HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

11 Nisan 2011 Pazartesi

LİBYA VE DIŞ SİYASETTE ÇÖKÜŞ

Libya ayaklanmaları üzerine 10. Makale.

Mihrac Ural
12 Nisan 2011

Hızlı gelişmelerin yaşandığı bölgemiz Ortadoğu da, sürece ilişkin konu seçmek ve üzerinde yoğunlaşıp yazmak oldukça zor. Tek tek bölge ülkeleri ve gelişmelerine yetişeyim derken ülkemizle ilgili yazılarımızda gecikmeler oldu. Bu, benim açımdan aşılması gereken bir durum.

Bu makalem esasında 9 Nisan 2011 tarihli “ZAN ALTINDA SİYASET” başlıklı makalemin açılımıydı. Yazdıkça uzayan makalemi ayrı başlıklar altında paylaşmayı istedim. Ama yine uzun oldu. Dış politikanın çöküşünü, Libya örneğinde anlatmaya çalıştım Bahreyn ve Suriye örneklerine kısa göndermeler yaptım.

Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan Türkiye dış politikasının, ortaya çıkan gelişmelerle, 21. Yüz yılın gerektirdiği paylaşımcı, barışçıl, sorunları aşan bir politika olmadığı anlaşıldı. Yeni Osmanlıcılık adı altında, Akdeniz havzası ve bölge milletlerini bir araya getireceği iddiasında olan bu görüş, sonuçta dar, milliyetçi bir çıkar politikası olarak kendini gösterdi.

Tarihin, girdaplarından geçerek bu güne gelen halkların böylesi ucuz politikalara aldanmayacakları ise ilk krizle birlikte belli olmuştur.
Sondan başlıyorum.

İç ve dış siyasetin her basamağı zan altında olmasına karşın, iktidar olunuyorsa, halkın verdiği destek ister istemez pervasız bir sivil diktatörlüğe döner. Bundan da en çok halkın kendisi çeker. Bu genel ilke, tarihte tüm diktatörler ve faşizan yönetimler için geçerli bir ilkedir. Bunu Musollini’de, Hitler’de, Salazar’da, Saddam’da Hüsnü Mübarek ve Bin Ali’de de aynıyla gördük.

Zan altında siyaset, tersi ne kadar söylense de, komplo ve kurgu olduğu iddia edilse de halkın kendi ön görüleri, derin duyarlılıklarıyla açığa çıkan bir sonuçtur.
Ülkemizde bu genel ilkenin uzağında değil. Makalemin konusu zaten ülkemizle ilgilidir.

Hiçbir araştırma yapmadan, kanıt, belge getirmeden, örnek göstermeden iki gelişmenin oluşturduğu algılara bakalım.

Dış politikada, Libya gelişmeleriyle ilgili Türkiye’nin AKP iktidarı altındaki yönelimi bunlardan biri olsun. Diğeri ise Yüksek Öğrenime Geçiş Sınavı (YGS) gelişmeleri.

Bu iki konuda ülkemizin ezici çoğunluğunun aklına gelen şey nedir?

Bana göre zandır. Zan, şüphedir. Muallak, kesin olmayan, şüpheli olan durumdur. Arapça kökenli bu kelime, birçok anlamda kullanılır. Şüpheli anlamında zanlı kelimesi kullanılır. Her hangi bir konuda kesin bilgi sahibi olmama hali, zannetmek kelimesiyle karşılanır. Zan altında olmak, şüphe altında olmaktır. “Zan altında siyaset” de aynı anlamdadır, şüpheli, ikircimli, tutarsız, çelişkili siyasettir.

Bu gün ülkemizde iktidarın siyasi duruşu da tastamam bu kavramla ifade edilebilir.
Zan altında siyaset, AKP iktidarının var oluş tarzıdır. Bu bir medresedir ve kökleri çok eskilere gider. Kendileri de bunun Yeni Osmanlıcılık olduğunu ifade ediyorlar.
Bu politikanın bir ucu, Cemaat kültüründedir. Cemaat akıl algısınca belirlenen bu günkü hakim aklın derin kökleri de ittihatçılıktadır. İttihatçılık ise Osmanlı aklının 20. Yüz yıla ulaşan evrimidir, meşru çocuğudur; etnik ve inanç mozaik dokusuyla Anadolu’yu tek millet, tek mezhep, tek kitap ve sonuçta tek parti ve tek adamlığa kadar uzanan bir iktidar hükmü altında tutma çabasıdır. İflasa giden, iç bükey çöküşü kaçınılmaz olan bu siyaset esasında iç siyasetin de dışa vurumudur.

Cemaat’in biat kültürünün tezahürü olan bu yönelimi kimse laik, dinci diye birbirinden ayırmasın. Her birinde aynı akıl bu ülkenin nefes kanallarını kapatmış bulunmaktadır. Cumhuriyetteki Osmanlı budur.

Kürtlerin sivil itaatsizlikte ortaya koydukları farklı Cuma Namazına karşı tepkinin altında da bu yatmaktadır; farklı olanı yok etme algısıdır. Sanki Allah cami dışında namaz kabul etmez gibi. Vekaleti kimden alındığı belli olmayan, Allah adına konuşma geleneğiyle biat kültürü, egemenlik alanı dışındaki her farklılığı yok etmek ister.
Ülkemizi içte bin kez iflas etmiş siyasetiyle, dışta halkların tepkisini çekerek iflasın eşiğine gelen duruşlarıyla, bu iktidar zan altındadır.

Dış ve iç örnekler bunları yeterince açık hale getirmiştir.


LİBYA İKİRCİMLİĞİ

Gazeteciler soruyor, iktidar güçleri cevap veriyor. Bin bir dereden su getiriyor. Ama gerçek değişmiyor; Libya halkı, Suriye halkı, Bahreyn halkı, Mısır ve Tunus Türkiye’nin yüz kızartan ikircimli duruşlarını yargılıyor. Başbakan bu nedenle, alelacele basın açıklamaları yapıyor, çöken dış siyasetinin zevahirini kurtarmak için, bu siyasetin müflis mimarı Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu ülkeden ülkeye, devletten devlete gönderip duruyor.

Bunu anlamak için kısa bir empati yapalım.

Libya halkı, 5 Nisan 2011 tarihinde Bingazi’de TC. konsolosluğu önünde, Başbakan Erdoğan’ı iki yüzlülükle itham edip, bu ikircimli politikandan “Ar duymuyor musun?” diye haykırdı. TV kanalları, bunu canlı yayında da saatlerce verdi.
Biraz düşünelim, bu gösterileri birileri kışkırtmış olabilir mi? Böylesi bir şey mümkün müdür?

Bölgenin kaynadığı bir koşulda hangi ülke ya da ülkeler Türkiye’ye karşı böylesi bir duruş sergileme ihtiyacı duyabilir ki?

İlgisi yok. Bu özürü kabahatinden büyük bir savunudur.

Ama Başbakan öyle sanıyor; “Türkiye’nin dış politikasının önü kesilmek isteniyor” diye, Libya halkının aklıyla alay ediyor. Dıştan dayatılmış, kışkırtılmış bir tutum olarak değerlendiriyor.

Dış siyasetinin hangi parametreler üzerinde yükseldiğini sorgulamak yerine, bahane arayışına sığınıyor. Ülkemizin dış siyasetinin temel taşlarını ortaya koyan Ahmet Davutoğlu bunu “Stratejik Derinlik” adlı kitabında detaylarıyla açıklamıştır. Bu makalenin konusu değil, ayrıca ele alınacak bu konuyla ilgili olarak bilinmesi gereken şey, bu politikanın Akdenizi bir Yeni Osmanlı gölü haline getirme çabasında özetlenebilir. Bu çaba tüm milletleri Türkiye’nin çıkarlarına göre yeniden tasnif etmek ve ilişkiyi tek boyutlu ulusçuluk etrafında yeniden dizayn etmeye dayalıdır.

Bu mantık dünyayı kavramamış, 21. Yüzyılın gereklerini anlamamış Ortaçağ aklına kravat giydirmekten başka bir anlama sahip değildir.

Libya’ya olaylar karşısında ortaya konan tutum bunun sonucudur. Tepki gören de budur.
Hatırlamaya çalışalım.

LİBYA OLAYLARININ KISA ÖZETİ

Libya halkının Kaddafi’ye karşı ayaklanmasını bu satırların yazarı, halkın yaşadığı siyasal tıkanma karşısında aldığı bir tutum olarak belirledi. Kaddafi’yi değerlendirirken, iki aşamadan söz ederek, olumlu ilk dönemi ve sonuçta uzun süren iktidarların diktatörlüğe, aile ya da dar çevre oligarşisine dönüştüğünü dile getirdi.

21. Yüz yılda, soğuk savaş sistemlerinin artık geçerli olmadığını belirlediğim yazılarda, halkın her yerde kendi kaderini demokratik ve özgür bir ortamda belirlemesi gerektiğini ifade ettim. Kaddafi’nin tarihi boyunca dile getirdiği devrimci söylemlere karşın, yönetimin bu genişliğe ulaşamadığını belirterek halkın ayaklanmasının kaçınılmaz olduğunu vurguladım. Ancak, halkın haklı muhalefetinin, dış güçlerin kuklası olmamak kaydıyla geçerli olacağı üzerine görüş belirleyip, soru işaretleri oluşturdum. Bunun kıstasını da koşullar ne olursa olsun dış gücü ülkesine sokmak isteyenler, asla halkı temsil edemezler diye de belirledim.

BM Güvenlik Konseyi ve kararlarını burada uzunca anlatmaya gerek yok. İsrail’e karşı yarım asrı aşkın süredir alınmış hiçbir karar uygulanmazken, Filistinlilerin haklı davasını ezmek için alınan kararlar üzerine bin katılarak yorumlanıp uygulanmaktadır. Bu gün 10 Nisan 2011 itibariyle Gazze’de 18 Filistinli, İsrail füzeleriyle katledildi, evleri yıkıldı ve BM Güvenlik Konseyinin kılı kıpırdamadı. Ancak Libya’nın petrol, gaz ve tatlı su kaynakları üzerine çıkar kavgası için, henüz ne olduğu bile belli olmayan “Bingazi Ulusal Meclisi” tanınarak, “sivilleri korumak için hava sahasının uçuşa yasaklı bölge ilan edilmesi” 1973 Nolu karar alındı. Bir saat beklemeden de, bu kararı kıymeti kendinden menkul yorumla sadece havada değil yerde de sivil, asker her şeye bomba yağdırmaya başladılar.

Bu gelişmeler hızla yeni biçimler aldı. 1 Nisan 2011 tarihi itibariyle NATO güçleri Libya operasyonlarını yöneten güç olarak öne çıktı. Bu adım, baştan beri Türkiye’nin karşı çıktığı bir adım olarak lanse edilmişti ki, Türkiye’nin NATO kuvvetleri arasında etkin olmak için kruvazörler, savaş uçakları gibi katkıları sunmak için can atar halde olduğu gözlendi. Libya politikasındaki bu zikzaklar öncelikle Libya halkının gözünden kaçmadı. Tepkiler böylece birikmeye başladı.

Bu gelişmeler aynı zamanda muhalefetin de yüzünü açığa çıkardı. Bu güçlerin halk adına NATO dan silahlanmak istemeleri, dış güçlerin girdaplarında kendi halkının çıkarlarına karşı yürütülen oyunun parçası haline getiriyordu.

Bu satırların yazarı açısından Libya’da çatışan güçlerin her iki tarafının da haksız olduğu, her iki tarafın da dış müdahaleye yol açan hatalar içinde olduğu gerçeği artık açık hale gelmiştir.

Buna eklenmesi gereken son gelişme de dün gerçekleşti.

Dün (11 Nisan 2011) Afrika Birliğinin oluşturduğu Barış Heyeti’nin önerdiği ateşkesle ilgili olarak, Kaddafi’nin onay vermesi ve buna karşı Bingazi’deki muhaliflerin “Ulusal Meclis” Başkanı Mustafa Abdulcelil ret cevabı verdi; “Kaddafi ve oğullarının Libya’dan çıkmalarını içermeyen hiç bir öneriye sıcak bakmayacaklarını“ ifade etti. Ardından da “NATO güçlerinin yaptığı yardımlar, askeri olarak Kaddafi’ye karşı yönelttikleri darbeler dolayısıyla teşekkürlerimizi iletir, bu operasyonların artan oranda devamını“ dilediğini dile getirdi.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Libya muhalefet güçlerinin, tarihin verdiği tüm örneklere benzer, halkına dayanmayan, haklı olduğuna inanmayan ve zayıf düşünce dış güçlerin paravanı olan her muhalefet gibi, halkı temsil etmediği açığa çıkmıştır. Belirledikleri tutumla, NATO güçlerinin edatı haline gelen muhalefetin, Libya halkının gerçek çıkarlarıyla ilgili olarak algılanmasının güç olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu söylem, Kaddafi yönetiminin 21. Yüzyılın demokrasi ve özgürlük gerekleriyle uyumsuzluğunu, hangi söylemlerle kendini ifade ederse etsin, bir diktatörlük olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.

Sonuçta, hangi argümanlar kullanılırsa kullanılsın, Kaddafi’nin baskı rejimi ve ayaklanan Libya halkının zaafları, içindeki gerici unsurların çabasıyla emperyalist güçlerin askeri müdahalesini gündeme getirdi. Bu müdahalede Arap Birliğinin oynadığı gerici rolün, Arap halkının gelişen demokrasi talepleriyle çatışma halinde olduğunu belirtmek gerekir.

Bu süreçte ölen, yok edilen Libya halkı ve servetleridir. NATO bunun için sürece müdahil oldu ve bu amaçla da sonuna kadar sorunun bir parçası olarak rol oynayacaktır. Türkiye bu süreçte kendi dar çıkarlarının rüzgarlarıyla da sallanıp durarak pay almaya çalışacaktır; Libya’da kardeş kavgası her iki tarafı eriterek, güçsüz hale sokana kadar sürdükçe, kazananlar bu gasp çeteleri olacaktır.

DIŞ POLİTİKANIN LİBYA İFLASI

Libya olaylarıyla ilgili geliştirilen ve kendini aldatan bir övgüyle dile getirilen Türkiye dış politikası, ikiyüzlü ahlaksız bir politikadır. “Kardeş halk, kardeş ülke” teraneleri ise bu politikanın ahlaksızlıkla tasnifine nedendir. Libya halkının ortaya koyduğu tepki bunun tartışmasız ifadesidir.

Libya halkının Türkiye’nin bu duruşunu unutması güçtür. Komşularla, dostlarla sıfır sorun üzerine kurgulandığı iddia edilen dış siyasetin, gerçekte “Yeni Osmanlıcılık” mantık algılarıyla, tek boyutlu bir çıkar stratejisi olduğu açığa çıktıkça, komşu ve kardeş halkların tepkileri de artan oranda olacaktır.

Geçmiş tarihi anlatması açısından Libyalıların “La Netrik El-Biled Lil Etrak ve Tılyan” (Ülkemizi, ne Türklerin ne de İtalyanların elinde esir bırakmayız) sözü, bu gün için de geçerli bir söz olarak, ülkemiz halklarının sırtına yıkılmış yeni kefaret olacağı bilinmelidir. Bunun ilk adımı da 30 bin emekçinin ve 400 girişimcinin müktesep hakları ve işlerinin riske atılması oldu. Libyalı yetkililer, “gelin işinize devam edin yoksa ortak sözleşmeleri ihlal etmiş olursunuz” diyerek bunu dile getirdiler.

Türkiye bu noktaya, ilkesiz iktidarın ilkesiz siyaseti sonucu geldi.

Ayaklanmaların başladığı 17 Şubat 2011 tarihinden itibaren, Erdoğan’ın geliştirdiği politika, Kaddafi’nin sorunlarını aşarak, ayaklanmaları bastıracağı üzerine kurgulandı. Bu nedenle, Dış İşleri Bakanlığının attığı tüm adımlar, Kaddafi’ye destek adımları olarak belirdi. Özellikle, ilk darbeyi hazmedip kendini toparlayarak taarruza geçen Kaddafi’nin başarıları, bu tutumu daha da körükledi.

Kaddafi güçleri Bingazi kapılarına dayandığında, artık saatlerin rol oynamaya başladığı bir kesite girilmiş oldu. Türkiye bu noktada, Libya’ya her türden müdahaleye şiddetle karşı olduğunu açıklayıp duruyordu. BM Güvenlik Konseyinden çıkan 1973 Nolu karar gündeme gelince de bu tutumu ısrarla sürdürdü.

Gelişmeler, bu kararla kendi gayri meşru amaçlarını örtmek isteyenler, uluslar arası meşruiyeti olan bir kapı aralamış olarak, Irak’ta oynanan oyunu tekrar edercesine harekete geçti. “Kaddafi, sivilleri katlediyor geç kalınmadan bunun önüne geçmek gerek” adı altında, özellikle Fransa, kararın detayı açıklanmadan, gerçek yükümlülükleri ve sınırları belirlenmeden, kararın hava sahasıyla ilgili temel dokusuna da aykırı olarak, Libya’nın hava sahasını uçuşa yasakladıkları gibi, karada hareket eden her şeye askeri operasyon düzenlemeye, yağmur gibi bomba yağdırmaya başladılar.

Fransa bu karar çıkmadan her şeyi hazırlamış bir ülke olduğunu, böylece de açığa vuruyordu. Bu acele, Bingazi’nin “ulusal meclis” adlı muhalif örgütlenmesini Libya’nın resmi temsilcisi olarak tanımasıyla da belirginlik kazanmış oldu.

Fransa’nın bu aceleciliği Batılı çevrelerde bir yandan, Amerika’nın taklitçiliği olarak alay konusu olurken, diğer yandan Fransa’nın tarihi boyunca giriştiği böylesi önderlik atılımlarının iflasla kuyrukçuluğa döndüğüne işaret ediyordu. Nitekim ABD’nin de sürece girerek, son halkada NATO operasyonlarının önderliğini ele almasıyla ortaya çıkan tablo, bu gerçeği bir kez daha göstermiş oluyordu. Fransa, Akdenizi egemenlik alanı olarak gören girişimlerinde bir kez daha iflas ediyordu (bundan önceki iflası Lübnan’dan apar topar sökülüşüydü, 1990 Lübnan Cumhurbaşkanlığı Baabda Sarayı savaşı).

Erdoğan bu gelişmeleri gördükçe, trenin kaçtığı sanısıyla sürece aktif olarak katılmaya yöneldi. Başlangıçta gür sesle, askeri operasyona karşı çıkıyordu. Sonra sürece deniz ve hava kuvvetleriyle katılacağını ilan ederek çark kırdı. Israrla istediği tek şey, sürece NATO’nun müdahil olmamasıydı.

Fransa’nın ilk adımını attığı ve ardından diğer Batılı güçlerin de katkısıyla gelişen askeri operasyon Kaddafi güçlerini gerilettikçe, Türkiye’nin dış politikası ayaklanmacılardan yana çark etmeye başladı. Bu süreçte 30 bin Türkiyeli işçi tahliye edilmiş, ayaklanmacılarla bilmediğimiz bin bir yardım ve vaatle ilişki kurulmuştu. Mart ayı ortalarında ise bu tutum, ayaklanmacıların Bingazi’de kurduğu Geçici Meclis temsilcisiyle görüşmeler yapmaya kadar uzandı. Ardından, neredeyse Kaddafi’ye edilmedik laf bırakmadan ayaklanmacılardan yana olduklarını ilan ettiler. Halkı korumak için bu kez askeri müdahalenin önemine işaret edilir oldu. NATO’nun müdahalesine karşı çıkan Türkiye bu kez, NATO askeri operasyonlarında yer kapmak, kendini önde göstermek için çırpınan komik bir ülke haline gelmiş oldu.

Bu, bir yandan Libya konusundaki ikircimli duruşunu, diğer yandan ise geçmişten bu güne gelen NATO kuklalığını tüm Arap alemine tekrar gösteren bir veri oldu. Böylelikle Türkiye’nin güvenilmez ülke imajı bir kez daha bilinçaltının gerçekçi ve haklı verileriyle ortaya çıkmaya başladı.

Türkiye’nin dış politikasında süren bu zikzaklar, sadece Libya’dan değil, dünyanın her yerinden dikkatlice gözleniyordu.

Aynı kesitte Bahreyn olaylarıyla ilgili olarak, halkın muhalefetinden yana yapılan açıklamalar, körfez ve Suudi yönetiminin gazabını çekiyordu. Özellikle, Suudi Arabistan askerlerinin Bahreyn’e girişine karşı tutum alması bardağı taşıran son damla oldu. Bu ülkelerin medyası, Erdoğan’a öyle eleştiriler yönelttiler ki, yenilir yutulur cinsten değildi. İsrail’e karşı yaptığı bir iki gösteriyle kazandığını sandığı prestij bu ülkelerde hızla eriyordu.

İlkesiz politika burada da kendini gösterdi. Suudi Arabistan gibi önemli bir Arap ülkesini karşıya almamak için, Bahreyn’in başka güçlerle askeri olarak işgaline ve muhalif halkının katledilmesine göz yuman U dönüşü yapıyordu. Artık Bahreyn için tek söz söyleme cesareti kalmayan Erdoğan’ın, dış politikada körfez ülkeleriyle ilgili ölüm sessizliğine büründüğü görülmektedir.

Bir not olarak şunu belirtmeyi okurun algısı için önemli görüyorum. O da, yeryüzünün en adaletsiz hükümranlığının körfez ülkeleri devletlerinin hükümranlığı olduğu gerçeğidir. Keçi kılı çadırları etrafında sömürgecilere uşaklık yapmış her bir aşirete devlet kurdurarak, yeryüzünün en büyük enerji kaynaklarına el konulmuştur. Arap ulusunun yokluklarla savaşan halkları, kendi ulusal toprakları üzerindeki bu servetlerden hiçbir şekilde yararlanmamaktadır. Bölgede Amerika’nın ve Batılı emperyalist güçlerin cirit atmasını sağlayan, İsrail Siyonizmiyle alttan alta her türden ahlaksız ilişki içinde olan, kendi halklarına ölüm kusulmasına çanak açanlar bu ülkelerdir. Bu ülkeler ayrıca mali zenginliklerini, yabancı bankaların hizmetinde tutarak, kullanılmadan paslanan silah alımlarıyla Batının korunmasını garanti altına alma çabasında olan ülkelerdir. Arapların demokrasi ve özgürlükle ilgili ayağa kalkışlarının en önemli halkası, körfez devletlerindeki yönetimlerin değişmesini gerektiriyor. Bu nedenle Bahreyn halkının ayaklanması önemliydi. Ancak o da bastırıldı, gerici Arap medyası El Jezire, Arabiya gibi dev medya kuruluşları, Bahreyn’de devam eden haklı muhalefetle ilgili tek söz bile söylememeye başladı. Türkiye dış siyaseti burada da iflas eden ikiyüzlülüğüyle bir kez daha açığa çıktı.
Erdoğan’ın, Libya’nın ardından Bahreyn’de de beliren dış politikadaki iflası, Suriye olaylarında da tüm çirkinliğiyle ortaya çıktı. Bir yandan kardeş ülke Suriye denilirken, diğer yandan eli kanlı terör örgütü Müslüman Kardeşler Hareketine İstanbul’da basın açıklamasıyla, Suriye halkını “ayaklanmaya” çağırmaları ve bilmediğimiz bir dizi kolaylığın sağlanacağı iması, Suriye halkı için hayal kırıcıydı. Suriye halkı bu tutumları bir kenara not eden anlamlı algısını; “Nasihatı varsa önce kendisine versin, ülkesi sorunlarla şaibelerle kaynıyor” diyerek dile getiriyordu.

Kriz ortamının dirayetli politikalarından uzak, krizin yönettiği siyasi duruş, Erdoğan’ın vehimlerle örülü dış politikasının çöküşe doğru gittiğini gösteriyordu.
Bu nedenla, hızlı bir mekik diplomasi gezilerine başlandı. Günde iki ülke gezilerek, çöküşün domino taşı etkisi önlenmeye çalışıldı. Bunun da yetersizliği görülünce, Erdoğan 7 Nisan 2011’de TV kanallarının gece bülteninden sonra, özel olarak basın açıklaması yaptı. Dış politikasını savunmaya çalıştı; bu çaba konuştukça batan müflis bir siyasetçi görünümünü aşmamıştı. Bu konuşmada dile getirilen “Libya Barış Planı” ise, öncelikle Libyalılar tarafından ciddiye bile alınmadı.

Türkiye’nin dış politikası, duygu sömürüsü üzerine kurgulanmış kağıttan bir kaplan gibidir. İlk krizde kof olduğu anlaşılmıştır.

Türkiye değişmemişti, kararı bağımsız değildi. Batılı güçlerin, NATO’nun sadık bir üyesi olarak Türkiye’nin dış politikada bağımsız olması mümkün değildi, orta çıkan da bu oldu.

Zan altında süren bu politikaların, ülkemize ve halklarımıza onurlu bir miras bırakması mümkün değildi.

Bu iflası en iyi özetleyen de TC. Bingazi Baş Konsolosluğu önünde haykıran Libyalı kadındı; “Türkiye’yi istemiyoruz, defolsun gitsin, ikiyüzlü, Ar’ı olmayan bu ülkenin Libya’da yeri yoktur”.

Ülkemizin dış politikasının iç politikanın bir devamı olduğunu tekrar etmeyeceğim. İki yüzlülük demokratik açılımda olduğu kadar, yaşamı ilgilendiren her adımda kendini gösteriyor. Bunun son halkası ise, çocuklarımızın eğitim moral değerlerini alt üst eden YGS sınavlarında ortaya çıkan şaibelerdir.

Kıssadan hissemize gelince,

Ülkemizin dış politikası adım adım toplu çöküşe gidiyor. Bu gidiş iç politikada da yansımalarını bulacaktır. Bölgemizde yükselen demokrasi ve özgürlük talepleri, iktidarın başkasına nasihat vermesini çoktan aşmıştır. Bu nasihate herkesten çok ülkemizin ihtiyacı vardır.

Dış politika çökerken, iç politikaya yansıyacak anti-demokratik hamlelere karşı bu seçimlerde hepimize önemli görevler düşmektedir. Seçici olmamızı gerektiren yükümlülükler vardır. Bu nedenle öncelikle demokrasi ve özgürlüğü içine sindirmiş bağımsız adayları desteklemek bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır diyeceğim.

Hiç yorum yok: