı aldığımız ve bunu hayata geçirdiğimiz zaman da bu ifadelerden kısmen haberdardık. Nebil'in öldürülme gerekçelerini ilgili olan herkes farklı şekillerde de olsa dile getiriyordu. Bütün gerekçelerin en tepesinde hep bu sarkıntılık suçlaması vardı.
Bu ifadeler yayınlanmasa, kamuoyuyla paylaşılmasa ne olurdu..? Kesin olarak belirtmeliyiz ki; böyle bir durumda en büyük kötülüğü Nebil'in anısına yapmış olurduk.. Nebil Rahuma yoldaşımız bu suçlamalar karşısında kişiliğinden ve onurundan hiç ödün vermeden ölümü tercih etmişti. Nebil'in kim olduğunu nasıl anlatıyorsak ona kurulan kumpası da tüm gerçekliğiyle anlatmalı, hiç bir ifadeyi görmezden gelmemeliyiz.
Nebil'i yok eden süreci bütün ayrıntılarıyla okuyunca görüyoruz ki insanları yok etmeye yönelik süreç bugün de doludizgin devam etmektedir. İnsanlar bugün de; oradan buradan derleme yalanlarla yargılanmadan insafsızca mahkum edilmiyor mu ?
Bu duruşma tutanakları ve yargılama süreci, Nebil'in öldürülme kurgusuyla birlikte ele alındığında ortaya çok ilginç gerçekler çıkmaktadır. Bu yazıları okuyanların alınganlık göstermek yerine durum değerlendirmesi yapmaları daha yerinde olur.
Olayın canlı tanıklarıyla da konuştuk. Elbette hem bu ifadeler hem de kurulan komployu açıklayan diğer tanık değerlendirmeleri zamanı geldikçe yayınlanacaktır. İşte o ifadelerin anlamlı olabilmesi için, can yakıcı da olsa suçlayıcı ifadelerin de yayınlanması gerekmektedir. Aksi halde bu tür ifadelerle başka ortamlarda yüz yüze gelecek insanların tepkileri daha değişik olabilir.
Bizler, kendimizden daha fazla güvendiğimiz Nebil için herşeyi korkusuzca tartışmaya ve konuşmaya hazır olmalıyız. Güven ve saygı; var olan bilgi ve belgeleri saklayarak değil onları deşifre edip çürüterek gösterilmelidir.
Yayınlanan ifadeler, mahkeme süreci ve gerekçeli karardan bugün için ortaya çıkan en basit gerçekleri kısaca açıklamak gerekirse;
1* Nebil'in öldürülmesinin iddia edildiği gibi Ali Çakmaklı olayıyla hiç bir ilgisi yoktur,
2* Nebil'in İbrahim Yalçın'a para vermesinden Ziya Erdönmez'in zerre kadar bilgisi yoktur ve cinayetin temel nedenlerinden biri bu olaydır. Bu para verme olayı İbrahim Yalçın tarafından neden farklı bir şekilde sunulmuştur ? Böyle sunulmasının ardında yatan gerçek neden; Nebil cinayetini Ali Çakmaklı olayına bağlamak düşüncesi midir ?
3* İlginç olan HDÖ Genel Komitesi ile il komitesinde yer alan kimi kişilerin kısa aralıklarla şu veya bu şekilde öldürülmesidir. Nedense hiç kimse üst üste gelen bu ölümlerin müsebbiblerini araştırmamaktadır,
4* Nebil'i öldüren silahın olaydan 6 gün sonra nasıl MHP'li bir katilin eline geçtiğini kimse araştırmamakta, bu olayı derinlemesine sorgulamamaktadır,
5* Nebil'in öldürülmesiyle ilgili olarak ne HDÖ davasında ne de başka bir davada hiç kimse mahkum olmamıştır. Neden ?
Sizce de bu işin içinde başka bir iş yok mu ? Nebil'in ortadan kaldırılmasını isteyen asıl odak kimdir ?
Bu soruların cevapları belgelerle kanıtlanamasa da mutlaka verilecektir.
24 Mayıs 2009
Bir süredir Nebil'i katledenlerin ya da katline sebep olanların mahkeme dosyalarına yansıyan hazırlık soruşturmalarını, savcılık ifadelerini ve duruşma tutanaklarını yayınlıyoruz.. Bu ifadelerin bir kısmı çok can yakıcı olsa da sonuca gitmek açısından yayınlanması gerekmektedir...
Güneş balçıkla sıvanmaz sözü; Nebil yoldaşımız için de bu ifadelerden yola çıkılarak varılacak bir sonuç olacaktır. Eğer yoldaşımızı tanımıyorsak, katledilen kişi hakkında en küçük bir bilgimiz yoksa bu ifadelerden yanlış sonuçlara varmak mümkündür. İşte biz, işin zor olan kısmından başlayarak doğruya varacağımıza ve gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaracağımıza inanıyoruz.
Herkes şu gerçeği bilmelidir: Bizler Nebil Rahuma yoldaşımız için ANIT yapma kararı aldığımız ve bunu hayata geçirdiğimiz zaman da bu ifadelerden kısmen haberdardık. Nebil'in öldürülme gerekçelerini ilgili olan herkes farklı şekillerde de olsa dile getiriyordu. Bütün gerekçelerin en tepesinde hep bu sarkıntılık suçlaması vardı.
Bu ifadeler yayınlanmasa, kamuoyuyla paylaşılmasa ne olurdu..? Kesin olarak belirtmeliyiz ki; böyle bir durumda en büyük kötülüğü Nebil'in anısına yapmış olurduk.. Nebil Rahuma yoldaşımız bu suçlamalar karşısında kişiliğinden ve onurundan hiç ödün vermeden ölümü tercih etmişti. Nebil'in kim olduğunu nasıl anlatıyorsak ona kurulan kumpası da tüm gerçekliğiyle anlatmalı, hiç bir ifadeyi görmezden gelmemeliyiz.
Nebil'i yok eden süreci bütün ayrıntılarıyla okuyunca görüyoruz ki insanları yok etmeye yönelik süreç bugün de doludizgin devam etmektedir. İnsanlar bugün de; oradan buradan derleme yalanlarla yargılanmadan insafsızca mahkum edilmiyor mu ?
Bu duruşma tutanakları ve yargılama süreci, Nebil'in öldürülme kurgusuyla birlikte ele alındığında ortaya çok ilginç gerçekler çıkmaktadır. Bu yazıları okuyanların alınganlık göstermek yerine durum değerlendirmesi yapmaları daha yerinde olur.
Olayın canlı tanıklarıyla da konuştuk. Elbette hem bu ifadeler hem de kurulan komployu açıklayan diğer tanık değerlendirmeleri zamanı geldikçe yayınlanacaktır. İşte o ifadelerin anlamlı olabilmesi için, can yakıcı da olsa suçlayıcı ifadelerin de yayınlanması gerekmektedir. Aksi halde bu tür ifadelerle başka ortamlarda yüz yüze gelecek insanların tepkileri daha değişik olabilir.
Bizler, kendimizden daha fazla güvendiğimiz Nebil için herşeyi korkusuzca tartışmaya ve konuşmaya hazır olmalıyız. Güven ve saygı; var olan bilgi ve belgeleri saklayarak değil onları deşifre edip çürüterek gösterilmelidir.
Yayınlanan ifadeler, mahkeme süreci ve gerekçeli karardan bugün için ortaya çıkan en basit gerçekleri kısaca açıklamak gerekirse;
1* Nebil'in öldürülmesinin iddia edildiği gibi Ali Çakmaklı olayıyla hiç bir ilgisi yoktur,
2* Nebil'in İbrahim Yalçın'a para vermesinden Ziya Erdönmez'in zerre kadar bilgisi yoktur ve cinayetin temel nedenlerinden biri bu olaydır. Bu para verme olayı İbrahim Yalçın tarafından neden farklı bir şekilde sunulmuştur ? Böyle sunulmasının ardında yatan gerçek neden; Nebil cinayetini Ali Çakmaklı olayına bağlamak düşüncesi midir ?
3* İlginç olan HDÖ Genel Komitesi ile il komitesinde yer alan kimi kişilerin kısa aralıklarla şu veya bu şekilde öldürülmesidir. Nedense hiç kimse üst üste gelen bu ölümlerin müsebbiblerini araştırmamaktadır,
4* Nebil'i öldüren silahın olaydan 6 gün sonra nasıl MHP'li bir katilin eline geçtiğini kimse araştırmamakta, bu olayı derinlemesine sorgulamamaktadır,
5* Nebil'in öldürülmesiyle ilgili olarak ne HDÖ davasında ne de başka bir davada hiç kimse mahkum olmamıştır. Neden ?
Sizce de bu işin içinde başka bir iş yok mu ? Nebil'in ortadan kaldırılmasını isteyen asıl odak kimdir ?
Bu soruların cevapları belgelerle kanıtlanamasa da mutlaka verilecektir.
28 Eylül 2010 Salı
CEMAATİN RÖVANŞI (HANEFİ AVCI ve ŞEYTANİ PUSU)
Mihrac Ural
28 Eylül 2010
Beklenen Oldu. Hanefi Avcı, “Devrimci bir örgütle ilişkilendirilerek” tutuklandı. Bu kadarını da beklemiyorduk diye düşünen varsa, Cemaat’i bilmiyorlar demektir. Benim açımdan son makalelerimde açıkça yazdığım gibi Cemaatten her şey beklenir ve olur. Burası Türkiye…
Hanefi Avcı’nın başına örülmesi beklenen çorap örülüp giydirildi; şu saatlerde tutuklu olarak havaalanında İstanbul’a doğru kalkacak uçağın gelişini bekliyor. NTV’den Ruşen Çakır’ı telefonla arayarak, konuya ilişkin görüşlerini aktardı.
Hanefi Avcı, yazdığı “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adli kitabında, ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştığı Fethullah Gülen Cemaatinin yasadışı faaliyetlerini sergilenmekte ve bir cürüm örgütü olduğunu açığa vuruyordu. Kitabın ortaya koyduğu bilgiler, yazılmayanların çok daha korkunç olduğa işaret ediyordu.
Birden çok makalede bu konuları işledim (bkz. http://mirural.blogspot.com/ Hanefi Avcı makaleleri) Cemaat, “imam” denilen yöneticilerle ülkenin ve devletin her köşesine sızmış bir ahtapot gibidir.
Cemaat şebekeleşmiş bir kolonidir. Genişlemekten çok, dar kadro sistemiyle, her kurumu ele geçirip yönetme eğilimi içindedir. Rastgele bir genişleme onu zayıflatacağı gibi, bölünmesine, çok sesli olmasına da yol açar. Bunun için “gizemli” kalması gerek; gizem örtüsü altında her türden çirkin amacını yürütebilir.
Cemaat İslam’ın temel argümanı olan ümmetçilikle de alakalı değildir. O milliyetçi muhafazakardır. Amacı, kurucusu ve liderleri Fethullah Gülen’in hem tarih seyri içindeki konumu hem de ilişkileri açısından ABD çıkarlarıyla uyumlaşmış ırkçı-milliyetçiliktir (5 kıta 120 ülkede faaliyet gösteriyorlar).
İslam, Cemaat şebekesi için bir araçtır, milli egemenlik ve bu egemenliğin maddi çıkarları, kültürel yayılma amaçları için bir araçtır; İslam’ın olmadığı Vietnam’da, Rus steplerinde Sibirya’da, Orta Afrika’da yayılması bunun önemli bir göstergesidir. Cemaat’in bu yöndeki atağının, 1990’lı yıllara birlikte, Sovyet sisteminin çökmesi ardından Türki Cumhuriyetlerin kucaklanması amacıyla yapıldığı ve bu adımın CİA programlı bir şekilde tanzim edildiği bilinmektedir.
Cemaat, bölgemizde ABD-İsrail çıkarlarıyla yakından ilgilidir. İsrail’in bir türlü eklemleşemediği bölgemizde kendini bir orijinal unsur yapma çabasının teorisi olan “Ortadoğululuk” tezinin desteklenmesine sunulmuş bir çabayı da içeriyor.
Cemaatin bu çabası, kendini “Yeni-Osmanlıcılık” olarak tecelli etmiştir. Bu Yeni-Osmanlıcılık, İslam ümmetçiliğinden arındırılmış, farklı İslam etnik topluluğu tek boyutlu millet egemenliği altına sokma çabasıdır. Arapların bu yolla dizginlenebileceğine inanan Cemaat, İsrail’e karşı oluşan büyük Arap halk öfkesini sindirme ve yönünün bulanıklaştırma çabası içindedir. Erdoğan’ aptal müsteşarlarının giydirmek istediği Nasır’cılık ise doğmadan iflas etmiştir.
Fethulla Gülen bu konuya çok net olarak, CNN Türk TV’den 5N Bir K Programı yapımcısı Cüneyt Özdemir’le “Pensilvanya’da Fethullah Gülenle Bir Gün” başlığı altında verilen röportajda dile getirmiştir; “Gülen'e gore yaşadığımız çağda dünyada Osmanlı ruhunu canlandırmanın en doğru yolu 'eğitim' ve 'kültürel değerler' (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/ )
Aynı röportajda Filistinlilere yardım için giden Mavi Marmara gemisi ve olaylar hakkında söyledikleri ise oldukça anlamlıdır. “Fethullah Gülen Mavi Marmara'da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği "şehit olmaya gidiyoruz" retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor. (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/ )
İsrail, Fethullah Gülen için, hiçbir İslamcıda olmayan ölçekti önemli bir figür. TV’lerin ünlü“Kurtlar Vadisi”’inde aşırı İsrail karşıtlığı var sayılarak alternatif bir dizi çekimi yapılmış ve Samanyolu TV’de “Tek Türkiye” adı altında yayına sokulmuştur; bu dizide ayrıca Kürt özgürlük hareketine karşı düşmanlık açıkça işlenmiştir. Bütün bu algılar ABD-İsrail eksenindeki var oluşa bir işaret olarak gündeme gelmektedir.
Buna ABD ve İsrail’in güçleriyle ilgili kanaatlerini de kattığımızda Cemaatin algısın anlamak zor olmayacaktır. “ABD ve İsrail'in küresel ve bölgesel gücünü ise önemsiyor… tartışılmaz bir askeri üstünlüğünün olduğunu vurguluyor. ABD'nin çeşitli ülkelerdeki donanmasının gücünden örnekler veriyor. (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/ )
Cemiyetin dünyaya bakışı budur. Ülke içinde ise bir başka kumpastır.
Cemiyet Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairse Başkanlığını ele geçirmiştir. Bu “Şube” ülkemizde tanık olduğumuz tüm kirli işlerin, video, ses bandı, fotoğraf gibi yasadışı yollarla kişileri, kurumları teşhir etmek, yıpratmak, şantaj ve tehditle teslim olmalarını sağlamak için işlev gören bir şebeke karargahıdır. Hanefi Avcı, içlerinden biri olarak da bunu böyle dile getiriyor “İstihbarat dairesinde cemaatin özel cihazları, elde ettikleri her türlü kanunsuz dinleme materyalleri mevcuttur, bunlar neden aranmaz?” (Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” s: 542)
Hanefi Avcı devamla şunları söylüyor; “ Aslında herkes biliyor ama kimse dinlendirmiyor. Ben bu kitapla birlikte açıkça ifade ediyorum ki tüm bu işleri cemaat yapıyor, bunu artık herkes bilsin…” (Age. s:571 ve devamı) Avcı bu satırların devamında ayrıntılı olarak, devletin her kurum ve alanında cemaatin nasıl hüküm sürdüğünü açıklıyor.
Devamla da; “ devlet içinde devlet kurmaya kalkmak akılla izah edilemez. Bu devletin polisi, askeri, medyası oluşturulmak istenen bu sistem içerisinde çalıştırılamaz, bugün yapıldığı gibi cemaatin hedefleri uğruna hukuksuzluklar, komplo, şantaj ve iftira yöntemleri ile çalıştırılırsa da gelecekte bu ülke herkes için adeta bir cehenneme dönüşür “ (Age. s:572) diyerek anlamlı göndermeler yapmıştır. Özetle de; “ gerekirse hukuku ihlal ederek, gerekirse sahte delillerle savaşta her şey mubahtır anlayışı ile her türlü hileye başvurarak hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar” (Age. s;576)
“Ergenekon’un paşaları ne ise Cemaatin imamları da odur” derken yaptığım benzetmede, imamların rolünü küçümsediğimi anladım. İmamlar, Cemaat için, çoğaltılmış birer Gobels’tir (Hitlerin propaganda bakanı); Tanrı rahmeti, insan ahlakı, aile mahremiyeti gibi hiç bir değeri taşmayan bu şebeke, referandumda Liderleri Fethullah Gülen adlı din bezirganı bir müptezelin “AKP’ye destek için, EVET demek için, ölüleri bile diriltirseniz, onu da yapın” dediği gibi ne demokrasi ne de bir ahlak kuralına bağlıdır; amaç için her türden araç mubahtır.
Cemiyetin Kürt düşmanlığı ayrı bir konudur. Bu yöndeki ırkçılık yakın gelecekte siyasal gündemin birinci maddesi olacaktır. Bu günden bunun tüm belirtimleri ortaya çıkmıştır. Ayrı röportajda Cüneyt Özdemir’in dile getirdikleri bu açıdan çok anlamlıdır; “Daha önce Emniyet İstihbarat'da Önemli İşler Dairesi kitabımı yayına hazırlarken görüştüğüm kimi emniyetçilerin görüşlerinin nerede ise birebir aynını benzer kelimelerle tekrar ediyor. Bölgede kürtçe bilen imamlar, polisler, bürokratların olması ve bu insanların bölge halkını kucaklamasından yana. Benim anladığım kadarı ile Gülen'in Güneydoğu için kafasından geçen bir demokratik açılımdan çok bürokratik açılım. (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/ )
Cemiyetin bu algısı, iç savaşı kimin kışkırttığını, süren kirli savaşın devamında kimin ısrarcı olduğunu, anadil eğitimine karşı duranların kimler olduğunu, din adı altında dinsizlik olan tek boyutlu milliyetçiliği kimin dayattığını, dinin istismarı yapılarak imamların nasıl kullanıldığını yeterince açık göstermektedir.
Cemiyet son dönemin tüm siyasal çalkantılarında parmak sahibidir. Baykal’ın videosu dahil benzer onlarca yasa dışı yolma insanlar mevkilerinden, çevrelerinden ıskat edilmiştir. Bu oyunun son perdesinde bizlerde payımıza düşeni aldık; Şahsım ve örgütümüz hakkında “Kaos İçin Alevilere Suikast” başlığı altında yandaş medya aracılığıyla kamuoyunun kafasını bulandırmak üzeri haberler servis edilmiştir. Kaynak Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığıdır.
Bu uydurma haber, tarafımdan basın açıklamalarıyla yalanlanmış, ailem tarafından da dava edilerek konu yargıya taşınmıştır. “AKP’nin derin devleti mahkemelik oldu başlığı altında yazdığım yazıda da bu olayı etraflıca irdelemeye çalıştım. Bu yazımın konusuyla ilgili bir başka önemli noktaya dikkat çekeceğim. O da, yalan haber servisi yapılırken. Komşu ülkeler arısı ilişkilerin bilinçlice tahribine yönelik ifadelerin kullanılmasıdır; bu yalan haberlerde, altı çizilerek benim Suriye’de olduğum iddiası yapılmıştır. Türkiye Suriye arasında gelişen iyi ilişkilerin bulanıklaştırılma çabasına işaret eden bu yalan haberler, Cemaatin ırkçı-milliyetçi bilinç altının bu tür senaryolarda nasıl işletildiğine önemli bir göstergedir. Ancak bu yalan haberler, bunun da ötesinde anlamlar taşıyor. Türkiye –Suriye ilişkilerinin İsrail’e verdiği huzursuzluk, cemaatin refleksleriyle bu şekilde işlendiğini söylemek abartılı olmayacaktır. “Kaos” da tas tamam budur.
Suriye’nin dile dolandırılmasının bir başka anlamı ve okurların dikkatinden kaçan yanları olduğunu ifade edeceğim. O da MİT ajanı kimi kuklaların, 3 yıldır aralıksız yaptıkları ihbarlarla olgunlaştırılmak istenen bir karanlık sürece işaret etmektedir. Bu kuklalardan biri “bekleyin göreceğiniz var” yünlü ihtarları ile İçişleri Bakanı ve MİT müsteşarının orta-doğada ıraktan sonra Suriye’ye geleceği ve elinde bir dizi dosyanın olduğu noktasıyla önemli bir kesişme içindedir. Demek ki MİT ajanı kişinin bir bildiği var. Bunu da önümüzdeki haftalarda görmek zor olmayacaktır. İki ülke ilişkisini ABD ve İsrail çıkarları yönünde provoke etmek isteyen ırkçı-milliyetçi Cemaat bu konuda da akıl almaz şeytanı senaryoları kurguladığını, kuklalarından aldığı yalan bilgilerle de olgunlaştırdığını görmek güç değildir.
Emn. Gen. Mdr. İstihbarat Dairesi Başkanlığı, ülke emniyet teşkilatının en korunaklı, en dokunulmaz ve en şeytani kurumudur. Tüm oyunlar, tüm tezgahlar bu kurum içinde organize edilerek, piyasaya sürülür. Cemaat, bu kurum içinde en kritik işleri yapar.
Cemaat, Ordu içinde, YÖK içinde, Yargı içinde ve devletin her köşesinde, kendisi ya da yarattığı gizemli atmosfer içinde, yörüngesine aldığı insanlarla, yarattığı korku etkisiyle işlerini aksatmadan yürütür. Başbakan bile “okyanuslar ötesinden” gelen desteğe gönderdiği selamın altında bu gerçek bulunmaktadır.
Referandumun AKP lehine sonuçlanmasıyla Cemaat büyük bir sükse yapmıştır. Öne çıkmıştır. Artık etkin olmadığı alanlarda bile etkin olma süreci başlamıştır. Cemaat, sivil diktatörlüğü Erdoğan adıyla ikame etmeyi denenecektir; tanrı yukarıda işleri peygamber yürütecektir. Vebal da, aksaklıklar da hep peygamberin başına yıkılacaktır.
Yakın dönemin diktatörlüğü Cemaatin diktatörlüğüdür. İsimler birer araçtır; bu nedenle Cemaat bir siyasi partiye dönüşmez, şeffaflıktın hoşlanmaz, hep arada kalır, herkese mavi boncuk dağıtır ya da tehditle istediği amaca ulaşır. Yasadışı şebekelerin tarihi bu yöntemle çalıştıklarını gösteriyor. Cemaatte bir yasadışı şebeke olarak, imamları aracılığıyla arada görünüp, kendi bağımsızlığını korumakta ve siyasal alanda güç ihtiyaç duyanlara, belli bedeller karşılığı bu gücü ödünç vermektedir.
Özetle cemaat budur. Bu cürüm şebekesinin ne Allah’ı ne imanı, ne de insanlığı vardır. Amaç için her araç mubahtır. Hanefi Avcı bu şebekenin kumpasına düşmüştür. Avcı’nın tutuklanışı karanlık güçlerin it dalaşıdır, birbirlerini yeme yarışıdır.
Cemaat, şeytanın aklına gelmeyecek bir suçlamayla Hanefi Avcı’yı vurdu; Savcılık soruxşturması sonucunda mahkemeye çıkarılan Avcı, Devrimci Karargah Örgütü’ne “yardım ve yataklık yapmaktan” suçlanarak tutukladı (Haber saat 21:00. 28 Eylül 2010. Yazıya yeni not olarak ek. Bn.)
Avcı bunun böyle olacağını tahmin etmişti. Kitabında bu günü işaret eden sözleri şöyledir .” Bu kitabın ikinci bölümüne yazdıklarımın ne manaya geldiğini çok az insan bilir. Bunların hayatımı bundan sonra zehir, zindan edeceğini biliyorum, geçmişte bir çok örgütün hedefi oldum. Ama bu defaki başka bir şey olduğunun farkındayım.” (Age. s:569)
Evet, Hanefi Avcı bugünün mağduru. Geçmişte mağdur ettiği insanların durumuna düştü. Gerçeği bu konumda daha iyi anlayacaktır; farklı da olsa, .buna Stokholm Sendromu diyebiliriz.
Kırk akıllı bir araya gelse de böylesi bir şeytani düzenek kurulamazdı. Böyle bir suçlama öncelikle Devrimci Karargah Örgütü’nce kayıtsız şartsız ret edileceği açıktır. Bu eli kanlı emniyetçiyle devrimcilerin bir savaşı vardı ilişkisi değil. Tutuklanmasına konu olan, kitabındaki bilgiler ise, herkesin bildiği, devrimcilerin her zaman üzerinde durdukları gerçeklerdi; takip edilmek ve buna karşı önlem almak devrimciliğin alfabesidir. Ama cemiyet için bunun hiç önemi yok, eski yandaşlarını kirletmek ve katlatmak için tüm araçlar devreye girmiştir, “ölüler bile ayağa kaldırılacaktır”.
Cemaatin emniyet ve yargı imamları bu uyduruk ithamı yapmakla karizmalarını çizdirmiş oldu. Önce herkes sindirilmiş gibi görünse de bu birikim bir yerde patlak verecektir.
Hanefi Avcı, kitabında örtülü de olsa kendini anlatırken ele verdiği gibi Türkiye siyasal tarihinin son çeyrek asrında istihbarat, kıyım, Operasyon ve zalimliğin an acımasızlarına imza atmış bir emniyet elemanıdır. İstihbarat daireleri başkanlığından, emniyet müdürlüğünde, her alanda bu kıyım sürecinin başında olan biridir. En büyük hedefi Kürt özgürlük hareketini ve devrimcileri kırmaktır; bu alanda akıl almaz işler yaptığını, tüyler ürperten ahlaksız yöntemlere baş vurduğunu göstermektedir. 1979 Acilciler operasyonunda Recep Güregen ve Hüseyin Gürgen yoldaşların kurşuna dizilmesinden Öğretmen Ali Uygur’un işkence altında öldürülmesine. Diyarbakır’da İstihbarat Şubesi Başkanlığındaki eli kanlı kıyımlara, Devrimci-Sol’cu bir kanat lideri Bedri Yağan ve arkadaşlarının esir alınması yerine (Devrimci Silahlı birlikler üyesi 22 kişi esir alınmasına karşın),palanlı bir şekilde kaldıkları evde öldürülmesine ve ondan sonra her alanda halka karşı işlediği cürümler.
Ancak Hanefi Avcı’nın Cemaat tezgahıyla tutuklanmasının daha ötelerde bir anlamı var.
O da halka karşı yönelecek tehlikedir. Siyasete böylesine yasadışı yollarla sızanların devleti, medyayı, ekonomik ve siyasi etkinlikleri, orduyu yargıyı halka karşı en acımasız tarzda kullanacağını ele vermektedir. Siyasetin kimyasını bozma çabası olan Cemaat çabaları, ülkemizin en önemli sorunlarında oynadığı milliyetçilikle kanlı bir iç savaşa sürüklenmemizin nedeni olacak gibidir.
Cemaatle sorunumuz burada başlıyor.
Hanefi Avcı olayını bu denklem içinde ele almak gerekiyor.
Sivil diktatörlüğe yönelen Erdoğan’nın derin devleti Cemaat’tir. Derken bu tehlikeye işaret ediyoruz.
Engel gördükleri herkesi, tasfiye etmek için şeytanın aklına bile gelmeyecek yöntemler kullananların bir vicdan muhasebesine, bir ahlak ilkesine bağlı olmaları düşünülemez. Böylesi bir yerde sadece orman kanunları yürür.
28 Eylül 2010
Beklenen Oldu. Hanefi Avcı, “Devrimci bir örgütle ilişkilendirilerek” tutuklandı. Bu kadarını da beklemiyorduk diye düşünen varsa, Cemaat’i bilmiyorlar demektir. Benim açımdan son makalelerimde açıkça yazdığım gibi Cemaatten her şey beklenir ve olur. Burası Türkiye…
Hanefi Avcı’nın başına örülmesi beklenen çorap örülüp giydirildi; şu saatlerde tutuklu olarak havaalanında İstanbul’a doğru kalkacak uçağın gelişini bekliyor. NTV’den Ruşen Çakır’ı telefonla arayarak, konuya ilişkin görüşlerini aktardı.
Hanefi Avcı, yazdığı “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adli kitabında, ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştığı Fethullah Gülen Cemaatinin yasadışı faaliyetlerini sergilenmekte ve bir cürüm örgütü olduğunu açığa vuruyordu. Kitabın ortaya koyduğu bilgiler, yazılmayanların çok daha korkunç olduğa işaret ediyordu.
Birden çok makalede bu konuları işledim (bkz. http://mirural.blogspot.com/ Hanefi Avcı makaleleri) Cemaat, “imam” denilen yöneticilerle ülkenin ve devletin her köşesine sızmış bir ahtapot gibidir.
Cemaat şebekeleşmiş bir kolonidir. Genişlemekten çok, dar kadro sistemiyle, her kurumu ele geçirip yönetme eğilimi içindedir. Rastgele bir genişleme onu zayıflatacağı gibi, bölünmesine, çok sesli olmasına da yol açar. Bunun için “gizemli” kalması gerek; gizem örtüsü altında her türden çirkin amacını yürütebilir.
Cemaat İslam’ın temel argümanı olan ümmetçilikle de alakalı değildir. O milliyetçi muhafazakardır. Amacı, kurucusu ve liderleri Fethullah Gülen’in hem tarih seyri içindeki konumu hem de ilişkileri açısından ABD çıkarlarıyla uyumlaşmış ırkçı-milliyetçiliktir (5 kıta 120 ülkede faaliyet gösteriyorlar).
İslam, Cemaat şebekesi için bir araçtır, milli egemenlik ve bu egemenliğin maddi çıkarları, kültürel yayılma amaçları için bir araçtır; İslam’ın olmadığı Vietnam’da, Rus steplerinde Sibirya’da, Orta Afrika’da yayılması bunun önemli bir göstergesidir. Cemaat’in bu yöndeki atağının, 1990’lı yıllara birlikte, Sovyet sisteminin çökmesi ardından Türki Cumhuriyetlerin kucaklanması amacıyla yapıldığı ve bu adımın CİA programlı bir şekilde tanzim edildiği bilinmektedir.
Cemaat, bölgemizde ABD-İsrail çıkarlarıyla yakından ilgilidir. İsrail’in bir türlü eklemleşemediği bölgemizde kendini bir orijinal unsur yapma çabasının teorisi olan “Ortadoğululuk” tezinin desteklenmesine sunulmuş bir çabayı da içeriyor.
Cemaatin bu çabası, kendini “Yeni-Osmanlıcılık” olarak tecelli etmiştir. Bu Yeni-Osmanlıcılık, İslam ümmetçiliğinden arındırılmış, farklı İslam etnik topluluğu tek boyutlu millet egemenliği altına sokma çabasıdır. Arapların bu yolla dizginlenebileceğine inanan Cemaat, İsrail’e karşı oluşan büyük Arap halk öfkesini sindirme ve yönünün bulanıklaştırma çabası içindedir. Erdoğan’ aptal müsteşarlarının giydirmek istediği Nasır’cılık ise doğmadan iflas etmiştir.
Fethulla Gülen bu konuya çok net olarak, CNN Türk TV’den 5N Bir K Programı yapımcısı Cüneyt Özdemir’le “Pensilvanya’da Fethullah Gülenle Bir Gün” başlığı altında verilen röportajda dile getirmiştir; “Gülen'e gore yaşadığımız çağda dünyada Osmanlı ruhunu canlandırmanın en doğru yolu 'eğitim' ve 'kültürel değerler' (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/ )
Aynı röportajda Filistinlilere yardım için giden Mavi Marmara gemisi ve olaylar hakkında söyledikleri ise oldukça anlamlıdır. “Fethullah Gülen Mavi Marmara'da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği "şehit olmaya gidiyoruz" retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor. (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/ )
İsrail, Fethullah Gülen için, hiçbir İslamcıda olmayan ölçekti önemli bir figür. TV’lerin ünlü“Kurtlar Vadisi”’inde aşırı İsrail karşıtlığı var sayılarak alternatif bir dizi çekimi yapılmış ve Samanyolu TV’de “Tek Türkiye” adı altında yayına sokulmuştur; bu dizide ayrıca Kürt özgürlük hareketine karşı düşmanlık açıkça işlenmiştir. Bütün bu algılar ABD-İsrail eksenindeki var oluşa bir işaret olarak gündeme gelmektedir.
Buna ABD ve İsrail’in güçleriyle ilgili kanaatlerini de kattığımızda Cemaatin algısın anlamak zor olmayacaktır. “ABD ve İsrail'in küresel ve bölgesel gücünü ise önemsiyor… tartışılmaz bir askeri üstünlüğünün olduğunu vurguluyor. ABD'nin çeşitli ülkelerdeki donanmasının gücünden örnekler veriyor. (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/ )
Cemiyetin dünyaya bakışı budur. Ülke içinde ise bir başka kumpastır.
Cemiyet Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairse Başkanlığını ele geçirmiştir. Bu “Şube” ülkemizde tanık olduğumuz tüm kirli işlerin, video, ses bandı, fotoğraf gibi yasadışı yollarla kişileri, kurumları teşhir etmek, yıpratmak, şantaj ve tehditle teslim olmalarını sağlamak için işlev gören bir şebeke karargahıdır. Hanefi Avcı, içlerinden biri olarak da bunu böyle dile getiriyor “İstihbarat dairesinde cemaatin özel cihazları, elde ettikleri her türlü kanunsuz dinleme materyalleri mevcuttur, bunlar neden aranmaz?” (Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” s: 542)
Hanefi Avcı devamla şunları söylüyor; “ Aslında herkes biliyor ama kimse dinlendirmiyor. Ben bu kitapla birlikte açıkça ifade ediyorum ki tüm bu işleri cemaat yapıyor, bunu artık herkes bilsin…” (Age. s:571 ve devamı) Avcı bu satırların devamında ayrıntılı olarak, devletin her kurum ve alanında cemaatin nasıl hüküm sürdüğünü açıklıyor.
Devamla da; “ devlet içinde devlet kurmaya kalkmak akılla izah edilemez. Bu devletin polisi, askeri, medyası oluşturulmak istenen bu sistem içerisinde çalıştırılamaz, bugün yapıldığı gibi cemaatin hedefleri uğruna hukuksuzluklar, komplo, şantaj ve iftira yöntemleri ile çalıştırılırsa da gelecekte bu ülke herkes için adeta bir cehenneme dönüşür “ (Age. s:572) diyerek anlamlı göndermeler yapmıştır. Özetle de; “ gerekirse hukuku ihlal ederek, gerekirse sahte delillerle savaşta her şey mubahtır anlayışı ile her türlü hileye başvurarak hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlar” (Age. s;576)
“Ergenekon’un paşaları ne ise Cemaatin imamları da odur” derken yaptığım benzetmede, imamların rolünü küçümsediğimi anladım. İmamlar, Cemaat için, çoğaltılmış birer Gobels’tir (Hitlerin propaganda bakanı); Tanrı rahmeti, insan ahlakı, aile mahremiyeti gibi hiç bir değeri taşmayan bu şebeke, referandumda Liderleri Fethullah Gülen adlı din bezirganı bir müptezelin “AKP’ye destek için, EVET demek için, ölüleri bile diriltirseniz, onu da yapın” dediği gibi ne demokrasi ne de bir ahlak kuralına bağlıdır; amaç için her türden araç mubahtır.
Cemiyetin Kürt düşmanlığı ayrı bir konudur. Bu yöndeki ırkçılık yakın gelecekte siyasal gündemin birinci maddesi olacaktır. Bu günden bunun tüm belirtimleri ortaya çıkmıştır. Ayrı röportajda Cüneyt Özdemir’in dile getirdikleri bu açıdan çok anlamlıdır; “Daha önce Emniyet İstihbarat'da Önemli İşler Dairesi kitabımı yayına hazırlarken görüştüğüm kimi emniyetçilerin görüşlerinin nerede ise birebir aynını benzer kelimelerle tekrar ediyor. Bölgede kürtçe bilen imamlar, polisler, bürokratların olması ve bu insanların bölge halkını kucaklamasından yana. Benim anladığım kadarı ile Gülen'in Güneydoğu için kafasından geçen bir demokratik açılımdan çok bürokratik açılım. (http://tr.fgulen.com/content/view/18615/12/ )
Cemiyetin bu algısı, iç savaşı kimin kışkırttığını, süren kirli savaşın devamında kimin ısrarcı olduğunu, anadil eğitimine karşı duranların kimler olduğunu, din adı altında dinsizlik olan tek boyutlu milliyetçiliği kimin dayattığını, dinin istismarı yapılarak imamların nasıl kullanıldığını yeterince açık göstermektedir.
Cemiyet son dönemin tüm siyasal çalkantılarında parmak sahibidir. Baykal’ın videosu dahil benzer onlarca yasa dışı yolma insanlar mevkilerinden, çevrelerinden ıskat edilmiştir. Bu oyunun son perdesinde bizlerde payımıza düşeni aldık; Şahsım ve örgütümüz hakkında “Kaos İçin Alevilere Suikast” başlığı altında yandaş medya aracılığıyla kamuoyunun kafasını bulandırmak üzeri haberler servis edilmiştir. Kaynak Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığıdır.
Bu uydurma haber, tarafımdan basın açıklamalarıyla yalanlanmış, ailem tarafından da dava edilerek konu yargıya taşınmıştır. “AKP’nin derin devleti mahkemelik oldu başlığı altında yazdığım yazıda da bu olayı etraflıca irdelemeye çalıştım. Bu yazımın konusuyla ilgili bir başka önemli noktaya dikkat çekeceğim. O da, yalan haber servisi yapılırken. Komşu ülkeler arısı ilişkilerin bilinçlice tahribine yönelik ifadelerin kullanılmasıdır; bu yalan haberlerde, altı çizilerek benim Suriye’de olduğum iddiası yapılmıştır. Türkiye Suriye arasında gelişen iyi ilişkilerin bulanıklaştırılma çabasına işaret eden bu yalan haberler, Cemaatin ırkçı-milliyetçi bilinç altının bu tür senaryolarda nasıl işletildiğine önemli bir göstergedir. Ancak bu yalan haberler, bunun da ötesinde anlamlar taşıyor. Türkiye –Suriye ilişkilerinin İsrail’e verdiği huzursuzluk, cemaatin refleksleriyle bu şekilde işlendiğini söylemek abartılı olmayacaktır. “Kaos” da tas tamam budur.
Suriye’nin dile dolandırılmasının bir başka anlamı ve okurların dikkatinden kaçan yanları olduğunu ifade edeceğim. O da MİT ajanı kimi kuklaların, 3 yıldır aralıksız yaptıkları ihbarlarla olgunlaştırılmak istenen bir karanlık sürece işaret etmektedir. Bu kuklalardan biri “bekleyin göreceğiniz var” yünlü ihtarları ile İçişleri Bakanı ve MİT müsteşarının orta-doğada ıraktan sonra Suriye’ye geleceği ve elinde bir dizi dosyanın olduğu noktasıyla önemli bir kesişme içindedir. Demek ki MİT ajanı kişinin bir bildiği var. Bunu da önümüzdeki haftalarda görmek zor olmayacaktır. İki ülke ilişkisini ABD ve İsrail çıkarları yönünde provoke etmek isteyen ırkçı-milliyetçi Cemaat bu konuda da akıl almaz şeytanı senaryoları kurguladığını, kuklalarından aldığı yalan bilgilerle de olgunlaştırdığını görmek güç değildir.
Emn. Gen. Mdr. İstihbarat Dairesi Başkanlığı, ülke emniyet teşkilatının en korunaklı, en dokunulmaz ve en şeytani kurumudur. Tüm oyunlar, tüm tezgahlar bu kurum içinde organize edilerek, piyasaya sürülür. Cemaat, bu kurum içinde en kritik işleri yapar.
Cemaat, Ordu içinde, YÖK içinde, Yargı içinde ve devletin her köşesinde, kendisi ya da yarattığı gizemli atmosfer içinde, yörüngesine aldığı insanlarla, yarattığı korku etkisiyle işlerini aksatmadan yürütür. Başbakan bile “okyanuslar ötesinden” gelen desteğe gönderdiği selamın altında bu gerçek bulunmaktadır.
Referandumun AKP lehine sonuçlanmasıyla Cemaat büyük bir sükse yapmıştır. Öne çıkmıştır. Artık etkin olmadığı alanlarda bile etkin olma süreci başlamıştır. Cemaat, sivil diktatörlüğü Erdoğan adıyla ikame etmeyi denenecektir; tanrı yukarıda işleri peygamber yürütecektir. Vebal da, aksaklıklar da hep peygamberin başına yıkılacaktır.
Yakın dönemin diktatörlüğü Cemaatin diktatörlüğüdür. İsimler birer araçtır; bu nedenle Cemaat bir siyasi partiye dönüşmez, şeffaflıktın hoşlanmaz, hep arada kalır, herkese mavi boncuk dağıtır ya da tehditle istediği amaca ulaşır. Yasadışı şebekelerin tarihi bu yöntemle çalıştıklarını gösteriyor. Cemaatte bir yasadışı şebeke olarak, imamları aracılığıyla arada görünüp, kendi bağımsızlığını korumakta ve siyasal alanda güç ihtiyaç duyanlara, belli bedeller karşılığı bu gücü ödünç vermektedir.
Özetle cemaat budur. Bu cürüm şebekesinin ne Allah’ı ne imanı, ne de insanlığı vardır. Amaç için her araç mubahtır. Hanefi Avcı bu şebekenin kumpasına düşmüştür. Avcı’nın tutuklanışı karanlık güçlerin it dalaşıdır, birbirlerini yeme yarışıdır.
Cemaat, şeytanın aklına gelmeyecek bir suçlamayla Hanefi Avcı’yı vurdu; Savcılık soruxşturması sonucunda mahkemeye çıkarılan Avcı, Devrimci Karargah Örgütü’ne “yardım ve yataklık yapmaktan” suçlanarak tutukladı (Haber saat 21:00. 28 Eylül 2010. Yazıya yeni not olarak ek. Bn.)
Avcı bunun böyle olacağını tahmin etmişti. Kitabında bu günü işaret eden sözleri şöyledir .” Bu kitabın ikinci bölümüne yazdıklarımın ne manaya geldiğini çok az insan bilir. Bunların hayatımı bundan sonra zehir, zindan edeceğini biliyorum, geçmişte bir çok örgütün hedefi oldum. Ama bu defaki başka bir şey olduğunun farkındayım.” (Age. s:569)
Evet, Hanefi Avcı bugünün mağduru. Geçmişte mağdur ettiği insanların durumuna düştü. Gerçeği bu konumda daha iyi anlayacaktır; farklı da olsa, .buna Stokholm Sendromu diyebiliriz.
Kırk akıllı bir araya gelse de böylesi bir şeytani düzenek kurulamazdı. Böyle bir suçlama öncelikle Devrimci Karargah Örgütü’nce kayıtsız şartsız ret edileceği açıktır. Bu eli kanlı emniyetçiyle devrimcilerin bir savaşı vardı ilişkisi değil. Tutuklanmasına konu olan, kitabındaki bilgiler ise, herkesin bildiği, devrimcilerin her zaman üzerinde durdukları gerçeklerdi; takip edilmek ve buna karşı önlem almak devrimciliğin alfabesidir. Ama cemiyet için bunun hiç önemi yok, eski yandaşlarını kirletmek ve katlatmak için tüm araçlar devreye girmiştir, “ölüler bile ayağa kaldırılacaktır”.
Cemaatin emniyet ve yargı imamları bu uyduruk ithamı yapmakla karizmalarını çizdirmiş oldu. Önce herkes sindirilmiş gibi görünse de bu birikim bir yerde patlak verecektir.
Hanefi Avcı, kitabında örtülü de olsa kendini anlatırken ele verdiği gibi Türkiye siyasal tarihinin son çeyrek asrında istihbarat, kıyım, Operasyon ve zalimliğin an acımasızlarına imza atmış bir emniyet elemanıdır. İstihbarat daireleri başkanlığından, emniyet müdürlüğünde, her alanda bu kıyım sürecinin başında olan biridir. En büyük hedefi Kürt özgürlük hareketini ve devrimcileri kırmaktır; bu alanda akıl almaz işler yaptığını, tüyler ürperten ahlaksız yöntemlere baş vurduğunu göstermektedir. 1979 Acilciler operasyonunda Recep Güregen ve Hüseyin Gürgen yoldaşların kurşuna dizilmesinden Öğretmen Ali Uygur’un işkence altında öldürülmesine. Diyarbakır’da İstihbarat Şubesi Başkanlığındaki eli kanlı kıyımlara, Devrimci-Sol’cu bir kanat lideri Bedri Yağan ve arkadaşlarının esir alınması yerine (Devrimci Silahlı birlikler üyesi 22 kişi esir alınmasına karşın),palanlı bir şekilde kaldıkları evde öldürülmesine ve ondan sonra her alanda halka karşı işlediği cürümler.
Ancak Hanefi Avcı’nın Cemaat tezgahıyla tutuklanmasının daha ötelerde bir anlamı var.
O da halka karşı yönelecek tehlikedir. Siyasete böylesine yasadışı yollarla sızanların devleti, medyayı, ekonomik ve siyasi etkinlikleri, orduyu yargıyı halka karşı en acımasız tarzda kullanacağını ele vermektedir. Siyasetin kimyasını bozma çabası olan Cemaat çabaları, ülkemizin en önemli sorunlarında oynadığı milliyetçilikle kanlı bir iç savaşa sürüklenmemizin nedeni olacak gibidir.
Cemaatle sorunumuz burada başlıyor.
Hanefi Avcı olayını bu denklem içinde ele almak gerekiyor.
Sivil diktatörlüğe yönelen Erdoğan’nın derin devleti Cemaat’tir. Derken bu tehlikeye işaret ediyoruz.
Engel gördükleri herkesi, tasfiye etmek için şeytanın aklına bile gelmeyecek yöntemler kullananların bir vicdan muhasebesine, bir ahlak ilkesine bağlı olmaları düşünülemez. Böylesi bir yerde sadece orman kanunları yürür.
TOPRAĞIN DİLİ
Mihrac Ural
25 Eylül 2010
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz. Kaldı ki,
AKP’nin demokratik açılım sınırları, Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğinin musalla taşında bir mevtadır.
Başbakanın, “kimse anadille eğitim beklemesin” söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavi’nin, Filistin için de geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
***
Başbakan son noktayı koydu “kimse anadille eğitim beklemesin”.
24 Eylül 2010 tarihli (dün) bu açıklama, 2011 seçimleri ardından yapılması tasarlanan “yeni ve daha demokratik anayasanın” nasıl bir anayasa olacağına da önemli bir gönderme olmuştur.
12 Eylül referandumunda onaylanarak çıkan anayasa, 82 anayasasının 17.kez değiştirilmiş hali için doğarken ölecektir demiştik. Öyle olduğu referandumu kazanan iktidar tarafından yeni anayasa müjdesiyle dile getirilmiş oldu.
82 anayasası bir darbe anayasasıdır.17 kez değiştirilmiş olsa da yaşamaya devam ediyor. Kanunların eskiye dönük çalışmayacağı ilkesiyle darbecileri ancak bundan sonra darbe yapmak isterlerse yargılama olanağı tanıyor: Ama öncekileri yapanın yanında kar olarak bırakıyor. Bundan sonra da kaç kez değiştirilirse değiştirilsin 82 anayasasının temel parametreleri olduğu gibi kaldıkça demokrasiyle uzak yakın bir ilişiği olmayacaktır. Tümüyle yeni bir anayasa gerek. Parametreleri farklı bir anayasa, önceki tüm anayasaların ortak böleni olan tek milletli dayatma ve ona ait dayatmalara son verilmedikçe, gerçek bir demokratik anayasa oluşturulduğu iddiası hep maniplasyon olacaktır.
82 anayasasının değişmeyen çok az maddesi kalmıştı. 7 Kasımda halkoyuna sunulup, 9 Kasım 1982 de yürürlüğe giren 177 maddeli 82 anayasasının değişmeyen maddelerini tanımlayacak en önemli cümle “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”(82 anayasası 4. Madde) diye işaret edilen 4 maddesindeki cümledir. Sadece 82 anayasasının değil ama aynı zamanda önceki tüm anayasaların temeli olan bu cümle ülkemizin temel sorunu olarak dünden bu güne gelmiştir. Ülkemiz statülerinin tutuculuğu da buradan beslenmektedir.
12 Eylül referandumuna giderken yazdığımız tüm makalelerde ana vurgumuz bunun üzerine olmuştur.
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz diye belirleme yaptık.
Başbakanın yeni anayasa önerisinin bu zeminde sınanacağını da belirlemiştik.
Zurnanı son deliği, toplumsal ilerlememizin kırılma noktası, fay hattı tas tamam budur.
ANAYASALAR
Anayasayı gerici kılan, yaşam alanı olarak paylaştığımız ülkenin tıkanmalarına yol açan, kimlik bunalımlarının, kaos ve savaş ortamının temel kaynağı olarak bu maddeleri tanımlamak abartılı olmayacaktır. Akılların dumura uğradığı yer de tas tamam burasıdır.
Burası farklılıkların ötekileştirildiği yerdir.
Burası farklılıkların anayasal güvencede tanımlanmaması ve haklarının verilmemesi nedeniyle tanınmadığı yerdir. Bu bir ülkenin handikabıdır. Tarihle yüzleşmesi önündeki en büyük engeldir. Anayasa bir sonuçtur, ama bu sonucu aşmak için altta gerçekleşmesi gereken değişimler kendini anayasada tanımlarlar. Anayasada tanımlanmamış unsurları hiçbir yasa ya da idari karar güvenli bir hakka sahip kılamaz. ülkemizin tıkanışında anti demokratik anayasaların rolü burada anlamlı hale gelir.
Tek dil, tek bayrak diye önceki yüzyıldan arta kalan ilkel milliyetçiliğin, Hitler ve Mussolini’den arata kalan bakiyeleri miras edinmiş algılar statülerin devamında hala ısrarlıdırlar. Başbakanın ”Kimse anadille eğitim beklemesin” demesinin tek bir anlamı var o da budur; tek boyutlu milliyetçi bakıştır. Bu bakış dinin ümmet bakışını da ayaklar altına alan bir yaklaşımdır.
Anayasalar bir sonuçtur.
Sorunların kaynağı gibi görünmeleri gerçekte, sorunun sonuçları olmalarındandır.
Anayasalar bir ülkenin verili tüm koşullarının yansımasıdır. Statülerin esiri olmuş bir ülkede anayasalar bu esaretin zinciri olarak işlev görürler. Tekçi zihniyet kendini bu haliyle ifade ederken, farklılıkları yok saymaya ve onları bir biçimde sindirip yok etmeye yönelir. 1930ların ilkel milliyetçiğinden bu güne taşınan tek boyutlu ilkel milliyetçi maddeler, gerçek anlamda bir demokratikleşmenin önünde engel olarak belirir; siyasilerin aldatıcı demokratik açılım söylemlerini komik birer aldatma çabası olarak sergileyen gerçekte buradadır.
Ülkemizin önünü açabilecek gerçekçi çözümün ilk adımını oluşturacak demokratik bir anayasa inşası referandum konusu olmanın çok ötesindedir. Bir toplum sözleşmesi, bir toplu uyum ve onaya mazhar anayasa için geniş ölçekli bir katılımla yazım gereklidir. Sağlıklı ve özgür bir ortamda diyalog ve tartışma gereklidir. Esasında bunun önemli bir kısmı yapılmıştır da. Eksik olan iktidarların siyasi iradesidir. Statüler altında ezilmeleri nedeniyle halklarımızın gerçekçi taleplerinden korkmalarıdır. Bu korkuya, siyasilerin derin milliyetçi etkiler altında, siyaseti sokakların kararına bağlayan sığlıkları yol açmaktadır. Bu yüzden çok demokratik gibi görülen söylemler farklılıkların haklarına gelince tökezlemektedir.
Anadille eğitim bu açıdan bir kırılma noktası olarak görülmekte.
Oysa hakların en doğalı ve en basiti bu noktadır. Burada kırılanların demokratik özerklik konusunda, atomlarına ayrılma sendromu yaşamaları kaçınılmaz olacaktır; savaşların, gerginliklerin, provokasyonların tek nedeni de bu haldir.
SORUN ANADİLLE EĞİTM DEĞİLDİR
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Olayı ortaya böylesine kabalıkla koymak isteyenlerin amacı, hak kazanımının önünü kesmektir. Anadille eğitim, resmi dil yanı sıra, tercihli olarak resmi okullarda okutulup öğretilmesi gerekliliğine işaret eder; gereklilik ise vatandaşlık bağlarıyla bağlı olanların devleti var eden temel gelir kaynağı olan vergi mükellefi olmalarıdır. Devlete veren ondan alır, ondan ister. Aksi bir algı, devleti malum baskı aracı konumu yanı sıra haraç alan bir kurum haline getirir ki bunun adı kaba zorbalıktır. Çağdaş devlet standartlarında böyle bir ölçü olamaz.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Sorun anadil sorunu da değildir. Sorun, varlığı bir biçimde inkar edilmeye devam eden farklı etnik toplumların varlığıdır: bu da sadece Kürtlerle ilgili değildir. Sorunun temeli budur. Böyle olunca anadille eğitim hakkı gerçekçi özgürlük ve demokrasi taleplerinin çıtası çok daha yüksek olacaktır; en düşük talebi bile böylesine kaba ve hoyratça ret edenlerin ülkemizin sorunlarına demokratik çözüm üretme kapasitelerini olduğunu iddia etmek çok safça bir şeydir.
İstediğimiz kadar başımızı kuma gömelim, ülkemiz mozaiğinin sorunlarına çözüm demokratik bir özerkliğin ikamesinden geçmeye mahkumdur. Demokratik özerklik yaşadığımız coğrafyanın tarihi, kültürel, etnik, inançsal yapısın en uygun, barış içinde bir arada yaşama konseptidir.
Bu konsept siyasi içeriklidir. Biçimsel olarak farklı örneklerini dünyanın birçok ülkesinde barışı bir biçimde getirebilmiştir. Demokratik özerklik merkezden bölünmek değil merkezi yörüngeyi kaybetmeden, yerelde siyasal var oluş ve sorunların çözümü için yetkidir. Bu tür yapılanmalar İspanya, İrlanda, Cebeli Tarık gibi örneklerle ya da ülkemize özgü bir biçim alarak oluşurlar. Ancak böylesi bir adım için iradi hazırlığın belli bir olgunluğa gelmiş olması gerek. İradi hazırlık ise statülere mahkum iktidarların aklı selime yükselmeleriyle mümkündür.
Farklı ve özgün yanıyla, her bölgede yerel parlamentoların kendi bölgelerinin kültürel, ekonomik işlerini yönlendirebilme özerkliği bunun ilk adımdır. Böylesi bir adımın doğal olarak farklı kültür ve dilleri eğitimin temel unsuru yaparak ilerler. Kılıç darbesi gibi birden değil kuşakların da eğitilmesiyle oluşacak bu evrim, her türden milliyetçi ön yargı ve refleksi de zamanın ağır çarkları içinde eritebilir; Balkanlar ve Ortadoğu halkları Osmanlı’da haklarını alamadığı zaman bağımsızlığa kadar gitmesine karşın, bu gün o toprakların Türkiye’ye yeniden bağlanması gerektiğini savunacak aklıselim olabilir mi?
Dünün İttihat ve Terakki’si tek boyutlu ilkel milliyetçiliğiyle Sevr’e kadar uzanmasını hatırladığımızda, bu gün nasıl bir genişlik içinde olmamız gerektiğini de yeterince bilince çıkarmış oluruz. Bu, ulusların kendi kaderini belirleme hakkını göz ardı etmeksizin ele alınması gereken bir yaklaşım olmalıdır.
Bölgenin etnik, inanç ve kültürel dokusunu güçlendirmek yükseltmek, insanlığa açarak küresel ilişkiler ağı içinde kendi orijinalitesiyle bir yer edinmek için kararlar almasının önünü açmak gerek. Bu gibi önermelere eklenecek birçok unsur daha bulunabilir. Sorun, önermenin derli toplu, bir konsept içinde ortaya konmasıdır. Önermeler uygulanabilir bir program haline gelebilmelidir. Bunun için de temel dayanak korkusuzca diyalog ve konuyla ilgili tartışmaların başlamasıdır.
Böylesi ileri önermeler, “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” yasakçılığıyla bir adım ileri gidilemez.
Ülkemiz siyasi oyalamaların ülkesidir. Tantanalı başlıklarla işe koyulup, kısa sürede sulandırarak çözüm bekleyen en acil sorunları mezara gömen bir siyasal yaklaşım içindedir. Bu koşulda demokratik açılımın kökleşmesi mümkün değildir. Basit adımlar bile ilk anda kırılıyor. Tarafların karşılıklı güveni için gerekli olan ilk adımlar aynı anda çözülüyor, dağılıp buharlaşıyor.
Başbakanın Almanya’daki konuşmasında “kimse Anadille eğitimi bizden beklemesin” diye kestirip atması, dünüyle bu günüyle ortaya konan tüm demokratik açılım söylemlerinin kof ve aldatmaca üzerine kurulmuş söylemler olduğunu göstermeye yeterlidir. Referandum döneminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanlışlıkla “genel af”tan söz etmesi üzerine gösterilen tepki bu boğucu mahalle baskısının sistemdeki, devletteki, iktidar ve siyasi yönelimlerdeki etkisini göstermeye yetmektedir.
Bu sığı siyasettin genişlik isteyen demokratikleşmeye başarmasının güç olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok.
Bu yasakçı zihniyet, ortak ülkemizde birden fazla resmi dil olması bir yana tek resmi dil Türkçe olsa da resmi okullarda anadil eğitimine karşı yasakçı davranması, geride tartışılmaya değer bir şeyin bırakılmayacağı anlamına geliyor.
AMBEDDED MEDYA ARAYIŞI
Demokratik özerklik ve bunun siyasal boyutu bir yana, anadille eğitimi böylesi bir kabalıkla ret etmek, savaşa devam demekten başka anlama gelmez. Başbakanın medya yöneticileriyle yaptığı toplantıda ısrarla “teröre destek istiyoruz” demesinin anlamı, bununla tam bir kesişme halindedir; devlet karar almış, savaşı daha da tırmandıracak, Kürt özgürlük hareketinin haklı talepler için mecbur kaldığı silaha sarılmayı bir biçimde “ezecek”, gerekirse artan oranda sınır içi ve sınır ötesi operasyonlar yapacak medya da bu haberleri tam bir devlet taraflısı olarak vermesi beklenecektir. Malum Embedded journalist (yamanmış gazeteci);yamanmış medya. Mantık budur.
Bu mantık gerçekleri kurban etme mantığıdır.
Medyayı uşak etme çabasıdır. Bu mantığın kökleri “ABD, 1. Dünya savaşında basınla ilişkilerde oluşturduğu “Kamu Enformasyon Komitesi”yle başlar. Kore, Vietnam savaşıyla olgunlaşır İngilizlerin Falkland adaları savaşında resmileşir (savaş gemilerine 29 gazeteci alınır), 2. Körfez savaşında askeri eğitimden geçen 180 yamanmış gazeteci ırak savaşını dünyaya bir gezi edasıyla yapılan itiş kakış olarak yansıtmak ister. Ama gerçeğin öbür yüzü vardı; onu da El cezire TV taşır ve yamanmışlar tarihte olduğu gibi hep yüzleri kara çıkar; savaşın kanlı, işgalci, zalim yüzü ortaya çıkar (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) 9 Şubat 2003 tarihli açıklamasında eleştirdiği yamanmış gazetecilikle ilgili yeni bir sınavla karşı karşıya olduğunu hatırlatırım). Ambedded Medya arayışı içinde olan başbakan gerçekleri kurban etmek istiyor, kızışacak, genişleyip derinleşecek bir savaşın haberini veriyor. Bu kurbanlar arasında anadille eğitimi ilk sıraya alması boşuna değildir.
Gerçekler ise çok farklıdır.
VERGİLER VE ANADİLLE EĞİTİM
Devlet vergilerle var olur. Bu işin bir yanı. Devlet aynı zamanda var etmek istediğini aynı vergileri harcayarak korur. Bu bir dengedir. Adalet bunun doğru ve dengeli dağılımındadır. Tarihte bunu hakkıyla yapan bir devlet yoktur olamaz da. Ancak tüm iktidarlar bunun için çalışır. Bu hakkın doğrudan, hoyratça gasp edildiği bir alan varsa o da sömürgelerdedir, köleliktedir.
Anadilde eğitimle vergiler arasında doğrudan bir bağ bulunuyor. Ülkemizin devleti, halktan aldığı vergilerle resmi bir dili sonuna kadar koruyup kollamakta ve sonsuz olanaklarla beslemek için çırpınmaktadır. Kılıç hakkıdır, kabul.
Ancak devlet vergilerini, sadece resmi dili konuşanlardan almıyor. Tüm anadillerden alıyor. Ama tüm anadillere adilce davranmıyor. Ortaçağların kılıç hakkını sonsuza kadar koruma çabası veriyor bunun içinde tüm anadillerden aldığı vergiyi kullanıyor; silah, teknik bilgi, savaşçı ücretleri,lojistik malzeme vb aynı vergilerle alınıp kendi vatandaşını katletmek için kullanmakta.
Gerçeklerin kurban edildiği böylesine adaletsiz bir süreçte, hangi silahlar susar, hangi kaoslar kimlik bunalımları sona erer? Başbakan önce bu gerçeği düşünsün. Başbakan din zemininde bile amansız bir haksızlık içindedir. İslam dinin en önemli argümanlarından ümmet olgusu, insanlar arasında tanrı indinde takvadan başka bir fark yoktur diyen ayet ve hadislerini hatırlasın.
Vergini gerektiğinde silah zoruyla, zindan tehdidiyle alacaksın ama karşılığında anadille eğitime hayır diyeceksin. Sonra “savaş sona ersin” talebinde bulunacaksın, olmayınca da yamanmış bir medya oluşturmak için yalvar yakar hallere düşeceksin.
Bu mantık asla demokratik olamaz, demokrasi yönünde bir adım bile atamaz. Bu mantık milliyetçidir hep bana rab bana mantığıdır. Tanrıyı bile aldatmaktır.
Bu algı bölücüdür. Çünkü milliyetçidir.
CEMAAT ÜMMET ve ANADİLDE EĞİTİM
AKP ile Cemaat arasındaki güç birliği, demokratikleşme önünde önemli bir engel gibi duruyor. AKP’nin Milli Görüş üzerinden gelen geçmişi, tek boyutlu milliyetçilik sınırlarıyla örülü algılarının da ifadesidir. Bu nokta, AKP ile Cemaatin kesişme noktasıdır. Anadille eğitimin sınırları da burada kendini ele verir.
Cemaat’in provokasyonları, video, ses bandı, fotoğraf vb kanun dışı tehdit araçları, ifşaatları, tek tek kişilere yönelik kirli operasyonlarını bilmeyen yoktur. Ancak Cemaat sadece bu değildir.
Ötesi de var.
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığında, YÖK’te, Orduda, yargıda, poliste değil ama aynı zamanda siyasetin en ücra ve en derin karar merkezinde de yer aldığı her geçen gün belirginleşmektedir. Öyle ki, okyanusların ötesinden gelen mesajlar, siyasetin imamları ve Başbakanın ağzından çıkan keskin ifadelerle de kendini göstermektedir.
Cemaat, dini alet eden bir cürüm örgütü olduğunu önceki yazılırımda yeterince ifade ettim (Bkz. Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabıyla ilgili makaleler http://mirural.blogspot.com/) .
Dini siyasete alet etmek, siyasi ahlaksızlığının bir boyutudur. Din bu yanıyla hiçbir zaman tanrıyla kul arasında kalmamıştır. Ancak kendi parametreleri üzerinden bu aldatmayı yapmaya çalışmıştır. Ümmetçilik önermesi konumuzla ilgili önemli bir kıstastır.
Ümmetçilik, din açısından etnik yapıları aşan bir evrenselliktir. İslam dini lokal olmaktan çıktığı an etnik farklılıkları aşarak ümmetçi bir boyut almıştır. Dini siyasete alet edenler bu argümanı çok kullanmıştır. Özellikle, İslam Arap imparatorlukları döneminde ve sonra başka etnik yapıların elinde böylesi bir işlev görmüştür.
Farklı etnik dokuların olduğu Anadolu’da İslam, bin yıldır “birleştirici çimento” olarak işlev görmesi için çalışılmıştır. 20 yy dar ulusçu süreçlerden sıyrıldıkça, İslam bir kez daha bu rol için kolları sıvamıştır. Lozan’da bile Kürtler azınlık olarak sayılmamış, çoğunluk olan İslam’ın bir unsuru olarak gösterilmeye çalışılmıştı.
Kürtlerin İslami inançların her zaman bir araç olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin dini araç olarak kullanan çabaları ise hala hatırlardadır. Ülkemizin bu günkü en önemli sorunu olan Kürt sorununda din pervasızca alet edilmek üzere sahneye indirilmiştir. Bu sahada Milli Görüş ve Cemaat omuz omuza olmuştur. İki eğilim birleştiren tek boyut ise milliyetçiliktir.
Cemaat’ın bunun da ötesinde bir boyutu bulunuyor.
Cemaat dini en çirkin şekille istismar eden dış bağlarıyla cürüm örgütü olduğu kadar bir işbirlikçi şebekedir.
Cemaat, Liderinin ısrarla vurguladığı gibi “tüm dinlere yakındır”. “Dinler arası diyalog” diye dile getirdiği önermeler, Amerika merkezli komünizme karşı soğuk savaş deneklerinin bir uzantısıdır. Sovyetleri yeşil kuşakla (İslam inancı taşıyan topluluklarla) kuşatma teorisinin Türkiye ayağı olarak şekillenmiştir.
Amerika’nın Rusya büyükelçisi (Kasım 1933 - Mayıs1936) William Christian Bullitt’in, 1946’da yayımlanan “The Great Globe İtself” başlıklı kitabıyla soğuk savaşın teorisyenliğini yaptığı kesit, 1945 sonrası “dinler arası diyalog” adıyla Evangalist Dr. Frank Buchman önderliğinde “Manevi Seferberlik” akımının de yükseltildiği kesittir. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası tüm hızıyla ülkemizde de kendi çevresini yaratmıştır.
Arusi şeyhliğini Küçük Hüseyin Efendi’den devralan Emekli Deniz Binbaşısı Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin öncülüğünde, asker ve bürokratlar arasında “dinler arası diyalog”, “manevi seferberlik” adı altında anti-komünizm çabalarını yükseltmiştir. Bu çabalarda o günün çok önemli isimleri de etkin olarak yer almıştır ( Türkiye’nin ABD Büyük Elçisi Munir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak vb).
Arusi şeyhi F. Mardin ile Evangelist Dr. Buchman arasında güçlenen dostluk, Şubat 1949’da İsviçre’deki manevi seferberlik şatosundaki toplantıyla taçlanmıştır. Bu süreç Türkiye sahasındaki çalışmalara dinamik katmış, siyasi, eğitim, kültürel girişimler (CHP önderliğinde bir seferberlik olarak başlatılan bu süreçte okullarda din dersinin okutulması onaylanmıştır 1947. 1926’da 677 sayılı yasayla kapatılan tekke ve zaviyelerin yeniden ziyarete açılması 1 Mart 1950’de TBMM’den geçirilerek yasalaştırılmıştır) bunlar yanı sıra ve Türkiye’nin bölgemizde ve dünyada NATO elinde oynadığı rollerin giriş kapısını oluşturmuştur.
Din, siyaset, savaş, soğuk savaş, mezhep, dinler arası diyalog, manevi seferberlik, casusluk, yeşil kuşak gibi bin bir ad altında dünya çapında ABD’ önderliğinde yürütülen faaliyetlerin bir ucunda Komünizmle Mücadele Dernekleri idi.
1963’lerde Türkiye ayağı kurulan bu derneklerin 1965’ta ülke çapında genişlemesinde Erzurum ili şubesi yönetiminde de Fethullah Gülen’i görüyoruz.
Buradan koşmaya başladı Fethullah Gülen. Önemli zikzaklardan geçip, riskler atlatılarak Cemaat olma aşamasına sabırla geldiler. Bu sabrın tanrı ya da dinle alakalı olmadığını seyri seferindeki her gelişmede görmek zor değildir.
Cemaat, Amerikan çıkarları ve ona atfedilen dini önderlik, kurtarıcılık fonksiyonu roller oynar. Buna ülkemize en yakın tehlike olarak görülen Sovyet sistemine karşı mücadele ve ilkel milliyetçiliği eklediğimizde Cemaat’ın temel eğilimini ortaya çıkarmamız zor olmayacaktır. Konumuzla ilgili olarak belirlemesi yapılması gereken İlginç unsur, Cemaat’in tüm söylemlerine, ilk özel Kürtçe TV yayınlarına (Saman Yolu TV’nin Kürtçe yayını DÜNYA TV) rağmen, takiyecidir. Gerçekte ise hiçbir zaman ümmetçi olmamıştır. Kürt halkının özgürlük taleplerine, en basitinden bir anadille eğitim hakkı taleplerine karşı da çirkin bir milliyetçilikle saldıran Cemaatin kendisidir.
Oysa İslam ümmetçidir. Kendine ait parametreleri olan bir “ümmet” savunusu içindedir. Hiçbir etnik topluluğu öncü saymaz. Teorik olarak bu böyledir. Arap ile fars arasında takvadan başka bir fark yoktur diyen Hz. Muhhamed, farklılıkları bir ümmet olarak birleştirdiği iddiasındadır. Cemaat’ın böyle bir ideali, böyle bir programı, böyle bir hedefi hiç olmamıştır.
Daha da gerilere gidecek olarsak Saidi Nursi’nin I. Dünya savaşı öncesi ve sonrası süren Almancılığı (Osmanlı’nın Almanlarla birlikte savaşa katılımını ilanı olan padişahın “Cihat Çağrısı” fetvasının yazarı da Saadi Nursi’dir), aynı ekolün II. dünya savaşı sonrası dünyanın tüm din bezirganları gibi Sovyet tehlikesi adı altındaki aldatmacanın kuklası haline gelen Türkiyeli tarikat şeyhleri ve onların düşünsel devamı Fethullahçılar da bu sürecin bir parçası olmuşlardı.
İslam ümmeti, Cemaatin asla içine sindiremediği bir dini parametredir. Cemaattin derdi ırkçılıktır – milliyetçiliktir.
Cemaatçileri aşırı dincilikle, ümmetçilikle suçlayanlara karşı gösterdikleri refleks, Kıpti misali sirkatini itiraf eder; “Vietnam’da da Işık evleri kuruyoruz orada ne İslam ne Müslüman var”.
Bu çok doğrudur. Bu cevap bir kez daha ve açıkça Cemaatin milliyetçi olduğunu ve bu zemin üzerinden kültür yayılması ve dünyanın her köşesinde Amerikan yandaşlığıyla ilintili bin bir görev ve sorumluluk altında olduğunu ilandır. Cemaat ümmetçi söylemi sadece egemen tek boyutlu milliyetçiliğin hizmetinde olan farklılıklar için muteber sayar.
Cemaat milliyetçidir.
AKP’nin derin devleti Cemaattir. Siyasete de yön verme çabasındadır.
Siyasetin yönlendirilmesinde “okyanusun ötelerinden gelen destek” esasında ülkemiz içinde oynanmak istenen kanlı iç savaşın da zemini gibidir. Her türden demokratikleşmeye sadece tek millet algısıyla yaklaşan, dinler arası diyaloga Anadolu halkları ve kültürleri arasındaki diyaloga yasak getiren algı, böylesi bir algıdır. Bu algı okyanus ötesini bir tusunami gibi ülkemize dökmek isteyen çabaların bileşkesidir.
Cemaat’in Kürt bölgesindeki çabalarını yakından izleyenler bu yöndeki tehlikenin boyutunu da bilirler.
Bu açıdan baktığımızda AKP’nin demokratik açılım sınırları da belirmiş olur; bu da Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğidir.
Başbakan anadille eğitim yoktur yönündeki iddialı ve keskin söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir. Sorunda bunun anlaşılmamasında yatmaktadır.
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavin’in, Filistin içinde geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu kendi ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
Tarihin tüm deneyleri bu gerçeğe işaret eder. Bu nedenle kimse kimseyi aldatmasın.
Anadille eğitim hakkı, ne resmi dil talebidir ne de ayrılıkçı bir içeriğe sahiptir; tersine doğal olana, dengeli olana barışa ve birliğe atılacak küçük bir adımdan ibarettir.
Türkiye’nin siyasal statüleri bunu omuzlayacak genişlikte değilse, akil siyasal liderler de bulunmuyorsa, her gecenin bir sabahı vardır diyeceğim.
Türk halkı, diğer halklar gibi akil liderler yaratabilecek bir halk olduğuna kesinlikle inanıyorum.
25 Eylül 2010
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz. Kaldı ki,
AKP’nin demokratik açılım sınırları, Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğinin musalla taşında bir mevtadır.
Başbakanın, “kimse anadille eğitim beklemesin” söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavi’nin, Filistin için de geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
***
Başbakan son noktayı koydu “kimse anadille eğitim beklemesin”.
24 Eylül 2010 tarihli (dün) bu açıklama, 2011 seçimleri ardından yapılması tasarlanan “yeni ve daha demokratik anayasanın” nasıl bir anayasa olacağına da önemli bir gönderme olmuştur.
12 Eylül referandumunda onaylanarak çıkan anayasa, 82 anayasasının 17.kez değiştirilmiş hali için doğarken ölecektir demiştik. Öyle olduğu referandumu kazanan iktidar tarafından yeni anayasa müjdesiyle dile getirilmiş oldu.
82 anayasası bir darbe anayasasıdır.17 kez değiştirilmiş olsa da yaşamaya devam ediyor. Kanunların eskiye dönük çalışmayacağı ilkesiyle darbecileri ancak bundan sonra darbe yapmak isterlerse yargılama olanağı tanıyor: Ama öncekileri yapanın yanında kar olarak bırakıyor. Bundan sonra da kaç kez değiştirilirse değiştirilsin 82 anayasasının temel parametreleri olduğu gibi kaldıkça demokrasiyle uzak yakın bir ilişiği olmayacaktır. Tümüyle yeni bir anayasa gerek. Parametreleri farklı bir anayasa, önceki tüm anayasaların ortak böleni olan tek milletli dayatma ve ona ait dayatmalara son verilmedikçe, gerçek bir demokratik anayasa oluşturulduğu iddiası hep maniplasyon olacaktır.
82 anayasasının değişmeyen çok az maddesi kalmıştı. 7 Kasımda halkoyuna sunulup, 9 Kasım 1982 de yürürlüğe giren 177 maddeli 82 anayasasının değişmeyen maddelerini tanımlayacak en önemli cümle “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”(82 anayasası 4. Madde) diye işaret edilen 4 maddesindeki cümledir. Sadece 82 anayasasının değil ama aynı zamanda önceki tüm anayasaların temeli olan bu cümle ülkemizin temel sorunu olarak dünden bu güne gelmiştir. Ülkemiz statülerinin tutuculuğu da buradan beslenmektedir.
12 Eylül referandumuna giderken yazdığımız tüm makalelerde ana vurgumuz bunun üzerine olmuştur.
Tüm maddeleri yeryüzünün en ileri demokratik maddeleri olsa da “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleri ihtiva eden bir anayasa demokratik olamaz diye belirleme yaptık.
Başbakanın yeni anayasa önerisinin bu zeminde sınanacağını da belirlemiştik.
Zurnanı son deliği, toplumsal ilerlememizin kırılma noktası, fay hattı tas tamam budur.
ANAYASALAR
Anayasayı gerici kılan, yaşam alanı olarak paylaştığımız ülkenin tıkanmalarına yol açan, kimlik bunalımlarının, kaos ve savaş ortamının temel kaynağı olarak bu maddeleri tanımlamak abartılı olmayacaktır. Akılların dumura uğradığı yer de tas tamam burasıdır.
Burası farklılıkların ötekileştirildiği yerdir.
Burası farklılıkların anayasal güvencede tanımlanmaması ve haklarının verilmemesi nedeniyle tanınmadığı yerdir. Bu bir ülkenin handikabıdır. Tarihle yüzleşmesi önündeki en büyük engeldir. Anayasa bir sonuçtur, ama bu sonucu aşmak için altta gerçekleşmesi gereken değişimler kendini anayasada tanımlarlar. Anayasada tanımlanmamış unsurları hiçbir yasa ya da idari karar güvenli bir hakka sahip kılamaz. ülkemizin tıkanışında anti demokratik anayasaların rolü burada anlamlı hale gelir.
Tek dil, tek bayrak diye önceki yüzyıldan arta kalan ilkel milliyetçiliğin, Hitler ve Mussolini’den arata kalan bakiyeleri miras edinmiş algılar statülerin devamında hala ısrarlıdırlar. Başbakanın ”Kimse anadille eğitim beklemesin” demesinin tek bir anlamı var o da budur; tek boyutlu milliyetçi bakıştır. Bu bakış dinin ümmet bakışını da ayaklar altına alan bir yaklaşımdır.
Anayasalar bir sonuçtur.
Sorunların kaynağı gibi görünmeleri gerçekte, sorunun sonuçları olmalarındandır.
Anayasalar bir ülkenin verili tüm koşullarının yansımasıdır. Statülerin esiri olmuş bir ülkede anayasalar bu esaretin zinciri olarak işlev görürler. Tekçi zihniyet kendini bu haliyle ifade ederken, farklılıkları yok saymaya ve onları bir biçimde sindirip yok etmeye yönelir. 1930ların ilkel milliyetçiğinden bu güne taşınan tek boyutlu ilkel milliyetçi maddeler, gerçek anlamda bir demokratikleşmenin önünde engel olarak belirir; siyasilerin aldatıcı demokratik açılım söylemlerini komik birer aldatma çabası olarak sergileyen gerçekte buradadır.
Ülkemizin önünü açabilecek gerçekçi çözümün ilk adımını oluşturacak demokratik bir anayasa inşası referandum konusu olmanın çok ötesindedir. Bir toplum sözleşmesi, bir toplu uyum ve onaya mazhar anayasa için geniş ölçekli bir katılımla yazım gereklidir. Sağlıklı ve özgür bir ortamda diyalog ve tartışma gereklidir. Esasında bunun önemli bir kısmı yapılmıştır da. Eksik olan iktidarların siyasi iradesidir. Statüler altında ezilmeleri nedeniyle halklarımızın gerçekçi taleplerinden korkmalarıdır. Bu korkuya, siyasilerin derin milliyetçi etkiler altında, siyaseti sokakların kararına bağlayan sığlıkları yol açmaktadır. Bu yüzden çok demokratik gibi görülen söylemler farklılıkların haklarına gelince tökezlemektedir.
Anadille eğitim bu açıdan bir kırılma noktası olarak görülmekte.
Oysa hakların en doğalı ve en basiti bu noktadır. Burada kırılanların demokratik özerklik konusunda, atomlarına ayrılma sendromu yaşamaları kaçınılmaz olacaktır; savaşların, gerginliklerin, provokasyonların tek nedeni de bu haldir.
SORUN ANADİLLE EĞİTM DEĞİLDİR
Anadille eğitim talebi, her koşulda resmi dil ya da ikinci resmi dil olma talebi değildir.
Olayı ortaya böylesine kabalıkla koymak isteyenlerin amacı, hak kazanımının önünü kesmektir. Anadille eğitim, resmi dil yanı sıra, tercihli olarak resmi okullarda okutulup öğretilmesi gerekliliğine işaret eder; gereklilik ise vatandaşlık bağlarıyla bağlı olanların devleti var eden temel gelir kaynağı olan vergi mükellefi olmalarıdır. Devlete veren ondan alır, ondan ister. Aksi bir algı, devleti malum baskı aracı konumu yanı sıra haraç alan bir kurum haline getirir ki bunun adı kaba zorbalıktır. Çağdaş devlet standartlarında böyle bir ölçü olamaz.
Anadille eğitimin anayasada resmi dil olup olmaması bir yana, mozaik dokulu bir coğrafyada önerilecek hiçbir çözüm resmi okullarda anadille eğitim olmadan demokratik olamaz.
Sorun anadil sorunu da değildir. Sorun, varlığı bir biçimde inkar edilmeye devam eden farklı etnik toplumların varlığıdır: bu da sadece Kürtlerle ilgili değildir. Sorunun temeli budur. Böyle olunca anadille eğitim hakkı gerçekçi özgürlük ve demokrasi taleplerinin çıtası çok daha yüksek olacaktır; en düşük talebi bile böylesine kaba ve hoyratça ret edenlerin ülkemizin sorunlarına demokratik çözüm üretme kapasitelerini olduğunu iddia etmek çok safça bir şeydir.
İstediğimiz kadar başımızı kuma gömelim, ülkemiz mozaiğinin sorunlarına çözüm demokratik bir özerkliğin ikamesinden geçmeye mahkumdur. Demokratik özerklik yaşadığımız coğrafyanın tarihi, kültürel, etnik, inançsal yapısın en uygun, barış içinde bir arada yaşama konseptidir.
Bu konsept siyasi içeriklidir. Biçimsel olarak farklı örneklerini dünyanın birçok ülkesinde barışı bir biçimde getirebilmiştir. Demokratik özerklik merkezden bölünmek değil merkezi yörüngeyi kaybetmeden, yerelde siyasal var oluş ve sorunların çözümü için yetkidir. Bu tür yapılanmalar İspanya, İrlanda, Cebeli Tarık gibi örneklerle ya da ülkemize özgü bir biçim alarak oluşurlar. Ancak böylesi bir adım için iradi hazırlığın belli bir olgunluğa gelmiş olması gerek. İradi hazırlık ise statülere mahkum iktidarların aklı selime yükselmeleriyle mümkündür.
Farklı ve özgün yanıyla, her bölgede yerel parlamentoların kendi bölgelerinin kültürel, ekonomik işlerini yönlendirebilme özerkliği bunun ilk adımdır. Böylesi bir adımın doğal olarak farklı kültür ve dilleri eğitimin temel unsuru yaparak ilerler. Kılıç darbesi gibi birden değil kuşakların da eğitilmesiyle oluşacak bu evrim, her türden milliyetçi ön yargı ve refleksi de zamanın ağır çarkları içinde eritebilir; Balkanlar ve Ortadoğu halkları Osmanlı’da haklarını alamadığı zaman bağımsızlığa kadar gitmesine karşın, bu gün o toprakların Türkiye’ye yeniden bağlanması gerektiğini savunacak aklıselim olabilir mi?
Dünün İttihat ve Terakki’si tek boyutlu ilkel milliyetçiliğiyle Sevr’e kadar uzanmasını hatırladığımızda, bu gün nasıl bir genişlik içinde olmamız gerektiğini de yeterince bilince çıkarmış oluruz. Bu, ulusların kendi kaderini belirleme hakkını göz ardı etmeksizin ele alınması gereken bir yaklaşım olmalıdır.
Bölgenin etnik, inanç ve kültürel dokusunu güçlendirmek yükseltmek, insanlığa açarak küresel ilişkiler ağı içinde kendi orijinalitesiyle bir yer edinmek için kararlar almasının önünü açmak gerek. Bu gibi önermelere eklenecek birçok unsur daha bulunabilir. Sorun, önermenin derli toplu, bir konsept içinde ortaya konmasıdır. Önermeler uygulanabilir bir program haline gelebilmelidir. Bunun için de temel dayanak korkusuzca diyalog ve konuyla ilgili tartışmaların başlamasıdır.
Böylesi ileri önermeler, “değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez” yasakçılığıyla bir adım ileri gidilemez.
Ülkemiz siyasi oyalamaların ülkesidir. Tantanalı başlıklarla işe koyulup, kısa sürede sulandırarak çözüm bekleyen en acil sorunları mezara gömen bir siyasal yaklaşım içindedir. Bu koşulda demokratik açılımın kökleşmesi mümkün değildir. Basit adımlar bile ilk anda kırılıyor. Tarafların karşılıklı güveni için gerekli olan ilk adımlar aynı anda çözülüyor, dağılıp buharlaşıyor.
Başbakanın Almanya’daki konuşmasında “kimse Anadille eğitimi bizden beklemesin” diye kestirip atması, dünüyle bu günüyle ortaya konan tüm demokratik açılım söylemlerinin kof ve aldatmaca üzerine kurulmuş söylemler olduğunu göstermeye yeterlidir. Referandum döneminde Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanlışlıkla “genel af”tan söz etmesi üzerine gösterilen tepki bu boğucu mahalle baskısının sistemdeki, devletteki, iktidar ve siyasi yönelimlerdeki etkisini göstermeye yetmektedir.
Bu sığı siyasettin genişlik isteyen demokratikleşmeye başarmasının güç olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok.
Bu yasakçı zihniyet, ortak ülkemizde birden fazla resmi dil olması bir yana tek resmi dil Türkçe olsa da resmi okullarda anadil eğitimine karşı yasakçı davranması, geride tartışılmaya değer bir şeyin bırakılmayacağı anlamına geliyor.
AMBEDDED MEDYA ARAYIŞI
Demokratik özerklik ve bunun siyasal boyutu bir yana, anadille eğitimi böylesi bir kabalıkla ret etmek, savaşa devam demekten başka anlama gelmez. Başbakanın medya yöneticileriyle yaptığı toplantıda ısrarla “teröre destek istiyoruz” demesinin anlamı, bununla tam bir kesişme halindedir; devlet karar almış, savaşı daha da tırmandıracak, Kürt özgürlük hareketinin haklı talepler için mecbur kaldığı silaha sarılmayı bir biçimde “ezecek”, gerekirse artan oranda sınır içi ve sınır ötesi operasyonlar yapacak medya da bu haberleri tam bir devlet taraflısı olarak vermesi beklenecektir. Malum Embedded journalist (yamanmış gazeteci);yamanmış medya. Mantık budur.
Bu mantık gerçekleri kurban etme mantığıdır.
Medyayı uşak etme çabasıdır. Bu mantığın kökleri “ABD, 1. Dünya savaşında basınla ilişkilerde oluşturduğu “Kamu Enformasyon Komitesi”yle başlar. Kore, Vietnam savaşıyla olgunlaşır İngilizlerin Falkland adaları savaşında resmileşir (savaş gemilerine 29 gazeteci alınır), 2. Körfez savaşında askeri eğitimden geçen 180 yamanmış gazeteci ırak savaşını dünyaya bir gezi edasıyla yapılan itiş kakış olarak yansıtmak ister. Ama gerçeğin öbür yüzü vardı; onu da El cezire TV taşır ve yamanmışlar tarihte olduğu gibi hep yüzleri kara çıkar; savaşın kanlı, işgalci, zalim yüzü ortaya çıkar (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) 9 Şubat 2003 tarihli açıklamasında eleştirdiği yamanmış gazetecilikle ilgili yeni bir sınavla karşı karşıya olduğunu hatırlatırım). Ambedded Medya arayışı içinde olan başbakan gerçekleri kurban etmek istiyor, kızışacak, genişleyip derinleşecek bir savaşın haberini veriyor. Bu kurbanlar arasında anadille eğitimi ilk sıraya alması boşuna değildir.
Gerçekler ise çok farklıdır.
VERGİLER VE ANADİLLE EĞİTİM
Devlet vergilerle var olur. Bu işin bir yanı. Devlet aynı zamanda var etmek istediğini aynı vergileri harcayarak korur. Bu bir dengedir. Adalet bunun doğru ve dengeli dağılımındadır. Tarihte bunu hakkıyla yapan bir devlet yoktur olamaz da. Ancak tüm iktidarlar bunun için çalışır. Bu hakkın doğrudan, hoyratça gasp edildiği bir alan varsa o da sömürgelerdedir, köleliktedir.
Anadilde eğitimle vergiler arasında doğrudan bir bağ bulunuyor. Ülkemizin devleti, halktan aldığı vergilerle resmi bir dili sonuna kadar koruyup kollamakta ve sonsuz olanaklarla beslemek için çırpınmaktadır. Kılıç hakkıdır, kabul.
Ancak devlet vergilerini, sadece resmi dili konuşanlardan almıyor. Tüm anadillerden alıyor. Ama tüm anadillere adilce davranmıyor. Ortaçağların kılıç hakkını sonsuza kadar koruma çabası veriyor bunun içinde tüm anadillerden aldığı vergiyi kullanıyor; silah, teknik bilgi, savaşçı ücretleri,lojistik malzeme vb aynı vergilerle alınıp kendi vatandaşını katletmek için kullanmakta.
Gerçeklerin kurban edildiği böylesine adaletsiz bir süreçte, hangi silahlar susar, hangi kaoslar kimlik bunalımları sona erer? Başbakan önce bu gerçeği düşünsün. Başbakan din zemininde bile amansız bir haksızlık içindedir. İslam dinin en önemli argümanlarından ümmet olgusu, insanlar arasında tanrı indinde takvadan başka bir fark yoktur diyen ayet ve hadislerini hatırlasın.
Vergini gerektiğinde silah zoruyla, zindan tehdidiyle alacaksın ama karşılığında anadille eğitime hayır diyeceksin. Sonra “savaş sona ersin” talebinde bulunacaksın, olmayınca da yamanmış bir medya oluşturmak için yalvar yakar hallere düşeceksin.
Bu mantık asla demokratik olamaz, demokrasi yönünde bir adım bile atamaz. Bu mantık milliyetçidir hep bana rab bana mantığıdır. Tanrıyı bile aldatmaktır.
Bu algı bölücüdür. Çünkü milliyetçidir.
CEMAAT ÜMMET ve ANADİLDE EĞİTİM
AKP ile Cemaat arasındaki güç birliği, demokratikleşme önünde önemli bir engel gibi duruyor. AKP’nin Milli Görüş üzerinden gelen geçmişi, tek boyutlu milliyetçilik sınırlarıyla örülü algılarının da ifadesidir. Bu nokta, AKP ile Cemaatin kesişme noktasıdır. Anadille eğitimin sınırları da burada kendini ele verir.
Cemaat’in provokasyonları, video, ses bandı, fotoğraf vb kanun dışı tehdit araçları, ifşaatları, tek tek kişilere yönelik kirli operasyonlarını bilmeyen yoktur. Ancak Cemaat sadece bu değildir.
Ötesi de var.
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığında, YÖK’te, Orduda, yargıda, poliste değil ama aynı zamanda siyasetin en ücra ve en derin karar merkezinde de yer aldığı her geçen gün belirginleşmektedir. Öyle ki, okyanusların ötesinden gelen mesajlar, siyasetin imamları ve Başbakanın ağzından çıkan keskin ifadelerle de kendini göstermektedir.
Cemaat, dini alet eden bir cürüm örgütü olduğunu önceki yazılırımda yeterince ifade ettim (Bkz. Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabıyla ilgili makaleler http://mirural.blogspot.com/) .
Dini siyasete alet etmek, siyasi ahlaksızlığının bir boyutudur. Din bu yanıyla hiçbir zaman tanrıyla kul arasında kalmamıştır. Ancak kendi parametreleri üzerinden bu aldatmayı yapmaya çalışmıştır. Ümmetçilik önermesi konumuzla ilgili önemli bir kıstastır.
Ümmetçilik, din açısından etnik yapıları aşan bir evrenselliktir. İslam dini lokal olmaktan çıktığı an etnik farklılıkları aşarak ümmetçi bir boyut almıştır. Dini siyasete alet edenler bu argümanı çok kullanmıştır. Özellikle, İslam Arap imparatorlukları döneminde ve sonra başka etnik yapıların elinde böylesi bir işlev görmüştür.
Farklı etnik dokuların olduğu Anadolu’da İslam, bin yıldır “birleştirici çimento” olarak işlev görmesi için çalışılmıştır. 20 yy dar ulusçu süreçlerden sıyrıldıkça, İslam bir kez daha bu rol için kolları sıvamıştır. Lozan’da bile Kürtler azınlık olarak sayılmamış, çoğunluk olan İslam’ın bir unsuru olarak gösterilmeye çalışılmıştı.
Kürtlerin İslami inançların her zaman bir araç olarak kullanılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin dini araç olarak kullanan çabaları ise hala hatırlardadır. Ülkemizin bu günkü en önemli sorunu olan Kürt sorununda din pervasızca alet edilmek üzere sahneye indirilmiştir. Bu sahada Milli Görüş ve Cemaat omuz omuza olmuştur. İki eğilim birleştiren tek boyut ise milliyetçiliktir.
Cemaat’ın bunun da ötesinde bir boyutu bulunuyor.
Cemaat dini en çirkin şekille istismar eden dış bağlarıyla cürüm örgütü olduğu kadar bir işbirlikçi şebekedir.
Cemaat, Liderinin ısrarla vurguladığı gibi “tüm dinlere yakındır”. “Dinler arası diyalog” diye dile getirdiği önermeler, Amerika merkezli komünizme karşı soğuk savaş deneklerinin bir uzantısıdır. Sovyetleri yeşil kuşakla (İslam inancı taşıyan topluluklarla) kuşatma teorisinin Türkiye ayağı olarak şekillenmiştir.
Amerika’nın Rusya büyükelçisi (Kasım 1933 - Mayıs1936) William Christian Bullitt’in, 1946’da yayımlanan “The Great Globe İtself” başlıklı kitabıyla soğuk savaşın teorisyenliğini yaptığı kesit, 1945 sonrası “dinler arası diyalog” adıyla Evangalist Dr. Frank Buchman önderliğinde “Manevi Seferberlik” akımının de yükseltildiği kesittir. Bu süreç II. Dünya savaşı sonrası tüm hızıyla ülkemizde de kendi çevresini yaratmıştır.
Arusi şeyhliğini Küçük Hüseyin Efendi’den devralan Emekli Deniz Binbaşısı Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin öncülüğünde, asker ve bürokratlar arasında “dinler arası diyalog”, “manevi seferberlik” adı altında anti-komünizm çabalarını yükseltmiştir. Bu çabalarda o günün çok önemli isimleri de etkin olarak yer almıştır ( Türkiye’nin ABD Büyük Elçisi Munir Ertegün, Rauf Orbay, Fevzi Çakmak vb).
Arusi şeyhi F. Mardin ile Evangelist Dr. Buchman arasında güçlenen dostluk, Şubat 1949’da İsviçre’deki manevi seferberlik şatosundaki toplantıyla taçlanmıştır. Bu süreç Türkiye sahasındaki çalışmalara dinamik katmış, siyasi, eğitim, kültürel girişimler (CHP önderliğinde bir seferberlik olarak başlatılan bu süreçte okullarda din dersinin okutulması onaylanmıştır 1947. 1926’da 677 sayılı yasayla kapatılan tekke ve zaviyelerin yeniden ziyarete açılması 1 Mart 1950’de TBMM’den geçirilerek yasalaştırılmıştır) bunlar yanı sıra ve Türkiye’nin bölgemizde ve dünyada NATO elinde oynadığı rollerin giriş kapısını oluşturmuştur.
Din, siyaset, savaş, soğuk savaş, mezhep, dinler arası diyalog, manevi seferberlik, casusluk, yeşil kuşak gibi bin bir ad altında dünya çapında ABD’ önderliğinde yürütülen faaliyetlerin bir ucunda Komünizmle Mücadele Dernekleri idi.
1963’lerde Türkiye ayağı kurulan bu derneklerin 1965’ta ülke çapında genişlemesinde Erzurum ili şubesi yönetiminde de Fethullah Gülen’i görüyoruz.
Buradan koşmaya başladı Fethullah Gülen. Önemli zikzaklardan geçip, riskler atlatılarak Cemaat olma aşamasına sabırla geldiler. Bu sabrın tanrı ya da dinle alakalı olmadığını seyri seferindeki her gelişmede görmek zor değildir.
Cemaat, Amerikan çıkarları ve ona atfedilen dini önderlik, kurtarıcılık fonksiyonu roller oynar. Buna ülkemize en yakın tehlike olarak görülen Sovyet sistemine karşı mücadele ve ilkel milliyetçiliği eklediğimizde Cemaat’ın temel eğilimini ortaya çıkarmamız zor olmayacaktır. Konumuzla ilgili olarak belirlemesi yapılması gereken İlginç unsur, Cemaat’in tüm söylemlerine, ilk özel Kürtçe TV yayınlarına (Saman Yolu TV’nin Kürtçe yayını DÜNYA TV) rağmen, takiyecidir. Gerçekte ise hiçbir zaman ümmetçi olmamıştır. Kürt halkının özgürlük taleplerine, en basitinden bir anadille eğitim hakkı taleplerine karşı da çirkin bir milliyetçilikle saldıran Cemaatin kendisidir.
Oysa İslam ümmetçidir. Kendine ait parametreleri olan bir “ümmet” savunusu içindedir. Hiçbir etnik topluluğu öncü saymaz. Teorik olarak bu böyledir. Arap ile fars arasında takvadan başka bir fark yoktur diyen Hz. Muhhamed, farklılıkları bir ümmet olarak birleştirdiği iddiasındadır. Cemaat’ın böyle bir ideali, böyle bir programı, böyle bir hedefi hiç olmamıştır.
Daha da gerilere gidecek olarsak Saidi Nursi’nin I. Dünya savaşı öncesi ve sonrası süren Almancılığı (Osmanlı’nın Almanlarla birlikte savaşa katılımını ilanı olan padişahın “Cihat Çağrısı” fetvasının yazarı da Saadi Nursi’dir), aynı ekolün II. dünya savaşı sonrası dünyanın tüm din bezirganları gibi Sovyet tehlikesi adı altındaki aldatmacanın kuklası haline gelen Türkiyeli tarikat şeyhleri ve onların düşünsel devamı Fethullahçılar da bu sürecin bir parçası olmuşlardı.
İslam ümmeti, Cemaatin asla içine sindiremediği bir dini parametredir. Cemaattin derdi ırkçılıktır – milliyetçiliktir.
Cemaatçileri aşırı dincilikle, ümmetçilikle suçlayanlara karşı gösterdikleri refleks, Kıpti misali sirkatini itiraf eder; “Vietnam’da da Işık evleri kuruyoruz orada ne İslam ne Müslüman var”.
Bu çok doğrudur. Bu cevap bir kez daha ve açıkça Cemaatin milliyetçi olduğunu ve bu zemin üzerinden kültür yayılması ve dünyanın her köşesinde Amerikan yandaşlığıyla ilintili bin bir görev ve sorumluluk altında olduğunu ilandır. Cemaat ümmetçi söylemi sadece egemen tek boyutlu milliyetçiliğin hizmetinde olan farklılıklar için muteber sayar.
Cemaat milliyetçidir.
AKP’nin derin devleti Cemaattir. Siyasete de yön verme çabasındadır.
Siyasetin yönlendirilmesinde “okyanusun ötelerinden gelen destek” esasında ülkemiz içinde oynanmak istenen kanlı iç savaşın da zemini gibidir. Her türden demokratikleşmeye sadece tek millet algısıyla yaklaşan, dinler arası diyaloga Anadolu halkları ve kültürleri arasındaki diyaloga yasak getiren algı, böylesi bir algıdır. Bu algı okyanus ötesini bir tusunami gibi ülkemize dökmek isteyen çabaların bileşkesidir.
Cemaat’in Kürt bölgesindeki çabalarını yakından izleyenler bu yöndeki tehlikenin boyutunu da bilirler.
Bu açıdan baktığımızda AKP’nin demokratik açılım sınırları da belirmiş olur; bu da Milli Görüş ve Cemaat milliyetçiliğidir.
Başbakan anadille eğitim yoktur yönündeki iddialı ve keskin söylemi, gerçekte bu ülkede farklılıklara yaşam hakkı yoktur demek kadar kaba, incitici ve savaş yanlısı bir tutumdur.
Anadille eğitim hakkı, kültürel ya da siyasi bir hak olmanın çok ötesindedir. Sorunda bunun anlaşılmamasında yatmaktadır.
Bu hak, bir coğrafyayı, bir bakir toprağı tarihte ilk kez ziraata, yaşama açmakla ilgilidir. Yerli olmanın kaçınılmaz ve engellenemez hakkıdır. Üzerinde kararlı duruşuyla varlığını sürdüren bir ulusal topluluğun olduğu her toprağın bir dili vardır; toprağın dilini yeryüzünde hiçbir kudret yasaklayamaz.
Arapların ünlü ozanlarından Seyyid Mekkavin’in, Filistin içinde geçerli “el Ard bititkellam Arabi (toprak Arapça konuşur) cümlesi, Anadolu için çok daha geçerli bir sözdür; Anadolu kendi ana dilini konuşur, dünyanın tüm silahlarını arkasına alsa da toprağın dilini kimse engelleyemez. Bin yıllık ortaçağ zulmünde başarılmamış olan beyhude çabaları 21. Yy da inatla sürdürmek ise iflasa mahkumdur.
Tarihin tüm deneyleri bu gerçeğe işaret eder. Bu nedenle kimse kimseyi aldatmasın.
Anadille eğitim hakkı, ne resmi dil talebidir ne de ayrılıkçı bir içeriğe sahiptir; tersine doğal olana, dengeli olana barışa ve birliğe atılacak küçük bir adımdan ibarettir.
Türkiye’nin siyasal statüleri bunu omuzlayacak genişlikte değilse, akil siyasal liderler de bulunmuyorsa, her gecenin bir sabahı vardır diyeceğim.
Türk halkı, diğer halklar gibi akil liderler yaratabilecek bir halk olduğuna kesinlikle inanıyorum.
DEVLETİN DEVRİMCİ GÜÇLERE KARŞI TERÖRÜNÜ KINIYORUZ!
Mehmet GÜZEL
ANTAKYA DEMOKRATİK KÜLTÜR VE SANAT DERNEĞİ Başkanı
24 Eylül 2010
Sisteme muhalif ve demokrasi mücadelesi kurumlarından olan SDP ve TÖP'e ve bu yasal kurumlarla bağlantılı olan kişilere karşı devlet tarafından terör niteliğinde saldırılar yapılmıştır. Saldırılar sistemin kendi hukukunu da yok sayan bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Hukuksuz gözaltılar hukuksuz tutuklamalarla devam ettirilmiştir.
Hükümetin demokratlık iddialarının iç yüzünü ortaya koyan bu saldırıları kınıyoruz. Devletin bu hukuksuz saldırılarına yakın tarihte (26 Mart 2010) maruz kalmış ve halen yargılanmaktayız. Devlet bu saldırıları kendi hukukunu çiğneyerek toplumu yanıltmaya yönelik yayınlar eşliğinde yapmaktadır.
AKP'nin demokratlık iddiaları sahtedir. Tasfiye etmeye çalıştığı derin devletin yerine kendi derin devletini yerleştirmektedir. Kendisini ve egemenliğini onaylamayan hiç bir muhalif güce tahammülü yoktur. Sisteme muhalif tüm demokrasi güçlerine saldırıları bunun göstergesidir. Yasal kurumlarımız ve çalışmalarımız nedeniyle saldırılara maruz kalmış, gözaltına alınmış ve halen yargılanmakta olanlar olarak devletin AKP hükümeti eliyle yaptığı bu saldırıları protesto ediyoruz.
Bu saldırıların muhatapları olan dostlarımıza geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor ve saldırılara karşı direnişlerinde başarılar diliyoruz. Demokrasi mücadelesindeki bu dostlarımızla - yoldaşlarımızla dayanışma içerisinde olduğumuzu ifade ediyoruz.
ANTAKYA DEMOKRATİK KÜLTÜR VE SANAT DERNEĞİ Başkanı
24 Eylül 2010
Sisteme muhalif ve demokrasi mücadelesi kurumlarından olan SDP ve TÖP'e ve bu yasal kurumlarla bağlantılı olan kişilere karşı devlet tarafından terör niteliğinde saldırılar yapılmıştır. Saldırılar sistemin kendi hukukunu da yok sayan bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Hukuksuz gözaltılar hukuksuz tutuklamalarla devam ettirilmiştir.
Hükümetin demokratlık iddialarının iç yüzünü ortaya koyan bu saldırıları kınıyoruz. Devletin bu hukuksuz saldırılarına yakın tarihte (26 Mart 2010) maruz kalmış ve halen yargılanmaktayız. Devlet bu saldırıları kendi hukukunu çiğneyerek toplumu yanıltmaya yönelik yayınlar eşliğinde yapmaktadır.
AKP'nin demokratlık iddiaları sahtedir. Tasfiye etmeye çalıştığı derin devletin yerine kendi derin devletini yerleştirmektedir. Kendisini ve egemenliğini onaylamayan hiç bir muhalif güce tahammülü yoktur. Sisteme muhalif tüm demokrasi güçlerine saldırıları bunun göstergesidir. Yasal kurumlarımız ve çalışmalarımız nedeniyle saldırılara maruz kalmış, gözaltına alınmış ve halen yargılanmakta olanlar olarak devletin AKP hükümeti eliyle yaptığı bu saldırıları protesto ediyoruz.
Bu saldırıların muhatapları olan dostlarımıza geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor ve saldırılara karşı direnişlerinde başarılar diliyoruz. Demokrasi mücadelesindeki bu dostlarımızla - yoldaşlarımızla dayanışma içerisinde olduğumuzu ifade ediyoruz.
26 Eylül 2010 Pazar
DÜN GERİDE KALDI BUGÜN HESAP GÜNÜ
Hasip Yiğitoğlu
27 Eylül 2010
İnancımı hiçbir zaman kaybetmedim. Ülkemizde hukukun bir gün egemen olacağını, inanarak söyledim,yazdım. Çünkü,Tarihin değişim gücüne inancım tam. Zorbaların, eşkiyaların, hükümranlığının daim olamayacağını, tarih binlerce kez insanlığa kanıtlamıştır..
Kendi insanını katledenlerin, akıttıkları kanların seline kapılarak mutlaka boğulacaklarına, hesap vereceklerine hep inandım.İnandığım içindir ki cesaretle,zorbalığa karşı durdum,meydan okudum.
Çevremde birçok insanın bildiği gibi umutlarımı hiç kaybetmedim. Doğal olarak tarihte sövlemim değişmişse de SOL mememin cevahiri hiç kararmamıştır.
Şimdi, tarihin adaleti tecelli oluyor.
Her dönem olduğu gibi,tarihin insanlığa öğretisi devrede.
Katillerin,zorbaların,eşkiyaların,haramilerin ,hesap saati geldi.
Kirli zihinlerin,elli kanlı güçlerin egemenliklerinin sonuna doğru hızla ilerliyoruz.
Bu sonucu bilmiyor değiller,ancak bencillikleri,merhametsizlikleri ruhlarını kirletmiş.
Vicdanları yalnızca cüzdanları olmuştur.
İnsanlığın,Türkiye insanına uygulanan azgın zorbalığın örneğini pek yaşadığı söylenemez.Hele hele yirmibirinci yüzyılda.
Onbinlerce insanımız yalnızca gelecek nesillerinin adil ve hakça yaşam geleceğini talep ettiği için, katledilmiş,sürülmüş,horlanmış,ötekileştirilmiş,adeta,köle uygulamasına maruz kalmıştır.
Bu süreç miyadını doldurdu.
Bu sürecin devam edemiyeceği,korku imparatorluğunun toplumsal yaşamımıza dayattığı üç maymun oyununa karşı vatandaşlarımızın cesur ve akıllı tepkileri referandum sonuçlarından anlaşılmıştır.
AKP ve Başbakanın bir yasama dönemi boyunca BDP ye ve milletvekillerine yönelik sert ve her diyaloğu reddeden akılları birden değişmiştir.
Diyalog başlamış,Abdullah Öcalan la devlet görüşüyor,çözüm denklemleri tartışılıyor.Birçok emekli üst rütbeli subay faili meçhullerin devlet politikası olduğunu açıkça itiraf ediyor.
Jitemin varlığı inkar edilemiyor artık.
Şimdi, travmatik süreç tersine dönüyor.
Ülkemizin karanlıklarla dolu sürecine yarım asır kadar siyasi damgasını vurmuş,eski cumhur Süleyman Demirel in DÜN DÜNDÜR,BUGÜN BUGÜNDÜR maslahatçı sövlemi yerine,DÜN GERİDE KALDI,BUGÜN HESAP GÜNÜ sövlemi güncelimize daha uygun ve gerçekçi olacaktır.
Toplumsal kırılganlık katsayımızın yüksek olmasının getirdiği bazı teredütlere rağmen temel sorunlarımızın çözümüne en yakın olduğumuzu söylemek yanlış olmayacaktır.
Yüreğimizin onurlu pınarında biriktirdiğimiz terimiz,ölmenin ve öldürmenin delhizine değil,barış,adalet ve hürriyet mecrasına akıyor artık.
Özgürlüğün muhteşem varlığına adım adım yaklaşıyoruz
27 Eylül 2010
İnancımı hiçbir zaman kaybetmedim. Ülkemizde hukukun bir gün egemen olacağını, inanarak söyledim,yazdım. Çünkü,Tarihin değişim gücüne inancım tam. Zorbaların, eşkiyaların, hükümranlığının daim olamayacağını, tarih binlerce kez insanlığa kanıtlamıştır..
Kendi insanını katledenlerin, akıttıkları kanların seline kapılarak mutlaka boğulacaklarına, hesap vereceklerine hep inandım.İnandığım içindir ki cesaretle,zorbalığa karşı durdum,meydan okudum.
Çevremde birçok insanın bildiği gibi umutlarımı hiç kaybetmedim. Doğal olarak tarihte sövlemim değişmişse de SOL mememin cevahiri hiç kararmamıştır.
Şimdi, tarihin adaleti tecelli oluyor.
Her dönem olduğu gibi,tarihin insanlığa öğretisi devrede.
Katillerin,zorbaların,eşkiyaların,haramilerin ,hesap saati geldi.
Kirli zihinlerin,elli kanlı güçlerin egemenliklerinin sonuna doğru hızla ilerliyoruz.
Bu sonucu bilmiyor değiller,ancak bencillikleri,merhametsizlikleri ruhlarını kirletmiş.
Vicdanları yalnızca cüzdanları olmuştur.
İnsanlığın,Türkiye insanına uygulanan azgın zorbalığın örneğini pek yaşadığı söylenemez.Hele hele yirmibirinci yüzyılda.
Onbinlerce insanımız yalnızca gelecek nesillerinin adil ve hakça yaşam geleceğini talep ettiği için, katledilmiş,sürülmüş,horlanmış,ötekileştirilmiş,adeta,köle uygulamasına maruz kalmıştır.
Bu süreç miyadını doldurdu.
Bu sürecin devam edemiyeceği,korku imparatorluğunun toplumsal yaşamımıza dayattığı üç maymun oyununa karşı vatandaşlarımızın cesur ve akıllı tepkileri referandum sonuçlarından anlaşılmıştır.
AKP ve Başbakanın bir yasama dönemi boyunca BDP ye ve milletvekillerine yönelik sert ve her diyaloğu reddeden akılları birden değişmiştir.
Diyalog başlamış,Abdullah Öcalan la devlet görüşüyor,çözüm denklemleri tartışılıyor.Birçok emekli üst rütbeli subay faili meçhullerin devlet politikası olduğunu açıkça itiraf ediyor.
Jitemin varlığı inkar edilemiyor artık.
Şimdi, travmatik süreç tersine dönüyor.
Ülkemizin karanlıklarla dolu sürecine yarım asır kadar siyasi damgasını vurmuş,eski cumhur Süleyman Demirel in DÜN DÜNDÜR,BUGÜN BUGÜNDÜR maslahatçı sövlemi yerine,DÜN GERİDE KALDI,BUGÜN HESAP GÜNÜ sövlemi güncelimize daha uygun ve gerçekçi olacaktır.
Toplumsal kırılganlık katsayımızın yüksek olmasının getirdiği bazı teredütlere rağmen temel sorunlarımızın çözümüne en yakın olduğumuzu söylemek yanlış olmayacaktır.
Yüreğimizin onurlu pınarında biriktirdiğimiz terimiz,ölmenin ve öldürmenin delhizine değil,barış,adalet ve hürriyet mecrasına akıyor artık.
Özgürlüğün muhteşem varlığına adım adım yaklaşıyoruz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)