22 Mayıs 2011 Pazar
KAN ÜZERİNE SİYASET
Mihrac Ural
22 Mayıs 2011
Kan üzerinden siyaset insanlık algılarına ait değildir. “Savaş, politik ilişkilerin başka araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir.” diyor Clausewitz. Haklı. Burada bile savaş, kan üzerinden bir siyasi ilişki türü değildir.
Siyasetin, savaş dahil her türden ilişki biçimini bir kenara atarak kan üzerinden yürütülmesi, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi değildir. Böylesi bir algı, insanlık sınırlarını çiğnemektir; konusu ve üzerinde yükseldiği zemin siyasi bir sonuç elde etmek değil de katletmek. Kan akıtmak, kaos yaratmak, yaratıcı anarşi yapmak ise, bunun adı siyaset olamaz. Bu gün ülkemizde özgürlük ve demokrasi mücadelesini susturmak için tercih edilen yolun kan siyaseti olması, demokratik açılımı da hak ve özgürlükleri de alıp götürmesi bundandır. Bir tarafın diğerini yok etmek üzerine kurgulanmış algılar siyaset olamaz. Bu bir inkar politikasıdır, Osmanlının dediği “katli vacip” barbarlığıdır “Kürt sorunu benim için bitmiştir, geride Kürt kardeşlerimin sorunu kalmıştır” demek bunun ifadesidir.
İç politikadaki bu yönelim tümüyle kendini dış politikada da yansıtıyor. Yeni Osmanlıcılık yönelimi olarak formüle edilen, “Stratejik Derinlik” adı altında kapsamlıca açıklanan ve Resmi ağızlardan onlarca kez dile gelen, “ülkemizin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eş Başkanlığını üstlendiğini” ilanları bunu tanımlıyor. Bu ise, ülkemizin sırtına yıkılan kanlı siyasetin de resmi ifadesidir. Libya’ya karşı oynanan ikiyüzlü politikanın, Bahreyn’de ve son olarak Suriye’de de servis edilmesi, bu ülkelerde akmakta olan kanda kimlerin eli olduğunu da yeterince açığa vurmaktadır.
Farklılıklarıyla zengin bir mozaik olan ülkemize dayatılan bu haksız ve onursuz tutum ahlaki açıdan da insanlık dışıdır. İşimizi, aşımızı kardeşlik adına paylaştığımız komşularımızı arkadan bu yollarla hançerlemenin sonucu, halkımızın sırtına yıkılacak tarihi düşmanlıkların vebalini kimse kaldıramaz. Onurlu hiç bir halk bunu kabul edemez.
Halkımız bu kan deryasını asla siyaset olarak benimsemeyecek ve buna yeltenen eli kanlı siyasetçileri hesapsız bırakmayacaktır.
***
Kan üzerine siyaset, politikanın insanlık dışı araçlara yürütülmesidir. Zorba yönetimlerin halka karşı baskı uygulamasının en kestirme yolu da budur. Bu yol tüm komploların temel üslubudur.
Kan üzerine siyaset yapanlar, kim adına ve ne adına konuşursa konuşsunlar halkın düşmanıdırlar. Bu ister iktidarların politikası, ister halk adına yapıldığı iddiasında olsun, kan üzerinden siyaset yapmak güçsüzlerin abesle iştigalidir.
İki örnek üzerinden kan üzerinden siyaseti irdelemeye çalışacağız. Biri ülkemiz gerçeğinde diğeri komşumuz gerçeğinde kan üzerinden siyasetinin hangi kulvarda olduğunu yakalamaya çalışacağız.
Kan üzerinden siyaset, iktidarların vazgeçemediği bir yöntemdir. Halkı hükümranlık altında tutmanın bir yolu olarak görülen bu yönelim aynı zamanda bir akıl, bir algı türü olarak kuşaklar boyu mirasyedilere de sahiptir.
Hiçbir siyasi eğilimin gökyüzünden birden bire inmediğini göz önüne alarak denilebilir ki, bu tür siyasetlerin nesnel zeminleri vardır ve bunun üzerinde yükselir. Sonuçta da bu kısır döngü kendi kendini üreterek bu güne gelir. Öyle ki yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olmasıyla da kanıksanır, bilinçsizce ardından sürüklenmelerle her kesin çok doğal olarak gördüğü bir süreç olarak algılanmaya başlar.
Ülkemiz açısından iktidarların kan politikalarını anlamak için dayanılan nesnel zemini kısaca belirlemek gerekirse şunu karşımızda görürüz. Anadolu’nun istilasıyla kendi coğrafyalarında siyasal egemenliğini kaybeden milletler, fatihlerin kılıç hakkı gereği hükmü altına girmiş oldular. Hakim olanlar ise gasp ettikleri toprakları yönetirken, ne kadar adil olursa olsunlar sonuçta hakları olmayan, zorla elde edilmiş bir egemenliği sürdürmekle yüz yüze kalmış oldular. Gasp edilen toprakları elde tutma ve bu alanlardan yeni gasp alanlarına yönelme, daimi bir yaşam düzeni haline gelince de, hakim oldukları topraklarda emek sarf etmek yerine, toprakları işleyip, üretip yaşama katkı yapmak yerine, yerli halkı vergilere bağlayıp, olası her türden tepkiyi kanlı bir şekilde bastırdılar.
Başkalarının yaşama, ziraata ilk kez açıp anavatan haline getirdikleri bakir toprakları yaşam için tekrarla işlemek yerine, yerli milletlerin ürettiklerini talanla ele geçirerek süren bu egemenlik, sonuçta kendini tekrar eden kan politikasının da nedeni olarak karşımıza çıkar. Başka toprakları zorla elde eden tüm imparatorlukların durumu budur. Osmanlı için Atatürk’ün sözünü ettiği meşhur tanımlama da tas tamam buna işaret eder. “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin arkasından serserilik etmiş, ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s; 154).
Osmanlıyı böyle tanımlayıp, Cumhuriyeti farklı bir planla kurdukları iddiasında olanlar, acaba bunu başarabildiler mi? Hayır.
Misak-ı Milli denilen sınırlarda, “Yurtta sulh cihanda sulh” diyerek, kendi üreten, topraklarını işleyen ve kendine yeterli olan ve bu anlamıyla farklı planda kurulduğu iddia edilen Cumhuriyet, Osmanlının birçok açıdan bir devamı olduğu gibi konumuzla ilgili başkalarının toprakları üzerinde zorla hüküm sürdüren yanıyla da aynıydı. Cumhuriyet, tek ulus projesiyle çok uluslu bir coğrafya üzerinde belli bir etnik kimliğin hükmünü sürdürme yönelimini Osmanlıdan devraldığı gibi sürdürmeye devam etti. Bu devam aynı zamanda kan üzerinden politikanın da bir devamıydı.
Osmanlının fethedilmiş toprakları, bitip tükenmez biçimde tekrar eden yeniden iç fetihlerle elde tutabilmesi, bu politikanın nasıl bir gerçek olduğunu anlatmaya yeterlidir. Anadolu’nun tanık olduğu kanlı iç savaşlar bunun ifadesiydi. Osmanlı’dan Cumhuriyete miras olarak kalan bu sistem, bu gün Kürt halkı üzerinde yürütülen kanlı politikalarla kendini ifade etmektedir. Osmanlıdan Cumhuriyete 39 Kürt halk ayaklanmasına karşı ortaya konan kanlı kıyım, tüyleri ürperten bir jenosit gibidir. Bu süreçleri ayrıntılarıyla anlatan, Osmanlı ordularında hizmet yapan Alman Moltke gibi yabancı subayların verdiği bilgiler, Osmanlıda Kürtlerin, acımasızca, bitip tükenmeyen kanlı kıyımlara uğradığını gösteriyor. Bunların tanığı olarak (1836- 39 yılları arası) Moltke’nin, Silvan’a girişinde dile getirdikleri, bu gün için de çok büyük önem taşıyor; “Kürtlere az zaman önce büyük zorlukla baş eğdiren tahrip savaşının taze izleri görülüyor. Bu istila binlerce -yalnız silahlıların değil- acizlerin, kadın ve çocuğun hayatına mal olmuş, binlerce köyü tahrip etmiş ve uzun yılların emek ürünlerine yok etmiştir. Kürtlerin bağımsızlıklarının yerini daha iyi bir idare almayacak olursa bu seferki hakimiyetin de evvelce bir çok defa olduğu gibi, geçici olduğunu düşünmek insanı üzüyor.” (Moltke, “Türkiye Mektupları” s; 200. Remzi kitapevi)
Moltke yanılmadı. Osmanlının yıkılmasına ve Cumhuriyetin kurulmasına rağmen her şey aynıyla devam etti. Kan üzerinden siyaset, bu toprakların üzerinde hüküm sürmenin karanlık bir kaderi gibiydi. Bu kader sadece Kürtler için değil, tüm milletler için ve özellikle Türkler için de aynıydı. Bu gerçeği İlber Ortaylı şöyle özetliyor; “Türklerin 18.-19.Yüzyıla kadar devlet idaresine sınırlı ölçüde katıldığı, Türk adının kaba-köylü anlamına kullanıldığı biliniyor. Osmanlı yazarları, Türk unsurunun idareye karıştırılmaması gerektiğini ısrarla belirtirler. Türk adı seçkin Osmanlı grupları kadar, bazen İstanbul halkı arasında bile hakaret olarak kullanılırdı. (Karagöz perdesindeki en sevimsiz tip olan Baba Himmet’e ‘Türk’ denirdi” ( İlber Ortaylı, “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” Hil Yayınları s:42)
Cumhuriyet’te de 19 Kürt halk ayaklanması ve sonuçları Osmanlıyı aratmayacak bir şekilde ortaya çıktı. Yüz binler katledildi. Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim, ve aradaki katliamlar, buna jenosit demek yanlış değildir. 1984 Eruh-Şemdilli olaylarından 22 Haziran 2010 tarihli Halkalı olayına kadar, resmi kaynaklara yansıyan bilanço şudur: 6.653 güvenlik görevlisi, 5.687 vatandaş, 41.828 Kürt özgürlük savaşçısı, 21.615 yaralı, 300 milyar dolar da maliyet (http://www.gazeteci.tv/26-yillik-teror-bilancosu-hangi-yil-ne-kadar-terorist-oldu-ne-kadar-sehit-verdik-80725h.htm). Bu rakamların güvenlik güçleriyle ilgili olanı tam olarak tespit edilmiş olsa da Kürtlerle ilgili olanının çok daha fazla olduğunu kestirmek zor değildir. Buna son bir yılın bilançosunu ve 17 bin faili meçhulü de eklediğimizde rakamların dehşet boyutunu görmek zor değildir. Bu ise, 65.000’e yakın Kürt’ün katledildiği resmi rakamlarca da onaylanmış demektir.
BOP EŞBAŞKANLĞI ve KAN ÜZERİNDEN SİYASETİ
Bu veriler, Cumhuriyetin Osmanlıdan hiçte farklı olmadığını gösteriyor. Cumhuriyetteki Osmanlı tanımlamamız bu açıdan gerçeklerle tam bir örtüşme halindedir. Farklılaşmaya başladığını gösteriyor. O da, artık dışta bir kıyım harekatına girişme gücünde olmaması nedeniyle yalnızca içte ölüm ve kıyıma yönelmiştir; Hatay ve Kıbrıs olayları ise, Osmanlılığın dışa yönelik işgal ve ilhakçı çabalarının genetik olarak sürdüğünü gösteren örnekler olmuştur. Musul heveslerini “sınır ötesi operasyon” icraatlarının içinde bir unsur olarak ele almadıklarını iddia etmek çok safça olur. Buna, son olarak Suriye ilişkilerinde, “kargo” diyebileceğimiz Suriyeli Türkmen ve MİT uzantısı serserilerin göç dalgası olarak ülkeye taşınması, gösterilen misafirperverlik, hızla Türkçe öğretime başlanması ve gizli dosyalarda kurgulanmış Suriye toprakları içinde oluşturulacak nüfus alanları için bir kılavuz güç olarak istihdamlarını da eklemek gerek (Suriye aydınları arasında bu konunun oldukça yaygın bir alanda konuşulduğunu da ifade edeyim).
Bu tabloda kan üzerinden siyaset en dinamik veridir. Devlet Osmanlıdan bu yana bu siyaseti yürüttü Katlettikçe katletti; kendisinin döktüğü kanı yine kanla temizlemeye çalıştı. Sorunları güvenlik önlemleriyle çözmenin akıl algılarını tutsak ettiği bu topraklarda, 15 Mayıs 2011 tarihi itibariyle tanık olduğumuz, sınır içi ve ötesi operasyonlarla 20’yi aşkın Kürt özgürlük savaşçısının özel ve özgün bir çabayla katledilmesinin seçim çalışmaları ortamında bile vazgeçilmeyen bir siyasi tercih olduğunu göstermektedir. Bu noktada, komşu ülkelerde gelişen olayları gerçek boyutlarıyla ele almadan, kendi handikabına bakmadan nasihat verme cüreti göstermek, olsa olsa komşu ülke üzerine organize edilen kirli ve karanlık amaçların bir tarafı olmaktır. Nitekim tüm gelişmeler ve veriler bunu yansıtıyor.
Erdoğan bu karanlık niyetlerini ve tamamıyla kan üzerine siyaset anlamına gelen girişimlerdeki rolünü kendi dilinden onlarca kez tekrarla dile getirmiştir. Burada birkaç aktarmayla yetineceğim, onlarcası ise altta vereceğimi linkte yer almaktadır;
“ÇIRAĞAN SARAYI / ABD-TESEV-ALMAN MARSHALL FONU TOPLANTISI
(25 Haziran 2004)
"Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceği… EŞBAŞKANI OLDUĞUMUZ GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ …"
“DAVOS / KLAUS SCHWAB'LA SÖYLEŞİ
(28 Ocak 2005)
"Türkiye işlevini BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ içinde, bu bölgede etkin bir şekilde yerine getirecektir. Her görüşmede, attığımız her adımda bunun UYGULAMASINI YAPIYORUZ".
“ESENBOĞA HAVALİMANI / LÜBNAN'A HAREKETİNDEN ÖNCE
(15 Haziran 2005)
"GENİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA İNİSİYATİFİ çerçevesi içerisinde Türkiye EŞBAŞKANLIK olarak paylaştığı bir GÖREVİ YÜRÜTECEK".
“TBMM / AKP GRUBU
(29 Kasım 2005)
"…Onun için BİZ ŞU ANDA GENİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ İÇERİSİNDE EŞBAŞKANLIK GÖREVİNİ ÜSTLENMİŞİZ".
“TBMM / AKP GRUBU
(21 Şubat 2006)
"…GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA İNİSİYATİFİ'NDEKİ rolümüz, EŞBAŞKANLIK GÖREVİMİZ bize özellikle Ortadoğu'da önemli görevler yüklemektedir. Bugüne kadar başlattığımız bütün dış politika hamleleri, bu parametre üzerine kurulmuştur. Az önce bir kaçını hatırlattığım bu girişimler, aynı dış politikanın, aynı vizyonun tutarlı ve tamamlayıcı parçalarıdır".
YENİ ŞAFAK / G-8 ZİRVESİ'NE GİDERKEN RÖPORTAJ
(13 Mayıs 2006)
"Bölgemizdeki gelişmeler karşısında Türkiye olarak üzerimize büyük Görev düşüyor. Bunun için de ABD'ye bir ziyaret planlıyorum… TÜRKİYE, GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ EŞBAŞKANI OLDUĞU İÇİN BUNU ABD'YLE KONUŞMAMIZ GEREKİYOR".
ALMAN "SÜDDEUTSCHE ZEITUNG" GAZETESİ / MAKALESİ
(7 Şubat 2008)
"Bu sebeple TÜRKİYE, G-8 ülkelerinin de desteklediği GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ İÇİNDE İNİSİYATİF ALMAKTADIR".
(http://www.ulusalkanal.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=16629:tayyipin-qbop-ebakanymq-itiraflar&catid=84:vdeo )
Bu tabloya baktığımızda, Türkiye’nin nerelere sürüklenmek istendiğini anlamak güç değildir. Şu saate kadar nerede nasıl bir rol oynadığını bilmiyoruz ancak bunu kestirmek de zor değildir. Açıklamaların tarihleri bile başlı başına anlamlıdır. Bu kesit, Amerikan’ın bölgemizde Büyük Ortadoğu Projesini ikame edebileceğini sandığı bir kesittir. Afganistan işgali (7 Ekim 2001), Irak işgali (20 Mart 2003), Lübnan Başbakanı Refik el Hariri Suikastı (14 Şubat 2005) ve İsrail’in, emperyalistler adına bölgedeki son hamlesi olan ve Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nin “artık BOP zamanı gelmiştir herkes kendini bunu göre dizayn etmelidir” dediği 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşı ve ardından gelen Gazze savaşı (27 aralık 2008-18 Ocak 2009) kesitidir.
Bu sürecin Amerika-İsrail ve Arap gericiliği için bir hezimet dönemi olmasıyla kesintiye uğrayan süreç, 2010 yılıyla birlikte yeniden düzenlenerek sahneye konması için kolları sıvandı. Bu ikinci yeniden sahnelenişte ise Tunus ve Mısır devrimlerinin önünün kesmek, Libya’da yaşananları organize etmek, BOP’un Türkiye ve İtalyan’dan sonra üçüncü “eş başkan” olduğu söylenen Yemen diktatörlüğünü korumak ve en önemlisi direnen tek ülke olan Suriye’ye diz çökertmek için çabalar ortaya serilmeye başlandı. Birleşmiş Milletler dahil tüm batının ve gerici Arap ülkelerinin akıl almaz çifte standartlarla ortaya koyduğu tutum burada anlam kazanmaktadır. Bunun yaşanan son halkasında, Libya’nın başına gelenleri algılamak her şeyin daha net anlaşılması için yeterlidir. İkiyüzlü politika, gerçekte kanlı girişim politikası olarak kendini ifşa etmiştir.
Libya halkının kanlı bir kaos içine düşüşü, Türkiye’nin BOP eş başkanı olarak ortaya koyduğu rolü izah eder. Bu da ikiyüzlü dış politikanın gerçekte bir kan politikası olduğunu gösterir.
Tam bu noktada, Suriye olaylarına manidar hale gelmektedir.
“STARTEJİK DERİNLİK” ve SURİYE’DE KAN SİYASETİ
Yeni Osmanlıcılık, Türkiye dış siyasetini belirleyen Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında kapsamlı olarak dile gelmiştir. Davutoğlu, dünya ve bölge çözümlemelerinin tümünü tek ve ortak bir noktaya yönlendirir. Türkiye, bu karmaşık ortamdan nasıl karlı çıkar, stratejisi ve taktikleri ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını ise, yanlış olan “statik bir tavır benimsemek” ya da “Kendini uluslar arası dinamiğin akışına kaptırmak” yerine, doğru olan “Üçüncüsü ise kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girebilmektir. Bu tercih her iki dinamizmin kaynaklarını da, mekanizmasını da, akış seyrini de resmedebilen bir yaklaşımın ürünü olabilir” ( Ahmet Davutoğlu. “Stratejik Derinlik” s: 10 Küre yayınları 46. Basım)
Bu yaklaşımın açılımını 584 sayfalık kitapta uzun uzun yaparken, Roma’nın mirasına konmak isteyen Bizans’ın ünlü stratejisti Belisarius’un kurduğu Doğu Akdeniz hakimiyetine dikkat çekerek, Osmanlı’nın dünya hakimiyetini “Ege, Akdeniz ve Kara deniz üzerinde kurduğu hakimiyet ile Kızıl Deniz, Hint Okyanusu ve Hazar gibi çevre denizlere açılabilecek boyutta deniz gücüne ulaşması gelmektedir” (Age. S:151) diye açıklar. Bu denizler ve kara bağlantıları ve üzerindeki su yolları üzerindeki denetimin, engin kara egemenliği olarak tecelli ettiğini belirtir. (Age. s: 152)
Buna Kıbrıs algısını da şöyle yerleştirir; “Kıbrıs’ı ihmal eden bir ülkenin küresel ve belgesel politikalarda etkin olabilmesi mümkün değildir… Doğu ucuyla Ortadoğu’ya yönelmiş bir ok gibi duran Kıbrıs adası, Batı sırtıyla da Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kuzey Afrika’daki stratejik dengelerin temel taşı durumundadır” (Age. s: 176)
Bu aktarımlar bize çok açık bir biçimde ülkemiz, Erdoğan’ın dile getirdiği Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) bir unsuru olduğunu göstermeye yeterlidir. Yani, ülkemiz BOP sürecine, bilinçli planlı bir politikayla sokulmuştur. Bunun mimarı da Ahmet Davutoğlu’dur; “kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girebilmektir.” (Age. s: 10). Bu ise, ortaya konan verilere bakınca açık bir yeni Osmanlıcılık olarak karşımıza çıkar. Sonuçta ise Kuzey Afrika’da özellikle Libya’daki kanlı kardeş kavgasının arka planlarını gösterir. Bu da Libya konusunda ülkemizin yaşadığı ikiyüzlü siyaseti izah etmeye yeterlidir. Bu siyaset ise resmen ve komplo dahil bin bir araçla yürütülen insanlık dışı bir kan siyasetidir.
Bu siyaset, Komşumuz Suriye’de tehlikeli oyunlar oynadığı artık açık hale gelmiştir. Suriye halkının haklı taleplerini kullanarak, bir yanıyla Suriye yönetimini oyalarken diğer yanıyla eli kanlı Müslüman Kardeşler örgütüyle flört etmesi karanlık niyetlerin, istismarcı duruşu olarak belirmiştir. Bu daha da çirkin bir iç işlerine müdahale biçimini almaya başlamıştır. Önceki yazılarımda bu konuları ayrıntılarıyla bir görgü tanığı olarak aktarmaya çalıştım. Bu makalede, Suriye’de kan üzerinden siyaset ve Türk bayrağının yeni Osmanlının simgesi olarak Suriye olaylarında aldığı yer itibariyle halklarımızın sırtına yıkacağı ağır sorumluluğa değinmekle yetineceğim.
SURİYE VE KAN ÜZERİNDEN SİYASET
Bu veriler üzerine, Suriye’deki gelişmeleri benim gibi taraflı birinin değil de en tarafsız gözlemcilerin verileriyle ortaya koyduğumuzda görülen gerçek, eli kanlı siyasetin, komplo dahil, bin bir biçimde ikamesinden başka bir şey değildir.
İddiayla dile getiriyorum, bu amaçla, tarihin en kapsamlı medya yalanları özel bir ekip ve dünyanın en güçlü medya kuruluşları eliyle servis edildi. Bu süreçte öylesine tekrar, yalan, abartma, foto-shop oyunları, sahte ve hiçbir zaman Suriye’de olmayan görgü tanıkları, kimsenin tanımadığı insan hakları savunucuları adı altında yalancı şahitler oluşturuldu. Bunlar, belgeleri ve kanıtlarıyla da belirlendi. Bu gerçeği uluslar arası medya kuruluşlarından istifa eden dünyanın ünlü medya program sunucuları da açıkça dile getirdi.
Buna, yakalanan akıl almaz miktarda depolar dolusu silahlar, itirafçıların silahlı eylemler için nasıl hazırlandıklarına dair itirafları ve dış bağlantılarla bölgede ikame edilmek istenen stratejileri (İslami Prenslikler) tek tek ortaya çıkmıştır. Bu amaçla yapılan eylemlerin, bir kıyım ve yıkım eylemi olarak sivillere ve resmi güvenlik güçlerine yönelmesiyle tek amacın ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemek olduğu belli olmuştur. Bu kaos, yönetimin gecikmiş reformlarını gerekçe göstererek, yapılan üç dakikalık protestoları videolara çekip sürekli bir anarşi görüntüsü yaratmak için binlerce kez tekrarla yayınlanması ve sonuçta yönetimin kararlıca uygulama çabasında olduğu reformların önünü kesmeyi amaçlamıştır.
Suriye, soğuk savaş döneminin verileriyle kurgulanmış sistemini büyük ölçekte yeniden dizayn etme yükümlülüğü altındadır. Halkını temsil etme kararlılığı, bunu bir yükümlülük olarak yönetimin sırtına tevdi eder. Bu gerçekleri deklare eden Suriye yönetimi halkı için daha çok özgürlük ve demokrasi ikamesi için reform paketi ilan etmiş bunu uygulamak için çaba serf ettiği bilinmektedir. Bu çabalar, kan siyaseti güden karanlık odakları rahatsız etmektedir. Bunun için Suriye yönetiminin reform girişimlerinin önü kesilmek istenmektedir. Bu amaçla sokakların kanla örtülmesi için provokasyonlar yapılmaktadır. Kriz idaresinde yeni yeni tecrübe kazanan Suriye yönetiminin kimi yerde aşırı güç kullanmasının yarattığı sorunlar, bu sürecin sarmalı içinde birbirinin sonucu olan sorunlara yol açtığı da açıktır.
Her şeye rağmen demokratikleşme reformları ertelenmemelidir. Bu halkın hakkıdır. Bu kapsamda Suriye Kürt halkının hakları önemli bir kıstastır, Suriye’nin en büyük handikabı da budur. Bunun yanında genel demokratikleşme yönünde, tek parti egemenliğinin sona erdirilmesi, yeni partiler, seçim ve basın yayın yasası sakince, ama kararlıca ikame edilmelidir. Haklı halk talepleri hiçbir iç sorun gerekçe gösterilmeden yerine getirilmesi gerekenlidir. Suriye’de yönetimin de dile getirdiği bu olmuştur. Anti-emperyalist, ant-siyonist tutumlarıyla, bölgenin istisnasız tüm devrimci, demokrat, ilerici komünist ve aydınlarının desteklediği direnen Suriye’nin sorunlarını barışçıl biçimde atlatması beklenmektedir. İşte yönetimin reformları yerine getirmede gösterdiği kararlı duruş, beklenmeyen bir gelişmeydi. Halkına düşman olan yönetimlerin deneyinin tekrar edileceği sanıldı. Yönetim reformlara sarılmadan baskı ve şiddetle halkı sindireceği sanıldı. Bu nedenle oyunlar bozuldu. Bu yüzden erken biçimde silaha sarıldılar, İslam Prensliği diye kimi bölgelerde üs kurara Libya olayının tekrar edilmesi için çalıştılar. Bu taktikleri tutmayınca, sokakların sürekli gergin kalması, kaosun ve dış baskıların artması için, kamu mülkiyetine zarar verecek eylemlere yöneldiler. Sokakların kanlı hale gelmesi için yönetimi provokasyonlarla kışkırtmaktan da geri kalmadılar. Kan siyaseti burada tüm çıplaklığıyla komplonun en belirgin unsuru olarak kendini ifade etti.
Oysa gösteri ve yürüyüş kanunu çıkmış, isteyen istediği zaman barışçıl gösteri yapabilirdi. Ancak amaç bu olmayınca, hiçbir siyasi talep olmadan, soyut bir “hürriyet” bağrışı altında tahrip, yıkım ve yakma eylemlerin Cami ve Cuma namazının kitlesinden medet uman örtülerle yapmaya çalışmaktadırlar.
Bunun için, Suriye’de eski-yeni eli kanlı tüm terör örgütlerine dıştan aldıkları maddi ve teknik yardımlarla görev ifa etmeye başladılar. Ülke yönetimini daha çok kanlı olaylara çekmek için her türden provokasyon yapılmaya başlandı. Ölüm siyaseti, kan siyaseti ısrarla oturtulmaya çalışıldı. Ölenlerin cenazeleri, yeni ölümler üretti. Bu amaçla kışkırtmalar ve meydan okumalar uluslar arası medyanın pohpohlamalarıyla bitip tükenmez biçimde yeniden üretilmeye çalışıldı. İki Cuma arasında hiçbir varlık gösteremeyenlerin, nefeslerini bir haftacık uzatmak için akıl almaz çılgınlıklar yapıldı; çılgınca tekrarlarla yalan, abartma ve kurgu yayınları sürdürdü. Yüzlercesi belgeli hale gelen bu komedinin son halkasında, İşkencede öldürüldü diye ilan edilen Banyaslı Ahmet Biyassi, bu satırların yazıldığı dakikalarda SYR TV’de yapılan yalan yayınları lanetliyordu.
Kan siyasetinin ikamesi için “Yaratıcı Anarşi” yöntemleri kesilmeden dayatılıp durdu. Ancak Suriye halkı yönetimin arkasında durmaya devam etti. İstenilen hedefe varamayan, devletin hiçbir şekilde dağılmasını sağlayamayan, ne kurum ne şahıs bazında bir başarı sağlayamayan bu eli kanlı güçler, erken silaha sarılmanın yarattığı handikapı aşmak için, bu kez devleti daha çok insan öldürür hale sokmak amacıyla, serbest olmasına rağmen izinli protesto yapmak yerine yıkıp dökmeyi esas alan protestolara daha çok kan için taktik yapmaya başladılar. İçinde 200’ü güvenlik güçlerinden olmak üzere taraftar ve karşıt 800 kişinin ölümü, güvenlik görevlisi 2.600, 3.000‘de sivil yaralı gündeme geldi.
Bu rakamlar, hala ve ısrarla Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın “silah kullanmayanlara karşı silahla cevap verilmeyecek” talimatının koruduğu rakamlardır. Suriye, komplonun detaylarını bilen ve uzun tarihi deneyleriyle bunu görebilen bir ülke olarak, bu provokasyonların arkasından nelerin gelebileceğini de yeterince açık bilmektedir. Suriye halkı, bin bir araçla yetkililere ulaşmak ve bu eli kanlı güçlere karşı savaş meydanlarına inme talebi istemektedir. Devlet bunun önünün kesmekte ve bir iç savaşı asla istememektedir; dış güçlerin komplo planlarının bu yönde bir beklenti içinde olduğu kanaatindedir.
TÜRK BAYRAĞI
Önce Deraa’da hiç anlam verilmeyecek biçimde Türkçe pankartlar çıktı. Üstelik “Ç” harfini alt kertiğiyle veren pankartlar, “Suriye’de gençlerin katledilmesine müsaade etmeyiniz” diyordu. Bu satırların yazarı bu görüntülerin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışırken, bu kez Banyas ilçesindeki gösterilerde Erdoğan’a yapılan yardım çağrıları eşliğinde Türk bayrağı görülmeye başladı. Banyas ve çevresindeki olayların Lübnan kaynaklı olduğunu dile getiren itirafçılar, Bölgenin yeminli gericileri Hariri ve çevresinin Türkiye bağlantıları, bölge devrimci demokrat aydınlarının bilgi havuzlarını bir kez daha harmanlamaya yöneltti. Bulguları, Türkiye’nin ikiyüzlü politikalarının yeniden keşfiydi. Türkiye’nin Libya ve Bahreyn tutumları da göz önünün getirilince her şey yerli yerine oturmuştu.
Türk bayrağı bu kez daha yoğun olarak Humus olaylarında belirdi. Bu kez kimse şaşırmadı. Çirkin suratlar açığa çıkmıştı. Bu, tarihte her kırılmanın simgelerinden biriydi. Buradan dönüp bakınca yorumlanması gerekenler olacaktı.
Türkiye’nin ay yıldızlı bayrağını hiçbir ahlaki kaygı duymadan, pervasızlığın ve komşuyu arkadan hançerlemenin bir ifadesi olarak protestolarda dalgalandıranlar, Türk ulusuna en büyük hakareti yapmaktadırlar.
Bu bayrak bir ulusu temsil ediyorsa bu oyunların içinde olmaması gereklidir. Suriye halkı, yarın bu bayrağı yakmaya, ayaklar altında çiğnemeye başlayınca kimse bir söz söyleme hakkına sahip olamaz. Ancak bilinen o ki, “Göç Dalgası” adı altında ne oldukları belirsiz birkaç aileyi “kargo” yapıp Türkiye’ye taşıyanlarla, BOP Eşbaşkanları olarak protestolarda Türk bayrağını sokuşturanların da kendileridir.
Kendini BOP Eşbaşkanı sananların, aynı sürece ülkesinin sokulacağından da haberi bulunmamaktadır. O gün gelip çatınca, komşumuz çok daha zinde olarak Türkiye’ye nasıl karşılık verme hakkına sahip olduğunu düşünmek yeterlidir. Tam bu noktada 100 yıla yakın bir zaman önce “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyen politikanın ne kadar anlamlı olduğunu, kendini uluslararası komplonun bir parçası olmak için can atanlara hatırlatılır.
Onurlu ve barışçıl bir iç politika tüm iktidarlar için halkın taleplerini yerine getirme politikasıdır. Bu da daha çok özgürlük ve demokrasidir. Ortak bölen bulmak, eşitler olarak paylaşabilme ve sorunları diyalogla aşabilme siyasetidir. Bu mihverde bir iç politikayı sağlam biçimde oluşturulmadan dış politikada ikircimliğe düşmeyi önlemenin mümkünü olamaz. İktidarların da halkında bu gerçeği görerek sorumluluklarını bilince çıkarması ve gereğini yapması gereklidir.
Bu satırların yazarı açısından sonuçta söylenmesi gereken bir şey varsa, o da şudur; kan üzerinden siyaset er ya da geç sahibini vurur.
22 Mayıs 2011
Kan üzerinden siyaset insanlık algılarına ait değildir. “Savaş, politik ilişkilerin başka araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir.” diyor Clausewitz. Haklı. Burada bile savaş, kan üzerinden bir siyasi ilişki türü değildir.
Siyasetin, savaş dahil her türden ilişki biçimini bir kenara atarak kan üzerinden yürütülmesi, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi değildir. Böylesi bir algı, insanlık sınırlarını çiğnemektir; konusu ve üzerinde yükseldiği zemin siyasi bir sonuç elde etmek değil de katletmek. Kan akıtmak, kaos yaratmak, yaratıcı anarşi yapmak ise, bunun adı siyaset olamaz. Bu gün ülkemizde özgürlük ve demokrasi mücadelesini susturmak için tercih edilen yolun kan siyaseti olması, demokratik açılımı da hak ve özgürlükleri de alıp götürmesi bundandır. Bir tarafın diğerini yok etmek üzerine kurgulanmış algılar siyaset olamaz. Bu bir inkar politikasıdır, Osmanlının dediği “katli vacip” barbarlığıdır “Kürt sorunu benim için bitmiştir, geride Kürt kardeşlerimin sorunu kalmıştır” demek bunun ifadesidir.
İç politikadaki bu yönelim tümüyle kendini dış politikada da yansıtıyor. Yeni Osmanlıcılık yönelimi olarak formüle edilen, “Stratejik Derinlik” adı altında kapsamlıca açıklanan ve Resmi ağızlardan onlarca kez dile gelen, “ülkemizin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eş Başkanlığını üstlendiğini” ilanları bunu tanımlıyor. Bu ise, ülkemizin sırtına yıkılan kanlı siyasetin de resmi ifadesidir. Libya’ya karşı oynanan ikiyüzlü politikanın, Bahreyn’de ve son olarak Suriye’de de servis edilmesi, bu ülkelerde akmakta olan kanda kimlerin eli olduğunu da yeterince açığa vurmaktadır.
Farklılıklarıyla zengin bir mozaik olan ülkemize dayatılan bu haksız ve onursuz tutum ahlaki açıdan da insanlık dışıdır. İşimizi, aşımızı kardeşlik adına paylaştığımız komşularımızı arkadan bu yollarla hançerlemenin sonucu, halkımızın sırtına yıkılacak tarihi düşmanlıkların vebalini kimse kaldıramaz. Onurlu hiç bir halk bunu kabul edemez.
Halkımız bu kan deryasını asla siyaset olarak benimsemeyecek ve buna yeltenen eli kanlı siyasetçileri hesapsız bırakmayacaktır.
***
Kan üzerine siyaset, politikanın insanlık dışı araçlara yürütülmesidir. Zorba yönetimlerin halka karşı baskı uygulamasının en kestirme yolu da budur. Bu yol tüm komploların temel üslubudur.
Kan üzerine siyaset yapanlar, kim adına ve ne adına konuşursa konuşsunlar halkın düşmanıdırlar. Bu ister iktidarların politikası, ister halk adına yapıldığı iddiasında olsun, kan üzerinden siyaset yapmak güçsüzlerin abesle iştigalidir.
İki örnek üzerinden kan üzerinden siyaseti irdelemeye çalışacağız. Biri ülkemiz gerçeğinde diğeri komşumuz gerçeğinde kan üzerinden siyasetinin hangi kulvarda olduğunu yakalamaya çalışacağız.
Kan üzerinden siyaset, iktidarların vazgeçemediği bir yöntemdir. Halkı hükümranlık altında tutmanın bir yolu olarak görülen bu yönelim aynı zamanda bir akıl, bir algı türü olarak kuşaklar boyu mirasyedilere de sahiptir.
Hiçbir siyasi eğilimin gökyüzünden birden bire inmediğini göz önüne alarak denilebilir ki, bu tür siyasetlerin nesnel zeminleri vardır ve bunun üzerinde yükselir. Sonuçta da bu kısır döngü kendi kendini üreterek bu güne gelir. Öyle ki yaşamın vazgeçilmez bir unsuru olmasıyla da kanıksanır, bilinçsizce ardından sürüklenmelerle her kesin çok doğal olarak gördüğü bir süreç olarak algılanmaya başlar.
Ülkemiz açısından iktidarların kan politikalarını anlamak için dayanılan nesnel zemini kısaca belirlemek gerekirse şunu karşımızda görürüz. Anadolu’nun istilasıyla kendi coğrafyalarında siyasal egemenliğini kaybeden milletler, fatihlerin kılıç hakkı gereği hükmü altına girmiş oldular. Hakim olanlar ise gasp ettikleri toprakları yönetirken, ne kadar adil olursa olsunlar sonuçta hakları olmayan, zorla elde edilmiş bir egemenliği sürdürmekle yüz yüze kalmış oldular. Gasp edilen toprakları elde tutma ve bu alanlardan yeni gasp alanlarına yönelme, daimi bir yaşam düzeni haline gelince de, hakim oldukları topraklarda emek sarf etmek yerine, toprakları işleyip, üretip yaşama katkı yapmak yerine, yerli halkı vergilere bağlayıp, olası her türden tepkiyi kanlı bir şekilde bastırdılar.
Başkalarının yaşama, ziraata ilk kez açıp anavatan haline getirdikleri bakir toprakları yaşam için tekrarla işlemek yerine, yerli milletlerin ürettiklerini talanla ele geçirerek süren bu egemenlik, sonuçta kendini tekrar eden kan politikasının da nedeni olarak karşımıza çıkar. Başka toprakları zorla elde eden tüm imparatorlukların durumu budur. Osmanlı için Atatürk’ün sözünü ettiği meşhur tanımlama da tas tamam buna işaret eder. “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin arkasından serserilik etmiş, ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s; 154).
Osmanlıyı böyle tanımlayıp, Cumhuriyeti farklı bir planla kurdukları iddiasında olanlar, acaba bunu başarabildiler mi? Hayır.
Misak-ı Milli denilen sınırlarda, “Yurtta sulh cihanda sulh” diyerek, kendi üreten, topraklarını işleyen ve kendine yeterli olan ve bu anlamıyla farklı planda kurulduğu iddia edilen Cumhuriyet, Osmanlının birçok açıdan bir devamı olduğu gibi konumuzla ilgili başkalarının toprakları üzerinde zorla hüküm sürdüren yanıyla da aynıydı. Cumhuriyet, tek ulus projesiyle çok uluslu bir coğrafya üzerinde belli bir etnik kimliğin hükmünü sürdürme yönelimini Osmanlıdan devraldığı gibi sürdürmeye devam etti. Bu devam aynı zamanda kan üzerinden politikanın da bir devamıydı.
Osmanlının fethedilmiş toprakları, bitip tükenmez biçimde tekrar eden yeniden iç fetihlerle elde tutabilmesi, bu politikanın nasıl bir gerçek olduğunu anlatmaya yeterlidir. Anadolu’nun tanık olduğu kanlı iç savaşlar bunun ifadesiydi. Osmanlı’dan Cumhuriyete miras olarak kalan bu sistem, bu gün Kürt halkı üzerinde yürütülen kanlı politikalarla kendini ifade etmektedir. Osmanlıdan Cumhuriyete 39 Kürt halk ayaklanmasına karşı ortaya konan kanlı kıyım, tüyleri ürperten bir jenosit gibidir. Bu süreçleri ayrıntılarıyla anlatan, Osmanlı ordularında hizmet yapan Alman Moltke gibi yabancı subayların verdiği bilgiler, Osmanlıda Kürtlerin, acımasızca, bitip tükenmeyen kanlı kıyımlara uğradığını gösteriyor. Bunların tanığı olarak (1836- 39 yılları arası) Moltke’nin, Silvan’a girişinde dile getirdikleri, bu gün için de çok büyük önem taşıyor; “Kürtlere az zaman önce büyük zorlukla baş eğdiren tahrip savaşının taze izleri görülüyor. Bu istila binlerce -yalnız silahlıların değil- acizlerin, kadın ve çocuğun hayatına mal olmuş, binlerce köyü tahrip etmiş ve uzun yılların emek ürünlerine yok etmiştir. Kürtlerin bağımsızlıklarının yerini daha iyi bir idare almayacak olursa bu seferki hakimiyetin de evvelce bir çok defa olduğu gibi, geçici olduğunu düşünmek insanı üzüyor.” (Moltke, “Türkiye Mektupları” s; 200. Remzi kitapevi)
Moltke yanılmadı. Osmanlının yıkılmasına ve Cumhuriyetin kurulmasına rağmen her şey aynıyla devam etti. Kan üzerinden siyaset, bu toprakların üzerinde hüküm sürmenin karanlık bir kaderi gibiydi. Bu kader sadece Kürtler için değil, tüm milletler için ve özellikle Türkler için de aynıydı. Bu gerçeği İlber Ortaylı şöyle özetliyor; “Türklerin 18.-19.Yüzyıla kadar devlet idaresine sınırlı ölçüde katıldığı, Türk adının kaba-köylü anlamına kullanıldığı biliniyor. Osmanlı yazarları, Türk unsurunun idareye karıştırılmaması gerektiğini ısrarla belirtirler. Türk adı seçkin Osmanlı grupları kadar, bazen İstanbul halkı arasında bile hakaret olarak kullanılırdı. (Karagöz perdesindeki en sevimsiz tip olan Baba Himmet’e ‘Türk’ denirdi” ( İlber Ortaylı, “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” Hil Yayınları s:42)
Cumhuriyet’te de 19 Kürt halk ayaklanması ve sonuçları Osmanlıyı aratmayacak bir şekilde ortaya çıktı. Yüz binler katledildi. Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim, ve aradaki katliamlar, buna jenosit demek yanlış değildir. 1984 Eruh-Şemdilli olaylarından 22 Haziran 2010 tarihli Halkalı olayına kadar, resmi kaynaklara yansıyan bilanço şudur: 6.653 güvenlik görevlisi, 5.687 vatandaş, 41.828 Kürt özgürlük savaşçısı, 21.615 yaralı, 300 milyar dolar da maliyet (http://www.gazeteci.tv/26-yillik-teror-bilancosu-hangi-yil-ne-kadar-terorist-oldu-ne-kadar-sehit-verdik-80725h.htm). Bu rakamların güvenlik güçleriyle ilgili olanı tam olarak tespit edilmiş olsa da Kürtlerle ilgili olanının çok daha fazla olduğunu kestirmek zor değildir. Buna son bir yılın bilançosunu ve 17 bin faili meçhulü de eklediğimizde rakamların dehşet boyutunu görmek zor değildir. Bu ise, 65.000’e yakın Kürt’ün katledildiği resmi rakamlarca da onaylanmış demektir.
BOP EŞBAŞKANLĞI ve KAN ÜZERİNDEN SİYASETİ
Bu veriler, Cumhuriyetin Osmanlıdan hiçte farklı olmadığını gösteriyor. Cumhuriyetteki Osmanlı tanımlamamız bu açıdan gerçeklerle tam bir örtüşme halindedir. Farklılaşmaya başladığını gösteriyor. O da, artık dışta bir kıyım harekatına girişme gücünde olmaması nedeniyle yalnızca içte ölüm ve kıyıma yönelmiştir; Hatay ve Kıbrıs olayları ise, Osmanlılığın dışa yönelik işgal ve ilhakçı çabalarının genetik olarak sürdüğünü gösteren örnekler olmuştur. Musul heveslerini “sınır ötesi operasyon” icraatlarının içinde bir unsur olarak ele almadıklarını iddia etmek çok safça olur. Buna, son olarak Suriye ilişkilerinde, “kargo” diyebileceğimiz Suriyeli Türkmen ve MİT uzantısı serserilerin göç dalgası olarak ülkeye taşınması, gösterilen misafirperverlik, hızla Türkçe öğretime başlanması ve gizli dosyalarda kurgulanmış Suriye toprakları içinde oluşturulacak nüfus alanları için bir kılavuz güç olarak istihdamlarını da eklemek gerek (Suriye aydınları arasında bu konunun oldukça yaygın bir alanda konuşulduğunu da ifade edeyim).
Bu tabloda kan üzerinden siyaset en dinamik veridir. Devlet Osmanlıdan bu yana bu siyaseti yürüttü Katlettikçe katletti; kendisinin döktüğü kanı yine kanla temizlemeye çalıştı. Sorunları güvenlik önlemleriyle çözmenin akıl algılarını tutsak ettiği bu topraklarda, 15 Mayıs 2011 tarihi itibariyle tanık olduğumuz, sınır içi ve ötesi operasyonlarla 20’yi aşkın Kürt özgürlük savaşçısının özel ve özgün bir çabayla katledilmesinin seçim çalışmaları ortamında bile vazgeçilmeyen bir siyasi tercih olduğunu göstermektedir. Bu noktada, komşu ülkelerde gelişen olayları gerçek boyutlarıyla ele almadan, kendi handikabına bakmadan nasihat verme cüreti göstermek, olsa olsa komşu ülke üzerine organize edilen kirli ve karanlık amaçların bir tarafı olmaktır. Nitekim tüm gelişmeler ve veriler bunu yansıtıyor.
Erdoğan bu karanlık niyetlerini ve tamamıyla kan üzerine siyaset anlamına gelen girişimlerdeki rolünü kendi dilinden onlarca kez tekrarla dile getirmiştir. Burada birkaç aktarmayla yetineceğim, onlarcası ise altta vereceğimi linkte yer almaktadır;
“ÇIRAĞAN SARAYI / ABD-TESEV-ALMAN MARSHALL FONU TOPLANTISI
(25 Haziran 2004)
"Üstlendiğimiz misyon gereği Ortadoğu ve Avrasya ülkelerine yöneleceği… EŞBAŞKANI OLDUĞUMUZ GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ …"
“DAVOS / KLAUS SCHWAB'LA SÖYLEŞİ
(28 Ocak 2005)
"Türkiye işlevini BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ içinde, bu bölgede etkin bir şekilde yerine getirecektir. Her görüşmede, attığımız her adımda bunun UYGULAMASINI YAPIYORUZ".
“ESENBOĞA HAVALİMANI / LÜBNAN'A HAREKETİNDEN ÖNCE
(15 Haziran 2005)
"GENİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA İNİSİYATİFİ çerçevesi içerisinde Türkiye EŞBAŞKANLIK olarak paylaştığı bir GÖREVİ YÜRÜTECEK".
“TBMM / AKP GRUBU
(29 Kasım 2005)
"…Onun için BİZ ŞU ANDA GENİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ İÇERİSİNDE EŞBAŞKANLIK GÖREVİNİ ÜSTLENMİŞİZ".
“TBMM / AKP GRUBU
(21 Şubat 2006)
"…GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA İNİSİYATİFİ'NDEKİ rolümüz, EŞBAŞKANLIK GÖREVİMİZ bize özellikle Ortadoğu'da önemli görevler yüklemektedir. Bugüne kadar başlattığımız bütün dış politika hamleleri, bu parametre üzerine kurulmuştur. Az önce bir kaçını hatırlattığım bu girişimler, aynı dış politikanın, aynı vizyonun tutarlı ve tamamlayıcı parçalarıdır".
YENİ ŞAFAK / G-8 ZİRVESİ'NE GİDERKEN RÖPORTAJ
(13 Mayıs 2006)
"Bölgemizdeki gelişmeler karşısında Türkiye olarak üzerimize büyük Görev düşüyor. Bunun için de ABD'ye bir ziyaret planlıyorum… TÜRKİYE, GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ EŞBAŞKANI OLDUĞU İÇİN BUNU ABD'YLE KONUŞMAMIZ GEREKİYOR".
ALMAN "SÜDDEUTSCHE ZEITUNG" GAZETESİ / MAKALESİ
(7 Şubat 2008)
"Bu sebeple TÜRKİYE, G-8 ülkelerinin de desteklediği GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU ve KUZEY AFRİKA PROJESİ İÇİNDE İNİSİYATİF ALMAKTADIR".
(http://www.ulusalkanal.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=16629:tayyipin-qbop-ebakanymq-itiraflar&catid=84:vdeo )
Bu tabloya baktığımızda, Türkiye’nin nerelere sürüklenmek istendiğini anlamak güç değildir. Şu saate kadar nerede nasıl bir rol oynadığını bilmiyoruz ancak bunu kestirmek de zor değildir. Açıklamaların tarihleri bile başlı başına anlamlıdır. Bu kesit, Amerikan’ın bölgemizde Büyük Ortadoğu Projesini ikame edebileceğini sandığı bir kesittir. Afganistan işgali (7 Ekim 2001), Irak işgali (20 Mart 2003), Lübnan Başbakanı Refik el Hariri Suikastı (14 Şubat 2005) ve İsrail’in, emperyalistler adına bölgedeki son hamlesi olan ve Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’nin “artık BOP zamanı gelmiştir herkes kendini bunu göre dizayn etmelidir” dediği 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşı ve ardından gelen Gazze savaşı (27 aralık 2008-18 Ocak 2009) kesitidir.
Bu sürecin Amerika-İsrail ve Arap gericiliği için bir hezimet dönemi olmasıyla kesintiye uğrayan süreç, 2010 yılıyla birlikte yeniden düzenlenerek sahneye konması için kolları sıvandı. Bu ikinci yeniden sahnelenişte ise Tunus ve Mısır devrimlerinin önünün kesmek, Libya’da yaşananları organize etmek, BOP’un Türkiye ve İtalyan’dan sonra üçüncü “eş başkan” olduğu söylenen Yemen diktatörlüğünü korumak ve en önemlisi direnen tek ülke olan Suriye’ye diz çökertmek için çabalar ortaya serilmeye başlandı. Birleşmiş Milletler dahil tüm batının ve gerici Arap ülkelerinin akıl almaz çifte standartlarla ortaya koyduğu tutum burada anlam kazanmaktadır. Bunun yaşanan son halkasında, Libya’nın başına gelenleri algılamak her şeyin daha net anlaşılması için yeterlidir. İkiyüzlü politika, gerçekte kanlı girişim politikası olarak kendini ifşa etmiştir.
Libya halkının kanlı bir kaos içine düşüşü, Türkiye’nin BOP eş başkanı olarak ortaya koyduğu rolü izah eder. Bu da ikiyüzlü dış politikanın gerçekte bir kan politikası olduğunu gösterir.
Tam bu noktada, Suriye olaylarına manidar hale gelmektedir.
“STARTEJİK DERİNLİK” ve SURİYE’DE KAN SİYASETİ
Yeni Osmanlıcılık, Türkiye dış siyasetini belirleyen Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında kapsamlı olarak dile gelmiştir. Davutoğlu, dünya ve bölge çözümlemelerinin tümünü tek ve ortak bir noktaya yönlendirir. Türkiye, bu karmaşık ortamdan nasıl karlı çıkar, stratejisi ve taktikleri ne olmalıdır? Bu sorunun cevabını ise, yanlış olan “statik bir tavır benimsemek” ya da “Kendini uluslar arası dinamiğin akışına kaptırmak” yerine, doğru olan “Üçüncüsü ise kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girebilmektir. Bu tercih her iki dinamizmin kaynaklarını da, mekanizmasını da, akış seyrini de resmedebilen bir yaklaşımın ürünü olabilir” ( Ahmet Davutoğlu. “Stratejik Derinlik” s: 10 Küre yayınları 46. Basım)
Bu yaklaşımın açılımını 584 sayfalık kitapta uzun uzun yaparken, Roma’nın mirasına konmak isteyen Bizans’ın ünlü stratejisti Belisarius’un kurduğu Doğu Akdeniz hakimiyetine dikkat çekerek, Osmanlı’nın dünya hakimiyetini “Ege, Akdeniz ve Kara deniz üzerinde kurduğu hakimiyet ile Kızıl Deniz, Hint Okyanusu ve Hazar gibi çevre denizlere açılabilecek boyutta deniz gücüne ulaşması gelmektedir” (Age. S:151) diye açıklar. Bu denizler ve kara bağlantıları ve üzerindeki su yolları üzerindeki denetimin, engin kara egemenliği olarak tecelli ettiğini belirtir. (Age. s: 152)
Buna Kıbrıs algısını da şöyle yerleştirir; “Kıbrıs’ı ihmal eden bir ülkenin küresel ve belgesel politikalarda etkin olabilmesi mümkün değildir… Doğu ucuyla Ortadoğu’ya yönelmiş bir ok gibi duran Kıbrıs adası, Batı sırtıyla da Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kuzey Afrika’daki stratejik dengelerin temel taşı durumundadır” (Age. s: 176)
Bu aktarımlar bize çok açık bir biçimde ülkemiz, Erdoğan’ın dile getirdiği Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) bir unsuru olduğunu göstermeye yeterlidir. Yani, ülkemiz BOP sürecine, bilinçli planlı bir politikayla sokulmuştur. Bunun mimarı da Ahmet Davutoğlu’dur; “kendi dinamizminin potansiyelini uluslararası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içine girebilmektir.” (Age. s: 10). Bu ise, ortaya konan verilere bakınca açık bir yeni Osmanlıcılık olarak karşımıza çıkar. Sonuçta ise Kuzey Afrika’da özellikle Libya’daki kanlı kardeş kavgasının arka planlarını gösterir. Bu da Libya konusunda ülkemizin yaşadığı ikiyüzlü siyaseti izah etmeye yeterlidir. Bu siyaset ise resmen ve komplo dahil bin bir araçla yürütülen insanlık dışı bir kan siyasetidir.
Bu siyaset, Komşumuz Suriye’de tehlikeli oyunlar oynadığı artık açık hale gelmiştir. Suriye halkının haklı taleplerini kullanarak, bir yanıyla Suriye yönetimini oyalarken diğer yanıyla eli kanlı Müslüman Kardeşler örgütüyle flört etmesi karanlık niyetlerin, istismarcı duruşu olarak belirmiştir. Bu daha da çirkin bir iç işlerine müdahale biçimini almaya başlamıştır. Önceki yazılarımda bu konuları ayrıntılarıyla bir görgü tanığı olarak aktarmaya çalıştım. Bu makalede, Suriye’de kan üzerinden siyaset ve Türk bayrağının yeni Osmanlının simgesi olarak Suriye olaylarında aldığı yer itibariyle halklarımızın sırtına yıkacağı ağır sorumluluğa değinmekle yetineceğim.
SURİYE VE KAN ÜZERİNDEN SİYASET
Bu veriler üzerine, Suriye’deki gelişmeleri benim gibi taraflı birinin değil de en tarafsız gözlemcilerin verileriyle ortaya koyduğumuzda görülen gerçek, eli kanlı siyasetin, komplo dahil, bin bir biçimde ikamesinden başka bir şey değildir.
İddiayla dile getiriyorum, bu amaçla, tarihin en kapsamlı medya yalanları özel bir ekip ve dünyanın en güçlü medya kuruluşları eliyle servis edildi. Bu süreçte öylesine tekrar, yalan, abartma, foto-shop oyunları, sahte ve hiçbir zaman Suriye’de olmayan görgü tanıkları, kimsenin tanımadığı insan hakları savunucuları adı altında yalancı şahitler oluşturuldu. Bunlar, belgeleri ve kanıtlarıyla da belirlendi. Bu gerçeği uluslar arası medya kuruluşlarından istifa eden dünyanın ünlü medya program sunucuları da açıkça dile getirdi.
Buna, yakalanan akıl almaz miktarda depolar dolusu silahlar, itirafçıların silahlı eylemler için nasıl hazırlandıklarına dair itirafları ve dış bağlantılarla bölgede ikame edilmek istenen stratejileri (İslami Prenslikler) tek tek ortaya çıkmıştır. Bu amaçla yapılan eylemlerin, bir kıyım ve yıkım eylemi olarak sivillere ve resmi güvenlik güçlerine yönelmesiyle tek amacın ülkeyi bir kaos ortamına sürüklemek olduğu belli olmuştur. Bu kaos, yönetimin gecikmiş reformlarını gerekçe göstererek, yapılan üç dakikalık protestoları videolara çekip sürekli bir anarşi görüntüsü yaratmak için binlerce kez tekrarla yayınlanması ve sonuçta yönetimin kararlıca uygulama çabasında olduğu reformların önünü kesmeyi amaçlamıştır.
Suriye, soğuk savaş döneminin verileriyle kurgulanmış sistemini büyük ölçekte yeniden dizayn etme yükümlülüğü altındadır. Halkını temsil etme kararlılığı, bunu bir yükümlülük olarak yönetimin sırtına tevdi eder. Bu gerçekleri deklare eden Suriye yönetimi halkı için daha çok özgürlük ve demokrasi ikamesi için reform paketi ilan etmiş bunu uygulamak için çaba serf ettiği bilinmektedir. Bu çabalar, kan siyaseti güden karanlık odakları rahatsız etmektedir. Bunun için Suriye yönetiminin reform girişimlerinin önü kesilmek istenmektedir. Bu amaçla sokakların kanla örtülmesi için provokasyonlar yapılmaktadır. Kriz idaresinde yeni yeni tecrübe kazanan Suriye yönetiminin kimi yerde aşırı güç kullanmasının yarattığı sorunlar, bu sürecin sarmalı içinde birbirinin sonucu olan sorunlara yol açtığı da açıktır.
Her şeye rağmen demokratikleşme reformları ertelenmemelidir. Bu halkın hakkıdır. Bu kapsamda Suriye Kürt halkının hakları önemli bir kıstastır, Suriye’nin en büyük handikabı da budur. Bunun yanında genel demokratikleşme yönünde, tek parti egemenliğinin sona erdirilmesi, yeni partiler, seçim ve basın yayın yasası sakince, ama kararlıca ikame edilmelidir. Haklı halk talepleri hiçbir iç sorun gerekçe gösterilmeden yerine getirilmesi gerekenlidir. Suriye’de yönetimin de dile getirdiği bu olmuştur. Anti-emperyalist, ant-siyonist tutumlarıyla, bölgenin istisnasız tüm devrimci, demokrat, ilerici komünist ve aydınlarının desteklediği direnen Suriye’nin sorunlarını barışçıl biçimde atlatması beklenmektedir. İşte yönetimin reformları yerine getirmede gösterdiği kararlı duruş, beklenmeyen bir gelişmeydi. Halkına düşman olan yönetimlerin deneyinin tekrar edileceği sanıldı. Yönetim reformlara sarılmadan baskı ve şiddetle halkı sindireceği sanıldı. Bu nedenle oyunlar bozuldu. Bu yüzden erken biçimde silaha sarıldılar, İslam Prensliği diye kimi bölgelerde üs kurara Libya olayının tekrar edilmesi için çalıştılar. Bu taktikleri tutmayınca, sokakların sürekli gergin kalması, kaosun ve dış baskıların artması için, kamu mülkiyetine zarar verecek eylemlere yöneldiler. Sokakların kanlı hale gelmesi için yönetimi provokasyonlarla kışkırtmaktan da geri kalmadılar. Kan siyaseti burada tüm çıplaklığıyla komplonun en belirgin unsuru olarak kendini ifade etti.
Oysa gösteri ve yürüyüş kanunu çıkmış, isteyen istediği zaman barışçıl gösteri yapabilirdi. Ancak amaç bu olmayınca, hiçbir siyasi talep olmadan, soyut bir “hürriyet” bağrışı altında tahrip, yıkım ve yakma eylemlerin Cami ve Cuma namazının kitlesinden medet uman örtülerle yapmaya çalışmaktadırlar.
Bunun için, Suriye’de eski-yeni eli kanlı tüm terör örgütlerine dıştan aldıkları maddi ve teknik yardımlarla görev ifa etmeye başladılar. Ülke yönetimini daha çok kanlı olaylara çekmek için her türden provokasyon yapılmaya başlandı. Ölüm siyaseti, kan siyaseti ısrarla oturtulmaya çalışıldı. Ölenlerin cenazeleri, yeni ölümler üretti. Bu amaçla kışkırtmalar ve meydan okumalar uluslar arası medyanın pohpohlamalarıyla bitip tükenmez biçimde yeniden üretilmeye çalışıldı. İki Cuma arasında hiçbir varlık gösteremeyenlerin, nefeslerini bir haftacık uzatmak için akıl almaz çılgınlıklar yapıldı; çılgınca tekrarlarla yalan, abartma ve kurgu yayınları sürdürdü. Yüzlercesi belgeli hale gelen bu komedinin son halkasında, İşkencede öldürüldü diye ilan edilen Banyaslı Ahmet Biyassi, bu satırların yazıldığı dakikalarda SYR TV’de yapılan yalan yayınları lanetliyordu.
Kan siyasetinin ikamesi için “Yaratıcı Anarşi” yöntemleri kesilmeden dayatılıp durdu. Ancak Suriye halkı yönetimin arkasında durmaya devam etti. İstenilen hedefe varamayan, devletin hiçbir şekilde dağılmasını sağlayamayan, ne kurum ne şahıs bazında bir başarı sağlayamayan bu eli kanlı güçler, erken silaha sarılmanın yarattığı handikapı aşmak için, bu kez devleti daha çok insan öldürür hale sokmak amacıyla, serbest olmasına rağmen izinli protesto yapmak yerine yıkıp dökmeyi esas alan protestolara daha çok kan için taktik yapmaya başladılar. İçinde 200’ü güvenlik güçlerinden olmak üzere taraftar ve karşıt 800 kişinin ölümü, güvenlik görevlisi 2.600, 3.000‘de sivil yaralı gündeme geldi.
Bu rakamlar, hala ve ısrarla Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın “silah kullanmayanlara karşı silahla cevap verilmeyecek” talimatının koruduğu rakamlardır. Suriye, komplonun detaylarını bilen ve uzun tarihi deneyleriyle bunu görebilen bir ülke olarak, bu provokasyonların arkasından nelerin gelebileceğini de yeterince açık bilmektedir. Suriye halkı, bin bir araçla yetkililere ulaşmak ve bu eli kanlı güçlere karşı savaş meydanlarına inme talebi istemektedir. Devlet bunun önünün kesmekte ve bir iç savaşı asla istememektedir; dış güçlerin komplo planlarının bu yönde bir beklenti içinde olduğu kanaatindedir.
TÜRK BAYRAĞI
Önce Deraa’da hiç anlam verilmeyecek biçimde Türkçe pankartlar çıktı. Üstelik “Ç” harfini alt kertiğiyle veren pankartlar, “Suriye’de gençlerin katledilmesine müsaade etmeyiniz” diyordu. Bu satırların yazarı bu görüntülerin gerçek olup olmadığını anlamaya çalışırken, bu kez Banyas ilçesindeki gösterilerde Erdoğan’a yapılan yardım çağrıları eşliğinde Türk bayrağı görülmeye başladı. Banyas ve çevresindeki olayların Lübnan kaynaklı olduğunu dile getiren itirafçılar, Bölgenin yeminli gericileri Hariri ve çevresinin Türkiye bağlantıları, bölge devrimci demokrat aydınlarının bilgi havuzlarını bir kez daha harmanlamaya yöneltti. Bulguları, Türkiye’nin ikiyüzlü politikalarının yeniden keşfiydi. Türkiye’nin Libya ve Bahreyn tutumları da göz önünün getirilince her şey yerli yerine oturmuştu.
Türk bayrağı bu kez daha yoğun olarak Humus olaylarında belirdi. Bu kez kimse şaşırmadı. Çirkin suratlar açığa çıkmıştı. Bu, tarihte her kırılmanın simgelerinden biriydi. Buradan dönüp bakınca yorumlanması gerekenler olacaktı.
Türkiye’nin ay yıldızlı bayrağını hiçbir ahlaki kaygı duymadan, pervasızlığın ve komşuyu arkadan hançerlemenin bir ifadesi olarak protestolarda dalgalandıranlar, Türk ulusuna en büyük hakareti yapmaktadırlar.
Bu bayrak bir ulusu temsil ediyorsa bu oyunların içinde olmaması gereklidir. Suriye halkı, yarın bu bayrağı yakmaya, ayaklar altında çiğnemeye başlayınca kimse bir söz söyleme hakkına sahip olamaz. Ancak bilinen o ki, “Göç Dalgası” adı altında ne oldukları belirsiz birkaç aileyi “kargo” yapıp Türkiye’ye taşıyanlarla, BOP Eşbaşkanları olarak protestolarda Türk bayrağını sokuşturanların da kendileridir.
Kendini BOP Eşbaşkanı sananların, aynı sürece ülkesinin sokulacağından da haberi bulunmamaktadır. O gün gelip çatınca, komşumuz çok daha zinde olarak Türkiye’ye nasıl karşılık verme hakkına sahip olduğunu düşünmek yeterlidir. Tam bu noktada 100 yıla yakın bir zaman önce “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diyen politikanın ne kadar anlamlı olduğunu, kendini uluslararası komplonun bir parçası olmak için can atanlara hatırlatılır.
Onurlu ve barışçıl bir iç politika tüm iktidarlar için halkın taleplerini yerine getirme politikasıdır. Bu da daha çok özgürlük ve demokrasidir. Ortak bölen bulmak, eşitler olarak paylaşabilme ve sorunları diyalogla aşabilme siyasetidir. Bu mihverde bir iç politikayı sağlam biçimde oluşturulmadan dış politikada ikircimliğe düşmeyi önlemenin mümkünü olamaz. İktidarların da halkında bu gerçeği görerek sorumluluklarını bilince çıkarması ve gereğini yapması gereklidir.
Bu satırların yazarı açısından sonuçta söylenmesi gereken bir şey varsa, o da şudur; kan üzerinden siyaset er ya da geç sahibini vurur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder