25 Ekim 2010 Pazartesi
KCK DAVASI BAŞLARKEN...
Celalettin Can
KCK davası başlıyor nihayet. Eminiz 18 Ekim ile 12 Kasım arasında toplam bir ay süresince bu dava kamuoyunun dikkatini ciddi biçimde çekecek. Bu doğal: Türkiye, modern Kürt siyasi tarihinin en önemli davalarından birine tanık olacak.
Öte yandan Kürt hareketine dönük yönelimlerin çok çeşitli düzeylerde tartışıldığı bir tarihsel kesitte başlaması, bu davanın yükünü arttırıyor. Hazırlanan savunmanın içeriğinden, davayı sürükleyenlerin siyasi tavırlarına, bölge halkının ilgi düzeyinden, Türkiye devrimci-demokratik hareketinin barış ve demokratik çözüm yönlü dayanışma düzeyine, hatta uluslar arası dayanışmanın düzeyine kadar bir çok gelişme dikkatle izlenecek. Elbet Kürt sorunun gerçek tarafları da dikkatle izlenecek, İmralı ve Kandil, hükümet ve devletin yaklaşımları, siyasal argümanları üzerine çok cümle kurulacak.
1925 Şeyh Sait, 1938 Seyit Rıza davaları tek taraflı jenosit davalarıydı. Kürtleri yok etme kararlarının kitabına uydurma görüntüsü verme oyunun ürünüydü bu davalar. 12 Eylül 1980 darbesi Diyarbakır davaları, bitirilmek istenen bir halkın devrimci/yurtsever evlatlarının can bedeli karşı duruşuydu. Kürt halkının varlık yokluk mücadelesinde büyük enternasyonalist devrimci Kemal Pir’in mahkeme de, “Güneşin var olduğu ve dünyayı aydınlattığı nasıl bir gerçekse , Kürtlerinde var olduğu o kadar gerçektir” biçiminde dile getirdiği bir varoluş duruşuydu. Katliamlarla ve asimilasyonla tarihi yok oluşa uğratılmak istenen bir halkın hala diplerde canlı bir organizma olarak yaşadığının belirtileri olan 49’lar ve 12 Mart 1971 DDKO davalarını da unutmamak gerekiyor.
((Devamı altta))
KCK davası ise çok daha bambaşka koşullarda gündeme geliyor. Kürtlerin varlığını artık kimse tartışmıyor. Hükümet ve devlet dahil tüm kesimler en azından söylem düzeyinde Kürtlerin varlığını kabul ediyor. Ne var ki kabul edilen her halk gibi Kürtlerin vazgeçilmez ve devredilmez hakları var. Resmi eğitim kurumlarında Kürtçe eğitim hakkı, Kürt kültürünü ve tarihini Kürtçe araştırma ve gün yüzüne çıkarma hakkı, özerk yönetim hakkı, bu bağlamda varlık şartlarının anayasal güvence altına alınması hakkı… Kürtler, bir halkın halk olarak yaşayabilmesi için asgari şartların bir gereği olan bu talepleri ileri sürerken, birinci dil olarak Türkçe öğrenme zorunluluğunu kabul ediyorlar, özerk yönetim modelini, Türkiye Cumhuriyeti devletinin uniter modeline nasıl yedireceklerini tartışıyorlar.
Evet, hükümet ve devlet Kürtlerin varlığını kabul ediyor. En azından görüntü bu. Bunca kan ve gözyaşı, bunca maddi ve manevi kayıp iktidar güçlerini ‘kabul’ noktasına getirdi. Peki ama, bir halk halk olarak kabul ediliyorsa, yukarıda ifade ettiğimiz gibi onun halk olmaktan gelen hakları yok mu? Bu haklar sadece fiilen kullanılan haklar mı, kamusal alana taşınmaları gerekmez mi veya verileceği vaaz olunan ve hala verilmeyen bireysel haklar düzeyine indirgenmiş bir haklar manzumesi ihtiyaca yanıt olmayacağı açık değil mi?
KCK davası üzerinden bir halkın sadece ekmek ve su gibi varoluşundan gelen tarihsel meşruluğu değil, güncel anlamda kamusal alanda yasallığını nasıl kuracağı bir kez daha çok daha haklı ve kaçınılmaz gereklilik düzeyinde tartışılacak…
Bölge halkı ve Türkiye kamuoyu KCK davasını merakla beklerken, Sayın Başbakan kalabalık gruplarla Suriye’yi ziyaret ediyor, ne eksik kalmışsa sonra ani ziyaretler yapıyor. İç İşleri Bakanı Irak ve Irak Kürdistanı Bölgesel yönetim yetkililerini ziyaret ediyor. İran ile yakın temas hiç koparılmıyor. Bu ‘görüşmelerin sonuç verdiği’… ‘Suriye ve İran’ın Kandil’in kendi sınırında kalan bölgelerini kontrol altına alma sözü verdiği’, global düzeyde ‘ABD ile istihbarat iş birliğinin Irakla sınırlı olmaktan çıktığı, PKK’nin faaliyet yürüttüğü tüm coğrafyaları kapsayacak şekilde genişletildiği, Fransa ve Almanya ile PKK’ye karşı iş birliğinin daha sonuç alıcı bir aşamaya geldiği’ biçimindeki bilgiler kamuoyuna bir şekilde yansıyor. Bir yandan Kürtlerin varlığının kabul edilmesinden, çözüm arayışlarından bahsedilirken diğer yandan sorunun gerçek tarafını kuşatma ve kıskaca alma girişimleri, Irak sınırına yığınak,alan taraması ve daha güvenlikli karakollar yapımı olanca hızıyla sürüyor. TSK’ye sınır ötesi hareket izne veren tezkerenin meclisten geçmesi, barışçı/demokratik çözüm konusundaki gerçek niyeti ciddi biçimde tartışılır kılıyor.
Anlaşıldığı kadarıyla, küçük ve orta ölçekli operasyonlar ve nokta vuruşları eşliğinde, kuşatma ve kıskaç üzerinden kademeli olarak geliştirilen yüksek düzeyli bir askeri/stratejik konsept Kandil’in tepesinde ‘Demoklesin kılıcı’ gibi tutma biçimdeki güvenlik siyaseti ile seçime kadar olan süreç kotarılmaya çalışılıyor.
Bu noktada diyeceğimiz Kürt sorununa barışçı ve demokratik çözüm zeminin geliştirilmeye çalışıldığı bir aşamada, her daim toplumu kan ve gözyaşına boğmaya elverişli tehlikeli bir siyaseti geliştirmek akla, mantığa ve bu memleketin insanına ziyandır.
KCK davası, işte böylesine özel önemde kritik sürece tekabül eden bir ayda görülecek… Sürecin olumlu olumsuz tüm eğilimlerinin kamuoyunun gündemine taşındığı, çözüm kisvesi ardında sürdürülen operasyon siyasetinin deşifre edildiği, savaş yanlılarının yargılandığı bir dava olacağı duygu ve düşüncesiyle…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder