12 Ekim 2010 Salı
“TERÖR ZİRVESİ”
Mihrac Ural
13 Ekim 2010
Türkiye Suriye iki ayrı ülke iki ayrı algı. Sorunlara bakışta da sorunları çözmede de iki farklı yol ve yöntem ülkesi. İyi komşuluk ilişkileri barışı, sevgiyi, birlikte kazanmayı ve güçlü olmayı getirir, ama sorunlara yaklaşımda aynılığı getirmez.
“Terör Zirvesi”, “Ölüm zirvesi” gibi korku film afişleriyle kimse kimseyi korkutup aldatamaya kalkışmasın. Bunu deneyenler sadece kendilerini aldatmış olurlar.
Bunun için daha çok uzun yollar kat edilmeli, tarihi bilinçaltının acımasız kırılmalarını aşmalı, farklılıklara karşı demokratik olmayı, özgürlükleri sonuna kadar tanımayı gerektirir.
Vatandaşına karşı, İsrail gibi ırkçı davranarak ne demokratik haklar verilir ne de demokratik çözüm başarılır. İç sorunlarımızı eşitlerin hakları çerçevesinde ele almadan, mekik diplomasisinin hiçbir türü, zirvelerin en güçlüsü bile başarılı olamaz.
Bölgemizde devletler hala bu akılla çalışıyor. Devrimcilerin bu konuda çok dikkat etmesi gerekli, devletlere angaje olmuş her tercih, her ilişki kaybetmeye mahkumdur. Bölgemizde Altan alta kaynatılan kazanlarda bölge devletlerinin kepçeleri dolaşıyor. Her zaman daha çok dikkatle izlenecek bir kesitten geçtiğimizin bilinmesi gerek.
Diplomasiyi, ateşkesi gizli kapaklı ve bir o kadar kirli amaçların örtüsü olarak ele almak, kendi bataklığında boğulmak demektir.
***
Türkiye medyası, 11 Eylül 2010 tarihli Erdoğan- Esad görüşmesine böyle bir logo oturttu. Yalan
İkili zirveyle ilgili benim izlenimlerim, iki taraf arasında ciddi görüş ayrılıkları olduğunu gösteriyor; terörün tanımı konusunda, hak mücadelesi verenlerin geniş kapsamlı bir afla topluma tekrar kazandırılması konusunda, bu konularla da yakından ilgili İsrail’in yeni vatandaşlık yasasının yorumlanması konusunda önemli farklılıklar belirdi.
Olay bizleri de yakından ilgilendirdiği için, iki dilde en az 7 ülkenin TV haber merkezlerinden ve ajanslarından izledim; Türkiye, Lübnan Suriye, Ürdün, Mısır, Katar (Cezire), Suudi Arabistan (Arabiya). İnanılır gibi değil, zirve hakkında çok yanlış aktarımlar yapılıyordu. Körlerin fili tarifi gibi bir şey, Türkiye’de ne tercüme ne de söylenenler doğru aktarılıyordu.
Dehşete düştüm.
İkili zirveyi herkes kendine göre tefsir ediyor, daha doğrusu “tebzir” ediyor
Öncelikle, zirve bir terör zirvesi değildi. Bunu Beşşar el Esad’ın açıkça dile getirdi. İlişkinin emniyet bilgi dönüşümüyle ilgili kısmını iki ülkenin teknik yetkilileri arasındaki ilişkilerle devam ettiğini söyledi. Bunu Erdoğan da teyit etti.
Zirveden bir hafta önce Türkiye’nin 12 bakanıyla Lazkiye kentinde yapılan ortak hükümet toplantısı, her bakanlığın kendi alanıyla ilgili karşılıklı bilgi alışverişi bile bir “terör zirvesi” değildi.
Konu, güvenlikle ilgili kapsamlı bilgi alışverişi ve taleplerle birlikte, genel bölge sorunları, İran, Irak ve kısmen de Lübnan’la ilgiliydi.
Özel olarak iki ülke arasında süren ekonomik ve siyasi ilişkilerin gelişmesiyle ilgiliydi.
Ancak tarafların basın açıklamasından da açıkça anlaşılacağı gibi zirve, iki farklı algıya önemle işaret eden verilere sahipti. Basının bu kadar açık farklılıkları yakalamaması ilginç. Akıllar Terörle ilgili söylenecek cümleleri ararken ortalıkta olanları görmemek bu olsa gerek.
Bunları bir kaç noktada ifade edebilirim;
Birincisi;
Beşşar el Esad Kürt sorunuyla ilgili açıkça kapsamlı bir af istedi.
“Öyle bir kişiye de değil, geniş kapsamlı bir af, üstelik kapısı açık bir af”tan bahsetti. Bununla da kalmadı, “bu insanlar kendi vatandaşımız, hatadan dönen olursa af kapısı sonsuza kadar da açık olmalıdır” diyerek olaya hangi açıdan baktığını ifade etti.
Erdoğan ise Aftan hiç söz etmedi. Onun kafasında sınır dışı operasyon dahil her türden askeri önlem dolaşıyordu; mahalle baskısı altında da “af” kelimesi dile getirmek bile cin çarpmışa dönmek için yeterliydi.
Bu nokta iki ülkenin algıları farklıydı. Bundan dolayı farklı tutumların olacağı açıktır.
Türkiye Kürt sorununu askeri operasyonlarla ezerek yok edeceği kanısındadır ve bunun için her şeyi, demokratik açılımı bile araç olarak görmektedir; son olarak da ateşkesin bu amaçla kullanıldığı kuşkuları vardır. Ateş kes dönemini bir büyük kıyım süreci için nefes alımı hazırlık süreci olarak ele aldığını gösteren çok işaretler bulunuyor. En azından çözüm için hiçbir iyileştirmenin yapılmaması buna örnek olarak gösterilebilir.
İkincisi;
İki ülke terörü farklı tanımlıyor.
Bundan on yıllar önce bölgede terör tanımıyla ilgili ve BM nezdinde tartışmalar vardı. Hafız el Esad, terör ve direnişin (mukaveme) birbirinden ayrılması gerektiğini, her silahlı eylemin terör olarak tanımlanmayacağını, toprakları işgal altında olanların silahlı mücadelesinin bir kurtuluş mücadelesi, bir hak mücadelesi, bir direnme mücadelesi olduğu ve desteklenmesi gerektiğini dile getirmişti. Bölgenin tüm devrimci hareketlerini bağlayan bu tanım, özellikle Lübnan ve Filistin’de İsrail’e karşı mücadelenin en önemli dayanağı olmuştu. Uluslar arası anlaşmalara Suriye kanalıyla yerleştirilen bu tanımlama (Tefahum Nisan/ Nisan anlaşması), Hizbullahın İsrail’e karşı mücadelesinin meşru kılmış, bu mücadeleyi destekleyenlere de hukuki bir zemin oluşturmuştu; 2000 tarihinde İsrail’in, işgal altında tutuğu Güney Lübnan’dan kaçışı böyle sağlanmıştı.
Beşşar el Esad bu tanıma her münasebette vurgu yapmıştır. Türkiye Suriye ilişkileri bu ölçüde derinlik kazanmadan önce de Kürt özgürlük hareketini Türkiye’nin bir için sorunu olarak tanımlamış, terör olarak tanımlamaktan da kaçınmıştır. Başkan Öcalan’ın Suriye halkının günlünde oluşturduğu yeri bu satırların yazarı çok yakından bilir; bu güne dek buluştuğum aydınlar, yazarlar, öğretim üyeleri gibi halkın her düzeyden insanı bana Öcalan’ı sorar ilgisini dele getirir.
Kürüt özgürlük hareketi Türkiye’de farklı Suriye’de farklı yönelimler içindedir. Bunun nedeni de iki devletin sorunu ele alış ve tarihsel açıdan bu sorun karısındaki konumlarıdır. Kürtlerin en saygın siyasal liderlerinin hiç birinden, Öcalan dahil Suriye’de silahlı mücadele çağrısı yapmamıştır. PKK gerillalarının %30’u Suriyeli Kürt olmasına karşın (yaklaşık 2000 gerilla), Suriye’de bir mantar tabancasının patlatılmaması dikkate değir.
Suriye’de de diğer bölge ülkeleri de olduğu gibi Kürtler büyük haksızlıklara maruzdur ve alınması gereken birçok demokratik hakları vardır. Bunun için mücadele etmenin bir hak olduğunu yeri geldiği her yazıda dile de getirdim. Ancak Türkiye’de son 200 yılı bile ele alırsak Kürtlerin gördüğü ölüm kıyım ve yıkımlarını, baskılar altında toplu katledilmeyi göze alarak 39 isyan yapmalarını Suriye tarihinde bulmak mümkün değildir. Yakın dönemde olan Irak etkisiyle, Arap aşiretlerinin aptal ırkçılıklarının provokasyonlarıyla gündeme gelmiş ve akil adamların soruna el koymasıyla devam etmemiştir. Devlet bu olaylarda ciddi yanlışlar işlemiş ancak Türkiye’de olanın milyonda biri gündeme gelmemiştir.
Bu kısa veriler bile iki ülkenin Kürt sorununa çok farklı açılardan baktığını göstermeye yeterlidir. Bunun için Beşşar El Esad, olayı güvenlik ve askeri baskıyla çözmenin mümkün olmayacağı gerçeğiyle geniş kapsamlı bir aftan söz etmiş bu kapıyı asla kapatmamak gerektiğinin de altını çizmiştir.
Bu bir algı meselesidir, kendi vatandaşına karşı insani yaklaşımla ilgili bir boyuttur, farklılığa nasıl bakılması gerektiğiyle ilgili bir duruştur. İki ülke arasında bu açıdan da önemli farklar bulunmaktadır.
Ülkemizde her türden direniş terör olarak tanımlanır. Taş atan çocuk bile terörist ilan edilir silah taşıyan ise beterin beteri bir terörist olur çıkar; kökü dışarıda, dış güçlerin kuklası terörist ilan edilir. Dolaysıyla, ne af ne de demokratik çözüm akla gelmez, “önce askeri operasyonlarla yok edilecekler ondan sonra bakılacak hak mı? Verilecek, yoksa tutsak mı alınacak ?”
Bu bir Osmanlı aklıdır, ittihatçı akıldır, bu gün ise Cumhuriyetteki Osmanlı olarak, Cemaatin malum milliyetçi-ırkçı aklıdır.
Üçüncüsü;
İsrail’in yeni vatandaşlık yasasıyla ilgili olarak tutum farkı.
Basından her iki tarafa İsrail’in yeni vatandaşlık yasasında İsrail devletine bağlılık yeminin yer alacağı ve İsrail’in bir Yahudi ırkı devleti olduğunun ilan edileceği bu konuda düşünceleri sorulmuştur.
Dananın kuyruğu bu soruyla koptu.
Erdoğan, haberi bilmediğini, İsrail’in anayasal vatandaşlıkla ilgili bir şey söylemişse bunun normal olduğunu, asimile etmek istiyorsa yanlış olduğunu dile getirmekle yetindi. Oldukça muğlak ve bir o kadar anlamsız cevaba karşı Beşşar el Esad diplomatik saygıyı bile zorladığı açıkça belli olan tepkili bir çıkış yaptı.
“İsrail’in vatandaşlık yasasıyla yaptığı, ırkçılıktır, faşizmdir” dedi ve Erdoğan’a dönerek “kavramları olduğu gibi kullanmaktan çekinmemelidir, İsrail’in yaptığı muğlaklık kabul etmez bir durumdur” dedi. Bunun Türkçesi gevelemeden nesneleri olduğu gibi tanımlamak gerek anlamında bir tepki koydu.
Erdoğan’ın muğlaklığına neden olan gerçek kendi ülkesindeki durumdu. İsrail’den farklı olmayan Türkiye’nin tutum vatandaşlık bağlamında ırkçı olduğu açıktır. İsrail, Filistin’i işgal etmiş bir mütecavizdir. Bu toprakların yerlisi Filistin Arap halkıdır. İşgalle kurulan İsrail devletinin hükümranlığı altında yaşayan Arapları Yahudileştirme gibi bir hakkı olamaz. bu girişim BM karalarının tümüne aykırıdır ve yasal değildir.
Tencere dibin kara seninki benden kara hikayesidir bu. Türkiye’nin bu sorular karşısında dik durmamasının nedeni de budur.
Üçüncüsü;
Arap halkının sempatisi ve Arap yönetimlerinin hesaplı yaklaşımlarını gidermiyor.
Erdoğan’ın Arap halkı nezdinde çok yüksel bir karizması olduğu açık. One minute esprisi, Mavi Marmara olayı.
Arap halkı yarım asırlık yenilgiler, hezimetlerle yüz yüze kalmıştır. Dar çıkarları için ülkesini soyan, baskı ve diktatörlüklerle yürüyen liderlerin sultası altındadır. Yabancı bir ülke ya da liderin desteğini gördüğü zaman içeriğine bakmadan ona büyük bir şevkle sarılan bir halktır. Erdoğan bu havayı verdi ve Arap halkı indinde çok önemli bir gönül bağı oluşturdu. Bu bağın demokratlar tarafından oluşturulması gerekirken, milliyetçilik ve İsrail yanlısı tutumlar nedeniyle başarılmamıştır, saha din bezirganlarına kalmıştır.
Arap yönetimleri ve özellikle Suriye, kadim tarih itibariyle ve çağdaş tarih kapsamandı Türkiye’nin dış siyasetinden akıl almaz zorluklar çekmiştir. Araplar, İsrail’le her savaşlarında Türkiye’nin düşmanlığını görmüştür, ABD üsleri İsrail lehine kullanılmıştır, 1958 Lübnan iç savaşında, 1958 Irak devriminde karşı devrimin destekçisi olmuştur. Bağdat Paktı, Cento, NATO adına Araplar büyük sıkıntılara katlanmıştır.
Bunlar Arap yönetimlerinin bilinçaltıdır. Türkiye Suriye yakınlaşmasında da kendini bir biçimde hissettiriyor. Suriye, Türkiye iki farklı algıların ülkesi, bütün yakınlaşmalar halkların yakınlaşması açısından çok önem taşır ama bu iki ülkenin kuruluşunda yer alan temel ilkelerin bire bir uyumlaşacağı anlamına gelmiyor.
Bölge sorunlarının çözümünde de bu farkı görmek mümkün. ABD baskısı altında dış siyasetine göle düşüren bir ülkenin, direnen bir ülkeyle aynı olması mümkün değildir.
Kürt halkı bu bölgenin en kadim yerli halkıdır. Türkiye de Suriye’de bölgenin diğer devletleri de bu halkla barışçıl bir diyalog içinde olmadan kendi özgürlüklerinden söz edemezler. Bu halkın tarihte gördüğü zulüm dağları taşları eritir. Bu halk erimedi dik durdu bu güne geldi. Bundan sonrası hiçbir şiddet, yeryüzünün hiçbir askeri önlemi bu halkın haklarını yok edemez.
Öyle “Terör Zirvesi”, “Ölüm zirvesi” gibi korku film afişleriyle kimse kimseyi aldatamasın. Bunu deneyenler sadece kendilerini aldatmış olurlar.
Bu halkın hakları için mücadele eden güçlere karşı alınacak en gerçekçi tutum, onları açıkça ve resmen muhatap almaktır. Hiçbir komplekse düşmeden yuvarlak bir masa etrafında eşitler olarak sorunları müzakere etmektir. Halkıyla, vatandaşıyla barışmayan, farklıdır diye ötekileştirmeye çalışan kaybetmeye mahkumdur.
İkili zirve kısasından hissemize gelince,
Bölgemizde halkların yakınlaşması çok önemli bir açılımdır. Bunu desteklemek her bölge insanı için geçerlidir. Ancak bölge ülkelerinin hiç biri gerçek anlamda demokratik değildir. Her ülke kendi farklılıklarına karşı hala kaba bir baskı rejimi olarak yaklaşmaktadır. Sorunlarını çözümünde demokratik açılımı değil baskıyı esas almaktadır.
Bölgemizde devletler hala bu akılla çalışıyor. Devrimcilerin bu konuda çok dikkat etmesi gerekli, devletlere angaje olmuş her adım sonu kaybetmeye mahkumdur. Bölgemizde Altan alta kaynatılan kazanlarda bölge devletlerinin kepçeleri dolaşıyor. Her zaman daha çok dikkatle izlenecek bir kesitten geçtiğimizin bilinmesi gerek.
İç sorunların, komşuluk ilişkilerini diyalogun demokratik zeminine oturtamayan ülkeler, kendi sorunları içinde boğulmaya mahkumdur. Bunu düşünmek, ülkelerimizi barış ülkesi, demokrasi ülkesi haline getirmek için sorunlarımızı akıla barışla çözmenin yollarını bulmalıyız.
13 Ekim 2010
Türkiye Suriye iki ayrı ülke iki ayrı algı. Sorunlara bakışta da sorunları çözmede de iki farklı yol ve yöntem ülkesi. İyi komşuluk ilişkileri barışı, sevgiyi, birlikte kazanmayı ve güçlü olmayı getirir, ama sorunlara yaklaşımda aynılığı getirmez.
“Terör Zirvesi”, “Ölüm zirvesi” gibi korku film afişleriyle kimse kimseyi korkutup aldatamaya kalkışmasın. Bunu deneyenler sadece kendilerini aldatmış olurlar.
Bunun için daha çok uzun yollar kat edilmeli, tarihi bilinçaltının acımasız kırılmalarını aşmalı, farklılıklara karşı demokratik olmayı, özgürlükleri sonuna kadar tanımayı gerektirir.
Vatandaşına karşı, İsrail gibi ırkçı davranarak ne demokratik haklar verilir ne de demokratik çözüm başarılır. İç sorunlarımızı eşitlerin hakları çerçevesinde ele almadan, mekik diplomasisinin hiçbir türü, zirvelerin en güçlüsü bile başarılı olamaz.
Bölgemizde devletler hala bu akılla çalışıyor. Devrimcilerin bu konuda çok dikkat etmesi gerekli, devletlere angaje olmuş her tercih, her ilişki kaybetmeye mahkumdur. Bölgemizde Altan alta kaynatılan kazanlarda bölge devletlerinin kepçeleri dolaşıyor. Her zaman daha çok dikkatle izlenecek bir kesitten geçtiğimizin bilinmesi gerek.
Diplomasiyi, ateşkesi gizli kapaklı ve bir o kadar kirli amaçların örtüsü olarak ele almak, kendi bataklığında boğulmak demektir.
***
Türkiye medyası, 11 Eylül 2010 tarihli Erdoğan- Esad görüşmesine böyle bir logo oturttu. Yalan
İkili zirveyle ilgili benim izlenimlerim, iki taraf arasında ciddi görüş ayrılıkları olduğunu gösteriyor; terörün tanımı konusunda, hak mücadelesi verenlerin geniş kapsamlı bir afla topluma tekrar kazandırılması konusunda, bu konularla da yakından ilgili İsrail’in yeni vatandaşlık yasasının yorumlanması konusunda önemli farklılıklar belirdi.
Olay bizleri de yakından ilgilendirdiği için, iki dilde en az 7 ülkenin TV haber merkezlerinden ve ajanslarından izledim; Türkiye, Lübnan Suriye, Ürdün, Mısır, Katar (Cezire), Suudi Arabistan (Arabiya). İnanılır gibi değil, zirve hakkında çok yanlış aktarımlar yapılıyordu. Körlerin fili tarifi gibi bir şey, Türkiye’de ne tercüme ne de söylenenler doğru aktarılıyordu.
Dehşete düştüm.
İkili zirveyi herkes kendine göre tefsir ediyor, daha doğrusu “tebzir” ediyor
Öncelikle, zirve bir terör zirvesi değildi. Bunu Beşşar el Esad’ın açıkça dile getirdi. İlişkinin emniyet bilgi dönüşümüyle ilgili kısmını iki ülkenin teknik yetkilileri arasındaki ilişkilerle devam ettiğini söyledi. Bunu Erdoğan da teyit etti.
Zirveden bir hafta önce Türkiye’nin 12 bakanıyla Lazkiye kentinde yapılan ortak hükümet toplantısı, her bakanlığın kendi alanıyla ilgili karşılıklı bilgi alışverişi bile bir “terör zirvesi” değildi.
Konu, güvenlikle ilgili kapsamlı bilgi alışverişi ve taleplerle birlikte, genel bölge sorunları, İran, Irak ve kısmen de Lübnan’la ilgiliydi.
Özel olarak iki ülke arasında süren ekonomik ve siyasi ilişkilerin gelişmesiyle ilgiliydi.
Ancak tarafların basın açıklamasından da açıkça anlaşılacağı gibi zirve, iki farklı algıya önemle işaret eden verilere sahipti. Basının bu kadar açık farklılıkları yakalamaması ilginç. Akıllar Terörle ilgili söylenecek cümleleri ararken ortalıkta olanları görmemek bu olsa gerek.
Bunları bir kaç noktada ifade edebilirim;
Birincisi;
Beşşar el Esad Kürt sorunuyla ilgili açıkça kapsamlı bir af istedi.
“Öyle bir kişiye de değil, geniş kapsamlı bir af, üstelik kapısı açık bir af”tan bahsetti. Bununla da kalmadı, “bu insanlar kendi vatandaşımız, hatadan dönen olursa af kapısı sonsuza kadar da açık olmalıdır” diyerek olaya hangi açıdan baktığını ifade etti.
Erdoğan ise Aftan hiç söz etmedi. Onun kafasında sınır dışı operasyon dahil her türden askeri önlem dolaşıyordu; mahalle baskısı altında da “af” kelimesi dile getirmek bile cin çarpmışa dönmek için yeterliydi.
Bu nokta iki ülkenin algıları farklıydı. Bundan dolayı farklı tutumların olacağı açıktır.
Türkiye Kürt sorununu askeri operasyonlarla ezerek yok edeceği kanısındadır ve bunun için her şeyi, demokratik açılımı bile araç olarak görmektedir; son olarak da ateşkesin bu amaçla kullanıldığı kuşkuları vardır. Ateş kes dönemini bir büyük kıyım süreci için nefes alımı hazırlık süreci olarak ele aldığını gösteren çok işaretler bulunuyor. En azından çözüm için hiçbir iyileştirmenin yapılmaması buna örnek olarak gösterilebilir.
İkincisi;
İki ülke terörü farklı tanımlıyor.
Bundan on yıllar önce bölgede terör tanımıyla ilgili ve BM nezdinde tartışmalar vardı. Hafız el Esad, terör ve direnişin (mukaveme) birbirinden ayrılması gerektiğini, her silahlı eylemin terör olarak tanımlanmayacağını, toprakları işgal altında olanların silahlı mücadelesinin bir kurtuluş mücadelesi, bir hak mücadelesi, bir direnme mücadelesi olduğu ve desteklenmesi gerektiğini dile getirmişti. Bölgenin tüm devrimci hareketlerini bağlayan bu tanım, özellikle Lübnan ve Filistin’de İsrail’e karşı mücadelenin en önemli dayanağı olmuştu. Uluslar arası anlaşmalara Suriye kanalıyla yerleştirilen bu tanımlama (Tefahum Nisan/ Nisan anlaşması), Hizbullahın İsrail’e karşı mücadelesinin meşru kılmış, bu mücadeleyi destekleyenlere de hukuki bir zemin oluşturmuştu; 2000 tarihinde İsrail’in, işgal altında tutuğu Güney Lübnan’dan kaçışı böyle sağlanmıştı.
Beşşar el Esad bu tanıma her münasebette vurgu yapmıştır. Türkiye Suriye ilişkileri bu ölçüde derinlik kazanmadan önce de Kürt özgürlük hareketini Türkiye’nin bir için sorunu olarak tanımlamış, terör olarak tanımlamaktan da kaçınmıştır. Başkan Öcalan’ın Suriye halkının günlünde oluşturduğu yeri bu satırların yazarı çok yakından bilir; bu güne dek buluştuğum aydınlar, yazarlar, öğretim üyeleri gibi halkın her düzeyden insanı bana Öcalan’ı sorar ilgisini dele getirir.
Kürüt özgürlük hareketi Türkiye’de farklı Suriye’de farklı yönelimler içindedir. Bunun nedeni de iki devletin sorunu ele alış ve tarihsel açıdan bu sorun karısındaki konumlarıdır. Kürtlerin en saygın siyasal liderlerinin hiç birinden, Öcalan dahil Suriye’de silahlı mücadele çağrısı yapmamıştır. PKK gerillalarının %30’u Suriyeli Kürt olmasına karşın (yaklaşık 2000 gerilla), Suriye’de bir mantar tabancasının patlatılmaması dikkate değir.
Suriye’de de diğer bölge ülkeleri de olduğu gibi Kürtler büyük haksızlıklara maruzdur ve alınması gereken birçok demokratik hakları vardır. Bunun için mücadele etmenin bir hak olduğunu yeri geldiği her yazıda dile de getirdim. Ancak Türkiye’de son 200 yılı bile ele alırsak Kürtlerin gördüğü ölüm kıyım ve yıkımlarını, baskılar altında toplu katledilmeyi göze alarak 39 isyan yapmalarını Suriye tarihinde bulmak mümkün değildir. Yakın dönemde olan Irak etkisiyle, Arap aşiretlerinin aptal ırkçılıklarının provokasyonlarıyla gündeme gelmiş ve akil adamların soruna el koymasıyla devam etmemiştir. Devlet bu olaylarda ciddi yanlışlar işlemiş ancak Türkiye’de olanın milyonda biri gündeme gelmemiştir.
Bu kısa veriler bile iki ülkenin Kürt sorununa çok farklı açılardan baktığını göstermeye yeterlidir. Bunun için Beşşar El Esad, olayı güvenlik ve askeri baskıyla çözmenin mümkün olmayacağı gerçeğiyle geniş kapsamlı bir aftan söz etmiş bu kapıyı asla kapatmamak gerektiğinin de altını çizmiştir.
Bu bir algı meselesidir, kendi vatandaşına karşı insani yaklaşımla ilgili bir boyuttur, farklılığa nasıl bakılması gerektiğiyle ilgili bir duruştur. İki ülke arasında bu açıdan da önemli farklar bulunmaktadır.
Ülkemizde her türden direniş terör olarak tanımlanır. Taş atan çocuk bile terörist ilan edilir silah taşıyan ise beterin beteri bir terörist olur çıkar; kökü dışarıda, dış güçlerin kuklası terörist ilan edilir. Dolaysıyla, ne af ne de demokratik çözüm akla gelmez, “önce askeri operasyonlarla yok edilecekler ondan sonra bakılacak hak mı? Verilecek, yoksa tutsak mı alınacak ?”
Bu bir Osmanlı aklıdır, ittihatçı akıldır, bu gün ise Cumhuriyetteki Osmanlı olarak, Cemaatin malum milliyetçi-ırkçı aklıdır.
Üçüncüsü;
İsrail’in yeni vatandaşlık yasasıyla ilgili olarak tutum farkı.
Basından her iki tarafa İsrail’in yeni vatandaşlık yasasında İsrail devletine bağlılık yeminin yer alacağı ve İsrail’in bir Yahudi ırkı devleti olduğunun ilan edileceği bu konuda düşünceleri sorulmuştur.
Dananın kuyruğu bu soruyla koptu.
Erdoğan, haberi bilmediğini, İsrail’in anayasal vatandaşlıkla ilgili bir şey söylemişse bunun normal olduğunu, asimile etmek istiyorsa yanlış olduğunu dile getirmekle yetindi. Oldukça muğlak ve bir o kadar anlamsız cevaba karşı Beşşar el Esad diplomatik saygıyı bile zorladığı açıkça belli olan tepkili bir çıkış yaptı.
“İsrail’in vatandaşlık yasasıyla yaptığı, ırkçılıktır, faşizmdir” dedi ve Erdoğan’a dönerek “kavramları olduğu gibi kullanmaktan çekinmemelidir, İsrail’in yaptığı muğlaklık kabul etmez bir durumdur” dedi. Bunun Türkçesi gevelemeden nesneleri olduğu gibi tanımlamak gerek anlamında bir tepki koydu.
Erdoğan’ın muğlaklığına neden olan gerçek kendi ülkesindeki durumdu. İsrail’den farklı olmayan Türkiye’nin tutum vatandaşlık bağlamında ırkçı olduğu açıktır. İsrail, Filistin’i işgal etmiş bir mütecavizdir. Bu toprakların yerlisi Filistin Arap halkıdır. İşgalle kurulan İsrail devletinin hükümranlığı altında yaşayan Arapları Yahudileştirme gibi bir hakkı olamaz. bu girişim BM karalarının tümüne aykırıdır ve yasal değildir.
Tencere dibin kara seninki benden kara hikayesidir bu. Türkiye’nin bu sorular karşısında dik durmamasının nedeni de budur.
Üçüncüsü;
Arap halkının sempatisi ve Arap yönetimlerinin hesaplı yaklaşımlarını gidermiyor.
Erdoğan’ın Arap halkı nezdinde çok yüksel bir karizması olduğu açık. One minute esprisi, Mavi Marmara olayı.
Arap halkı yarım asırlık yenilgiler, hezimetlerle yüz yüze kalmıştır. Dar çıkarları için ülkesini soyan, baskı ve diktatörlüklerle yürüyen liderlerin sultası altındadır. Yabancı bir ülke ya da liderin desteğini gördüğü zaman içeriğine bakmadan ona büyük bir şevkle sarılan bir halktır. Erdoğan bu havayı verdi ve Arap halkı indinde çok önemli bir gönül bağı oluşturdu. Bu bağın demokratlar tarafından oluşturulması gerekirken, milliyetçilik ve İsrail yanlısı tutumlar nedeniyle başarılmamıştır, saha din bezirganlarına kalmıştır.
Arap yönetimleri ve özellikle Suriye, kadim tarih itibariyle ve çağdaş tarih kapsamandı Türkiye’nin dış siyasetinden akıl almaz zorluklar çekmiştir. Araplar, İsrail’le her savaşlarında Türkiye’nin düşmanlığını görmüştür, ABD üsleri İsrail lehine kullanılmıştır, 1958 Lübnan iç savaşında, 1958 Irak devriminde karşı devrimin destekçisi olmuştur. Bağdat Paktı, Cento, NATO adına Araplar büyük sıkıntılara katlanmıştır.
Bunlar Arap yönetimlerinin bilinçaltıdır. Türkiye Suriye yakınlaşmasında da kendini bir biçimde hissettiriyor. Suriye, Türkiye iki farklı algıların ülkesi, bütün yakınlaşmalar halkların yakınlaşması açısından çok önem taşır ama bu iki ülkenin kuruluşunda yer alan temel ilkelerin bire bir uyumlaşacağı anlamına gelmiyor.
Bölge sorunlarının çözümünde de bu farkı görmek mümkün. ABD baskısı altında dış siyasetine göle düşüren bir ülkenin, direnen bir ülkeyle aynı olması mümkün değildir.
Kürt halkı bu bölgenin en kadim yerli halkıdır. Türkiye de Suriye’de bölgenin diğer devletleri de bu halkla barışçıl bir diyalog içinde olmadan kendi özgürlüklerinden söz edemezler. Bu halkın tarihte gördüğü zulüm dağları taşları eritir. Bu halk erimedi dik durdu bu güne geldi. Bundan sonrası hiçbir şiddet, yeryüzünün hiçbir askeri önlemi bu halkın haklarını yok edemez.
Öyle “Terör Zirvesi”, “Ölüm zirvesi” gibi korku film afişleriyle kimse kimseyi aldatamasın. Bunu deneyenler sadece kendilerini aldatmış olurlar.
Bu halkın hakları için mücadele eden güçlere karşı alınacak en gerçekçi tutum, onları açıkça ve resmen muhatap almaktır. Hiçbir komplekse düşmeden yuvarlak bir masa etrafında eşitler olarak sorunları müzakere etmektir. Halkıyla, vatandaşıyla barışmayan, farklıdır diye ötekileştirmeye çalışan kaybetmeye mahkumdur.
İkili zirve kısasından hissemize gelince,
Bölgemizde halkların yakınlaşması çok önemli bir açılımdır. Bunu desteklemek her bölge insanı için geçerlidir. Ancak bölge ülkelerinin hiç biri gerçek anlamda demokratik değildir. Her ülke kendi farklılıklarına karşı hala kaba bir baskı rejimi olarak yaklaşmaktadır. Sorunlarını çözümünde demokratik açılımı değil baskıyı esas almaktadır.
Bölgemizde devletler hala bu akılla çalışıyor. Devrimcilerin bu konuda çok dikkat etmesi gerekli, devletlere angaje olmuş her adım sonu kaybetmeye mahkumdur. Bölgemizde Altan alta kaynatılan kazanlarda bölge devletlerinin kepçeleri dolaşıyor. Her zaman daha çok dikkatle izlenecek bir kesitten geçtiğimizin bilinmesi gerek.
İç sorunların, komşuluk ilişkilerini diyalogun demokratik zeminine oturtamayan ülkeler, kendi sorunları içinde boğulmaya mahkumdur. Bunu düşünmek, ülkelerimizi barış ülkesi, demokrasi ülkesi haline getirmek için sorunlarımızı akıla barışla çözmenin yollarını bulmalıyız.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder