12 Mayıs 2011 Perşembe
SOSYALİZM, DEVRİM, KÜRESEL ÜRETİM, YABANCILAŞMA GİBİ
Mikdat Abuzer
6 Mayıs 2011
Değerli arkadaşım, “felsefenin tek mutlak gerçeği ölümdür” iktibasıma yaptığınız yorum için öncelikle ellerinize sağlık diyeceğim. Ancak benim yorumum Deniz Gezmişlerin idamı üzerine bir yaklaşımdı. Sizin açtığınız konu ise çok farklı, Tarih algıları, felsefi soyutlamaları, üretim tarzları, Marksizm, kapitalizm, Marksist eleştiri vb gibi bu gün dünya solunun önemli ama çok az sayıda kişinin tartıştığı konulardır.
Bu konular üzerinde 10 yıldır çalışıyorum. Binlerce sayfa yazdım dersem yanlış olmaz. Ancak, okuma fukarası olduğumuz bir ülkede çok yazan insanlarız. Üstelik birbirimizi okuma tenezzülü içinde de değiliz. Okumaktan sıkılıp birbirimizi görmemezlikten gelerek cevapsızlığı en iyi cevap olarak algılamışız. Baskın Oran hoca, bir değerli hocamla yazışmasında aynı minval üzerine şöyle bir cümle kurmuş “Okumadan yazanı çok bir ülkeyiz”. Haklı.
Sonra,
Yazınızı dikkatlice okudum. Ana fikrinize tamamen katılıyorum ama argümanlarınızdan çok farklı bir yere ulaştığımı söylemeliyim. Her cümleniz üzerinde uzun uzun eleştiri ya da daha genişletici yazım yapma durumum olabilir. Bu sütunlar böylesi bir tartışmayı kaldıramayacağı için en altta size beni izlemeniz için link vereceğim. Ancak yazılarımı okurken beni yanlış anlamamanız için size bazı parametrelerimi buradan aktaracağım. Çünkü beni okursanız ortaya koyduğum soyutlamalar size çok farklı gelebilir. Bunun için, düşüncemi her bir özgün başlık ve konu üzerinde sormadan karar veren bir sonuca ulaşmamanızı isteyeceğim.
Parametrelerim,
1.liberalizmin her türü, hangi kılık ve söylem altında olursa olsun kapitalizmin devamından başka bir işleve sahip değildir. Birey merkezli, batı uygarlığının tıkandığı yerde üretilen ve kitlelerin dönüştürücü gücünü pasifize ederek, bireyleri fethedilmesi gereken özgün birer pazar alanı haline dönüştürme çabasının ekonomik, siyasi, toplumsal önermelerinden başka bir şey değildir. Kendi içinde tutarlı gibi görülen önermeleri bütün içinde sadece kapitalist mekanizmanın sonsuz olduğuna inancın ve bu mekanizmanın devamı için ortaya çıkmış önermelerdir. Her önerme gibi nesnel zeminleri olsa da.
2. Real sosyalizm, kapitalizm madalyonunun diğer yüzünden ileri gidememiştir. Gidemezdi de. Bir gece ansızın Kızıl ordunun faşizme karşı haklı, ve onurlu başarısı ardından doğu Avrupa ülkelerinde farklı isimler altında, “geçiş süreci”,”Halk iktidarları”, “Demokratik cumhuriyetler” adı altında kurulan yönetimlerin siyasi kararlarıyla ikame edildiği sanılan “toplumsal mülkiyet” li bir girişimidir. İnsanlık için en yüksek kültürel katkılar sunmuş bir teorinin yetersiz koşullarda hayata geçirilmesinin, her durunu kendine göre ahkamı gereğince tıkanmış ve gerisin geriye dönmüştür. Teoride de eksik vardı pratikte de eksik olarak devam etti. Ancak bunlar birere sonuçtu. 19 yy verileriyle ne 20. Yy ne de 21. Yy için bir toplum önermesi gerçekçi olamazdı. 19.yy teorilerini siyasal sonuçları 20.yy da sona ermesi de bundadır. Sorun ne yönetimde ne yönetici taksiratındadır. Nasıl ki Bedreddin o kesitte sosyalizmi kuramayacaksa bu çağda da durum aynıyla geçerlidir. Dolaysıyla, bir gece ansızın ilan edelin sosyalizm yine bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle gerisin geriye dönmüştür.
3. Devrim ve darbeyi birbirinden ayırmak gerek. Yeni üretim tarzı siyasi bir kararla, toplumsal mülkiyet ilanıyla olmaz. Tarihsel devrim, geri dönüşü olmayan olgunluklar üzerine gerçekleşen devrimdir. İnternet iletişim devriminden sonra isteseniz de PTT iletişim teknolojisine dönemezsiniz. Gerçek devrim budur. Yadsınmanın yadsınması kanunun budur. Eski teknolojinin içinden çıkıp onu yadsıyandır. Siyasi kararnameler tarihsel devrim ve yeni üretim ilişkisi ya da yeni uygarlık yaratamaz. Geri dönüşün nedeni de temelde budur; ne yanlış siyaset ne kötü yöneticidir. Marksın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” kitabının meşhur önsözündeki “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.” (sayfa 25) cümlesini her devrimci bir kez daha düşünmelidir. Bu determinizme mahkum olmak değil, tersine daha çok özgürlük ve demokrasi alanı için devrimci iradeci mücadeleyi yükseltmek demektir.
4. Yabancılaşma, tarihin en devrimci etkinliğidir. Engels “yabancılaşma iş bölümünün ürünüdür” der. Ancak Marksizm yabancılaşma konusunu, toplumsal mülkiyetle son bulacak bir veri olarak ele alır. Bence öyle değil. Tarih var oldukça insan var oldukça bilim ve teknik ilerleyecek, yabancılaşma arttıkça, artacak ve evrensel ölçekte insan emeği, bilgi birikimi, üretim sürecine katılıp, kimse birbirini tanımadan, emeklerinin sonucunu direk almadan üretim sürecine katılacaktır; Evrensel ölçekte gelişecek bu yabancılaşma çok daha büyük bir sosyal hizmet ve bireycilikten çıkışı getirecektir. Marksizmin, en temel soyutlamalarından biri olan sosyal adalet dünyasının, emeğin karşılığını almasının kapılarını daha olumluya açacak olan yönelim buradan üreyecektir. Dolaysıyla sizin de yorumunuzda dile getirdiğiniz, kapitalizm bu çağda bile “hala güçlü bir biçimde ‘ulus’ nitelikte olan mali grupların elinde bulunmaya devam etmektedir” söylemi tamamen yabancılaşmanın gerçek önlemde özgür bırakılmamasıyla ilgilidir. Tıkamak, engellemek, teknolojik yenilenmeyi kar ve Pazar dengelerine boğmanın sonucudur. Buradan hareketle diyorum ki, gelecek uygarlık, gelecek üretim tarzı hangi adı alırsa alsın, Küresel üretim tarzı olacaktır. Yabancılaşma bunun en önemli dinamiği olarak belirecektir. Bu noktada Küresel üretim tarzı ile küresel siyasi askeri imlalar ve dayatmaları birbirinden ayırmak gerek. Bu bilinmeden, kapitalizme paye verilmiş onu sonsuz bir sistem konumuna yükseltmiş oluruz.
Devamı alttaki yorum butonunda
Baş tarafı üsteki yorumda
5. Küresel üretim ilişkisi gerçek anlamda yeni bir uygarlık ilişkisidir, yeni üretim tarzıdır. Farklı mülkiyet ilişkisiyle insan ve siyasal var oluşuyla öyledir.
“Bu küreselleşme bir üretim küreselleşmesidir; üretimde, evrensel alanın herhangi bir köşesinden bilgi ağlarıyla, teknolojik verileriyle etkin olan; herhangi bir ulus, bölge ve şirket merkezli olmayan küresel üretimdir. Üretim sürecine bilişim çağının bilgi dönüşümlerini bir unsur olarak katan, sanal üretim ve tüketimi üretimin bir parçası haline getiren bu yanıyla da kapitalist üretimden nitelikçe farklılaşan bir üretimdir. Bugün kapitalist şirketlerin kanatları altında olsa da kapitalist olmayan bir üretim tarzıdır. Kapitalist üretim tarzının, hammadde + üretim araçları + işgücü = meta formülünde anlamını bulan üretimden bir çıkıştır, bir nitel farklılaşmadır. Bu üretim, kapitalizme ait üretim birimi olan fabrikada yapılan bir üretim de değildir; küresel üretim tarzı elektronik ağlarda üretilip, aynı sanal ağlarda sınanarak kalitesi belirlenip tüketildikten sonra, insanlara, evrensel emeğin ürünü olarak sunulan bir üretim tarzıdır. Bu tarzda yabancılaşma çok önemli bir unsurdur. Yabancılaşmanın yaratıcı dinamikleri, iş bölümünün en üst aşamasına varılmasıyla üretime de dinamik katar; bu noktada yabancılaşma, kapitalizmin ulus ve bölge sınırlarını nitelikçe aşıp evrensel ölçeklere ulaşır. Küresel üretim uygarlığında bu işbölümünün sınırsız gelişimi, yabancılaşmanın olumlu sınırsız gelişimine tanıklık edileceğine önemli bir göstergedir.” (Mihrac Ural, “Küreselleşme, Kimlik Hakları ve Referandum” 27 Kasım 2010 tarihli makalesi http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www.cgi/http://mirural.blogspot.com/ )
Bu nedenle kavram kargaşasını önlemek için iki küreselleşmeden söz etmek yanlış olmayacaktır. Biri, emperyalist küreselleşmedir; bu kesinlikle üretim tarzının küreselleşmesi değil, Pazar istilası olarak, ulus, ülke ya da devlet merkezli tekelci kapitalist üretim tarzının bu çağda çıkarları için siyasi küreselleşmeyle insanlığa dayattığı istilalar, savaşlar, işgallerle süren küreselleşmedir. Benim bir devrimci olarak savunduğum küreselleşme ise, bilişim çağının bu ilk verileriyle şekillenmeye başlayan, tıpkı kapitalizmin feodal karların kanatları altındaki gelişim gibi gelişerek, kapitalizmi yadsıyacak olan küreselleşmedir. Farklı bir üretim tarzıdır. Kapitalist üretimin kapitalde formüle edilen üretim çizelgesinden nitelikçe farklıdır. Bu anlamda benim algımdaki devrim geri dönüşü mümkün olmayan devrimdir; tıpkı PTT’ye karşı internet iletişiminin yaptığı devrimi gibi.
6. Devirim üzerine söylenmesi gerekenlerde en özet haliyle şudur. Bu güne dek sosyalist teorinin temel algısı devlet ve devrim çizgisindedir. Bu zorunlu olarak evrimin yetersiz olgunluğu nedeniyle devrimi, devleti ele geçirme darbesi haline getirdi. Devrim, darbe olunca (bu konuya yapılan tüm itirazlar tarihi olarak geri dönüşle üzerinde fazla durmayı gerektirmeyen iddialardır) devrimi yapan, aktif azınlık, pasif çoğunluğun üzerinde hükümranlığını diktatörce kurmaya yönelmek zorunda olmuştur. (tarihte devrimler hep bu aktif azınlık tarafından geniş kitleler adına yapılmıştır). Teoride bunu “proletarya diktatörlüğü” diye olumlamak, geçiş dönemi diye adlandırmak ise bir çözümsüz durumdan bilinçli kaçış olarak görüyorum. Bunun yıkıcı sonuçlarını hep birlikte gördük.
Bu nedenle ve kanaatimce devrimci tutarlılık ancak ısrarlı bir biçimde daha çok özgürlük ve demokrasi mücadelesi zeminine oturmalıdır. Daha çok demokrasi alanı açmak, tarihsel geri dönüşü mümkün olmayan yeni üretim ilişkisi ve yeni uygarlığın zeminidir. Benim devrimcilik algım tas tamam burada bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi olarak belirleniyor. Dolaysıyla önceki devrimlerin teorik tüm argümanlarını bir reformist çaba olarak görüyorum. Devleti ele geçirmiş olsalar da öyledir. Geri dönüş olması bunun kesin kanıtıdır.
Geçmişi inkar etmeden, düşünsel bir ilerleme olarak verili olguları kavrayıp devrimciliğimi sınıflandırırken bu sonuçlara varıyorum. Dolaysıyla da eski sistem içi mücadele için gerekli olan öncülük ve artçılık söylemleri benim devrim algımda farklı bir biçim almaktadır.
7. Sınıf mücadelesi hakkında söyleyeceğim şey şudur; bu mücadele tarihler boyu vardır ve statik olarak ele alırsak tüm toplumların içinde cereyan eden ve o toplum tarihini belirleyin en önemli mücadeledir. Ancak, eski üretim tarzını yıkıp yenisini ortaya koyan mücadele bu mücadele değildir. Eski üretim tarzının yarattığı hiçbir temel sınıfı, kendi sistemini yıkamaz, kendi sisteminden daha ileri bir üretim tarzı getiremez. Bu eşyanın tabiatına da aykırıdır. Tarihte böyle bir şey zaten olmamıştır. Köleciliği köleler yıkmadı. Feodalizmi serfler yıkmadı. Kapitalizmi de ona ait hiçbir sınıf yıkamayacaktır. Kapitalizmi yıkacak olan geri dönüşsüz yeni üretim ilişkisinin eskinin bağrında gelişimidir. Bunun için gerçek devrimcilik daha çok özgürlük ve demokrasiyi savunmaktan geçiyor diyeceğim.
Yadsınmanın yadsınması kanunu gereği bu böyledir. “Sosyalist toplum farklıdır, o bir geçiş aşamasıdır özgündür” gibi söylemler, sıkça yapılıyor. Ancak tarihte bir kural olarak soyutlanmış hiçbir tez, aynı konu üzerindeki genel geçerliliğini ertelemez, geçersiz kılmaz. Sosyalizm bir üretim ilişkisi ise tez bunun içinde geçerli olmalı. Değilse tartışmanın bir anlamı yok. Kural tüm toplumlar için geçerli olmazsa hiçbir toplum için iki kez tekrar edemez.
Dolaysıyla, kapitalizmin verileriyle (sınıf, parti, kurum, etkinlik, vb) bir devrim düşünmek, darbe düşünmektir. Kapitalizm içinde kalmaktır; Kapitalizmin bir iç tartışmasını aşmayan sınıf mücadelesi açısından bile bir marjinal olan, Avrupa komünizmine kaynaklık eden Gramsci'nin Alternatif hegemonya ve sivil toplumu, kazanacak sınıfın kültür ve ahlaki önderliği el alması gerektiği söylemi, Modern Prens (devrimci Parti) ve organik aydının işçi sınıfından üretilmesi, determinizmin reddine varan tarihi insanın parksisi olarak ele alması da tümüyle kapitalizm içi bir algıdır.
Devrim geri dönüşü olmayan tarihsel bir gerçeklik ise, yeni bir üretim tarzı ise evrimin birikimleri üzerine oturmalıdır. Tarihler boyunca da, demokrasi bu anlamda her kesitte kendine özgü işlevleriyle öne çıkar. Roma cumhuriyeti, Atina Cumhuriyeti kölelikteki demokrasi algısıdır, Burjuva demokrasisi ise Feodalizme karşı gelişenidir. Daha çok demokrasinin bayraktarlığını burjuvazinin yapmasının altında da bu yatar. En geniş kitleleri ancak bu söylemle bir araya aynı hedefe ulaştırmak mümkün olur. Bu gün burjuvazinin böylesi bir demokrasi ihtiyacı yoktur. Bu ihtiyaç devrimcilerin yeni toplumun kuruluşunu daha da hızlandıracak geniş demokrasi alanları, daha çok özgürlüklerin oluşturulması için gereklidir.
Bu gün görev bu merkezdedir, demokrasi mücadelesi artık hiçbir yanıyla burjuvaziye ait değildir, bu görev devrimcilerin omzundadır. Burjuva demokrasisi 19.yy sonunda bitmiştir. Bu kapsamda sınıf mücadelesini ihmal edilmemesi gereken sistem için bir reform, bir iyileştirme, bir uyumlaştırma çabası olduğunu belirliyorum. Demokrasi mücadelesinin alan genişletmesine yapabileceği katkı oranında da devrimcilerin içinde ve destekçisi olacak bir mücadeledir. Ancak her şey değildir. Devrimcilerin görevi reformdan ötesini yapmaktır, yeni uygarlık yeni üretim tarzı için daha çok özgürlük ve demokrasiyi ikame etmektir. Devrimci olmalarının gerçek ölçütü budur. Tarihte sınıf mücadelesinin yeni üretim tarzı yarattığı bir örnek yoktur olamazda. Sınıf kavgaları aynı sistemin temel sınıfları arasında olur başka yerde değil. Sistem dışına çıkmak için nitelikçe, yapısal ve üretimdeki fonksiyonel konumu itibariyle yeni bir üretim ilişkisinin ürünü olmak gerek. Bu veriler yeni yeni oluşmaktadır, işçileri, emekçileri ve bil cümle halkı demokrasi ve özgürlük bayrağı altında toplayarak yeni üretim ilişkisinin siyasal iktidarıyla noktalanacak zaferine götürecektir. Bana göre eski bir sistemin hiçbir sınıfı yeni sistemin öncüsü olamaz. Tersi ise ne diyalektik ne felsefi olarak doğrulanması mümkün olmayan bir iddiadır
Bu kadar ipucu yeter sanırım.
6 Mayıs 2011
Değerli arkadaşım, “felsefenin tek mutlak gerçeği ölümdür” iktibasıma yaptığınız yorum için öncelikle ellerinize sağlık diyeceğim. Ancak benim yorumum Deniz Gezmişlerin idamı üzerine bir yaklaşımdı. Sizin açtığınız konu ise çok farklı, Tarih algıları, felsefi soyutlamaları, üretim tarzları, Marksizm, kapitalizm, Marksist eleştiri vb gibi bu gün dünya solunun önemli ama çok az sayıda kişinin tartıştığı konulardır.
Bu konular üzerinde 10 yıldır çalışıyorum. Binlerce sayfa yazdım dersem yanlış olmaz. Ancak, okuma fukarası olduğumuz bir ülkede çok yazan insanlarız. Üstelik birbirimizi okuma tenezzülü içinde de değiliz. Okumaktan sıkılıp birbirimizi görmemezlikten gelerek cevapsızlığı en iyi cevap olarak algılamışız. Baskın Oran hoca, bir değerli hocamla yazışmasında aynı minval üzerine şöyle bir cümle kurmuş “Okumadan yazanı çok bir ülkeyiz”. Haklı.
Sonra,
Yazınızı dikkatlice okudum. Ana fikrinize tamamen katılıyorum ama argümanlarınızdan çok farklı bir yere ulaştığımı söylemeliyim. Her cümleniz üzerinde uzun uzun eleştiri ya da daha genişletici yazım yapma durumum olabilir. Bu sütunlar böylesi bir tartışmayı kaldıramayacağı için en altta size beni izlemeniz için link vereceğim. Ancak yazılarımı okurken beni yanlış anlamamanız için size bazı parametrelerimi buradan aktaracağım. Çünkü beni okursanız ortaya koyduğum soyutlamalar size çok farklı gelebilir. Bunun için, düşüncemi her bir özgün başlık ve konu üzerinde sormadan karar veren bir sonuca ulaşmamanızı isteyeceğim.
Parametrelerim,
1.liberalizmin her türü, hangi kılık ve söylem altında olursa olsun kapitalizmin devamından başka bir işleve sahip değildir. Birey merkezli, batı uygarlığının tıkandığı yerde üretilen ve kitlelerin dönüştürücü gücünü pasifize ederek, bireyleri fethedilmesi gereken özgün birer pazar alanı haline dönüştürme çabasının ekonomik, siyasi, toplumsal önermelerinden başka bir şey değildir. Kendi içinde tutarlı gibi görülen önermeleri bütün içinde sadece kapitalist mekanizmanın sonsuz olduğuna inancın ve bu mekanizmanın devamı için ortaya çıkmış önermelerdir. Her önerme gibi nesnel zeminleri olsa da.
2. Real sosyalizm, kapitalizm madalyonunun diğer yüzünden ileri gidememiştir. Gidemezdi de. Bir gece ansızın Kızıl ordunun faşizme karşı haklı, ve onurlu başarısı ardından doğu Avrupa ülkelerinde farklı isimler altında, “geçiş süreci”,”Halk iktidarları”, “Demokratik cumhuriyetler” adı altında kurulan yönetimlerin siyasi kararlarıyla ikame edildiği sanılan “toplumsal mülkiyet” li bir girişimidir. İnsanlık için en yüksek kültürel katkılar sunmuş bir teorinin yetersiz koşullarda hayata geçirilmesinin, her durunu kendine göre ahkamı gereğince tıkanmış ve gerisin geriye dönmüştür. Teoride de eksik vardı pratikte de eksik olarak devam etti. Ancak bunlar birere sonuçtu. 19 yy verileriyle ne 20. Yy ne de 21. Yy için bir toplum önermesi gerçekçi olamazdı. 19.yy teorilerini siyasal sonuçları 20.yy da sona ermesi de bundadır. Sorun ne yönetimde ne yönetici taksiratındadır. Nasıl ki Bedreddin o kesitte sosyalizmi kuramayacaksa bu çağda da durum aynıyla geçerlidir. Dolaysıyla, bir gece ansızın ilan edelin sosyalizm yine bir gece ansızın bir siyasi kararnameyle gerisin geriye dönmüştür.
3. Devrim ve darbeyi birbirinden ayırmak gerek. Yeni üretim tarzı siyasi bir kararla, toplumsal mülkiyet ilanıyla olmaz. Tarihsel devrim, geri dönüşü olmayan olgunluklar üzerine gerçekleşen devrimdir. İnternet iletişim devriminden sonra isteseniz de PTT iletişim teknolojisine dönemezsiniz. Gerçek devrim budur. Yadsınmanın yadsınması kanunun budur. Eski teknolojinin içinden çıkıp onu yadsıyandır. Siyasi kararnameler tarihsel devrim ve yeni üretim ilişkisi ya da yeni uygarlık yaratamaz. Geri dönüşün nedeni de temelde budur; ne yanlış siyaset ne kötü yöneticidir. Marksın “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” kitabının meşhur önsözündeki “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.” (sayfa 25) cümlesini her devrimci bir kez daha düşünmelidir. Bu determinizme mahkum olmak değil, tersine daha çok özgürlük ve demokrasi alanı için devrimci iradeci mücadeleyi yükseltmek demektir.
4. Yabancılaşma, tarihin en devrimci etkinliğidir. Engels “yabancılaşma iş bölümünün ürünüdür” der. Ancak Marksizm yabancılaşma konusunu, toplumsal mülkiyetle son bulacak bir veri olarak ele alır. Bence öyle değil. Tarih var oldukça insan var oldukça bilim ve teknik ilerleyecek, yabancılaşma arttıkça, artacak ve evrensel ölçekte insan emeği, bilgi birikimi, üretim sürecine katılıp, kimse birbirini tanımadan, emeklerinin sonucunu direk almadan üretim sürecine katılacaktır; Evrensel ölçekte gelişecek bu yabancılaşma çok daha büyük bir sosyal hizmet ve bireycilikten çıkışı getirecektir. Marksizmin, en temel soyutlamalarından biri olan sosyal adalet dünyasının, emeğin karşılığını almasının kapılarını daha olumluya açacak olan yönelim buradan üreyecektir. Dolaysıyla sizin de yorumunuzda dile getirdiğiniz, kapitalizm bu çağda bile “hala güçlü bir biçimde ‘ulus’ nitelikte olan mali grupların elinde bulunmaya devam etmektedir” söylemi tamamen yabancılaşmanın gerçek önlemde özgür bırakılmamasıyla ilgilidir. Tıkamak, engellemek, teknolojik yenilenmeyi kar ve Pazar dengelerine boğmanın sonucudur. Buradan hareketle diyorum ki, gelecek uygarlık, gelecek üretim tarzı hangi adı alırsa alsın, Küresel üretim tarzı olacaktır. Yabancılaşma bunun en önemli dinamiği olarak belirecektir. Bu noktada Küresel üretim tarzı ile küresel siyasi askeri imlalar ve dayatmaları birbirinden ayırmak gerek. Bu bilinmeden, kapitalizme paye verilmiş onu sonsuz bir sistem konumuna yükseltmiş oluruz.
Devamı alttaki yorum butonunda
Baş tarafı üsteki yorumda
5. Küresel üretim ilişkisi gerçek anlamda yeni bir uygarlık ilişkisidir, yeni üretim tarzıdır. Farklı mülkiyet ilişkisiyle insan ve siyasal var oluşuyla öyledir.
“Bu küreselleşme bir üretim küreselleşmesidir; üretimde, evrensel alanın herhangi bir köşesinden bilgi ağlarıyla, teknolojik verileriyle etkin olan; herhangi bir ulus, bölge ve şirket merkezli olmayan küresel üretimdir. Üretim sürecine bilişim çağının bilgi dönüşümlerini bir unsur olarak katan, sanal üretim ve tüketimi üretimin bir parçası haline getiren bu yanıyla da kapitalist üretimden nitelikçe farklılaşan bir üretimdir. Bugün kapitalist şirketlerin kanatları altında olsa da kapitalist olmayan bir üretim tarzıdır. Kapitalist üretim tarzının, hammadde + üretim araçları + işgücü = meta formülünde anlamını bulan üretimden bir çıkıştır, bir nitel farklılaşmadır. Bu üretim, kapitalizme ait üretim birimi olan fabrikada yapılan bir üretim de değildir; küresel üretim tarzı elektronik ağlarda üretilip, aynı sanal ağlarda sınanarak kalitesi belirlenip tüketildikten sonra, insanlara, evrensel emeğin ürünü olarak sunulan bir üretim tarzıdır. Bu tarzda yabancılaşma çok önemli bir unsurdur. Yabancılaşmanın yaratıcı dinamikleri, iş bölümünün en üst aşamasına varılmasıyla üretime de dinamik katar; bu noktada yabancılaşma, kapitalizmin ulus ve bölge sınırlarını nitelikçe aşıp evrensel ölçeklere ulaşır. Küresel üretim uygarlığında bu işbölümünün sınırsız gelişimi, yabancılaşmanın olumlu sınırsız gelişimine tanıklık edileceğine önemli bir göstergedir.” (Mihrac Ural, “Küreselleşme, Kimlik Hakları ve Referandum” 27 Kasım 2010 tarihli makalesi http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www.cgi/http://mirural.blogspot.com/ )
Bu nedenle kavram kargaşasını önlemek için iki küreselleşmeden söz etmek yanlış olmayacaktır. Biri, emperyalist küreselleşmedir; bu kesinlikle üretim tarzının küreselleşmesi değil, Pazar istilası olarak, ulus, ülke ya da devlet merkezli tekelci kapitalist üretim tarzının bu çağda çıkarları için siyasi küreselleşmeyle insanlığa dayattığı istilalar, savaşlar, işgallerle süren küreselleşmedir. Benim bir devrimci olarak savunduğum küreselleşme ise, bilişim çağının bu ilk verileriyle şekillenmeye başlayan, tıpkı kapitalizmin feodal karların kanatları altındaki gelişim gibi gelişerek, kapitalizmi yadsıyacak olan küreselleşmedir. Farklı bir üretim tarzıdır. Kapitalist üretimin kapitalde formüle edilen üretim çizelgesinden nitelikçe farklıdır. Bu anlamda benim algımdaki devrim geri dönüşü mümkün olmayan devrimdir; tıpkı PTT’ye karşı internet iletişiminin yaptığı devrimi gibi.
6. Devirim üzerine söylenmesi gerekenlerde en özet haliyle şudur. Bu güne dek sosyalist teorinin temel algısı devlet ve devrim çizgisindedir. Bu zorunlu olarak evrimin yetersiz olgunluğu nedeniyle devrimi, devleti ele geçirme darbesi haline getirdi. Devrim, darbe olunca (bu konuya yapılan tüm itirazlar tarihi olarak geri dönüşle üzerinde fazla durmayı gerektirmeyen iddialardır) devrimi yapan, aktif azınlık, pasif çoğunluğun üzerinde hükümranlığını diktatörce kurmaya yönelmek zorunda olmuştur. (tarihte devrimler hep bu aktif azınlık tarafından geniş kitleler adına yapılmıştır). Teoride bunu “proletarya diktatörlüğü” diye olumlamak, geçiş dönemi diye adlandırmak ise bir çözümsüz durumdan bilinçli kaçış olarak görüyorum. Bunun yıkıcı sonuçlarını hep birlikte gördük.
Bu nedenle ve kanaatimce devrimci tutarlılık ancak ısrarlı bir biçimde daha çok özgürlük ve demokrasi mücadelesi zeminine oturmalıdır. Daha çok demokrasi alanı açmak, tarihsel geri dönüşü mümkün olmayan yeni üretim ilişkisi ve yeni uygarlığın zeminidir. Benim devrimcilik algım tas tamam burada bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi olarak belirleniyor. Dolaysıyla önceki devrimlerin teorik tüm argümanlarını bir reformist çaba olarak görüyorum. Devleti ele geçirmiş olsalar da öyledir. Geri dönüş olması bunun kesin kanıtıdır.
Geçmişi inkar etmeden, düşünsel bir ilerleme olarak verili olguları kavrayıp devrimciliğimi sınıflandırırken bu sonuçlara varıyorum. Dolaysıyla da eski sistem içi mücadele için gerekli olan öncülük ve artçılık söylemleri benim devrim algımda farklı bir biçim almaktadır.
7. Sınıf mücadelesi hakkında söyleyeceğim şey şudur; bu mücadele tarihler boyu vardır ve statik olarak ele alırsak tüm toplumların içinde cereyan eden ve o toplum tarihini belirleyin en önemli mücadeledir. Ancak, eski üretim tarzını yıkıp yenisini ortaya koyan mücadele bu mücadele değildir. Eski üretim tarzının yarattığı hiçbir temel sınıfı, kendi sistemini yıkamaz, kendi sisteminden daha ileri bir üretim tarzı getiremez. Bu eşyanın tabiatına da aykırıdır. Tarihte böyle bir şey zaten olmamıştır. Köleciliği köleler yıkmadı. Feodalizmi serfler yıkmadı. Kapitalizmi de ona ait hiçbir sınıf yıkamayacaktır. Kapitalizmi yıkacak olan geri dönüşsüz yeni üretim ilişkisinin eskinin bağrında gelişimidir. Bunun için gerçek devrimcilik daha çok özgürlük ve demokrasiyi savunmaktan geçiyor diyeceğim.
Yadsınmanın yadsınması kanunu gereği bu böyledir. “Sosyalist toplum farklıdır, o bir geçiş aşamasıdır özgündür” gibi söylemler, sıkça yapılıyor. Ancak tarihte bir kural olarak soyutlanmış hiçbir tez, aynı konu üzerindeki genel geçerliliğini ertelemez, geçersiz kılmaz. Sosyalizm bir üretim ilişkisi ise tez bunun içinde geçerli olmalı. Değilse tartışmanın bir anlamı yok. Kural tüm toplumlar için geçerli olmazsa hiçbir toplum için iki kez tekrar edemez.
Dolaysıyla, kapitalizmin verileriyle (sınıf, parti, kurum, etkinlik, vb) bir devrim düşünmek, darbe düşünmektir. Kapitalizm içinde kalmaktır; Kapitalizmin bir iç tartışmasını aşmayan sınıf mücadelesi açısından bile bir marjinal olan, Avrupa komünizmine kaynaklık eden Gramsci'nin Alternatif hegemonya ve sivil toplumu, kazanacak sınıfın kültür ve ahlaki önderliği el alması gerektiği söylemi, Modern Prens (devrimci Parti) ve organik aydının işçi sınıfından üretilmesi, determinizmin reddine varan tarihi insanın parksisi olarak ele alması da tümüyle kapitalizm içi bir algıdır.
Devrim geri dönüşü olmayan tarihsel bir gerçeklik ise, yeni bir üretim tarzı ise evrimin birikimleri üzerine oturmalıdır. Tarihler boyunca da, demokrasi bu anlamda her kesitte kendine özgü işlevleriyle öne çıkar. Roma cumhuriyeti, Atina Cumhuriyeti kölelikteki demokrasi algısıdır, Burjuva demokrasisi ise Feodalizme karşı gelişenidir. Daha çok demokrasinin bayraktarlığını burjuvazinin yapmasının altında da bu yatar. En geniş kitleleri ancak bu söylemle bir araya aynı hedefe ulaştırmak mümkün olur. Bu gün burjuvazinin böylesi bir demokrasi ihtiyacı yoktur. Bu ihtiyaç devrimcilerin yeni toplumun kuruluşunu daha da hızlandıracak geniş demokrasi alanları, daha çok özgürlüklerin oluşturulması için gereklidir.
Bu gün görev bu merkezdedir, demokrasi mücadelesi artık hiçbir yanıyla burjuvaziye ait değildir, bu görev devrimcilerin omzundadır. Burjuva demokrasisi 19.yy sonunda bitmiştir. Bu kapsamda sınıf mücadelesini ihmal edilmemesi gereken sistem için bir reform, bir iyileştirme, bir uyumlaştırma çabası olduğunu belirliyorum. Demokrasi mücadelesinin alan genişletmesine yapabileceği katkı oranında da devrimcilerin içinde ve destekçisi olacak bir mücadeledir. Ancak her şey değildir. Devrimcilerin görevi reformdan ötesini yapmaktır, yeni uygarlık yeni üretim tarzı için daha çok özgürlük ve demokrasiyi ikame etmektir. Devrimci olmalarının gerçek ölçütü budur. Tarihte sınıf mücadelesinin yeni üretim tarzı yarattığı bir örnek yoktur olamazda. Sınıf kavgaları aynı sistemin temel sınıfları arasında olur başka yerde değil. Sistem dışına çıkmak için nitelikçe, yapısal ve üretimdeki fonksiyonel konumu itibariyle yeni bir üretim ilişkisinin ürünü olmak gerek. Bu veriler yeni yeni oluşmaktadır, işçileri, emekçileri ve bil cümle halkı demokrasi ve özgürlük bayrağı altında toplayarak yeni üretim ilişkisinin siyasal iktidarıyla noktalanacak zaferine götürecektir. Bana göre eski bir sistemin hiçbir sınıfı yeni sistemin öncüsü olamaz. Tersi ise ne diyalektik ne felsefi olarak doğrulanması mümkün olmayan bir iddiadır
Bu kadar ipucu yeter sanırım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder