11 Nisan 2011 Pazartesi
LİBYA VE DIŞ SİYASETTE ÇÖKÜŞ
Libya ayaklanmaları üzerine 10. Makale.
Mihrac Ural
12 Nisan 2011
Hızlı gelişmelerin yaşandığı bölgemiz Ortadoğu da, sürece ilişkin konu seçmek ve üzerinde yoğunlaşıp yazmak oldukça zor. Tek tek bölge ülkeleri ve gelişmelerine yetişeyim derken ülkemizle ilgili yazılarımızda gecikmeler oldu. Bu, benim açımdan aşılması gereken bir durum.
Bu makalem esasında 9 Nisan 2011 tarihli “ZAN ALTINDA SİYASET” başlıklı makalemin açılımıydı. Yazdıkça uzayan makalemi ayrı başlıklar altında paylaşmayı istedim. Ama yine uzun oldu. Dış politikanın çöküşünü, Libya örneğinde anlatmaya çalıştım Bahreyn ve Suriye örneklerine kısa göndermeler yaptım.
“Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan Türkiye dış politikasının, ortaya çıkan gelişmelerle, 21. Yüz yılın gerektirdiği paylaşımcı, barışçıl, sorunları aşan bir politika olmadığı anlaşıldı. Yeni Osmanlıcılık adı altında, Akdeniz havzası ve bölge milletlerini bir araya getireceği iddiasında olan bu görüş, sonuçta dar, milliyetçi bir çıkar politikası olarak kendini gösterdi.
Tarihin, girdaplarından geçerek bu güne gelen halkların böylesi ucuz politikalara aldanmayacakları ise ilk krizle birlikte belli olmuştur.
Sondan başlıyorum.
İç ve dış siyasetin her basamağı zan altında olmasına karşın, iktidar olunuyorsa, halkın verdiği destek ister istemez pervasız bir sivil diktatörlüğe döner. Bundan da en çok halkın kendisi çeker. Bu genel ilke, tarihte tüm diktatörler ve faşizan yönetimler için geçerli bir ilkedir. Bunu Musollini’de, Hitler’de, Salazar’da, Saddam’da Hüsnü Mübarek ve Bin Ali’de de aynıyla gördük.
Zan altında siyaset, tersi ne kadar söylense de, komplo ve kurgu olduğu iddia edilse de halkın kendi ön görüleri, derin duyarlılıklarıyla açığa çıkan bir sonuçtur.
Ülkemizde bu genel ilkenin uzağında değil. Makalemin konusu zaten ülkemizle ilgilidir.
Hiçbir araştırma yapmadan, kanıt, belge getirmeden, örnek göstermeden iki gelişmenin oluşturduğu algılara bakalım.
Dış politikada, Libya gelişmeleriyle ilgili Türkiye’nin AKP iktidarı altındaki yönelimi bunlardan biri olsun. Diğeri ise Yüksek Öğrenime Geçiş Sınavı (YGS) gelişmeleri.
Bu iki konuda ülkemizin ezici çoğunluğunun aklına gelen şey nedir?
Bana göre zandır. Zan, şüphedir. Muallak, kesin olmayan, şüpheli olan durumdur. Arapça kökenli bu kelime, birçok anlamda kullanılır. Şüpheli anlamında zanlı kelimesi kullanılır. Her hangi bir konuda kesin bilgi sahibi olmama hali, zannetmek kelimesiyle karşılanır. Zan altında olmak, şüphe altında olmaktır. “Zan altında siyaset” de aynı anlamdadır, şüpheli, ikircimli, tutarsız, çelişkili siyasettir.
Bu gün ülkemizde iktidarın siyasi duruşu da tastamam bu kavramla ifade edilebilir.
Zan altında siyaset, AKP iktidarının var oluş tarzıdır. Bu bir medresedir ve kökleri çok eskilere gider. Kendileri de bunun Yeni Osmanlıcılık olduğunu ifade ediyorlar.
Bu politikanın bir ucu, Cemaat kültüründedir. Cemaat akıl algısınca belirlenen bu günkü hakim aklın derin kökleri de ittihatçılıktadır. İttihatçılık ise Osmanlı aklının 20. Yüz yıla ulaşan evrimidir, meşru çocuğudur; etnik ve inanç mozaik dokusuyla Anadolu’yu tek millet, tek mezhep, tek kitap ve sonuçta tek parti ve tek adamlığa kadar uzanan bir iktidar hükmü altında tutma çabasıdır. İflasa giden, iç bükey çöküşü kaçınılmaz olan bu siyaset esasında iç siyasetin de dışa vurumudur.
Cemaat’in biat kültürünün tezahürü olan bu yönelimi kimse laik, dinci diye birbirinden ayırmasın. Her birinde aynı akıl bu ülkenin nefes kanallarını kapatmış bulunmaktadır. Cumhuriyetteki Osmanlı budur.
Kürtlerin sivil itaatsizlikte ortaya koydukları farklı Cuma Namazına karşı tepkinin altında da bu yatmaktadır; farklı olanı yok etme algısıdır. Sanki Allah cami dışında namaz kabul etmez gibi. Vekaleti kimden alındığı belli olmayan, Allah adına konuşma geleneğiyle biat kültürü, egemenlik alanı dışındaki her farklılığı yok etmek ister.
Ülkemizi içte bin kez iflas etmiş siyasetiyle, dışta halkların tepkisini çekerek iflasın eşiğine gelen duruşlarıyla, bu iktidar zan altındadır.
Dış ve iç örnekler bunları yeterince açık hale getirmiştir.
LİBYA İKİRCİMLİĞİ
Gazeteciler soruyor, iktidar güçleri cevap veriyor. Bin bir dereden su getiriyor. Ama gerçek değişmiyor; Libya halkı, Suriye halkı, Bahreyn halkı, Mısır ve Tunus Türkiye’nin yüz kızartan ikircimli duruşlarını yargılıyor. Başbakan bu nedenle, alelacele basın açıklamaları yapıyor, çöken dış siyasetinin zevahirini kurtarmak için, bu siyasetin müflis mimarı Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ülkeden ülkeye, devletten devlete gönderip duruyor.
Bunu anlamak için kısa bir empati yapalım.
Libya halkı, 5 Nisan 2011 tarihinde Bingazi’de TC. konsolosluğu önünde, Başbakan Erdoğan’ı iki yüzlülükle itham edip, bu ikircimli politikandan “Ar duymuyor musun?” diye haykırdı. TV kanalları, bunu canlı yayında da saatlerce verdi.
Biraz düşünelim, bu gösterileri birileri kışkırtmış olabilir mi? Böylesi bir şey mümkün müdür?
Bölgenin kaynadığı bir koşulda hangi ülke ya da ülkeler Türkiye’ye karşı böylesi bir duruş sergileme ihtiyacı duyabilir ki?
İlgisi yok. Bu özürü kabahatinden büyük bir savunudur.
Ama Başbakan öyle sanıyor; “Türkiye’nin dış politikasının önü kesilmek isteniyor” diye, Libya halkının aklıyla alay ediyor. Dıştan dayatılmış, kışkırtılmış bir tutum olarak değerlendiriyor.
Dış siyasetinin hangi parametreler üzerinde yükseldiğini sorgulamak yerine, bahane arayışına sığınıyor. Ülkemizin dış siyasetinin temel taşlarını ortaya koyan Ahmet Davutoğlu bunu “Stratejik Derinlik” adlı kitabında detaylarıyla açıklamıştır. Bu makalenin konusu değil, ayrıca ele alınacak bu konuyla ilgili olarak bilinmesi gereken şey, bu politikanın Akdenizi bir Yeni Osmanlı gölü haline getirme çabasında özetlenebilir. Bu çaba tüm milletleri Türkiye’nin çıkarlarına göre yeniden tasnif etmek ve ilişkiyi tek boyutlu ulusçuluk etrafında yeniden dizayn etmeye dayalıdır.
Bu mantık dünyayı kavramamış, 21. Yüzyılın gereklerini anlamamış Ortaçağ aklına kravat giydirmekten başka bir anlama sahip değildir.
Libya’ya olaylar karşısında ortaya konan tutum bunun sonucudur. Tepki gören de budur.
Hatırlamaya çalışalım.
LİBYA OLAYLARININ KISA ÖZETİ
Libya halkının Kaddafi’ye karşı ayaklanmasını bu satırların yazarı, halkın yaşadığı siyasal tıkanma karşısında aldığı bir tutum olarak belirledi. Kaddafi’yi değerlendirirken, iki aşamadan söz ederek, olumlu ilk dönemi ve sonuçta uzun süren iktidarların diktatörlüğe, aile ya da dar çevre oligarşisine dönüştüğünü dile getirdi.
21. Yüz yılda, soğuk savaş sistemlerinin artık geçerli olmadığını belirlediğim yazılarda, halkın her yerde kendi kaderini demokratik ve özgür bir ortamda belirlemesi gerektiğini ifade ettim. Kaddafi’nin tarihi boyunca dile getirdiği devrimci söylemlere karşın, yönetimin bu genişliğe ulaşamadığını belirterek halkın ayaklanmasının kaçınılmaz olduğunu vurguladım. Ancak, halkın haklı muhalefetinin, dış güçlerin kuklası olmamak kaydıyla geçerli olacağı üzerine görüş belirleyip, soru işaretleri oluşturdum. Bunun kıstasını da koşullar ne olursa olsun dış gücü ülkesine sokmak isteyenler, asla halkı temsil edemezler diye de belirledim.
BM Güvenlik Konseyi ve kararlarını burada uzunca anlatmaya gerek yok. İsrail’e karşı yarım asrı aşkın süredir alınmış hiçbir karar uygulanmazken, Filistinlilerin haklı davasını ezmek için alınan kararlar üzerine bin katılarak yorumlanıp uygulanmaktadır. Bu gün 10 Nisan 2011 itibariyle Gazze’de 18 Filistinli, İsrail füzeleriyle katledildi, evleri yıkıldı ve BM Güvenlik Konseyinin kılı kıpırdamadı. Ancak Libya’nın petrol, gaz ve tatlı su kaynakları üzerine çıkar kavgası için, henüz ne olduğu bile belli olmayan “Bingazi Ulusal Meclisi” tanınarak, “sivilleri korumak için hava sahasının uçuşa yasaklı bölge ilan edilmesi” 1973 Nolu karar alındı. Bir saat beklemeden de, bu kararı kıymeti kendinden menkul yorumla sadece havada değil yerde de sivil, asker her şeye bomba yağdırmaya başladılar.
Bu gelişmeler hızla yeni biçimler aldı. 1 Nisan 2011 tarihi itibariyle NATO güçleri Libya operasyonlarını yöneten güç olarak öne çıktı. Bu adım, baştan beri Türkiye’nin karşı çıktığı bir adım olarak lanse edilmişti ki, Türkiye’nin NATO kuvvetleri arasında etkin olmak için kruvazörler, savaş uçakları gibi katkıları sunmak için can atar halde olduğu gözlendi. Libya politikasındaki bu zikzaklar öncelikle Libya halkının gözünden kaçmadı. Tepkiler böylece birikmeye başladı.
Bu gelişmeler aynı zamanda muhalefetin de yüzünü açığa çıkardı. Bu güçlerin halk adına NATO dan silahlanmak istemeleri, dış güçlerin girdaplarında kendi halkının çıkarlarına karşı yürütülen oyunun parçası haline getiriyordu.
Bu satırların yazarı açısından Libya’da çatışan güçlerin her iki tarafının da haksız olduğu, her iki tarafın da dış müdahaleye yol açan hatalar içinde olduğu gerçeği artık açık hale gelmiştir.
Buna eklenmesi gereken son gelişme de dün gerçekleşti.
Dün (11 Nisan 2011) Afrika Birliğinin oluşturduğu Barış Heyeti’nin önerdiği ateşkesle ilgili olarak, Kaddafi’nin onay vermesi ve buna karşı Bingazi’deki muhaliflerin “Ulusal Meclis” Başkanı Mustafa Abdulcelil ret cevabı verdi; “Kaddafi ve oğullarının Libya’dan çıkmalarını içermeyen hiç bir öneriye sıcak bakmayacaklarını“ ifade etti. Ardından da “NATO güçlerinin yaptığı yardımlar, askeri olarak Kaddafi’ye karşı yönelttikleri darbeler dolayısıyla teşekkürlerimizi iletir, bu operasyonların artan oranda devamını“ dilediğini dile getirdi.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Libya muhalefet güçlerinin, tarihin verdiği tüm örneklere benzer, halkına dayanmayan, haklı olduğuna inanmayan ve zayıf düşünce dış güçlerin paravanı olan her muhalefet gibi, halkı temsil etmediği açığa çıkmıştır. Belirledikleri tutumla, NATO güçlerinin edatı haline gelen muhalefetin, Libya halkının gerçek çıkarlarıyla ilgili olarak algılanmasının güç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu söylem, Kaddafi yönetiminin 21. Yüzyılın demokrasi ve özgürlük gerekleriyle uyumsuzluğunu, hangi söylemlerle kendini ifade ederse etsin, bir diktatörlük olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
Sonuçta, hangi argümanlar kullanılırsa kullanılsın, Kaddafi’nin baskı rejimi ve ayaklanan Libya halkının zaafları, içindeki gerici unsurların çabasıyla emperyalist güçlerin askeri müdahalesini gündeme getirdi. Bu müdahalede Arap Birliğinin oynadığı gerici rolün, Arap halkının gelişen demokrasi talepleriyle çatışma halinde olduğunu belirtmek gerekir.
Bu süreçte ölen, yok edilen Libya halkı ve servetleridir. NATO bunun için sürece müdahil oldu ve bu amaçla da sonuna kadar sorunun bir parçası olarak rol oynayacaktır. Türkiye bu süreçte kendi dar çıkarlarının rüzgarlarıyla da sallanıp durarak pay almaya çalışacaktır; Libya’da kardeş kavgası her iki tarafı eriterek, güçsüz hale sokana kadar sürdükçe, kazananlar bu gasp çeteleri olacaktır.
DIŞ POLİTİKANIN LİBYA İFLASI
Libya olaylarıyla ilgili geliştirilen ve kendini aldatan bir övgüyle dile getirilen Türkiye dış politikası, ikiyüzlü ahlaksız bir politikadır. “Kardeş halk, kardeş ülke” teraneleri ise bu politikanın ahlaksızlıkla tasnifine nedendir. Libya halkının ortaya koyduğu tepki bunun tartışmasız ifadesidir.
Libya halkının Türkiye’nin bu duruşunu unutması güçtür. Komşularla, dostlarla sıfır sorun üzerine kurgulandığı iddia edilen dış siyasetin, gerçekte “Yeni Osmanlıcılık” mantık algılarıyla, tek boyutlu bir çıkar stratejisi olduğu açığa çıktıkça, komşu ve kardeş halkların tepkileri de artan oranda olacaktır.
Geçmiş tarihi anlatması açısından Libyalıların “La Netrik El-Biled Lil Etrak ve Tılyan” (Ülkemizi, ne Türklerin ne de İtalyanların elinde esir bırakmayız) sözü, bu gün için de geçerli bir söz olarak, ülkemiz halklarının sırtına yıkılmış yeni kefaret olacağı bilinmelidir. Bunun ilk adımı da 30 bin emekçinin ve 400 girişimcinin müktesep hakları ve işlerinin riske atılması oldu. Libyalı yetkililer, “gelin işinize devam edin yoksa ortak sözleşmeleri ihlal etmiş olursunuz” diyerek bunu dile getirdiler.
Türkiye bu noktaya, ilkesiz iktidarın ilkesiz siyaseti sonucu geldi.
Ayaklanmaların başladığı 17 Şubat 2011 tarihinden itibaren, Erdoğan’ın geliştirdiği politika, Kaddafi’nin sorunlarını aşarak, ayaklanmaları bastıracağı üzerine kurgulandı. Bu nedenle, Dış İşleri Bakanlığının attığı tüm adımlar, Kaddafi’ye destek adımları olarak belirdi. Özellikle, ilk darbeyi hazmedip kendini toparlayarak taarruza geçen Kaddafi’nin başarıları, bu tutumu daha da körükledi.
Kaddafi güçleri Bingazi kapılarına dayandığında, artık saatlerin rol oynamaya başladığı bir kesite girilmiş oldu. Türkiye bu noktada, Libya’ya her türden müdahaleye şiddetle karşı olduğunu açıklayıp duruyordu. BM Güvenlik Konseyinden çıkan 1973 Nolu karar gündeme gelince de bu tutumu ısrarla sürdürdü.
Gelişmeler, bu kararla kendi gayri meşru amaçlarını örtmek isteyenler, uluslar arası meşruiyeti olan bir kapı aralamış olarak, Irak’ta oynanan oyunu tekrar edercesine harekete geçti. “Kaddafi, sivilleri katlediyor geç kalınmadan bunun önüne geçmek gerek” adı altında, özellikle Fransa, kararın detayı açıklanmadan, gerçek yükümlülükleri ve sınırları belirlenmeden, kararın hava sahasıyla ilgili temel dokusuna da aykırı olarak, Libya’nın hava sahasını uçuşa yasakladıkları gibi, karada hareket eden her şeye askeri operasyon düzenlemeye, yağmur gibi bomba yağdırmaya başladılar.
Fransa bu karar çıkmadan her şeyi hazırlamış bir ülke olduğunu, böylece de açığa vuruyordu. Bu acele, Bingazi’nin “ulusal meclis” adlı muhalif örgütlenmesini Libya’nın resmi temsilcisi olarak tanımasıyla da belirginlik kazanmış oldu.
Fransa’nın bu aceleciliği Batılı çevrelerde bir yandan, Amerika’nın taklitçiliği olarak alay konusu olurken, diğer yandan Fransa’nın tarihi boyunca giriştiği böylesi önderlik atılımlarının iflasla kuyrukçuluğa döndüğüne işaret ediyordu. Nitekim ABD’nin de sürece girerek, son halkada NATO operasyonlarının önderliğini ele almasıyla ortaya çıkan tablo, bu gerçeği bir kez daha göstermiş oluyordu. Fransa, Akdenizi egemenlik alanı olarak gören girişimlerinde bir kez daha iflas ediyordu (bundan önceki iflası Lübnan’dan apar topar sökülüşüydü, 1990 Lübnan Cumhurbaşkanlığı Baabda Sarayı savaşı).
Erdoğan bu gelişmeleri gördükçe, trenin kaçtığı sanısıyla sürece aktif olarak katılmaya yöneldi. Başlangıçta gür sesle, askeri operasyona karşı çıkıyordu. Sonra sürece deniz ve hava kuvvetleriyle katılacağını ilan ederek çark kırdı. Israrla istediği tek şey, sürece NATO’nun müdahil olmamasıydı.
Fransa’nın ilk adımını attığı ve ardından diğer Batılı güçlerin de katkısıyla gelişen askeri operasyon Kaddafi güçlerini gerilettikçe, Türkiye’nin dış politikası ayaklanmacılardan yana çark etmeye başladı. Bu süreçte 30 bin Türkiyeli işçi tahliye edilmiş, ayaklanmacılarla bilmediğimiz bin bir yardım ve vaatle ilişki kurulmuştu. Mart ayı ortalarında ise bu tutum, ayaklanmacıların Bingazi’de kurduğu Geçici Meclis temsilcisiyle görüşmeler yapmaya kadar uzandı. Ardından, neredeyse Kaddafi’ye edilmedik laf bırakmadan ayaklanmacılardan yana olduklarını ilan ettiler. Halkı korumak için bu kez askeri müdahalenin önemine işaret edilir oldu. NATO’nun müdahalesine karşı çıkan Türkiye bu kez, NATO askeri operasyonlarında yer kapmak, kendini önde göstermek için çırpınan komik bir ülke haline gelmiş oldu.
Bu, bir yandan Libya konusundaki ikircimli duruşunu, diğer yandan ise geçmişten bu güne gelen NATO kuklalığını tüm Arap alemine tekrar gösteren bir veri oldu. Böylelikle Türkiye’nin güvenilmez ülke imajı bir kez daha bilinçaltının gerçekçi ve haklı verileriyle ortaya çıkmaya başladı.
Türkiye’nin dış politikasında süren bu zikzaklar, sadece Libya’dan değil, dünyanın her yerinden dikkatlice gözleniyordu.
Aynı kesitte Bahreyn olaylarıyla ilgili olarak, halkın muhalefetinden yana yapılan açıklamalar, körfez ve Suudi yönetiminin gazabını çekiyordu. Özellikle, Suudi Arabistan askerlerinin Bahreyn’e girişine karşı tutum alması bardağı taşıran son damla oldu. Bu ülkelerin medyası, Erdoğan’a öyle eleştiriler yönelttiler ki, yenilir yutulur cinsten değildi. İsrail’e karşı yaptığı bir iki gösteriyle kazandığını sandığı prestij bu ülkelerde hızla eriyordu.
İlkesiz politika burada da kendini gösterdi. Suudi Arabistan gibi önemli bir Arap ülkesini karşıya almamak için, Bahreyn’in başka güçlerle askeri olarak işgaline ve muhalif halkının katledilmesine göz yuman U dönüşü yapıyordu. Artık Bahreyn için tek söz söyleme cesareti kalmayan Erdoğan’ın, dış politikada körfez ülkeleriyle ilgili ölüm sessizliğine büründüğü görülmektedir.
Bir not olarak şunu belirtmeyi okurun algısı için önemli görüyorum. O da, yeryüzünün en adaletsiz hükümranlığının körfez ülkeleri devletlerinin hükümranlığı olduğu gerçeğidir. Keçi kılı çadırları etrafında sömürgecilere uşaklık yapmış her bir aşirete devlet kurdurarak, yeryüzünün en büyük enerji kaynaklarına el konulmuştur. Arap ulusunun yokluklarla savaşan halkları, kendi ulusal toprakları üzerindeki bu servetlerden hiçbir şekilde yararlanmamaktadır. Bölgede Amerika’nın ve Batılı emperyalist güçlerin cirit atmasını sağlayan, İsrail Siyonizmiyle alttan alta her türden ahlaksız ilişki içinde olan, kendi halklarına ölüm kusulmasına çanak açanlar bu ülkelerdir. Bu ülkeler ayrıca mali zenginliklerini, yabancı bankaların hizmetinde tutarak, kullanılmadan paslanan silah alımlarıyla Batının korunmasını garanti altına alma çabasında olan ülkelerdir. Arapların demokrasi ve özgürlükle ilgili ayağa kalkışlarının en önemli halkası, körfez devletlerindeki yönetimlerin değişmesini gerektiriyor. Bu nedenle Bahreyn halkının ayaklanması önemliydi. Ancak o da bastırıldı, gerici Arap medyası El Jezire, Arabiya gibi dev medya kuruluşları, Bahreyn’de devam eden haklı muhalefetle ilgili tek söz bile söylememeye başladı. Türkiye dış siyaseti burada da iflas eden ikiyüzlülüğüyle bir kez daha açığa çıktı.
Erdoğan’ın, Libya’nın ardından Bahreyn’de de beliren dış politikadaki iflası, Suriye olaylarında da tüm çirkinliğiyle ortaya çıktı. Bir yandan kardeş ülke Suriye denilirken, diğer yandan eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler Hareketine İstanbul’da basın açıklamasıyla, Suriye halkını “ayaklanmaya” çağırmaları ve bilmediğimiz bir dizi kolaylığın sağlanacağı iması, Suriye halkı için hayal kırıcıydı. Suriye halkı bu tutumları bir kenara not eden anlamlı algısını; “Nasihatı varsa önce kendisine versin, ülkesi sorunlarla şaibelerle kaynıyor” diyerek dile getiriyordu.
Kriz ortamının dirayetli politikalarından uzak, krizin yönettiği siyasi duruş, Erdoğan’ın vehimlerle örülü dış politikasının çöküşe doğru gittiğini gösteriyordu.
Bu nedenla, hızlı bir mekik diplomasi gezilerine başlandı. Günde iki ülke gezilerek, çöküşün domino taşı etkisi önlenmeye çalışıldı. Bunun da yetersizliği görülünce, Erdoğan 7 Nisan 2011’de TV kanallarının gece bülteninden sonra, özel olarak basın açıklaması yaptı. Dış politikasını savunmaya çalıştı; bu çaba konuştukça batan müflis bir siyasetçi görünümünü aşmamıştı. Bu konuşmada dile getirilen “Libya Barış Planı” ise, öncelikle Libyalılar tarafından ciddiye bile alınmadı.
Türkiye’nin dış politikası, duygu sömürüsü üzerine kurgulanmış kağıttan bir kaplan gibidir. İlk krizde kof olduğu anlaşılmıştır.
Türkiye değişmemişti, kararı bağımsız değildi. Batılı güçlerin, NATO’nun sadık bir üyesi olarak Türkiye’nin dış politikada bağımsız olması mümkün değildi, orta çıkan da bu oldu.
Zan altında süren bu politikaların, ülkemize ve halklarımıza onurlu bir miras bırakması mümkün değildi.
Bu iflası en iyi özetleyen de TC. Bingazi Baş Konsolosluğu önünde haykıran Libyalı kadındı; “Türkiye’yi istemiyoruz, defolsun gitsin, ikiyüzlü, Ar’ı olmayan bu ülkenin Libya’da yeri yoktur”.
Ülkemizin dış politikasının iç politikanın bir devamı olduğunu tekrar etmeyeceğim. İki yüzlülük demokratik açılımda olduğu kadar, yaşamı ilgilendiren her adımda kendini gösteriyor. Bunun son halkası ise, çocuklarımızın eğitim moral değerlerini alt üst eden YGS sınavlarında ortaya çıkan şaibelerdir.
Kıssadan hissemize gelince,
Ülkemizin dış politikası adım adım toplu çöküşe gidiyor. Bu gidiş iç politikada da yansımalarını bulacaktır. Bölgemizde yükselen demokrasi ve özgürlük talepleri, iktidarın başkasına nasihat vermesini çoktan aşmıştır. Bu nasihate herkesten çok ülkemizin ihtiyacı vardır.
Dış politika çökerken, iç politikaya yansıyacak anti-demokratik hamlelere karşı bu seçimlerde hepimize önemli görevler düşmektedir. Seçici olmamızı gerektiren yükümlülükler vardır. Bu nedenle öncelikle demokrasi ve özgürlüğü içine sindirmiş bağımsız adayları desteklemek bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır diyeceğim.
Mihrac Ural
12 Nisan 2011
Hızlı gelişmelerin yaşandığı bölgemiz Ortadoğu da, sürece ilişkin konu seçmek ve üzerinde yoğunlaşıp yazmak oldukça zor. Tek tek bölge ülkeleri ve gelişmelerine yetişeyim derken ülkemizle ilgili yazılarımızda gecikmeler oldu. Bu, benim açımdan aşılması gereken bir durum.
Bu makalem esasında 9 Nisan 2011 tarihli “ZAN ALTINDA SİYASET” başlıklı makalemin açılımıydı. Yazdıkça uzayan makalemi ayrı başlıklar altında paylaşmayı istedim. Ama yine uzun oldu. Dış politikanın çöküşünü, Libya örneğinde anlatmaya çalıştım Bahreyn ve Suriye örneklerine kısa göndermeler yaptım.
“Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan Türkiye dış politikasının, ortaya çıkan gelişmelerle, 21. Yüz yılın gerektirdiği paylaşımcı, barışçıl, sorunları aşan bir politika olmadığı anlaşıldı. Yeni Osmanlıcılık adı altında, Akdeniz havzası ve bölge milletlerini bir araya getireceği iddiasında olan bu görüş, sonuçta dar, milliyetçi bir çıkar politikası olarak kendini gösterdi.
Tarihin, girdaplarından geçerek bu güne gelen halkların böylesi ucuz politikalara aldanmayacakları ise ilk krizle birlikte belli olmuştur.
Sondan başlıyorum.
İç ve dış siyasetin her basamağı zan altında olmasına karşın, iktidar olunuyorsa, halkın verdiği destek ister istemez pervasız bir sivil diktatörlüğe döner. Bundan da en çok halkın kendisi çeker. Bu genel ilke, tarihte tüm diktatörler ve faşizan yönetimler için geçerli bir ilkedir. Bunu Musollini’de, Hitler’de, Salazar’da, Saddam’da Hüsnü Mübarek ve Bin Ali’de de aynıyla gördük.
Zan altında siyaset, tersi ne kadar söylense de, komplo ve kurgu olduğu iddia edilse de halkın kendi ön görüleri, derin duyarlılıklarıyla açığa çıkan bir sonuçtur.
Ülkemizde bu genel ilkenin uzağında değil. Makalemin konusu zaten ülkemizle ilgilidir.
Hiçbir araştırma yapmadan, kanıt, belge getirmeden, örnek göstermeden iki gelişmenin oluşturduğu algılara bakalım.
Dış politikada, Libya gelişmeleriyle ilgili Türkiye’nin AKP iktidarı altındaki yönelimi bunlardan biri olsun. Diğeri ise Yüksek Öğrenime Geçiş Sınavı (YGS) gelişmeleri.
Bu iki konuda ülkemizin ezici çoğunluğunun aklına gelen şey nedir?
Bana göre zandır. Zan, şüphedir. Muallak, kesin olmayan, şüpheli olan durumdur. Arapça kökenli bu kelime, birçok anlamda kullanılır. Şüpheli anlamında zanlı kelimesi kullanılır. Her hangi bir konuda kesin bilgi sahibi olmama hali, zannetmek kelimesiyle karşılanır. Zan altında olmak, şüphe altında olmaktır. “Zan altında siyaset” de aynı anlamdadır, şüpheli, ikircimli, tutarsız, çelişkili siyasettir.
Bu gün ülkemizde iktidarın siyasi duruşu da tastamam bu kavramla ifade edilebilir.
Zan altında siyaset, AKP iktidarının var oluş tarzıdır. Bu bir medresedir ve kökleri çok eskilere gider. Kendileri de bunun Yeni Osmanlıcılık olduğunu ifade ediyorlar.
Bu politikanın bir ucu, Cemaat kültüründedir. Cemaat akıl algısınca belirlenen bu günkü hakim aklın derin kökleri de ittihatçılıktadır. İttihatçılık ise Osmanlı aklının 20. Yüz yıla ulaşan evrimidir, meşru çocuğudur; etnik ve inanç mozaik dokusuyla Anadolu’yu tek millet, tek mezhep, tek kitap ve sonuçta tek parti ve tek adamlığa kadar uzanan bir iktidar hükmü altında tutma çabasıdır. İflasa giden, iç bükey çöküşü kaçınılmaz olan bu siyaset esasında iç siyasetin de dışa vurumudur.
Cemaat’in biat kültürünün tezahürü olan bu yönelimi kimse laik, dinci diye birbirinden ayırmasın. Her birinde aynı akıl bu ülkenin nefes kanallarını kapatmış bulunmaktadır. Cumhuriyetteki Osmanlı budur.
Kürtlerin sivil itaatsizlikte ortaya koydukları farklı Cuma Namazına karşı tepkinin altında da bu yatmaktadır; farklı olanı yok etme algısıdır. Sanki Allah cami dışında namaz kabul etmez gibi. Vekaleti kimden alındığı belli olmayan, Allah adına konuşma geleneğiyle biat kültürü, egemenlik alanı dışındaki her farklılığı yok etmek ister.
Ülkemizi içte bin kez iflas etmiş siyasetiyle, dışta halkların tepkisini çekerek iflasın eşiğine gelen duruşlarıyla, bu iktidar zan altındadır.
Dış ve iç örnekler bunları yeterince açık hale getirmiştir.
LİBYA İKİRCİMLİĞİ
Gazeteciler soruyor, iktidar güçleri cevap veriyor. Bin bir dereden su getiriyor. Ama gerçek değişmiyor; Libya halkı, Suriye halkı, Bahreyn halkı, Mısır ve Tunus Türkiye’nin yüz kızartan ikircimli duruşlarını yargılıyor. Başbakan bu nedenle, alelacele basın açıklamaları yapıyor, çöken dış siyasetinin zevahirini kurtarmak için, bu siyasetin müflis mimarı Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ülkeden ülkeye, devletten devlete gönderip duruyor.
Bunu anlamak için kısa bir empati yapalım.
Libya halkı, 5 Nisan 2011 tarihinde Bingazi’de TC. konsolosluğu önünde, Başbakan Erdoğan’ı iki yüzlülükle itham edip, bu ikircimli politikandan “Ar duymuyor musun?” diye haykırdı. TV kanalları, bunu canlı yayında da saatlerce verdi.
Biraz düşünelim, bu gösterileri birileri kışkırtmış olabilir mi? Böylesi bir şey mümkün müdür?
Bölgenin kaynadığı bir koşulda hangi ülke ya da ülkeler Türkiye’ye karşı böylesi bir duruş sergileme ihtiyacı duyabilir ki?
İlgisi yok. Bu özürü kabahatinden büyük bir savunudur.
Ama Başbakan öyle sanıyor; “Türkiye’nin dış politikasının önü kesilmek isteniyor” diye, Libya halkının aklıyla alay ediyor. Dıştan dayatılmış, kışkırtılmış bir tutum olarak değerlendiriyor.
Dış siyasetinin hangi parametreler üzerinde yükseldiğini sorgulamak yerine, bahane arayışına sığınıyor. Ülkemizin dış siyasetinin temel taşlarını ortaya koyan Ahmet Davutoğlu bunu “Stratejik Derinlik” adlı kitabında detaylarıyla açıklamıştır. Bu makalenin konusu değil, ayrıca ele alınacak bu konuyla ilgili olarak bilinmesi gereken şey, bu politikanın Akdenizi bir Yeni Osmanlı gölü haline getirme çabasında özetlenebilir. Bu çaba tüm milletleri Türkiye’nin çıkarlarına göre yeniden tasnif etmek ve ilişkiyi tek boyutlu ulusçuluk etrafında yeniden dizayn etmeye dayalıdır.
Bu mantık dünyayı kavramamış, 21. Yüzyılın gereklerini anlamamış Ortaçağ aklına kravat giydirmekten başka bir anlama sahip değildir.
Libya’ya olaylar karşısında ortaya konan tutum bunun sonucudur. Tepki gören de budur.
Hatırlamaya çalışalım.
LİBYA OLAYLARININ KISA ÖZETİ
Libya halkının Kaddafi’ye karşı ayaklanmasını bu satırların yazarı, halkın yaşadığı siyasal tıkanma karşısında aldığı bir tutum olarak belirledi. Kaddafi’yi değerlendirirken, iki aşamadan söz ederek, olumlu ilk dönemi ve sonuçta uzun süren iktidarların diktatörlüğe, aile ya da dar çevre oligarşisine dönüştüğünü dile getirdi.
21. Yüz yılda, soğuk savaş sistemlerinin artık geçerli olmadığını belirlediğim yazılarda, halkın her yerde kendi kaderini demokratik ve özgür bir ortamda belirlemesi gerektiğini ifade ettim. Kaddafi’nin tarihi boyunca dile getirdiği devrimci söylemlere karşın, yönetimin bu genişliğe ulaşamadığını belirterek halkın ayaklanmasının kaçınılmaz olduğunu vurguladım. Ancak, halkın haklı muhalefetinin, dış güçlerin kuklası olmamak kaydıyla geçerli olacağı üzerine görüş belirleyip, soru işaretleri oluşturdum. Bunun kıstasını da koşullar ne olursa olsun dış gücü ülkesine sokmak isteyenler, asla halkı temsil edemezler diye de belirledim.
BM Güvenlik Konseyi ve kararlarını burada uzunca anlatmaya gerek yok. İsrail’e karşı yarım asrı aşkın süredir alınmış hiçbir karar uygulanmazken, Filistinlilerin haklı davasını ezmek için alınan kararlar üzerine bin katılarak yorumlanıp uygulanmaktadır. Bu gün 10 Nisan 2011 itibariyle Gazze’de 18 Filistinli, İsrail füzeleriyle katledildi, evleri yıkıldı ve BM Güvenlik Konseyinin kılı kıpırdamadı. Ancak Libya’nın petrol, gaz ve tatlı su kaynakları üzerine çıkar kavgası için, henüz ne olduğu bile belli olmayan “Bingazi Ulusal Meclisi” tanınarak, “sivilleri korumak için hava sahasının uçuşa yasaklı bölge ilan edilmesi” 1973 Nolu karar alındı. Bir saat beklemeden de, bu kararı kıymeti kendinden menkul yorumla sadece havada değil yerde de sivil, asker her şeye bomba yağdırmaya başladılar.
Bu gelişmeler hızla yeni biçimler aldı. 1 Nisan 2011 tarihi itibariyle NATO güçleri Libya operasyonlarını yöneten güç olarak öne çıktı. Bu adım, baştan beri Türkiye’nin karşı çıktığı bir adım olarak lanse edilmişti ki, Türkiye’nin NATO kuvvetleri arasında etkin olmak için kruvazörler, savaş uçakları gibi katkıları sunmak için can atar halde olduğu gözlendi. Libya politikasındaki bu zikzaklar öncelikle Libya halkının gözünden kaçmadı. Tepkiler böylece birikmeye başladı.
Bu gelişmeler aynı zamanda muhalefetin de yüzünü açığa çıkardı. Bu güçlerin halk adına NATO dan silahlanmak istemeleri, dış güçlerin girdaplarında kendi halkının çıkarlarına karşı yürütülen oyunun parçası haline getiriyordu.
Bu satırların yazarı açısından Libya’da çatışan güçlerin her iki tarafının da haksız olduğu, her iki tarafın da dış müdahaleye yol açan hatalar içinde olduğu gerçeği artık açık hale gelmiştir.
Buna eklenmesi gereken son gelişme de dün gerçekleşti.
Dün (11 Nisan 2011) Afrika Birliğinin oluşturduğu Barış Heyeti’nin önerdiği ateşkesle ilgili olarak, Kaddafi’nin onay vermesi ve buna karşı Bingazi’deki muhaliflerin “Ulusal Meclis” Başkanı Mustafa Abdulcelil ret cevabı verdi; “Kaddafi ve oğullarının Libya’dan çıkmalarını içermeyen hiç bir öneriye sıcak bakmayacaklarını“ ifade etti. Ardından da “NATO güçlerinin yaptığı yardımlar, askeri olarak Kaddafi’ye karşı yönelttikleri darbeler dolayısıyla teşekkürlerimizi iletir, bu operasyonların artan oranda devamını“ dilediğini dile getirdi.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Libya muhalefet güçlerinin, tarihin verdiği tüm örneklere benzer, halkına dayanmayan, haklı olduğuna inanmayan ve zayıf düşünce dış güçlerin paravanı olan her muhalefet gibi, halkı temsil etmediği açığa çıkmıştır. Belirledikleri tutumla, NATO güçlerinin edatı haline gelen muhalefetin, Libya halkının gerçek çıkarlarıyla ilgili olarak algılanmasının güç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu söylem, Kaddafi yönetiminin 21. Yüzyılın demokrasi ve özgürlük gerekleriyle uyumsuzluğunu, hangi söylemlerle kendini ifade ederse etsin, bir diktatörlük olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
Sonuçta, hangi argümanlar kullanılırsa kullanılsın, Kaddafi’nin baskı rejimi ve ayaklanan Libya halkının zaafları, içindeki gerici unsurların çabasıyla emperyalist güçlerin askeri müdahalesini gündeme getirdi. Bu müdahalede Arap Birliğinin oynadığı gerici rolün, Arap halkının gelişen demokrasi talepleriyle çatışma halinde olduğunu belirtmek gerekir.
Bu süreçte ölen, yok edilen Libya halkı ve servetleridir. NATO bunun için sürece müdahil oldu ve bu amaçla da sonuna kadar sorunun bir parçası olarak rol oynayacaktır. Türkiye bu süreçte kendi dar çıkarlarının rüzgarlarıyla da sallanıp durarak pay almaya çalışacaktır; Libya’da kardeş kavgası her iki tarafı eriterek, güçsüz hale sokana kadar sürdükçe, kazananlar bu gasp çeteleri olacaktır.
DIŞ POLİTİKANIN LİBYA İFLASI
Libya olaylarıyla ilgili geliştirilen ve kendini aldatan bir övgüyle dile getirilen Türkiye dış politikası, ikiyüzlü ahlaksız bir politikadır. “Kardeş halk, kardeş ülke” teraneleri ise bu politikanın ahlaksızlıkla tasnifine nedendir. Libya halkının ortaya koyduğu tepki bunun tartışmasız ifadesidir.
Libya halkının Türkiye’nin bu duruşunu unutması güçtür. Komşularla, dostlarla sıfır sorun üzerine kurgulandığı iddia edilen dış siyasetin, gerçekte “Yeni Osmanlıcılık” mantık algılarıyla, tek boyutlu bir çıkar stratejisi olduğu açığa çıktıkça, komşu ve kardeş halkların tepkileri de artan oranda olacaktır.
Geçmiş tarihi anlatması açısından Libyalıların “La Netrik El-Biled Lil Etrak ve Tılyan” (Ülkemizi, ne Türklerin ne de İtalyanların elinde esir bırakmayız) sözü, bu gün için de geçerli bir söz olarak, ülkemiz halklarının sırtına yıkılmış yeni kefaret olacağı bilinmelidir. Bunun ilk adımı da 30 bin emekçinin ve 400 girişimcinin müktesep hakları ve işlerinin riske atılması oldu. Libyalı yetkililer, “gelin işinize devam edin yoksa ortak sözleşmeleri ihlal etmiş olursunuz” diyerek bunu dile getirdiler.
Türkiye bu noktaya, ilkesiz iktidarın ilkesiz siyaseti sonucu geldi.
Ayaklanmaların başladığı 17 Şubat 2011 tarihinden itibaren, Erdoğan’ın geliştirdiği politika, Kaddafi’nin sorunlarını aşarak, ayaklanmaları bastıracağı üzerine kurgulandı. Bu nedenle, Dış İşleri Bakanlığının attığı tüm adımlar, Kaddafi’ye destek adımları olarak belirdi. Özellikle, ilk darbeyi hazmedip kendini toparlayarak taarruza geçen Kaddafi’nin başarıları, bu tutumu daha da körükledi.
Kaddafi güçleri Bingazi kapılarına dayandığında, artık saatlerin rol oynamaya başladığı bir kesite girilmiş oldu. Türkiye bu noktada, Libya’ya her türden müdahaleye şiddetle karşı olduğunu açıklayıp duruyordu. BM Güvenlik Konseyinden çıkan 1973 Nolu karar gündeme gelince de bu tutumu ısrarla sürdürdü.
Gelişmeler, bu kararla kendi gayri meşru amaçlarını örtmek isteyenler, uluslar arası meşruiyeti olan bir kapı aralamış olarak, Irak’ta oynanan oyunu tekrar edercesine harekete geçti. “Kaddafi, sivilleri katlediyor geç kalınmadan bunun önüne geçmek gerek” adı altında, özellikle Fransa, kararın detayı açıklanmadan, gerçek yükümlülükleri ve sınırları belirlenmeden, kararın hava sahasıyla ilgili temel dokusuna da aykırı olarak, Libya’nın hava sahasını uçuşa yasakladıkları gibi, karada hareket eden her şeye askeri operasyon düzenlemeye, yağmur gibi bomba yağdırmaya başladılar.
Fransa bu karar çıkmadan her şeyi hazırlamış bir ülke olduğunu, böylece de açığa vuruyordu. Bu acele, Bingazi’nin “ulusal meclis” adlı muhalif örgütlenmesini Libya’nın resmi temsilcisi olarak tanımasıyla da belirginlik kazanmış oldu.
Fransa’nın bu aceleciliği Batılı çevrelerde bir yandan, Amerika’nın taklitçiliği olarak alay konusu olurken, diğer yandan Fransa’nın tarihi boyunca giriştiği böylesi önderlik atılımlarının iflasla kuyrukçuluğa döndüğüne işaret ediyordu. Nitekim ABD’nin de sürece girerek, son halkada NATO operasyonlarının önderliğini ele almasıyla ortaya çıkan tablo, bu gerçeği bir kez daha göstermiş oluyordu. Fransa, Akdenizi egemenlik alanı olarak gören girişimlerinde bir kez daha iflas ediyordu (bundan önceki iflası Lübnan’dan apar topar sökülüşüydü, 1990 Lübnan Cumhurbaşkanlığı Baabda Sarayı savaşı).
Erdoğan bu gelişmeleri gördükçe, trenin kaçtığı sanısıyla sürece aktif olarak katılmaya yöneldi. Başlangıçta gür sesle, askeri operasyona karşı çıkıyordu. Sonra sürece deniz ve hava kuvvetleriyle katılacağını ilan ederek çark kırdı. Israrla istediği tek şey, sürece NATO’nun müdahil olmamasıydı.
Fransa’nın ilk adımını attığı ve ardından diğer Batılı güçlerin de katkısıyla gelişen askeri operasyon Kaddafi güçlerini gerilettikçe, Türkiye’nin dış politikası ayaklanmacılardan yana çark etmeye başladı. Bu süreçte 30 bin Türkiyeli işçi tahliye edilmiş, ayaklanmacılarla bilmediğimiz bin bir yardım ve vaatle ilişki kurulmuştu. Mart ayı ortalarında ise bu tutum, ayaklanmacıların Bingazi’de kurduğu Geçici Meclis temsilcisiyle görüşmeler yapmaya kadar uzandı. Ardından, neredeyse Kaddafi’ye edilmedik laf bırakmadan ayaklanmacılardan yana olduklarını ilan ettiler. Halkı korumak için bu kez askeri müdahalenin önemine işaret edilir oldu. NATO’nun müdahalesine karşı çıkan Türkiye bu kez, NATO askeri operasyonlarında yer kapmak, kendini önde göstermek için çırpınan komik bir ülke haline gelmiş oldu.
Bu, bir yandan Libya konusundaki ikircimli duruşunu, diğer yandan ise geçmişten bu güne gelen NATO kuklalığını tüm Arap alemine tekrar gösteren bir veri oldu. Böylelikle Türkiye’nin güvenilmez ülke imajı bir kez daha bilinçaltının gerçekçi ve haklı verileriyle ortaya çıkmaya başladı.
Türkiye’nin dış politikasında süren bu zikzaklar, sadece Libya’dan değil, dünyanın her yerinden dikkatlice gözleniyordu.
Aynı kesitte Bahreyn olaylarıyla ilgili olarak, halkın muhalefetinden yana yapılan açıklamalar, körfez ve Suudi yönetiminin gazabını çekiyordu. Özellikle, Suudi Arabistan askerlerinin Bahreyn’e girişine karşı tutum alması bardağı taşıran son damla oldu. Bu ülkelerin medyası, Erdoğan’a öyle eleştiriler yönelttiler ki, yenilir yutulur cinsten değildi. İsrail’e karşı yaptığı bir iki gösteriyle kazandığını sandığı prestij bu ülkelerde hızla eriyordu.
İlkesiz politika burada da kendini gösterdi. Suudi Arabistan gibi önemli bir Arap ülkesini karşıya almamak için, Bahreyn’in başka güçlerle askeri olarak işgaline ve muhalif halkının katledilmesine göz yuman U dönüşü yapıyordu. Artık Bahreyn için tek söz söyleme cesareti kalmayan Erdoğan’ın, dış politikada körfez ülkeleriyle ilgili ölüm sessizliğine büründüğü görülmektedir.
Bir not olarak şunu belirtmeyi okurun algısı için önemli görüyorum. O da, yeryüzünün en adaletsiz hükümranlığının körfez ülkeleri devletlerinin hükümranlığı olduğu gerçeğidir. Keçi kılı çadırları etrafında sömürgecilere uşaklık yapmış her bir aşirete devlet kurdurarak, yeryüzünün en büyük enerji kaynaklarına el konulmuştur. Arap ulusunun yokluklarla savaşan halkları, kendi ulusal toprakları üzerindeki bu servetlerden hiçbir şekilde yararlanmamaktadır. Bölgede Amerika’nın ve Batılı emperyalist güçlerin cirit atmasını sağlayan, İsrail Siyonizmiyle alttan alta her türden ahlaksız ilişki içinde olan, kendi halklarına ölüm kusulmasına çanak açanlar bu ülkelerdir. Bu ülkeler ayrıca mali zenginliklerini, yabancı bankaların hizmetinde tutarak, kullanılmadan paslanan silah alımlarıyla Batının korunmasını garanti altına alma çabasında olan ülkelerdir. Arapların demokrasi ve özgürlükle ilgili ayağa kalkışlarının en önemli halkası, körfez devletlerindeki yönetimlerin değişmesini gerektiriyor. Bu nedenle Bahreyn halkının ayaklanması önemliydi. Ancak o da bastırıldı, gerici Arap medyası El Jezire, Arabiya gibi dev medya kuruluşları, Bahreyn’de devam eden haklı muhalefetle ilgili tek söz bile söylememeye başladı. Türkiye dış siyaseti burada da iflas eden ikiyüzlülüğüyle bir kez daha açığa çıktı.
Erdoğan’ın, Libya’nın ardından Bahreyn’de de beliren dış politikadaki iflası, Suriye olaylarında da tüm çirkinliğiyle ortaya çıktı. Bir yandan kardeş ülke Suriye denilirken, diğer yandan eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler Hareketine İstanbul’da basın açıklamasıyla, Suriye halkını “ayaklanmaya” çağırmaları ve bilmediğimiz bir dizi kolaylığın sağlanacağı iması, Suriye halkı için hayal kırıcıydı. Suriye halkı bu tutumları bir kenara not eden anlamlı algısını; “Nasihatı varsa önce kendisine versin, ülkesi sorunlarla şaibelerle kaynıyor” diyerek dile getiriyordu.
Kriz ortamının dirayetli politikalarından uzak, krizin yönettiği siyasi duruş, Erdoğan’ın vehimlerle örülü dış politikasının çöküşe doğru gittiğini gösteriyordu.
Bu nedenla, hızlı bir mekik diplomasi gezilerine başlandı. Günde iki ülke gezilerek, çöküşün domino taşı etkisi önlenmeye çalışıldı. Bunun da yetersizliği görülünce, Erdoğan 7 Nisan 2011’de TV kanallarının gece bülteninden sonra, özel olarak basın açıklaması yaptı. Dış politikasını savunmaya çalıştı; bu çaba konuştukça batan müflis bir siyasetçi görünümünü aşmamıştı. Bu konuşmada dile getirilen “Libya Barış Planı” ise, öncelikle Libyalılar tarafından ciddiye bile alınmadı.
Türkiye’nin dış politikası, duygu sömürüsü üzerine kurgulanmış kağıttan bir kaplan gibidir. İlk krizde kof olduğu anlaşılmıştır.
Türkiye değişmemişti, kararı bağımsız değildi. Batılı güçlerin, NATO’nun sadık bir üyesi olarak Türkiye’nin dış politikada bağımsız olması mümkün değildi, orta çıkan da bu oldu.
Zan altında süren bu politikaların, ülkemize ve halklarımıza onurlu bir miras bırakması mümkün değildi.
Bu iflası en iyi özetleyen de TC. Bingazi Baş Konsolosluğu önünde haykıran Libyalı kadındı; “Türkiye’yi istemiyoruz, defolsun gitsin, ikiyüzlü, Ar’ı olmayan bu ülkenin Libya’da yeri yoktur”.
Ülkemizin dış politikasının iç politikanın bir devamı olduğunu tekrar etmeyeceğim. İki yüzlülük demokratik açılımda olduğu kadar, yaşamı ilgilendiren her adımda kendini gösteriyor. Bunun son halkası ise, çocuklarımızın eğitim moral değerlerini alt üst eden YGS sınavlarında ortaya çıkan şaibelerdir.
Kıssadan hissemize gelince,
Ülkemizin dış politikası adım adım toplu çöküşe gidiyor. Bu gidiş iç politikada da yansımalarını bulacaktır. Bölgemizde yükselen demokrasi ve özgürlük talepleri, iktidarın başkasına nasihat vermesini çoktan aşmıştır. Bu nasihate herkesten çok ülkemizin ihtiyacı vardır.
Dış politika çökerken, iç politikaya yansıyacak anti-demokratik hamlelere karşı bu seçimlerde hepimize önemli görevler düşmektedir. Seçici olmamızı gerektiren yükümlülükler vardır. Bu nedenle öncelikle demokrasi ve özgürlüğü içine sindirmiş bağımsız adayları desteklemek bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır diyeceğim.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder