22 Ekim 2010 Cuma
“ORTADOĞU GEBE”
Mihrac Ural
Yeni yayım tarihi 16 Ekim 2010
Makalemin konusu Lübnan’da tırmanan gerginlik olacaktı. Ancak Ortadoğu'da hızlı gelişmeler peydahlandı. İlk gözlemler itibariyle gelişmeler, Ortadoğu'da önemli bir sürecin açılacağı izlenimi bırakıyor.
Lübnan, Suriye, İran, Irak ve Türkiye sahasında olağan üstü hareketli bir dönem diplomasi ataklarıyla açıldı. Bu dönemin Ortadoğu için yansıttığı gerçekler, hamilelik döneminin sancıları gibidir. Bu nedenle Ortadoğu gebedir demek yanlış olmayacaktır.
Gelişmeleri bölgemizin her iki yakası açısından tek tek ele aldığımızda şunları görüyoruz.
BÖLGEMİZİN BATI YAKASI
Tarihçe
Bu günün Lübnan gerginliği, kökleri Lübnan Başbakanı Refik El Hariri'nin öldürülmesine kadar gider. Kendi iç özgünlüğü itibariyle sorunun başlangıcı 14 Şubat 2005’tir. Olayı daha gerilere götürmek mümkün, o da Afganistan, Irak işgaline ve bunlara yol açtığı iddiasında olunan 11 Eylül 2001olaylarına kadar uzatılabilir.
Ancak bu tarihlerin alt dokuları, ABD ve İsrail’in bölge ve dünya üzerinde geliştirdikleri çıkar stratejilerinin bir sonucu olan, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak tanımlanmalıdır. BOP bölgemizin son on yıllık tarihinin anlaşılmasında her olayı yerli yerine oturtacak bir veridir.
Bu satırların yazarı, komplocu teorilere asla önem vermez. Aklı körelten, basite kaçan, derinliği olmayan, iddialara sığınan komplo teorilerini kısır görür.
Ancak olaylara, vardıkları son yerleri itibariyle baktığımızda, karşımızı çıkan tablo irili ufaklı her ilişkinin birbirine eklemlenmiş olduğunu görmek zor değil. Böylesine bir ağ, önceden kurgulanmış gibi gelebilir, komplo iddiaları da buna dayanır. Oysa birbiriyle ilgisiz onlarca irili ufaklı karmaşık ilişki, sürecin kendi çarkları arasında sonuçta çıkan tabloyu oluşturmak için biçimlenmiştir. Böylesi bir karmaşayı, tanrısal güçler bile önceden organize etme şansına sahip değildir.
Zaman ve mekana daha çok etken olan güçlerin provokasyonlarını hesaba katarak, olası her türden sonucu kendi lehlerine çevirebilme kabiliyetleriyle, ortaya çıkan sonucu kullanabilmeleri, komplo teorilerini güçlendirse de; her olay kendi iç dinamikleriyle var olur ve o dinamiklerle belli bir yere kadar gelişir.
Lübnan’daki gelişmelere de bu açıdan bakılmalıdır. Gelişmelerin dinamikleri yerli yerine oturtularak, bilinmezlerin nedeni ve el altındaki uzantılarını algılamak gerekir.
ABD bölgemiz açısından 21. Yy. stratejisini New Con denilen yeni liberalle oluşturdu. İlginç bir tesadüfle bu ekip Pentagon’un, CIA’nin ve stratejik araştırma enstitülerinin gediklisi Yahudi unsurlardan oluşmaktadır. Yahudi lobisinin bilinen etkinliğiyle de bölgenin BOP etrafında yeniden düzenlenmesi, İsrail’in çıkarlarını temel almıştır. Kimisi buna Avangelist Protestan inanç dokularının bilinçaltında yatan İsrail’i koruma algıları diyebilir, kimisi yalın bir ekonomik, askeri politik çıkar olarak bakabilir, ancak sonuç değişmez; bölgemiz üzerine ABD kaynaklı her türden plan, öncelikli olarak İsrail çıkarlarını korumaktadır.
Bu tabloyu yıllar önce yazdığım bir makalede şöyle dile getirmiştim.
Global devlet terörü, dolaysız olarak dünya ölçeğinde ABD tarafından temsil edilip yürütülmektedir. Bu terör şirketinin bölgemizdeki pazarlamacısı ise İsrail devletidir. Öyle ki, İsrail bugün insanlığın ezici çoğunluğunun bilince çıkartarak açığa vurduğu gibi, dünya istikrarını tehlikeye düşüren bir numaralı ülke konumundadır. Bu iki ülke arasındaki terör üretim birliği, ABD’de yeni muhafazakarların (neo-con) Yahudi kökenli şahinler ekibiyle iktidar olmasından sonra, çok ilkel bir mistik dini kader ve değer birliği etrafında hedef birliği haline dönüşmüştür.
Cumhuriyetçisiyle, demokratıyla ABD yönetimleri, İsrail’i stratejik bir ortak olarak görür. ABD yönetiminde dizginleri eline alan şahinler ekibinin temel kadrolarının Yahudi kökenli olması, Maliye Bakanı ve ABD Merkez Bankası Başkanının da ayni kökenden olması ve dev medya tröstlerini elinde tutanların da aynı soydan gelmesini bir arada irdelediğimizde bu ortaklığın gücü daha iyi anlaşılmış olur. 1996’da hüküm süren azılı terörist Bünyamin Netanyahu hükümetine stratejik planlar hazırlayan D. Feith, Karanlıklar Prensi R. Perle, P. Wolfowitzz, E. Abrams gibi Afganistan ve Irak işgalinin planlayıcılarının, aynı planları Bush yönetiminin 2003 ABD stratejik planları olarak kabul ettirmesi, bu dayanışmanın ne tür boyutlar aldığını anlamamıza yardımcı olacak mahiyettedir. Ayrıca, Neo Conlar bu ortaklığı tanrısal bir vahinin mutlak yasası olarak bir üst boyutta algılar. Hıristiyan olarak yeniden doğan, hidayete eren ABD Başkanı Bush kendisini (bu tanımlama gençliğine her türden yanlışı yapıp tövbe eden, kiliseye kendini adayanlar için kullanılır), kutsal kitabın ilkel yorumlarından bir türünün gereği ve mensup olduğu Avangelik mezhebi inancına göre, Mesih’in zuhur edeceği çağın başlaması için gerekli olan Tevrat’ın “Büyük İsrail” ütopyasını gerçekleştirecek tanrıdan vahi almış misyon adamı olarak görmektedir.
Bu ilahi hak gereği de ABD ve İsrail’in çıkarları ile Batı değerleri arasında bir çelişki kalmadığı söylenerek, insanlığa karşı işlenecek her türden suçun (siz bunu terör olarak okuyun) mubah olduğu, suçlanamayacağı belirtiliyor. Böylece Irak halkı istemese de devletleri yıkılıp toprakları işgal edilerek insanları her gün onlarca katledilerek, “demokrasi” götürülmesi hak yolunda bir çaba olarak görülür.”
ABD, Afganistan’dan Kafkaslara, İran’dan Irak’a, Suriye’den Lübnan’a, Akdeniz’e uzanan bir güzergah üzerinde yaşamsal enerji kaynakları ve yollarını koruyup elde tutmak amacıyla bölgeye, tarihin en büyük bölgesel askeri operasyonlarına girişti. 11 Eylül 2001 olayları bunun için bir işaretti. Tek kutuplu dünyada ABD 1000 yıllık bir imparatorluk hevesiyle sürece girdi. Roma’nın 21. Yy. versiyonu kurgulanmıştı. Soğuk savaş bitmiş, önü alınmaz yükselişini, dünya güçler dengesini yeniden düzenlemek üzere kullanmaya yönelen ABD, gerçeklerin acımasız girdaplarını hesaba katmamış gibiydi; böylesi bir girişimin, en büyük mali kaynakları, lojistik olanakları, en üstün teknoloji ve silahları öğüten bir anafor olduğunu sonra anlayacaktı.
Tarihin en güçlü imparatorlukları bu dengeyi oturtamama sonucu yıkılmıştı.
Önceki makalelerimden birinde bu durumu şöyle özetledim.
“Her yükselişin düşüşü yaklaşık aynı nedenlerle ABD için de gerçek oldu. Askeri işgal yaygınlığının emdiği sonsuz olanaklar, yanlış mali politikaların geri dönmeyen kredileri ve patlak veren ekonomik krizlerle Bush dönemi kapanırken tek kutuplu dünya; çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde kutupsuz bir güç dengesine gelip dayanmıştır.” (Mihrac Ural, “Kutupsuz Dünya” bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
b.) Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)
Bu kısa ön bilgilerden sonra konumuzun mihverinde duran Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) dönerek, Lübnan gerginliğini de açıklamak üzere, Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi üzerinde durabiliriz.
Tel Amrana anlaşmalarından bu yana, bölge zenginliklerini paylaşmak üzere yapılan iç ve dış müdahaleler bölgemizi hiçbir zaman istikra kavuşturamamıştır.
En istikrarlı diye bilenen 400 yıllık Osmanlı dönemi bile, iç fetih politikalarının basıncı altında ezilmiştir. Osmanlının son 200 yılında Kavalalıların Osmanlı Sultanlarına karşı baş kaldırışıyla bölge kesilmeyen bir savaş ortamına düşmüştür.
Bölgemiz bu gün dahi, I. Dünya savaşının kapanmamış toprak, su, güvenlik dosyalarının esiri bir gerginlik içindedir.
1948 tarihi itibariyle ilan edilen İsrail devletinin açtığı ve dayattığı baskılar, savaşlar, acımasız bir ölüm denklemi, göç ve kırımı getirmiştir. Yarım asırdır süren bu gerginlik bu gün bölgenin olduğu kadar dünya barışının da temel sorunudur.
Bölgeyi yeniden düzenlemek isteyen güçler, iki kutuplu soğuk savaş döneminden, tek kutuplu dünya sürecine girilmesiyle birlikte (1990 sonrası) yenilenen stratejilere bağlı olarak savaşların gölgesi altında kan kaybına maruz kalmıştır.
ABD-İsrail merkezli yeniden şekillendirme girişimleri, Afganistan (7 Ekim 2001) ve Irak (19 Mart 2003) işgaliyle birlikte fiili bir savaş alanı haline getirilmiştir. Barış her defasında komik denilecek kadar sahte ve kof iddialarla katledilmiştir.
Ancak bu açık işgal girişimleri söz konusu enerji güzergahının iki ucunu bir araya getirmeyi başaramamıştır. Bu başarısızlık yeni dengesizlikler ve yeni kırımlarla at başı sürmüştür. Bir uçta gösterilen askeri üstünlük son uçta ikame edilemeyince, iki ipin ucu bir araya gelememiş kanlar boşuna akmıştır; iki ucu bir araya da gelse bu kanın durma şansının olmayacağı ise ayrıca belirtilmelidir.
Bu yanıyla, Lübnan halkası kırılamayan stratejilerin bir ayağı aksak kalıyordu. Oysa tüm planlar ilk halka olan Afganistan sonrası son halka olan Lübnan’ın düşmesi üzerine kurgulanmıştı. Açık denizlere bağlı olan bu son halkanın kırılmasıyla aradaki tüm halkaların koparılması mümkün olacağı düşünülmüştü. Arada kalan Suriye ve İran bir biçimde çökertilerek bu alan temizlenmiş olacaktı; temizlik ise bu ülkelerin parçalanmasıyla tamamlanacaktı. BOP bu amacın planıydı.
Soğuk savaş döneminden itibaren 1958 ve 1975 Lübnan iç savaşından beklenen tastamam bu olmuştur. Bu yönde Filistin sorunu üzerine oynanan oyunlar, Lübnan’daki casus şebekelerinin akıl almaz boyutta çoğalması, Lübnan’ın kuruluşundan itibaren oynanan, azınlığının çoğunluğu ezeceği tarzda güçlendirilmesi düşüncesi bu sürecin bir parçası olarak gündeme gelmiştir. Ancak buna karşı direniş hiç kesilmeden devam etmiştir. Bu direnişin merkezinde de Sünni mezhep topluluklarının merkezi bir rol oynadığı görülmüştür.
Makalemin konusunu daha sağlıklı algılamak için Sünni mezhep topluluklarının direnme duruşlarını teslim etmek gerek.
Direnişte Sünnilerin konumu
Bölgemizin bu güne taşınan karmaşası: 1. Dünya savaşı ardından, galip devletlerin Ortadoğu’yu 16 Mayıs 1916’da Seykes-Picot Anlaşması, Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Bildirgesi ve Milletler Cemiyeti Yasası’nın 22. Maddesiyle öngörülen ve 28 Haziran 1919’da kurulan “Mandat” sistemi gereğince; Fransızlarla İngilizler arasında, iki bölgeye bölünüp (Fransızlara; Suriye, Kilikya ve Lübnan A bölgesi ve İngilizlere Filistin, Ürdün ve Irak B bölgesi olarak) 25 Nisan 1920 San Remo Anlaşmasıyla karara bağlanan manda altına almasıyla başlar.
Bu dayatmaya karşı direnişi, öncelikle Sünni mezhep inancında olan halk kitleleri örgütler. Osmanlıya karşı ayaklanan Mekke Şerif Hüseyin hareketi, Fransızlara karşı Suriye’de Yusuf El Azım önderliğindeki Şam merkezli direnme, İbrahim Hananu önderliğindeki Halep merkezli direnme, İngilizlere karşı 1930’lu yıllarda Filistin’de Şeyh İzzeddin El Kassam önderliğinde yükselen direnme, içinde Sünni inanç topluluğunun ağırlıklı olarak yer aldığı direnmelerdir (aynı dönemde Suriye’de, Şam ve güney illeri merkezli Dürzi lider Sultan Paşa El Atraş, Lazkiye ve sahil bölgesinde Alevi lider Şeyh Salih El Ali, Antakya-İskenderun merkezli Uruba Hareketi, Alevi kökenli laik lider Zeki El Arsuzi önderliğinde Fransızlara karşı direniş yükseltilmiştir).
Sünni direnme geleneği, Filistin direnişinde 1960’lı yıllarla devam etmiştir. Yaser Arafat’la birlikte bu gelenek Sünni ağırlıklı olmaya devam etmiştir. Tüm Filistin kurtuluş örgütleri Sünni kitle tabanı üzerinde yükselmiştir; Hamas, Cihad El İslami v.d aynı kapsamdadır. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Demokratik Cephe liderliğinde George Habbaş, Naif Havatme gibi Hıristiyan liderler olsa da gerçek budur.
Lübnan tarihinin her kesitinde direnme güçlerinin yoğunluğu yine Sünni mezhep topluluğunda ifadesini bulur. Anti-emperyalist Arap ulusalcı direniş hareketlerinin teorik ve pratik etkinliğinin merkezi Beyrut’tur; çeyrek asırdan bu yana da Şii mezhep inancından kitlelerin ve siyasal temsilcilerinin de direniş hattında etkin ve öncü bir rol oynamaya başlamıştır.
Sünni inanç topluluklarının direnme geleneğinin 1400 yıllık bir tarihi vardır. Bölgenin karmaşık din ve mezhep dokusunun İslam yayılmacılığıyla yüz yüze gelmesi bunun temellerinden biridir. Ancak bu tarihi çizgi Irak işgaliyle birlikte alt üst edilmek istendi, kimyaları bozudu.
Bu amaçla ilk adımlar, yükselen İran etkinliğinin önünü kesmek üzere ortaya atılan “Şii Atom bombası”yla atıldı. Bu söylence ABD ve İsrail’in provokasyon üretim atölyeleri olan stratejik araştırma merkezlerinde üretilmiştir. Gerici Suudi Arabistan ve Mısır kanalıyla desteklenmiş, Ürdün’ün çapsız kralı II. Abdullah’ın ağzından görücüye çıkmıştır. “Şii İran atom bombası, İsrail’in nükleer gücünden, nötron bombasından ve atom bombası stoklarından daha tehlikelidir” propagandası Sünni inanç topluluğunun direnme hattındaki konumunu kırmak için aralıksız bir çabayla piyasaya sürülmüştür.
Afganistan’ın ardından Irak’ın işgal edilmesi Sünni mezhep üzerindeki oyunların daha da bir yoğunlaşmasını gündeme getirdi. Özellikle Irak işgaline karşı direnişi, Irak El Kaide örgütünün oldukça radikal bir tarzda sürdürmesi bunu öncelikli kılmıştır. Bölgenin ve İslam aleminin ağırlıklı mezhebi olan Sünnilik, bu önemi arttıran bir etkendi.
Büyük Ortadoğu Projesinin, Sünni çoğunluğun kazanılmadan başarı şansı olamazdı. Özellikle, Sovyetlerin dağılmasından sonra öksüz ve köksüz kalan laik siyasal hareketler (Baasçı iktidarlar dahil) bunu daha da önemli kılıyordu.
Irak nüfusunun çoğunluğu Şii’dir, ancak iktidar Sünni azınlığa dayanıyordu. Şiilik üzerinde İran’ın etkisi açıktır (Vilayet el fakih anlamında olmasa da). Şii çoğunluk Saddam diktatörlüğünden kurtuluyordu ancak bu, ABD’ye verilecek kredinin sınırı olmadığı anlamına da gelmiyordu. Bu ilişkide, her an ani kırılmalar söz konusu olabilirdi. Ani kırılmalar ABD’nin bölgedeki askeri varlığını riske sokacak düzeyde tehlikeli bir gelişmedir. Bu nedenle ABD, bölge politikasında Afganistan’dan Lübnan’a uzanan ipin iki ucunu birleştirme çabasını hissettirirken, Lübnan halkası bu açıdan büyük öneme sahipti. “Suriye’ye bir biçimde diz çökertmek ya da sıkıştırarak sonuç almak zor olmayacak”, İran'la hesaplaşma ise bu planın son halkası olarak, ağır ateşte pişmeye terk edilecekti.
Hariri Suikastı
Bu stratejilerin ışığında BOP düzenlenişi istenilen hızda gitmiyordu. Suriye bir türlü dize gelmiyor, Irak’ta Sünni direniş yaygınlaşarak Arap alemini etkisi altına alıyordu; akın akın Arap gençleri direnişe katılmak için Irak’a her yoldan girmeye çaba gösteriyorlardı.
İşte tam da bu süreçte yaratıcı anarşinin tipik girişimlerinden biri daha sahnelendi. Suudi Arabistan’ın göz bebeği, Sünni cemaatin dünyaca ünlü ve dünyanın en zengin insanlarından biri olan Lübnan Başbakanı Refik El Hariri bir suikastla katledildi (14 Şubat 2005). Akıl muhakemesiyle ölçülebilecek hiç bir husumete sahip olmayan, ne siyasi ne mali herhangi bir gerekçenin de ortada olmadığı normal bir siyasal ortamda suikasta uğradı, parçalanıp yanarak feci şekilde katledildi.
Lübnan bir anda karışmaya başladı. Mezhepler arası iç savaşın eşiğine geldi. Büyük bir propaganda mekanizmasıyla suçlu olarak Suriye gösterildi. Lübnan sokaklardaydı, küçük bir kıvılcım iç savaş için yeterliydi. Ancak Hariri’yi katledenler iç savaşı değil, karışıklığı, sürekli gerginliği, safların yeniden düzenlenişini ve iktidarda karar sahibi güçleri istiyorlardı. Bu gerçekleşti.
Lübnan’da süreç bu yönde gelişirken Birleşmiş Milletler de ABD kuklası kararlarıyla ateşe benzin döküyordu. Tarihte eşi olmayan, kişiye mahsus, Uluslararası Cinayet Mahkemesi BM Güvenlik Konseyi Kararıyla kuruluyordu. Lübnan yaratıcı anarşinin pençesine takılmış can çekişirken, dünyanın Siyonist medyası Suriye’ye katil diye işaret ediyordu. Bir taşla bir dizi kuş böylece vurulmuştu.
BOP onlarca alternatifiyle bölgede istediği sonuca ulaşmak için faaliyet içindeydi. Bu amaçla uydurma şahitlerle, görgü tanıkları üretimi başlamıştı. Yalanlarla oluşturulan iddialar, soruşturma savcılarının taraflı siyasal duruşlarıyla “yaratıcı anarşi” hedefine hızla ilerliyordu.
Lübnan istenilen yere getirilmiş, sıra Suriye’deydi. Ya işgal edilecek ya da kuşatıp çökertilerek teslim alınacaktı. Direnme güçlerinin tek devlet dayanağı olan Suriye, son anlarını yaşar hale gelmişti (2005-2006 yılları bölgenin kader yılları gibiydi).
Lübnan’da siyasal dokunun kimyası bozulmuş, saflar yeniden şekilleniyordu. Eski ilericiler ABD’nin yanında yer almak için sıraya dizilmişti. Dürzü İlerici Sosyalist Partisi tarihi boyunca oynadığı yurtsever rolü terk ederek, ABD politikalarının militanı olduğunu açıklarken, Dürzi lider Velid Canbolat; “Çağ değişti. Sürece karşı olmak değil, sürecin yanında yer almak gerekir” diyerek “U dönüşü” yapıyordu. ABD yanlısı tutuma geçişi ve bunu tantanalı bir tarzda eski düşmanlarıyla barışarak yapması ise, Lübnan’da olduğu kadar bölgedeki değişikliklerin de ne ölçüde sarsıcı olduğuna bir işaretti.
Aynı kesitte, Filistin direnme hareketleri üzerinde akıl almaz oyunlar dayatılıyordu. Filistin direnişinin ünlü liderleri sığınabilecekleri ülke bulamıyordu; Suriye sırf bu yüzden, “terör örgütlerinin sığınağıdır” diye, sorun üzerine sorunla yüz yüze kalıyordu. Bu satırların yazarı bu dönemi tüm ayrıntılarıyla birebir yaşadı; direnme güçleri son nefesini veriyor gibiydi, tarihler ve tarihin büyük olayları bile zıvanadan çıkmış algılarla yeniden yazılıyordu.
Bütün bu gelişmelere rağmen ABD ve İsrail’in beklediği çöküş gerçekleşmiyordu. Direnme güçleri, sinir sistemi öylesine güçlü ve öylesine büyük bir sabır ve genişlikle gelişen olaylara karşı duruş sergiliyordu ki, çıkarlarıyla ilgili acelesi olanlar yorulmaya, sinirleri dağılmaya, şaşkın ve abartılı girişimlere doğru yuvarlanmaya mahkum oluyorlardı.
Hariri’nin katli ABD ve İsrail için çok şey vermişti ama, beklenen çöküşü getirmemişti.
Acelesi olanlar bu gidişin yetersiz olduğuna, sonuç almak için her şeyiyle hazır olan bir savaşın göze alınması gerektiğine karar veriyorlardı. ABD, insanlık tarihinin en gelişmiş askeri aparatı ve 500 000 askeriyle, bölgenin tüm ülkelerine komşu olmuştu.
Görev İsrail’indi. Bunun için tüm hazırlıklar bir savaşa endekslendi. Savaş tarihi 2006 Eylül. Tarihi bu kadar kesin şekilde önceden belli edilen bir savaş kapıdaydı. Basına sızan, açıklamalarda yer alan, tehditlerle ortamı hazırlanan bu savaş, bölgedeki en önemli direnme güçlerini ve destekçilerini ezmek için verilecekti.
Bu savaş için gizli açık büyük bir hazırlık yapıldı. İsrail Güney Lübnan’daki direniş hareketi Hizbullah’a karşı büyük bir saldırı yapacak, Lübnan işgal edilecek, Filistin direnme örgütleri dahil tüm ilerici güçler teslim alınacaktı. Suriye müdahale ederse askeri olarak vurulacak, müdahale etmese preslenip çökertilecekti. 10 günlük bir savaş tasarlanmış, yapılacaklar da basına sızdırılıyordu; kimlerin nasıl tutuklanacağı, esir kamplarının nerelere oluşturulacağı bile plan dahilindeydi.
12 Temmuz 2006 savaşı
Bölge patlak verecek savaşı bekliyordu, üstelik tarihi belliydi.
Ancak, bir sürpriz oldu.
Lübnan direnme gücü Hizbullah, İsrail’e karşı yaptığı operasyonda sınır boyu dolaşan bir askeri devriyeyi vurdu, ölü ve yaralı vardı. Üstelik 2 asker de esir alınıp getirilmişti.
Bu askeri girişimler yeni değildi sık sık tekrar eden bir durumdu. Hizbullah, İsrail’in elindeki eski yeni tüm esirleri geri istiyor ve bunun tek yolunun da esir aldığı İsrailli askerlerle yapılacak mübadele olduğunu biliyordu. Nitekim ilk açıklamaları da bu yönde ilan edilmişti; “İsrail elindeki tüm Arap esirlerini ve Filistin halkı için mücadelede esir düşmüş tutsakları, 2 İsrail askeri karşılığında mübadele ederek serbest bırakılmalıdır!“ diyordu.
Direniş hareketinin mücadele sürecinde on yıllardır bu tür girişimler ve mübadeleler olmuştu. Ancak bu eylem, İsrail için beklenen bir fırsat olarak görüldü; birkaç saat içinde toplanan İsrail Hükümet kabinesi savaş kararı aldı. ABD, diğer Batılı ülkeler ve özellikle gerici Arap ülkeleri bu süreci ciddi bir halka olarak değerlendirdiler. BOP kadar, bölgede bin bir çıkar ilişkisi içinde sonuç almayı bekleyen çevreler, İsrail’i tarihinin en büyük hatasını işlemeye doğru sürüklüyordu.
Savaş Eylül yerine, 12 Temmuz 2006'da patlak verdi. Bir kader savaşı başlamıştı.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, savaşın ilk günlerinde Fuat Senyora Başkanlığındaki Lübnan hükümetine destek ziyareti yapar. Hükümet ve yandaşı diğer sağcı liderleri toplar ve bu savaşın en fazla 10 gün süreceğini, büyük esir kitlelerinin alınacağını, bu yönde hazırlıkların yapılması gerektiğini dile getirip, ortak kararlara varırlar. Dünyanın acayiplikler harikası bir ülke olan Lübnan, savaş halindeyken bile düşman güçlerle ortak kararlar alabilen bir hükümetle idare ediliyordu.
Buna rağmen, savaş 10 günde bitmedi, uzadıkça uzadı. İsrail bir adım ileri gidemiyordu. 1982 Haziran savaşında bir hafta içinde Başkent Beyrut’u bile kuşatan İsrail, artık tarih olmuştu. Direnme güçlerinin gerilla savaşı karşısında, dünyanın en güçlü 4. Ordusu olarak bilenen, yenilmezliğiyle de dehşet salan İsrail ordusu ağır darbeler alıyor ve kaçmak zorunda kalıyordu. TV görüntülerinde İsrail askerlerinin perişan halleriyle kaçışı bölge halklarına büyük moral veriyordu. Özellikle, savaşın en kızgın dönemlerinde Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah’ın TV konuşması anında “dönün denize bakın” demesi üzerine, halkın sokaklara dökülüp ya da pencerelerinden uzanarak denize bakması ve ateşler içinde yanan İsrail zırhlısını görmesi olayı, bu bölgede artık çok şeyin değiştiğine, BOP’un mezarının kazılmakta olduğu ve değişimin halklardan yana, özgürlükten yana olacağına bir işaretti.
Savaş 33 gün sürdü. İsrail yenilmişti. Savaş programının hiç bir unsuru gerçekleşmemişti. 2 esir askeri kurtarma bahanesi, Lübnan’ın 1000 üzerinde ölü 4000 yaralı, 6 milyar doları aşkın alt ve üst yapı tahribine yol açmıştı (ayrıntılı bilanço için. Bkz. http://www.blogger.com/layout?blogID=2758419957223326111 )
İsrail, BM dahil ABD, Batılı ülkeler ve Arap gericiliğiyle birlikte bir insanlık suçu işlemişti. Bunun karşılığında hiçbir şey elde edememişti. Tersine, BOP’un ölümü ilan edilerek yaşanılanlar, bölge halklarının çıkarları için yeni bir dönemin açıldığına işaret ediyordu.
Bu savaşın sonuçları bu güne kadar devam eden ve daha da ileri tarihlerde etkisi olacak bir savaştı. İsrail’in yenilebileceğine bile inanmayanlar bu sonuç karşısında direnen halkın hak kazanımında her zaman güçlü olduğunu görüyorlardı. Bin kez galip gelse de son galibiyeti kazanamayacak olan İsrail, ilk yenilgisi son yenilgi olacak bir riske giriyordu. Bu ilk adım da İsrail’i ve gelecek projelerini alt üst eden bir gelişmeydi. Batılı ülkeler dehşet içindeydi.
İsrail artık yenilmez bir güç değildi. Disiplinli bir gerilla örgütü bu kıyım devleti ve ordusunu durdurup, yenilgiye uğratılabilirdi. 50 yıldır her savaşta yenilen Arap insanı için bu kazanım tarihi bir adımdı.
Bu savaş, bölge üzerine yazdığım tüm makalelerde bir milat olarak belirtilir. Bıktırıcı tarzda üzerinde durmamın nedeni de budur. Bölgenin çağdaş tarihindeki en büyük dönüşümün bu tarihle birlikte başladığını vurgulamayı, önemli bir mesaj olarak görüyorum.
12 Temmuz savaşı ve sonuçları, bölgemizin hak sahiplerine ve direnme güçlerine inanılmaz bir moral vermiştir. Zalimle mazlum, haklıyla haksız açıkça birbirinden ayrılmakla kalmamış, mazlumun zafer kazanabileceği ortaya çıkmıştır. Bu savaşta siyasi geleceklerini direnme güçlerinin yok olacağına endeksleyenler yenilgiye uğramıştır.
BOP işte bu savaşta musalla taşına bir mevta olarak konmuştur. BOP, halkın direniş güçleri tarafından yerle bir edilirken, devletlerin açık meydan savaşlarında başaramadıklarını, direnme güçleri 33 günde başarmıştır. Dünyanın en büyük lojistik desteğini açık çek olarak İsrail’e sunan Batı emperyalizmi, bu savaşta dizleri üzerine çökmüştür; bu gerçeği, yaşanılan tüm gelişmeler teyit eder.
Hariri mahkemesi kapanı
Hariri suikastı bir yaratıcı anarşi ürünüydü. ABD-İsrail tezgahıydı. BM Güvenlik Konseyince kurulan, Hariri'nin katliyle ilgili Uluslararası Cinayet Mahkemesi de bu zincirin bir halkasıdır. Bu senaryolar çok önceden komplocu mantıkla kurgulanmamıştır, ancak gelişmelerin gereksindiği her kirlilik yapılarak buraya ulaştırılmıştır.
BOP projesinin çöküşüyle; mahkeme süreci, ABD'yle İsrail'in elinde bölgedeki müdahaleler ve dayatmalar için tek araç haline gelmiştir. Kişiye özel dünyada ilk kez kurulan bu mahkemeden sonuç alma adına çırpınışlar sonuna kadar devam edecekti. Yalancı şahitler vakası da buna dahil, her yol mubahtı.
Yerden biter gibi “görgü tanıkları”, “olay şahitleri” çıkmıştı. Aynı merkezden, tam bir organize olarak üretilip desteklenen yalancı şahitler, yıkıcı ifadeler veriyor, hayatını İsrail’e karşı direnmekle mücadelede geçiren yüksek rütbeli subayların tutuklanmasına yol açıyordu. Bu mahkemenin savcıları, ABD yanlısı güçlerle, hatta sağcı basın mensuplarıyla oturup olası senaryolar üzerinde de çalışarak boşlukları doldurmaya uğraşıyor, yalancı şahitler de bu noktada birer joker olarak kullanılıyordu.
Lübnan Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı Rimon Azar, Lübnan Devlet Güvenlik Şubesi Başkanı Tüm General Cemil El Seyyid, Cumhurbaşkanı Muhafız Alayı Komutanı Tüm General Mustafa Hamdan, Emniyet Genel Müdürü Tüm General Ali El Hac yıllar süren haksız bir tutukluluk altında eziliyorlardı.
Ancak, bu haksız tutuklamanın 4 yıl sürmesine karşın ortalıkta ne bir suçlama ne de bununla ilgili bir iddianame oluşturulabiliyordu. Yeni veriler ortaya çıktıkça da, generallerin suçsuzluğu daha net olarak beliriyordu. Ortaya çıkan kanıtların artışıyla, cürüm işareti ABD ve İsrail’i göstermeye başlıyordu.
Yalancı şahitler üzerine kurgulanan mahkeme, iddianamesini hazırlarken servis ettiği haberler İsrail Genelkurmay Başkanı Eşkinazi’nin ağzından basına yansır ve buna Lübnanlı sağ güçlerden gelen sızıntılar da eklenince, bu mahkemenin, yargı adaletinden çok siyasi bir hasım mahkemesine dönüştüğü ortaya çıkıyordu. Mahkeme şüpheliydi, yargısı siyasiydi bu nedenle adaletli olmayacaktı. Özellikle sızan haberlerde kah Suriye’nin kah Hizbullah’ın suçlanacağının duyurulması bardağı taşıran son damla oluyordu; iddianamesini ilgisiz olanların açıkladığı bir mahkemenin güvenilir olması mümkün değildi.
Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah, bu gidişe son noktayı koydu. Yaptığı basın açıklamasında, gizli bilgileri, İsrail’in Lübnan üzerinde binlerce kez keşif yapan uçuşlarını ve bunlardan elde edilen fotoğraflarla Hariri’nin geçtiği yol güzergahları ve evinin gözlendiğine elindeki belgelerle dikkat çekti. İşaretler artık İsrail’i gösteriyordu.
Lübnan şu sıralar bu konunun gerginliği içinde. Mahkeme, 2010 Eylül’ünde açıklayacağını söylediği iddianameyi bir türlü açıklamıyordu. Gündemdeki her değişimin, siyasallaşmış mahkemenin iddianamesine de o ölçekte yansıyacağı açıktı. Bu bile başlı başına mahkemenin alacağı olası bir kararın, siyasi bir karar olacağı şüphesini artırıyordu.
Lübnan yine gergin yine çatışmanın ucunda yaşamaya yönelmişti.
Gerginlik Nereye Gidiyor ?
1975 İç savaşını sona erdirmek üzere Suudi Arabistan’ın Taif kentinde toplanan Lübnan konferansı 22 gün süren “Taif Anlaşması”yla son bulur (22 Ekim 1989).
Bu anlaşma, hala yürürlükte olan Lübnan iç barış anlaşması olarak kabul edilir.
Taif Anlaşmasına göre; Sünni topluluğa Başbakanlık, Şiilere Meclis Başkanlığı ve Maruni Hıristiyanlara da Cumhurbaşkanlığıyla, Genelkurmay Başkanlığı verilmiştir. Genel Kurmayın Başkan yardımcılığı Dürzülere, Meclis Başkan yardımcılığı ise Hıristiyan Ortodokslara verilmiştir. Diğer topluluklara da devletin yüksek kademelerinde değişik görevler belirlenmiş. Parlamentoyu oluşturan 128 milletvekili eşit olarak ikiye bölünüp Hıristiyan ve Müslüman meclis üyeleri olarak, her dinin kendi iç bölümlenmesinde de belli oranlarla dağılım yapılmıştır.
Bu ön bilgilerden sonra, Başbakanlığın Sünnilerde olduğu, ancak bunların da ikiye bölündüğü, (sağcı Sünniler ve direnme yanlısı yurtsever Sünniler olarak) Başbakanlıkta çoğunluk azınlık durumuna göre yer aldıklarını belirtmek gerek.
Hariri’nin ölümü ardından Sünni çoğunluğu Suudi Arabistan, Mısır ve ABD yanlısı bir tutum içinde oldular. Bu tutumlarının gerekçelerini 12 Temmuz savaşı öncesi ve sonrasında da sürdürme noktasında kararlı görüldüler.
Bu yönde, direnme güçlerine karşı hükümetin aldığı tutumlar öylesi boyutlara ulaşır hale geliyordu ki, İsrail savaşta kazanamadığı mevzileri Lübnan hükümeti eliyle kazanabilir oldu.
Mayıs 2008 ayı ilk haftasında Fuat Senyora Başbakanlığındaki Lübnan Hükümeti, ülkenin tüm telefon bağlantıları için yeni bir düzenlemeye girişir. ABD’nin isteği üzerine olduğu söylenen bu düzenleme, 12 Temmuz 2006 savaşının kazanılmasında en önemli unsur olarak kabul edilen özel ağlarla döşenmiş telefon şebekesini ilga etmeyi amaçlar; Hizbullah’ın savaşı sevk ve idare etmesinde kullanılan devlet dışı özel telefon kablo ağının sökülmesi istenir.
Direnme güçleri buna şiddetle itiraz eder. Hükümet inadını sürdürünce, direnme güçleri önceden yapılan hazırlıklarla, ordunun tarafsızlığını da sağlayıp, bir gecede Beyrut ve karşı direnişin olabileceği Dürzü dağ alanlarını askeri bir operasyonla ele geçirir (7 Mayıs 2008). Velid Canbolat evinde esir alınır, silahlı korumaları kaçar, Saad El Hariri evinde zorunlu ikamete tabi kılınır, korumaları kaçar.
Lübnan, direnme güçlerinin elindedir. Ancak, direnme güçlerinin İsrail’i 2000 yılında tüm Lübnan topraklarından söküp attığı dönemde ya da 12 Temmuz 2006 savaşını kazandığı kesitte bile iktidarı tek başına alma gibi, farklılıkların hesabını yapmayan bir yanlışa düşmemişken, böylesi bir girişimde de yanlış yapmayacağı açıktı. "Lübnan kimsenin tek başına yönetemeyeceği bir ülkedir, yönetim hepimizindir" şiarıyla bunu tekrar eden direniş güçleri, bu söylemlerinin arkasında en güçlü oldukları kesitlerde de durmuş oluyordu.
Hükümet aldığı karardan dönmek zorunda kalır. Direnme güçleri bir kez daha, hem de ülkenin dengelerini bozmadan, sorunu içsel ve barışçıl yöntemle çözmeyi tercih etmiş ve kazanmıştır. Bu aynı zamanda İsrail’e ve ABD’ye de verilmiş bir mesajdı; Lübnan direnme çizgisinden koparılamaz denilmiştir.
Bu gerginlik, Katar’ın Başkenti Dovha’da sıkı pazarlıklar altında Saad el Hariri'nin Başkanlığında yeni Lübnan hükümetinin oluşmasına ve Michel Süleyman'ın Cumhurbaşkanı seçilmesine yol açar. Lübnan dengeye gelir.
Aradan geçen iki yıl Hariri mahkemesinin araştırmalarıyla ilgili önemsiz çekişmelere tanık olur. Ancak mahkemenin iddianamesiyle ilgili haber sızıntıları ortalığa servis edilince, gerginlik birkaç koldan tırmanmaya başlar.
Gerici Arap ülkeleri yine devrededir.
Suriye - Mısır - Suudi Arabistan’dan oluşan Arap üçlüsü Irak savaşıyla birlikte, farklı siyasal duruşlar nedeniyle dağılmış, 12 Temmuz savaşıyla da düşman kardeşlere dönüşmüştü. Suudi Arabistan ile Suriye, Lübnan sorunlarında ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak, arada Katar ve Kuveyt Emirinin ağırlık koymasıyla belli bir yakınlaşmaya yönelmişti. Bu yakınlaşma Lübnan siyasal literatüründe “SS” yakınlaşması olarak anılır.
Mısır ise, Arapların büyük abisi olarak bölgede yitirdiği siyasal etkinliği, kendi yöntemleriyle, kardeş ülkeleri ezerek ikame etmek ister. Ancak sonuç alamaz. Bölge halkları indinde daha çok puan kaybederek, bölge siyasetinden tamamen dışlanmakla yüz yüze kalır.
Mısır'ın bu yuvarlanışı; Lübnan’da İsrail lehine kışkırtıcı çabalara, sağcı Sünni milislere askeri eğitimler vermeye, Gazze savaşında Filistinlilere yardım götürmek isteyen Hizbullah ve Mısırlı direniş güçlerini tutuklayarak mahkemelerde yargılamaya kadar uzanır. Mısır'ın, 12 Temmuz savaşında, İsrail hükümetine “sonuna kadar savaşa devam edin, Hizbullah yok edilene kadar sizi destekliyoruz” yönünde mektuplar ilettiği deşifre edilmişti.
11 Eylül 2001 olaylarıyla birlikte bölgemizin uzun zamana dayalı dengelerinin kimyası bozulmuştur. Saflar harmanlanmış yeni güçler dengesine göre kombinezonlar oluşmuştur.
Bu süreç içinde, kimse kimsenin duruşlarını unutmamış, her şey siyasetin, toplumsal algının seri gelişen olayların arşivinde not edilmişti.
Akdenizin göğsü olan Lübnan, yüz yıllardır dış güçlerin oyun sahası olarak şerbetliydi. Her müdahil için de uygun ve yeterli potansiyellere de sahipti. Anavatanı Suriye’den uluslararası anlaşmalara tamamen aykırı biçimde koparılarak Batılı emperyalistler için bir sıçrama tahtası, ileri bir karakol işlevi görmek üzere, Hıristiyanlar için mümkün olduğunca verimli yaşam alanlarını da içine alarak konumlandırılmıştı. Lübnan devleti tarihte ilk kez böyle doğuyordu.
Bu yanlış doğum, bir o kadar haksız olunca, anavatanla ilişkilerin düzenlenmesinde sorunlar ve müdahaleler küçük kıvılcımla iç savaşa kadar gidebilir hale geliyordu. Dünyanın tüm iç savaşları yeni dengelerle sonuç alır ve toplum aynı hataya düşmeme durumuna gelir; bu iç savaşla bölünme anlamında da olsa öyledir. Bir tek Lübnan’da iç savaş kesilmeden devam eder. Bu bir kader gibidir. Nedeni de yanlış doğumdur; 1860’lı yıllardan 1958’lere ve 1975’lere uzanan iç savaşlar bunu anlatır.
Bu gün Lübnan’ın içine girdiği gerginlik, düne kadar (son 5 yıl boyunca) ABD’nin en sadık adamı olduğunu ilan eden Dürzü Lider Velid Canbolat’ın uyarılarıyla ciddi bir hal almaya başlar.
Düne kadar Suriye ve direnme güçlerinin düşmanlığını yapan Canbolat, bu kez de büyük bir U dönüşü yaparak eski saflarına döner. Suriye’yle barışır.
Canbolat, Lübnan’ın önemli siyasi liderlerinden biridir. Dürzü çoğunluğu da arkasındadır. Bu topluluk her zaman ilerici, sosyalist, direnme gücü ve İsrail karşıtı bir duruş sergiler. Ancak Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) cazibesi Canbolatları ve İlerici Sosyalist Partisinin kimyasını bozarak tarihsel duruşlarını ters yüz etmişti.
En azılı düşmanlarıyla, hatta İsrail’le kabul edilmez bir dirsek temasına kadar sürüklenmişti. 7 Mayıs 2008 tokadı, herkes gibi bu topluluk ve siyasi liderleri içinde önemli bir uyarıcı olmuştu. O gün Dağ bölgesinde (Dürzü bölgesi) direnme güçleriyle birlikte davranan devrimci Dürzüler, Canbolat’ın tüm silahlı çetelerini tasfiye ederek, esir almıştı.
Canbolat şimdi direnme saflarındadır.
İşte bu Canbolat, önemli bir ihbar yapıyordu. “Mısır yönetimi Lübnan’ı karıştırmak, Hariri çevresinden mali destekle beslenen, gerici Sünni çevrelerden toplanmış 1000 milis gücüne askeri ve gerekli diğer eğitimleri vermiştir” dedi.
Basit bir cümle değildi, ortalığı karıştıracak, gerginliğe gerginlik katacak cinsten bir ilandı.
YALANCI ŞAHİTLER, İDDİANAME, İÇ SAVAŞ
Yaratıcı anarşi Lübnan Başbakanı Refik El Hariri’yi katletti. Lübnan da karıştı. Afganistan’dan Kafkaslara, İran’dan Irak’a, Suriye’den Lübnan’a Akdenize bu alanı denetlemek isteyen ABD, en zayıf halka olarak gördüğü Lübnan’a egemen olmak istedi. Lübnan'ın mozaik dokusu, birbiriyle sürtüşmeli inanç toplulukları bunun için çok elverişliydi. Lübnan, üzerinde uzun yıllar çalışılan, kantonlara bölünme riskiyle karşı karşıya geldi. Irak işgaliyle bu amaç BOP projesiyle birleşince, İsrail için de Batının emperyalist çıkarları için de en uygun ortam yakalanmış oldu.
Ancak Lübnan çökmüyordu. Hariri suikastı da işe yaramamıştı. Bu elim suikastın bölgede halkların çıkarları lehine direnme ısrarında olan güçlerin sırtına yıkılması gerekiyordu. Direnme güçleri suçlanacak, savaşlarla baş edemedikleri bu güçleri, uluslararası kuşatma, yargılama, mahkum etme yöntemleriyle kaosa sürükleme planları yapıldı. Yalancı şahitler olayı bu kurguların en önemli ayağını oluşturdu.
Yerden çıkan mantar gibi ortaya atılan yalancı şahitler, birbiriyle açık çelişkilerin, zaman, yer ve şahısların konumu itibariyle açık yalan üzerine kurgulanmış ifadelerine rağmen, ciddiye alınmaları ve bunlara dayanarak ülkenin tüm güvenlik birimleri başkanlarının tutuklanması dikkat çekiciydi. Direnme yanlısı oldukları bilinen bu üst düzey generallerin 4 yıl tutuklu kaldıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi, Uluslararası Cinayet Mahkemesi savcılığınca serbest bırakılmaları (29 Nisan 2009); büyük bir mağduriyetin sona ermesini sağladığı gibi, Hariri suikastının siyasi bir olay olduğu gerçeğini, yargının da bu siyasi komploların bir parçası olduğunu ortaya çıkarıyordu. Bu sürede Suriye’nin de suikastla uzak yakın bir ilgisinin olmadığının da ortaya çıkması, bir kez daha Lübnan’da son 5 yıldır yaşanan kaosun BOP kaynaklı, ABD-İsrail çıkarları için düzenlenmiş bir olay olduğu gerçeğini gösteriyordu.
Hamle sırası mazlumlara gelmişti. 12 Temmuz savaşından başarıyla çıkmış olan direnme güçleri bu hamleye öncülük ettiler. Hariri mahkemesinin doğrudan doğruya ABD-İsrail kararları altında bir siyasi mahkeme olduğunu vurguladılar. Aylar önceden İsrail, ABD ve Lübnan gericiliğinin basına sızdırdığı iddianame taslakları, bir yanıyla tepkilerin haklılığını, diğer yanıyla siyasi komplolarla bir kez daha Lübnan’ın karıştırılmak istendiği gerçeğini gösteriyordu.
Ezberci şahitlerin yalanlarının tek tek ortaya çıkması, generallerin suçsuz olup bırakılmalarına, Suriye’nin olayla ilgisinin olmadığının anlaşılmasına rağmen, bu şahitlerin tutuklanmaması, bunları ortaya atanların sorgulanmaması, ülkeden ülkeye dolaştırılarak ve her gün yeni bir provokatif açıklama yapmalarına göz yumulması, bardağı taşıran son damla olmuştur.
Direnme güçleri, yalancı şahitlerin ifadeleri üzerinden oluşturulacak bir iddianamenin siyasi maksatlı olacağını ve böylesi bir iddianameyle oluşturulacak mahkemenin de adil bir yargılama yapamayacağını ilan ettiler. Mahkemeyi ve kararlarını tanımayacaklarını, İsrail ve ABD'nin güdümünde siyasi kararla bölgeyi bir kez daha karıştırmak isteyen zihniyetin, Lübnan sahasında hiçbir değeri olmayacağını açıkladılar.
Bu siyasi yargı sistemi kabul edilemezdi. Doğal olarak bu sürece bağlı olan mahkemenin mali giderlerinin karşılanmasıyla ilgili Lübnan hükümetinde de karışıklıklar birbirini takip etmeye başladı. Hükümet, bu nedenle tıkanmaya ve ülkenin diğer sorunlarıyla ilgili konularda bir karar alamayacak hale gelmiş oldu. Bin bir zorlukla Katar'ın başkenti Dovha’da oluşturulan ittifak, kıl üzerinde yürür hale geldi.
Bir kez daha iç savaş tamtamları çalmaya başladı. 7 Mayıs 2008 tokadını unutmayan sağ güçler, Mısır gibi gerici Arap ülkelerinde, kendi milislerini eğitmeye ve silahlandırmaya başladı. Her gün yeni bir basın açıklamasıyla ortalık gerildikçe gerildi. Bir kez daha Suriye ve Suudi Arabistan'ın sükunet davetiyeleri iletmesine karşın, gerginliğin hala kendini koruduğu gözlendi.
Bu satırların yazıldığı sıralarda, mazlumlar haklarını talep ederken, ülkelerinin İsrail lehine karışmaması için ellerinden gelen her dikkati gösteriyor. Özellikle dış güçler, İsrail, ABD ve Arap gericiliği akıl almaz kışkırtmalarla, Hariri mahkemesi iddianamesinden oluşturduğu sahte Demokles’in kılıcıyla tehditlerini sürdürmeye devam etmektedirler.
Bölgemizin hızla tırmanan gerginliği, Batı yakasındaki bu gelişmelerle bir arada yürüyor. Buna, Filistin-İsrail arasında 2 Eylül'den itibaren başladığı ilan edilen doğrudan görüşmelerin tıkanmasını da eklediğimizde, bölgemizin Batı yakasının geleneksel gerginlik ve ötesine geçmeye hazır olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
İran Cumhurbaşkanı Ahmedi Necat’ın 13 Ekim 2010 Çarşamba günü Lübnan’a gerçekleştireceği ziyarete muhalif olan sağcı güçlerin, gerginliği tırmandırma çabalarına alet edileceğini de ayrıca hatırlatmak gerekir.
DOĞU YAKASI
A. İRAN - IRAK
Bölgemizin Batı yakasında devam eden gerginliği, Doğu yakasının lavları üzerine soğuk suların serpilmesiyle devam etmekte.
İran’a karşı yönelen çok yönlü kuşatma ve ambargolar aşırıya gitmeyen boyutta kalırken, İran’ın barışçıl nükleer faaliyetleri geniş bir yelpazede Batılı ülkelerce hayırhah tutumlarla da olsa göz yumulmakta, Rusya federasyonu tarafından ise açıkça desteklenmeye devam ediyor.
İran bölgenin en güçlü ülkesi. Çevresiyle ilişkisi ve etkinliğiyle kolay yutulmayacak cinsten bir devlettir. 2500 yıllık tarihinde hiçbir zaman işgal edilememiş bir ülkedir. Şii inancı farzlarından biri de cihattır. Sünni İslam’da üzerinde bu ölçüde vurgulu durulmayan bu farz, Şii alemini mücadelede çok radikal kılan bir etkiye sahiptir. Lübnan’dan, Tacikistan’a kadar uzanan alanda siyasal etkisi hissedilebilir bir ülkedir. Avrupa ülkeleriyle de çok derin bağları olan İran, ABD için ilk hedef olmaktan çok, ötelenmesi gereken bir şer ayağı olarak görülür. İsrail açısından ise bu ülke ölüm kalım dengesinin merkezidir. İran, Irak gibi dize gelmeden İsrail’e rahat uyku yok.
İran, Irak üzerinde çoğunluğun siyasal yönelimlerini belirleyen bir ülkedir. Saddam sonrası dengelerde bu kesin bir şekilde ortaya çıkmıştır. İran Kürtlerle anlaşabilirse Irak hükümetinin kuruluşunda temel bir dış güç olarak oynayacağı rolün siyasi sonuçlarını çok iyi toplamış olacaktır. Böylesi bir gelişme ABD ve bölgenin diğer Sünni gerici ülkeleri için ciddi bir kayıptır. Bunun için Irak'lı Kürtlerin oynayacağı anahtar rol büyük öneme sahiptir. ABD'nin bölgeden çekilmesi ise Kürtlerin İran'a, Şiilere ve sürmekte olan savaşta Sünnilerle karşı, yakınlaşması çekincesine yol açmaktadır. Talabani’nin, Şirvan Zibari’yle Newroz kutlaması adı altında yaptıkları ziyaret çok anlamlıydı. ABD bundan hiç hoşnut olmadığını çeşitli vesilelerle de dile getirmiştir.
ABD ve bölge Sünni iktidarları Kürtleri İyad Allawi’nin yanında görmek istiyor. Bu durum ABD’nin eski düşmanı ve Irak’ın işgaline yol açan Baas’çılarla bir kez daha bölgemizde omuz omuza olmasını getirecek gibidir.
Irak seçimleri 7 Mart 2010 tarihinde oldu, aradan 7 ay geçmesine rağmen hükümet kurulamadı. Irak birliğini kaybetmiş bir ülkedir. ABD işgaliyle yıkılan devlet, bir kez daha ayakları üzerine duramıyordu.
Irak, tipik bir Lübnan haline getirilmiştir. Kantonlar, siyasallaşmış mezheplerin hükümranlığı altında, dış güçlerin destek ve onayını arayan bir ülke durumuna düşmüştü.
Son seçimde 325 milletvekilli parlamentoya sahiptir. Parlamentoda 4 temel güç bulunmaktadır.
El Irakiye listesi (Kaimet El Irakiya); İyad Allawi liderliğinde. Laik, eski Baasçı Sünni, Kürt (HEDBA partisi yaklaşık 20 Milletvekili gücünde) ve Şiilerce desteklenir. 91 Milletvekiline sahiptir. ABD, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye tarafından desteklenmektedir.
Yasal Kanun Devleti listesi (Kaimet Devletül Kanun); Nuri el Maliki liderliğinde. Şii (Ayetullah Sistani ve çevresi) 89. Milletvekiline sahiptir. Yoğun İran etkisi, nispi Suriye etkisi. ABD, bu güçten İran etkisi nedeniyle umudunu kesmiş gibi.
Irak Ulusal İttifakı (İttifak el Kavmi el Iraki) ; Muktada el Sadr ve Ammar El Hakim liderliğinde. Şii. Toplam 70 Milletvekiline sahip ( 42 Sadır, 28 Hakim) İran, Suriye etkisi. ABD’ye karşı radikal tutum takınır.
Kürt İttifakı; Mesut Barzani ve Celal Talabani liderliğinde (KDP ve YNK, Goran Hareketi; Komala İslami ve Yekgırtu İslami Hareketi) 57. Milletvekili. ABD etkinliği yoğun, ABD’nin çekilmesiyle birlikte kararsızlık içinde ancak daha çok İran’a yatkın.
Tavafuk Cephesi; Cevat Bolani liderliğinde (Irak İçişleri Bakanı) 6 Milletvekiline sahip. Geride kalanlar ise Türkmen, Asuri ve Yezidilerden oluşuyor.
Bu tabloda hükümet kurabilmek için 163 Milletvekiline sahip olmak gerekli. İç ve dış dengeler bu kuruluşu 7 aydır ertelemektedir. Bölgemizin Doğu cephesinde belirgin bir dinginlik yaratılmak istendiği göz önüne alınırsa, daha fazla uzamadan hükümet kuruluşu; ABD, İran, Suriye, Suudi Arabistan arasında oluşacak bir uyumlaşmanın ardından, Kürtlerin verecekleri kararında rol oynayacağı bir planla, Irak hükümeti kurulmuş olacaktır.
Lübnan’daki kritik dengeleri hatırlatan bu süreç yakından gözlenerek okurla paylaşılacaktır. Söylenmesi gereken en önemli şey, bölgemizin Batı yakası gerginliklerinin yumuşatılacağıdır.
Bu kapsamda, Türkiye Kürt Özgürlük Hareketinin önemli rolü olduğu söylenebilir.
B. TÜRKİYE ( Kürt Özgürlük Hareketi)
Bölgemiz Doğu yakasının en gergin alanı Türkiye Kürdistan alanıydı. Anayasa referandumu süreci içinde bir kez daha ilan edilen ateşkes, devlet güvenlik güçlerince sık sık ihlal edilmesine karşın, ateşkesi tek taraflı ilan eden Kürt Özgürlük Hareketi, kararına tutarlıca sadık kaldı. Hakkari’de yapılan provokasyonlar, sivil Kürtlerin katledilmesine rağmen barış için kararlı duruş devam etti.
Anayasa referandumu ardından ateşkes bir ay daha uzatıldı. Ciddi bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Devletin ısrarlı provokatif çabalarına rağmen, sivillerin, seçilmiş Belediye Başkanlarının gerekçesizce tutuklanmasına karşın, ateşkes etkilerini sürdürmeye devam etmektedir.
Kürt Özgürlük Hareketi, Anadille Eğitim ve Demokratik Özerklik talebiyle bu barış sürecini doldurmaya çalışırken, devletin hızlı bir diplomasi atağı ile çevre ülkeler ve ABD’de oldukça sisli bir mekik dokumakta olduğu gözlenmektedir. Bu atak girişimler, devletin geleneksel statüleri, akıl algıları, AKP iktidarının ortaya koyduğu iflas etmiş demokratik açılım taktikleri, AKP temel kadrolarının bilinç altını şekillendiren Milli Görüş parametreleri (İslam’ın ümmet argümanında var olan evrenselliğe karşı Milli İslam, ırkçılığa kadar uzanan ve kendini bu gün Fethullah Gülen cemaatinde ifade eden, AKP'nin derin devletini şekillendiren bu cemaatin, her taşın altından çıkan kirli ilkel-milliyetçi duruşuyla belirginleşen tutumlar) bölgemizin Doğu yakasında oturtulmaya çalışılan dinginliğin, hiçte hayra alamet olduğunu göstermemektedir.
Bölgenin tüm devletleri Kürt halkının, topraklarını ve demokratik haklarını gasp etmiş devletlerdir. Bu devletlerin Kürt sorunuyla ilgili bir araya gelmeleri, hiçbir zaman bu hakların teslim edilmesi üzerine olmamıştır, bundan sonra da olmayacak gibidir.
Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketinin gerçek barış duygularıyla ilan ettiği ateşkes, bu devletlere yeni ve kanlı hamleleri için bir nefes alımı gibi durmaktadır. Barış tutumu almak doğru ve ilkelidir. Kürt Özgürlük Hareketi kendi üzerine düşeni böylece yaptığını göstermektedir. Bu bölge halkları için önemli bir mesajdır. Bu karara saygı da duyulmalıdır. Kendi bağımsız kararıyla iyiyi ve kötüyü seçme durumunda olan özgürlük hareketine her zaman desteğimiz olacaktır; bu destek hepimiz adına gerekli olan demokratikleşme için de gereklidir. Ancak bölgenin Doğu yakasında özel olarak geliştirilen bu dinginleşme sürecinin dikkat çekici olduğunu dile getirmek de yükümlülüğümüzdür.
Diplomasi mekiğinin güvenlikle ilgili olması kaygıları artıran bir unsurdur. Demokratik hakların verilmesini içermeyen gizli dosyalar etrafında oluşan diplomatik ilişkilerin, belli bir sessizlik yaratmasına karşın, bölgemizin Batısında varılmak istenen gerginliklerin boyutuna ve süresine bağlı olarak korunacağı açıktır. Bu Doğu yakasının yeni enerji birikimleriyle doyurulacak fay hatlarının infilakına kadar devam edecektir.
Bölge tahterevallisinin gergin dengeleri uzun bir süre daha kendini koruyacak gibidir. Bölge halklarına dayatılan bu çözümsüzlük süreci, yeni kuşakların kan kayıplarıyla yoluna devam edecek. Bunun önüne geçmek için bu bölgenin insanları olarak çok daha duyarlı davranışlara yönelmemiz gerekmektedir. Bunun en önemli adımı ülkemizde barışı kazanmaktır.
Farklılıklarımızı içselleştirerek, bunu gelenekselleştirip yasal, anayasal, kurum ve kuruluşlarla güvenceye almamız gerekir. Bunu başaramadığımız zaman iktidarların güvenlik algılarının esiri olarak kaoslardan kurtulma şansımız kalmayacaktır. Dış güçlerin istediği de budur. Bu anlamda bölgenin tüm devletlerinin, gerçekte halkların çıkarları karşısında dış güçlerin birer oyuncağı olarak tutum geliştirdiklerini iddia etmek, abartılı olmayacaktır.
Yeni yayım tarihi 16 Ekim 2010
Makalemin konusu Lübnan’da tırmanan gerginlik olacaktı. Ancak Ortadoğu'da hızlı gelişmeler peydahlandı. İlk gözlemler itibariyle gelişmeler, Ortadoğu'da önemli bir sürecin açılacağı izlenimi bırakıyor.
Lübnan, Suriye, İran, Irak ve Türkiye sahasında olağan üstü hareketli bir dönem diplomasi ataklarıyla açıldı. Bu dönemin Ortadoğu için yansıttığı gerçekler, hamilelik döneminin sancıları gibidir. Bu nedenle Ortadoğu gebedir demek yanlış olmayacaktır.
Gelişmeleri bölgemizin her iki yakası açısından tek tek ele aldığımızda şunları görüyoruz.
BÖLGEMİZİN BATI YAKASI
Tarihçe
Bu günün Lübnan gerginliği, kökleri Lübnan Başbakanı Refik El Hariri'nin öldürülmesine kadar gider. Kendi iç özgünlüğü itibariyle sorunun başlangıcı 14 Şubat 2005’tir. Olayı daha gerilere götürmek mümkün, o da Afganistan, Irak işgaline ve bunlara yol açtığı iddiasında olunan 11 Eylül 2001olaylarına kadar uzatılabilir.
Ancak bu tarihlerin alt dokuları, ABD ve İsrail’in bölge ve dünya üzerinde geliştirdikleri çıkar stratejilerinin bir sonucu olan, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak tanımlanmalıdır. BOP bölgemizin son on yıllık tarihinin anlaşılmasında her olayı yerli yerine oturtacak bir veridir.
Bu satırların yazarı, komplocu teorilere asla önem vermez. Aklı körelten, basite kaçan, derinliği olmayan, iddialara sığınan komplo teorilerini kısır görür.
Ancak olaylara, vardıkları son yerleri itibariyle baktığımızda, karşımızı çıkan tablo irili ufaklı her ilişkinin birbirine eklemlenmiş olduğunu görmek zor değil. Böylesine bir ağ, önceden kurgulanmış gibi gelebilir, komplo iddiaları da buna dayanır. Oysa birbiriyle ilgisiz onlarca irili ufaklı karmaşık ilişki, sürecin kendi çarkları arasında sonuçta çıkan tabloyu oluşturmak için biçimlenmiştir. Böylesi bir karmaşayı, tanrısal güçler bile önceden organize etme şansına sahip değildir.
Zaman ve mekana daha çok etken olan güçlerin provokasyonlarını hesaba katarak, olası her türden sonucu kendi lehlerine çevirebilme kabiliyetleriyle, ortaya çıkan sonucu kullanabilmeleri, komplo teorilerini güçlendirse de; her olay kendi iç dinamikleriyle var olur ve o dinamiklerle belli bir yere kadar gelişir.
Lübnan’daki gelişmelere de bu açıdan bakılmalıdır. Gelişmelerin dinamikleri yerli yerine oturtularak, bilinmezlerin nedeni ve el altındaki uzantılarını algılamak gerekir.
ABD bölgemiz açısından 21. Yy. stratejisini New Con denilen yeni liberalle oluşturdu. İlginç bir tesadüfle bu ekip Pentagon’un, CIA’nin ve stratejik araştırma enstitülerinin gediklisi Yahudi unsurlardan oluşmaktadır. Yahudi lobisinin bilinen etkinliğiyle de bölgenin BOP etrafında yeniden düzenlenmesi, İsrail’in çıkarlarını temel almıştır. Kimisi buna Avangelist Protestan inanç dokularının bilinçaltında yatan İsrail’i koruma algıları diyebilir, kimisi yalın bir ekonomik, askeri politik çıkar olarak bakabilir, ancak sonuç değişmez; bölgemiz üzerine ABD kaynaklı her türden plan, öncelikli olarak İsrail çıkarlarını korumaktadır.
Bu tabloyu yıllar önce yazdığım bir makalede şöyle dile getirmiştim.
Global devlet terörü, dolaysız olarak dünya ölçeğinde ABD tarafından temsil edilip yürütülmektedir. Bu terör şirketinin bölgemizdeki pazarlamacısı ise İsrail devletidir. Öyle ki, İsrail bugün insanlığın ezici çoğunluğunun bilince çıkartarak açığa vurduğu gibi, dünya istikrarını tehlikeye düşüren bir numaralı ülke konumundadır. Bu iki ülke arasındaki terör üretim birliği, ABD’de yeni muhafazakarların (neo-con) Yahudi kökenli şahinler ekibiyle iktidar olmasından sonra, çok ilkel bir mistik dini kader ve değer birliği etrafında hedef birliği haline dönüşmüştür.
Cumhuriyetçisiyle, demokratıyla ABD yönetimleri, İsrail’i stratejik bir ortak olarak görür. ABD yönetiminde dizginleri eline alan şahinler ekibinin temel kadrolarının Yahudi kökenli olması, Maliye Bakanı ve ABD Merkez Bankası Başkanının da ayni kökenden olması ve dev medya tröstlerini elinde tutanların da aynı soydan gelmesini bir arada irdelediğimizde bu ortaklığın gücü daha iyi anlaşılmış olur. 1996’da hüküm süren azılı terörist Bünyamin Netanyahu hükümetine stratejik planlar hazırlayan D. Feith, Karanlıklar Prensi R. Perle, P. Wolfowitzz, E. Abrams gibi Afganistan ve Irak işgalinin planlayıcılarının, aynı planları Bush yönetiminin 2003 ABD stratejik planları olarak kabul ettirmesi, bu dayanışmanın ne tür boyutlar aldığını anlamamıza yardımcı olacak mahiyettedir. Ayrıca, Neo Conlar bu ortaklığı tanrısal bir vahinin mutlak yasası olarak bir üst boyutta algılar. Hıristiyan olarak yeniden doğan, hidayete eren ABD Başkanı Bush kendisini (bu tanımlama gençliğine her türden yanlışı yapıp tövbe eden, kiliseye kendini adayanlar için kullanılır), kutsal kitabın ilkel yorumlarından bir türünün gereği ve mensup olduğu Avangelik mezhebi inancına göre, Mesih’in zuhur edeceği çağın başlaması için gerekli olan Tevrat’ın “Büyük İsrail” ütopyasını gerçekleştirecek tanrıdan vahi almış misyon adamı olarak görmektedir.
Bu ilahi hak gereği de ABD ve İsrail’in çıkarları ile Batı değerleri arasında bir çelişki kalmadığı söylenerek, insanlığa karşı işlenecek her türden suçun (siz bunu terör olarak okuyun) mubah olduğu, suçlanamayacağı belirtiliyor. Böylece Irak halkı istemese de devletleri yıkılıp toprakları işgal edilerek insanları her gün onlarca katledilerek, “demokrasi” götürülmesi hak yolunda bir çaba olarak görülür.”
ABD, Afganistan’dan Kafkaslara, İran’dan Irak’a, Suriye’den Lübnan’a, Akdeniz’e uzanan bir güzergah üzerinde yaşamsal enerji kaynakları ve yollarını koruyup elde tutmak amacıyla bölgeye, tarihin en büyük bölgesel askeri operasyonlarına girişti. 11 Eylül 2001 olayları bunun için bir işaretti. Tek kutuplu dünyada ABD 1000 yıllık bir imparatorluk hevesiyle sürece girdi. Roma’nın 21. Yy. versiyonu kurgulanmıştı. Soğuk savaş bitmiş, önü alınmaz yükselişini, dünya güçler dengesini yeniden düzenlemek üzere kullanmaya yönelen ABD, gerçeklerin acımasız girdaplarını hesaba katmamış gibiydi; böylesi bir girişimin, en büyük mali kaynakları, lojistik olanakları, en üstün teknoloji ve silahları öğüten bir anafor olduğunu sonra anlayacaktı.
Tarihin en güçlü imparatorlukları bu dengeyi oturtamama sonucu yıkılmıştı.
Önceki makalelerimden birinde bu durumu şöyle özetledim.
“Her yükselişin düşüşü yaklaşık aynı nedenlerle ABD için de gerçek oldu. Askeri işgal yaygınlığının emdiği sonsuz olanaklar, yanlış mali politikaların geri dönmeyen kredileri ve patlak veren ekonomik krizlerle Bush dönemi kapanırken tek kutuplu dünya; çok kutuplu bir dünyaya geçiş sürecinde kutupsuz bir güç dengesine gelip dayanmıştır.” (Mihrac Ural, “Kutupsuz Dünya” bkz. http://mirural.blogspot.com/ )
b.) Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)
Bu kısa ön bilgilerden sonra konumuzun mihverinde duran Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) dönerek, Lübnan gerginliğini de açıklamak üzere, Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi üzerinde durabiliriz.
Tel Amrana anlaşmalarından bu yana, bölge zenginliklerini paylaşmak üzere yapılan iç ve dış müdahaleler bölgemizi hiçbir zaman istikra kavuşturamamıştır.
En istikrarlı diye bilenen 400 yıllık Osmanlı dönemi bile, iç fetih politikalarının basıncı altında ezilmiştir. Osmanlının son 200 yılında Kavalalıların Osmanlı Sultanlarına karşı baş kaldırışıyla bölge kesilmeyen bir savaş ortamına düşmüştür.
Bölgemiz bu gün dahi, I. Dünya savaşının kapanmamış toprak, su, güvenlik dosyalarının esiri bir gerginlik içindedir.
1948 tarihi itibariyle ilan edilen İsrail devletinin açtığı ve dayattığı baskılar, savaşlar, acımasız bir ölüm denklemi, göç ve kırımı getirmiştir. Yarım asırdır süren bu gerginlik bu gün bölgenin olduğu kadar dünya barışının da temel sorunudur.
Bölgeyi yeniden düzenlemek isteyen güçler, iki kutuplu soğuk savaş döneminden, tek kutuplu dünya sürecine girilmesiyle birlikte (1990 sonrası) yenilenen stratejilere bağlı olarak savaşların gölgesi altında kan kaybına maruz kalmıştır.
ABD-İsrail merkezli yeniden şekillendirme girişimleri, Afganistan (7 Ekim 2001) ve Irak (19 Mart 2003) işgaliyle birlikte fiili bir savaş alanı haline getirilmiştir. Barış her defasında komik denilecek kadar sahte ve kof iddialarla katledilmiştir.
Ancak bu açık işgal girişimleri söz konusu enerji güzergahının iki ucunu bir araya getirmeyi başaramamıştır. Bu başarısızlık yeni dengesizlikler ve yeni kırımlarla at başı sürmüştür. Bir uçta gösterilen askeri üstünlük son uçta ikame edilemeyince, iki ipin ucu bir araya gelememiş kanlar boşuna akmıştır; iki ucu bir araya da gelse bu kanın durma şansının olmayacağı ise ayrıca belirtilmelidir.
Bu yanıyla, Lübnan halkası kırılamayan stratejilerin bir ayağı aksak kalıyordu. Oysa tüm planlar ilk halka olan Afganistan sonrası son halka olan Lübnan’ın düşmesi üzerine kurgulanmıştı. Açık denizlere bağlı olan bu son halkanın kırılmasıyla aradaki tüm halkaların koparılması mümkün olacağı düşünülmüştü. Arada kalan Suriye ve İran bir biçimde çökertilerek bu alan temizlenmiş olacaktı; temizlik ise bu ülkelerin parçalanmasıyla tamamlanacaktı. BOP bu amacın planıydı.
Soğuk savaş döneminden itibaren 1958 ve 1975 Lübnan iç savaşından beklenen tastamam bu olmuştur. Bu yönde Filistin sorunu üzerine oynanan oyunlar, Lübnan’daki casus şebekelerinin akıl almaz boyutta çoğalması, Lübnan’ın kuruluşundan itibaren oynanan, azınlığının çoğunluğu ezeceği tarzda güçlendirilmesi düşüncesi bu sürecin bir parçası olarak gündeme gelmiştir. Ancak buna karşı direniş hiç kesilmeden devam etmiştir. Bu direnişin merkezinde de Sünni mezhep topluluklarının merkezi bir rol oynadığı görülmüştür.
Makalemin konusunu daha sağlıklı algılamak için Sünni mezhep topluluklarının direnme duruşlarını teslim etmek gerek.
Direnişte Sünnilerin konumu
Bölgemizin bu güne taşınan karmaşası: 1. Dünya savaşı ardından, galip devletlerin Ortadoğu’yu 16 Mayıs 1916’da Seykes-Picot Anlaşması, Kasım 1917’de ilan edilen Balfour Bildirgesi ve Milletler Cemiyeti Yasası’nın 22. Maddesiyle öngörülen ve 28 Haziran 1919’da kurulan “Mandat” sistemi gereğince; Fransızlarla İngilizler arasında, iki bölgeye bölünüp (Fransızlara; Suriye, Kilikya ve Lübnan A bölgesi ve İngilizlere Filistin, Ürdün ve Irak B bölgesi olarak) 25 Nisan 1920 San Remo Anlaşmasıyla karara bağlanan manda altına almasıyla başlar.
Bu dayatmaya karşı direnişi, öncelikle Sünni mezhep inancında olan halk kitleleri örgütler. Osmanlıya karşı ayaklanan Mekke Şerif Hüseyin hareketi, Fransızlara karşı Suriye’de Yusuf El Azım önderliğindeki Şam merkezli direnme, İbrahim Hananu önderliğindeki Halep merkezli direnme, İngilizlere karşı 1930’lu yıllarda Filistin’de Şeyh İzzeddin El Kassam önderliğinde yükselen direnme, içinde Sünni inanç topluluğunun ağırlıklı olarak yer aldığı direnmelerdir (aynı dönemde Suriye’de, Şam ve güney illeri merkezli Dürzi lider Sultan Paşa El Atraş, Lazkiye ve sahil bölgesinde Alevi lider Şeyh Salih El Ali, Antakya-İskenderun merkezli Uruba Hareketi, Alevi kökenli laik lider Zeki El Arsuzi önderliğinde Fransızlara karşı direniş yükseltilmiştir).
Sünni direnme geleneği, Filistin direnişinde 1960’lı yıllarla devam etmiştir. Yaser Arafat’la birlikte bu gelenek Sünni ağırlıklı olmaya devam etmiştir. Tüm Filistin kurtuluş örgütleri Sünni kitle tabanı üzerinde yükselmiştir; Hamas, Cihad El İslami v.d aynı kapsamdadır. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Demokratik Cephe liderliğinde George Habbaş, Naif Havatme gibi Hıristiyan liderler olsa da gerçek budur.
Lübnan tarihinin her kesitinde direnme güçlerinin yoğunluğu yine Sünni mezhep topluluğunda ifadesini bulur. Anti-emperyalist Arap ulusalcı direniş hareketlerinin teorik ve pratik etkinliğinin merkezi Beyrut’tur; çeyrek asırdan bu yana da Şii mezhep inancından kitlelerin ve siyasal temsilcilerinin de direniş hattında etkin ve öncü bir rol oynamaya başlamıştır.
Sünni inanç topluluklarının direnme geleneğinin 1400 yıllık bir tarihi vardır. Bölgenin karmaşık din ve mezhep dokusunun İslam yayılmacılığıyla yüz yüze gelmesi bunun temellerinden biridir. Ancak bu tarihi çizgi Irak işgaliyle birlikte alt üst edilmek istendi, kimyaları bozudu.
Bu amaçla ilk adımlar, yükselen İran etkinliğinin önünü kesmek üzere ortaya atılan “Şii Atom bombası”yla atıldı. Bu söylence ABD ve İsrail’in provokasyon üretim atölyeleri olan stratejik araştırma merkezlerinde üretilmiştir. Gerici Suudi Arabistan ve Mısır kanalıyla desteklenmiş, Ürdün’ün çapsız kralı II. Abdullah’ın ağzından görücüye çıkmıştır. “Şii İran atom bombası, İsrail’in nükleer gücünden, nötron bombasından ve atom bombası stoklarından daha tehlikelidir” propagandası Sünni inanç topluluğunun direnme hattındaki konumunu kırmak için aralıksız bir çabayla piyasaya sürülmüştür.
Afganistan’ın ardından Irak’ın işgal edilmesi Sünni mezhep üzerindeki oyunların daha da bir yoğunlaşmasını gündeme getirdi. Özellikle Irak işgaline karşı direnişi, Irak El Kaide örgütünün oldukça radikal bir tarzda sürdürmesi bunu öncelikli kılmıştır. Bölgenin ve İslam aleminin ağırlıklı mezhebi olan Sünnilik, bu önemi arttıran bir etkendi.
Büyük Ortadoğu Projesinin, Sünni çoğunluğun kazanılmadan başarı şansı olamazdı. Özellikle, Sovyetlerin dağılmasından sonra öksüz ve köksüz kalan laik siyasal hareketler (Baasçı iktidarlar dahil) bunu daha da önemli kılıyordu.
Irak nüfusunun çoğunluğu Şii’dir, ancak iktidar Sünni azınlığa dayanıyordu. Şiilik üzerinde İran’ın etkisi açıktır (Vilayet el fakih anlamında olmasa da). Şii çoğunluk Saddam diktatörlüğünden kurtuluyordu ancak bu, ABD’ye verilecek kredinin sınırı olmadığı anlamına da gelmiyordu. Bu ilişkide, her an ani kırılmalar söz konusu olabilirdi. Ani kırılmalar ABD’nin bölgedeki askeri varlığını riske sokacak düzeyde tehlikeli bir gelişmedir. Bu nedenle ABD, bölge politikasında Afganistan’dan Lübnan’a uzanan ipin iki ucunu birleştirme çabasını hissettirirken, Lübnan halkası bu açıdan büyük öneme sahipti. “Suriye’ye bir biçimde diz çökertmek ya da sıkıştırarak sonuç almak zor olmayacak”, İran'la hesaplaşma ise bu planın son halkası olarak, ağır ateşte pişmeye terk edilecekti.
Hariri Suikastı
Bu stratejilerin ışığında BOP düzenlenişi istenilen hızda gitmiyordu. Suriye bir türlü dize gelmiyor, Irak’ta Sünni direniş yaygınlaşarak Arap alemini etkisi altına alıyordu; akın akın Arap gençleri direnişe katılmak için Irak’a her yoldan girmeye çaba gösteriyorlardı.
İşte tam da bu süreçte yaratıcı anarşinin tipik girişimlerinden biri daha sahnelendi. Suudi Arabistan’ın göz bebeği, Sünni cemaatin dünyaca ünlü ve dünyanın en zengin insanlarından biri olan Lübnan Başbakanı Refik El Hariri bir suikastla katledildi (14 Şubat 2005). Akıl muhakemesiyle ölçülebilecek hiç bir husumete sahip olmayan, ne siyasi ne mali herhangi bir gerekçenin de ortada olmadığı normal bir siyasal ortamda suikasta uğradı, parçalanıp yanarak feci şekilde katledildi.
Lübnan bir anda karışmaya başladı. Mezhepler arası iç savaşın eşiğine geldi. Büyük bir propaganda mekanizmasıyla suçlu olarak Suriye gösterildi. Lübnan sokaklardaydı, küçük bir kıvılcım iç savaş için yeterliydi. Ancak Hariri’yi katledenler iç savaşı değil, karışıklığı, sürekli gerginliği, safların yeniden düzenlenişini ve iktidarda karar sahibi güçleri istiyorlardı. Bu gerçekleşti.
Lübnan’da süreç bu yönde gelişirken Birleşmiş Milletler de ABD kuklası kararlarıyla ateşe benzin döküyordu. Tarihte eşi olmayan, kişiye mahsus, Uluslararası Cinayet Mahkemesi BM Güvenlik Konseyi Kararıyla kuruluyordu. Lübnan yaratıcı anarşinin pençesine takılmış can çekişirken, dünyanın Siyonist medyası Suriye’ye katil diye işaret ediyordu. Bir taşla bir dizi kuş böylece vurulmuştu.
BOP onlarca alternatifiyle bölgede istediği sonuca ulaşmak için faaliyet içindeydi. Bu amaçla uydurma şahitlerle, görgü tanıkları üretimi başlamıştı. Yalanlarla oluşturulan iddialar, soruşturma savcılarının taraflı siyasal duruşlarıyla “yaratıcı anarşi” hedefine hızla ilerliyordu.
Lübnan istenilen yere getirilmiş, sıra Suriye’deydi. Ya işgal edilecek ya da kuşatıp çökertilerek teslim alınacaktı. Direnme güçlerinin tek devlet dayanağı olan Suriye, son anlarını yaşar hale gelmişti (2005-2006 yılları bölgenin kader yılları gibiydi).
Lübnan’da siyasal dokunun kimyası bozulmuş, saflar yeniden şekilleniyordu. Eski ilericiler ABD’nin yanında yer almak için sıraya dizilmişti. Dürzü İlerici Sosyalist Partisi tarihi boyunca oynadığı yurtsever rolü terk ederek, ABD politikalarının militanı olduğunu açıklarken, Dürzi lider Velid Canbolat; “Çağ değişti. Sürece karşı olmak değil, sürecin yanında yer almak gerekir” diyerek “U dönüşü” yapıyordu. ABD yanlısı tutuma geçişi ve bunu tantanalı bir tarzda eski düşmanlarıyla barışarak yapması ise, Lübnan’da olduğu kadar bölgedeki değişikliklerin de ne ölçüde sarsıcı olduğuna bir işaretti.
Aynı kesitte, Filistin direnme hareketleri üzerinde akıl almaz oyunlar dayatılıyordu. Filistin direnişinin ünlü liderleri sığınabilecekleri ülke bulamıyordu; Suriye sırf bu yüzden, “terör örgütlerinin sığınağıdır” diye, sorun üzerine sorunla yüz yüze kalıyordu. Bu satırların yazarı bu dönemi tüm ayrıntılarıyla birebir yaşadı; direnme güçleri son nefesini veriyor gibiydi, tarihler ve tarihin büyük olayları bile zıvanadan çıkmış algılarla yeniden yazılıyordu.
Bütün bu gelişmelere rağmen ABD ve İsrail’in beklediği çöküş gerçekleşmiyordu. Direnme güçleri, sinir sistemi öylesine güçlü ve öylesine büyük bir sabır ve genişlikle gelişen olaylara karşı duruş sergiliyordu ki, çıkarlarıyla ilgili acelesi olanlar yorulmaya, sinirleri dağılmaya, şaşkın ve abartılı girişimlere doğru yuvarlanmaya mahkum oluyorlardı.
Hariri’nin katli ABD ve İsrail için çok şey vermişti ama, beklenen çöküşü getirmemişti.
Acelesi olanlar bu gidişin yetersiz olduğuna, sonuç almak için her şeyiyle hazır olan bir savaşın göze alınması gerektiğine karar veriyorlardı. ABD, insanlık tarihinin en gelişmiş askeri aparatı ve 500 000 askeriyle, bölgenin tüm ülkelerine komşu olmuştu.
Görev İsrail’indi. Bunun için tüm hazırlıklar bir savaşa endekslendi. Savaş tarihi 2006 Eylül. Tarihi bu kadar kesin şekilde önceden belli edilen bir savaş kapıdaydı. Basına sızan, açıklamalarda yer alan, tehditlerle ortamı hazırlanan bu savaş, bölgedeki en önemli direnme güçlerini ve destekçilerini ezmek için verilecekti.
Bu savaş için gizli açık büyük bir hazırlık yapıldı. İsrail Güney Lübnan’daki direniş hareketi Hizbullah’a karşı büyük bir saldırı yapacak, Lübnan işgal edilecek, Filistin direnme örgütleri dahil tüm ilerici güçler teslim alınacaktı. Suriye müdahale ederse askeri olarak vurulacak, müdahale etmese preslenip çökertilecekti. 10 günlük bir savaş tasarlanmış, yapılacaklar da basına sızdırılıyordu; kimlerin nasıl tutuklanacağı, esir kamplarının nerelere oluşturulacağı bile plan dahilindeydi.
12 Temmuz 2006 savaşı
Bölge patlak verecek savaşı bekliyordu, üstelik tarihi belliydi.
Ancak, bir sürpriz oldu.
Lübnan direnme gücü Hizbullah, İsrail’e karşı yaptığı operasyonda sınır boyu dolaşan bir askeri devriyeyi vurdu, ölü ve yaralı vardı. Üstelik 2 asker de esir alınıp getirilmişti.
Bu askeri girişimler yeni değildi sık sık tekrar eden bir durumdu. Hizbullah, İsrail’in elindeki eski yeni tüm esirleri geri istiyor ve bunun tek yolunun da esir aldığı İsrailli askerlerle yapılacak mübadele olduğunu biliyordu. Nitekim ilk açıklamaları da bu yönde ilan edilmişti; “İsrail elindeki tüm Arap esirlerini ve Filistin halkı için mücadelede esir düşmüş tutsakları, 2 İsrail askeri karşılığında mübadele ederek serbest bırakılmalıdır!“ diyordu.
Direniş hareketinin mücadele sürecinde on yıllardır bu tür girişimler ve mübadeleler olmuştu. Ancak bu eylem, İsrail için beklenen bir fırsat olarak görüldü; birkaç saat içinde toplanan İsrail Hükümet kabinesi savaş kararı aldı. ABD, diğer Batılı ülkeler ve özellikle gerici Arap ülkeleri bu süreci ciddi bir halka olarak değerlendirdiler. BOP kadar, bölgede bin bir çıkar ilişkisi içinde sonuç almayı bekleyen çevreler, İsrail’i tarihinin en büyük hatasını işlemeye doğru sürüklüyordu.
Savaş Eylül yerine, 12 Temmuz 2006'da patlak verdi. Bir kader savaşı başlamıştı.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, savaşın ilk günlerinde Fuat Senyora Başkanlığındaki Lübnan hükümetine destek ziyareti yapar. Hükümet ve yandaşı diğer sağcı liderleri toplar ve bu savaşın en fazla 10 gün süreceğini, büyük esir kitlelerinin alınacağını, bu yönde hazırlıkların yapılması gerektiğini dile getirip, ortak kararlara varırlar. Dünyanın acayiplikler harikası bir ülke olan Lübnan, savaş halindeyken bile düşman güçlerle ortak kararlar alabilen bir hükümetle idare ediliyordu.
Buna rağmen, savaş 10 günde bitmedi, uzadıkça uzadı. İsrail bir adım ileri gidemiyordu. 1982 Haziran savaşında bir hafta içinde Başkent Beyrut’u bile kuşatan İsrail, artık tarih olmuştu. Direnme güçlerinin gerilla savaşı karşısında, dünyanın en güçlü 4. Ordusu olarak bilenen, yenilmezliğiyle de dehşet salan İsrail ordusu ağır darbeler alıyor ve kaçmak zorunda kalıyordu. TV görüntülerinde İsrail askerlerinin perişan halleriyle kaçışı bölge halklarına büyük moral veriyordu. Özellikle, savaşın en kızgın dönemlerinde Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah’ın TV konuşması anında “dönün denize bakın” demesi üzerine, halkın sokaklara dökülüp ya da pencerelerinden uzanarak denize bakması ve ateşler içinde yanan İsrail zırhlısını görmesi olayı, bu bölgede artık çok şeyin değiştiğine, BOP’un mezarının kazılmakta olduğu ve değişimin halklardan yana, özgürlükten yana olacağına bir işaretti.
Savaş 33 gün sürdü. İsrail yenilmişti. Savaş programının hiç bir unsuru gerçekleşmemişti. 2 esir askeri kurtarma bahanesi, Lübnan’ın 1000 üzerinde ölü 4000 yaralı, 6 milyar doları aşkın alt ve üst yapı tahribine yol açmıştı (ayrıntılı bilanço için. Bkz. http://www.blogger.com/layout?blogID=2758419957223326111 )
İsrail, BM dahil ABD, Batılı ülkeler ve Arap gericiliğiyle birlikte bir insanlık suçu işlemişti. Bunun karşılığında hiçbir şey elde edememişti. Tersine, BOP’un ölümü ilan edilerek yaşanılanlar, bölge halklarının çıkarları için yeni bir dönemin açıldığına işaret ediyordu.
Bu savaşın sonuçları bu güne kadar devam eden ve daha da ileri tarihlerde etkisi olacak bir savaştı. İsrail’in yenilebileceğine bile inanmayanlar bu sonuç karşısında direnen halkın hak kazanımında her zaman güçlü olduğunu görüyorlardı. Bin kez galip gelse de son galibiyeti kazanamayacak olan İsrail, ilk yenilgisi son yenilgi olacak bir riske giriyordu. Bu ilk adım da İsrail’i ve gelecek projelerini alt üst eden bir gelişmeydi. Batılı ülkeler dehşet içindeydi.
İsrail artık yenilmez bir güç değildi. Disiplinli bir gerilla örgütü bu kıyım devleti ve ordusunu durdurup, yenilgiye uğratılabilirdi. 50 yıldır her savaşta yenilen Arap insanı için bu kazanım tarihi bir adımdı.
Bu savaş, bölge üzerine yazdığım tüm makalelerde bir milat olarak belirtilir. Bıktırıcı tarzda üzerinde durmamın nedeni de budur. Bölgenin çağdaş tarihindeki en büyük dönüşümün bu tarihle birlikte başladığını vurgulamayı, önemli bir mesaj olarak görüyorum.
12 Temmuz savaşı ve sonuçları, bölgemizin hak sahiplerine ve direnme güçlerine inanılmaz bir moral vermiştir. Zalimle mazlum, haklıyla haksız açıkça birbirinden ayrılmakla kalmamış, mazlumun zafer kazanabileceği ortaya çıkmıştır. Bu savaşta siyasi geleceklerini direnme güçlerinin yok olacağına endeksleyenler yenilgiye uğramıştır.
BOP işte bu savaşta musalla taşına bir mevta olarak konmuştur. BOP, halkın direniş güçleri tarafından yerle bir edilirken, devletlerin açık meydan savaşlarında başaramadıklarını, direnme güçleri 33 günde başarmıştır. Dünyanın en büyük lojistik desteğini açık çek olarak İsrail’e sunan Batı emperyalizmi, bu savaşta dizleri üzerine çökmüştür; bu gerçeği, yaşanılan tüm gelişmeler teyit eder.
Hariri mahkemesi kapanı
Hariri suikastı bir yaratıcı anarşi ürünüydü. ABD-İsrail tezgahıydı. BM Güvenlik Konseyince kurulan, Hariri'nin katliyle ilgili Uluslararası Cinayet Mahkemesi de bu zincirin bir halkasıdır. Bu senaryolar çok önceden komplocu mantıkla kurgulanmamıştır, ancak gelişmelerin gereksindiği her kirlilik yapılarak buraya ulaştırılmıştır.
BOP projesinin çöküşüyle; mahkeme süreci, ABD'yle İsrail'in elinde bölgedeki müdahaleler ve dayatmalar için tek araç haline gelmiştir. Kişiye özel dünyada ilk kez kurulan bu mahkemeden sonuç alma adına çırpınışlar sonuna kadar devam edecekti. Yalancı şahitler vakası da buna dahil, her yol mubahtı.
Yerden biter gibi “görgü tanıkları”, “olay şahitleri” çıkmıştı. Aynı merkezden, tam bir organize olarak üretilip desteklenen yalancı şahitler, yıkıcı ifadeler veriyor, hayatını İsrail’e karşı direnmekle mücadelede geçiren yüksek rütbeli subayların tutuklanmasına yol açıyordu. Bu mahkemenin savcıları, ABD yanlısı güçlerle, hatta sağcı basın mensuplarıyla oturup olası senaryolar üzerinde de çalışarak boşlukları doldurmaya uğraşıyor, yalancı şahitler de bu noktada birer joker olarak kullanılıyordu.
Lübnan Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı Rimon Azar, Lübnan Devlet Güvenlik Şubesi Başkanı Tüm General Cemil El Seyyid, Cumhurbaşkanı Muhafız Alayı Komutanı Tüm General Mustafa Hamdan, Emniyet Genel Müdürü Tüm General Ali El Hac yıllar süren haksız bir tutukluluk altında eziliyorlardı.
Ancak, bu haksız tutuklamanın 4 yıl sürmesine karşın ortalıkta ne bir suçlama ne de bununla ilgili bir iddianame oluşturulabiliyordu. Yeni veriler ortaya çıktıkça da, generallerin suçsuzluğu daha net olarak beliriyordu. Ortaya çıkan kanıtların artışıyla, cürüm işareti ABD ve İsrail’i göstermeye başlıyordu.
Yalancı şahitler üzerine kurgulanan mahkeme, iddianamesini hazırlarken servis ettiği haberler İsrail Genelkurmay Başkanı Eşkinazi’nin ağzından basına yansır ve buna Lübnanlı sağ güçlerden gelen sızıntılar da eklenince, bu mahkemenin, yargı adaletinden çok siyasi bir hasım mahkemesine dönüştüğü ortaya çıkıyordu. Mahkeme şüpheliydi, yargısı siyasiydi bu nedenle adaletli olmayacaktı. Özellikle sızan haberlerde kah Suriye’nin kah Hizbullah’ın suçlanacağının duyurulması bardağı taşıran son damla oluyordu; iddianamesini ilgisiz olanların açıkladığı bir mahkemenin güvenilir olması mümkün değildi.
Hizbullah lideri Seyyid Hasan Nasrullah, bu gidişe son noktayı koydu. Yaptığı basın açıklamasında, gizli bilgileri, İsrail’in Lübnan üzerinde binlerce kez keşif yapan uçuşlarını ve bunlardan elde edilen fotoğraflarla Hariri’nin geçtiği yol güzergahları ve evinin gözlendiğine elindeki belgelerle dikkat çekti. İşaretler artık İsrail’i gösteriyordu.
Lübnan şu sıralar bu konunun gerginliği içinde. Mahkeme, 2010 Eylül’ünde açıklayacağını söylediği iddianameyi bir türlü açıklamıyordu. Gündemdeki her değişimin, siyasallaşmış mahkemenin iddianamesine de o ölçekte yansıyacağı açıktı. Bu bile başlı başına mahkemenin alacağı olası bir kararın, siyasi bir karar olacağı şüphesini artırıyordu.
Lübnan yine gergin yine çatışmanın ucunda yaşamaya yönelmişti.
Gerginlik Nereye Gidiyor ?
1975 İç savaşını sona erdirmek üzere Suudi Arabistan’ın Taif kentinde toplanan Lübnan konferansı 22 gün süren “Taif Anlaşması”yla son bulur (22 Ekim 1989).
Bu anlaşma, hala yürürlükte olan Lübnan iç barış anlaşması olarak kabul edilir.
Taif Anlaşmasına göre; Sünni topluluğa Başbakanlık, Şiilere Meclis Başkanlığı ve Maruni Hıristiyanlara da Cumhurbaşkanlığıyla, Genelkurmay Başkanlığı verilmiştir. Genel Kurmayın Başkan yardımcılığı Dürzülere, Meclis Başkan yardımcılığı ise Hıristiyan Ortodokslara verilmiştir. Diğer topluluklara da devletin yüksek kademelerinde değişik görevler belirlenmiş. Parlamentoyu oluşturan 128 milletvekili eşit olarak ikiye bölünüp Hıristiyan ve Müslüman meclis üyeleri olarak, her dinin kendi iç bölümlenmesinde de belli oranlarla dağılım yapılmıştır.
Bu ön bilgilerden sonra, Başbakanlığın Sünnilerde olduğu, ancak bunların da ikiye bölündüğü, (sağcı Sünniler ve direnme yanlısı yurtsever Sünniler olarak) Başbakanlıkta çoğunluk azınlık durumuna göre yer aldıklarını belirtmek gerek.
Hariri’nin ölümü ardından Sünni çoğunluğu Suudi Arabistan, Mısır ve ABD yanlısı bir tutum içinde oldular. Bu tutumlarının gerekçelerini 12 Temmuz savaşı öncesi ve sonrasında da sürdürme noktasında kararlı görüldüler.
Bu yönde, direnme güçlerine karşı hükümetin aldığı tutumlar öylesi boyutlara ulaşır hale geliyordu ki, İsrail savaşta kazanamadığı mevzileri Lübnan hükümeti eliyle kazanabilir oldu.
Mayıs 2008 ayı ilk haftasında Fuat Senyora Başbakanlığındaki Lübnan Hükümeti, ülkenin tüm telefon bağlantıları için yeni bir düzenlemeye girişir. ABD’nin isteği üzerine olduğu söylenen bu düzenleme, 12 Temmuz 2006 savaşının kazanılmasında en önemli unsur olarak kabul edilen özel ağlarla döşenmiş telefon şebekesini ilga etmeyi amaçlar; Hizbullah’ın savaşı sevk ve idare etmesinde kullanılan devlet dışı özel telefon kablo ağının sökülmesi istenir.
Direnme güçleri buna şiddetle itiraz eder. Hükümet inadını sürdürünce, direnme güçleri önceden yapılan hazırlıklarla, ordunun tarafsızlığını da sağlayıp, bir gecede Beyrut ve karşı direnişin olabileceği Dürzü dağ alanlarını askeri bir operasyonla ele geçirir (7 Mayıs 2008). Velid Canbolat evinde esir alınır, silahlı korumaları kaçar, Saad El Hariri evinde zorunlu ikamete tabi kılınır, korumaları kaçar.
Lübnan, direnme güçlerinin elindedir. Ancak, direnme güçlerinin İsrail’i 2000 yılında tüm Lübnan topraklarından söküp attığı dönemde ya da 12 Temmuz 2006 savaşını kazandığı kesitte bile iktidarı tek başına alma gibi, farklılıkların hesabını yapmayan bir yanlışa düşmemişken, böylesi bir girişimde de yanlış yapmayacağı açıktı. "Lübnan kimsenin tek başına yönetemeyeceği bir ülkedir, yönetim hepimizindir" şiarıyla bunu tekrar eden direniş güçleri, bu söylemlerinin arkasında en güçlü oldukları kesitlerde de durmuş oluyordu.
Hükümet aldığı karardan dönmek zorunda kalır. Direnme güçleri bir kez daha, hem de ülkenin dengelerini bozmadan, sorunu içsel ve barışçıl yöntemle çözmeyi tercih etmiş ve kazanmıştır. Bu aynı zamanda İsrail’e ve ABD’ye de verilmiş bir mesajdı; Lübnan direnme çizgisinden koparılamaz denilmiştir.
Bu gerginlik, Katar’ın Başkenti Dovha’da sıkı pazarlıklar altında Saad el Hariri'nin Başkanlığında yeni Lübnan hükümetinin oluşmasına ve Michel Süleyman'ın Cumhurbaşkanı seçilmesine yol açar. Lübnan dengeye gelir.
Aradan geçen iki yıl Hariri mahkemesinin araştırmalarıyla ilgili önemsiz çekişmelere tanık olur. Ancak mahkemenin iddianamesiyle ilgili haber sızıntıları ortalığa servis edilince, gerginlik birkaç koldan tırmanmaya başlar.
Gerici Arap ülkeleri yine devrededir.
Suriye - Mısır - Suudi Arabistan’dan oluşan Arap üçlüsü Irak savaşıyla birlikte, farklı siyasal duruşlar nedeniyle dağılmış, 12 Temmuz savaşıyla da düşman kardeşlere dönüşmüştü. Suudi Arabistan ile Suriye, Lübnan sorunlarında ortaya çıkan gelişmelere bağlı olarak, arada Katar ve Kuveyt Emirinin ağırlık koymasıyla belli bir yakınlaşmaya yönelmişti. Bu yakınlaşma Lübnan siyasal literatüründe “SS” yakınlaşması olarak anılır.
Mısır ise, Arapların büyük abisi olarak bölgede yitirdiği siyasal etkinliği, kendi yöntemleriyle, kardeş ülkeleri ezerek ikame etmek ister. Ancak sonuç alamaz. Bölge halkları indinde daha çok puan kaybederek, bölge siyasetinden tamamen dışlanmakla yüz yüze kalır.
Mısır'ın bu yuvarlanışı; Lübnan’da İsrail lehine kışkırtıcı çabalara, sağcı Sünni milislere askeri eğitimler vermeye, Gazze savaşında Filistinlilere yardım götürmek isteyen Hizbullah ve Mısırlı direniş güçlerini tutuklayarak mahkemelerde yargılamaya kadar uzanır. Mısır'ın, 12 Temmuz savaşında, İsrail hükümetine “sonuna kadar savaşa devam edin, Hizbullah yok edilene kadar sizi destekliyoruz” yönünde mektuplar ilettiği deşifre edilmişti.
11 Eylül 2001 olaylarıyla birlikte bölgemizin uzun zamana dayalı dengelerinin kimyası bozulmuştur. Saflar harmanlanmış yeni güçler dengesine göre kombinezonlar oluşmuştur.
Bu süreç içinde, kimse kimsenin duruşlarını unutmamış, her şey siyasetin, toplumsal algının seri gelişen olayların arşivinde not edilmişti.
Akdenizin göğsü olan Lübnan, yüz yıllardır dış güçlerin oyun sahası olarak şerbetliydi. Her müdahil için de uygun ve yeterli potansiyellere de sahipti. Anavatanı Suriye’den uluslararası anlaşmalara tamamen aykırı biçimde koparılarak Batılı emperyalistler için bir sıçrama tahtası, ileri bir karakol işlevi görmek üzere, Hıristiyanlar için mümkün olduğunca verimli yaşam alanlarını da içine alarak konumlandırılmıştı. Lübnan devleti tarihte ilk kez böyle doğuyordu.
Bu yanlış doğum, bir o kadar haksız olunca, anavatanla ilişkilerin düzenlenmesinde sorunlar ve müdahaleler küçük kıvılcımla iç savaşa kadar gidebilir hale geliyordu. Dünyanın tüm iç savaşları yeni dengelerle sonuç alır ve toplum aynı hataya düşmeme durumuna gelir; bu iç savaşla bölünme anlamında da olsa öyledir. Bir tek Lübnan’da iç savaş kesilmeden devam eder. Bu bir kader gibidir. Nedeni de yanlış doğumdur; 1860’lı yıllardan 1958’lere ve 1975’lere uzanan iç savaşlar bunu anlatır.
Bu gün Lübnan’ın içine girdiği gerginlik, düne kadar (son 5 yıl boyunca) ABD’nin en sadık adamı olduğunu ilan eden Dürzü Lider Velid Canbolat’ın uyarılarıyla ciddi bir hal almaya başlar.
Düne kadar Suriye ve direnme güçlerinin düşmanlığını yapan Canbolat, bu kez de büyük bir U dönüşü yaparak eski saflarına döner. Suriye’yle barışır.
Canbolat, Lübnan’ın önemli siyasi liderlerinden biridir. Dürzü çoğunluğu da arkasındadır. Bu topluluk her zaman ilerici, sosyalist, direnme gücü ve İsrail karşıtı bir duruş sergiler. Ancak Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) cazibesi Canbolatları ve İlerici Sosyalist Partisinin kimyasını bozarak tarihsel duruşlarını ters yüz etmişti.
En azılı düşmanlarıyla, hatta İsrail’le kabul edilmez bir dirsek temasına kadar sürüklenmişti. 7 Mayıs 2008 tokadı, herkes gibi bu topluluk ve siyasi liderleri içinde önemli bir uyarıcı olmuştu. O gün Dağ bölgesinde (Dürzü bölgesi) direnme güçleriyle birlikte davranan devrimci Dürzüler, Canbolat’ın tüm silahlı çetelerini tasfiye ederek, esir almıştı.
Canbolat şimdi direnme saflarındadır.
İşte bu Canbolat, önemli bir ihbar yapıyordu. “Mısır yönetimi Lübnan’ı karıştırmak, Hariri çevresinden mali destekle beslenen, gerici Sünni çevrelerden toplanmış 1000 milis gücüne askeri ve gerekli diğer eğitimleri vermiştir” dedi.
Basit bir cümle değildi, ortalığı karıştıracak, gerginliğe gerginlik katacak cinsten bir ilandı.
YALANCI ŞAHİTLER, İDDİANAME, İÇ SAVAŞ
Yaratıcı anarşi Lübnan Başbakanı Refik El Hariri’yi katletti. Lübnan da karıştı. Afganistan’dan Kafkaslara, İran’dan Irak’a, Suriye’den Lübnan’a Akdenize bu alanı denetlemek isteyen ABD, en zayıf halka olarak gördüğü Lübnan’a egemen olmak istedi. Lübnan'ın mozaik dokusu, birbiriyle sürtüşmeli inanç toplulukları bunun için çok elverişliydi. Lübnan, üzerinde uzun yıllar çalışılan, kantonlara bölünme riskiyle karşı karşıya geldi. Irak işgaliyle bu amaç BOP projesiyle birleşince, İsrail için de Batının emperyalist çıkarları için de en uygun ortam yakalanmış oldu.
Ancak Lübnan çökmüyordu. Hariri suikastı da işe yaramamıştı. Bu elim suikastın bölgede halkların çıkarları lehine direnme ısrarında olan güçlerin sırtına yıkılması gerekiyordu. Direnme güçleri suçlanacak, savaşlarla baş edemedikleri bu güçleri, uluslararası kuşatma, yargılama, mahkum etme yöntemleriyle kaosa sürükleme planları yapıldı. Yalancı şahitler olayı bu kurguların en önemli ayağını oluşturdu.
Yerden çıkan mantar gibi ortaya atılan yalancı şahitler, birbiriyle açık çelişkilerin, zaman, yer ve şahısların konumu itibariyle açık yalan üzerine kurgulanmış ifadelerine rağmen, ciddiye alınmaları ve bunlara dayanarak ülkenin tüm güvenlik birimleri başkanlarının tutuklanması dikkat çekiciydi. Direnme yanlısı oldukları bilinen bu üst düzey generallerin 4 yıl tutuklu kaldıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi, Uluslararası Cinayet Mahkemesi savcılığınca serbest bırakılmaları (29 Nisan 2009); büyük bir mağduriyetin sona ermesini sağladığı gibi, Hariri suikastının siyasi bir olay olduğu gerçeğini, yargının da bu siyasi komploların bir parçası olduğunu ortaya çıkarıyordu. Bu sürede Suriye’nin de suikastla uzak yakın bir ilgisinin olmadığının da ortaya çıkması, bir kez daha Lübnan’da son 5 yıldır yaşanan kaosun BOP kaynaklı, ABD-İsrail çıkarları için düzenlenmiş bir olay olduğu gerçeğini gösteriyordu.
Hamle sırası mazlumlara gelmişti. 12 Temmuz savaşından başarıyla çıkmış olan direnme güçleri bu hamleye öncülük ettiler. Hariri mahkemesinin doğrudan doğruya ABD-İsrail kararları altında bir siyasi mahkeme olduğunu vurguladılar. Aylar önceden İsrail, ABD ve Lübnan gericiliğinin basına sızdırdığı iddianame taslakları, bir yanıyla tepkilerin haklılığını, diğer yanıyla siyasi komplolarla bir kez daha Lübnan’ın karıştırılmak istendiği gerçeğini gösteriyordu.
Ezberci şahitlerin yalanlarının tek tek ortaya çıkması, generallerin suçsuz olup bırakılmalarına, Suriye’nin olayla ilgisinin olmadığının anlaşılmasına rağmen, bu şahitlerin tutuklanmaması, bunları ortaya atanların sorgulanmaması, ülkeden ülkeye dolaştırılarak ve her gün yeni bir provokatif açıklama yapmalarına göz yumulması, bardağı taşıran son damla olmuştur.
Direnme güçleri, yalancı şahitlerin ifadeleri üzerinden oluşturulacak bir iddianamenin siyasi maksatlı olacağını ve böylesi bir iddianameyle oluşturulacak mahkemenin de adil bir yargılama yapamayacağını ilan ettiler. Mahkemeyi ve kararlarını tanımayacaklarını, İsrail ve ABD'nin güdümünde siyasi kararla bölgeyi bir kez daha karıştırmak isteyen zihniyetin, Lübnan sahasında hiçbir değeri olmayacağını açıkladılar.
Bu siyasi yargı sistemi kabul edilemezdi. Doğal olarak bu sürece bağlı olan mahkemenin mali giderlerinin karşılanmasıyla ilgili Lübnan hükümetinde de karışıklıklar birbirini takip etmeye başladı. Hükümet, bu nedenle tıkanmaya ve ülkenin diğer sorunlarıyla ilgili konularda bir karar alamayacak hale gelmiş oldu. Bin bir zorlukla Katar'ın başkenti Dovha’da oluşturulan ittifak, kıl üzerinde yürür hale geldi.
Bir kez daha iç savaş tamtamları çalmaya başladı. 7 Mayıs 2008 tokadını unutmayan sağ güçler, Mısır gibi gerici Arap ülkelerinde, kendi milislerini eğitmeye ve silahlandırmaya başladı. Her gün yeni bir basın açıklamasıyla ortalık gerildikçe gerildi. Bir kez daha Suriye ve Suudi Arabistan'ın sükunet davetiyeleri iletmesine karşın, gerginliğin hala kendini koruduğu gözlendi.
Bu satırların yazıldığı sıralarda, mazlumlar haklarını talep ederken, ülkelerinin İsrail lehine karışmaması için ellerinden gelen her dikkati gösteriyor. Özellikle dış güçler, İsrail, ABD ve Arap gericiliği akıl almaz kışkırtmalarla, Hariri mahkemesi iddianamesinden oluşturduğu sahte Demokles’in kılıcıyla tehditlerini sürdürmeye devam etmektedirler.
Bölgemizin hızla tırmanan gerginliği, Batı yakasındaki bu gelişmelerle bir arada yürüyor. Buna, Filistin-İsrail arasında 2 Eylül'den itibaren başladığı ilan edilen doğrudan görüşmelerin tıkanmasını da eklediğimizde, bölgemizin Batı yakasının geleneksel gerginlik ve ötesine geçmeye hazır olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
İran Cumhurbaşkanı Ahmedi Necat’ın 13 Ekim 2010 Çarşamba günü Lübnan’a gerçekleştireceği ziyarete muhalif olan sağcı güçlerin, gerginliği tırmandırma çabalarına alet edileceğini de ayrıca hatırlatmak gerekir.
DOĞU YAKASI
A. İRAN - IRAK
Bölgemizin Batı yakasında devam eden gerginliği, Doğu yakasının lavları üzerine soğuk suların serpilmesiyle devam etmekte.
İran’a karşı yönelen çok yönlü kuşatma ve ambargolar aşırıya gitmeyen boyutta kalırken, İran’ın barışçıl nükleer faaliyetleri geniş bir yelpazede Batılı ülkelerce hayırhah tutumlarla da olsa göz yumulmakta, Rusya federasyonu tarafından ise açıkça desteklenmeye devam ediyor.
İran bölgenin en güçlü ülkesi. Çevresiyle ilişkisi ve etkinliğiyle kolay yutulmayacak cinsten bir devlettir. 2500 yıllık tarihinde hiçbir zaman işgal edilememiş bir ülkedir. Şii inancı farzlarından biri de cihattır. Sünni İslam’da üzerinde bu ölçüde vurgulu durulmayan bu farz, Şii alemini mücadelede çok radikal kılan bir etkiye sahiptir. Lübnan’dan, Tacikistan’a kadar uzanan alanda siyasal etkisi hissedilebilir bir ülkedir. Avrupa ülkeleriyle de çok derin bağları olan İran, ABD için ilk hedef olmaktan çok, ötelenmesi gereken bir şer ayağı olarak görülür. İsrail açısından ise bu ülke ölüm kalım dengesinin merkezidir. İran, Irak gibi dize gelmeden İsrail’e rahat uyku yok.
İran, Irak üzerinde çoğunluğun siyasal yönelimlerini belirleyen bir ülkedir. Saddam sonrası dengelerde bu kesin bir şekilde ortaya çıkmıştır. İran Kürtlerle anlaşabilirse Irak hükümetinin kuruluşunda temel bir dış güç olarak oynayacağı rolün siyasi sonuçlarını çok iyi toplamış olacaktır. Böylesi bir gelişme ABD ve bölgenin diğer Sünni gerici ülkeleri için ciddi bir kayıptır. Bunun için Irak'lı Kürtlerin oynayacağı anahtar rol büyük öneme sahiptir. ABD'nin bölgeden çekilmesi ise Kürtlerin İran'a, Şiilere ve sürmekte olan savaşta Sünnilerle karşı, yakınlaşması çekincesine yol açmaktadır. Talabani’nin, Şirvan Zibari’yle Newroz kutlaması adı altında yaptıkları ziyaret çok anlamlıydı. ABD bundan hiç hoşnut olmadığını çeşitli vesilelerle de dile getirmiştir.
ABD ve bölge Sünni iktidarları Kürtleri İyad Allawi’nin yanında görmek istiyor. Bu durum ABD’nin eski düşmanı ve Irak’ın işgaline yol açan Baas’çılarla bir kez daha bölgemizde omuz omuza olmasını getirecek gibidir.
Irak seçimleri 7 Mart 2010 tarihinde oldu, aradan 7 ay geçmesine rağmen hükümet kurulamadı. Irak birliğini kaybetmiş bir ülkedir. ABD işgaliyle yıkılan devlet, bir kez daha ayakları üzerine duramıyordu.
Irak, tipik bir Lübnan haline getirilmiştir. Kantonlar, siyasallaşmış mezheplerin hükümranlığı altında, dış güçlerin destek ve onayını arayan bir ülke durumuna düşmüştü.
Son seçimde 325 milletvekilli parlamentoya sahiptir. Parlamentoda 4 temel güç bulunmaktadır.
El Irakiye listesi (Kaimet El Irakiya); İyad Allawi liderliğinde. Laik, eski Baasçı Sünni, Kürt (HEDBA partisi yaklaşık 20 Milletvekili gücünde) ve Şiilerce desteklenir. 91 Milletvekiline sahiptir. ABD, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye tarafından desteklenmektedir.
Yasal Kanun Devleti listesi (Kaimet Devletül Kanun); Nuri el Maliki liderliğinde. Şii (Ayetullah Sistani ve çevresi) 89. Milletvekiline sahiptir. Yoğun İran etkisi, nispi Suriye etkisi. ABD, bu güçten İran etkisi nedeniyle umudunu kesmiş gibi.
Irak Ulusal İttifakı (İttifak el Kavmi el Iraki) ; Muktada el Sadr ve Ammar El Hakim liderliğinde. Şii. Toplam 70 Milletvekiline sahip ( 42 Sadır, 28 Hakim) İran, Suriye etkisi. ABD’ye karşı radikal tutum takınır.
Kürt İttifakı; Mesut Barzani ve Celal Talabani liderliğinde (KDP ve YNK, Goran Hareketi; Komala İslami ve Yekgırtu İslami Hareketi) 57. Milletvekili. ABD etkinliği yoğun, ABD’nin çekilmesiyle birlikte kararsızlık içinde ancak daha çok İran’a yatkın.
Tavafuk Cephesi; Cevat Bolani liderliğinde (Irak İçişleri Bakanı) 6 Milletvekiline sahip. Geride kalanlar ise Türkmen, Asuri ve Yezidilerden oluşuyor.
Bu tabloda hükümet kurabilmek için 163 Milletvekiline sahip olmak gerekli. İç ve dış dengeler bu kuruluşu 7 aydır ertelemektedir. Bölgemizin Doğu cephesinde belirgin bir dinginlik yaratılmak istendiği göz önüne alınırsa, daha fazla uzamadan hükümet kuruluşu; ABD, İran, Suriye, Suudi Arabistan arasında oluşacak bir uyumlaşmanın ardından, Kürtlerin verecekleri kararında rol oynayacağı bir planla, Irak hükümeti kurulmuş olacaktır.
Lübnan’daki kritik dengeleri hatırlatan bu süreç yakından gözlenerek okurla paylaşılacaktır. Söylenmesi gereken en önemli şey, bölgemizin Batı yakası gerginliklerinin yumuşatılacağıdır.
Bu kapsamda, Türkiye Kürt Özgürlük Hareketinin önemli rolü olduğu söylenebilir.
B. TÜRKİYE ( Kürt Özgürlük Hareketi)
Bölgemiz Doğu yakasının en gergin alanı Türkiye Kürdistan alanıydı. Anayasa referandumu süreci içinde bir kez daha ilan edilen ateşkes, devlet güvenlik güçlerince sık sık ihlal edilmesine karşın, ateşkesi tek taraflı ilan eden Kürt Özgürlük Hareketi, kararına tutarlıca sadık kaldı. Hakkari’de yapılan provokasyonlar, sivil Kürtlerin katledilmesine rağmen barış için kararlı duruş devam etti.
Anayasa referandumu ardından ateşkes bir ay daha uzatıldı. Ciddi bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Devletin ısrarlı provokatif çabalarına rağmen, sivillerin, seçilmiş Belediye Başkanlarının gerekçesizce tutuklanmasına karşın, ateşkes etkilerini sürdürmeye devam etmektedir.
Kürt Özgürlük Hareketi, Anadille Eğitim ve Demokratik Özerklik talebiyle bu barış sürecini doldurmaya çalışırken, devletin hızlı bir diplomasi atağı ile çevre ülkeler ve ABD’de oldukça sisli bir mekik dokumakta olduğu gözlenmektedir. Bu atak girişimler, devletin geleneksel statüleri, akıl algıları, AKP iktidarının ortaya koyduğu iflas etmiş demokratik açılım taktikleri, AKP temel kadrolarının bilinç altını şekillendiren Milli Görüş parametreleri (İslam’ın ümmet argümanında var olan evrenselliğe karşı Milli İslam, ırkçılığa kadar uzanan ve kendini bu gün Fethullah Gülen cemaatinde ifade eden, AKP'nin derin devletini şekillendiren bu cemaatin, her taşın altından çıkan kirli ilkel-milliyetçi duruşuyla belirginleşen tutumlar) bölgemizin Doğu yakasında oturtulmaya çalışılan dinginliğin, hiçte hayra alamet olduğunu göstermemektedir.
Bölgenin tüm devletleri Kürt halkının, topraklarını ve demokratik haklarını gasp etmiş devletlerdir. Bu devletlerin Kürt sorunuyla ilgili bir araya gelmeleri, hiçbir zaman bu hakların teslim edilmesi üzerine olmamıştır, bundan sonra da olmayacak gibidir.
Bu nedenle Kürt Özgürlük Hareketinin gerçek barış duygularıyla ilan ettiği ateşkes, bu devletlere yeni ve kanlı hamleleri için bir nefes alımı gibi durmaktadır. Barış tutumu almak doğru ve ilkelidir. Kürt Özgürlük Hareketi kendi üzerine düşeni böylece yaptığını göstermektedir. Bu bölge halkları için önemli bir mesajdır. Bu karara saygı da duyulmalıdır. Kendi bağımsız kararıyla iyiyi ve kötüyü seçme durumunda olan özgürlük hareketine her zaman desteğimiz olacaktır; bu destek hepimiz adına gerekli olan demokratikleşme için de gereklidir. Ancak bölgenin Doğu yakasında özel olarak geliştirilen bu dinginleşme sürecinin dikkat çekici olduğunu dile getirmek de yükümlülüğümüzdür.
Diplomasi mekiğinin güvenlikle ilgili olması kaygıları artıran bir unsurdur. Demokratik hakların verilmesini içermeyen gizli dosyalar etrafında oluşan diplomatik ilişkilerin, belli bir sessizlik yaratmasına karşın, bölgemizin Batısında varılmak istenen gerginliklerin boyutuna ve süresine bağlı olarak korunacağı açıktır. Bu Doğu yakasının yeni enerji birikimleriyle doyurulacak fay hatlarının infilakına kadar devam edecektir.
Bölge tahterevallisinin gergin dengeleri uzun bir süre daha kendini koruyacak gibidir. Bölge halklarına dayatılan bu çözümsüzlük süreci, yeni kuşakların kan kayıplarıyla yoluna devam edecek. Bunun önüne geçmek için bu bölgenin insanları olarak çok daha duyarlı davranışlara yönelmemiz gerekmektedir. Bunun en önemli adımı ülkemizde barışı kazanmaktır.
Farklılıklarımızı içselleştirerek, bunu gelenekselleştirip yasal, anayasal, kurum ve kuruluşlarla güvenceye almamız gerekir. Bunu başaramadığımız zaman iktidarların güvenlik algılarının esiri olarak kaoslardan kurtulma şansımız kalmayacaktır. Dış güçlerin istediği de budur. Bu anlamda bölgenin tüm devletlerinin, gerçekte halkların çıkarları karşısında dış güçlerin birer oyuncağı olarak tutum geliştirdiklerini iddia etmek, abartılı olmayacaktır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder