HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

22 Ekim 2010 Cuma

DEVŞİRME ÇAĞLARINA DÖNÜŞ MÜ?

Mihrac Ural

20 Ekim 2010


Başkasının inancına devlet adına müdahale etmek, çocuklarını zorunlu derslerle yeniden biçimlendirmek, Ortaçağların devşirme dönemlerine dönmektir. Bu algı karanlık çağların korkak algısıdır; herkesi ve her şeyi farklılığından dolayı düşman görmektir.

21.Yüzyılda bu algılara yer yoktur.

Türban da din dersi de özgür olmalıdır. Özgürlük birbirine karşıt parçalara bölünemez; anadille eğitim özgürlüğü de bunun bir parçasıdır.

Özgürlükler bir bütündür. Özgürlüğümüzün sınırı, diğerlerinin özgürlük sınırında biter. Bu nedenle özgürlük isteyenler, başkalarının özgürlüğünü öncelikle düşünmelidirler. Özgürlüğü kendi taleplerinin sınırsızlığıyla tanımlayanların demokrasiyi savunmaları mümkün değildir.

Başkasının haklarını sınırlamakla özgürlük savunulamaz; özgürlükler bir bütündür ve biri diğerini koruduğu ölçüde yaşama şansı bulabilir.

Aksi davranış sonu hüsranla bitecek bir diktatörlük olur, çıkar.

Türban özgürlüğü isteyenler, zorunlu din dersi dayatmasına karşı durabildikleri ölçüde bu hakkı kazanabilirler. Zorunlu din dersinin tanımladığı devşirme çağları aklına karşı durmadan türban özgürlüğü istemek, başkasının haklarını kendi hak taleplerine esir etmektir.

Bu ise demokrasi değildir. Tersi de doğrudur.

Devşirme kültürüyle kimse kimsenin çocuğuna kendi tercihi doğrultusunda din dersi veremez. Dil dersi, ahlak dersi veremez.

Çok dinli, çok mezhepli ve çok kültürlü bu coğrafyada tek boyutlu ırkçı, milliyetçi dayatmaların ürünü faşist siyasal yönelimlerin dayatması olarak zorunlu din dersleri veremez.

Din dersi zorunlu olacaksa her inancın kendi uzmanlarınca oluşturulacak kitap ve öğretmenlerce verilmelidir, anadille eğitim içinde öyledir; bu yönelim en özgür olanıdır. Bu özgürlüğü kısıtlama adına tek boyutlu ve zorunlu din dersi ya da tek dilli eğitim, bölücülüğün kaynağı olmaktan kurtulamaz.

Tek boyutluluğu, çoğulcu bir ülkede zorla dayatmak milliyetçilik olduğu kadar bölücülüktür de.

Kendi inanç ve kültürünüze yapılmasını istemediğiniz hiç bir şeyi, başka inanç ve kültürlere yapmamalısınız. Bunu diktatörlükle başarsanız da sonunuz hüsran olur.

Herkesin kültürüne, dini inancına, ahlakına, kollektif kimlik bilincine ve bundan kaynaklanan tarihine saygılı olmaksızın, bundan doğan hak ve özgürlükleri tanımaksızın demokrat olunamaz. Laik olmak için de demokrat olmanın zorunlu olduğunu bilmek gerek. Bu açıdan laiklerin de demokrasi kapsamında verecekleri bir sınav olduğu bilinmelidir.

Farklı inanç ve kültürlerden olan vatandaşlardan alınan vergileri egemen tek bir inanç ve kültüre, dine ve dile akıl almaz bütçelerle sunan bir devletin laik olduğu asla iddia edilemez. Bu kaynaklar üzerinde en az onlar kadar hak sahibi olan farklı din ve inançların tasarruf haklarını savunmadan, özgürlükler konusunda adil olunamaz. Özgürlük algısında adaletsizlik, hak taleplerine karşı ikircimliğin kaynağıdır. Türban özgürlüğü kadar, din derslerini özgür bırakmayan bir algının demokrat olması mümkün değildir. Demokratik açılım yapacak olanların, bu sınavları aşmadan ülke ölçeğinde herkesi kapsayacak bir demokrasiden söz etmesi sadece bir aldatmacadır.

Türban özgürlüğünü hepimiz savunmalıyız. Toplum, belli bir özgürlük paketi içinde tüm sorunlar gibi, türban sorununu da en kısa yoldan aşmalıdır. Bu din dersleri özgürlüğü kadar, anadille eğitim hakkını da kapsamalıdır.

Kendine laik diyen devlet, statülerinin esiri olarak herkesi devşirmek istemektedir. Padişahlar döneminde devleti yönetmek üzere yapılan bu devşirme aynıyla, modern çağların biçimlenişine uygun olarak genişleyen devlet hizmet alanlarına yeterli olacak devşirmeleri üretmeye çalışmaktadır. Sistem aynı sistem, iktidarı kim ele geçirmişse onun yararına bir devşirme sürmektedir. Bundan ne Sünni ne de Alevi kurtulmaktadır. Dün, din haline getirdiği laik algılarla Sünni’yi devşirirken, bu gün zorunlu din dersleriyle Alevileri devşirmeye çalışmaktadır. Bunu tek dilli eğitim dayatmasıyla, farklılıkların anadille eğitim hakkını yasaklamakla tekrar etmektedir.


***



Türban tartışmaları bir kez daha gündem konusu.

Zorunlu din dersi konusu da gündemde.

Ancak zorunlu din dersi konusu, türban karşısında hep sönük kalarak geri plana girer. Oysa her iki sorun eş zamanlı olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca her iki sorun da demokrasinin ayrılmaz bir parçası olarak özgürlüklerle ilgilidir.

Farklılıkların, azınlıkların ötekileştirildiği bir toplumda, adil olmayan bu öncelik, sistemin genel eğilimini tanımlar. Eşit oranda sorun olan ve ortak paydası demokrasi ve özgürlüklerde anlam bulan her iki sorunun çözümü de toplumun tüm demokratik sorunları, hak ve talepleri kapsamında çözüm bekleyen sorunlardır.

Ancak tek boyutlu akıllar, devşirme çağlarını yeniden açma çabasında olan hakim olanla mahkum olan ayrımında sorunları tasnif ederek ortak paydada algılanmasını önleme çabasında olmaktadırlar. Buna da yol açan temel etmen ilkel milliyetçi algıdır. Bu algı Osmanlı Aklı'nın bir uzantısıdır. Cumhuriyetteki Osmanlı bu akıldır. Bu gün bu akıl AKP aracına binmiş cemaat aklı olarak tecelli etmektedir.

TÜRBAN VE KURAN


Bu konu üç yıl önce çok önemli bir gündem konusu olarak siyasal alana konunca bizlerde uzun araştırmalarla yöneldik. 17 Eylül 2007 tarihli “Türban ve Kuran” başlıklı bir makale kaleme aldık. Bu konuda çok daha önceleri aynı başlık altında bir broşürüm de yayınlandı.

Medine’de inen ayetlerle başlayan Hicap ve ayetleri gerçekti. O günün koşullarında bir simge olarak Özgür Müslüman kadını diğerlerinden, hatta köle ve cariye Müslümandan ayırmak için, çevreden yapılan tacizlerin önlenmesi amacıyla yükümlendirilmiştir. İnançta gerililik olmayacağı gerçeği, yani normal ve eşit koşullarda herkese geçerli olması gereken Hicap (türban) ayetleri, nedense özgür Müslüman kadın için emir olunmuş, ancak cariye ve köle kadına emir olunmamıştır.

Bu yanıyla Türban ve ayetleri İslam’ın temel inanç düzleminin mutlak bir farzı değildir demek yanlış değildir. Ancak genel kanı, tefsir ve tebzirlerle bu konu, dünyanın tüm İslam aleminde kadınlar için bir farz olarak dayatılmıştır. Kadın da geleneksel İslam kadını ve üzerine oturtulmuş Kuran hükümleri gereğince de itirazsız, yorumsuz kabul edilmiştir; tarihte geçerli Kuran tefsircisi kadının olmaması bu noktada da önem taşıyan bir ayrıntıdır.

Bu gün Türban konusunun dinin kendi iç tartışması olarak değil, siyasal hak ve özgürlüklerle ilgili olarak tartışıldığı iddiası bulunmaktadır. Bu iddia ne kadar göstermelik olsa da bunun inkarı mümkün değildir. Kendini böyle tanımlayan ve bu yönde özgürlük isteyen bir kitlesel duruş olması itibariyle, demokratik bir hak olarak, böyle düşünen insanlara, kadınlara bu hakkın verilmesi gerçek bir demokratik tutumun zorunlu ifadesidir.

Türban özgür olmalıdır.

Buna itiraz hangi biçim altında olursa olsun anti-demokratiktir.

Başkasının hakları için özverili bir mücadele ortaya koymayanların, kendi hakları için başkasından bu özveriyi beklememeleri gerek. Ciddi olmak için, özgürlüğü her düzlemde tutarlıca savunmak gerek.

Türban ve Kuran” başlıklı makalemde bu konuyu aynı alt başlıkta, şu şekilde dile getirdim:

1. Nur Suresi (24), 31. Ayet

İnanan kadınlara da söyle: Bakışlarının bazısını yumsunlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar. Süslerini kimseye göstermesinler. Yalnız, kocalarına, yahut babalarına, yahut kocalarının babalarına, yahut oğullarına, yahut kocalarının oğullarına, yahut kardeşlerine, yahut kardeşlerinin oğullarına, yahut kız kardeşlerinin oğullarına, yahut kadınlarına, yahut elleri altında bulunan (köle ve cariye) larına, yahut kadına ihtiyacı bulunmayan erkeklerden tabilerine (yani hizmetçilere, yardıma muhtaç ihtiyarlara, bunaklara ve dilencilere), yahut henüz kadınların mahrem yerlerini anlamayan çocuklara gösterebilirler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ey müminler, topluca Allaha tövbe edin ki felaha eresiniz.

1. Nur Suresi(24), 60. Ayet

Evlenme arzusu kalmamış oturan (ihtiyar) kadınların, kasten, süs göstermeye çalışmadan, dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmaları, kendileri için daha hayırlıdır, Allah işitendir, bilendir.

2. Ahzab Suresi(33), 33. Ayet

Evlerinizde oturun, ilk cahiliye (çağı kadınları)nin açılıp kırıtması gibi açılıp kırıtmayın…

3. Ahzab Suresi(33), 59. Ayet

Ey peygamber, eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar (vücutlarını örtsünler); onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.

(Ayetlerin tercümesi, Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, “Kuran-ı Kerim ve Yüce Meali”nden alınmıştır.)

Kuran'da Hicap ayetleri bunlardır. Bu ayetlerin daha da anlaşılmasını sağlayacak, birkaç ayet bulunmakla birlikte konumuzun temel Kuran ayetleri sadece bunlardır. Şimdi bu ayetlere baktığımızda, yapılan ve özellikle yerine getirilmesi istenen, süslerin (ziynetlerin) örtülmesidir. Ayetlerdeki sarih ibareler ve Kuran'ın insanlığa net açıklıkta bir kitap olarak indirildiğine gönderme yapılan ayetlerine dayanarak, tartışmaya yer vermeyecek şekilde, örtülmesi gerekenin süslerin taşındığı kadın uzuvları değil, bizzat süsler olduğu görülecektir. Süslerin örtülmesini isteyen Kuran'daki İslam, süsleri yasaklamayı bile gerekli görmemiştir. Araf Suresi(7), 31. ve 32. Ayetleri, süs ve süslenmeyi onaylamasına, açık bir gönderme olarak Kuran'da yerini de almıştır.

Ey Adem oğulları, süslerinizi (ziynetinizi), her mescide beraber götürün; yiyin, için fakat israf etmeyiniz; çünkü o, israf edenleri sevmez.” (7/31)

“De ki, ‘Allah kulları için çıkardığı (ziyneti) ve güzel rızkları kim haram etti?’ De ki; ‘o, dünya hayatına inananlarından, kıyamet günü de yalnız onlarındır’ işte biz, bilen bir topluluk için ayetleri böyle çıkarıyoruz.” (7/32)

Tanrı Kuran'daki mesajında, insanların rağbet edecekleri süslenmelere, temiz olmaya onay vermekle kalmıyor bunun yerinde bir davranış olduğunu belirterek de önemsiyor. Tabi ki, buna dayanarak süsü olmayan, güzel giyimli olmayan mescide gidemez gibi bir sonuç çıkarma yanlışına düşülmeyecektir. Ancak, inançla temizlik, güzellik, bakımlılık, süslülük arasındaki doğru orantı, dinin kendi dokusunda olan bir dengedir. Ancak Allah, bu özgürlükleri ne farz olarak insanlığa emrediyor ne de şekli unsur olan bu veriler üzerinde inanç kurmuyor. Her bir ayette tek tek dönüp geldiği yer, “Hayırlı olan takva elbisesidir” (Araf Suresi (7), 26 ). Yani Allah, dünyevi tüm biçimselliklerden daha hayırlı olan ve sahiplenilmesi gerekenin inanç olduğunu, Allaha bağlılık ve teslimiyetin olduğunu vurgular.” (Mihrac Ural. “Türban ve Kuran” makalesi. )

Tekrarla belirtelim. Türban konusu İslam ülkelerinin çoğunluğunda tartışması yapılmayan bir konudur. Özellikle Yüksek Öğrenimde bu konuya bir müdahale, özgürlüklere müdahale sayılmaktadır. Serbesttir ve konusu edilmeyenlerdendir. Lübnan, Suriye, Ürdün, Fas, Tunus, Mısır gibi laik ülkelerde bu sorunların esamesi bile anılmaz.

Ortak ülkemizin dev sorunları karşısında, böylesi bir sorunu gündemde tutmak iktidarlar için fırsat gibidir. Muhalefetiyle demokrasi güçleriyle türban sorununu en kestirme yollarla aşmak, türbanlı türbansız tüm toplum kesimlerinin demokrasi mücadelesinde bölünmesini önlemenin de yollarından biri olacaktır. Türban nedeniyle sorun yaşayan bir insanın, diğer her sorunda omuz omuza olması gereken insanlarla arasına Çin seddi örmenin yanlış olduğu açıktır. AKP'nin bilinçlice bu setlerin kalıcı olmasına çalıştığı da açıktır.

Sol'un türban konusunda gösterdiği duyarsızlık ve tutarsızlıkla, toplum indinde düştüğü marjinal konumu, daha da ötelenmesine yol açmaktadır. Devrimcilerin, demokratların, emekçilerin, sosyalistlerin, kendine komünist diyenlerin, bil cümle sol güçlerin artık eski kabuklarını, statülerine esir düşmüş ilkel kafaları değiştirmenin zamanı gelmiştir. Bu çağ demokrasi ve özgürlük çağıdır; bu çağ, gerçek devrimcilerin öncü olacağı demokrasi mücadelesi çağıdır. Yeni toplum, bu mücadelenin ürünü olacaktır.

Tarihin tüm yeni toplumsal ilişkilerinin, böylesi bir özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ardından şekillendiğini unutmamak gerekir. Bu nedenle, sonuna kadar özgürlüklerden yana olmalı, sonunu kadar demokrasiden yana olmalıyız.

Türbanın dini bir simge olup olmamasına bakmaksızın, anadilin etnik aidiyeti olup olmamasına bakmaksınız, inançları nedeniyle din derslerine karşı hassasiyet gösterilmesine bakmaksınız, kitlelerin talep ettiği demokrasi ve özgürlükleri en geniş ve en derin haliyle kalıcı olarak ikame etmek gereklidir. Bunun için yasalar ve kurumlarla güvenceler sunmak olmazsa olmazdır. Ortak yaşam bunu zorunlu kılar.

Kendine laik diyen devlet, statülerinin esiri olarak herkesi devşirmek istemektedir. Padişahlar döneminde devleti yönetmek üzere yapılan bu devşirme aynıyla, modern çağların biçimlenişine uygun olarak genişleyen devlet hizmet alanlarına yeterli olacak devşirmeleri üretmeye çalışmaktadır. Sistem aynı sistem, iktidarı kim ele geçirmişse onun yararına bir devşirme sürmektedir. Bundan ne Sünni ne de Alevi kurtulmaktadır. Dün din haline getirdiği laik algılarla Sünni’yi devşirirken, bu gün zorunlu din dersleriyle Alevileri devşirmeye çalışmaktadır. Bunu tek dilli eğitim dayatmasıyla, farklılıkların anadille eğitim hakkını yasaklamakla tekrar etmektedir.

Bu çabalar gerici çabalardır, diktatörlüktür.

AKP, bu sistemi kendi lehine devam ettirmek amacıyla, zorunlu din derslerini dayatmaktadır.

DEVŞİRME ÇAĞI EĞİTİMİ, ZORUNLU DİN DERSİ

Türban tartışmalarının galebe çalmasına rağmen, özgürlükler konusunda ortak bölene sahip olan din derslerinin zorunlu olarak okutulma çabaları, devşirme çağlarına geri dönüşü çağrıştıran bir ilkellik olarak önümüze gelmiştir.

Din ya da ahlak dersleri, özellikle homojen inanç ve kültür sahibi olmayan toplumlarda, çok sorunlu derslerdir. Toplumsal bir uzlaşma sağlanmaksızın bu konulardaki her dayatmacı girişim, keskin gerginliklere kolayca yol açar.

Etnik, inanç, kültür farklılıkları nedeniyle, tarihsel gelişim ve evrim süreçlerinde farklı algılarla oluşmuş topluluklara dayatılacak dini inanç ya da ahlak eğitimi, toplumsal saflaşmada tahrip edici sonuçlar yaratabilir. Bu tür dayatmaların her zaman devletten ve devlete egemen olan iktidar güçlerinden geldiği de bilinmektedir. Ülkemiz bu dayatmalara en iyi örneği oluşturur.

Farklı dinler olarak Hıristiyanların, farklı mezhep olarak Alevilerin, farklı kültür olarak Kürt, Arap gibi etnik toplulukların yaşadığı bu coğrafyada, renklerin, simgelerin, sayıların, günlerin vb. birbirinden farklı anlamlarla yorumlandığı göz önüne alınırsa, devletin hiçbir kurumunun tek boyutlu olarak bir ahlak ya da din dersi önermesi yapması düşünülemez. Bu asla demokratik bir davranış olmaz. Bu konuda ısrar, bölücü bir çaba olarak ciddi sorunların kaynağı olur.

Farklılıkları karanlık Ortaçağların kasvetli kıyımları altında asimile edemeyenlerin, bunu 21. Yy'da yapmaları artık mümkün değildir. Devşirme çağları geride kalmıştır. Yer yüzünün tüm mali kaynaklarını akıtsanız da işsizliği sonsuza kadar çözseniz de her evde bir milyarder yaratsanız da farklılıkları eritme şansınız yoktur. Öncelikle bunu anlamak gerek. Bu asimilasyoncu akıl, bu çağda hiçbir varlığa sahip değildir, yeniden dayatılmasının da hiçbir yararı yoktur.

Devlet bunu eski statülerin esiri olarak, tek ulus egemenliği adına yapmak istemektedir. Ancak bunu yaparken egemen ulus, egemen din, egemen mezhep, egemen dil adına dayatırken, ülkemizin demografik ve demokratik tüm dengelerini de yerle bir ettiğinin farkında değildir. 500 milyar dolara yaklaşan, kendi vatandaşına karşı sürdürmekte olduğu kirli savaşın bir sonuç almadığını, alamayacağını artık anlaması gerek.

Bu gün itibariyle artık hiçbir şey eskisi gibi yürüyemez. Atılacak her yanlış adımın karşısında ciddi tepkilerin ve sokakların akıl almaz direnişi gelip dayanacaktır. Uluslar arası bir komployla tutsak edilen Sayın Öcalan’ın her hali, sokakların alevlenmesi için yetiyor. KCK davasının demokratik hiçbir ölçüyle bağdaşmayan tutuklamaları ve anadille savunma yapma isteklerine gösterilen amansız tepki karşısında sokakların direnme gerginliği, hangi enerjilerin açığa çıkacağına yeterli bir işarettir. Bu, dil konusunda yapılmak istenen devşirmelerin nelere mal olacağını göstermesi açısından çok önemlidir.

Ülkemiz tek din, tek mezhep ve tek etnik yapılı değildir. Dolayısıyla kimse kimsenin adına ahlak dersleri, din dersleri, dil dersleri yazarak bunu okullarda okutma kararı verme durumunda olamaz. Karar verme yaşında olmayan çocuklarımıza, tarihimize ait olmayan, kültürümüze yabancı olan, ahlak ortak bölenlerimizle ilgisi olmayan değerler manzumesini beyinlerine nakşetme hakkı olamaz. Böyle bir çaba zorbalıktır, devşirme çağı algısıdır. Demokrasinin ruhunu katletmektir. Birlikte yaşamın en basit gereklerini yok etmektir.

Bu akıl bir Osmanlı Aklı'dır. Tarih içinden çıkıp gelmiş, Cumhuriyette kendini kuluçkaya yatırmış ve bu gün cemaatin rahminde büyütülmüş, AKP eliyle dayatılmaya çalışılan bir akıldır.

Bu akıl, cemaatin milliyetçi ırkçı algılarına ait bir eğitim sistemidir.

CEMAAT VE DİN İSTİSMARI
Cemaat, AKP’nin derin devletidir.

Cemaat; devlet güvenlik güçleri, istihbarat teşkilatı, ordu, yargı, bürokrasi, mali etkinlikler, medya, diplomasi vb. alanlar içinde öbeklenmekle kalmamıştır. Dar kadro oluşu, imamlar önderliğindeki piramit yapısıyla bir yasa dışı örgüt olarak, eğitim sisteminde de tüm ağırlığıyla kendini hissettirmektedir.

Cemaat, Ergenekon’un paşalarla yönetilmesi gibi, imamlarla yönetilen bir cürüm şebekesidir. Bu şebeke, uzun dönem boyunca sistem dışında kendini yoğunlaştırmıştır. Malum dış desteğin de gücüyle, ağır ağır sistem içinde, kurumlar ve kurullara da sızmıştır. 12 Eylül rejiminden en zinde çıkan güçler bunlardır. 12 Eylül karanlık rejimi, din adına yaptığı pazarlamacılığın sacayakları olarak bunları kullanmıştır.

Yarım asra yaklaşan süre içinde, her siyasi ortamın rengine bürünebilen bir bukalemun olarak kendini koruyan cemaat, ret ettiği sistemin her köşesine sızarak yerleşmiştir. Cemaat, Fethullah Gülen’in de açıkça onayladığı gibi Masonik bir yapı gibi çalışmıştır (Fatih Altaylı, 19-20 Ekim 2001 tarihli teke tek programında yaptığı açıklama). Bu şebeke, bir ahtapot kolu gibi sargısı içine aldığı her alanı kullanmıştır. Anayasa referandumunda (12 Eylül 2010), okyanusların ötesinden AKP’ye gelen destek ve bil mukabil olarak gönderilen selamlar, bu sürecin vardığı yeri göstermesi açısından önemlidir.

Cemaatin makale konumuzla ilgili bilinmesi gereken önemli hususlarından biri, din adına yapılan ırkçı-milliyetçi yaklaşımlarıdır. Yeni dönemin demokrasi mücadelesi süreci içinde cemaatle sürekli yüz yüze kalacağımız gerçeği, bu tür konuların işlenmesini gerekli kılıyor. Bunların başında da dinin, dil, kültür vb. konularda taşıdığı genişlik ve buna karşı cemaatin tutumunu anlamak büyük öneme sahiptir.

Bilindiği gibi, İslam’ın temel argümanları arasında ümmet olayı vardır.

Tüm insanları içeren, nispi bir çoğulculuğu da olan, ülke, coğrafya, ulus sınırını aşmış bir kavram. Ortak inanç değerleri içinde yer alan tüm insanlık olarak da ifade edilebilir. “Arap’la Acem arasında takvadan başka bir fark yoktur” söylemi, bu yüzden dile getirilir.

İslam inancına göre tüm insanlar, “Allaha teslim olmaları koşulunda farklılıklarıyla kardeştir”. İslam’ın temel parametreleriyle çatışmayan, dil, kültür, gelenek ve göreneklerine karışılamaz, herkes bu özgün yanını özgürce yaşar. Ortaçağ ilkelliğinin en acımasız kıyım dönemlerinde bile, bu yanıyla, farklılıklar bir arada yaşama genişliği gösterebilmiştir.

Cemaat açısından bu durum asla kabul edilmez. O, yeni Osmanlıcılık algısıyla tüm milletleri ve kültürleri, egemen ulus dilinin hükümranlığı altında görür. Bu nedenle kurduğu Işık Okulları yayılmacı bir kültürel çaba olarak kendini ifade eder. 120 ülke, 5 kıtada “Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur” şarkısı terennüm edilir. İngilizcenin temel eğitim olması ise, bu kültürel algının uluslararası piyasada kökleşmesi için bir araçtır.

Ümmet, Cemaat için konusu edilmez bir argümandır. Bu nedenle Cemaat, ortak ülkemizde anadil eğitimine şiddetle karşıdır, Kürdün Müslümanlığı, Arap’ın Müslümanlığı takva için değil, egemen dile biat için gereklidir. Bu mantığı doğal olarak, zorunlu din dersleri ya da ahlak derslerinde de görmek zor değildir.

Laik zorbalığın, sistem dışına iterek olgunlaşmaya sevk ettiği Cemaat, sisteme sızıp hükmünü kurunca, bu gün herkesi kendi algılarına biat etmeye zorlamaktadır.

AKP bu sürecin bir aracıdır. Tarihi boyunca siyasal parti olarak örgütlenmeyen Cemaat, bu yanıyla her siyasi yapı ve kurumu, tüketene kadar kullanarak, yıpranmadan ayakta kalma şansını yakalamaktadır. Kaba bir genişleme ya da oy ihtiyacı olmadığı için de yaygınlaşma derdinde değildir. Cemaat genişlemek istemez, bu yüzden genişlemenin kaçınılmaz sonucu gündeme gelecek olan, daha çok kişiyle paylaşım ve bundan kaynaklanan sorunlarla karşı karşıya kalmaz. Bilinen bir örgüt şemasıyla örgütlü olmamasının verdiği gizemle, olduğundan çok daha dev bir güçmüş gibi, hedeflerine saldırma şansı bulur. Bu yanıyla da hak ve özgürlük arayışında, türban haklarını isteyenlerle, din dersinin zorunlu olmasını istemeyenleri bir araya getiren ortak demokrasi ve özgürlük değerlerinin birleştirici etkilerini, milliyetçi duruşuyla, Allah adına verdiği fetvamsı açıklamalarla bölmekte ve bu güçleri karşı karşıya getirmektedir.

Buna rağmen konu dışına çıkıp; Cemaat, ne yapısı ne de taşıdığı düşünsel değerler itibariyle abartılmaması gereken bir güçtür diyeceğim. Onun gücü sadece sinsice kullanabildiği devlet gücüyle orantılıdır. Bu cemaat her zaman bir beşinci kol olmuştur. Kişiliksizdir. Uğruna kendi kadrolarıyla direneceği, işkence, zindan acılarını çekeceği hiçbir değeri yoktur, bunu Allah için bile yapmayacak kadar ahlaksız bir cürüm şebekesidir. Sızdığı alanların gücü elinden çıktığı an, her türden teslimiyeti güçlü olana karşı yapacak kadar karaktersizdir de. Fethullah Gülen’in ülkesine dönmemesi, 12 Eylül karanlıklarında toplumun tüm kesimleri en büyük kıyımlardan geçmesine rağmen, cemaatçilerden birinin tırnağından bile fedakarlık göstermemesi, bunun en iyi kanıtıdır.

Bu nedenle cemaat kağıttan kaplandır beylik deyişini tekrar edeceğim.

Cemaat ve onun maşası AKP, demokrasi ve özgürlük talebinde olanları inanç farklılıklarıyla bölmek için her yolu deniyorlar. Türban sorununu binlerce mesele arasından öne sürüp, bu fay hattının derinleşmesini istiyorlar. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinde hak arayışında olanlar, ortak değerler etrafında, gerçek anlamda demokratik bir cumhuriyette, farklılıklarıyla barış içinde bir arada yaşamak için güç birliği içinde olması gerekenlerdir. Bu gücü; yeri geliyor Türk-Kürt-Arap diye bölüyorlar, yeri geliyor Müslüman-Hıristiyan diye bölüyorlar, yeri geliyor Alevi-Sünni diye bölüyorlar. Yaratıcı Anarşi'lerle de birbirine kırdırtmak için, her türden provokasyonu yapıyorlar.

Ellerine geçirdikleri iktidarlarda, türban sorunu çıkmazlarını, zorunlu din dersi dayatmalarını, anadille eğitim yasaklarını, bin bir senaryoyla halkın demokrasi mücadelesinde birliğini parçalama gibi bir sonuç yaratacak tarzda işliyorlar. Aynıları ayırarak karşı karşıya getirip, kendi gerici iktidarlarının sivil diktatörlüğe dönüşmesi için, yolları stabilize etmeye çalışıyorlar.

Bu nedenle özgürlükleri savunmak hepimizin birinci görevidir diyorum. Türbana da din derslerine de ana dille eğitime de özgürlük demek, hepimizi birleştirecek yegane algıdır. Bunun etrafında demokrasi güçlerini birleştirmeliyiz.

Hiç yorum yok: