23 Nisan 2011 Cumartesi
ERMENİ KATLİAMI
24 Nisan 1915
ERMENİ SOY KIRIMI ve BELGELERİN DİLİ
Mihrac Ural
23 Nisan 2011
24 Nisan’ı unutmayın. Çünkü 24 Nisan 1915 Ermeni soy kırımını yapan akıl sizi hiç unutmuyor. Bu akıl, Osmanlı aklıdır, barbarlıktan 20.Yüzyıl İttihatçı Teşkilatı Mahsusa tetikçiliğine, Cumhuriyetteki Osmanlı darbeciliğine uzanan bir akıldır. Bu akıl, zenginliğimizin, uygarlığımızın, barışımızın kaynağı olan farklılıklarımızı ötekileştiren, düşman ilan eden ve katli vaciptir diye yargısız infazla tasfiye eden akıldır.
Kirli tarihle cesurca yüzleşmenin ilk adımı, bu akılla hesaplaşmayı gerektiriyor. Kaoslarımızın, kimlik bunalımlarımızın, ırkçı-milliyetçi ayrımcı ve bölücü baskıların, kirli savaşta ısrarın nedeni bu akıldır. Bu akılla mücadele yeniden bir yapılanmayı gerektirir bu da daha çok özgürlük ve demokrasiyi…
***
24 Nisan 1915’de Ermenilere karşı yapılan açık ve pervasız bir soykırımdır. Kimse farklı anlam ve ayrıntılara boğulmuş bir bulanıklık yaratmaya çalışmasın, milliyetçi bilinçaltı ve içgüdüleriyle, kavram ve belge karmaşasıyla örtbas etmeye çalışmasın bu bir jenosittir.
İttihatçı militarizmin yayılmacı milliyetçiliği, Osmanlı barbarlığının karanlık aklının meşru çocuğu olarak Ermeni katliamını, emir ve talimatla yerine getirmiştir. İttihatçı şefler ve bunların başında, Ermeni dosyasını resmi olarak üstlenmiş tasfiyeci Talat Paşa bu süreci başından sonuna kadar takip ederek, ırkçı bir cinayetin yargısız infazı gerçekleşmiştir. Bu konuda kuşkusu olanlar, bu konuda tarih adına belge ve kanıt isteyenlerin derdi tarihle yüzleşmekten kaçıştır. Bunun mümkünü yoktur.
Osmanlı tebaası olarak Ermenilerin soy kırıma uğradığı gerçeği açıktır, resmi belgelerde de açıkça bu gerçek ortaya konmuştur. Bu yanıyla konunun, kararı şahıs olarak kimin verip vermediğiyle ilgili bir yanı yoktur. Şahıslar göçüp gidecek, geride kurumlar, devletler, algılar kalacaktır; bunlarla hesaplaşmak için ise tarihle yüzleşmektir. Er ya da geç ölecek şahıslarla değil.
Buna rağmen sözün dolanıp dolaştığı yer bu jenosit kararını kimin verdiğidir. Bunun için belge ve kanıt aramaktan önce, Osmanlı devletinin hükümranlarının her hal ve koşutla kendi tebaalarından sorumlu oldukları ve bunların katlinin tek sorumlu olacakları noktasını atlama çabasındadırlar.
Bu noktada algılanması gereken en önemli nokta, Osmanlının son döneminde iktidarı olan İttihat ve Terakki fırkasının, çalışma yöntemi üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
İttihatçıların siyasal yaşamları boyunca ikili programla çalıştıkları söylenir. Bunun belgelerini elinde bulunduran birçok tarihçi, “yanlış yorumlanır” adı altında yayınlamaktan çekindiğini söyler. Murat Bardakçı, bu gerçeği dile getirip durur; Bardakçı, Talat paşanın Ermenilerle ilgili ince elenip sık dokuduğu, aile aile takip ettiği Ermeni tehciriyle ilgili not defterini yayınladığında da bu gerçek bir ucuyla gün yüzüne çıkmıştı.
Benim elimde özel bir belge yok. Tarih okumalarım ve ortaya konan belgelerin tatmin edici olduğuna inanıyorum. Benim alanım, tarih okumalarıma siyasal yorumdur. Buna rağmen, dünyada ilk kez Leopald Gaszscky’in anı belgelerini “Ermenileri Cumhuriyet’te katletti” başlığı altında yayınladım. Bu alanda görevimi yerine getirdiğime inanıyorum.
Ermeni jenosidi, Anadolu kimyasını bozma yönünde 20.Yüz yılda girişilmiş en pervasız, insanlık dışı bir yargısız toplu infazdır. Bu katliam üzerine o kadar çok şey yazıldı ki, bizim yazacağımız her şey, okyanusta bir kum tanesi bile olamaz. Buna rağmen deryalar damlaların sonucudur. Bu, insani duygu taşıyan herkesin alması gereken bir tutuma işaret eder. Bu tutumların bileşkesi, tarihi ilerleten ve yanlışın aşılarak, hak sahiplerine haklarını iade edecektir. Çabamızın bir boyutu da budur.
Ama bu bir duruştur ve biz bu duruşun daha da anlamlı kılınması için elimizden geleni yapıyor, teorik ve pratik her imkanla, sorumluluk duygusu içinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 24 Nisan 2011 anmaları için de slogandan kaçınarak, konuyla ilgili bir yorum yapacağım.
Yakın zamanda Tevfik Çavdar’ın, Kültür Bakanlığı yayınlarından çıkan “TALAT PAŞA” biyografisini okudum. Başarılı bir çalışma olan bu kitap, yazarın yorumundan bağımsız ve farklı belgelerle ilişkili ele alınacak verilerle dolu. Buradan hareketle, vardığım kimi sonuçları okurla paylaşmak istiyorum.
İTTİHATÇI İKİYÜZLÜLÜĞÜ
İttihatçılar, Bizans’tan o günlere gelen sistemin bir uzantısı olarak, Bizans oyunlarıyla siyaset yapmışlardır. Bir şebeke imajı bırakan İttihat ve Terakki, devlet içinde devlet olarak çalışmış, kanunsuz, hukuksuz faaliyetlere imza atmıştır. Bu hizip, her çalışmasında ikili program yapmıştır.
Birincisi, halka ve resmi ortama alenen gösterilecek program, diğeri ise dar çevrenin bildiği, ilan edilmemiş, ancak icra edilecek olan programdır.
Dolayısıyla, aktif bir faaliyet içinde olduğu gözlemlenen İttihatçıların yaptıkları hiçbir şeyin ilan edilen programa uymadığı görülür. Kimi emirler veriliyor, yaptırımlar ve etkiler oluşturuluyor ancak bunların hiçbiri yazılı bir belgeye dayanmıyor. Bunu anlamak için, icra edilmiş ya da edilememiş, kimi emirlere, fiillere, niyetlere, önermelere bakmak yeterlidir. Bu ikinci programda, ülkenin pazarlanmasından, karanlık, kirli, şaibeli işlere kadar her şeyin olduğu görülüyor.
Bununla ilgili ilginç aktarımları Tevfik Çavdar’ın kitabında bulmak mümkün.
İttihatçıların Almancılığını hepimiz biliriz. Osmanlı İmparatorluğunu, Almanların ucuz bir kuklası haline getirdiklerini de. Talat paşa, “Almanya’nın savaşı kazanacağına inanıyordum. Bu nedenle savaşın ilanından bir ay önce Almanya ile bir anlaşma imzaladık” diyor ( Cengiz Özakıncı’nın “Türkiye’nin Siyasal İntiharı ‘YENİ-OSMANLI’ TUZAĞI” başlıklı kitabı s: 485, Otopsi yayınları 2. Basım 2005).
Bunun ötesinde, taksitle ödenecek “5 milyon lirayı Osmani”’ye kadar bir kredi karşılığında, Osmanlının I. Dünya paylaşım savaşında Alman saflarında yer alışı karşılığında mükafat verilmiştir (10 Kasım 1914 Osmanlı–Alman gizli anlaşması; iki dille, karşılıklı iki sütun halinde yazılan bu anlaşma belgesi orijinal fotokopisi, Age. s: 32).
O günün deyimiyle “Alman Malı Cihad” böylece bir imparatorluğun çöküşüyle sonuçlanacak atılımı başlıyor. Osmanlı Genel Kurmay Başkanı da Alman General Bronsart von Schellendorf’tur.
Bu okuduklarınız, resmi kurumlarca alenen bilinen, yayınlanan ve halkın da bir kısmını bildiği verilerdir. Ancak aynı konu üzerinde İttihatçıların ikinci programları tam tersi şeyler söylüyor. Bir imparatorluğun onur kırıcı tarzda, erdemsizce başka bir emperyalist güce nasıl pazarlanmak istendiğini, altın tabakta sunulduğunu görüyoruz. Bununla da İttihatçıların hiç bir boyutta vatansever olmadıklarını, yaptıklarının dar çıkarlar ve sapık siyasal algılarla ilgili olduğunu görmek zor değildir.
Alman kuklası ittihatçıların ikinci programı için Talat paşanın verdiği bilgileri birlikte okuyalım; “ sanırım ki, dünya tarihinde, hiçbir gücün ötekine, biz devrimimizi yaptığımız dönemde İngiltere’nin Türkiye’ye yaptığı kadar hükmedici bir durum olmamıştır (24 Temmuz 1908 II. Meşruiyet ilanı bn.). Çünkü önderler sizden hoşlanıyordu, ama halk enikonu tapıyordu size, Büyükelçinin arabasının atlarını arabadan ayırdılar ve onu elçilik binasına kadar çektiler. Bu çok küçük bir şey, küçük bir semboldü. Eğer elçi istemiş olsaydı, arabanın vücutlarının üzerinden geçmesine de razı olurlardı. Fakat siz bizden hiçbir şey istemediniz, minnettarlık ise havada yaşayamaz. Elçi soğuk, Fitsmauice (elçilik tercümanı) ise düşmanca davranıyordu; kendimizi idame ettirmenin bir yolunu bulmak mecburiyetinde idik. Fakat aramıza soğukluk girmesinden sonra bile dostluğunuzu yeniden kazanabilmek için çaba gösterdik. Yaptığımız hiçbir şey sizi memnun etmedi. Bizi Almanya’nın kollarına ittiniz. Başka seçeneğimiz yoktu.” (Age. s: 481) Diyerek, Almanya’da savaş sonrası görüştüğü İngiltere’nin Osmanlı elçilik mensubu istihbaratçı Aubrey’ye aktarıyor.
Aubrey, Talat paşayla iki gün sürdürdüğü görüşmeler üzerine “ Barış ve İngiliz dostluğunu elde etmek için teslimiyet noktasına gitmeye hazır olan açık tavırlı” bir insan olduğu yorumunu yapıyor. (Age s: 490)
Talat paşa bu yorumun çok ötesinde şeyler söylediğini, aynı anılardan öğreniyoruz. Talat Paşa İngiliz istihbarat elemanı Aubrey’e “İzmir’i bize geri vermelisiniz ve barış yeniden kurulmalıdır ve bu sağlandığında Anadolu’nun bütün kaynakları İngiltere’nin tasarrufunda olacaktır” (Age. s: 488) diyor.
Bu korkunç teslimiyet ittihatçıların temel karakteridir. Aynı yöntem ve akılla, ülkeyi topyekun güçlü olduğuna inandıkları Almanlara sundular. Bu sorumsuz şebekenin vatansever olması mümkün değildi. Tebaasına ve içindeki farklılıkları ötekileştirmemesi mümkün değildi.
İttihatçılar hep böyle bir teşkilattı. İkiyüzlü, ikircimli, tetikçi, komplocu, darbeciydi. Bu açıdan hiçbir söylemlerine güvenilmezdi. Her zaman ikircimli davranışlarla, sonuçlarını kendilerinin bile tayin edemeyecekleri sürüklenişe düşerlerdi.
Bu açıdan bakınca, Ermeni konusunda da ikili programa sahip oldukları sonucunu çıkarmak zor değil.
Bu işin merkezinde ve Ermeni tehcir dosyasının resmi temsilcisi olarak o zamanın Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı, 4 Şubat 1917’de ise Sadrazam, Başbakan) Talat paşa, bir yandan yapılan soykırım eleştirilerine verilecek cevap ve kendini aklama açısından aldığı notlar ve hazırladığı savunmalar açık ve aleni bir biçimde ortalıkta görülürken, diğer taraftan Ermenilerin işlerinin bitirilmesiyle ilgili olarak ise, gerçek icraat planı olan ikinci plan devreye sokuluyordu.
Tevfik Çavdar’ın “TALÂT PAŞA” kitabında aktarılanlar, Talat paşanın kendini savunmak üzere uzun uzun, olaylar ve verilerle aktardığı, Osmanlının aldığı tehcir yasasına bir gerekçe olarak sunuluyordu; olaylar, eylemler sıralanıyordu. Bunun da ötesinde, Türk milletinin sırtına haberi olmadığı bir yük de yıkmaktan çekinmiyordu. Kitabın “TEHCİR” başlığını taşıyan bölümünde bu konular şöyle işleniyor.
“Türk askerleri ve halkı, Ermenilerin Türk nüfusunu ortadan kaldırmak niyeti bulunduğuna ve Türk devletinin istiklaline son vermek için Ruslarla birleşmiş olduğuna kani idiler “diye ekliyor (Age. s; 348).
Talat paşa bunlara rağmen, Ermenilerin başına gelenlerden üzüntü duyduğunu, yetkililerin taksiratları üzerinde durarak açıklamaya çalışıyor. “Varteks efendiye müteaddit defalar İstanbul’u terk etmesini tavsiye ve hatta kendisine nakdi yardım vaat ettim. Bundan ailesi dahi haberdardır. Fakat kendisi gitmedi. Sonradan İstanbul’daki komite teşkilatında olduğu için yerini terk etmediği anlaşıldı.
Mebusların verdiği malumat cidden feci idi. Birçok geceler uyku uyuyamadım.
Gerek tehcirler ve gerek isyan yüzünden Ermeniler çok zarar vermiştir. Bunu itiraf etmek lazımdır.” (Age. S: 349)
Dahiliye Nazırı Talat paşa, tezat iddiaların ortasında durarak açıklamalar yapıyor. Ermeniler çok zayiat vermiş, feci şeyler yaşamış gibi açıklamalar yapmasına rağmen kimin suçlu olduğu konusunda gelecek olası sorulara, bir komitacı militan olarak, şebekesini ve kadrolarını savunmaktan geri kalmıyor.
Talat paşa “ Esas itibariyle askeri bir ihtiyati tedbirden başka bir şey olmayan tehcir, vicdansız ve seciyesiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır. Maksadım bu hareketlerin çirkinliğini gizlemek değildir. Sadece bu hadiselerden dolayı bütün hükümeti ve İttihat ve Terakki komitesi merkezini ve bu işle hiç alakası olmayan azalarını itham etmenin haksızlık ve keyfi hareket olduğunu söylemek istiyorum. İttihat ve Terakki komitesi azaları Ermenilere karşı yapılan hareketlerden dolayı son derece müteessirdirler ve daima hadiseleri önlemek üzere hükümet üzerinde müessir olmaya çalıştılar.” (Age. S: 350) diye kendini ve İttihatçıları savunup duruyor.
Bu anlatımlar resmi olan, aleni olarak söylenen, kamuoyunu aldatmak üzere dile gelen birinci planı gösteriyordu. Ancak gerçek icra planı farklıydı. O da ikinci program olarak dar bir çevrenin elinde yaşama sokuluyordu.
Bunu anlamak için, bir resmi belgeyi ve aynı anılardan alıntılarla göstermeye çalışacağım.
Birincisi;
Resmi belge, Talat paşanın Babıali Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti’ne şifreli telgrafıdır.
Babıali
Dahiliye Nezareti
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti
Diyarbakır Valiliğine, (Şifre)
Son zamanlarda vilâyet dahilindeki Ermeniler ile diğer bütün Hıristiyanlara da katliamlar yapıldığı ve bu cümleden olarak, daha sonra Diyarbakır’dan gönderilen kişiler vasıtasıyla, Mardin’de Marhasa (Ermeni din adamı) ile Ermeniler arasındaki diğer Hıristiyan ahaliden, yediyüz kişinin geceleri şehirden dışarı çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığı ve şimdiye kadar bu katliamlarda öldürülenlerin ikibin kişi tahmin olunduğu ve buna ivedilikle ve kesin olarak son verilmezse çevre vilâyetteki Müslümanların da ayaklanarak bütün Hıristiyanları katl etmelerinden korkulduğu, haber alınmıştır” diyor.
Talat paşa bu belgede, açıkça “katliamlar yapıldığını” teslim ediyor. Ancak “Ermeniler arasındaki diğer Hıristiyan ahaliden, yediyüz kişinin geceleri şehirden dışarı çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığını” söyleyerek, Hıristiyanlarla, Ermenileri birbirine karıştırıyorlar diye uyarıyor. Yani tek hedef Ermenilerdir, bunun ötesine geçmek, Müslümanların ayaklanarak tüm Hıristiyanlar katletmeye yöneleceği kaygısını dile getiriyor. Bu ise uygun değildir diye de dikkat çekiyor.
Bu belgedeki sözler açıkça, Ermenilere karşı bir soykırım yapıldığını, diğer Hıristiyanlardan ayrılarak icra edindiğini gösteriyor.
Bu belgede Ermeni soykırımı, Osmanlı devletinin en yetkili kişisinin ağzından, resmi olarak itiraf ediliyor.
Talat paşanın bu şifreli belgede dile getirdiklerinin, Ermeni soykırımına karşı bir kaygı olmadığı açıktır. Kaygı, Ermenilerle birlikte diğer Hıristiyanların katledilmesi halinde olası kaosa karşı uyarıdan ibarettir.
Bunu daha iyi anlamak için Aubrey’e, gizli gizli anlattıklarına bir göz atmak yeterli olacaktır; bu belgenin açık ifadelerine önemli bir açıklık daha getirilmiş olacaktır.
İkincisi;
Talat Paşa, İngilizlerin Osmanlı elçiliğinde görevli Entelijans subayı istihbaratçı Aubrey’le I. Dünya savaşı sonrası Almanya’daki buluşmalarında açıkça dile getirdiklerine bakalım.
Talat paşa, Aubrey’e “İngiltere’den madalyonun ancak bir yüzünü görebilirsiniz. İrlanda’da olup bitenleri bilmiyorum, duyduklarımın hepsine de inanmıyorum, ama şüphesiz ki Sinn Fein hareketi üyelerine karşı çok sert davranıyorsunuz, hem sonra ne de olsa bizim Ermeniler sorununa kıyasla, sizin İrlanda sorununuz nedir ki? Hiçbir ulus savaşa girip arkadan hançerlendiğinde buna rıza gösterir mi? Eğer İngiltere’nin dört bir yanında, savaş boyunca, size karşı savaşan Sinn Fein bölgeleri bulunsaydı ne yapardınız?” (Aktaran, Tevfik Çavdar, “TALÂT PAŞA” 1995, Kültür Bakanlığı yayınları / 1788)
Bu anlatımlarla yukarıda verilen resmi belgeyi ilişkilendirdiğimizde, açıkça ortaya çıkan gerçek, Ermeni soykırımının resmi olarak planlandığı, ısrarlı ve sürekli uygulanarak takip edildiği, arada Ermeni olmayan Hıristiyanların da katledilmesine müdahale edildiği ve istenilenin sadece Ermenilerin katli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bu yanıyla, tarih devlet ve kurum olarak Osmanlıyı, o günün iktidarını elinde bulundurun İttihat ve Terakkiyi tüm yöneticileriyle, emirlerini yerine getirenlerle sorumlu tutmaktadır. Bu sorumluluk, hukuki sonuçları itibariyle, aynı topraklar üzerinde, aynı servetler ve kurumlar üzerinde, aynı araç ve güçlerle bir mirasçı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetini de dolaysızca sorumlu tutar.
Bu sorumluluk, sadece geçmişi değil geleceği de birebir ilgilendiren bir sorumluluktur. Kirli tarihiyle yüzleşemeyenlerin, bu gün aynı akılla, Cumhuriyetteki Osmanlı aklıyla, Kürtlere, Araplara, Süryanilere, ezilen mezheplere ve diğer farklılıklara yönelik ötekileştirici, baskı ve zulme devam ettikleri görülmektedir. Bunun için Ermeni soykırımını unutmamak, bu soykırımda hepimizin katledildiğini hatırlamak gereklidir.
Sonuç:
Önceki yazılarımda da tekrarla bu gerçekleri şöyle dile getirdim.
“Ermeniler ırk olarak, millet olarak yok edilmek istenmiştir. Sadece onlar mı? Hayır, Anadolu’nun gerçek yerlileri, Anadolu coğrafyası topraklarını yaşama ilk kez açan, onu gerçek bir vatan haline dönüştüren ve uygarlıkları tüm insanlığa ışık saçan milletler yok edilmek istenmiştir. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Araplar ve diğer ulusal topluluklar, insafsız, pervasız ve gayri ahlaki tarzda varlıkları yok edilmek istenmiştir. 24 Nisanı bu açıdan kavramadıkça bu topraklarda kimse huzur beklemesin.
Bu topraklara sonradan gelmiş ama bir türlü ortak yaşam arzusunu gösterecek uygarlığa ulaşamamış olanlar var. Sorun, bilinçaltında yer edinmiş anavatansızlık takıntısının, gerçek yerlileri illa yok ederek bu toprakları anavatan haline çevirme isteği yer almaktadır. Bu yanılgının histerileri, yıkıcı etkileriyle açtığı yaralar, sorunun temelini oluşturmaktadır. Anadolu, en eski kavimlerin olduğu kadar, bin yıllık geçmişiyle Türk ulusunun da anavatanı olmuştur. Bu gerçek, bu vatanın hepimizin ortak vatanı olduğunu göstermeye yeterlidir. Tek bayrak, tek devlet, tek marş, tek dil dayatmalarının bu topraklara ait bir söylem olmadığına da önemli bir göstergedir. Bu beyhude kompleksler ve onarılması güç tecellileri olan yıkım ve kıyımlar, bu vatana ne barış ne de birlik getirebilir. Bölücülük bu yanıyla, böylesi tek boyutlu akılların ürünü olarak, ortak vatanımızı kaosa sürükleyen, dünyanın doyumsuz çıkar dengeleri altında ezilmesine yol açan, tarihini doldurmuş bir mantığın ürünü olarak kendini dayatmıştır. Aşılması gereken sorun da tas tamam budur. Bunu aşmak ortak vatanımızın esenliğe kavuşmasının tek yolu olmuştur.
Bu topraklar hepimizin ortak ülkesidir. Barış içinde yaşamak için birimizin değil hepimizin ortak vatanında siyasal, sosyal, ekonomik kültürel yaşamı ilgilendiren her alanda anayasal güvencelerle, kurum ve kanunlarla korunmuş, ortak ifademizin egemen olduğu demokratik bir devlet çatısı gerekmektedir. Özgürlüğümüzün gerçekçi garantörleri olmadan, bu Osmanlı artığı akılla daha çok ölüm ve savaşa tanıklık yapacağız. Ancak her defasında bize dayatılan bu ölüm denklemi, hiç bir zaman bu aklı, bu toprakların tek sahibi yapamayacaktır.” (24 Nisan 2008 tarihli, “24 Nisan 1915 Ermeni soy kırımında hepimiz katledildik” başlıkla Mihrac Ural makalesi. AYRI VARLIK Blog).
_________________________________________________________
Yorumlar:
Bu makalemi, giriş mahiyetinde bir paragraf ekleyerek facebook sayfalarında paylaşan Mikdat Abuzer’e eleştiri ve yorumlar gelmiştir.
Mikdat Abuzer’in bu yorumlardan birine verdiği yanıtı, makaleme farklı bir açıdan açıklık getirdiğine inandığım için altta okurlarla paylaşıyorum.
“Sayın Daskapan, öncelikle “Ermeniler hepimiz adına katledildiler” cümlesini yanlış algıladığınızı belirteceğim. Burada devrik bir cümle kurulmuştur. Manası ise çok açıktır. Osmanlının Ermenileri hepimize gözdağı vermek üzere katlettiği anlatılmak istenmiştir. Onlar ne çektiyse hepimiz adına çekmiştir.
Sonra, yorumunuza teşekkür ederim. Diyalogla pek de farklı olmayan yaklaşımlarımızı belli bir raya oturtabiliriz.
Yorumunuzda önemli olan bir nokta üzerinde duracağım. O da soykırım olayıdır.
Ermenilerin soykırımına uğramadığı yönündeki vurgunuz, katledildiler diye olayı yorumlamanızın doğru olmadığını belirteceğim.
Sondan başlamak gerekirse; Hitler’in Yahudi soykırımına bakarak Ermeni soykırımı yoktur demeniz bence bir talihsizliktir. Soykırımını belirlemek için böylesi karşılaştırmaların geçersiz olduğunu siz de biliyor olmalısınız. Hiç bir örnek diğerine benzemez. Kaldı ki, Hitler Yahudi soykırımını yaparken Ermeni soykırımını örnek aldığını ve dünyanın Ermeni soykırımına nasıl ilgisiz kaldıysa, öyle ilgisiz kalacağını dile getirmiştir.
Bu da bir yana, bu güne kadar karşıt görüş olarak Yahudi soykırımının olmadığını iddia edenlerin de olduğunu biliyoruz. Fransız siyasal bilimcileri arasında bu reddi yapan bilim adamı da az değildir. Yakma odalarının bir uydurma olduğu iddiası da buralardan geliyor. Bu iddialara katılmasak da, Yahudi katliamı gerçeklerin en açık gerçeği olduğunu savunsak da her soykırımının kendi verileriyle algılanacağını belirtmek gerek.
Bu anlamda, Osmanlı iktidarının Ermeni sorununda takındığı tutumu, yüz binlerin görgü tanıklığı, binlerce belgeyle ortaya konmuştur. Mihrac Ural bu yazısında resmi bir belgeden yapılan alıntı ve bir anıdan yapılan aktarmayla da tartışmaya yer bırakmayacak ölçekte bir soykırımı olduğu görülüyor. Belgede soykırımı yerine “katliam” kelimesinin kullanılmış olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. O tarihi kesitte soy katliamı diye bir kavram yoktu. Katliam kelimesi ise Arapçadır ve toplu kıyım anlamına gelir (Katl= katletmek, âm=genel-toplu demektir).
Katliam, soykırımdır. Bu iki kelimeyi dil bilgisi açısından sadece bir noktada ayırmak mümkündür, katliam sadece soylara, ırklara değil her topluluğun katledilişi anlamına gelir. Ancak soykırım da bir katliamdır, katliam olmayan bir soykırım olamaz.
Dilbilgisi sorununu da bir kenara koyalım.
Yapılan nedir. Bir ulusun tümünü ya da ezici bir çoğunluğunu, resmi bir kararla (13 Temmuz 1915 kararnamesi) göç adı altında yollara sürmek. Göç dosyasından sorumlu olarak atanmış yetkililerin (Talat paşa), göç eden her kişi ve ailenin tutanaklarını tutup, öldürülene kadar takip etmek (Murat Bardakçının yayınladığı not defteri). Anayurtlarından, tarihsel olarak yaşama ilk kez açıp anavatana dönüştürdükleri topraklarından topluca ve yaya olarak sürülüp, geçtikleri her önemli yerleşim birinde her türden katle maruz bırakılanların, vardıkları yerde, yola çıktıklarındaki 2 milyonu aşkın kişiden, 1,5 milyona yakının katledilmiş olmasını çağdaş söylemle soykırım olarak tanımlamaktan öte bir kavramla ifade etmenin yolu yoktur.
Diğer taraftan Osmanlı mirasına sahip çıkıp çıkmama konusuna gelince. Bu mirastan elbette ki tek tek bireyler sorumlu olamaz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, resmi ağızlarından ve belgelerinde de ifade ettiği gibi Osmanlının devamıdır. Bu resmi olarak ifade edilmemiş olsa da, Osmanlının borçlarını devralmamış olsa da, Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı toprakları ve servetleri üzerinde, aynı kurum ve kuruluşlar hatta yönetici ve subayları tarafından kurulmuş olduğu gerçeği bu sorumluğun sırtında olduğunu ifade eder. Zira son tahlilde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak kimse ölenlerin tekrar hayata dönmesini istemeyecektir. İstenecek olan, hak gaspları, mülk gaspları ve manevi gaspların iadesidir. Bunlar da yalnızca, bu topraklarda, bu toprakların tüm değerleri üzerinde hükümran olan siyasi yapıdan, egemenlikten istenir. Bu yüzden konu dolaysızca bizlerin de sorumlu olduğu bir konudur.
Bu yönetimler değişmeden, bu akıllar değişmeden bu gerçeklerin dengesi sağlanamaz. Kaoslarımız, bunalımlarımız da buradandır.
________________________________
Değerli Murat Han Kocan, yorumumu indirdiğimde sadece üstündeki senin yorumunu okumuştum, daha önce çok ağır sözlerle dile getirdiği yorumlarını okumamıştım.
Önce insan olmanın temel ilişki yolu diyalog olduğunu belirteceğim. Sonra kimse kimseye görüşlerinden dolayı ”cahil”, “hain” falan diyemeyeceğini hatırlatırım. Bu sosyal paylaşım siteleri de öyle uzun tartışmalara hiç uygun olmadığını belirteceğim. Bu alanlar 21. Yüz yıl uygar insan alanıdır. İnsan olma evrimini tamamlamamışların burada işi olmaz.
Buradan karşılıklı olarak, güneş yüzü görmemiş hakaretleri yapmak kadar kolay bir şey de yok. Kimse de bundan çekinmez. Sorun böylesine müptezel tartışma yapmak değildir. Öncelikle herkes diğerinin görüşüne saygı çerçevesinde yaklaşacak, saygı duyamayacak kadar kültür düzeyi olmayanlar ise özel olarak cevap vermeyecek, kendi görüşünü ortaya koymakla yetinecektir. Bu kurala uymadan tartışma yapmanın anlamı yoktur.
Sana verdiğim cevabı yazıda ve Mihrac Ural’ın yazdığı yazıda konu bütünüyle tutarlıca işlenmiştir. Ermeni soykırımı açıktır. Buna sen katliam dersen, ilkem olan her görüşe saygı gereği senin görüşüne katılmasam da saygı duyarım.
Yapılan bir yanlış ya da değil önemli olan bu değildir. Gerçek bir toplu cinayet orta yerde duruyor ve bunu o dönemin dahiliye nazırı Talat paşa da, sonraki Osmanlı örfi idare mahkemesi de açıkça, belgeleriyle dile getirmektedir ve yargılamasını yaparak kimseyi tatmin etmese de, Ermenilere soy kırımı yapıldığı anlamına gelen hükmünü vermiştir. Bunları bilmen ve okumuş olman gerek, böylesi bir tartışmaya girmek için.
Tekrar aktarıyorum
“Yapılan nedir. Bir ulusun tümünü ya da ezici bir çoğunluğunu, resmi bir kararla (13 Temmuz 1915 kararnamesi) göç adı altında yollara sürmek, bunun için bu göç dosyasından sorumlu olarak atanmış yetkililerin (Talat paşa), göç eden her kişi ve ailenin tutanaklarını tutup, öldürülene kadar takip etmek (Murat Bardakçının yayınladığı not defteri), kendi anayurtlarından, tarihsel olarak yaşama ilk kez açıp anavatana dönüştürdükleri topraklardan topluca ve yaya olarak sürüp, geçtikleri her önemli yerleşim birinde her türden katle maruz bırakmak ve sonunda vardıkları yerde yola çıktıklarında 2 milyonu aşkın kişiden, 1,5 milyona yakının katledilmiş olmasını, çağdaş söylemle soykırımı olarak tanımlamaktan başka kavramla karşılamanın yolu yoktur.
Diğer taraftan, Osmanlı mirasına sahip çıkıp çıkmama konusuna gelince. Bu mirastan elbette ki tek tek bireyler sorumlu olamaz. Ancak Türkiye cumhuriyeti resmi ağızlarından ve belgelerinde de ifade ettiği gibi Osmanlının devamıdır. Bu resmi olarak ifade edilmemiş olsa da, Osmanlının borçlarını devralmamış olsa da, Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı toprakları ve servetleri üzerinde, aynı kurum ve kuruluşlar hatta yönetici ve subayları tarafından kurulmuş olduğu gerçeği bu sorumluğun sırtında olduğunu ifade eder. Zira son tahlilde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak kimse ölenlerin tekrar hayata dönmesini istemeyecektir. İstenecek olan, hak gaspları, mülk gaspları ve manevi gaspların iadesidir. Bunlar da yalnızca, bu topraklarda, bu toprakların tüm değerleri üzerinde hükümran olan siyasi yapıdan, egemenlikten istenir. Bu yüzden konu dolaysızca bizlerin de sorumlu olduğu bir konudur.”
Şimdi Ermenilere “Milett-ü emin”, Araplara “Millet-ü necip” falan filen demek, öncelikle kimseni hakkı değil. Orta-saydan Anadolu’ya gasp ve talanla, barbarlığın akıl almaz cinnet yollarıyla, ölüm denklemi icraatlarıyla gelip, kılıç hakkı diye hükümran olanların kimseyşe bir paye verme hakları da yoktur.
Kaldı ki, Anadolu’nun uygar milletleri Osmanlıları ve öncüllerini binlerce yıllık bir mesafeyle, insanlığa saçtıkları aydınlık verileriyle aşmıştır. Anadolu uygarlıklarına Osmanlının ve aklının kattığı tek şey, Türk halkını bile katlederek, “etrak-i bila idrak” diye aşağılayarak tali vaciple yok etmekten ibarettir. Anadolu’da ölüm kültürüyle yaşam kültürü böyle çatışmıştır.
Kimse kimseyi aldatmasın, bu toprakları anavatan yapan Osmanlının at nalları ve kanlı kılıçları değildir. Bilimsel olarak bir bakir toprağı anavatan yapmak demek, onu yaşama, ziraata ilk kez açıp, bunu sürekli olarak işlemektir. Osmanlı bunu yapmadı. O hep vergi aldı emek çaldı. Atatürk bile bunu açıkça ifade etti.
“Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
“Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475)
Osmanlı’yı çok iyi algılayan bir başka özet tanımı Moltke’de bulmak çok ilginçtir. “Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğu, aslında üzerlerinde Babıali’nin hiçbir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır.” ( Age, S; 187)
Dolaysıyla, kimse kendini baba yerine koymasın, gasplarını kendi malı sanmasın. Bununla da yetinmeyip milletleri kendi anayurtlarında katledip, bir şey yapmadım demesin.
Gelecek toplumu evlatlarımızın barış içinde bir arada yaşaması için kuracaksak, artık bu ilkelikten ve bu inkarcılıktan vazgeçelim. Dönün bakın, Kürtler nasıl da hakları olanı söke söke alıyorlar. Önce inkar edildiler, ama onlar direnmeye devam ettiler, sonra haklarını aldılar. Daha da ötesi var, hap birlikte göreceğiz.
Bu tarihin kaçınılmaz ilerlemesidir. Geriye dönmenin mümkünü yoktur. Önemli olan demokrat ve özgür akılla geleceği birlikte yakalamaktır. Benim söyleyeceğim bu kadar.
Saygın olmayan cümlelerle tartışma yapılmayacağını tekrar etmeyeceğim.
___________________________________________________
Murat Han Kocan,
Cevabi yazını okudum teşekkür ederim.
Aramızda algı farkı olduğu açık. İçine bir türlü demokrat olmayı sindiremediğin de. Sorunun şu, Kılıç hakkının sonsuz bir ilahi hak olduğu sanısındasın. Bu nedenle, milliyetçi reflekslerini başka milletler içinde sana uygun olan şekilde gösterme iddiasındasın ki bu hakkı kimse kimseye veremez.
Yani tarihi hiç okumamış bir insan ancak Osmanlının, diğer milletlere iltifat ettiğini iddia eder onlara sıcak yaklaştığını iddia eder. Ben bunu insaf diyorum. Tarih okumuyorsunuz kardeşim olay budur. %99 Hıristiyan ve başka Miletlerle dolu olan Anadolu, insanlık tarihinin en görkemli uygarlıklarını yaratan Miletlerle dolu. Bir barbar akını geliyor, kılıçla doğruyor ve hükümran oluyor. Yolun sonunda Anadolu %99 Müslüman oluyor, tek dil, tek bayrak, tek millet oluyor.
Tarih okumuş insanda izan olur bu nedir, bu barbarlık ve zorbalık sonucu değil mi. kılıç hakkı bu mu ? iltifat etmek bun mu ? “Millet-ü Emin” bumu. Bunun adı köleliktir. Bilmiyorsun kurtuluş savaşı neden verildi onu sorgula. Sonra Osmanlının milyonlarca Km² lik alanından neden haklı olarak bağımsızlığı için kan dökerek kendi ulusal kurtuluş savaşını vererek, Osmanlının kara zulmünden, emperyalizme sığınma pahasına savaş vererek bağımsızlığını kazandı.
Zorda kalınca ve bağımsızlığını bu uluslar kazanınca, dönüp iyi ki öyle oldu onlardan kurtulduk sırtımızda bir yüktü diyen de Talat paşa gibi ittihatçılardır. “ savaş bizi kayıplarımızdan kopmaya zorladı ki, bu da bir kazançtır. Artık Arnavudların, Mekodonyalıların ve Arapların isyanlarıyla uğraşmak zorunda kalmayacağız” (Aktaran, Tevfik Çavdar, “TALÂT PAŞA” s: 485. 1995, Kültür Bakanlığı yayınları / 1788)
Mantık aynı, despot bir hükümranlık, diz çökünce de oh oldu kurtulduk. İşte öyle değil. Bu işin bilimsel toplumsal tarihsel çözümlemesi vardır. Uluslaşma sürecine tamamlamamış olan etnik tüm toplumlar eğer daha üst bir uygarlıkla, Galya’da, İtalya’da Britanya’da olduğu gibi, diğer tüm etnik dokuları özümseyecek bir üst kültür gelip onları içselleştirmesi her etnik doku kendi uluslaşma sürecini siyasal bağımsızlığa kadar götürür. Osmanlı’da olan budur. Türkiye Cumhiryetinde de Kürtlerin durumu, Arapların durumu budur. Bunu anlamak için hiçbir tarih belgesine gerek yok.
Şimdi, kadın alıp vermişiz, ortak yemek yemişiz, din kardeşiyiz demek ne kadar akıllıca olur bilmem. Bütün bunları yapmışız ama ben gelip tek millet, tek bayrak, tek siyasal egemenliği başımın üzerine kurmuşsun ve bana kardeşiz diye numara çekiyorsun. Bunun neresi tarih algısı söyler misin? Bu sadece kendini aldatmaktır. Bırak Osmanlıyı 20 Kürt isyanını, insan aklına sığmayacak bir vahşetle, dereleri kan akıtarak ezmişsin, Cumhuriyet tarihine bak, Kürtleri 19 isyana zorlamışsın. Şeyh Sait ve Dersimde yeri göğü yakmış ölümü dayatmışsın, yüzbinleri katletmişsin, Hatayı ilhak etmişsin, 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıkları kıymışsın, Varlık vergisiyle silindir gibi ezmişsin, üç askeri darbeyle insanlıktan çıkarmış siyasetin tüm dokusunu yakmışsın, 12 Eylül rejimiyle, Diyarbakır-Mamak zindanlarıyla hayali bile zorlayan zülüm etmişsin, 17 000 faili meçhul, 40 000 vatandaşı katletmişsin, utanmadan sıkılmadan sınır dışı operasyonlara İsrail’den ve Amerika’dan dış destek alarak yönelmişsin (Kafana torba giydirenlerle halkını katletmişsin), Kürt halkının özgürlük savaşına çapulcu demiş ama baş edememişsin çünkü her şehidinin arkasından onlarcasını dağa gönderin anaları bulmuşsun,
Tarih nesnel gerçeklerle kavranacak olayların, belge ve kanıtların tarihidir. Duygu ve reflekslerin tarihi değildir. Bütün bunlar neden oldu diye mi soracaksın hemen söyleyeyim. Çünkü gaspçısın, başkasının anavatan haline getirmek için tarihte ilk kez yaşama ve ziraata açtığı toprakları gasp etmişsin. Çalışmamışsın, kültür biriktirip özümseyememişsin, dilin bile yetersiz, alfaben bile yok hep dilenmişsin; kah Arapça, kah Latinceye sığınmışsın. Tarihle alay edercesine de Sümerleri, Hititleri millileştirmişsin. Bilim dünyasına kepaze olmuşsun. Anadolu’yu kendi köksel tarihin ilan etmek için girdiği bu komediler bile sana kar etmemiş. Güneş dil teorisi ise komedi bile değil, bir zavallı davranış olarak sergilemişsin. Herkesin bunu yutmasını istemiş yutmayınca da katli vaciptir diye farklılıklara saldırmışsın. Tarih boyunca göçebeliğin etkisi altında bir üretim atılımı yapmamış, aklın fikrin daha batıya, başka milletlerin emekleriyle oluşturduğu hazır servetleri talan ve gaspa diye hattı hümayun ilan etmişsin, söğütten, Bursa’ya, Edirne’den İstanbul’a, Ankara’ya bir başkent istikrarın bile olmamış.
Elinden gelen tek şey kılıçla doğramak olmuştur. İşte o gün bu gün yok edemediklerin, yeri geldikçe hakkın yolu olarak, özgür olmak için, senin hükmüne baş kaldırmış ve zafer kazanmıştır. Atatürk’ten sana alıntılar verdim. Bak onlara, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Bu listeyi binlerce kez çoğaltmak mümkün. Tarih okumuyorsunuz, çok gezmiş bir şey görmemişsiniz. Başka milletler adına reflekslerinizi kendinize bırakın diyeceğim. Her millet kendi refleksinde özgür olsun bakalım kim kiminle nasıl yaşayacaksa öyle yaşasın zorla bir şey yapamazsınız.
Bu akıl bir tek boyutlu akıldır. Bu akıl zorbalıkla yarattığı sessizliği ebedi sanan bir akıldır. İstanbul, Bağdat, Kudüs, Hatay karşılaştırman bu açıdan çok talihsizdir. İstanbul’da tarih boyunca kimleri kimlere kırdırdığınız yazarsam utanırsın. Osmanlının devşirmelerini, sarayın Ermenilerle, Yahudilerle dolup taşmasını farklılıklara eşit davranma olarak gösterecek biriyle ben ne tartışayım Allah aşkına. Bu bilgimi, bu tez mi nedir söyler misin? Çocukları ana kucağından kaçırıp devşirerek, genç kızları ailelerinden kaçırıp hareme sokarak farklılıklara eşit mi davranmış oluyorsun. Bu yapılan ortaçağlarda bile eşine rastlanmayan bir zülümdür, insanlık evrimini tamamlamamışlıktır.
Yukarıda, 6-7 Eylül 1955 olaylarını dile getirdim, Ermenilerin Katolik ve Ortodoks diye birbirine kanlı şekilde girmelerini de hatırlatacağım. Bu senin barış kenti İstanbul’da olanlardır. Varlık vergisi ise İstanbul defterdarınca bile bir azınlıklar üzerinde bir felaket diye nitelenmiş. Şu ana kadar
Hıristiyanların açılmayan ibadet yerleri ise işin en komik barışçıl yaşam belirtisidir. Hatay ise hiç sorma; o mozaik kentte ezici çoğunluğu laikliğiyle bilinen Aleviler olmasaydı, ne Hıristiyanların ne de Yahudilerin rahat bir günü olurdu. Maraş ve çorum olaylarını aynıyla bu barış şehrini kana bulamak için gelenlerin hikayesini ben sana uzun uzun daha sonra anlatırım: Ama şunu bil bu provokatörlerin belini biz gençken kırdık ve bitti (tarih 1977).
Kişi bir iddiada bulunacaksa arkasında duracak kadar bilgi sahibi olmalı, sallayarak tarih ne okunur ne yazılır.
Bilmiyorsun öğren. “Absürt” olmak tas tamam budur; olayları en kaba haliyle ele almak ve bunu dile öylece getirmektir. Cahilliktir. Kültür işlemeye gerektirir, Bu nedenle devletin, güvenliğine yönelik olaylarda refleksidir diye örtmeye çalıştığın zulmün nedenini bilmemektir. Bir gaspçının, gerçek hak sahibi karşısındaki imha girişimine kimse haklı refleks diyemez. Osmanlının ve Cumhuriyetin yaptığı budur. Bunun için bin kez barış diye el uzatılmasına rağmen kirli savaşı zorlayan devlettir. Bu Osmanlıda da öyleydi .
Alman Genel Kurmay Başkanı Feld Meraşal H.von Moltke bu gerçeği çok yalın olarak şöyle dile getirir "bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, aslında üzerinde babıali'nin hiç bir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır" (Moltke, Türkiye mektupları s:187)
Bu Osmanlı, en gelişmiş olduğu dönemde ise çok daha acımasız bir zorbalık devletiydi. Fatih dönemimi? Batı ile doğu arasındaki ticari yolları kitleyen, bölgemiz üzerine karanlık çağları açan İstanbul fethi mi olumlu dersin. Batının evrensel ölçekte atak yaparak Amerika’yı, Umut burnunun, Kafkas ticaret yollarını keşfedip reform ve rönesansa gidişi sağlayan değimli. Bizans’ı fethederken, geride kalan hiçbir aydınlanmacı aklı içselleştirecek bir kültürü olmayan barbarlığın, Bizans’ın birikimli beyinlerini İtalya’ya kaçışını sağlaması mı yeni bir çağın açılışı? Allah aşkına tarih bilgimi güldürme bu akşam.
Yavuz Sultan Selimi dersin, kardeş kanına giren, babasını bile katledip cenazesini taşıyan, Türkmen Şah İsmail’in öz be öz Türk halkından kuvvetlerini kılıçtan geçirmesi mi olumlu. Bu güne kadar belasından kurtulamadığımız mezhep çatışmasını ondan geriye kalan iyi miras. Hilafeti alıp, Arap gençlerini başka milletlerin zenginliklerini fethetmek, için vurucu güç kullanması mı dine hizmet: başka milletlerin emeklerini gasp etmek mi cihad. Dini körelten, insanlık dışı zulmün kaynağı haline getirin bu cihad mı Allah’ın emri, hak yolu?
Kahire’den, kılıç zoruyla toplanıp, İstanbul’u imar etmek için zorla getirilen Arabesk ustalarıyla (ağaç işi ustalıkları), mermer yataklarının yurdunda nereye kadar ustalık ve beceri geliştirilebilir ki. Bu mü kültür, bu mu insanlığa mesaj. İyi ki Ermeniden dönme Mimar Sinan olmuş. O da sadece Bizans’a rekabet adı altında aynı şeyi tekrardan öteye geçmemiştir. Yaptığı tüm camiler, kervan saraylar, Bizans’ın taklidinden ibarettir. Sinan ne teknolojik, ne mühendislik alanında bir nitelik atak yapmamıştır. Bizans’ta olanı iyi bir şekilde tekrar etmiştir. Bir icat becerememiştir. Neden dersen, çünkü yaşamın her alanında geleni kapsayan bir kültür olanağı taşımayan, çağdaşları akıl almaz teknik icatlarla tarihi ilerletirken kendisi karanlıkta kalmış bir imparatorluğun devşirme esiriydi de ondun.
Osmanlı kendinde olmayanı veremezdi. Cumhuriyette öyle. Kimse bizi kardeşlik türküleriyle uyutmasın. Biz haklı taleplerimizin nasıl alınacağına biz karar veririz. Bu bizim özgürlüğümüzdür, buna saygı istiyoruz. YSK’nın bağımsız adaylarla ilgili aldığı Veto kararı nasıl ki, direnerek tersine döndüyse öyle. Çünkü bu ülkede uzattığımız tüm barış ellerin kırdınız, yasal siyasal nefes alanı bırakmadınız, bizi tek bir yola mahkum eden sizsiniz, kefareti ödemekte size ait. Buna rağmen, Anadolu’nun en kadim yerlileri olarak bu topraklarda size de yer vermekte bir sakınca görmüyoruz. Bu topraklar hepimizindir diyoruz bir tekimizin değil. Barış içinde bir arada, bölünmeden yaşama şansımız var, despotluğa devam etmeyiniz diyoruz. Dün Lozan’la kurtardınız, geride kalanları bu akılla Sevr bile kurtaramaz. Tarih sahibi olan, arkasında duranı olan hiçbir mazlum hakkı yok edememiştir, er ya da geç sahibine teslim etmiştir. Bunu bilin, aklı selim kuşaklara yol açın birlikte yaşayalım bu güzel vatan, birimizin değil, hepimizindir: kurucu eşitler olarak, tüm haklarımız kolektif kimliklerimizin açık beyan edildiği bir ortak demokratik anayasada huzur içinde yaşayalım.
Türk halkı tarihte yer alan tüm halklar gibi büyük bir halktır. Onurlu ve insani değerleri yüksek bir halktır: bu halka zulüm eden, değerlerini talan edip eriten onun başına musallat olan despotlardır. Bu halk benimde tüm Anadolu halklarının da umududur. Kürt halkı gibi o da özgürlük için omuz verecek, Arapları da diğerleri de bu sürece katılarak zafer kazanacaktır. Bir veba hastalığı olan Milliyetçilik zehrini hep birlikte, bu toprakların insanları olarak, ret edeceğiz. Yukarıdaki tüm sözlerim, Türk halkına da acımasız davranan karanlık akıllaradır.
Bu da benim son sözümdür.
ERMENİ SOY KIRIMI ve BELGELERİN DİLİ
Mihrac Ural
23 Nisan 2011
24 Nisan’ı unutmayın. Çünkü 24 Nisan 1915 Ermeni soy kırımını yapan akıl sizi hiç unutmuyor. Bu akıl, Osmanlı aklıdır, barbarlıktan 20.Yüzyıl İttihatçı Teşkilatı Mahsusa tetikçiliğine, Cumhuriyetteki Osmanlı darbeciliğine uzanan bir akıldır. Bu akıl, zenginliğimizin, uygarlığımızın, barışımızın kaynağı olan farklılıklarımızı ötekileştiren, düşman ilan eden ve katli vaciptir diye yargısız infazla tasfiye eden akıldır.
Kirli tarihle cesurca yüzleşmenin ilk adımı, bu akılla hesaplaşmayı gerektiriyor. Kaoslarımızın, kimlik bunalımlarımızın, ırkçı-milliyetçi ayrımcı ve bölücü baskıların, kirli savaşta ısrarın nedeni bu akıldır. Bu akılla mücadele yeniden bir yapılanmayı gerektirir bu da daha çok özgürlük ve demokrasiyi…
***
24 Nisan 1915’de Ermenilere karşı yapılan açık ve pervasız bir soykırımdır. Kimse farklı anlam ve ayrıntılara boğulmuş bir bulanıklık yaratmaya çalışmasın, milliyetçi bilinçaltı ve içgüdüleriyle, kavram ve belge karmaşasıyla örtbas etmeye çalışmasın bu bir jenosittir.
İttihatçı militarizmin yayılmacı milliyetçiliği, Osmanlı barbarlığının karanlık aklının meşru çocuğu olarak Ermeni katliamını, emir ve talimatla yerine getirmiştir. İttihatçı şefler ve bunların başında, Ermeni dosyasını resmi olarak üstlenmiş tasfiyeci Talat Paşa bu süreci başından sonuna kadar takip ederek, ırkçı bir cinayetin yargısız infazı gerçekleşmiştir. Bu konuda kuşkusu olanlar, bu konuda tarih adına belge ve kanıt isteyenlerin derdi tarihle yüzleşmekten kaçıştır. Bunun mümkünü yoktur.
Osmanlı tebaası olarak Ermenilerin soy kırıma uğradığı gerçeği açıktır, resmi belgelerde de açıkça bu gerçek ortaya konmuştur. Bu yanıyla konunun, kararı şahıs olarak kimin verip vermediğiyle ilgili bir yanı yoktur. Şahıslar göçüp gidecek, geride kurumlar, devletler, algılar kalacaktır; bunlarla hesaplaşmak için ise tarihle yüzleşmektir. Er ya da geç ölecek şahıslarla değil.
Buna rağmen sözün dolanıp dolaştığı yer bu jenosit kararını kimin verdiğidir. Bunun için belge ve kanıt aramaktan önce, Osmanlı devletinin hükümranlarının her hal ve koşutla kendi tebaalarından sorumlu oldukları ve bunların katlinin tek sorumlu olacakları noktasını atlama çabasındadırlar.
Bu noktada algılanması gereken en önemli nokta, Osmanlının son döneminde iktidarı olan İttihat ve Terakki fırkasının, çalışma yöntemi üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.
İttihatçıların siyasal yaşamları boyunca ikili programla çalıştıkları söylenir. Bunun belgelerini elinde bulunduran birçok tarihçi, “yanlış yorumlanır” adı altında yayınlamaktan çekindiğini söyler. Murat Bardakçı, bu gerçeği dile getirip durur; Bardakçı, Talat paşanın Ermenilerle ilgili ince elenip sık dokuduğu, aile aile takip ettiği Ermeni tehciriyle ilgili not defterini yayınladığında da bu gerçek bir ucuyla gün yüzüne çıkmıştı.
Benim elimde özel bir belge yok. Tarih okumalarım ve ortaya konan belgelerin tatmin edici olduğuna inanıyorum. Benim alanım, tarih okumalarıma siyasal yorumdur. Buna rağmen, dünyada ilk kez Leopald Gaszscky’in anı belgelerini “Ermenileri Cumhuriyet’te katletti” başlığı altında yayınladım. Bu alanda görevimi yerine getirdiğime inanıyorum.
Ermeni jenosidi, Anadolu kimyasını bozma yönünde 20.Yüz yılda girişilmiş en pervasız, insanlık dışı bir yargısız toplu infazdır. Bu katliam üzerine o kadar çok şey yazıldı ki, bizim yazacağımız her şey, okyanusta bir kum tanesi bile olamaz. Buna rağmen deryalar damlaların sonucudur. Bu, insani duygu taşıyan herkesin alması gereken bir tutuma işaret eder. Bu tutumların bileşkesi, tarihi ilerleten ve yanlışın aşılarak, hak sahiplerine haklarını iade edecektir. Çabamızın bir boyutu da budur.
Ama bu bir duruştur ve biz bu duruşun daha da anlamlı kılınması için elimizden geleni yapıyor, teorik ve pratik her imkanla, sorumluluk duygusu içinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 24 Nisan 2011 anmaları için de slogandan kaçınarak, konuyla ilgili bir yorum yapacağım.
Yakın zamanda Tevfik Çavdar’ın, Kültür Bakanlığı yayınlarından çıkan “TALAT PAŞA” biyografisini okudum. Başarılı bir çalışma olan bu kitap, yazarın yorumundan bağımsız ve farklı belgelerle ilişkili ele alınacak verilerle dolu. Buradan hareketle, vardığım kimi sonuçları okurla paylaşmak istiyorum.
İTTİHATÇI İKİYÜZLÜLÜĞÜ
İttihatçılar, Bizans’tan o günlere gelen sistemin bir uzantısı olarak, Bizans oyunlarıyla siyaset yapmışlardır. Bir şebeke imajı bırakan İttihat ve Terakki, devlet içinde devlet olarak çalışmış, kanunsuz, hukuksuz faaliyetlere imza atmıştır. Bu hizip, her çalışmasında ikili program yapmıştır.
Birincisi, halka ve resmi ortama alenen gösterilecek program, diğeri ise dar çevrenin bildiği, ilan edilmemiş, ancak icra edilecek olan programdır.
Dolayısıyla, aktif bir faaliyet içinde olduğu gözlemlenen İttihatçıların yaptıkları hiçbir şeyin ilan edilen programa uymadığı görülür. Kimi emirler veriliyor, yaptırımlar ve etkiler oluşturuluyor ancak bunların hiçbiri yazılı bir belgeye dayanmıyor. Bunu anlamak için, icra edilmiş ya da edilememiş, kimi emirlere, fiillere, niyetlere, önermelere bakmak yeterlidir. Bu ikinci programda, ülkenin pazarlanmasından, karanlık, kirli, şaibeli işlere kadar her şeyin olduğu görülüyor.
Bununla ilgili ilginç aktarımları Tevfik Çavdar’ın kitabında bulmak mümkün.
İttihatçıların Almancılığını hepimiz biliriz. Osmanlı İmparatorluğunu, Almanların ucuz bir kuklası haline getirdiklerini de. Talat paşa, “Almanya’nın savaşı kazanacağına inanıyordum. Bu nedenle savaşın ilanından bir ay önce Almanya ile bir anlaşma imzaladık” diyor ( Cengiz Özakıncı’nın “Türkiye’nin Siyasal İntiharı ‘YENİ-OSMANLI’ TUZAĞI” başlıklı kitabı s: 485, Otopsi yayınları 2. Basım 2005).
Bunun ötesinde, taksitle ödenecek “5 milyon lirayı Osmani”’ye kadar bir kredi karşılığında, Osmanlının I. Dünya paylaşım savaşında Alman saflarında yer alışı karşılığında mükafat verilmiştir (10 Kasım 1914 Osmanlı–Alman gizli anlaşması; iki dille, karşılıklı iki sütun halinde yazılan bu anlaşma belgesi orijinal fotokopisi, Age. s: 32).
O günün deyimiyle “Alman Malı Cihad” böylece bir imparatorluğun çöküşüyle sonuçlanacak atılımı başlıyor. Osmanlı Genel Kurmay Başkanı da Alman General Bronsart von Schellendorf’tur.
Bu okuduklarınız, resmi kurumlarca alenen bilinen, yayınlanan ve halkın da bir kısmını bildiği verilerdir. Ancak aynı konu üzerinde İttihatçıların ikinci programları tam tersi şeyler söylüyor. Bir imparatorluğun onur kırıcı tarzda, erdemsizce başka bir emperyalist güce nasıl pazarlanmak istendiğini, altın tabakta sunulduğunu görüyoruz. Bununla da İttihatçıların hiç bir boyutta vatansever olmadıklarını, yaptıklarının dar çıkarlar ve sapık siyasal algılarla ilgili olduğunu görmek zor değildir.
Alman kuklası ittihatçıların ikinci programı için Talat paşanın verdiği bilgileri birlikte okuyalım; “ sanırım ki, dünya tarihinde, hiçbir gücün ötekine, biz devrimimizi yaptığımız dönemde İngiltere’nin Türkiye’ye yaptığı kadar hükmedici bir durum olmamıştır (24 Temmuz 1908 II. Meşruiyet ilanı bn.). Çünkü önderler sizden hoşlanıyordu, ama halk enikonu tapıyordu size, Büyükelçinin arabasının atlarını arabadan ayırdılar ve onu elçilik binasına kadar çektiler. Bu çok küçük bir şey, küçük bir semboldü. Eğer elçi istemiş olsaydı, arabanın vücutlarının üzerinden geçmesine de razı olurlardı. Fakat siz bizden hiçbir şey istemediniz, minnettarlık ise havada yaşayamaz. Elçi soğuk, Fitsmauice (elçilik tercümanı) ise düşmanca davranıyordu; kendimizi idame ettirmenin bir yolunu bulmak mecburiyetinde idik. Fakat aramıza soğukluk girmesinden sonra bile dostluğunuzu yeniden kazanabilmek için çaba gösterdik. Yaptığımız hiçbir şey sizi memnun etmedi. Bizi Almanya’nın kollarına ittiniz. Başka seçeneğimiz yoktu.” (Age. s: 481) Diyerek, Almanya’da savaş sonrası görüştüğü İngiltere’nin Osmanlı elçilik mensubu istihbaratçı Aubrey’ye aktarıyor.
Aubrey, Talat paşayla iki gün sürdürdüğü görüşmeler üzerine “ Barış ve İngiliz dostluğunu elde etmek için teslimiyet noktasına gitmeye hazır olan açık tavırlı” bir insan olduğu yorumunu yapıyor. (Age s: 490)
Talat paşa bu yorumun çok ötesinde şeyler söylediğini, aynı anılardan öğreniyoruz. Talat Paşa İngiliz istihbarat elemanı Aubrey’e “İzmir’i bize geri vermelisiniz ve barış yeniden kurulmalıdır ve bu sağlandığında Anadolu’nun bütün kaynakları İngiltere’nin tasarrufunda olacaktır” (Age. s: 488) diyor.
Bu korkunç teslimiyet ittihatçıların temel karakteridir. Aynı yöntem ve akılla, ülkeyi topyekun güçlü olduğuna inandıkları Almanlara sundular. Bu sorumsuz şebekenin vatansever olması mümkün değildi. Tebaasına ve içindeki farklılıkları ötekileştirmemesi mümkün değildi.
İttihatçılar hep böyle bir teşkilattı. İkiyüzlü, ikircimli, tetikçi, komplocu, darbeciydi. Bu açıdan hiçbir söylemlerine güvenilmezdi. Her zaman ikircimli davranışlarla, sonuçlarını kendilerinin bile tayin edemeyecekleri sürüklenişe düşerlerdi.
Bu açıdan bakınca, Ermeni konusunda da ikili programa sahip oldukları sonucunu çıkarmak zor değil.
Bu işin merkezinde ve Ermeni tehcir dosyasının resmi temsilcisi olarak o zamanın Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı, 4 Şubat 1917’de ise Sadrazam, Başbakan) Talat paşa, bir yandan yapılan soykırım eleştirilerine verilecek cevap ve kendini aklama açısından aldığı notlar ve hazırladığı savunmalar açık ve aleni bir biçimde ortalıkta görülürken, diğer taraftan Ermenilerin işlerinin bitirilmesiyle ilgili olarak ise, gerçek icraat planı olan ikinci plan devreye sokuluyordu.
Tevfik Çavdar’ın “TALÂT PAŞA” kitabında aktarılanlar, Talat paşanın kendini savunmak üzere uzun uzun, olaylar ve verilerle aktardığı, Osmanlının aldığı tehcir yasasına bir gerekçe olarak sunuluyordu; olaylar, eylemler sıralanıyordu. Bunun da ötesinde, Türk milletinin sırtına haberi olmadığı bir yük de yıkmaktan çekinmiyordu. Kitabın “TEHCİR” başlığını taşıyan bölümünde bu konular şöyle işleniyor.
“Türk askerleri ve halkı, Ermenilerin Türk nüfusunu ortadan kaldırmak niyeti bulunduğuna ve Türk devletinin istiklaline son vermek için Ruslarla birleşmiş olduğuna kani idiler “diye ekliyor (Age. s; 348).
Talat paşa bunlara rağmen, Ermenilerin başına gelenlerden üzüntü duyduğunu, yetkililerin taksiratları üzerinde durarak açıklamaya çalışıyor. “Varteks efendiye müteaddit defalar İstanbul’u terk etmesini tavsiye ve hatta kendisine nakdi yardım vaat ettim. Bundan ailesi dahi haberdardır. Fakat kendisi gitmedi. Sonradan İstanbul’daki komite teşkilatında olduğu için yerini terk etmediği anlaşıldı.
Mebusların verdiği malumat cidden feci idi. Birçok geceler uyku uyuyamadım.
Gerek tehcirler ve gerek isyan yüzünden Ermeniler çok zarar vermiştir. Bunu itiraf etmek lazımdır.” (Age. S: 349)
Dahiliye Nazırı Talat paşa, tezat iddiaların ortasında durarak açıklamalar yapıyor. Ermeniler çok zayiat vermiş, feci şeyler yaşamış gibi açıklamalar yapmasına rağmen kimin suçlu olduğu konusunda gelecek olası sorulara, bir komitacı militan olarak, şebekesini ve kadrolarını savunmaktan geri kalmıyor.
Talat paşa “ Esas itibariyle askeri bir ihtiyati tedbirden başka bir şey olmayan tehcir, vicdansız ve seciyesiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır. Maksadım bu hareketlerin çirkinliğini gizlemek değildir. Sadece bu hadiselerden dolayı bütün hükümeti ve İttihat ve Terakki komitesi merkezini ve bu işle hiç alakası olmayan azalarını itham etmenin haksızlık ve keyfi hareket olduğunu söylemek istiyorum. İttihat ve Terakki komitesi azaları Ermenilere karşı yapılan hareketlerden dolayı son derece müteessirdirler ve daima hadiseleri önlemek üzere hükümet üzerinde müessir olmaya çalıştılar.” (Age. S: 350) diye kendini ve İttihatçıları savunup duruyor.
Bu anlatımlar resmi olan, aleni olarak söylenen, kamuoyunu aldatmak üzere dile gelen birinci planı gösteriyordu. Ancak gerçek icra planı farklıydı. O da ikinci program olarak dar bir çevrenin elinde yaşama sokuluyordu.
Bunu anlamak için, bir resmi belgeyi ve aynı anılardan alıntılarla göstermeye çalışacağım.
Birincisi;
Resmi belge, Talat paşanın Babıali Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti’ne şifreli telgrafıdır.
Babıali
Dahiliye Nezareti
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti
Diyarbakır Valiliğine, (Şifre)
Son zamanlarda vilâyet dahilindeki Ermeniler ile diğer bütün Hıristiyanlara da katliamlar yapıldığı ve bu cümleden olarak, daha sonra Diyarbakır’dan gönderilen kişiler vasıtasıyla, Mardin’de Marhasa (Ermeni din adamı) ile Ermeniler arasındaki diğer Hıristiyan ahaliden, yediyüz kişinin geceleri şehirden dışarı çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığı ve şimdiye kadar bu katliamlarda öldürülenlerin ikibin kişi tahmin olunduğu ve buna ivedilikle ve kesin olarak son verilmezse çevre vilâyetteki Müslümanların da ayaklanarak bütün Hıristiyanları katl etmelerinden korkulduğu, haber alınmıştır” diyor.
Talat paşa bu belgede, açıkça “katliamlar yapıldığını” teslim ediyor. Ancak “Ermeniler arasındaki diğer Hıristiyan ahaliden, yediyüz kişinin geceleri şehirden dışarı çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığını” söyleyerek, Hıristiyanlarla, Ermenileri birbirine karıştırıyorlar diye uyarıyor. Yani tek hedef Ermenilerdir, bunun ötesine geçmek, Müslümanların ayaklanarak tüm Hıristiyanlar katletmeye yöneleceği kaygısını dile getiriyor. Bu ise uygun değildir diye de dikkat çekiyor.
Bu belgedeki sözler açıkça, Ermenilere karşı bir soykırım yapıldığını, diğer Hıristiyanlardan ayrılarak icra edindiğini gösteriyor.
Bu belgede Ermeni soykırımı, Osmanlı devletinin en yetkili kişisinin ağzından, resmi olarak itiraf ediliyor.
Talat paşanın bu şifreli belgede dile getirdiklerinin, Ermeni soykırımına karşı bir kaygı olmadığı açıktır. Kaygı, Ermenilerle birlikte diğer Hıristiyanların katledilmesi halinde olası kaosa karşı uyarıdan ibarettir.
Bunu daha iyi anlamak için Aubrey’e, gizli gizli anlattıklarına bir göz atmak yeterli olacaktır; bu belgenin açık ifadelerine önemli bir açıklık daha getirilmiş olacaktır.
İkincisi;
Talat Paşa, İngilizlerin Osmanlı elçiliğinde görevli Entelijans subayı istihbaratçı Aubrey’le I. Dünya savaşı sonrası Almanya’daki buluşmalarında açıkça dile getirdiklerine bakalım.
Talat paşa, Aubrey’e “İngiltere’den madalyonun ancak bir yüzünü görebilirsiniz. İrlanda’da olup bitenleri bilmiyorum, duyduklarımın hepsine de inanmıyorum, ama şüphesiz ki Sinn Fein hareketi üyelerine karşı çok sert davranıyorsunuz, hem sonra ne de olsa bizim Ermeniler sorununa kıyasla, sizin İrlanda sorununuz nedir ki? Hiçbir ulus savaşa girip arkadan hançerlendiğinde buna rıza gösterir mi? Eğer İngiltere’nin dört bir yanında, savaş boyunca, size karşı savaşan Sinn Fein bölgeleri bulunsaydı ne yapardınız?” (Aktaran, Tevfik Çavdar, “TALÂT PAŞA” 1995, Kültür Bakanlığı yayınları / 1788)
Bu anlatımlarla yukarıda verilen resmi belgeyi ilişkilendirdiğimizde, açıkça ortaya çıkan gerçek, Ermeni soykırımının resmi olarak planlandığı, ısrarlı ve sürekli uygulanarak takip edildiği, arada Ermeni olmayan Hıristiyanların da katledilmesine müdahale edildiği ve istenilenin sadece Ermenilerin katli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bu yanıyla, tarih devlet ve kurum olarak Osmanlıyı, o günün iktidarını elinde bulundurun İttihat ve Terakkiyi tüm yöneticileriyle, emirlerini yerine getirenlerle sorumlu tutmaktadır. Bu sorumluluk, hukuki sonuçları itibariyle, aynı topraklar üzerinde, aynı servetler ve kurumlar üzerinde, aynı araç ve güçlerle bir mirasçı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetini de dolaysızca sorumlu tutar.
Bu sorumluluk, sadece geçmişi değil geleceği de birebir ilgilendiren bir sorumluluktur. Kirli tarihiyle yüzleşemeyenlerin, bu gün aynı akılla, Cumhuriyetteki Osmanlı aklıyla, Kürtlere, Araplara, Süryanilere, ezilen mezheplere ve diğer farklılıklara yönelik ötekileştirici, baskı ve zulme devam ettikleri görülmektedir. Bunun için Ermeni soykırımını unutmamak, bu soykırımda hepimizin katledildiğini hatırlamak gereklidir.
Sonuç:
Önceki yazılarımda da tekrarla bu gerçekleri şöyle dile getirdim.
“Ermeniler ırk olarak, millet olarak yok edilmek istenmiştir. Sadece onlar mı? Hayır, Anadolu’nun gerçek yerlileri, Anadolu coğrafyası topraklarını yaşama ilk kez açan, onu gerçek bir vatan haline dönüştüren ve uygarlıkları tüm insanlığa ışık saçan milletler yok edilmek istenmiştir. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Araplar ve diğer ulusal topluluklar, insafsız, pervasız ve gayri ahlaki tarzda varlıkları yok edilmek istenmiştir. 24 Nisanı bu açıdan kavramadıkça bu topraklarda kimse huzur beklemesin.
Bu topraklara sonradan gelmiş ama bir türlü ortak yaşam arzusunu gösterecek uygarlığa ulaşamamış olanlar var. Sorun, bilinçaltında yer edinmiş anavatansızlık takıntısının, gerçek yerlileri illa yok ederek bu toprakları anavatan haline çevirme isteği yer almaktadır. Bu yanılgının histerileri, yıkıcı etkileriyle açtığı yaralar, sorunun temelini oluşturmaktadır. Anadolu, en eski kavimlerin olduğu kadar, bin yıllık geçmişiyle Türk ulusunun da anavatanı olmuştur. Bu gerçek, bu vatanın hepimizin ortak vatanı olduğunu göstermeye yeterlidir. Tek bayrak, tek devlet, tek marş, tek dil dayatmalarının bu topraklara ait bir söylem olmadığına da önemli bir göstergedir. Bu beyhude kompleksler ve onarılması güç tecellileri olan yıkım ve kıyımlar, bu vatana ne barış ne de birlik getirebilir. Bölücülük bu yanıyla, böylesi tek boyutlu akılların ürünü olarak, ortak vatanımızı kaosa sürükleyen, dünyanın doyumsuz çıkar dengeleri altında ezilmesine yol açan, tarihini doldurmuş bir mantığın ürünü olarak kendini dayatmıştır. Aşılması gereken sorun da tas tamam budur. Bunu aşmak ortak vatanımızın esenliğe kavuşmasının tek yolu olmuştur.
Bu topraklar hepimizin ortak ülkesidir. Barış içinde yaşamak için birimizin değil hepimizin ortak vatanında siyasal, sosyal, ekonomik kültürel yaşamı ilgilendiren her alanda anayasal güvencelerle, kurum ve kanunlarla korunmuş, ortak ifademizin egemen olduğu demokratik bir devlet çatısı gerekmektedir. Özgürlüğümüzün gerçekçi garantörleri olmadan, bu Osmanlı artığı akılla daha çok ölüm ve savaşa tanıklık yapacağız. Ancak her defasında bize dayatılan bu ölüm denklemi, hiç bir zaman bu aklı, bu toprakların tek sahibi yapamayacaktır.” (24 Nisan 2008 tarihli, “24 Nisan 1915 Ermeni soy kırımında hepimiz katledildik” başlıkla Mihrac Ural makalesi. AYRI VARLIK Blog).
_________________________________________________________
Yorumlar:
Bu makalemi, giriş mahiyetinde bir paragraf ekleyerek facebook sayfalarında paylaşan Mikdat Abuzer’e eleştiri ve yorumlar gelmiştir.
Mikdat Abuzer’in bu yorumlardan birine verdiği yanıtı, makaleme farklı bir açıdan açıklık getirdiğine inandığım için altta okurlarla paylaşıyorum.
“Sayın Daskapan, öncelikle “Ermeniler hepimiz adına katledildiler” cümlesini yanlış algıladığınızı belirteceğim. Burada devrik bir cümle kurulmuştur. Manası ise çok açıktır. Osmanlının Ermenileri hepimize gözdağı vermek üzere katlettiği anlatılmak istenmiştir. Onlar ne çektiyse hepimiz adına çekmiştir.
Sonra, yorumunuza teşekkür ederim. Diyalogla pek de farklı olmayan yaklaşımlarımızı belli bir raya oturtabiliriz.
Yorumunuzda önemli olan bir nokta üzerinde duracağım. O da soykırım olayıdır.
Ermenilerin soykırımına uğramadığı yönündeki vurgunuz, katledildiler diye olayı yorumlamanızın doğru olmadığını belirteceğim.
Sondan başlamak gerekirse; Hitler’in Yahudi soykırımına bakarak Ermeni soykırımı yoktur demeniz bence bir talihsizliktir. Soykırımını belirlemek için böylesi karşılaştırmaların geçersiz olduğunu siz de biliyor olmalısınız. Hiç bir örnek diğerine benzemez. Kaldı ki, Hitler Yahudi soykırımını yaparken Ermeni soykırımını örnek aldığını ve dünyanın Ermeni soykırımına nasıl ilgisiz kaldıysa, öyle ilgisiz kalacağını dile getirmiştir.
Bu da bir yana, bu güne kadar karşıt görüş olarak Yahudi soykırımının olmadığını iddia edenlerin de olduğunu biliyoruz. Fransız siyasal bilimcileri arasında bu reddi yapan bilim adamı da az değildir. Yakma odalarının bir uydurma olduğu iddiası da buralardan geliyor. Bu iddialara katılmasak da, Yahudi katliamı gerçeklerin en açık gerçeği olduğunu savunsak da her soykırımının kendi verileriyle algılanacağını belirtmek gerek.
Bu anlamda, Osmanlı iktidarının Ermeni sorununda takındığı tutumu, yüz binlerin görgü tanıklığı, binlerce belgeyle ortaya konmuştur. Mihrac Ural bu yazısında resmi bir belgeden yapılan alıntı ve bir anıdan yapılan aktarmayla da tartışmaya yer bırakmayacak ölçekte bir soykırımı olduğu görülüyor. Belgede soykırımı yerine “katliam” kelimesinin kullanılmış olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. O tarihi kesitte soy katliamı diye bir kavram yoktu. Katliam kelimesi ise Arapçadır ve toplu kıyım anlamına gelir (Katl= katletmek, âm=genel-toplu demektir).
Katliam, soykırımdır. Bu iki kelimeyi dil bilgisi açısından sadece bir noktada ayırmak mümkündür, katliam sadece soylara, ırklara değil her topluluğun katledilişi anlamına gelir. Ancak soykırım da bir katliamdır, katliam olmayan bir soykırım olamaz.
Dilbilgisi sorununu da bir kenara koyalım.
Yapılan nedir. Bir ulusun tümünü ya da ezici bir çoğunluğunu, resmi bir kararla (13 Temmuz 1915 kararnamesi) göç adı altında yollara sürmek. Göç dosyasından sorumlu olarak atanmış yetkililerin (Talat paşa), göç eden her kişi ve ailenin tutanaklarını tutup, öldürülene kadar takip etmek (Murat Bardakçının yayınladığı not defteri). Anayurtlarından, tarihsel olarak yaşama ilk kez açıp anavatana dönüştürdükleri topraklarından topluca ve yaya olarak sürülüp, geçtikleri her önemli yerleşim birinde her türden katle maruz bırakılanların, vardıkları yerde, yola çıktıklarındaki 2 milyonu aşkın kişiden, 1,5 milyona yakının katledilmiş olmasını çağdaş söylemle soykırım olarak tanımlamaktan öte bir kavramla ifade etmenin yolu yoktur.
Diğer taraftan Osmanlı mirasına sahip çıkıp çıkmama konusuna gelince. Bu mirastan elbette ki tek tek bireyler sorumlu olamaz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, resmi ağızlarından ve belgelerinde de ifade ettiği gibi Osmanlının devamıdır. Bu resmi olarak ifade edilmemiş olsa da, Osmanlının borçlarını devralmamış olsa da, Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı toprakları ve servetleri üzerinde, aynı kurum ve kuruluşlar hatta yönetici ve subayları tarafından kurulmuş olduğu gerçeği bu sorumluğun sırtında olduğunu ifade eder. Zira son tahlilde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak kimse ölenlerin tekrar hayata dönmesini istemeyecektir. İstenecek olan, hak gaspları, mülk gaspları ve manevi gaspların iadesidir. Bunlar da yalnızca, bu topraklarda, bu toprakların tüm değerleri üzerinde hükümran olan siyasi yapıdan, egemenlikten istenir. Bu yüzden konu dolaysızca bizlerin de sorumlu olduğu bir konudur.
Bu yönetimler değişmeden, bu akıllar değişmeden bu gerçeklerin dengesi sağlanamaz. Kaoslarımız, bunalımlarımız da buradandır.
________________________________
Değerli Murat Han Kocan, yorumumu indirdiğimde sadece üstündeki senin yorumunu okumuştum, daha önce çok ağır sözlerle dile getirdiği yorumlarını okumamıştım.
Önce insan olmanın temel ilişki yolu diyalog olduğunu belirteceğim. Sonra kimse kimseye görüşlerinden dolayı ”cahil”, “hain” falan diyemeyeceğini hatırlatırım. Bu sosyal paylaşım siteleri de öyle uzun tartışmalara hiç uygun olmadığını belirteceğim. Bu alanlar 21. Yüz yıl uygar insan alanıdır. İnsan olma evrimini tamamlamamışların burada işi olmaz.
Buradan karşılıklı olarak, güneş yüzü görmemiş hakaretleri yapmak kadar kolay bir şey de yok. Kimse de bundan çekinmez. Sorun böylesine müptezel tartışma yapmak değildir. Öncelikle herkes diğerinin görüşüne saygı çerçevesinde yaklaşacak, saygı duyamayacak kadar kültür düzeyi olmayanlar ise özel olarak cevap vermeyecek, kendi görüşünü ortaya koymakla yetinecektir. Bu kurala uymadan tartışma yapmanın anlamı yoktur.
Sana verdiğim cevabı yazıda ve Mihrac Ural’ın yazdığı yazıda konu bütünüyle tutarlıca işlenmiştir. Ermeni soykırımı açıktır. Buna sen katliam dersen, ilkem olan her görüşe saygı gereği senin görüşüne katılmasam da saygı duyarım.
Yapılan bir yanlış ya da değil önemli olan bu değildir. Gerçek bir toplu cinayet orta yerde duruyor ve bunu o dönemin dahiliye nazırı Talat paşa da, sonraki Osmanlı örfi idare mahkemesi de açıkça, belgeleriyle dile getirmektedir ve yargılamasını yaparak kimseyi tatmin etmese de, Ermenilere soy kırımı yapıldığı anlamına gelen hükmünü vermiştir. Bunları bilmen ve okumuş olman gerek, böylesi bir tartışmaya girmek için.
Tekrar aktarıyorum
“Yapılan nedir. Bir ulusun tümünü ya da ezici bir çoğunluğunu, resmi bir kararla (13 Temmuz 1915 kararnamesi) göç adı altında yollara sürmek, bunun için bu göç dosyasından sorumlu olarak atanmış yetkililerin (Talat paşa), göç eden her kişi ve ailenin tutanaklarını tutup, öldürülene kadar takip etmek (Murat Bardakçının yayınladığı not defteri), kendi anayurtlarından, tarihsel olarak yaşama ilk kez açıp anavatana dönüştürdükleri topraklardan topluca ve yaya olarak sürüp, geçtikleri her önemli yerleşim birinde her türden katle maruz bırakmak ve sonunda vardıkları yerde yola çıktıklarında 2 milyonu aşkın kişiden, 1,5 milyona yakının katledilmiş olmasını, çağdaş söylemle soykırımı olarak tanımlamaktan başka kavramla karşılamanın yolu yoktur.
Diğer taraftan, Osmanlı mirasına sahip çıkıp çıkmama konusuna gelince. Bu mirastan elbette ki tek tek bireyler sorumlu olamaz. Ancak Türkiye cumhuriyeti resmi ağızlarından ve belgelerinde de ifade ettiği gibi Osmanlının devamıdır. Bu resmi olarak ifade edilmemiş olsa da, Osmanlının borçlarını devralmamış olsa da, Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı toprakları ve servetleri üzerinde, aynı kurum ve kuruluşlar hatta yönetici ve subayları tarafından kurulmuş olduğu gerçeği bu sorumluğun sırtında olduğunu ifade eder. Zira son tahlilde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak kimse ölenlerin tekrar hayata dönmesini istemeyecektir. İstenecek olan, hak gaspları, mülk gaspları ve manevi gaspların iadesidir. Bunlar da yalnızca, bu topraklarda, bu toprakların tüm değerleri üzerinde hükümran olan siyasi yapıdan, egemenlikten istenir. Bu yüzden konu dolaysızca bizlerin de sorumlu olduğu bir konudur.”
Şimdi Ermenilere “Milett-ü emin”, Araplara “Millet-ü necip” falan filen demek, öncelikle kimseni hakkı değil. Orta-saydan Anadolu’ya gasp ve talanla, barbarlığın akıl almaz cinnet yollarıyla, ölüm denklemi icraatlarıyla gelip, kılıç hakkı diye hükümran olanların kimseyşe bir paye verme hakları da yoktur.
Kaldı ki, Anadolu’nun uygar milletleri Osmanlıları ve öncüllerini binlerce yıllık bir mesafeyle, insanlığa saçtıkları aydınlık verileriyle aşmıştır. Anadolu uygarlıklarına Osmanlının ve aklının kattığı tek şey, Türk halkını bile katlederek, “etrak-i bila idrak” diye aşağılayarak tali vaciple yok etmekten ibarettir. Anadolu’da ölüm kültürüyle yaşam kültürü böyle çatışmıştır.
Kimse kimseyi aldatmasın, bu toprakları anavatan yapan Osmanlının at nalları ve kanlı kılıçları değildir. Bilimsel olarak bir bakir toprağı anavatan yapmak demek, onu yaşama, ziraata ilk kez açıp, bunu sürekli olarak işlemektir. Osmanlı bunu yapmadı. O hep vergi aldı emek çaldı. Atatürk bile bunu açıkça ifade etti.
“Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
“Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475)
Osmanlı’yı çok iyi algılayan bir başka özet tanımı Moltke’de bulmak çok ilginçtir. “Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğu, aslında üzerlerinde Babıali’nin hiçbir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır.” ( Age, S; 187)
Dolaysıyla, kimse kendini baba yerine koymasın, gasplarını kendi malı sanmasın. Bununla da yetinmeyip milletleri kendi anayurtlarında katledip, bir şey yapmadım demesin.
Gelecek toplumu evlatlarımızın barış içinde bir arada yaşaması için kuracaksak, artık bu ilkelikten ve bu inkarcılıktan vazgeçelim. Dönün bakın, Kürtler nasıl da hakları olanı söke söke alıyorlar. Önce inkar edildiler, ama onlar direnmeye devam ettiler, sonra haklarını aldılar. Daha da ötesi var, hap birlikte göreceğiz.
Bu tarihin kaçınılmaz ilerlemesidir. Geriye dönmenin mümkünü yoktur. Önemli olan demokrat ve özgür akılla geleceği birlikte yakalamaktır. Benim söyleyeceğim bu kadar.
Saygın olmayan cümlelerle tartışma yapılmayacağını tekrar etmeyeceğim.
___________________________________________________
Murat Han Kocan,
Cevabi yazını okudum teşekkür ederim.
Aramızda algı farkı olduğu açık. İçine bir türlü demokrat olmayı sindiremediğin de. Sorunun şu, Kılıç hakkının sonsuz bir ilahi hak olduğu sanısındasın. Bu nedenle, milliyetçi reflekslerini başka milletler içinde sana uygun olan şekilde gösterme iddiasındasın ki bu hakkı kimse kimseye veremez.
Yani tarihi hiç okumamış bir insan ancak Osmanlının, diğer milletlere iltifat ettiğini iddia eder onlara sıcak yaklaştığını iddia eder. Ben bunu insaf diyorum. Tarih okumuyorsunuz kardeşim olay budur. %99 Hıristiyan ve başka Miletlerle dolu olan Anadolu, insanlık tarihinin en görkemli uygarlıklarını yaratan Miletlerle dolu. Bir barbar akını geliyor, kılıçla doğruyor ve hükümran oluyor. Yolun sonunda Anadolu %99 Müslüman oluyor, tek dil, tek bayrak, tek millet oluyor.
Tarih okumuş insanda izan olur bu nedir, bu barbarlık ve zorbalık sonucu değil mi. kılıç hakkı bu mu ? iltifat etmek bun mu ? “Millet-ü Emin” bumu. Bunun adı köleliktir. Bilmiyorsun kurtuluş savaşı neden verildi onu sorgula. Sonra Osmanlının milyonlarca Km² lik alanından neden haklı olarak bağımsızlığı için kan dökerek kendi ulusal kurtuluş savaşını vererek, Osmanlının kara zulmünden, emperyalizme sığınma pahasına savaş vererek bağımsızlığını kazandı.
Zorda kalınca ve bağımsızlığını bu uluslar kazanınca, dönüp iyi ki öyle oldu onlardan kurtulduk sırtımızda bir yüktü diyen de Talat paşa gibi ittihatçılardır. “ savaş bizi kayıplarımızdan kopmaya zorladı ki, bu da bir kazançtır. Artık Arnavudların, Mekodonyalıların ve Arapların isyanlarıyla uğraşmak zorunda kalmayacağız” (Aktaran, Tevfik Çavdar, “TALÂT PAŞA” s: 485. 1995, Kültür Bakanlığı yayınları / 1788)
Mantık aynı, despot bir hükümranlık, diz çökünce de oh oldu kurtulduk. İşte öyle değil. Bu işin bilimsel toplumsal tarihsel çözümlemesi vardır. Uluslaşma sürecine tamamlamamış olan etnik tüm toplumlar eğer daha üst bir uygarlıkla, Galya’da, İtalya’da Britanya’da olduğu gibi, diğer tüm etnik dokuları özümseyecek bir üst kültür gelip onları içselleştirmesi her etnik doku kendi uluslaşma sürecini siyasal bağımsızlığa kadar götürür. Osmanlı’da olan budur. Türkiye Cumhiryetinde de Kürtlerin durumu, Arapların durumu budur. Bunu anlamak için hiçbir tarih belgesine gerek yok.
Şimdi, kadın alıp vermişiz, ortak yemek yemişiz, din kardeşiyiz demek ne kadar akıllıca olur bilmem. Bütün bunları yapmışız ama ben gelip tek millet, tek bayrak, tek siyasal egemenliği başımın üzerine kurmuşsun ve bana kardeşiz diye numara çekiyorsun. Bunun neresi tarih algısı söyler misin? Bu sadece kendini aldatmaktır. Bırak Osmanlıyı 20 Kürt isyanını, insan aklına sığmayacak bir vahşetle, dereleri kan akıtarak ezmişsin, Cumhuriyet tarihine bak, Kürtleri 19 isyana zorlamışsın. Şeyh Sait ve Dersimde yeri göğü yakmış ölümü dayatmışsın, yüzbinleri katletmişsin, Hatayı ilhak etmişsin, 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıkları kıymışsın, Varlık vergisiyle silindir gibi ezmişsin, üç askeri darbeyle insanlıktan çıkarmış siyasetin tüm dokusunu yakmışsın, 12 Eylül rejimiyle, Diyarbakır-Mamak zindanlarıyla hayali bile zorlayan zülüm etmişsin, 17 000 faili meçhul, 40 000 vatandaşı katletmişsin, utanmadan sıkılmadan sınır dışı operasyonlara İsrail’den ve Amerika’dan dış destek alarak yönelmişsin (Kafana torba giydirenlerle halkını katletmişsin), Kürt halkının özgürlük savaşına çapulcu demiş ama baş edememişsin çünkü her şehidinin arkasından onlarcasını dağa gönderin anaları bulmuşsun,
Tarih nesnel gerçeklerle kavranacak olayların, belge ve kanıtların tarihidir. Duygu ve reflekslerin tarihi değildir. Bütün bunlar neden oldu diye mi soracaksın hemen söyleyeyim. Çünkü gaspçısın, başkasının anavatan haline getirmek için tarihte ilk kez yaşama ve ziraata açtığı toprakları gasp etmişsin. Çalışmamışsın, kültür biriktirip özümseyememişsin, dilin bile yetersiz, alfaben bile yok hep dilenmişsin; kah Arapça, kah Latinceye sığınmışsın. Tarihle alay edercesine de Sümerleri, Hititleri millileştirmişsin. Bilim dünyasına kepaze olmuşsun. Anadolu’yu kendi köksel tarihin ilan etmek için girdiği bu komediler bile sana kar etmemiş. Güneş dil teorisi ise komedi bile değil, bir zavallı davranış olarak sergilemişsin. Herkesin bunu yutmasını istemiş yutmayınca da katli vaciptir diye farklılıklara saldırmışsın. Tarih boyunca göçebeliğin etkisi altında bir üretim atılımı yapmamış, aklın fikrin daha batıya, başka milletlerin emekleriyle oluşturduğu hazır servetleri talan ve gaspa diye hattı hümayun ilan etmişsin, söğütten, Bursa’ya, Edirne’den İstanbul’a, Ankara’ya bir başkent istikrarın bile olmamış.
Elinden gelen tek şey kılıçla doğramak olmuştur. İşte o gün bu gün yok edemediklerin, yeri geldikçe hakkın yolu olarak, özgür olmak için, senin hükmüne baş kaldırmış ve zafer kazanmıştır. Atatürk’ten sana alıntılar verdim. Bak onlara, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)
Bu listeyi binlerce kez çoğaltmak mümkün. Tarih okumuyorsunuz, çok gezmiş bir şey görmemişsiniz. Başka milletler adına reflekslerinizi kendinize bırakın diyeceğim. Her millet kendi refleksinde özgür olsun bakalım kim kiminle nasıl yaşayacaksa öyle yaşasın zorla bir şey yapamazsınız.
Bu akıl bir tek boyutlu akıldır. Bu akıl zorbalıkla yarattığı sessizliği ebedi sanan bir akıldır. İstanbul, Bağdat, Kudüs, Hatay karşılaştırman bu açıdan çok talihsizdir. İstanbul’da tarih boyunca kimleri kimlere kırdırdığınız yazarsam utanırsın. Osmanlının devşirmelerini, sarayın Ermenilerle, Yahudilerle dolup taşmasını farklılıklara eşit davranma olarak gösterecek biriyle ben ne tartışayım Allah aşkına. Bu bilgimi, bu tez mi nedir söyler misin? Çocukları ana kucağından kaçırıp devşirerek, genç kızları ailelerinden kaçırıp hareme sokarak farklılıklara eşit mi davranmış oluyorsun. Bu yapılan ortaçağlarda bile eşine rastlanmayan bir zülümdür, insanlık evrimini tamamlamamışlıktır.
Yukarıda, 6-7 Eylül 1955 olaylarını dile getirdim, Ermenilerin Katolik ve Ortodoks diye birbirine kanlı şekilde girmelerini de hatırlatacağım. Bu senin barış kenti İstanbul’da olanlardır. Varlık vergisi ise İstanbul defterdarınca bile bir azınlıklar üzerinde bir felaket diye nitelenmiş. Şu ana kadar
Hıristiyanların açılmayan ibadet yerleri ise işin en komik barışçıl yaşam belirtisidir. Hatay ise hiç sorma; o mozaik kentte ezici çoğunluğu laikliğiyle bilinen Aleviler olmasaydı, ne Hıristiyanların ne de Yahudilerin rahat bir günü olurdu. Maraş ve çorum olaylarını aynıyla bu barış şehrini kana bulamak için gelenlerin hikayesini ben sana uzun uzun daha sonra anlatırım: Ama şunu bil bu provokatörlerin belini biz gençken kırdık ve bitti (tarih 1977).
Kişi bir iddiada bulunacaksa arkasında duracak kadar bilgi sahibi olmalı, sallayarak tarih ne okunur ne yazılır.
Bilmiyorsun öğren. “Absürt” olmak tas tamam budur; olayları en kaba haliyle ele almak ve bunu dile öylece getirmektir. Cahilliktir. Kültür işlemeye gerektirir, Bu nedenle devletin, güvenliğine yönelik olaylarda refleksidir diye örtmeye çalıştığın zulmün nedenini bilmemektir. Bir gaspçının, gerçek hak sahibi karşısındaki imha girişimine kimse haklı refleks diyemez. Osmanlının ve Cumhuriyetin yaptığı budur. Bunun için bin kez barış diye el uzatılmasına rağmen kirli savaşı zorlayan devlettir. Bu Osmanlıda da öyleydi .
Alman Genel Kurmay Başkanı Feld Meraşal H.von Moltke bu gerçeği çok yalın olarak şöyle dile getirir "bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, aslında üzerinde babıali'nin hiç bir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır" (Moltke, Türkiye mektupları s:187)
Bu Osmanlı, en gelişmiş olduğu dönemde ise çok daha acımasız bir zorbalık devletiydi. Fatih dönemimi? Batı ile doğu arasındaki ticari yolları kitleyen, bölgemiz üzerine karanlık çağları açan İstanbul fethi mi olumlu dersin. Batının evrensel ölçekte atak yaparak Amerika’yı, Umut burnunun, Kafkas ticaret yollarını keşfedip reform ve rönesansa gidişi sağlayan değimli. Bizans’ı fethederken, geride kalan hiçbir aydınlanmacı aklı içselleştirecek bir kültürü olmayan barbarlığın, Bizans’ın birikimli beyinlerini İtalya’ya kaçışını sağlaması mı yeni bir çağın açılışı? Allah aşkına tarih bilgimi güldürme bu akşam.
Yavuz Sultan Selimi dersin, kardeş kanına giren, babasını bile katledip cenazesini taşıyan, Türkmen Şah İsmail’in öz be öz Türk halkından kuvvetlerini kılıçtan geçirmesi mi olumlu. Bu güne kadar belasından kurtulamadığımız mezhep çatışmasını ondan geriye kalan iyi miras. Hilafeti alıp, Arap gençlerini başka milletlerin zenginliklerini fethetmek, için vurucu güç kullanması mı dine hizmet: başka milletlerin emeklerini gasp etmek mi cihad. Dini körelten, insanlık dışı zulmün kaynağı haline getirin bu cihad mı Allah’ın emri, hak yolu?
Kahire’den, kılıç zoruyla toplanıp, İstanbul’u imar etmek için zorla getirilen Arabesk ustalarıyla (ağaç işi ustalıkları), mermer yataklarının yurdunda nereye kadar ustalık ve beceri geliştirilebilir ki. Bu mü kültür, bu mu insanlığa mesaj. İyi ki Ermeniden dönme Mimar Sinan olmuş. O da sadece Bizans’a rekabet adı altında aynı şeyi tekrardan öteye geçmemiştir. Yaptığı tüm camiler, kervan saraylar, Bizans’ın taklidinden ibarettir. Sinan ne teknolojik, ne mühendislik alanında bir nitelik atak yapmamıştır. Bizans’ta olanı iyi bir şekilde tekrar etmiştir. Bir icat becerememiştir. Neden dersen, çünkü yaşamın her alanında geleni kapsayan bir kültür olanağı taşımayan, çağdaşları akıl almaz teknik icatlarla tarihi ilerletirken kendisi karanlıkta kalmış bir imparatorluğun devşirme esiriydi de ondun.
Osmanlı kendinde olmayanı veremezdi. Cumhuriyette öyle. Kimse bizi kardeşlik türküleriyle uyutmasın. Biz haklı taleplerimizin nasıl alınacağına biz karar veririz. Bu bizim özgürlüğümüzdür, buna saygı istiyoruz. YSK’nın bağımsız adaylarla ilgili aldığı Veto kararı nasıl ki, direnerek tersine döndüyse öyle. Çünkü bu ülkede uzattığımız tüm barış ellerin kırdınız, yasal siyasal nefes alanı bırakmadınız, bizi tek bir yola mahkum eden sizsiniz, kefareti ödemekte size ait. Buna rağmen, Anadolu’nun en kadim yerlileri olarak bu topraklarda size de yer vermekte bir sakınca görmüyoruz. Bu topraklar hepimizindir diyoruz bir tekimizin değil. Barış içinde bir arada, bölünmeden yaşama şansımız var, despotluğa devam etmeyiniz diyoruz. Dün Lozan’la kurtardınız, geride kalanları bu akılla Sevr bile kurtaramaz. Tarih sahibi olan, arkasında duranı olan hiçbir mazlum hakkı yok edememiştir, er ya da geç sahibine teslim etmiştir. Bunu bilin, aklı selim kuşaklara yol açın birlikte yaşayalım bu güzel vatan, birimizin değil, hepimizindir: kurucu eşitler olarak, tüm haklarımız kolektif kimliklerimizin açık beyan edildiği bir ortak demokratik anayasada huzur içinde yaşayalım.
Türk halkı tarihte yer alan tüm halklar gibi büyük bir halktır. Onurlu ve insani değerleri yüksek bir halktır: bu halka zulüm eden, değerlerini talan edip eriten onun başına musallat olan despotlardır. Bu halk benimde tüm Anadolu halklarının da umududur. Kürt halkı gibi o da özgürlük için omuz verecek, Arapları da diğerleri de bu sürece katılarak zafer kazanacaktır. Bir veba hastalığı olan Milliyetçilik zehrini hep birlikte, bu toprakların insanları olarak, ret edeceğiz. Yukarıdaki tüm sözlerim, Türk halkına da acımasız davranan karanlık akıllaradır.
Bu da benim son sözümdür.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
ermenilerin türklerden özür dilemesini bekliyoruz, ancak özür ermenilerin Türklere Müslümanlara ve masumlara yaptıklarını örtmez önümüzde eğilmeleri lazım, o zaman belki insan olduklarına kanaat getiririz.
Soykırımı yapmak isteyen kendini güçlü sanan ermenilerdi binlerce müslümanı öldürdüler baktılar ki zamanla nüfusları ve yürekleri müslümanlar kadar değilmiş, sonrada kıvırdılar, kıvıra kıvıra adiler dünyaya soykırımı kabul ettiriyorlar , etseler nolur kağıt parçaları düreriz onları ...
Yorum Gönder