15 Mayıs 2011 Pazar
DÜŞEN MASKELER (TÜRKİYE - SURİYE İLİŞKİLERİ)
Mihrac Ural
12 Mayıs 2011
İkiyüzlü politika er ya da geç sahibini vurur. İktidarların gelip geçici olduğunu düşündüğümüzde, bu tür politikaların kefaretini halk öder.
Ülkemizde iktidar, “komşularla Sıfır Sorun” diye dış politika yaptığı iddiasında. Gerçekte ise komşuları aldatmak üzere hiçte onurlu olmayan ikircimli bir politika sürdürülmektedir. Libya ve Bahreyn konusunda ortaya çıkan ve Türkiye’nin imajını yerle bir eden bu ikiyüzlü dış politika, komşu ülke Suriye’nin iç işlerine karışacak bir boyut alarak iflas etmiştir.
Arap aydınları arasında çok ağır eleştiriler gören ve “onursuz” görülen bu politik tutum, belli bir yerden itibaren halklarımızın sırtına binecek tarihsel yeni kinlerin örülmesi anlamına gelmektedir; komşu ülkede Müslüman kardeşler hareketi gibi eli kanlı terör örgütlerini desteklemek bunun ifadesidir. Bu örgüler, komşuluk ilişkilerinde yer alması gereken iyi niyet ve samimiyeti arkadan vurmaktır. Toplumların tarihsel algılarında bu tür yaralar, ikili ilişkilerin travmaları olarak bilinçaltına kazınır. İktidarların kirli çıkar ilişkileri olsa da kefareti halkın sırtına kalır.
İyi niyetli komşularımızla zor günlerde omuz omuza olmak yerine tercih edilen bu yönelimler erdemli bir davranış olmadığı gibi, ciddi ve saygın bir dış politika da değildir.
Ülkemizde halklarımıza karşı sürdürülen ikiyüzlü politikanın, komşularımıza karşı da sürdürülmesi eşyanın tabiatına uygun olsa da halklarımızın çıkarına uygun değildir. Bu iktidar, iç politikada da iflas etmiştir. Hiçbir demokratik vaadi yerine getiremediği gibi, en önemli sorunu olan Kürt sorunu konusunda da sınıfta kalmıştır; “Kürt sorunu bitmiştir, Kürt vatandaşın sorunu vardır” diyerek böylesine hayati bir sorunu bireylerin sorununa indirgeyip kolektif kimlik sorununu yok saymak, iç politikada sürdürülen ikiyüzlülüğü ifade eder. Bu da bizlere dış politikadaki ikircimliğin kaynaklarını gösterir. Bu açıdan ele alındığında, 12 Haziran 2011 seçimleri, halkımızın ihtiyacı olan dürüst politika ve sorunları gerçekten çözecek tercihlere yönelmemizin önemini gösterir.
Özgürlük ve demokrasi blogunun bağımsız adaylarına verilecek destek, bu açıdan tarihsel öneme sahiptir.
***
12 Mayıs 2011 itibariyle, Suriye Dışişleri Bakanlığı. TC, Şam Büyük Elçiliğini Erdoğan’ın Kanal 7’de yaptığı açıklamalar hakkında bilgi almak üzere çağırdı. Diplomasi dilinde, ilişkilerin gerginleşmeye başladığına, rahatsızlığına bir işaret olan bu davet, Türkiye – Suriye ilişkilerinin yeni bir safhaya yöneldiğini gösterir gibidir.
Bu günkü gerginliği sağlıklı kavramak ve tarihi zeminine oturtmak için bir öncesine geri gitmek gerek.
Bölge ve iki ülke ilişkilerini yakından takip edenler, 11 Ekim 2010’da yapılan Erdoğan-Beşşar Esad zirvesine “terör zirvesi” dendiğini hatırlayacaktır. Türkiye’nin, Suriye’yi Kürt sorununda baskıcı yöntemler kullanmaya zorladığını da hatırlayacaklardır. İki ülke arasındaki iyi ilişkileri, istismar etmek isteyen Erdoğan yönetimi, Suriye’yi ilkesizce, geleneğinde olmayan yöntemlerle Suriyeli Kürtler üzerine gitmeyi kışkırtıyordu. Bu amaca dönük olarak o kesitte yeni atanan MİT müsteşarını, dosya yükleriyle Şam’a göndermişlerdi. Ardından Lazkiye’de güvenlik konusunu esas alan ortak hükümet toplantısı da yapılmıştı. Erdoğan’ın ziyareti bunlar üzerine gelip oturmuş, son rötuşlar yapılmak istenmişti. Ancak Suriye bu talepleri elinin tersiyle iterek, ret cevabı vermişti.
Dönem Kuzey Irak’ta konuşlanan Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmekti. Bununla ilgili olarak da ABD ve İsrail’le anlaşma yapılmış, sınır ötesi operasyonlar için pilotsuz uçak, yoğun teknik bilgi ve istihbarat alınmıştı. Kürt özgürlük hareketinin askeri olarak tasfiyesinin kurgulandığı dönemdi. Suriye’den özel olarak istenen, PKK’ye kadro ve militan sağlayan Suriyeli Kürtlerin kovuşturulması, tutuklanması, baskılarla yıldırılmasıydı. Suriye’nin cevabı ise gayet açık ve netti; “Ülkenizin sorunların barışçıl yollarla, af mekanizmasını toplumsal barış için sık sık işletmekle aşmanız gerek, güvenlik önlemleriyle böylesi bir sorunun çözümü mümkün değildir” demişti. Suriye’nin bu ilkeli tutum iki ülke arasında uzun bir soğukluk dönemi yaratmış, Erdoğan aylar boyunca Suriye ziyaretinden uzak kalmıştı.
Erdoğan, Suriye’yi yanlış biliyordu, hafife alıyordu. “Yeni Osmanlı” aklıyla, 40 yıldır bölgenin tüm savaşlarında, alt-üst oluşlarından dik çıkan bu ülkeye kendi imlalarını dayatabileceğini sanıyordu. 2010 Ekim ayı bu kırılmanın ilk adımıydı.
İki ülke arasında 10 yıldır yaşanan balayı, Erdoğan’ın ikiyüzlü politikasıyla yeniden gerginliğe doğru yol almaya başladı. Son bir yıllık süre içinde, ikinci bir kırılma, ilişkiyi kökten sarsan, diplomasi adına bunu dışa fazla yansıtmasa da derinden izleri kalacak bir kırılma olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır.
İkiyüzlü politika gerçek anlamda Türkiye’nin aşamadığı bir dış politika tercihidir. Bu yönelim, II. Dünya savaşından bu yana Araplara karşı açık düşmanlıktan, dar çıkarlara kadar her boyutu ihtiva etmektedir. “Komşularla sıfır sorun” diye tanıtılan, bu politika, gerçekte iç politikada yürüyen, takkiyeciliğin bir uzantısı olarak ikame edilmektedir.
Yeni Osmanlıcılık olarak özetlenebilecek bu politika, Komşularla eşit, adil bir paylaşım ve kazanım üzerine kurulmamıştır. Amaç komşuların pazarlarını ele geçirmek ve nüfus alanlarını genişletmektir. Böyle olunca, gerçek niyetler gizlenmiş ancak kırılma anlarında ikiyüzlülük saklanamamıştır: Libya konusunda takınılan tutum, Bahreyn konusunda ve son olarak komşumuz Suriye’nin sorunlarını aşma mücadelesi verirken gösterilen onursuz ve arkadan hançerleyen tutum bu politikanın iflasını da birlikte getirmiştir.
Komşu ülke Suriye, eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler hareketinin, ne siyasi bir program, ne de halkın çıkarları için bir talep öne sürmeden, kin ve intikam üzerine kurulu devleti ele geçirme çabaları, haklı nedenlerle başlayan halk talepleri üzerine oturarak silahlı çatışmalara, provakatif eylemlere yönelmiştir. Kitle desteği olmayan, demokratik muhalefeti derhal tasfiye eden, Camileri mekan, Cumana namazını da zaman açısından sığınılacak tek alan olarak gören, toplumun hiçbir katmanından olumlu cevap almayan bu kin ve nefret muhalefeti, akıl almaz yöntemlerle katlettiği insanların cesetleri üzerinde de kıyım yapmayı kendi biat kültürünün bir ikamesi olarak gündeme getirmiştir. Suriye’nin başkenti Şam ve ikinci Büyük kenti Halep (bu iki kenti Nüfusun %40nı oluşturur), duyarlı aydın gençliğinin mekanı Üniversitelerde ve en özgür olunabilecek yurt dışında hiçbir varlık olmayan, bu “muhalefet” türü, Diş güçlerin bir kuklası olarak ülkeyi 1980’lerin başında olduğu gibi bir kez daha kanlı bir arenaya çevirmeye başladı. Erdoğan tam bu süreçte, çirkin bir tarzda, alttan alta bu eli kanlı terör örgütlerine arka çıkmaya başladı. İkili oynamak Türkiye dış siyasetinin bir karakteri olduğunu, Erdoğan’ın bunu aşamadığı da onursuzca ortaya çıktı.
Bir taraftan Suriye’ye dostum kardeşim derken diğer taraftan eli kanlı Müslüman Kardeşler Hareketine 1 Nisan 2011’de basın açıklaması ve Suriye’de isyan çağrısı yaptırıyor, 26 Nisan 2011 tarihinde “Suriye İçin İstanbul Buluşması” yaptırarak, iç işlerine karışma ve muhalifleri yandaş olarak kazanma girişimleri yapıldı. 29 Nisan 2011’da ise, dış güçlerin eli boğazında olan, İsrail’le ilişkisi herkesçe bilinen, “insan hakları savunucusu” yaftalı Heysem Mennah adlı kişiye TRT Arapça TV’de bir saatlik program yaptırılıyor. Bütün bu çirkin tutumlar Suriye’ye karış yürütülen ikiyüzlü politikanın karanlık yüzüydü.
Bu çirkin politikanın son halkasında 10 Mayıs 2011’de Kanal 7’de yayınlanan “Başkent Kulisi Özel” Programda, Suriye’deki olayları değerlendirirken ''Bir yönetimin halkına kurşun sıkması asla doğru değildir. Çünkü karşınızda silahlı bir grup yok. Silahlı bir grup olsa o zaman tabi ki orada güvenlik gücü kendini savunacaktır, yapması gerekeni yapacaktır ama karşınızda halk var. Yani bir Halepçe, Hama, Humus bunları geçmişte yaşadık artık bunları yeniden yaşamak istemiyoruz'' diyerek devamla ''5 tane askerimizi, 7 tane polisimizi öldürdüler'' şeklinde gerekçeler söylediklerini ama sivil kayıpların 1000'i geçtiğine ilişkin bilgiler aldıklarını bildirdi.” Demesiyle, eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşlerin söylemlerini sarıldığı görüldü.
Öncelikle, Erdoğan yalan söylüyor. Halka ve devlete aynı anda provokasyon yaratmak üzere silah sıkanlar, yapılan itiraflarda da açıkça ortaya çıktığı gibi, ortaya çıkan silah depolarından da anlaşıldığı gibi, Arap gericiliği tarafından finanse edilen, Amerika ve İsrail’ce desteklenen Selefi Cihat ideolojisiyle Müslüman kardeşler Hareketi üyeleridir. Aylar önceden yapılan, hazırlıkların ortaya koyduğu terör eylemleridir.
Erdoğan Suriye olaylarını bilmiyor. Satılmış eli kanlı insanları, Halepçe’de hiçbir sorunlu duruşu olmayan Kürt halkıyla aynılaştırıyor. Saddam’ın Kürtlere karşı kanlı eylemlerinin açık destekçisi olan Erdoğan, bu benzetmeyle, Müslüman Kardeşleri aklamaya çalışıyor. Ama Suriye halkı bu aptalca benzetmeyi yutmayacak kadar siyasal bir halktır, olayları da çok yakından izleyip kararını açıkça ortaya koymuş bir halktır.
Erdoğan önce, ülkemizde son 25 yıl içinde 40 000 Kürt’ün nasıl katledildiğini, 17 000 faili meçhulün nasıl infaz edildiği üzerine kafa yorsun. Bunların ayıbını taşıyan bir devletin başbakanı olarak başkasına nasihat vereceğine dönsün kendini aklasın.
4 milyon Kürt’ün yerleşim birimlerinden nasıl göçe zorlandığını, dışkı yedirmek dahil topluca, çoluk çocuk demeden yapılan katliamları, sınır ötesi operasyonları, Amerika-İsrail gibi dış güçlerden destekle pilotsuz uçak, teknik yardım, İstihbarat destekleriyle, kendi vatandaşını, yağdırdığı bombalarla nasıl katlettiği düşünsün, ondan sonra nasihat vermeye kakışsın. Bu insanlık dışı katliamları Erdoğan başbakanlığındaki yönetim Kürt halkının demokratik hak talebine karşı yaparken, Suriye’de olan, emperyalist-Siyonist-Arap gericiliğinin el ele vererek, direnen bir gücü, halkıyla uyumlu bir yönetimi kaosa sürüklemek için kuklaların yaptığı terör eylemleridir.
Bu iki farklı durumu birbiriyle aynılaştırmak, kirli niyetten başka bir şeyle açıklanamaz. Suriye’de devlet, kuruluşundan (1946) bu yana halkına karşı bir eylemi olmamıştır; 1979-1982 döneminde Suriye’de Hama olayları dahil yaşananlar ise, açık ve net belgeleri ve kanıtlarıyla, itirafları ve araçlarıyla Amerika’nın, Saddam Hüseyin rejiminin, Suudi Arabistan ve İsrail’in el ele vererek yürüttüğü bir açık savaştı. Suriye bu savaşta halkını koruma sorumluluğunu, bölgede oynadığı direnişçi tutumunu ve dolaysıyla bütün bölge halkları adına dış müdahaleye karşı duruşu yerine getiriyordu. Bu gerçekleri bilmemek bölge hakkında hiçbir şey bilmemek demektir.
Buna karışı, Türkiye Cumhuriyetinin, Şeyh Sait ve Dersim gibi “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” kapsamında olan kıyımları dahil 19 kez Kürt halkını kanlı ve toplu kıyımlarla doğraması, 1939 Liva İskenderun-Antakya sancağı (Hatay) ilhakı ve bu sürecin içinde yer alan Ermeni katliamı ve sürgünleri, Varlık vergisiyle azınlıkları tasfiye (11 Kasım 1942- 15 Mart 1944), MİT eliyle, İstanbul’da organize edilen 6-7 Eylül 1955 azınlıkları kıyıma uğratıp tasfiye etme girişimleri, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbelerle siyasetten ekonomiye, toplumdan kültüre tüm insanı değerlerin kimyasını bozan vahşet, idam, kıyım ve yıkımlar, 15 Ağustos 1984 tarihinden bu güne kadar, kesintisiz süren Kürt halkına yönelik insanlık suçları kapsamandaki ölüm denklemeleri ve 40 000 Kürt’ün katli, Erdoğan’ın temsil ettiği ve eliyle sürdürdüğü bir kanlı bilançodur. Bunu unutarak, yapılacak bir karşılaştırma ya da yorum, yalnızca aptalların işi olur. Ya da ikiyüzlü, takkiyeci politikacıların işi olur. Bu da Erdoğan’ın ta kendisidir.
Erdoğan Suriye’yi tanımıyor. O, Suriye’nin, Amerika’ya karşı on yıllardır direnişinden habersiz. 40 yıldır, aralarında Beşşar Esad’ın da olduğu liderlerin, Amerikalı başkanlarla, Amerika’da görüşmeyi ret ettiklerinden habersiz. Buna karşı 40 yıl boyunca Amerika başkanlarını Suriye’nin başkenti Şam’a akın akın geldiğini bilmiyor. Ülkenin işgal edileceği tehdidi de dahil, en ağır ambargo ve ithamlara rağmen Suriye 40 yıldır boyun eğmeden direnişine devam ediyor. İsrail’le ikili barışı ret ediyor, adil ve tüm bölgeyi kapsayan bir barışta direniyor, Saddam’a karşı Kürt muhalefeti dahil tüm ilerici güçlere anavatan olan Suriye, ülkemizde 12 Eylül 1980 karanlık rejiminden kaçan tüm devrimci örgütlerin güvenli limanı olarak ev sahipliği yapmıştır. Irak işgaline karşı çıkmış, Irak direnmesinin destekçisi olmuştur 3 milyon Iraklının sığınmasını evlerini açmıştır, kendi vatandaşı gibi haklar tanımıştır. Tüm gerici Arap ülkeleri yüzlerine kapıları kapattığı bir kesitte, en güç koşullarda Amerika’ya meydan okuyarak Filistin direnme örgütlerine ev sahipliği yapmış çalışmalarını olanak vermiştir. İsrail’in Lübnan’a karşı her savaşında, göç dalgalarını kucaklamış, ekmeğini paylaşmış, Amerika’nın en büyük stratejisi olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) 12 Temmuz 2006 savaşıyla tarihe gömülmesini sağlamıştır; bu savaşta İsrail, Amerika-İngiliz-Fransız emperyalistlerin yeryüzünün en büyük lojistik desteklerine rağmen, ağır bir hezimete uğramıştır.
Erdoğan, Suriye’nin ne kadar ilkeli ve kararlı olduğunu bilmiyor. Şantajlara boyun eğmeyeceğini, merkezi rolüyle düşmanlarının bile saygısını kazanmış Suriye’nin Türkiye’nin hiçbir rolüne ihtiyacı olmadığını tahmin etmiyor. Türkiye’nin bölge siyasi gelişmelerinde rol oynamasının Suriye eliyle gerçekleştiğini bilmiyor olması düşünülemez, Ama o, bilmiyor görünerek, iç kamuoyuna karşı mesaj vermek istiyor. Oysa yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Kendini aldatmaktan başka bir anlama gelmeyen bu duruşu belinler çok iyi biliyor. Türkiye Suriye’nin kapıyı araladığı oranda bölgeye girmiştir ötesi değil. Türkiye tarihi boyunca yakalamak istediği bu fırsatı veren Suriye’dir. Ancak ikiyüzlü politikaların ahlaksızlığıyla, bu olanak burada ağır bir yara almıştır. Halkını düşünmeyen Erdoğan yönetimi bu iki halkın tarihsel buluşmasındaki erdemi kirletmiştir: Arkadan hançer vurma geleneğinin politikasıyla, sorunlarını aşma mücadelesi veren komşumuz Suriye’nin düşmanlarıyla birlik olunmuştur. Erdoğan’ın Müslüman kardeşleriyle yaptığı flört, göle maya atmak kadar hesapsız, sonuçsuz bir girişim olarak belirmiştir.
Erdoğan, bölgede kalıcı siyasetin yalnızca halkın çıkarlarını temel alan bir siyaset olduğunun farkında değiller. Kendi halklarına ikiyüzlüce davranmaya alışmışlar. Bunun her yerde aynıyla sürebileceğini sanıyorlar. Suriye bu gerçekleri gördü ve Türkiye’nin utanç verici dış politikasına karşı uyarsını yapmakta gecikmedi.
Türkiye’nin Şam Büyükelçiliği, Suriye Dışişleri Bakanlığınca, Erdoğan’ın Kanal 7’de yaptığı açıklamayı sorgulamak üzere çağrılması bu gelişmenin bir ifadesiydi (11 Mayıs 2011).
Erdoğan’ın çirkin ikiyüzlü çehresi artık açığa çıkmıştır. Bu dış politika, barış politikası, ortak kazanma, eşitlerin kardeşliğin komşuluğun politikası değildir.
Suriye bu çirkinliğe sert bir uyarı yapmıştır. Suriye’nin yönetim ve halkı bazında, ülkemiz halklarıyla kurduğu gönül bağı, tarih bağı, inanç ve kültür bağıyla kardeşçe ve samimice ortaya koyduğun ilişkiyi böylesine kirletmenin hesabı ise ayrı bir konudur:
Bu onursuz davranışların hesabı ise halkımıza aittir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder