HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

23 Nisan 2011 Cumartesi

ERMENİ KATLİAMI

24 Nisan 1915
ERMENİ SOY KIRIMI ve BELGELERİN DİLİ




Mihrac Ural
23 Nisan 2011

24 Nisan’ı unutmayın. Çünkü 24 Nisan 1915 Ermeni soy kırımını yapan akıl sizi hiç unutmuyor. Bu akıl, Osmanlı aklıdır, barbarlıktan 20.Yüzyıl İttihatçı Teşkilatı Mahsusa tetikçiliğine, Cumhuriyetteki Osmanlı darbeciliğine uzanan bir akıldır. Bu akıl, zenginliğimizin, uygarlığımızın, barışımızın kaynağı olan farklılıklarımızı ötekileştiren, düşman ilan eden ve katli vaciptir diye yargısız infazla tasfiye eden akıldır.

Kirli tarihle cesurca yüzleşmenin ilk adımı, bu akılla hesaplaşmayı gerektiriyor. Kaoslarımızın, kimlik bunalımlarımızın, ırkçı-milliyetçi ayrımcı ve bölücü baskıların, kirli savaşta ısrarın nedeni bu akıldır. Bu akılla mücadele yeniden bir yapılanmayı gerektirir bu da daha çok özgürlük ve demokrasiyi…


***

24 Nisan 1915’de Ermenilere karşı yapılan açık ve pervasız bir soykırımdır. Kimse farklı anlam ve ayrıntılara boğulmuş bir bulanıklık yaratmaya çalışmasın, milliyetçi bilinçaltı ve içgüdüleriyle, kavram ve belge karmaşasıyla örtbas etmeye çalışmasın bu bir jenosittir.

İttihatçı militarizmin yayılmacı milliyetçiliği, Osmanlı barbarlığının karanlık aklının meşru çocuğu olarak Ermeni katliamını, emir ve talimatla yerine getirmiştir. İttihatçı şefler ve bunların başında, Ermeni dosyasını resmi olarak üstlenmiş tasfiyeci Talat Paşa bu süreci başından sonuna kadar takip ederek, ırkçı bir cinayetin yargısız infazı gerçekleşmiştir. Bu konuda kuşkusu olanlar, bu konuda tarih adına belge ve kanıt isteyenlerin derdi tarihle yüzleşmekten kaçıştır. Bunun mümkünü yoktur.

Osmanlı tebaası olarak Ermenilerin soy kırıma uğradığı gerçeği açıktır, resmi belgelerde de açıkça bu gerçek ortaya konmuştur. Bu yanıyla konunun, kararı şahıs olarak kimin verip vermediğiyle ilgili bir yanı yoktur. Şahıslar göçüp gidecek, geride kurumlar, devletler, algılar kalacaktır; bunlarla hesaplaşmak için ise tarihle yüzleşmektir. Er ya da geç ölecek şahıslarla değil.

Buna rağmen sözün dolanıp dolaştığı yer bu jenosit kararını kimin verdiğidir. Bunun için belge ve kanıt aramaktan önce, Osmanlı devletinin hükümranlarının her hal ve koşutla kendi tebaalarından sorumlu oldukları ve bunların katlinin tek sorumlu olacakları noktasını atlama çabasındadırlar.

Bu noktada algılanması gereken en önemli nokta, Osmanlının son döneminde iktidarı olan İttihat ve Terakki fırkasının, çalışma yöntemi üzerinde kısaca durmakta yarar vardır.

İttihatçıların siyasal yaşamları boyunca ikili programla çalıştıkları söylenir. Bunun belgelerini elinde bulunduran birçok tarihçi, “yanlış yorumlanır” adı altında yayınlamaktan çekindiğini söyler. Murat Bardakçı, bu gerçeği dile getirip durur; Bardakçı, Talat paşanın Ermenilerle ilgili ince elenip sık dokuduğu, aile aile takip ettiği Ermeni tehciriyle ilgili not defterini yayınladığında da bu gerçek bir ucuyla gün yüzüne çıkmıştı.

Benim elimde özel bir belge yok. Tarih okumalarım ve ortaya konan belgelerin tatmin edici olduğuna inanıyorum. Benim alanım, tarih okumalarıma siyasal yorumdur. Buna rağmen, dünyada ilk kez Leopald Gaszscky’in anı belgelerini “Ermenileri Cumhuriyet’te katletti” başlığı altında yayınladım. Bu alanda görevimi yerine getirdiğime inanıyorum.

Ermeni jenosidi, Anadolu kimyasını bozma yönünde 20.Yüz yılda girişilmiş en pervasız, insanlık dışı bir yargısız toplu infazdır. Bu katliam üzerine o kadar çok şey yazıldı ki, bizim yazacağımız her şey, okyanusta bir kum tanesi bile olamaz. Buna rağmen deryalar damlaların sonucudur. Bu, insani duygu taşıyan herkesin alması gereken bir tutuma işaret eder. Bu tutumların bileşkesi, tarihi ilerleten ve yanlışın aşılarak, hak sahiplerine haklarını iade edecektir. Çabamızın bir boyutu da budur.

Ama bu bir duruştur ve biz bu duruşun daha da anlamlı kılınması için elimizden geleni yapıyor, teorik ve pratik her imkanla, sorumluluk duygusu içinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 24 Nisan 2011 anmaları için de slogandan kaçınarak, konuyla ilgili bir yorum yapacağım.

Yakın zamanda Tevfik Çavdar’ın, Kültür Bakanlığı yayınlarından çıkan “TALAT PAŞA” biyografisini okudum. Başarılı bir çalışma olan bu kitap, yazarın yorumundan bağımsız ve farklı belgelerle ilişkili ele alınacak verilerle dolu. Buradan hareketle, vardığım kimi sonuçları okurla paylaşmak istiyorum.

İTTİHATÇI İKİYÜZLÜLÜĞÜ

İttihatçılar, Bizans’tan o günlere gelen sistemin bir uzantısı olarak, Bizans oyunlarıyla siyaset yapmışlardır. Bir şebeke imajı bırakan İttihat ve Terakki, devlet içinde devlet olarak çalışmış, kanunsuz, hukuksuz faaliyetlere imza atmıştır. Bu hizip, her çalışmasında ikili program yapmıştır.

Birincisi, halka ve resmi ortama alenen gösterilecek program, diğeri ise dar çevrenin bildiği, ilan edilmemiş, ancak icra edilecek olan programdır.

Dolayısıyla, aktif bir faaliyet içinde olduğu gözlemlenen İttihatçıların yaptıkları hiçbir şeyin ilan edilen programa uymadığı görülür. Kimi emirler veriliyor, yaptırımlar ve etkiler oluşturuluyor ancak bunların hiçbiri yazılı bir belgeye dayanmıyor. Bunu anlamak için, icra edilmiş ya da edilememiş, kimi emirlere, fiillere, niyetlere, önermelere bakmak yeterlidir. Bu ikinci programda, ülkenin pazarlanmasından, karanlık, kirli, şaibeli işlere kadar her şeyin olduğu görülüyor.

Bununla ilgili ilginç aktarımları Tevfik Çavdar’ın kitabında bulmak mümkün.

İttihatçıların Almancılığını hepimiz biliriz. Osmanlı İmparatorluğunu, Almanların ucuz bir kuklası haline getirdiklerini de. Talat paşa, “Almanya’nın savaşı kazanacağına inanıyordum. Bu nedenle savaşın ilanından bir ay önce Almanya ile bir anlaşma imzaladık” diyor ( Cengiz Özakıncı’nın “Türkiye’nin Siyasal İntiharı YENİ-OSMANLI’ TUZAĞI” başlıklı kitabı s: 485, Otopsi yayınları 2. Basım 2005).

Bunun ötesinde, taksitle ödenecek “5 milyon lirayı Osmani”’ye kadar bir kredi karşılığında, Osmanlının I. Dünya paylaşım savaşında Alman saflarında yer alışı karşılığında mükafat verilmiştir (10 Kasım 1914 Osmanlı–Alman gizli anlaşması; iki dille, karşılıklı iki sütun halinde yazılan bu anlaşma belgesi orijinal fotokopisi, Age. s: 32).

O günün deyimiyle “Alman Malı Cihad” böylece bir imparatorluğun çöküşüyle sonuçlanacak atılımı başlıyor. Osmanlı Genel Kurmay Başkanı da Alman General Bronsart von Schellendorf’tur.

Bu okuduklarınız, resmi kurumlarca alenen bilinen, yayınlanan ve halkın da bir kısmını bildiği verilerdir. Ancak aynı konu üzerinde İttihatçıların ikinci programları tam tersi şeyler söylüyor. Bir imparatorluğun onur kırıcı tarzda, erdemsizce başka bir emperyalist güce nasıl pazarlanmak istendiğini, altın tabakta sunulduğunu görüyoruz. Bununla da İttihatçıların hiç bir boyutta vatansever olmadıklarını, yaptıklarının dar çıkarlar ve sapık siyasal algılarla ilgili olduğunu görmek zor değildir.

Alman kuklası ittihatçıların ikinci programı için Talat paşanın verdiği bilgileri birlikte okuyalım; “ sanırım ki, dünya tarihinde, hiçbir gücün ötekine, biz devrimimizi yaptığımız dönemde İngiltere’nin Türkiye’ye yaptığı kadar hükmedici bir durum olmamıştır (24 Temmuz 1908 II. Meşruiyet ilanı bn.). Çünkü önderler sizden hoşlanıyordu, ama halk enikonu tapıyordu size, Büyükelçinin arabasının atlarını arabadan ayırdılar ve onu elçilik binasına kadar çektiler. Bu çok küçük bir şey, küçük bir semboldü. Eğer elçi istemiş olsaydı, arabanın vücutlarının üzerinden geçmesine de razı olurlardı. Fakat siz bizden hiçbir şey istemediniz, minnettarlık ise havada yaşayamaz. Elçi soğuk, Fitsmauice (elçilik tercümanı) ise düşmanca davranıyordu; kendimizi idame ettirmenin bir yolunu bulmak mecburiyetinde idik. Fakat aramıza soğukluk girmesinden sonra bile dostluğunuzu yeniden kazanabilmek için çaba gösterdik. Yaptığımız hiçbir şey sizi memnun etmedi. Bizi Almanya’nın kollarına ittiniz. Başka seçeneğimiz yoktu.” (Age. s: 481) Diyerek, Almanya’da savaş sonrası görüştüğü İngiltere’nin Osmanlı elçilik mensubu istihbaratçı Aubrey’ye aktarıyor.

Aubrey, Talat paşayla iki gün sürdürdüğü görüşmeler üzerine “ Barış ve İngiliz dostluğunu elde etmek için teslimiyet noktasına gitmeye hazır olan açık tavırlı” bir insan olduğu yorumunu yapıyor. (Age s: 490)

Talat paşa bu yorumun çok ötesinde şeyler söylediğini, aynı anılardan öğreniyoruz. Talat Paşa İngiliz istihbarat elemanı Aubrey’e “İzmir’i bize geri vermelisiniz ve barış yeniden kurulmalıdır ve bu sağlandığında Anadolu’nun bütün kaynakları İngiltere’nin tasarrufunda olacaktır” (Age. s: 488) diyor.

Bu korkunç teslimiyet ittihatçıların temel karakteridir. Aynı yöntem ve akılla, ülkeyi topyekun güçlü olduğuna inandıkları Almanlara sundular. Bu sorumsuz şebekenin vatansever olması mümkün değildi. Tebaasına ve içindeki farklılıkları ötekileştirmemesi mümkün değildi.

İttihatçılar hep böyle bir teşkilattı. İkiyüzlü, ikircimli, tetikçi, komplocu, darbeciydi. Bu açıdan hiçbir söylemlerine güvenilmezdi. Her zaman ikircimli davranışlarla, sonuçlarını kendilerinin bile tayin edemeyecekleri sürüklenişe düşerlerdi.

Bu açıdan bakınca, Ermeni konusunda da ikili programa sahip oldukları sonucunu çıkarmak zor değil.

Bu işin merkezinde ve Ermeni tehcir dosyasının resmi temsilcisi olarak o zamanın Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı, 4 Şubat 1917’de ise Sadrazam, Başbakan) Talat paşa, bir yandan yapılan soykırım eleştirilerine verilecek cevap ve kendini aklama açısından aldığı notlar ve hazırladığı savunmalar açık ve aleni bir biçimde ortalıkta görülürken, diğer taraftan Ermenilerin işlerinin bitirilmesiyle ilgili olarak ise, gerçek icraat planı olan ikinci plan devreye sokuluyordu.

Tevfik Çavdar’ın “TALÂT PAŞA” kitabında aktarılanlar, Talat paşanın kendini savunmak üzere uzun uzun, olaylar ve verilerle aktardığı, Osmanlının aldığı tehcir yasasına bir gerekçe olarak sunuluyordu; olaylar, eylemler sıralanıyordu. Bunun da ötesinde, Türk milletinin sırtına haberi olmadığı bir yük de yıkmaktan çekinmiyordu. Kitabın “TEHCİR” başlığını taşıyan bölümünde bu konular şöyle işleniyor.

Türk askerleri ve halkı, Ermenilerin Türk nüfusunu ortadan kaldırmak niyeti bulunduğuna ve Türk devletinin istiklaline son vermek için Ruslarla birleşmiş olduğuna kani idiler “diye ekliyor (Age. s; 348).

Talat paşa bunlara rağmen, Ermenilerin başına gelenlerden üzüntü duyduğunu, yetkililerin taksiratları üzerinde durarak açıklamaya çalışıyor. “Varteks efendiye müteaddit defalar İstanbul’u terk etmesini tavsiye ve hatta kendisine nakdi yardım vaat ettim. Bundan ailesi dahi haberdardır. Fakat kendisi gitmedi. Sonradan İstanbul’daki komite teşkilatında olduğu için yerini terk etmediği anlaşıldı.

Mebusların verdiği malumat cidden feci idi. Birçok geceler uyku uyuyamadım.

Gerek tehcirler ve gerek isyan yüzünden Ermeniler çok zarar vermiştir. Bunu itiraf etmek lazımdır.”
(Age. S: 349)

Dahiliye Nazırı Talat paşa, tezat iddiaların ortasında durarak açıklamalar yapıyor. Ermeniler çok zayiat vermiş, feci şeyler yaşamış gibi açıklamalar yapmasına rağmen kimin suçlu olduğu konusunda gelecek olası sorulara, bir komitacı militan olarak, şebekesini ve kadrolarını savunmaktan geri kalmıyor.

Talat paşa “ Esas itibariyle askeri bir ihtiyati tedbirden başka bir şey olmayan tehcir, vicdansız ve seciyesiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır. Maksadım bu hareketlerin çirkinliğini gizlemek değildir. Sadece bu hadiselerden dolayı bütün hükümeti ve İttihat ve Terakki komitesi merkezini ve bu işle hiç alakası olmayan azalarını itham etmenin haksızlık ve keyfi hareket olduğunu söylemek istiyorum. İttihat ve Terakki komitesi azaları Ermenilere karşı yapılan hareketlerden dolayı son derece müteessirdirler ve daima hadiseleri önlemek üzere hükümet üzerinde müessir olmaya çalıştılar.” (Age. S: 350) diye kendini ve İttihatçıları savunup duruyor.

Bu anlatımlar resmi olan, aleni olarak söylenen, kamuoyunu aldatmak üzere dile gelen birinci planı gösteriyordu. Ancak gerçek icra planı farklıydı. O da ikinci program olarak dar bir çevrenin elinde yaşama sokuluyordu.

Bunu anlamak için, bir resmi belgeyi ve aynı anılardan alıntılarla göstermeye çalışacağım.

Birincisi;

Resmi belge, Talat paşanın Babıali Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti’ne şifreli telgrafıdır.

Babıali
Dahiliye Nezareti
Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti

Diyarbakır Valiliğine, (Şifre)

Son zamanlarda vilâyet dahilindeki Ermeniler ile diğer bütün Hıristiyanlara da katliamlar yapıldığı ve bu cümleden olarak, daha sonra Diyarbakır’dan gönderilen kişiler vasıtasıyla, Mardin’de Marhasa (Ermeni din adamı) ile Ermeniler arasındaki diğer Hıristiyan ahaliden, yediyüz kişinin geceleri şehirden dışarı çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığı ve şimdiye kadar bu katliamlarda öldürülenlerin ikibin kişi tahmin olunduğu ve buna ivedilikle ve kesin olarak son verilmezse çevre vilâyetteki Müslümanların da ayaklanarak bütün Hıristiyanları katl etmelerinden korkulduğu, haber alınmıştır
” diyor.

Talat paşa bu belgede, açıkça “katliamlar yapıldığını” teslim ediyor. Ancak “Ermeniler arasındaki diğer Hıristiyan ahaliden, yediyüz kişinin geceleri şehirden dışarı çıkarılarak koyun gibi boğazlattırıldığını” söyleyerek, Hıristiyanlarla, Ermenileri birbirine karıştırıyorlar diye uyarıyor. Yani tek hedef Ermenilerdir, bunun ötesine geçmek, Müslümanların ayaklanarak tüm Hıristiyanlar katletmeye yöneleceği kaygısını dile getiriyor. Bu ise uygun değildir diye de dikkat çekiyor.

Bu belgedeki sözler açıkça, Ermenilere karşı bir soykırım yapıldığını, diğer Hıristiyanlardan ayrılarak icra edindiğini gösteriyor.

Bu belgede Ermeni soykırımı, Osmanlı devletinin en yetkili kişisinin ağzından, resmi olarak itiraf ediliyor.

Talat paşanın bu şifreli belgede dile getirdiklerinin, Ermeni soykırımına karşı bir kaygı olmadığı açıktır. Kaygı, Ermenilerle birlikte diğer Hıristiyanların katledilmesi halinde olası kaosa karşı uyarıdan ibarettir.

Bunu daha iyi anlamak için Aubrey’e, gizli gizli anlattıklarına bir göz atmak yeterli olacaktır; bu belgenin açık ifadelerine önemli bir açıklık daha getirilmiş olacaktır.

İkincisi;

Talat Paşa, İngilizlerin Osmanlı elçiliğinde görevli Entelijans subayı istihbaratçı Aubrey’le I. Dünya savaşı sonrası Almanya’daki buluşmalarında açıkça dile getirdiklerine bakalım.

Talat paşa, Aubrey’e “İngiltere’den madalyonun ancak bir yüzünü görebilirsiniz. İrlanda’da olup bitenleri bilmiyorum, duyduklarımın hepsine de inanmıyorum, ama şüphesiz ki Sinn Fein hareketi üyelerine karşı çok sert davranıyorsunuz, hem sonra ne de olsa bizim Ermeniler sorununa kıyasla, sizin İrlanda sorununuz nedir ki? Hiçbir ulus savaşa girip arkadan hançerlendiğinde buna rıza gösterir mi? Eğer İngiltere’nin dört bir yanında, savaş boyunca, size karşı savaşan Sinn Fein bölgeleri bulunsaydı ne yapardınız?” (Aktaran, Tevfik Çavdar, “TALÂT PAŞA” 1995, Kültür Bakanlığı yayınları / 1788)

Bu anlatımlarla yukarıda verilen resmi belgeyi ilişkilendirdiğimizde, açıkça ortaya çıkan gerçek, Ermeni soykırımının resmi olarak planlandığı, ısrarlı ve sürekli uygulanarak takip edildiği, arada Ermeni olmayan Hıristiyanların da katledilmesine müdahale edildiği ve istenilenin sadece Ermenilerin katli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bu yanıyla, tarih devlet ve kurum olarak Osmanlıyı, o günün iktidarını elinde bulundurun İttihat ve Terakkiyi tüm yöneticileriyle, emirlerini yerine getirenlerle sorumlu tutmaktadır. Bu sorumluluk, hukuki sonuçları itibariyle, aynı topraklar üzerinde, aynı servetler ve kurumlar üzerinde, aynı araç ve güçlerle bir mirasçı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetini de dolaysızca sorumlu tutar.

Bu sorumluluk, sadece geçmişi değil geleceği de birebir ilgilendiren bir sorumluluktur. Kirli tarihiyle yüzleşemeyenlerin, bu gün aynı akılla, Cumhuriyetteki Osmanlı aklıyla, Kürtlere, Araplara, Süryanilere, ezilen mezheplere ve diğer farklılıklara yönelik ötekileştirici, baskı ve zulme devam ettikleri görülmektedir. Bunun için Ermeni soykırımını unutmamak, bu soykırımda hepimizin katledildiğini hatırlamak gereklidir.

Sonuç:


Önceki yazılarımda da tekrarla bu gerçekleri şöyle dile getirdim.

“Ermeniler ırk olarak, millet olarak yok edilmek istenmiştir. Sadece onlar mı? Hayır, Anadolu’nun gerçek yerlileri, Anadolu coğrafyası topraklarını yaşama ilk kez açan, onu gerçek bir vatan haline dönüştüren ve uygarlıkları tüm insanlığa ışık saçan milletler yok edilmek istenmiştir. Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Araplar ve diğer ulusal topluluklar, insafsız, pervasız ve gayri ahlaki tarzda varlıkları yok edilmek istenmiştir. 24 Nisanı bu açıdan kavramadıkça bu topraklarda kimse huzur beklemesin.

Bu topraklara sonradan gelmiş ama bir türlü ortak yaşam arzusunu gösterecek uygarlığa ulaşamamış olanlar var. Sorun, bilinçaltında yer edinmiş anavatansızlık takıntısının, gerçek yerlileri illa yok ederek bu toprakları anavatan haline çevirme isteği yer almaktadır. Bu yanılgının histerileri, yıkıcı etkileriyle açtığı yaralar, sorunun temelini oluşturmaktadır. Anadolu, en eski kavimlerin olduğu kadar, bin yıllık geçmişiyle Türk ulusunun da anavatanı olmuştur. Bu gerçek, bu vatanın hepimizin ortak vatanı olduğunu göstermeye yeterlidir. Tek bayrak, tek devlet, tek marş, tek dil dayatmalarının bu topraklara ait bir söylem olmadığına da önemli bir göstergedir. Bu beyhude kompleksler ve onarılması güç tecellileri olan yıkım ve kıyımlar, bu vatana ne barış ne de birlik getirebilir. Bölücülük bu yanıyla, böylesi tek boyutlu akılların ürünü olarak, ortak vatanımızı kaosa sürükleyen, dünyanın doyumsuz çıkar dengeleri altında ezilmesine yol açan, tarihini doldurmuş bir mantığın ürünü olarak kendini dayatmıştır. Aşılması gereken sorun da tas tamam budur. Bunu aşmak ortak vatanımızın esenliğe kavuşmasının tek yolu olmuştur.

Bu topraklar hepimizin ortak ülkesidir. Barış içinde yaşamak için birimizin değil hepimizin ortak vatanında siyasal, sosyal, ekonomik kültürel yaşamı ilgilendiren her alanda anayasal güvencelerle, kurum ve kanunlarla korunmuş, ortak ifademizin egemen olduğu demokratik bir devlet çatısı gerekmektedir. Özgürlüğümüzün gerçekçi garantörleri olmadan, bu Osmanlı artığı akılla daha çok ölüm ve savaşa tanıklık yapacağız. Ancak her defasında bize dayatılan bu ölüm denklemi, hiç bir zaman bu aklı, bu toprakların tek sahibi yapamayacaktır.” (24 Nisan 2008 tarihli, “24 Nisan 1915 Ermeni soy kırımında hepimiz katledildik” başlıkla Mihrac Ural makalesi. AYRI VARLIK Blog).

_________________________________________________________

Yorumlar:

Bu makalemi, giriş mahiyetinde bir paragraf ekleyerek facebook sayfalarında paylaşan Mikdat Abuzer’e eleştiri ve yorumlar gelmiştir.

Mikdat Abuzer’in bu yorumlardan birine verdiği yanıtı, makaleme farklı bir açıdan açıklık getirdiğine inandığım için altta okurlarla paylaşıyorum.

“Sayın Daskapan, öncelikle “Ermeniler hepimiz adına katledildiler” cümlesini yanlış algıladığınızı belirteceğim. Burada devrik bir cümle kurulmuştur. Manası ise çok açıktır. Osmanlının Ermenileri hepimize gözdağı vermek üzere katlettiği anlatılmak istenmiştir. Onlar ne çektiyse hepimiz adına çekmiştir.

Sonra, yorumunuza teşekkür ederim. Diyalogla pek de farklı olmayan yaklaşımlarımızı belli bir raya oturtabiliriz.

Yorumunuzda önemli olan bir nokta üzerinde duracağım. O da soykırım olayıdır.

Ermenilerin soykırımına uğramadığı yönündeki vurgunuz, katledildiler diye olayı yorumlamanızın doğru olmadığını belirteceğim.

Sondan başlamak gerekirse; Hitler’in Yahudi soykırımına bakarak Ermeni soykırımı yoktur demeniz bence bir talihsizliktir. Soykırımını belirlemek için böylesi karşılaştırmaların geçersiz olduğunu siz de biliyor olmalısınız. Hiç bir örnek diğerine benzemez. Kaldı ki, Hitler Yahudi soykırımını yaparken Ermeni soykırımını örnek aldığını ve dünyanın Ermeni soykırımına nasıl ilgisiz kaldıysa, öyle ilgisiz kalacağını dile getirmiştir.

Bu da bir yana, bu güne kadar karşıt görüş olarak Yahudi soykırımının olmadığını iddia edenlerin de olduğunu biliyoruz. Fransız siyasal bilimcileri arasında bu reddi yapan bilim adamı da az değildir. Yakma odalarının bir uydurma olduğu iddiası da buralardan geliyor. Bu iddialara katılmasak da, Yahudi katliamı gerçeklerin en açık gerçeği olduğunu savunsak da her soykırımının kendi verileriyle algılanacağını belirtmek gerek.

Bu anlamda, Osmanlı iktidarının Ermeni sorununda takındığı tutumu, yüz binlerin görgü tanıklığı, binlerce belgeyle ortaya konmuştur. Mihrac Ural bu yazısında resmi bir belgeden yapılan alıntı ve bir anıdan yapılan aktarmayla da tartışmaya yer bırakmayacak ölçekte bir soykırımı olduğu görülüyor. Belgede soykırımı yerine “katliam” kelimesinin kullanılmış olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. O tarihi kesitte soy katliamı diye bir kavram yoktu. Katliam kelimesi ise Arapçadır ve toplu kıyım anlamına gelir (Katl= katletmek, âm=genel-toplu demektir).

Katliam, soykırımdır. Bu iki kelimeyi dil bilgisi açısından sadece bir noktada ayırmak mümkündür, katliam sadece soylara, ırklara değil her topluluğun katledilişi anlamına gelir. Ancak soykırım da bir katliamdır, katliam olmayan bir soykırım olamaz.

Dilbilgisi sorununu da bir kenara koyalım.

Yapılan nedir. Bir ulusun tümünü ya da ezici bir çoğunluğunu, resmi bir kararla (13 Temmuz 1915 kararnamesi) göç adı altında yollara sürmek. Göç dosyasından sorumlu olarak atanmış yetkililerin (Talat paşa), göç eden her kişi ve ailenin tutanaklarını tutup, öldürülene kadar takip etmek (Murat Bardakçının yayınladığı not defteri). Anayurtlarından, tarihsel olarak yaşama ilk kez açıp anavatana dönüştürdükleri topraklarından topluca ve yaya olarak sürülüp, geçtikleri her önemli yerleşim birinde her türden katle maruz bırakılanların, vardıkları yerde, yola çıktıklarındaki 2 milyonu aşkın kişiden, 1,5 milyona yakının katledilmiş olmasını çağdaş söylemle soykırım olarak tanımlamaktan öte bir kavramla ifade etmenin yolu yoktur.

Diğer taraftan Osmanlı mirasına sahip çıkıp çıkmama konusuna gelince. Bu mirastan elbette ki tek tek bireyler sorumlu olamaz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti, resmi ağızlarından ve belgelerinde de ifade ettiği gibi Osmanlının devamıdır. Bu resmi olarak ifade edilmemiş olsa da, Osmanlının borçlarını devralmamış olsa da, Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı toprakları ve servetleri üzerinde, aynı kurum ve kuruluşlar hatta yönetici ve subayları tarafından kurulmuş olduğu gerçeği bu sorumluğun sırtında olduğunu ifade eder. Zira son tahlilde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak kimse ölenlerin tekrar hayata dönmesini istemeyecektir. İstenecek olan, hak gaspları, mülk gaspları ve manevi gaspların iadesidir. Bunlar da yalnızca, bu topraklarda, bu toprakların tüm değerleri üzerinde hükümran olan siyasi yapıdan, egemenlikten istenir. Bu yüzden konu dolaysızca bizlerin de sorumlu olduğu bir konudur.

Bu yönetimler değişmeden, bu akıllar değişmeden bu gerçeklerin dengesi sağlanamaz. Kaoslarımız, bunalımlarımız da buradandır.
________________________________


Değerli Murat Han Kocan, yorumumu indirdiğimde sadece üstündeki senin yorumunu okumuştum, daha önce çok ağır sözlerle dile getirdiği yorumlarını okumamıştım.

Önce insan olmanın temel ilişki yolu diyalog olduğunu belirteceğim. Sonra kimse kimseye görüşlerinden dolayı ”cahil”, “hain” falan diyemeyeceğini hatırlatırım. Bu sosyal paylaşım siteleri de öyle uzun tartışmalara hiç uygun olmadığını belirteceğim. Bu alanlar 21. Yüz yıl uygar insan alanıdır. İnsan olma evrimini tamamlamamışların burada işi olmaz.

Buradan karşılıklı olarak, güneş yüzü görmemiş hakaretleri yapmak kadar kolay bir şey de yok. Kimse de bundan çekinmez. Sorun böylesine müptezel tartışma yapmak değildir. Öncelikle herkes diğerinin görüşüne saygı çerçevesinde yaklaşacak, saygı duyamayacak kadar kültür düzeyi olmayanlar ise özel olarak cevap vermeyecek, kendi görüşünü ortaya koymakla yetinecektir. Bu kurala uymadan tartışma yapmanın anlamı yoktur.

Sana verdiğim cevabı yazıda ve Mihrac Ural’ın yazdığı yazıda konu bütünüyle tutarlıca işlenmiştir. Ermeni soykırımı açıktır. Buna sen katliam dersen, ilkem olan her görüşe saygı gereği senin görüşüne katılmasam da saygı duyarım.

Yapılan bir yanlış ya da değil önemli olan bu değildir. Gerçek bir toplu cinayet orta yerde duruyor ve bunu o dönemin dahiliye nazırı Talat paşa da, sonraki Osmanlı örfi idare mahkemesi de açıkça, belgeleriyle dile getirmektedir ve yargılamasını yaparak kimseyi tatmin etmese de, Ermenilere soy kırımı yapıldığı anlamına gelen hükmünü vermiştir. Bunları bilmen ve okumuş olman gerek, böylesi bir tartışmaya girmek için.

Tekrar aktarıyorum

“Yapılan nedir. Bir ulusun tümünü ya da ezici bir çoğunluğunu, resmi bir kararla (13 Temmuz 1915 kararnamesi) göç adı altında yollara sürmek, bunun için bu göç dosyasından sorumlu olarak atanmış yetkililerin (Talat paşa), göç eden her kişi ve ailenin tutanaklarını tutup, öldürülene kadar takip etmek (Murat Bardakçının yayınladığı not defteri), kendi anayurtlarından, tarihsel olarak yaşama ilk kez açıp anavatana dönüştürdükleri topraklardan topluca ve yaya olarak sürüp, geçtikleri her önemli yerleşim birinde her türden katle maruz bırakmak ve sonunda vardıkları yerde yola çıktıklarında 2 milyonu aşkın kişiden, 1,5 milyona yakının katledilmiş olmasını, çağdaş söylemle soykırımı olarak tanımlamaktan başka kavramla karşılamanın yolu yoktur.

Diğer taraftan, Osmanlı mirasına sahip çıkıp çıkmama konusuna gelince. Bu mirastan elbette ki tek tek bireyler sorumlu olamaz. Ancak Türkiye cumhuriyeti resmi ağızlarından ve belgelerinde de ifade ettiği gibi Osmanlının devamıdır. Bu resmi olarak ifade edilmemiş olsa da, Osmanlının borçlarını devralmamış olsa da, Türkiye Cumhuriyetinin, Osmanlı toprakları ve servetleri üzerinde, aynı kurum ve kuruluşlar hatta yönetici ve subayları tarafından kurulmuş olduğu gerçeği bu sorumluğun sırtında olduğunu ifade eder. Zira son tahlilde Ermeni soykırımıyla ilgili olarak kimse ölenlerin tekrar hayata dönmesini istemeyecektir. İstenecek olan, hak gaspları, mülk gaspları ve manevi gaspların iadesidir. Bunlar da yalnızca, bu topraklarda, bu toprakların tüm değerleri üzerinde hükümran olan siyasi yapıdan, egemenlikten istenir. Bu yüzden konu dolaysızca bizlerin de sorumlu olduğu bir konudur.”

Şimdi Ermenilere “Milett-ü emin”, Araplara “Millet-ü necip” falan filen demek, öncelikle kimseni hakkı değil. Orta-saydan Anadolu’ya gasp ve talanla, barbarlığın akıl almaz cinnet yollarıyla, ölüm denklemi icraatlarıyla gelip, kılıç hakkı diye hükümran olanların kimseyşe bir paye verme hakları da yoktur.

Kaldı ki, Anadolu’nun uygar milletleri Osmanlıları ve öncüllerini binlerce yıllık bir mesafeyle, insanlığa saçtıkları aydınlık verileriyle aşmıştır. Anadolu uygarlıklarına Osmanlının ve aklının kattığı tek şey, Türk halkını bile katlederek, “etrak-i bila idrak” diye aşağılayarak tali vaciple yok etmekten ibarettir. Anadolu’da ölüm kültürüyle yaşam kültürü böyle çatışmıştır.

Kimse kimseyi aldatmasın, bu toprakları anavatan yapan Osmanlının at nalları ve kanlı kılıçları değildir. Bilimsel olarak bir bakir toprağı anavatan yapmak demek, onu yaşama, ziraata ilk kez açıp, bunu sürekli olarak işlemektir. Osmanlı bunu yapmadı. O hep vergi aldı emek çaldı. Atatürk bile bunu açıkça ifade etti.

“Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

“Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475)

Osmanlı’yı çok iyi algılayan bir başka özet tanımı Moltke’de bulmak çok ilginçtir. “Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğu, aslında üzerlerinde Babıali’nin hiçbir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır.” ( Age, S; 187)

Dolaysıyla, kimse kendini baba yerine koymasın, gasplarını kendi malı sanmasın. Bununla da yetinmeyip milletleri kendi anayurtlarında katledip, bir şey yapmadım demesin.

Gelecek toplumu evlatlarımızın barış içinde bir arada yaşaması için kuracaksak, artık bu ilkelikten ve bu inkarcılıktan vazgeçelim. Dönün bakın, Kürtler nasıl da hakları olanı söke söke alıyorlar. Önce inkar edildiler, ama onlar direnmeye devam ettiler, sonra haklarını aldılar. Daha da ötesi var, hap birlikte göreceğiz.

Bu tarihin kaçınılmaz ilerlemesidir. Geriye dönmenin mümkünü yoktur. Önemli olan demokrat ve özgür akılla geleceği birlikte yakalamaktır. Benim söyleyeceğim bu kadar.

Saygın olmayan cümlelerle tartışma yapılmayacağını tekrar etmeyeceğim.
___________________________________________________

Murat Han Kocan,

Cevabi yazını okudum teşekkür ederim.

Aramızda algı farkı olduğu açık. İçine bir türlü demokrat olmayı sindiremediğin de. Sorunun şu, Kılıç hakkının sonsuz bir ilahi hak olduğu sanısındasın. Bu nedenle, milliyetçi reflekslerini başka milletler içinde sana uygun olan şekilde gösterme iddiasındasın ki bu hakkı kimse kimseye veremez.

Yani tarihi hiç okumamış bir insan ancak Osmanlının, diğer milletlere iltifat ettiğini iddia eder onlara sıcak yaklaştığını iddia eder. Ben bunu insaf diyorum. Tarih okumuyorsunuz kardeşim olay budur. %99 Hıristiyan ve başka Miletlerle dolu olan Anadolu, insanlık tarihinin en görkemli uygarlıklarını yaratan Miletlerle dolu. Bir barbar akını geliyor, kılıçla doğruyor ve hükümran oluyor. Yolun sonunda Anadolu %99 Müslüman oluyor, tek dil, tek bayrak, tek millet oluyor.

Tarih okumuş insanda izan olur bu nedir, bu barbarlık ve zorbalık sonucu değil mi. kılıç hakkı bu mu ? iltifat etmek bun mu ? “Millet-ü Emin” bumu. Bunun adı köleliktir. Bilmiyorsun kurtuluş savaşı neden verildi onu sorgula. Sonra Osmanlının milyonlarca Km² lik alanından neden haklı olarak bağımsızlığı için kan dökerek kendi ulusal kurtuluş savaşını vererek, Osmanlının kara zulmünden, emperyalizme sığınma pahasına savaş vererek bağımsızlığını kazandı.

Zorda kalınca ve bağımsızlığını bu uluslar kazanınca, dönüp iyi ki öyle oldu onlardan kurtulduk sırtımızda bir yüktü diyen de Talat paşa gibi ittihatçılardır. “ savaş bizi kayıplarımızdan kopmaya zorladı ki, bu da bir kazançtır. Artık Arnavudların, Mekodonyalıların ve Arapların isyanlarıyla uğraşmak zorunda kalmayacağız” (Aktaran, Tevfik Çavdar, “TALÂT PAŞA” s: 485. 1995, Kültür Bakanlığı yayınları / 1788)

Mantık aynı, despot bir hükümranlık, diz çökünce de oh oldu kurtulduk. İşte öyle değil. Bu işin bilimsel toplumsal tarihsel çözümlemesi vardır. Uluslaşma sürecine tamamlamamış olan etnik tüm toplumlar eğer daha üst bir uygarlıkla, Galya’da, İtalya’da Britanya’da olduğu gibi, diğer tüm etnik dokuları özümseyecek bir üst kültür gelip onları içselleştirmesi her etnik doku kendi uluslaşma sürecini siyasal bağımsızlığa kadar götürür. Osmanlı’da olan budur. Türkiye Cumhiryetinde de Kürtlerin durumu, Arapların durumu budur. Bunu anlamak için hiçbir tarih belgesine gerek yok.

Şimdi, kadın alıp vermişiz, ortak yemek yemişiz, din kardeşiyiz demek ne kadar akıllıca olur bilmem. Bütün bunları yapmışız ama ben gelip tek millet, tek bayrak, tek siyasal egemenliği başımın üzerine kurmuşsun ve bana kardeşiz diye numara çekiyorsun. Bunun neresi tarih algısı söyler misin? Bu sadece kendini aldatmaktır. Bırak Osmanlıyı 20 Kürt isyanını, insan aklına sığmayacak bir vahşetle, dereleri kan akıtarak ezmişsin, Cumhuriyet tarihine bak, Kürtleri 19 isyana zorlamışsın. Şeyh Sait ve Dersimde yeri göğü yakmış ölümü dayatmışsın, yüzbinleri katletmişsin, Hatayı ilhak etmişsin, 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlıkları kıymışsın, Varlık vergisiyle silindir gibi ezmişsin, üç askeri darbeyle insanlıktan çıkarmış siyasetin tüm dokusunu yakmışsın, 12 Eylül rejimiyle, Diyarbakır-Mamak zindanlarıyla hayali bile zorlayan zülüm etmişsin, 17 000 faili meçhul, 40 000 vatandaşı katletmişsin, utanmadan sıkılmadan sınır dışı operasyonlara İsrail’den ve Amerika’dan dış destek alarak yönelmişsin (Kafana torba giydirenlerle halkını katletmişsin), Kürt halkının özgürlük savaşına çapulcu demiş ama baş edememişsin çünkü her şehidinin arkasından onlarcasını dağa gönderin anaları bulmuşsun,

Tarih nesnel gerçeklerle kavranacak olayların, belge ve kanıtların tarihidir. Duygu ve reflekslerin tarihi değildir. Bütün bunlar neden oldu diye mi soracaksın hemen söyleyeyim. Çünkü gaspçısın, başkasının anavatan haline getirmek için tarihte ilk kez yaşama ve ziraata açtığı toprakları gasp etmişsin. Çalışmamışsın, kültür biriktirip özümseyememişsin, dilin bile yetersiz, alfaben bile yok hep dilenmişsin; kah Arapça, kah Latinceye sığınmışsın. Tarihle alay edercesine de Sümerleri, Hititleri millileştirmişsin. Bilim dünyasına kepaze olmuşsun. Anadolu’yu kendi köksel tarihin ilan etmek için girdiği bu komediler bile sana kar etmemiş. Güneş dil teorisi ise komedi bile değil, bir zavallı davranış olarak sergilemişsin. Herkesin bunu yutmasını istemiş yutmayınca da katli vaciptir diye farklılıklara saldırmışsın. Tarih boyunca göçebeliğin etkisi altında bir üretim atılımı yapmamış, aklın fikrin daha batıya, başka milletlerin emekleriyle oluşturduğu hazır servetleri talan ve gaspa diye hattı hümayun ilan etmişsin, söğütten, Bursa’ya, Edirne’den İstanbul’a, Ankara’ya bir başkent istikrarın bile olmamış.

Elinden gelen tek şey kılıçla doğramak olmuştur. İşte o gün bu gün yok edemediklerin, yeri geldikçe hakkın yolu olarak, özgür olmak için, senin hükmüne baş kaldırmış ve zafer kazanmıştır. Atatürk’ten sana alıntılar verdim. Bak onlara, “Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay,Türkçe İbadet, s;154)

Bu listeyi binlerce kez çoğaltmak mümkün. Tarih okumuyorsunuz, çok gezmiş bir şey görmemişsiniz. Başka milletler adına reflekslerinizi kendinize bırakın diyeceğim. Her millet kendi refleksinde özgür olsun bakalım kim kiminle nasıl yaşayacaksa öyle yaşasın zorla bir şey yapamazsınız.

Bu akıl bir tek boyutlu akıldır. Bu akıl zorbalıkla yarattığı sessizliği ebedi sanan bir akıldır. İstanbul, Bağdat, Kudüs, Hatay karşılaştırman bu açıdan çok talihsizdir. İstanbul’da tarih boyunca kimleri kimlere kırdırdığınız yazarsam utanırsın. Osmanlının devşirmelerini, sarayın Ermenilerle, Yahudilerle dolup taşmasını farklılıklara eşit davranma olarak gösterecek biriyle ben ne tartışayım Allah aşkına. Bu bilgimi, bu tez mi nedir söyler misin? Çocukları ana kucağından kaçırıp devşirerek, genç kızları ailelerinden kaçırıp hareme sokarak farklılıklara eşit mi davranmış oluyorsun. Bu yapılan ortaçağlarda bile eşine rastlanmayan bir zülümdür, insanlık evrimini tamamlamamışlıktır.

Yukarıda, 6-7 Eylül 1955 olaylarını dile getirdim, Ermenilerin Katolik ve Ortodoks diye birbirine kanlı şekilde girmelerini de hatırlatacağım. Bu senin barış kenti İstanbul’da olanlardır. Varlık vergisi ise İstanbul defterdarınca bile bir azınlıklar üzerinde bir felaket diye nitelenmiş. Şu ana kadar
Hıristiyanların açılmayan ibadet yerleri ise işin en komik barışçıl yaşam belirtisidir. Hatay ise hiç sorma; o mozaik kentte ezici çoğunluğu laikliğiyle bilinen Aleviler olmasaydı, ne Hıristiyanların ne de Yahudilerin rahat bir günü olurdu. Maraş ve çorum olaylarını aynıyla bu barış şehrini kana bulamak için gelenlerin hikayesini ben sana uzun uzun daha sonra anlatırım: Ama şunu bil bu provokatörlerin belini biz gençken kırdık ve bitti (tarih 1977).

Kişi bir iddiada bulunacaksa arkasında duracak kadar bilgi sahibi olmalı, sallayarak tarih ne okunur ne yazılır.

Bilmiyorsun öğren. “Absürt” olmak tas tamam budur; olayları en kaba haliyle ele almak ve bunu dile öylece getirmektir. Cahilliktir. Kültür işlemeye gerektirir, Bu nedenle devletin, güvenliğine yönelik olaylarda refleksidir diye örtmeye çalıştığın zulmün nedenini bilmemektir. Bir gaspçının, gerçek hak sahibi karşısındaki imha girişimine kimse haklı refleks diyemez. Osmanlının ve Cumhuriyetin yaptığı budur. Bunun için bin kez barış diye el uzatılmasına rağmen kirli savaşı zorlayan devlettir. Bu Osmanlıda da öyleydi .

Alman Genel Kurmay Başkanı Feld Meraşal H.von Moltke bu gerçeği çok yalın olarak şöyle dile getirir "bilindiği gibi Osmanlı İmparatorluğu, aslında üzerinde babıali'nin hiç bir sözü geçmeyen, geniş ülkeleri içine alır. Muhakkak ki padişah bizzat kendi devleti içerisinde geniş fetihler yapmak zorundadır" (Moltke, Türkiye mektupları s:187)

Bu Osmanlı, en gelişmiş olduğu dönemde ise çok daha acımasız bir zorbalık devletiydi. Fatih dönemimi? Batı ile doğu arasındaki ticari yolları kitleyen, bölgemiz üzerine karanlık çağları açan İstanbul fethi mi olumlu dersin. Batının evrensel ölçekte atak yaparak Amerika’yı, Umut burnunun, Kafkas ticaret yollarını keşfedip reform ve rönesansa gidişi sağlayan değimli. Bizans’ı fethederken, geride kalan hiçbir aydınlanmacı aklı içselleştirecek bir kültürü olmayan barbarlığın, Bizans’ın birikimli beyinlerini İtalya’ya kaçışını sağlaması mı yeni bir çağın açılışı? Allah aşkına tarih bilgimi güldürme bu akşam.

Yavuz Sultan Selimi dersin, kardeş kanına giren, babasını bile katledip cenazesini taşıyan, Türkmen Şah İsmail’in öz be öz Türk halkından kuvvetlerini kılıçtan geçirmesi mi olumlu. Bu güne kadar belasından kurtulamadığımız mezhep çatışmasını ondan geriye kalan iyi miras. Hilafeti alıp, Arap gençlerini başka milletlerin zenginliklerini fethetmek, için vurucu güç kullanması mı dine hizmet: başka milletlerin emeklerini gasp etmek mi cihad. Dini körelten, insanlık dışı zulmün kaynağı haline getirin bu cihad mı Allah’ın emri, hak yolu?

Kahire’den, kılıç zoruyla toplanıp, İstanbul’u imar etmek için zorla getirilen Arabesk ustalarıyla (ağaç işi ustalıkları), mermer yataklarının yurdunda nereye kadar ustalık ve beceri geliştirilebilir ki. Bu mü kültür, bu mu insanlığa mesaj. İyi ki Ermeniden dönme Mimar Sinan olmuş. O da sadece Bizans’a rekabet adı altında aynı şeyi tekrardan öteye geçmemiştir. Yaptığı tüm camiler, kervan saraylar, Bizans’ın taklidinden ibarettir. Sinan ne teknolojik, ne mühendislik alanında bir nitelik atak yapmamıştır. Bizans’ta olanı iyi bir şekilde tekrar etmiştir. Bir icat becerememiştir. Neden dersen, çünkü yaşamın her alanında geleni kapsayan bir kültür olanağı taşımayan, çağdaşları akıl almaz teknik icatlarla tarihi ilerletirken kendisi karanlıkta kalmış bir imparatorluğun devşirme esiriydi de ondun.

Osmanlı kendinde olmayanı veremezdi. Cumhuriyette öyle. Kimse bizi kardeşlik türküleriyle uyutmasın. Biz haklı taleplerimizin nasıl alınacağına biz karar veririz. Bu bizim özgürlüğümüzdür, buna saygı istiyoruz. YSK’nın bağımsız adaylarla ilgili aldığı Veto kararı nasıl ki, direnerek tersine döndüyse öyle. Çünkü bu ülkede uzattığımız tüm barış ellerin kırdınız, yasal siyasal nefes alanı bırakmadınız, bizi tek bir yola mahkum eden sizsiniz, kefareti ödemekte size ait. Buna rağmen, Anadolu’nun en kadim yerlileri olarak bu topraklarda size de yer vermekte bir sakınca görmüyoruz. Bu topraklar hepimizindir diyoruz bir tekimizin değil. Barış içinde bir arada, bölünmeden yaşama şansımız var, despotluğa devam etmeyiniz diyoruz. Dün Lozan’la kurtardınız, geride kalanları bu akılla Sevr bile kurtaramaz. Tarih sahibi olan, arkasında duranı olan hiçbir mazlum hakkı yok edememiştir, er ya da geç sahibine teslim etmiştir. Bunu bilin, aklı selim kuşaklara yol açın birlikte yaşayalım bu güzel vatan, birimizin değil, hepimizindir: kurucu eşitler olarak, tüm haklarımız kolektif kimliklerimizin açık beyan edildiği bir ortak demokratik anayasada huzur içinde yaşayalım.

Türk halkı tarihte yer alan tüm halklar gibi büyük bir halktır. Onurlu ve insani değerleri yüksek bir halktır: bu halka zulüm eden, değerlerini talan edip eriten onun başına musallat olan despotlardır. Bu halk benimde tüm Anadolu halklarının da umududur. Kürt halkı gibi o da özgürlük için omuz verecek, Arapları da diğerleri de bu sürece katılarak zafer kazanacaktır. Bir veba hastalığı olan Milliyetçilik zehrini hep birlikte, bu toprakların insanları olarak, ret edeceğiz. Yukarıdaki tüm sözlerim, Türk halkına da acımasız davranan karanlık akıllaradır.

Bu da benim son sözümdür.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

ermenilerin türklerden özür dilemesini bekliyoruz, ancak özür ermenilerin Türklere Müslümanlara ve masumlara yaptıklarını örtmez önümüzde eğilmeleri lazım, o zaman belki insan olduklarına kanaat getiririz.

Soykırımı yapmak isteyen kendini güçlü sanan ermenilerdi binlerce müslümanı öldürdüler baktılar ki zamanla nüfusları ve yürekleri müslümanlar kadar değilmiş, sonrada kıvırdılar, kıvıra kıvıra adiler dünyaya soykırımı kabul ettiriyorlar , etseler nolur kağıt parçaları düreriz onları ...