23 Ekim 2010 Cumartesi
KCK DAVASI
KCK DAVASI ANADİL Ve EMPATİ FACİASI
http://mirural.blogspot.com/
Mihrac Ural
22 Ekim 2010
Dil, anavatan oluşumunda, varlığın kökleşmesinde, medenileşme çabalarıyla birlikte bakir toprakları ısrarla ve kararlılıkla yaşama açma mücadelesi sürecinde olan insan toplulukların ortak böleni olarak olgunlaşır.
Dil bu sürecin modern çağlardaki tekamülünün sonucu ulus dili olarak ifade edilir.
Anadil, kiminin sandığı gibi “bir fikir jimnastiği olan ulusun uydurması” değildir. Tersine, anadil bir fikir jimnastiği olmayan değerlerin ortak bir kimlikte kendini ulus olarak ifade eden insan topluluğunun tarihsel evriminin, sosyal ilişki için soyutladığı birikim yoğunluluklarının kendini ifade etme tecellisidir.
Kürtler bu kriterlerin tümünde tarihin tüm sınavlarından geçerek Kürtçeyi kazanmıştır. Dil bu yanıyla toprak gibi anavatandır.
Tam bu noktadan itibaren empati yapmayı önereceğim. Birey ya da kurum, siyasal duruş ya da siyasal akım, din ya da her hangi bir inanç olarak Kürtler yerine kendimizi koyalım ve bir an bu tarihsel ve en doğal haklarımızın ısrarla, inatla, baskı ve zorla, devlet ve statüleriyle, ordu ve güvenlik güçlerinin kıyımlarıyla mahkeme ve davalarıyla bu gerçeğe yasak konduğunu düşünelim.
Ülke çapında 1 saat gibi basit bir süreyle anadilimizle konuşmadığımızı varsayalım. TV kanalarının aniden 1 saat süreyle bilmediğimiz bir dille yayına başladığını hissetmeye çalışalım. Buna en hafif deyimle diyeceğimiz şey faciadır.
Evet, durum tas tamam budur, FACİA…
İşte bu ülkenin, bu coğrafyanın gönüllü gönülsüz ama bir biçimde bir arada tek boyutlu bir hükümranlık altında mozaik halleriyle yaşayan bizler hep beraber bu FACİA’yı Kürtlerin boynunu bir idam ipi gibi geçirmiş bulunuyoruz. Bununla da kalmamış, hissizce yaşantımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
Bu FACİA başımıza gelmeden aklımızın başımıza gelmediği de çok açık.
***
KCK davası başladı.
Ülkemiz tarihinin büyük siyasal davalardan biri olarak bu dava Kürt halkının davasıdır.
Bu davanın her aşaması ayrı bir konu ayrı bir yorumu gerektiriyor. Bu makalenin konusu anadil ve anadille savunma hakkı üzerinde yoğunlaşacaktır.
İktidarların tarihi siyasetin tarihi olarak ifade edilebilir. Devlet erkini ele geçiren güç ya da anlayış kendi hükümranlığını çoğu kez kendi koyduğu yasaları da çiğneyerek ikame etmeye yönelir. Bazen Karanlık ortaçağların kıyım süreçlerini 20. Yüzyılda da sürdürmenin yollarına düşebilir; 1915 Ermeni jenosidi bunlardan biridir. Özellikle ilkel çağların imparatorluk yıkıntıları üzerinde kurulan devletler böylesi bir geleneğin devamcıları olarak kendilerini ifade etme maceralarına sürüklenirler.
Tarihiyle yüzleşmeyen toplumlar bunun sancısını her toplumsal olayda bir kez daha bir travma olarak yaşarlar. Ülkemizin çağdaş tarihi bunlarla doludur. Bu tarihte, ülkemiz farklılıklarının tümünün başına gelmeyen bir sorun kalmamış gibidir. Cumhuriyetteki Osmanlının iç fetihleri bir biçimde devam ediyor demek yanlış olmayacaktır.
Ancak zaman ve mekan algıları dağılmış olanlar, devlet statülerinin sınırlarını bilmeden yaptıkları zorlamalarla kaoslara yol açarlar. Başlangıcı kolay gibi gelen girişimler sorunları çözmek yerine gerginlikleri yoğunlaştıran ve tıkanmalarla kaosa derinleştiren sonuçlar verebilir. KCK davası bunun tipik bir örneğidir.
Bilindiği gibi, iktidarlar, bin bir gerekçeyle insanları tutuklayabilir, yargılayabilir, hüküm de verebilir. Bunu bir halka karşı topluca da dayatabilir. Bunu elindeki dev askeri ve güvenlik gücüyle yapması zor olmayabilir de. Ancak bu yaptırımları infaz edebilir mi, tarih indinde bu infazları kalıcı kılabilir mi? İşte imkansız olan budur. Bu yüzden, bu tür dayatmaların anlamı her zaman tartışma götürür özellikte kalır. KCK davası bunun iyi bir örneğini oluşturacak gibidir.
Ellerinden gelse 21. Yüzyılda her türden kıyımı da yapma eğilimi içindedirler. 12 Eylül karanlık rejiminde geliştirilen askeri operasyonlarla Kürt halkının uğradığı kıyım, zulüm, tehcir, tenkil, faili meçhul, işkence, zindan çileleri dile kolaydır. Bu günde uygun bir ortam bulsalar tereddüt etmeden aynı şeyi tekrar edebilirler; hala yapmakta oldukları sınır ötesi operasyonlar bunun için yeterli bir göstergedir. Son çeyrek asırda olanların ibret tablosunu herkes ezbere biliyor.
Bütün olanlara rağmen, Kürt halkı ve siyasal önderleri provoke edilemedi, tarihin ender ulusal kurtuluş hareketlerinden birini örgütleyip, geliştirerek hak aramaya devam etti. Bunun için ne iç savaşa ne de hakkı olan ulusalcı bir iç kapanmaya yönelmedi; birlik dedi, ortak ülkemiz için herkesi kapsayan demokratik talepler dedi, barış dedi, ateşkes dedi.
Kürt özgürlük hareketi taviz kar olmaya devam etti; resmi dil olduğu gibi kalsın, bayrakla bir sorunumuz yok, misak-ı milli olduğu gibi sınır olarak kabulümüzdür diye de açıklama yaptı. Ama bütün bunlara karşın hiçbir demokratik hak kazanamadı, kıyıma, tutuklamalara, işkence ve zindanlara maruz kalmaktan kurtulamadı. Seçilmiş mahalli idarecileri, belediye başkanları, yasal siyasal mücadele unsurları yüzlerce Kürt apar topar, hiçbir ciddi delil olmaksızın “terör örgütü oluşturma” suçlamasıyla tutuklandı.
Devlet bu, iktidarı ele geçirenler bin bir hokkabazlıkla düşman ilan ettiklerini tutuklar, işkencelere maruz bırakır, zindana atar, dava açar ve mahkemelerde süründürürcesine yargılamaya başlar. Mahkum da eder. Ancak bunu infaz edebilir mi. Halkın vicdanında bu mahkumiyeti oturtabilir mi? Sorun da burada başlar.
Bu sorunlar dizisiniz ilk adımı atıldı bile. Tutuklananlar, yasalara uluslar arası anlaşmalara dayanarak anadille savunma yapacaklarını ilan ettiler. Mahkeme bu talebi ret etti.
Burada bir nokta koyarak gerisin geriye gideceğiz. KCK sanıklarının anadilleriyle savunma yapma haklarını meşru kılan tarih ve yasal hükümlerle bu hakka sahip olup olmadıklarına bakacağız.
TARİHSEL KÖKLER
Empati yapacağız ama önce sorunun merkezinde olan Kürt ulusunun varlık köklerini de kısaca bir kez daha bilince çıkartmamız gerek. Yoksa empatimiz hiçbir işe yaramayacak. Her zaman olduğu gibi de elmalarla armutlar birbirine karıştırılarak, ortak tarihten, iç içe geçmiş olmaktan, kız alıp vermekten dem vurulacak.
Kürt ulusunun varlık köklerini dedim. Ne ırk ne milletten söz ediyorum. Tamamen ortak bir kimlik etrafında insan topluluklarının arlık köklerinden söz edeceğim. Bunun adı Kürt, Arap, Türk, Fars ya da başka bir şey olabilir.
Varlık kökleri, esasından vatandaşlığı, vatanı, ana vatanı anlatan bir olgudur. Bu gün itibariyle bir insan topluluğunun üzerinde yaşadığı toprakla kaynaşmasını ve onun üzerinde tarihler boyunca geliştirdiği gelenek görenek kültür ve dil olayını açıklar.
Bakir bir toprağı tarihte ilk kaz yaşama açan, ziraata açan bir insan topluluğu o toprağı vatan edinmek orada kökleşmek ve medenileşmek için ilk adımı atmış demektir. Buradan başlar topluluğun kolektif kimlik hikayesi, acılar tatlılar zorluklar kolaylıklar, böylece ortak kaderle pekişir ve şekillenir.
Ancak en önemlisi bakir toprağı her daim yeniden yaşama kazanma, ziraata açmanın ısrarla ve tekrarla devam etmesidir. Devamlılık o bakir toprakları anavatana ve üzerinde yaşayanlar için kök salmaya zemin olur. Kökleşme esasında bir varlık kökleşmesidir. Bu nedenle yaşama açılan topraklar anavatan olurken onlar için ölümler bile topluca göze alınır hale gelir. Bu sadece modern uluslar çağı için geçerli değildir tarihin her kesit için geçerli bir medeni kolektif insan davranışıdır.
Konumuz Kürtler.
Kürtlerin varlık kökleri üzerine yapılacak en kısa açıklamamı yaptım. Kürt diye bilenen insan toplulukları bilenen bu coğrafyada, toprakları kararlı bir biçimde ve sürekli olarak yaşama açarak bu alanları anavatan haline getirdiklerini sanırım kimse tartışma konusu yapamaz. Bu topraklar üzerinde geliştirdikleri kültür, dil, gelenek-görenek ve ortak yaşamla, gelecek nesillerine taşıyacağı mesajlarla birlikte bir ulus olarak tarih sahnesine çıktılar. Bu süreç her hal ve koşulda bir medenileşme sürecedir ki, Kürtler Mezapotomya’nın insanlık tarihine ışık saçan büyük katkıların tarihini temsil ederler. Birazcık tarih bilgisi olan bu değerlerin kapsamı ve insanlık ilerlemesindeki rolünü çok iyi bilir. Konumuz bu değil.
Kürtler, bu kolektif isimle anılmaya başladıkları tarihten bu güne, bu coğrafyanın yerlileridir, sakinleridir. Kürtler bir başka bölgeden gelip kimsenin ne topraklarını ne de vatan edindiği yaşam alanlarını gasp etmiştir. Tersine toprakları dün de bu günde hep gasp edilmiştir ve bunu rağmen bu coğrafyada varlık kökleşmeleri durdurulamamıştır. Böylesine bir kararlılıkla ve tutarlılıkla tarihin her cefasına göğüs gererek gelen bir ulusun anavatan edindiği topraklarda bağımsız olamaması tarihin en büyük talihsizliği olmuştur. Kürtler bunu bile dünyanın sonu saymamıştır. Öyle ki başkalarıyla topraklarını paylaşmayı ve başkalarının hükmü altında barış içinde özverilerle yaşamayı sürdürmüşlerdir.
21.yy dünyamız bilişim çağıyla köy gibi birbirine yakın bur bütün haline gelmiştir. Bunun en patrik anlamı karanlık ortaçağların iletişimsizliğinden çıkmaktır. İletişimin açtığı ortak insanlık bilince ve bilgi dönüşümleri, geç kalmış özgürlüklerin kapalı kaldığı duvarları da yıkarak ilerlemiştir. Bu çağ yeni bir uygarlığa tırmanırken ihtiyaç duyduğu oksijen demokrasi olmuştur. Her yeniçağın, her yeni uygarlığın ihtiyacı olan demokrasi bu çağın tıkanmalarını aşacak en önemli unsur demokrasi ve özgürlük olmuştur. Kürtler geç kalmış özgürlüklerini, geç kalmış demokratik haklarını, bu tarihisel kesitte kazanmak için yine kolektif bir iradeyle, özverilerle göstermeye başlamıştır. Kimsenin ne anavatanını ne de herhangi bir ulusal değerini istemeden, çalmadan, gasp etmeden kendine ait olanı talep etmektedir. En doğal olanı, varlık köklerinin her tür etkiden bağımsız ürünlerine sahip çıkmak istemektedir. Bunlardan biri de ana dildir.
Anadil, kiminin sandığı gibi “bir fikir jimnastiği olan ulusun uydurması” değildir. Tersine, anadil bir fikir jimnastiği olmayan değerlerin ortak bir kimlikte kendini ulus olarak ifade eden insan topluluğunun tarihsel evriminin, sosyal ilişki için soyutladığı birikim yoğunluluklarının kendini ifade etme tecellisidir.
Dil, anavatan oluşumunda varlığın kökleşmesinde, medenileşme çabalarıyla birlikte bakir toprakları ısrarla ve kararlılıkla yaşama açma mücadelesi sürecinde olan insan toplulukların ortak böleni olarak olgunlaşır. Dil bu sürecin modern çağlardaki tekamülünün sonucu ulus dili olarak ifade edilir.
Kürtler bu kriterlerin tümünde tarihin tüm sınavlarından geçerek Kürtçeyi kazanmıştır. Dil bu yanıyla toprak gibi anavatandır.
EMPATİ FACİASI
Tam bu noktadan itibaren empati yapmayı önereceğim. Birey ya da kurum, siyasal duruş ya da siyasal akım, din ya da her hangi bir inanç olarak Kürtler yerine kendimizi koyalım ve bir an bu tarihsel ve en doğal haklarımızın ısrarla, inatla, baskı ve zorla, devlet ve statüleriyle, ordu ve güvenlik güçlerinin kıyımlarıyla mahkeme ve davalarıyla bu gerçeğe yasak konduğunu düşünelim.
Ülke çapında 1 saat gibi basit bir süreyle anadilimizle konuşmadığımızı varsayalım. TV kanalarının aniden 1 saat süreyle bilmediğimiz bir dille yayına başladığını hissetmeye çalışalım. Buna en hafif deyimle diyeceğimiz şey faciadır.
Evet, durum tas tamam budur, FACİA…
İşte bu ülkenin, bu coğrafyanın gönüllü gönülsüz ama bir biçimde bir arada tek boyutlu bir hükümranlık altında mozaik halleriyle yaşayan bizler hep beraber bu FACİA’yı Kürtlerin boynunu bir idam ipi gibi geçirmiş bulunuyoruz. Bununla da kalmamış, hissizce yaşantımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
Bu FACİA başımıza gelmeden aklımızın başımıza gelmediği de çok açık.
Bu satırların yazarı her türden milliyetçiliği bir veba sayar. Bu hastalıkla mücadele edilmeden ne demokrasi ne de özgürlüğün ikame edilebileceğine inanır. Arap etnik bir topluluktan gelmiştir ama ortak ülke söylemini esas alır ve birlikte bir arada yaşamak için tüm demokrasi güçlerinin omuz omuza olmasını gerekli görür bölücülüğe karşı kararlıca mücadele eder. Bu ilkeler ışığında ortak ülkemizin tüm farklılıklarının özgün örgütlenme ve mücadelesinin ülkemizin bir zenginliği olarak demokrasinin ikamesine katkı yapılabileceğini belirler. Bu hakkı tanımadan demokrat olunmayacağını ısrarla vurgular. Bunun en iyi ifadesi olarak da Kürt özgürlük hareketinin özgün örgütlenme ve özgür mücadelesiyle ülkemiz demokrasisine yaptığı katkıyı gösterir.
Bu noktadan hareketle bu ülkede yaşayan tüm insanların Kürt kardeşlerimizin başına bir facia olarak ördüğümüz yasakların gerçekte kendimizi tutsak eden yasakların bizatihi kendisi olduğunu artık anlamamız gerektiğini belirteceğim. Bu nedenle 1 saatlik empatinin yaratacağı faciayı hepimizin algılaması gerekir diyeceğim.
Empati burada bitsin. Kendimize geldiysek hemen KCK duruşmalarına geçelim.
KCK DAVASI
Halkın seçilmiş belediye başkanları dahil siyasi kimlik sahibi yüzlerce Kürdü, orta çağların toplulukları sürü gibi, insanlık suçu yöntemiyle tutuklamak, işkenceye almak, zindanlara doldurmak, dava edip yargılamaya başlamak iktidar olmanın gücüyle mümkün olmuştur. Bu, hükümran gücün devlet imkanlarıyla kolayca becerebileceği bir şeydir.
Mahkeme başladı. Bir terör örgütünün yargılandığı dile getirildi. Hiçbir silahın bulunmadığı, patlayıcının olmadığı yüzlerce kişinin evlerinin didik didik aranmasına rağmen terör denilebilecek bir çakının olmadığı bu davanın bin türden haksız oluşumu bir yana. Hatta sonuçta vereceği hüküm ne olursa olsun o da bir yana.
KCK davası hayati ve aşılması mümkün olmayan iki sorunla karşı karşıyadır. Bunun birincisi sanıkların savunma hakları, ikincisi verilecek kararın infazı.
Henüz karar verilmediği için infazın mümkün olmayacağı gerçeği üzerine sonra yazacağım. Bu makalenin konusu savunmanın dili üzerinedir.
KCK sanıkları anadilleriyle savunma hakkını kullanmak istemiş, mahkeme bunu ret etmiştir. İşte gerçek burada tekamül ediyor. Bu aynı zamanda hiçbir empatinin işe yaramayacağının da göstergesidir. Ben de konuyu buraya gelmek istiyorum.
Tarihte hiçbir empati kararları değiştirmemiştir. Bu nedenle her hak zorla alınmaya mahkum edilmiş, barış katledilmiştir.
ANADİLLE SAVUNMANIN YASAL HAKLARI
Savunma hakkının anadille yapılmasına ret kararı vermek gerçekte bu topraklarda Kürt ulusunun varlığını resmi mahkeme kararıyla inkar etmekten başka bir anlama sahip değildir. Bu inkar üzerinden geri dönüp demokratik açılım, hak ve kazanımların kökleşmesi gibi söylemlerin kocaman bir yalan olduğunu artık anlamak zor olmayacaktır.
Anadille, basın yayın yapma gibi mahkemelerde de savunma hakkının sarih olarak (açık olarak) Lozan anlaşmasının 90/4 maddesinde belirlendiğini belki bu ülke solunda ilk yazanlardanım (bu konuyu Baskın Oran hoca her zaman dillendirmiştir. Ancak ilk ele aldığı tarihi bilmediğim için ihtiyatla ilk yazanlardan olduğumu söylüyorum). Bu konuyla ilgili 19 Mayıs 1995 tarihli bildirimin başlığı şuydu “SEVR mi? LOZAN mı? TARTIŞMASI YERİNE SİZ ÖNCE LOZAN’I İKİRCİMSİZCE UYGULAYIN”
Lozan anlaşmasının 39/4-5 maddesi ise açıkça şudur.
“Türkiye vatandaşlarından hiç birinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt koyamayacaktır.
Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” (Lozan Anlaşması 39. madde son iki paragrafı, 4. ve 5. Fıkra)
Bu medenin lafzı da ruhu da yoruma gerek duyulmayacak kadar açıktır. Bunu ihlal eden bir mantık, Cumhuriyetin Kabe’si diye kutsanan Lozan anlaşmasını da tartışmaya açmış demektir. Böylesi bir tartışma bir kez başlarsa geride tartışılmayan hiçbir şey kalmayacağını hatırlatarak, hak gaspının bumerang gibi sahibine döneceğini hatırlatmakla yetineceğim.
Kürtler bu topraklarda ana dilleriyle yaşadı, kedi aralarında ve komşularıyla kendi anadilleriyle konuştu. Bu toprakları gasp eden sultanlar, padişahlar Kürtlerle anlaşmak için tercümanlara muhtaç kaldı. Çünkü toprağın dili Kürtçeydi.
Bu dil yasaklı oldukça, insanları tutuklarsınız, işkence eder zindana atarsınız, dava açar mahkemelerde süründürürsünüz, hüküm de verirsiniz ama, anadille savunma haklarını gasp ederseniz hiçbir hükmü infaz edemezsiniz. Çeyrek asırlık gelişmelere bakarsınız bunun ne anlama geleceğini kavramakta zorlanmayacaksınız.
Bu hak er ya da geç kazanılacaktır. Çünkü bu hak tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek bu günün kolektif kimliğini tanımlayan anadil olmuştur. Bunu ne bir yasa ne da bir mahkeme kararı lağvedemez, yasaklayamaz.
Bundan sonrası ise siyasetin yalan okyanuslarında, uzatmaları oynamak için gündeme gelen çırpınışlardan ibarettir.
SONUÇ
Ateşkesi barış için değil, nefes alıp yeniden saldırmak için vakit kazanımı sananların, bölgedeki mekik diplomasisiyle bölgenin farklılıklarını kavramadan herkesi Kürtlere karşı kışkırtabileceğine inananların, füze kalkanı kartıyla bölge ülkeleri ve Kürtler üzerine pazarlık yapılabileceğine aldananların gerçek anlamda hüsran içinde olacakları kesindir. Bu beyhude çabalar, ne demokratik açılım aldatmacasına ne de yaklaşan seçimlerin günü birlik yapılan hile servislerine boyun eğecek bir Kürt halkı bulamayacaktır.
Köprülerin altından çok sular aktı. Kürt halkının tarih içinde oluşturduğu ve çeyrek asırdır fiili olarak ortaya koyduğu değerler onun bu topraklardaki varlık köklerinin bir tecellisidir. Bu varlıkla bir masaya oturmayı düşünmeyenler, demokratik açılım konusunda bir şey düşündüklerine kimseyi inandıramayacaklardır.
Kimse kimseyi aldatmasın, inkarcı inatla yola çıkanlar bu ülkeyi iç savaş karanlıklarına sürüklediklerini bilmelidirler. Ortak ülkemizde böylesi bir faciayı kimse istememektedir. Bunu isteyenlerin ısrarı çok kanlı süreçleri açabilir ama ilk kanların altında onların boğulacağını ve barışın acılara rağmen geleceğini söylemek yanlış değildir.
Umut bu yanıyla bir gerçektir. Çünkü bu ülke birimizin değil hepimizindir.
http://mirural.blogspot.com/
Mihrac Ural
22 Ekim 2010
Dil, anavatan oluşumunda, varlığın kökleşmesinde, medenileşme çabalarıyla birlikte bakir toprakları ısrarla ve kararlılıkla yaşama açma mücadelesi sürecinde olan insan toplulukların ortak böleni olarak olgunlaşır.
Dil bu sürecin modern çağlardaki tekamülünün sonucu ulus dili olarak ifade edilir.
Anadil, kiminin sandığı gibi “bir fikir jimnastiği olan ulusun uydurması” değildir. Tersine, anadil bir fikir jimnastiği olmayan değerlerin ortak bir kimlikte kendini ulus olarak ifade eden insan topluluğunun tarihsel evriminin, sosyal ilişki için soyutladığı birikim yoğunluluklarının kendini ifade etme tecellisidir.
Kürtler bu kriterlerin tümünde tarihin tüm sınavlarından geçerek Kürtçeyi kazanmıştır. Dil bu yanıyla toprak gibi anavatandır.
Tam bu noktadan itibaren empati yapmayı önereceğim. Birey ya da kurum, siyasal duruş ya da siyasal akım, din ya da her hangi bir inanç olarak Kürtler yerine kendimizi koyalım ve bir an bu tarihsel ve en doğal haklarımızın ısrarla, inatla, baskı ve zorla, devlet ve statüleriyle, ordu ve güvenlik güçlerinin kıyımlarıyla mahkeme ve davalarıyla bu gerçeğe yasak konduğunu düşünelim.
Ülke çapında 1 saat gibi basit bir süreyle anadilimizle konuşmadığımızı varsayalım. TV kanalarının aniden 1 saat süreyle bilmediğimiz bir dille yayına başladığını hissetmeye çalışalım. Buna en hafif deyimle diyeceğimiz şey faciadır.
Evet, durum tas tamam budur, FACİA…
İşte bu ülkenin, bu coğrafyanın gönüllü gönülsüz ama bir biçimde bir arada tek boyutlu bir hükümranlık altında mozaik halleriyle yaşayan bizler hep beraber bu FACİA’yı Kürtlerin boynunu bir idam ipi gibi geçirmiş bulunuyoruz. Bununla da kalmamış, hissizce yaşantımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
Bu FACİA başımıza gelmeden aklımızın başımıza gelmediği de çok açık.
***
KCK davası başladı.
Ülkemiz tarihinin büyük siyasal davalardan biri olarak bu dava Kürt halkının davasıdır.
Bu davanın her aşaması ayrı bir konu ayrı bir yorumu gerektiriyor. Bu makalenin konusu anadil ve anadille savunma hakkı üzerinde yoğunlaşacaktır.
İktidarların tarihi siyasetin tarihi olarak ifade edilebilir. Devlet erkini ele geçiren güç ya da anlayış kendi hükümranlığını çoğu kez kendi koyduğu yasaları da çiğneyerek ikame etmeye yönelir. Bazen Karanlık ortaçağların kıyım süreçlerini 20. Yüzyılda da sürdürmenin yollarına düşebilir; 1915 Ermeni jenosidi bunlardan biridir. Özellikle ilkel çağların imparatorluk yıkıntıları üzerinde kurulan devletler böylesi bir geleneğin devamcıları olarak kendilerini ifade etme maceralarına sürüklenirler.
Tarihiyle yüzleşmeyen toplumlar bunun sancısını her toplumsal olayda bir kez daha bir travma olarak yaşarlar. Ülkemizin çağdaş tarihi bunlarla doludur. Bu tarihte, ülkemiz farklılıklarının tümünün başına gelmeyen bir sorun kalmamış gibidir. Cumhuriyetteki Osmanlının iç fetihleri bir biçimde devam ediyor demek yanlış olmayacaktır.
Ancak zaman ve mekan algıları dağılmış olanlar, devlet statülerinin sınırlarını bilmeden yaptıkları zorlamalarla kaoslara yol açarlar. Başlangıcı kolay gibi gelen girişimler sorunları çözmek yerine gerginlikleri yoğunlaştıran ve tıkanmalarla kaosa derinleştiren sonuçlar verebilir. KCK davası bunun tipik bir örneğidir.
Bilindiği gibi, iktidarlar, bin bir gerekçeyle insanları tutuklayabilir, yargılayabilir, hüküm de verebilir. Bunu bir halka karşı topluca da dayatabilir. Bunu elindeki dev askeri ve güvenlik gücüyle yapması zor olmayabilir de. Ancak bu yaptırımları infaz edebilir mi, tarih indinde bu infazları kalıcı kılabilir mi? İşte imkansız olan budur. Bu yüzden, bu tür dayatmaların anlamı her zaman tartışma götürür özellikte kalır. KCK davası bunun iyi bir örneğini oluşturacak gibidir.
Ellerinden gelse 21. Yüzyılda her türden kıyımı da yapma eğilimi içindedirler. 12 Eylül karanlık rejiminde geliştirilen askeri operasyonlarla Kürt halkının uğradığı kıyım, zulüm, tehcir, tenkil, faili meçhul, işkence, zindan çileleri dile kolaydır. Bu günde uygun bir ortam bulsalar tereddüt etmeden aynı şeyi tekrar edebilirler; hala yapmakta oldukları sınır ötesi operasyonlar bunun için yeterli bir göstergedir. Son çeyrek asırda olanların ibret tablosunu herkes ezbere biliyor.
Bütün olanlara rağmen, Kürt halkı ve siyasal önderleri provoke edilemedi, tarihin ender ulusal kurtuluş hareketlerinden birini örgütleyip, geliştirerek hak aramaya devam etti. Bunun için ne iç savaşa ne de hakkı olan ulusalcı bir iç kapanmaya yönelmedi; birlik dedi, ortak ülkemiz için herkesi kapsayan demokratik talepler dedi, barış dedi, ateşkes dedi.
Kürt özgürlük hareketi taviz kar olmaya devam etti; resmi dil olduğu gibi kalsın, bayrakla bir sorunumuz yok, misak-ı milli olduğu gibi sınır olarak kabulümüzdür diye de açıklama yaptı. Ama bütün bunlara karşın hiçbir demokratik hak kazanamadı, kıyıma, tutuklamalara, işkence ve zindanlara maruz kalmaktan kurtulamadı. Seçilmiş mahalli idarecileri, belediye başkanları, yasal siyasal mücadele unsurları yüzlerce Kürt apar topar, hiçbir ciddi delil olmaksızın “terör örgütü oluşturma” suçlamasıyla tutuklandı.
Devlet bu, iktidarı ele geçirenler bin bir hokkabazlıkla düşman ilan ettiklerini tutuklar, işkencelere maruz bırakır, zindana atar, dava açar ve mahkemelerde süründürürcesine yargılamaya başlar. Mahkum da eder. Ancak bunu infaz edebilir mi. Halkın vicdanında bu mahkumiyeti oturtabilir mi? Sorun da burada başlar.
Bu sorunlar dizisiniz ilk adımı atıldı bile. Tutuklananlar, yasalara uluslar arası anlaşmalara dayanarak anadille savunma yapacaklarını ilan ettiler. Mahkeme bu talebi ret etti.
Burada bir nokta koyarak gerisin geriye gideceğiz. KCK sanıklarının anadilleriyle savunma yapma haklarını meşru kılan tarih ve yasal hükümlerle bu hakka sahip olup olmadıklarına bakacağız.
TARİHSEL KÖKLER
Empati yapacağız ama önce sorunun merkezinde olan Kürt ulusunun varlık köklerini de kısaca bir kez daha bilince çıkartmamız gerek. Yoksa empatimiz hiçbir işe yaramayacak. Her zaman olduğu gibi de elmalarla armutlar birbirine karıştırılarak, ortak tarihten, iç içe geçmiş olmaktan, kız alıp vermekten dem vurulacak.
Kürt ulusunun varlık köklerini dedim. Ne ırk ne milletten söz ediyorum. Tamamen ortak bir kimlik etrafında insan topluluklarının arlık köklerinden söz edeceğim. Bunun adı Kürt, Arap, Türk, Fars ya da başka bir şey olabilir.
Varlık kökleri, esasından vatandaşlığı, vatanı, ana vatanı anlatan bir olgudur. Bu gün itibariyle bir insan topluluğunun üzerinde yaşadığı toprakla kaynaşmasını ve onun üzerinde tarihler boyunca geliştirdiği gelenek görenek kültür ve dil olayını açıklar.
Bakir bir toprağı tarihte ilk kaz yaşama açan, ziraata açan bir insan topluluğu o toprağı vatan edinmek orada kökleşmek ve medenileşmek için ilk adımı atmış demektir. Buradan başlar topluluğun kolektif kimlik hikayesi, acılar tatlılar zorluklar kolaylıklar, böylece ortak kaderle pekişir ve şekillenir.
Ancak en önemlisi bakir toprağı her daim yeniden yaşama kazanma, ziraata açmanın ısrarla ve tekrarla devam etmesidir. Devamlılık o bakir toprakları anavatana ve üzerinde yaşayanlar için kök salmaya zemin olur. Kökleşme esasında bir varlık kökleşmesidir. Bu nedenle yaşama açılan topraklar anavatan olurken onlar için ölümler bile topluca göze alınır hale gelir. Bu sadece modern uluslar çağı için geçerli değildir tarihin her kesit için geçerli bir medeni kolektif insan davranışıdır.
Konumuz Kürtler.
Kürtlerin varlık kökleri üzerine yapılacak en kısa açıklamamı yaptım. Kürt diye bilenen insan toplulukları bilenen bu coğrafyada, toprakları kararlı bir biçimde ve sürekli olarak yaşama açarak bu alanları anavatan haline getirdiklerini sanırım kimse tartışma konusu yapamaz. Bu topraklar üzerinde geliştirdikleri kültür, dil, gelenek-görenek ve ortak yaşamla, gelecek nesillerine taşıyacağı mesajlarla birlikte bir ulus olarak tarih sahnesine çıktılar. Bu süreç her hal ve koşulda bir medenileşme sürecedir ki, Kürtler Mezapotomya’nın insanlık tarihine ışık saçan büyük katkıların tarihini temsil ederler. Birazcık tarih bilgisi olan bu değerlerin kapsamı ve insanlık ilerlemesindeki rolünü çok iyi bilir. Konumuz bu değil.
Kürtler, bu kolektif isimle anılmaya başladıkları tarihten bu güne, bu coğrafyanın yerlileridir, sakinleridir. Kürtler bir başka bölgeden gelip kimsenin ne topraklarını ne de vatan edindiği yaşam alanlarını gasp etmiştir. Tersine toprakları dün de bu günde hep gasp edilmiştir ve bunu rağmen bu coğrafyada varlık kökleşmeleri durdurulamamıştır. Böylesine bir kararlılıkla ve tutarlılıkla tarihin her cefasına göğüs gererek gelen bir ulusun anavatan edindiği topraklarda bağımsız olamaması tarihin en büyük talihsizliği olmuştur. Kürtler bunu bile dünyanın sonu saymamıştır. Öyle ki başkalarıyla topraklarını paylaşmayı ve başkalarının hükmü altında barış içinde özverilerle yaşamayı sürdürmüşlerdir.
21.yy dünyamız bilişim çağıyla köy gibi birbirine yakın bur bütün haline gelmiştir. Bunun en patrik anlamı karanlık ortaçağların iletişimsizliğinden çıkmaktır. İletişimin açtığı ortak insanlık bilince ve bilgi dönüşümleri, geç kalmış özgürlüklerin kapalı kaldığı duvarları da yıkarak ilerlemiştir. Bu çağ yeni bir uygarlığa tırmanırken ihtiyaç duyduğu oksijen demokrasi olmuştur. Her yeniçağın, her yeni uygarlığın ihtiyacı olan demokrasi bu çağın tıkanmalarını aşacak en önemli unsur demokrasi ve özgürlük olmuştur. Kürtler geç kalmış özgürlüklerini, geç kalmış demokratik haklarını, bu tarihisel kesitte kazanmak için yine kolektif bir iradeyle, özverilerle göstermeye başlamıştır. Kimsenin ne anavatanını ne de herhangi bir ulusal değerini istemeden, çalmadan, gasp etmeden kendine ait olanı talep etmektedir. En doğal olanı, varlık köklerinin her tür etkiden bağımsız ürünlerine sahip çıkmak istemektedir. Bunlardan biri de ana dildir.
Anadil, kiminin sandığı gibi “bir fikir jimnastiği olan ulusun uydurması” değildir. Tersine, anadil bir fikir jimnastiği olmayan değerlerin ortak bir kimlikte kendini ulus olarak ifade eden insan topluluğunun tarihsel evriminin, sosyal ilişki için soyutladığı birikim yoğunluluklarının kendini ifade etme tecellisidir.
Dil, anavatan oluşumunda varlığın kökleşmesinde, medenileşme çabalarıyla birlikte bakir toprakları ısrarla ve kararlılıkla yaşama açma mücadelesi sürecinde olan insan toplulukların ortak böleni olarak olgunlaşır. Dil bu sürecin modern çağlardaki tekamülünün sonucu ulus dili olarak ifade edilir.
Kürtler bu kriterlerin tümünde tarihin tüm sınavlarından geçerek Kürtçeyi kazanmıştır. Dil bu yanıyla toprak gibi anavatandır.
EMPATİ FACİASI
Tam bu noktadan itibaren empati yapmayı önereceğim. Birey ya da kurum, siyasal duruş ya da siyasal akım, din ya da her hangi bir inanç olarak Kürtler yerine kendimizi koyalım ve bir an bu tarihsel ve en doğal haklarımızın ısrarla, inatla, baskı ve zorla, devlet ve statüleriyle, ordu ve güvenlik güçlerinin kıyımlarıyla mahkeme ve davalarıyla bu gerçeğe yasak konduğunu düşünelim.
Ülke çapında 1 saat gibi basit bir süreyle anadilimizle konuşmadığımızı varsayalım. TV kanalarının aniden 1 saat süreyle bilmediğimiz bir dille yayına başladığını hissetmeye çalışalım. Buna en hafif deyimle diyeceğimiz şey faciadır.
Evet, durum tas tamam budur, FACİA…
İşte bu ülkenin, bu coğrafyanın gönüllü gönülsüz ama bir biçimde bir arada tek boyutlu bir hükümranlık altında mozaik halleriyle yaşayan bizler hep beraber bu FACİA’yı Kürtlerin boynunu bir idam ipi gibi geçirmiş bulunuyoruz. Bununla da kalmamış, hissizce yaşantımızı sürdürmeye devam ediyoruz.
Bu FACİA başımıza gelmeden aklımızın başımıza gelmediği de çok açık.
Bu satırların yazarı her türden milliyetçiliği bir veba sayar. Bu hastalıkla mücadele edilmeden ne demokrasi ne de özgürlüğün ikame edilebileceğine inanır. Arap etnik bir topluluktan gelmiştir ama ortak ülke söylemini esas alır ve birlikte bir arada yaşamak için tüm demokrasi güçlerinin omuz omuza olmasını gerekli görür bölücülüğe karşı kararlıca mücadele eder. Bu ilkeler ışığında ortak ülkemizin tüm farklılıklarının özgün örgütlenme ve mücadelesinin ülkemizin bir zenginliği olarak demokrasinin ikamesine katkı yapılabileceğini belirler. Bu hakkı tanımadan demokrat olunmayacağını ısrarla vurgular. Bunun en iyi ifadesi olarak da Kürt özgürlük hareketinin özgün örgütlenme ve özgür mücadelesiyle ülkemiz demokrasisine yaptığı katkıyı gösterir.
Bu noktadan hareketle bu ülkede yaşayan tüm insanların Kürt kardeşlerimizin başına bir facia olarak ördüğümüz yasakların gerçekte kendimizi tutsak eden yasakların bizatihi kendisi olduğunu artık anlamamız gerektiğini belirteceğim. Bu nedenle 1 saatlik empatinin yaratacağı faciayı hepimizin algılaması gerekir diyeceğim.
Empati burada bitsin. Kendimize geldiysek hemen KCK duruşmalarına geçelim.
KCK DAVASI
Halkın seçilmiş belediye başkanları dahil siyasi kimlik sahibi yüzlerce Kürdü, orta çağların toplulukları sürü gibi, insanlık suçu yöntemiyle tutuklamak, işkenceye almak, zindanlara doldurmak, dava edip yargılamaya başlamak iktidar olmanın gücüyle mümkün olmuştur. Bu, hükümran gücün devlet imkanlarıyla kolayca becerebileceği bir şeydir.
Mahkeme başladı. Bir terör örgütünün yargılandığı dile getirildi. Hiçbir silahın bulunmadığı, patlayıcının olmadığı yüzlerce kişinin evlerinin didik didik aranmasına rağmen terör denilebilecek bir çakının olmadığı bu davanın bin türden haksız oluşumu bir yana. Hatta sonuçta vereceği hüküm ne olursa olsun o da bir yana.
KCK davası hayati ve aşılması mümkün olmayan iki sorunla karşı karşıyadır. Bunun birincisi sanıkların savunma hakları, ikincisi verilecek kararın infazı.
Henüz karar verilmediği için infazın mümkün olmayacağı gerçeği üzerine sonra yazacağım. Bu makalenin konusu savunmanın dili üzerinedir.
KCK sanıkları anadilleriyle savunma hakkını kullanmak istemiş, mahkeme bunu ret etmiştir. İşte gerçek burada tekamül ediyor. Bu aynı zamanda hiçbir empatinin işe yaramayacağının da göstergesidir. Ben de konuyu buraya gelmek istiyorum.
Tarihte hiçbir empati kararları değiştirmemiştir. Bu nedenle her hak zorla alınmaya mahkum edilmiş, barış katledilmiştir.
ANADİLLE SAVUNMANIN YASAL HAKLARI
Savunma hakkının anadille yapılmasına ret kararı vermek gerçekte bu topraklarda Kürt ulusunun varlığını resmi mahkeme kararıyla inkar etmekten başka bir anlama sahip değildir. Bu inkar üzerinden geri dönüp demokratik açılım, hak ve kazanımların kökleşmesi gibi söylemlerin kocaman bir yalan olduğunu artık anlamak zor olmayacaktır.
Anadille, basın yayın yapma gibi mahkemelerde de savunma hakkının sarih olarak (açık olarak) Lozan anlaşmasının 90/4 maddesinde belirlendiğini belki bu ülke solunda ilk yazanlardanım (bu konuyu Baskın Oran hoca her zaman dillendirmiştir. Ancak ilk ele aldığı tarihi bilmediğim için ihtiyatla ilk yazanlardan olduğumu söylüyorum). Bu konuyla ilgili 19 Mayıs 1995 tarihli bildirimin başlığı şuydu “SEVR mi? LOZAN mı? TARTIŞMASI YERİNE SİZ ÖNCE LOZAN’I İKİRCİMSİZCE UYGULAYIN”
Lozan anlaşmasının 39/4-5 maddesi ise açıkça şudur.
“Türkiye vatandaşlarından hiç birinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt koyamayacaktır.
Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” (Lozan Anlaşması 39. madde son iki paragrafı, 4. ve 5. Fıkra)
Bu medenin lafzı da ruhu da yoruma gerek duyulmayacak kadar açıktır. Bunu ihlal eden bir mantık, Cumhuriyetin Kabe’si diye kutsanan Lozan anlaşmasını da tartışmaya açmış demektir. Böylesi bir tartışma bir kez başlarsa geride tartışılmayan hiçbir şey kalmayacağını hatırlatarak, hak gaspının bumerang gibi sahibine döneceğini hatırlatmakla yetineceğim.
Kürtler bu topraklarda ana dilleriyle yaşadı, kedi aralarında ve komşularıyla kendi anadilleriyle konuştu. Bu toprakları gasp eden sultanlar, padişahlar Kürtlerle anlaşmak için tercümanlara muhtaç kaldı. Çünkü toprağın dili Kürtçeydi.
Bu dil yasaklı oldukça, insanları tutuklarsınız, işkence eder zindana atarsınız, dava açar mahkemelerde süründürürsünüz, hüküm de verirsiniz ama, anadille savunma haklarını gasp ederseniz hiçbir hükmü infaz edemezsiniz. Çeyrek asırlık gelişmelere bakarsınız bunun ne anlama geleceğini kavramakta zorlanmayacaksınız.
Bu hak er ya da geç kazanılacaktır. Çünkü bu hak tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek bu günün kolektif kimliğini tanımlayan anadil olmuştur. Bunu ne bir yasa ne da bir mahkeme kararı lağvedemez, yasaklayamaz.
Bundan sonrası ise siyasetin yalan okyanuslarında, uzatmaları oynamak için gündeme gelen çırpınışlardan ibarettir.
SONUÇ
Ateşkesi barış için değil, nefes alıp yeniden saldırmak için vakit kazanımı sananların, bölgedeki mekik diplomasisiyle bölgenin farklılıklarını kavramadan herkesi Kürtlere karşı kışkırtabileceğine inananların, füze kalkanı kartıyla bölge ülkeleri ve Kürtler üzerine pazarlık yapılabileceğine aldananların gerçek anlamda hüsran içinde olacakları kesindir. Bu beyhude çabalar, ne demokratik açılım aldatmacasına ne de yaklaşan seçimlerin günü birlik yapılan hile servislerine boyun eğecek bir Kürt halkı bulamayacaktır.
Köprülerin altından çok sular aktı. Kürt halkının tarih içinde oluşturduğu ve çeyrek asırdır fiili olarak ortaya koyduğu değerler onun bu topraklardaki varlık köklerinin bir tecellisidir. Bu varlıkla bir masaya oturmayı düşünmeyenler, demokratik açılım konusunda bir şey düşündüklerine kimseyi inandıramayacaklardır.
Kimse kimseyi aldatmasın, inkarcı inatla yola çıkanlar bu ülkeyi iç savaş karanlıklarına sürüklediklerini bilmelidirler. Ortak ülkemizde böylesi bir faciayı kimse istememektedir. Bunu isteyenlerin ısrarı çok kanlı süreçleri açabilir ama ilk kanların altında onların boğulacağını ve barışın acılara rağmen geleceğini söylemek yanlış değildir.
Umut bu yanıyla bir gerçektir. Çünkü bu ülke birimizin değil hepimizindir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder