HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

22 Mayıs 2011 Pazar

KAN ÜZERİNE SİYASET

Mihrac Ural
22 Mayıs 2011

Kan üzerinden siyaset insanlık algılarına ait değildir. “Savaş, politik ilişkilerin başka araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir.” diyor Clausewitz. Haklı. Burada bile savaş, kan üzerinden bir siyasi ilişki türü değildir.

Siyasetin, savaş dahil her türden ilişki biçimini bir kenara atarak kan üzerinden yürütülmesi, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi değildir. Böylesi bir algı, insanlık sınırlarını çiğnemektir; konusu ve üzerinde yükseldiği zemin siyasi bir sonuç elde etmek değil de katletmek. Kan akıtmak, kaos yaratmak, yaratıcı anarşi yapmak ise, bunun adı siyaset olamaz. Bu gün ülkemizde özgürlük ve demokrasi mücadelesini susturmak için tercih edilen yolun kan siyaseti olması, demokratik açılımı da hak ve özgürlükleri de alıp götürmesi bundandır. Bir tarafın diğerini yok etmek üzerine kurgulanmış algılar siyaset olamaz. Bu bir inkar politikasıdır, Osmanlının dediği “katli vacip” barbarlığıdır “Kürt sorunu benim için bitmiştir, geride Kürt kardeşlerimin sorunu kalmıştır” demek bunun ifadesidir.

İç politikadaki bu yönelim tümüyle kendini dış politikada da yansıtıyor. Yeni Osmanlıcılık yönelimi olarak formüle edilen, “Stratejik Derinlik” adı altında kapsamlıca açıklanan ve Resmi ağızlardan onlarca kez dile gelen, “ülkemizin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eş Başkanlığını üstlendiğini” ilanları bunu tanımlıyor. Bu ise, ülkemizin sırtına yıkılan kanlı siyasetin de resmi ifadesidir. Libya’ya karşı oynanan ikiyüzlü politikanın, Bahreyn’de ve son olarak Suriye’de de servis edilmesi, bu ülkelerde akmakta olan kanda kimlerin eli olduğunu da yeterince açığa vurmaktadır.
Farklılıklarıyla zengin bir mozaik olan ülkemize dayatılan bu haksız ve onursuz tutum ahlaki açıdan da insanlık dışıdır. İşimizi, aşımızı kardeşlik adına paylaştığımız komşularımızı arkadan bu yollarla hançerlemenin sonucu, halkımızın sırtına yıkılacak tarihi düşmanlıkların vebalini kimse kaldıramaz. Onurlu hiç bir halk bunu kabul edemez.

Halkımız bu kan deryasını asla siyaset olarak benimsemeyecek ve buna yeltenen eli kanlı siyasetçileri hesapsız bırakmayacaktır.



***

Kan üzerine siyaset, politikanın insanlık dışı araçlara yürütülmesidir. Zorba yönetimlerin halka karşı baskı uygulamasının en kestirme yolu da budur. Bu yol tüm komploların temel üslubudur.

Kan üzerine siyaset yapanlar, kim adına ve ne adına konuşursa konuşsunlar halkın düşmanıdırlar. Bu ister iktidarların politikası, ister halk adına yapıldığı iddiasında olsun, kan üzerinden siyaset yapmak güçsüzlerin abesle iştigalidir.
İki örnek üzerinden kan üzerinden siyaseti irdelemeye çalışacağız. Biri ülkemiz gerçeğinde diğeri komşumuz gerçeğinde kan üzerinden siyasetinin hangi kulvarda olduğunu yakalamaya çalışacağız.

Kan üzerinden siyaset, iktidarların vazgeçemediği bir yöntemdir. Halkı hükümranlık altında tutmanın bir yolu olarak görülen bu yönelim aynı zamanda bir akıl, bir algı türü olarak kuşaklar boyu mirasyedilere de sahiptir.

Hiçbir siyasi eğilimin gökyüzünden birden bire inmediğini göz önüne alarak denilebilir ki, bu tür siyasetlerin nesnel zeminleri vardır ve bunun üzerinde yükselir. Sonuçta da bu kısır döngü kendi kendini üreterek bu güne gelir. Öyle ki yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olmasıyla da kanıksanır, bilinçsizce ardından sürüklenmelerle her kesin çok doğal olarak gördüğü bir süreç olarak algılanmaya başlar.

Ülkemiz açısından iktidarların kan politikalarını anlamak için dayanılan nesnel zemini kısaca belirlemek gerekirse şunu karşımızda görürüz. Anadolu’nun istilasıyla kendi coğrafyalarında siyasal egemenliğini kaybeden milletler, fatihlerin kılıç hakkı gereği hükmü altına girmiş oldular. Hakim olanlar ise gasp ettikleri toprakları yönetirken, ne kadar adil olursa olsunlar sonuçta hakları olmayan, zorla elde edilmiş bir egemenliği sürdürmekle yüz yüze kalmış oldular. Gasp edilen toprakları elde tutma ve bu alanlardan yeni gasp alanlarına yönelme, daimi bir yaşam düzeni haline gelince de, hakim oldukları topraklarda emek sarf etmek yerine, toprakları işleyip, üretip yaşama katkı yapmak yerine, yerli halkı vergilere bağlayıp, olası her türden tepkiyi kanlı bir şekilde bastırdılar.

Başkalarının yaşama, ziraata ilk kez açıp anavatan haline getirdikleri bakir toprakları yaşam için tekrarla işlemek yerine, yerli milletlerin ürettiklerini talanla ele geçirerek süren bu egemenlik, sonuçta kendini tekrar eden kan politikasının da nedeni olarak karşımıza çıkar. Başka toprakları zorla elde eden tüm imparatorlukların durumu budur. Osmanlı için Atatürk’ün sözünü ettiği meşhur tanımlama da tas tamam buna işaret eder. “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin arkasından serserilik etmiş, ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s; 154).

Osmanlıyı böyle tanımlayıp, Cumhuriyeti farklı bir planla kurdukları iddiasında olanlar, acaba bunu başarabildiler mi? Hayır.

Misak-ı Milli denilen sınırlarda, “Yurtta sulh cihanda sulh” diyerek, kendi üreten, topraklarını işleyen ve kendine yeterli olan ve bu anlamıyla farklı planda kurulduğu iddia edilen Cumhuriyet, Osmanlının birçok açıdan bir devamı olduğu gibi konumuzla ilgili başkalarının toprakları üzerinde zorla hüküm sürdüren yanıyla da aynıydı. Cumhuriyet, tek ulus projesiyle çok uluslu bir coğrafya üzerinde belli bir etnik kimliğin hükmünü sürdürme yönelimini Osmanlıdan devraldığı gibi sürdürmeye devam etti. Bu devam aynı zamanda kan üzerinden politikanın da bir devamıydı.

Osmanlının fethedilmiş toprakları, bitip tükenmez biçimde tekrar eden yeniden iç fetihlerle elde tutabilmesi, bu politikanın nasıl bir gerçek olduğunu anlatmaya yeterlidir. Anadolu’nun tanık olduğu kanlı iç savaşlar bunun ifadesiydi. Osmanlı’dan Cumhuriyete miras olarak kalan bu sistem, bu gün Kürt halkı üzerinde yürütülen kanlı politikalarla kendini ifade etmektedir. Osmanlıdan Cumhuriyete 39 Kürt halk ayaklanmasına karşı ortaya konan kanlı kıyım, tüyleri ürperten bir jenosit gibidir. Bu süreçleri ayrıntılarıyla anlatan, Osmanlı ordularında hizmet yapan Alman Moltke gibi yabancı subayların verdiği bilgiler, Osmanlıda Kürtlerin, acımasızca, bitip tükenmeyen kanlı kıyımlara uğradığını gösteriyor. Bunların tanığı olarak (1836- 39 yılları arası) Moltke’nin, Silvan’a girişinde dile getirdikleri, bu gün için de çok büyük önem taşıyor; “Kürtlere az zaman önce büyük zorlukla baş eğdiren tahrip savaşının taze izleri görülüyor. Bu istila binlerce -yalnız silahlıların değil- acizlerin, kadın ve çocuğun hayatına mal olmuş, binlerce köyü tahrip etmiş ve uzun yılların emek ürünlerine yok etmiştir. Kürtlerin bağımsızlıklarının yerini daha iyi bir idare almayacak olursa bu seferki hakimiyetin de evvelce bir çok defa olduğu gibi, geçici olduğunu düşünmek insanı üzüyor.” (Moltke, “Türkiye Mektupları” s; 200. Remzi kitapevi)

Moltke yanılmadı. Osmanlının yıkılmasına ve Cumhuriyetin kurulmasına rağmen her şey aynıyla devam etti. Kan üzerinden siyaset, bu toprakların üzerinde hüküm sürmenin karanlık bir kaderi gibiydi. Bu kader sadece Kürtler için değil, tüm milletler için ve özellikle Türkler için de aynıydı. Bu gerçeği İlber Ortaylı şöyle özetliyor; “Türklerin 18.-19.Yüzyıla kadar devlet idaresine sınırlı ölçüde katıldığı, Türk adının kaba-köylü anlamına kullanıldığı biliniyor. Osmanlı yazarları, Türk unsurunun idareye karıştırılmaması gerektiğini ısrarla belirtirler. Türk adı seçkin Osmanlı grupları kadar, bazen İstanbul halkı arasında bile hakaret olarak kullanılırdı. (Karagöz perdesindeki en sevimsiz tip olan Baba Himmet’e ‘Türk’ denirdi” ( İlber Ortaylı, “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” Hil Yayınları s:42)

Cumhuriyet’te de 19 Kürt halk ayaklanması ve sonuçları Osmanlıyı aratmayacak bir şekilde ortaya çıktı. Yüz binler katledildi. Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim, ve aradaki katliamlar, buna jenosit demek yanlış değildir. 1984 Eruh-Şemdilli olaylarından 22 Haziran 2010 tarihli Halkalı olayına kadar, resmi kaynaklara yansıyan bilanço şudur: 6.653 güvenlik görevlisi, 5.687 vatandaş, 41.828 Kürt özgürlük savaşçısı, 21.615 yaralı, 300 milyar dolar da maliyet (http://www.gazeteci.tv/26-yillik-teror-bilancosu-hangi-yil-ne-kadar-terorist-oldu-ne-kadar-sehit-verdik-80725h.htm). Bu rakamların güvenlik güçleriyle ilgili olanı tam olarak tespit edilmiş olsa da Kürtlerle ilgili olanının çok daha fazla olduğunu kestirmek zor değildir. Buna son bir yılın bilançosunu ve 17 bin faili meçhulü de eklediğimizde rakamların dehşet boyutunu görmek zor değildir. Bu ise, 65.000’e yakın Kürt’ün katledildiği resmi rakamlarca da onaylanmış demektir.

BOP EŞBAŞKANLĞI ve KAN ÜZERİNDEN SİYASETİ

Bu veriler, Cumhuriyetin Osmanlıdan hiçte farklı olmadığını gösteriyor. Cumhuriyetteki Osmanlı tanımlamamız bu açıdan gerçeklerle tam bir örtüşme halindedir. Farklılaşmaya başladığını gösteriyor. O da, artık dışta bir kıyım harekatına girişme gücünde olmaması nedeniyle yalnızca içte ölüm ve kıyıma yönelmiştir; Hatay ve Kıbrıs olayları ise, Osmanlılığın dışa yönelik işgal ve ilhakçı çabalarının genetik olarak sürdüğünü gösteren örnekler olmuştur. Musul heveslerini “sınır ötesi operasyon” icraatlarının içinde bir unsur olarak ele almadıklarını iddia etmek çok safça olur. Buna, son olarak Suriye ilişkilerinde, “kargo” diyebileceğimiz Suriyeli Türkmen ve MİT uzantısı serserilerin göç dalgası olarak ülkeye taşınması, gösterilen misafirperverlik, hızla Türkçe öğretime başlanması ve gizli dosyalarda kurgulanmış Suriye toprakları içinde oluşturulacak nüfus alanları için bir kılavuz güç olarak istihdamlarını da eklemek gerek (Suriye aydınları arasında bu konunun oldukça yaygın bir alanda konuşulduğunu da ifade edeyim).

Bu tabloda kan üzerinden siyaset en dinamik veridir. Devlet Osmanlıdan bu yana bu siyaseti yürüttü Katlettikçe katletti; kendisinin döktüğü kanı yine kanla temizlemeye çalıştı. Sorunları güvenlik önlemleriyle çözmenin akıl algılarını tutsak ettiği bu topraklarda, 15 Mayıs 2011 tarihi itibariyle tanık olduğumuz, sınır içi ve ötesi operasyonlarla 20’yi aşkın Kürt özgürlük savaşçısının özel ve özgün bir çabayla katledilmesinin seçim çalışmaları ortamında bile vazgeçilmeyen bir siyasi tercih olduğunu göstermektedir. Bu noktada, komşu ülkelerde gelişen olayları gerçek boyutlarıyla ele almadan, kendi handikabına bakmadan nasihat verme cüreti göstermek, olsa olsa komşu ülke üzerine organize edilen kirli ve karanlık amaçların bir tarafı olmaktır. Nitekim tüm gelişmeler ve veriler bunu yansıtıyor.

Erdoğan bu karanlık niyetlerini ve tamamıyla kan üzerine siyaset anlamına gelen girişimlerdeki rolünü kendi dilinden onlarca kez tekrarla dile getirmiştir. Burada birkaç aktarmayla yetineceğim, onlarcası ise altta vereceğimi linkte yer almaktadır;

“ÇIRAĞAN SARAYI / ABD-TESEV-ALMAN MARSHALL FONU TOPLANTISI
(25 Haziran 2004)
"Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceği… EŞBAŞKANI OLDUĞUMUZ GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ …"

“DAVOS / KLAUS SCHWAB'LA SÖYLEŞİ
(28 Ocak 2005)
"Türkiye işlevini BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ içinde, bu bölgede etkin bir şekilde yerine getirecektir. Her görüşmede, attığımız her adımda bunun UYGULAMASINI YAPIYORUZ".

“ESENBOĞA HAVALİMANI / LÜBNAN'A HAREKETİNDEN ÖNCE
(15 Haziran 2005)
"GENİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA İNİSİYATİFİ çerçevesi içerisinde Türkiye EŞBAŞKANLIK olarak paylaştığı bir GÖREVİ YÜRÜTECEK".

“TBMM / AKP GRUBU
(29 Kasım 2005)
"…Onun için BİZ ŞU ANDA GENİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ İÇERİSİNDE EŞBAŞKANLIK GÖREVİNİ ÜSTLENMİŞİZ".

“TBMM / AKP GRUBU
(21 Şubat 2006)

"…GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA İNİSİYATİFİ'NDEKİ rolümüz, EŞBAŞKANLIK GÖREVİMİZ bize özellikle Ortadoğu'da önemli görevler yüklemektedir. Bugüne kadar başlattığımız bütün dış politika hamleleri, bu parametre üzerine kurulmuştur. Az önce bir kaçını hatırlattığım bu girişimler, aynı dış politikanın, aynı vizyonun tutarlı ve tamamlayıcı parçalarıdır".

YENİ ŞAFAK / G-8 ZİRVESİ'NE GİDERKEN RÖPORTAJ
(13 Mayıs 2006)
"Bölgemizdeki gelişmeler karşısında Türkiye olarak üzerimize büyük Görev düşüyor. Bunun için de ABD'ye bir ziyaret planlıyorum… TÜRKİYE, GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ EŞBAŞKANI OLDUĞU İÇİN BUNU ABD'YLE KONUŞMAMIZ GEREKİYOR".

ALMAN "SÜDDEUTSCHE ZEITUNG" GAZETESİ / MAKALESİ
(7 Şubat 2008)
"Bu sebeple TÜRKİYE, G-8 ülkelerinin de desteklediği GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ İÇİNDE İNİSİYATİF ALMAKTADIR".

(http://www.ulusalkanal.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=16629:tayyipin-qbop-ebakanymq-itiraflar&catid=84:vdeo )

Bu tabloya baktığımızda, Türkiye’nin nerelere sürüklenmek istendiğini anlamak güç değildir. Şu saate kadar nerede nasıl bir rol oynadığını bilmiyoruz ancak bunu kestirmek de zor değildir. Açıklamaların tarihleri bile başlı başına anlamlıdır. Bu kesit, Amerikan’ın bölgemizde Büyük Ortadoğu Projesini ikame edebileceğini sandığı bir kesittir. Afganistan işgali (7 Ekim 2001), Irak işgali (20 Mart 2003), Lübnan Başbakanı Refik el Hariri Suikastı (14 Şubat 2005) ve İsrail’in, emperyalistler adına bölgedeki son hamlesi olan ve Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nin “artık BOP zamanı gelmiştir herkes kendini bunu göre dizayn etmelidir” dediği 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşı ve ardından gelen Gazze savaşı (27 aralık 2008-18 Ocak 2009) kesitidir.

Bu sürecin Amerika-İsrail ve Arap gericiliği için bir hezimet dönemi olmasıyla kesintiye uğrayan süreç, 2010 yılıyla birlikte yeniden düzenlenerek sahneye konması için kolları sıvandı. Bu ikinci yeniden sahnelenişte ise Tunus ve Mısır devrimlerinin önünün kesmek, Libya’da yaşananları organize etmek, BOP’un Türkiye ve İtalyan’dan sonra üçüncü “eş başkan” olduğu söylenen Yemen diktatörlüğünü korumak ve en önemlisi direnen tek ülke olan Suriye’ye diz çökertmek için çabalar ortaya serilmeye başlandı. Birleşmiş Milletler dahil tüm batının ve gerici Arap ülkelerinin akıl almaz çifte standartlarla ortaya koyduğu tutum burada anlam kazanmaktadır. Bunun yaşanan son halkasında, Libya’nın başına gelenleri algılamak her şeyin daha net anlaşılması için yeterlidir. İkiyüzlü politika, gerçekte kanlı girişim politikası olarak kendini ifşa etmiştir.

Libya halkının kanlı bir kaos içine düşüşü, Türkiye’nin BOP eş başkanı olarak ortaya koyduğu rolü izah eder. Bu da ikiyüzlü dış politikanın gerçekte bir kan politikası olduğunu gösterir.

Tam bu noktada, Suriye olaylarına manidar hale gelmektedir.

“STARTEJİK DERİNLİK” ve SURİYE’DE KAN SİYASETİ

Yeni Osmanlıcılık, Türkiye dış siyasetini belirleyen Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında kapsamlı olarak dile gelmiştir. Davutoğlu, dünya ve bölge çözümlemelerinin tümünü tek ve ortak bir noktaya yönlendirir. Türkiye, bu karmaşık ortamdan nasıl karlı çıkar, stratejisi ve taktikleri ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını ise, yanlış olan “statik bir tavır benimsemek” ya da “Kendini uluslar arası dinamiğin akışına kaptırmak” yerine, doğru olan “Üçüncüsü ise kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girebilmektir. Bu tercih her iki dinamizmin kaynaklarını da, mekanizmasını da, akış seyrini de resmedebilen bir yaklaşımın ürünü olabilir” ( Ahmet Davutoğlu. “Stratejik Derinlik” s: 10 Küre yayınları 46. Basım)

Bu yaklaşımın açılımını 584 sayfalık kitapta uzun uzun yaparken, Roma’nın mirasına konmak isteyen Bizans’ın ünlü stratejisti Belisarius’un kurduğu Doğu Akdeniz hakimiyetine dikkat çekerek, Osmanlı’nın dünya hakimiyetini “Ege, Akdeniz ve Kara deniz üzerinde kurduğu hakimiyet ile Kızıl Deniz, Hint Okyanusu ve Hazar gibi çevre denizlere açılabilecek boyutta deniz gücüne ulaşması gelmektedir” (Age. S:151) diye açıklar. Bu denizler ve kara bağlantıları ve üzerindeki su yolları üzerindeki denetimin, engin kara egemenliği olarak tecelli ettiğini belirtir. (Age. s: 152)
Buna Kıbrıs algısını da şöyle yerleştirir; “Kıbrıs’ı ihmal eden bir ülkenin küresel ve belgesel politikalarda etkin olabilmesi mümkün değildir… Doğu ucuyla Ortadoğu’ya yönelmiş bir ok gibi duran Kıbrıs adası, Batı sırtıyla da Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kuzey Afrika’daki stratejik dengelerin temel taşı durumundadır” (Age. s: 176)

Bu aktarımlar bize çok açık bir biçimde ülkemiz, Erdoğan’ın dile getirdiği Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) bir unsuru olduğunu göstermeye yeterlidir. Yani, ülkemiz BOP sürecine, bilinçli planlı bir politikayla sokulmuştur. Bunun mimarı da Ahmet Davutoğlu’dur; “kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girebilmektir.” (Age. s: 10). Bu ise, ortaya konan verilere bakınca açık bir yeni Osmanlıcılık olarak karşımıza çıkar. Sonuçta ise Kuzey Afrika’da özellikle Libya’daki kanlı kardeş kavgasının arka planlarını gösterir. Bu da Libya konusunda ülkemizin yaşadığı ikiyüzlü siyaseti izah etmeye yeterlidir. Bu siyaset ise resmen ve komplo dahil bin bir araçla yürütülen insanlık dışı bir kan siyasetidir.

Bu siyaset, Komşumuz Suriye’de tehlikeli oyunlar oynadığı artık açık hale gelmiştir. Suriye halkının haklı taleplerini kullanarak, bir yanıyla Suriye yönetimini oyalarken diğer yanıyla eli kanlı Müslüman Kardeşler örgütüyle flört etmesi karanlık niyetlerin, istismarcı duruşu olarak belirmiştir. Bu daha da çirkin bir iç işlerine müdahale biçimini almaya başlamıştır. Önceki yazılarımda bu konuları ayrıntılarıyla bir görgü tanığı olarak aktarmaya çalıştım. Bu makalede, Suriye’de kan üzerinden siyaset ve Türk bayrağının yeni Osmanlının simgesi olarak Suriye olaylarında aldığı yer itibariyle halklarımızın sırtına yıkacağı ağır sorumluluğa değinmekle yetineceğim.


SURİYE VE KAN ÜZERİNDEN SİYASET

Bu veriler üzerine, Suriye’deki gelişmeleri benim gibi taraflı birinin değil de en tarafsız gözlemcilerin verileriyle ortaya koyduğumuzda görülen gerçek, eli kanlı siyasetin, komplo dahil, bin bir biçimde ikamesinden başka bir şey değildir.

İddiayla dile getiriyorum, bu amaçla, tarihin en kapsamlı medya yalanları özel bir ekip ve dünyanın en güçlü medya kuruluşları eliyle servis edildi. Bu süreçte öylesine tekrar, yalan, abartma, foto-shop oyunları, sahte ve hiçbir zaman Suriye’de olmayan görgü tanıkları, kimsenin tanımadığı insan hakları savunucuları adı altında yalancı şahitler oluşturuldu. Bunlar, belgeleri ve kanıtlarıyla da belirlendi. Bu gerçeği uluslar arası medya kuruluşlarından istifa eden dünyanın ünlü medya program sunucuları da açıkça dile getirdi.

Buna, yakalanan akıl almaz miktarda depolar dolusu silahlar, itirafçıların silahlı eylemler için nasıl hazırlandıklarına dair itirafları ve dış bağlantılarla bölgede ikame edilmek istenen stratejileri (İslami Prenslikler) tek tek ortaya çıkmıştır. Bu amaçla yapılan eylemlerin, bir kıyım ve yıkım eylemi olarak sivillere ve resmi güvenlik güçlerine yönelmesiyle tek amacın ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemek olduğu belli olmuştur. Bu kaos, yönetimin gecikmiş reformlarını gerekçe göstererek, yapılan üç dakikalık protestoları videolara çekip sürekli bir anarşi görüntüsü yaratmak için binlerce kez tekrarla yayınlanması ve sonuçta yönetimin kararlıca uygulama çabasında olduğu reformların önünü kesmeyi amaçlamıştır.

Suriye, soğuk savaş döneminin verileriyle kurgulanmış sistemini büyük ölçekte yeniden dizayn etme yükümlülüğü altındadır. Halkını temsil etme kararlılığı, bunu bir yükümlülük olarak yönetimin sırtına tevdi eder. Bu gerçekleri deklare eden Suriye yönetimi halkı için daha çok özgürlük ve demokrasi ikamesi için reform paketi ilan etmiş bunu uygulamak için çaba serf ettiği bilinmektedir. Bu çabalar, kan siyaseti güden karanlık odakları rahatsız etmektedir. Bunun için Suriye yönetiminin reform girişimlerinin önü kesilmek istenmektedir. Bu amaçla sokakların kanla örtülmesi için provokasyonlar yapılmaktadır. Kriz idaresinde yeni yeni tecrübe kazanan Suriye yönetiminin kimi yerde aşırı güç kullanmasının yarattığı sorunlar, bu sürecin sarmalı içinde birbirinin sonucu olan sorunlara yol açtığı da açıktır.

Her şeye rağmen demokratikleşme reformları ertelenmemelidir. Bu halkın hakkıdır. Bu kapsamda Suriye Kürt halkının hakları önemli bir kıstastır, Suriye’nin en büyük handikabı da budur. Bunun yanında genel demokratikleşme yönünde, tek parti egemenliğinin sona erdirilmesi, yeni partiler, seçim ve basın yayın yasası sakince, ama kararlıca ikame edilmelidir. Haklı halk talepleri hiçbir iç sorun gerekçe gösterilmeden yerine getirilmesi gerekenlidir. Suriye’de yönetimin de dile getirdiği bu olmuştur. Anti-emperyalist, ant-siyonist tutumlarıyla, bölgenin istisnasız tüm devrimci, demokrat, ilerici komünist ve aydınlarının desteklediği direnen Suriye’nin sorunlarını barışçıl biçimde atlatması beklenmektedir. İşte yönetimin reformları yerine getirmede gösterdiği kararlı duruş, beklenmeyen bir gelişmeydi. Halkına düşman olan yönetimlerin deneyinin tekrar edileceği sanıldı. Yönetim reformlara sarılmadan baskı ve şiddetle halkı sindireceği sanıldı. Bu nedenle oyunlar bozuldu. Bu yüzden erken biçimde silaha sarıldılar, İslam Prensliği diye kimi bölgelerde üs kurara Libya olayının tekrar edilmesi için çalıştılar. Bu taktikleri tutmayınca, sokakların sürekli gergin kalması, kaosun ve dış baskıların artması için, kamu mülkiyetine zarar verecek eylemlere yöneldiler. Sokakların kanlı hale gelmesi için yönetimi provokasyonlarla kışkırtmaktan da geri kalmadılar. Kan siyaseti burada tüm çıplaklığıyla komplonun en belirgin unsuru olarak kendini ifade etti.

Oysa gösteri ve yürüyüş kanunu çıkmış, isteyen istediği zaman barışçıl gösteri yapabilirdi. Ancak amaç bu olmayınca, hiçbir siyasi talep olmadan, soyut bir “hürriyet” bağrışı altında tahrip, yıkım ve yakma eylemlerin Cami ve Cuma namazının kitlesinden medet uman örtülerle yapmaya çalışmaktadırlar.

Bunun için, Suriye’de eski-yeni eli kanlı tüm terör örgütlerine dıştan aldıkları maddi ve teknik yardımlarla görev ifa etmeye başladılar. Ülke yönetimini daha çok kanlı olaylara çekmek için her türden provokasyon yapılmaya başlandı. Ölüm siyaseti, kan siyaseti ısrarla oturtulmaya çalışıldı. Ölenlerin cenazeleri, yeni ölümler üretti. Bu amaçla kışkırtmalar ve meydan okumalar uluslar arası medyanın pohpohlamalarıyla bitip tükenmez biçimde yeniden üretilmeye çalışıldı. İki Cuma arasında hiçbir varlık gösteremeyenlerin, nefeslerini bir haftacık uzatmak için akıl almaz çılgınlıklar yapıldı; çılgınca tekrarlarla yalan, abartma ve kurgu yayınları sürdürdü. Yüzlercesi belgeli hale gelen bu komedinin son halkasında, İşkencede öldürüldü diye ilan edilen Banyaslı Ahmet Biyassi, bu satırların yazıldığı dakikalarda SYR TV’de yapılan yalan yayınları lanetliyordu.

Kan siyasetinin ikamesi için “Yaratıcı Anarşi” yöntemleri kesilmeden dayatılıp durdu. Ancak Suriye halkı yönetimin arkasında durmaya devam etti. İstenilen hedefe varamayan, devletin hiçbir şekilde dağılmasını sağlayamayan, ne kurum ne şahıs bazında bir başarı sağlayamayan bu eli kanlı güçler, erken silaha sarılmanın yarattığı handikapı aşmak için, bu kez devleti daha çok insan öldürür hale sokmak amacıyla, serbest olmasına rağmen izinli protesto yapmak yerine yıkıp dökmeyi esas alan protestolara daha çok kan için taktik yapmaya başladılar. İçinde 200’ü güvenlik güçlerinden olmak üzere taraftar ve karşıt 800 kişinin ölümü, güvenlik görevlisi 2.600, 3.000‘de sivil yaralı gündeme geldi.

Bu rakamlar, hala ve ısrarla Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın “silah kullanmayanlara karşı silahla cevap verilmeyecek” talimatının koruduğu rakamlardır. Suriye, komplonun detaylarını bilen ve uzun tarihi deneyleriyle bunu görebilen bir ülke olarak, bu provokasyonların arkasından nelerin gelebileceğini de yeterince açık bilmektedir. Suriye halkı, bin bir araçla yetkililere ulaşmak ve bu eli kanlı güçlere karşı savaş meydanlarına inme talebi istemektedir. Devlet bunun önünün kesmekte ve bir iç savaşı asla istememektedir; dış güçlerin komplo planlarının bu yönde bir beklenti içinde olduğu kanaatindedir.


TÜRK BAYRAĞI


Önce Deraa’da hiç anlam verilmeyecek biçimde Türkçe pankartlar çıktı. Üstelik “Ç” harfini alt kertiğiyle veren pankartlar, “Suriye’de gençlerin katledilmesine müsaade etmeyiniz” diyordu. Bu satırların yazarı bu görüntülerin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışırken, bu kez Banyas ilçesindeki gösterilerde Erdoğan’a yapılan yardım çağrıları eşliğinde Türk bayrağı görülmeye başladı. Banyas ve çevresindeki olayların Lübnan kaynaklı olduğunu dile getiren itirafçılar, Bölgenin yeminli gericileri Hariri ve çevresinin Türkiye bağlantıları, bölge devrimci demokrat aydınlarının bilgi havuzlarını bir kez daha harmanlamaya yöneltti. Bulguları, Türkiye’nin ikiyüzlü politikalarının yeniden keşfiydi. Türkiye’nin Libya ve Bahreyn tutumları da göz önünün getirilince her şey yerli yerine oturmuştu.

Türk bayrağı bu kez daha yoğun olarak Humus olaylarında belirdi. Bu kez kimse şaşırmadı. Çirkin suratlar açığa çıkmıştı. Bu, tarihte her kırılmanın simgelerinden biriydi. Buradan dönüp bakınca yorumlanması gerekenler olacaktı.

Türkiye’nin ay yıldızlı bayrağını hiçbir ahlaki kaygı duymadan, pervasızlığın ve komşuyu arkadan hançerlemenin bir ifadesi olarak protestolarda dalgalandıranlar, Türk ulusuna en büyük hakareti yapmaktadırlar.

Bu bayrak bir ulusu temsil ediyorsa bu oyunların içinde olmaması gereklidir. Suriye halkı, yarın bu bayrağı yakmaya, ayaklar altında çiğnemeye başlayınca kimse bir söz söyleme hakkına sahip olamaz. Ancak bilinen o ki, “Göç Dalgası” adı altında ne oldukları belirsiz birkaç aileyi “kargo” yapıp Türkiye’ye taşıyanlarla, BOP Eşbaşkanları olarak protestolarda Türk bayrağını sokuşturanların da kendileridir.

Kendini BOP Eşbaşkanı sananların, aynı sürece ülkesinin sokulacağından da haberi bulunmamaktadır. O gün gelip çatınca, komşumuz çok daha zinde olarak Türkiye’ye nasıl karşılık verme hakkına sahip olduğunu düşünmek yeterlidir. Tam bu noktada 100 yıla yakın bir zaman önce “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyen politikanın ne kadar anlamlı olduğunu, kendini uluslararası komplonun bir parçası olmak için can atanlara hatırlatılır.

Onurlu ve barışçıl bir iç politika tüm iktidarlar için halkın taleplerini yerine getirme politikasıdır. Bu da daha çok özgürlük ve demokrasidir. Ortak bölen bulmak, eşitler olarak paylaşabilme ve sorunları diyalogla aşabilme siyasetidir. Bu mihverde bir iç politikayı sağlam biçimde oluşturulmadan dış politikada ikircimliğe düşmeyi önlemenin mümkünü olamaz. İktidarların da halkında bu gerçeği görerek sorumluluklarını bilince çıkarması ve gereğini yapması gereklidir.

Bu satırların yazarı açısından sonuçta söylenmesi gereken bir şey varsa, o da şudur; kan üzerinden siyaset er ya da geç sahibini vurur.

Hiç yorum yok: