9 Mayıs 2011 Pazartesi
Solu bekleyen, Denizleri beklediği...
Değerli dostum Celalettin Can’ın bu yazısı ülkemiz solunun beklentileri için önemli mesajlar vermektedir birlikte okuyalım.
Celalettin Can
8 Mayıs 2011
Denizleri bilmeyenimiz yoktur. Ölümlerinin üzerinden 39 yıl geçse de, bizleri etkiliyorlar hala. Genç nesiller onların fotoğraflarıyla yürürken, yaşlılarımız yüreklerinin bir parçası kopup gitmişçesine ‘onların başkalığını’ anlatıyorlar.
Bu halk onları gerçekten sevdi. Parlak, lafını bilir, sözü özü bir, her şeyleriyle sahici, bir grup üniversiteli genç - üniversiteli olmak o dönem saygındı- tüm istikballerini, hatta en kutsal varlıkları olan hayatlarını ortaya koyarak yola çıkmışlardı. Tek amaçları, halkın kurtuluşuydu. Özgür, mutlu ve refah içinde yaşamasıydı. Yiğit ve cesurdular. "Yenilmez", "yıkılmaz" denilen devlete karşı başkaldırmışlar, kimileri darağacında, kimileri Kızıldere’de, kimileri Nurhak’da korkusuzca ölüme yürümüş, dava insanı olmanın etkileyici ve vurucu timsalleri olmuşlardı.
Öncesi yoktu. Öncesi Hızır paşa’nın zulmüne karşı ipe giderken “dönen dönsün ben dönmezem” diyen Pir Sultan Abdal, insanda Tanrıyı bulduğu ve “Enel Hak” demekten geri durmadığı için yakılan Hallac-ı Mansur, gerçekte direndiği için derisi yüzülen Nesimi idi.
Tarihi yaşanmışlıklar unutulmuyor. Halkın genlerinin derinliklerinde akışı içinde birikerek bugünlere kadar geliyor, benzeri yaşanmışlıklarla adeta kendiliğinden ilişkileniyor. Halk Denizlerde, Mahirlerde, İbrahimlerde adeta Pir sultanı, Hallacı, Nesimi’nin suretini gördü. Onların tarihi olarak haklı ve meşru direnişi, Denizlerin güncel başkaldırısı ile birleşti, tarihi haksızlığa karşı koyuş olarak algılandı ve öyle kabul edildi.
İlkler de unutulmuyor. İlk arkadaşlıklar, ilk dostluklar unutulmuyor. Bu halk tarihte nice arkadaşlıklar ve dostluklar görmüş, nice can bedeli fedakarlıklara tanıklık etmişti. Araya çok zaman girmiş, böylesine doğru ve güzel sözler eden ve ettiği sözü yere düşürmeyen, fedakar ve özverili, halk için devrimcilik diyen insanları çok olmuş görmemişti.
Halkın, onları anlayabilmesi için zaman da uygundu. ‘Zamanın ruhu’ diye bir şey varsa, zaman eşitliğin, özgürlüğün, dayanışmanın, hep beraber kurtuluşun zamanıydı. İnsanlığın bu yüce idealleri sosyalizm ve devrimcilikte ifadesini buluyordu. Dünyanın dört bir yanını emperyalizme ve “yerli” iş birlikçi iktidarlara karşı ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri sarmıştı. Her gün sömürünün ve baskının başka bir kalesi düşüyordu. Batı metropollerinde ise 68 kuşağının sesi yükseliyordu.
Türkiye de dünyanın bir parçasıydı. Dünyadaki gelişmelerin Türkiye’nin iç dinamiklerini etkilememesi beklenemezdi. Etkiledi. 1960lı yıllardan itibaren Türkiye toplumu harekete geçmeye, politikleşmeye başlamıştı. Sokaklar “kahrolsun emperyalizm” sloganları ile inliyordu. İşçiler sendikalarda, köylüler kooperatiflerde, gençler Dev-Genç’de mücadele ediyordu. İşçi, köylü mitingleri ve hak arayışları başını almış gidiyordu. Çok geçmemiş, “Doğuda milli zulme son” mitingleri boy göstermeye başlamıştı. Türkiye gibi her şeyin devletle başlayıp devletle bittiği bir coğrafyada bunlar çok önemli, bu oranda çok “tehlikeli” gelişmelerdi.
İşte Denizler, Mahirler, İbrahimler böylesine kapsamlı gelişmelerin yaşandığı iç ve dış tarihi/toplumsal koşulların ürünü bir kuşağın, 68 kuşağının en gözü pek ve yetenekli devrimci öncüleri olarak öne çıktılar. Dedim ya, “çok tehlikeli gelişmelerdi” bunlar. Nitekim daha 1969 yılında Amerikan başkonsolosu dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’den ‘bu gençlerin yok edilmesinin olurunu’ alacaktı. Bunu Amerikancı Genel Kurmay başkanı Tağmaç’ın ‘ekonomik gelişmeyi aşan sosyal gelişmenin önünün kesilmesi’ buyruğu ve 12 Mart darbesi takip edecek, 12 Martta, bu devrimcilerin şahsında Türkiye’nin devrimci/sosyalist geleceğinin yok edilmesine oynanırken, bunda Demirel ve Demirelci kadrolar perde arkasında önemli roller almıştı.
Ne var ki Tohum bir kez tarlaya atılmıştı. 1970’li yıllarda nöbeti çok daha aşağıdan gelen halk çocukları devralacaktı. Milyonlarca insan harekete geçecek, ekonomik, sosyal ve siyasal hak ve özgürlük mücadelesi toplumsallaşacaktı. Emperyalizmin ve oligarşik egemenliğin kararı ise, toplumun taleplerini kıyıcılıkla karşılamak olacaktı. Resmi kontrgerilla güçlerinin desteğinde sivil paramiliter güçler harekete geçirilecek, yetmediği noktada devreye 12 Eylül darbesi girecekti. 12 Eylül darbesi ise 1960-80 döneminin tüm özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı, halk ve memleketsever , toplumsal birikimden kopuşun, neo liberal zamanların güce tapınmacı, çıkarcı, ötekileştirici değersizlikleriyle buluşmanın ifadesi olacaktı.
Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin batıdaki "küçük kardeşlerinin' darbelenmesiyle devrimci/demokratik süreç aşağı çekilirken, nöbeti doğudaki "küçük kardeşleri" devralacaktı.
Türkiye'nin solu ile yüzleşmesini gerektiren süreç bu! Solu, biz kimiz, neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz sorularının bilimsel bir izahını yapma bekliyor.
"Doğudaki kardeşleri"nin yükünü de paylaşan bu yönlü sol/sosyalist bir devrimci hareketin gelişmesini, eminim Denizlerde beklerdi.
Celalettin Can/ Özgür Gündem
8 Mayıs 2011
Celalettin Can
8 Mayıs 2011
Denizleri bilmeyenimiz yoktur. Ölümlerinin üzerinden 39 yıl geçse de, bizleri etkiliyorlar hala. Genç nesiller onların fotoğraflarıyla yürürken, yaşlılarımız yüreklerinin bir parçası kopup gitmişçesine ‘onların başkalığını’ anlatıyorlar.
Bu halk onları gerçekten sevdi. Parlak, lafını bilir, sözü özü bir, her şeyleriyle sahici, bir grup üniversiteli genç - üniversiteli olmak o dönem saygındı- tüm istikballerini, hatta en kutsal varlıkları olan hayatlarını ortaya koyarak yola çıkmışlardı. Tek amaçları, halkın kurtuluşuydu. Özgür, mutlu ve refah içinde yaşamasıydı. Yiğit ve cesurdular. "Yenilmez", "yıkılmaz" denilen devlete karşı başkaldırmışlar, kimileri darağacında, kimileri Kızıldere’de, kimileri Nurhak’da korkusuzca ölüme yürümüş, dava insanı olmanın etkileyici ve vurucu timsalleri olmuşlardı.
Öncesi yoktu. Öncesi Hızır paşa’nın zulmüne karşı ipe giderken “dönen dönsün ben dönmezem” diyen Pir Sultan Abdal, insanda Tanrıyı bulduğu ve “Enel Hak” demekten geri durmadığı için yakılan Hallac-ı Mansur, gerçekte direndiği için derisi yüzülen Nesimi idi.
Tarihi yaşanmışlıklar unutulmuyor. Halkın genlerinin derinliklerinde akışı içinde birikerek bugünlere kadar geliyor, benzeri yaşanmışlıklarla adeta kendiliğinden ilişkileniyor. Halk Denizlerde, Mahirlerde, İbrahimlerde adeta Pir sultanı, Hallacı, Nesimi’nin suretini gördü. Onların tarihi olarak haklı ve meşru direnişi, Denizlerin güncel başkaldırısı ile birleşti, tarihi haksızlığa karşı koyuş olarak algılandı ve öyle kabul edildi.
İlkler de unutulmuyor. İlk arkadaşlıklar, ilk dostluklar unutulmuyor. Bu halk tarihte nice arkadaşlıklar ve dostluklar görmüş, nice can bedeli fedakarlıklara tanıklık etmişti. Araya çok zaman girmiş, böylesine doğru ve güzel sözler eden ve ettiği sözü yere düşürmeyen, fedakar ve özverili, halk için devrimcilik diyen insanları çok olmuş görmemişti.
Halkın, onları anlayabilmesi için zaman da uygundu. ‘Zamanın ruhu’ diye bir şey varsa, zaman eşitliğin, özgürlüğün, dayanışmanın, hep beraber kurtuluşun zamanıydı. İnsanlığın bu yüce idealleri sosyalizm ve devrimcilikte ifadesini buluyordu. Dünyanın dört bir yanını emperyalizme ve “yerli” iş birlikçi iktidarlara karşı ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri sarmıştı. Her gün sömürünün ve baskının başka bir kalesi düşüyordu. Batı metropollerinde ise 68 kuşağının sesi yükseliyordu.
Türkiye de dünyanın bir parçasıydı. Dünyadaki gelişmelerin Türkiye’nin iç dinamiklerini etkilememesi beklenemezdi. Etkiledi. 1960lı yıllardan itibaren Türkiye toplumu harekete geçmeye, politikleşmeye başlamıştı. Sokaklar “kahrolsun emperyalizm” sloganları ile inliyordu. İşçiler sendikalarda, köylüler kooperatiflerde, gençler Dev-Genç’de mücadele ediyordu. İşçi, köylü mitingleri ve hak arayışları başını almış gidiyordu. Çok geçmemiş, “Doğuda milli zulme son” mitingleri boy göstermeye başlamıştı. Türkiye gibi her şeyin devletle başlayıp devletle bittiği bir coğrafyada bunlar çok önemli, bu oranda çok “tehlikeli” gelişmelerdi.
İşte Denizler, Mahirler, İbrahimler böylesine kapsamlı gelişmelerin yaşandığı iç ve dış tarihi/toplumsal koşulların ürünü bir kuşağın, 68 kuşağının en gözü pek ve yetenekli devrimci öncüleri olarak öne çıktılar. Dedim ya, “çok tehlikeli gelişmelerdi” bunlar. Nitekim daha 1969 yılında Amerikan başkonsolosu dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’den ‘bu gençlerin yok edilmesinin olurunu’ alacaktı. Bunu Amerikancı Genel Kurmay başkanı Tağmaç’ın ‘ekonomik gelişmeyi aşan sosyal gelişmenin önünün kesilmesi’ buyruğu ve 12 Mart darbesi takip edecek, 12 Martta, bu devrimcilerin şahsında Türkiye’nin devrimci/sosyalist geleceğinin yok edilmesine oynanırken, bunda Demirel ve Demirelci kadrolar perde arkasında önemli roller almıştı.
Ne var ki Tohum bir kez tarlaya atılmıştı. 1970’li yıllarda nöbeti çok daha aşağıdan gelen halk çocukları devralacaktı. Milyonlarca insan harekete geçecek, ekonomik, sosyal ve siyasal hak ve özgürlük mücadelesi toplumsallaşacaktı. Emperyalizmin ve oligarşik egemenliğin kararı ise, toplumun taleplerini kıyıcılıkla karşılamak olacaktı. Resmi kontrgerilla güçlerinin desteğinde sivil paramiliter güçler harekete geçirilecek, yetmediği noktada devreye 12 Eylül darbesi girecekti. 12 Eylül darbesi ise 1960-80 döneminin tüm özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı, halk ve memleketsever , toplumsal birikimden kopuşun, neo liberal zamanların güce tapınmacı, çıkarcı, ötekileştirici değersizlikleriyle buluşmanın ifadesi olacaktı.
Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin batıdaki "küçük kardeşlerinin' darbelenmesiyle devrimci/demokratik süreç aşağı çekilirken, nöbeti doğudaki "küçük kardeşleri" devralacaktı.
Türkiye'nin solu ile yüzleşmesini gerektiren süreç bu! Solu, biz kimiz, neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz sorularının bilimsel bir izahını yapma bekliyor.
"Doğudaki kardeşleri"nin yükünü de paylaşan bu yönlü sol/sosyalist bir devrimci hareketin gelişmesini, eminim Denizlerde beklerdi.
Celalettin Can/ Özgür Gündem
8 Mayıs 2011
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder