30 Ekim 2010 Cumartesi
"Yaşayan müze..."
Mihrac Ural'ın notu: Değerli dostum Celalettin Can, ülkemizin tarihyle yüzleşmesinin en önemli geçitlerinden biri olan Diyarbakır cezaevi sorununa ilişkin yaklaşımlarını bu yazısında birlikte okuyacağız. Celalletin Can kuşağımızın 78 vakfı etkinlikleri kapsamında hepimiz adına 12 Eylül karanlık rejiminin anılardan silinmemesi gereken kara anıtı Diyarbakır cezaevinin müze yapılmasına ilşkin yorumunu alttaki yazısında dile getirmektedir.
Celalettin Can
30 Ekim 2010
Son birkaç yıldır Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin 1980-84 dönemi artan ölçüde kamuoyu gündeminde yer alıyor. Kalıcı bir barış ihtiyacının her zamankinden daha fazla yakıcılaştığı bir dönemde, Diyarbakır cezaevinin güncelleşmesi Kürtlere ne yapıldığının ülkenin batısında anlaşılması bakımından önem kazanıyor.
Bu ‘anlaşılmayı’ yüzleşme kavramı üzerinden geliştirmeye çalışan Komisyonumuzun* ‘Diyarbakır askeri cezaevi’nin insan hakları müzesi olması’ için açtığı Diyarbakır merkezli imza kampanyası, bölgeden batıya doğru genişlemeye başladı. Şu anda yirmi binin üzerinde bir imzaya ulaşılmış durumda. Önümüzdeki yılın başlarına kadar asgari yüz bin imza hedefleniyor.
Şu soru çok geliyor. Neden müze?
Öncelikle şunu ifade edelim: Müzeciliğin hareket noktası, geçmişe ait bir durumun yada yitirilen bir gerçekliğin güncele taşınması arzusuna yönelik ortak toplumsal duygudur.
Bu da bizi kaçınılmaz olarak tarihi perspektif, ideoloji, gerçek karşısında konumlanış gibi sorunlar ile yüz yüze bırakır. Bu sorunları ele alışta tercih edilen dünya görüşü ve onun metodolojisi temel öneme sahiptir. Bu yönlü tercihimiz bizi gerçeğe uygun kavramsallaştırmalara götürebileceği gibi, tarihin çarpıtılması, yeni kuşaklara aktarımda unutma/unutturma, totaliter, ırkçı,ötekileştirici, cinsel ayrımcı biçimlerin gerçeğin yerine ikame edilmesinden gelen söylemlere de götürebilir.
Bu noktada, her ‘temsili alan’ın ve temsiliyet ilişkisinin bünyesinde, açık veya örtük iktidar ilişkilerini taşıdığı unutulmamalı.
Ne yazık ki üzerinde yaşadığımız coğrafya, içinden çıkamadığımız antidemokratik, baskıcı ve şiddet dolu yönetim ilişkilerinden dolayı, toplumsal dönüşüm dönemlerini, çağdaş sorunları, inceleme araştırma ve belgeleme süreçlerini bırakalım, konuşmayı bile imkansız hale getirmektedir. Oysa, emeğin, özgürlüğün, gücün, şiddetin, yoksulluğun, görünmeyenin, sıradan olanın araştırılması nasıl ki üniversitelerde, ekonomi, sosyoloji, antropoloji, istatistik vb. alanların araştırma konusu ise tüm bunların “kamusal alanda” görünür ve konuşulur hale getirilip, halkın/kamunun katılımına açık bir biçimde mekanlaşmasına, yaşayan gerçek ortamlar yaratılmasına sonsuz ihtiyaç vardır.
Tarihi gerçekleriyle yüzleşebilen ortamlara emsal müze mekanlar son derece yaygındır. İkinci Dünya savaşı ve soykırım müzeleri (Auswich ), engizisyon ve işkence tarihine yönelik müzeler (İspanya’daki Toleod) , Frankfurt tarih müzeleri (İşçi Sınıfı Gençlik Hareketi sergisi), Hamburg’daki müze (Sanayi Emeği Müzesi), aynı başlık altında Avusturya Steyr şehrindeki müze, Mannheim deki Emek ve Teknoloji Müzeleri, Edinburg, Liverpool, Belfast, Zagrep gibi daha yüzlerce emsalini sunabileceğimiz müze mekanları ve bunların açtıkları dönüşümlü sergiler, birey ve toplum, aile, çocuk, engelli, kadın,farklı cinsiyetler, doğa, din, etnisite, inanç alışkanlıkları, düşünce ve değişim biçimleri üzerinde çalışma, ruhsallık ve öz kimliği sergilemenin zengin olanaklarını önümüze getirir.
Tüm bu sorunların konuşulabildiği ve yeni farkındalıkların üretilebildiği mekanlar olarak aynı zamanda, panel/sempozyum,belgesel eşliğinde gösterim alanlarının organizasyonu, çocuklar ve gençlerden başlayarak bilinçli kültürel alanlar yaratımının çeşitlendirilmesi, toplumsal huzura, rahatlamaya, barış ve kardeşlik ilişkilerinin onarımına önemli katkılar sunar.
Müzeler, mekansal kurguları ile tarih bilincinin özgürlük alanları, kültürel çoğulculuğun, öz kimliğin ve tüm çatışma alanlarının üzerinde konuşulup çalışılabileceği fırsat mekanlarıdır.
Sürdürülebilir ilişkiler üretebilme, günün değişen sorunlarına güncel cevaplar verebilme, pedagojik yaklaşımlara açık, tartışmacı ve uyumlaştırıcı çalışma alanlarıdır. Doğru programlamalar eşliğinde, görselliğin, kolay kavranabilir dilin, iletişim yanı güçlü, en geniş halk kitlesine uzanabilen, enstitü formatında toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilecek yapılardır müzeler…
Bizim zihniyet dünyamızın müzeleri, geçmişe takılı, modernizmin toplumu dışlayan, tekçi zihniyet dünyasının ‘mumyalar müzeleri’ değil, ‘yaşayan müzeler’dir.
“Yaşayan Müzeler”, toplumsal deneyim alanlarıdır.
Bu bağlamda Diyarbakır Askeri Cezaevi üzerinden inşa edilecek müze, dünün ve bugünün tüm toplumsal çatışma ve gerginliklerinin anıt mimarisidir. Ceberut devlet şiddetinin, insanlık suçlarının, sınıf ve etnik ayrımcılık temelli vahşetin sembolüdür. Kara bir anıttır!
Buna karşın insanın ve insanlık inancının, direnişin, özgürlük tutkusu ve demokrasi bilincinin onur kavgasının verildiği bir abidedir.
Her iki anlamda binlerce yıl konuşulacak, üzerine insanlığın utanç ve onur defteri olarak çok şey yazılacak bir gerçeklikten ve buna karşı direnişten bahsediyoruz.
Bu gerçekliğin belleklere taşınması, barış ve demokrasiye susamış bu topraklarda ebedileşmesi, insanlığın bir daha yaşamaması dileğinin sözcüsü olması gereken bir mekanlardır müzeler.
Bunun için, İmza Kampanyası biçiminde başlayan, toplumsal bir platform üzerinden geliştirilmesi zorunlu olan etkinliklerle ulusal ve uluslararası vicdanlara seslenen bir yerden öncelikle cezaevini yıkımdan korumak gerekiyor.
Buna paralel, mimari, tarihsel, toplumsal, siyasal, etnografik, pedagojik çalışma guruplarının, teknik ve görsel sanatlarla ilgili yapılarla birlikte oluşturulacak komisyonlarla ön çalışma hazırlık aşamasına getirilmesi gerekiyor.
Bu, hepimizin şarkısı. Yarım kalmamalı
Celalettin Can
30 Ekim 2010
Son birkaç yıldır Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin 1980-84 dönemi artan ölçüde kamuoyu gündeminde yer alıyor. Kalıcı bir barış ihtiyacının her zamankinden daha fazla yakıcılaştığı bir dönemde, Diyarbakır cezaevinin güncelleşmesi Kürtlere ne yapıldığının ülkenin batısında anlaşılması bakımından önem kazanıyor.
Bu ‘anlaşılmayı’ yüzleşme kavramı üzerinden geliştirmeye çalışan Komisyonumuzun* ‘Diyarbakır askeri cezaevi’nin insan hakları müzesi olması’ için açtığı Diyarbakır merkezli imza kampanyası, bölgeden batıya doğru genişlemeye başladı. Şu anda yirmi binin üzerinde bir imzaya ulaşılmış durumda. Önümüzdeki yılın başlarına kadar asgari yüz bin imza hedefleniyor.
Şu soru çok geliyor. Neden müze?
Öncelikle şunu ifade edelim: Müzeciliğin hareket noktası, geçmişe ait bir durumun yada yitirilen bir gerçekliğin güncele taşınması arzusuna yönelik ortak toplumsal duygudur.
Bu da bizi kaçınılmaz olarak tarihi perspektif, ideoloji, gerçek karşısında konumlanış gibi sorunlar ile yüz yüze bırakır. Bu sorunları ele alışta tercih edilen dünya görüşü ve onun metodolojisi temel öneme sahiptir. Bu yönlü tercihimiz bizi gerçeğe uygun kavramsallaştırmalara götürebileceği gibi, tarihin çarpıtılması, yeni kuşaklara aktarımda unutma/unutturma, totaliter, ırkçı,ötekileştirici, cinsel ayrımcı biçimlerin gerçeğin yerine ikame edilmesinden gelen söylemlere de götürebilir.
Bu noktada, her ‘temsili alan’ın ve temsiliyet ilişkisinin bünyesinde, açık veya örtük iktidar ilişkilerini taşıdığı unutulmamalı.
Ne yazık ki üzerinde yaşadığımız coğrafya, içinden çıkamadığımız antidemokratik, baskıcı ve şiddet dolu yönetim ilişkilerinden dolayı, toplumsal dönüşüm dönemlerini, çağdaş sorunları, inceleme araştırma ve belgeleme süreçlerini bırakalım, konuşmayı bile imkansız hale getirmektedir. Oysa, emeğin, özgürlüğün, gücün, şiddetin, yoksulluğun, görünmeyenin, sıradan olanın araştırılması nasıl ki üniversitelerde, ekonomi, sosyoloji, antropoloji, istatistik vb. alanların araştırma konusu ise tüm bunların “kamusal alanda” görünür ve konuşulur hale getirilip, halkın/kamunun katılımına açık bir biçimde mekanlaşmasına, yaşayan gerçek ortamlar yaratılmasına sonsuz ihtiyaç vardır.
Tarihi gerçekleriyle yüzleşebilen ortamlara emsal müze mekanlar son derece yaygındır. İkinci Dünya savaşı ve soykırım müzeleri (Auswich ), engizisyon ve işkence tarihine yönelik müzeler (İspanya’daki Toleod) , Frankfurt tarih müzeleri (İşçi Sınıfı Gençlik Hareketi sergisi), Hamburg’daki müze (Sanayi Emeği Müzesi), aynı başlık altında Avusturya Steyr şehrindeki müze, Mannheim deki Emek ve Teknoloji Müzeleri, Edinburg, Liverpool, Belfast, Zagrep gibi daha yüzlerce emsalini sunabileceğimiz müze mekanları ve bunların açtıkları dönüşümlü sergiler, birey ve toplum, aile, çocuk, engelli, kadın,farklı cinsiyetler, doğa, din, etnisite, inanç alışkanlıkları, düşünce ve değişim biçimleri üzerinde çalışma, ruhsallık ve öz kimliği sergilemenin zengin olanaklarını önümüze getirir.
Tüm bu sorunların konuşulabildiği ve yeni farkındalıkların üretilebildiği mekanlar olarak aynı zamanda, panel/sempozyum,belgesel eşliğinde gösterim alanlarının organizasyonu, çocuklar ve gençlerden başlayarak bilinçli kültürel alanlar yaratımının çeşitlendirilmesi, toplumsal huzura, rahatlamaya, barış ve kardeşlik ilişkilerinin onarımına önemli katkılar sunar.
Müzeler, mekansal kurguları ile tarih bilincinin özgürlük alanları, kültürel çoğulculuğun, öz kimliğin ve tüm çatışma alanlarının üzerinde konuşulup çalışılabileceği fırsat mekanlarıdır.
Sürdürülebilir ilişkiler üretebilme, günün değişen sorunlarına güncel cevaplar verebilme, pedagojik yaklaşımlara açık, tartışmacı ve uyumlaştırıcı çalışma alanlarıdır. Doğru programlamalar eşliğinde, görselliğin, kolay kavranabilir dilin, iletişim yanı güçlü, en geniş halk kitlesine uzanabilen, enstitü formatında toplumsal ihtiyaçlara cevap verebilecek yapılardır müzeler…
Bizim zihniyet dünyamızın müzeleri, geçmişe takılı, modernizmin toplumu dışlayan, tekçi zihniyet dünyasının ‘mumyalar müzeleri’ değil, ‘yaşayan müzeler’dir.
“Yaşayan Müzeler”, toplumsal deneyim alanlarıdır.
Bu bağlamda Diyarbakır Askeri Cezaevi üzerinden inşa edilecek müze, dünün ve bugünün tüm toplumsal çatışma ve gerginliklerinin anıt mimarisidir. Ceberut devlet şiddetinin, insanlık suçlarının, sınıf ve etnik ayrımcılık temelli vahşetin sembolüdür. Kara bir anıttır!
Buna karşın insanın ve insanlık inancının, direnişin, özgürlük tutkusu ve demokrasi bilincinin onur kavgasının verildiği bir abidedir.
Her iki anlamda binlerce yıl konuşulacak, üzerine insanlığın utanç ve onur defteri olarak çok şey yazılacak bir gerçeklikten ve buna karşı direnişten bahsediyoruz.
Bu gerçekliğin belleklere taşınması, barış ve demokrasiye susamış bu topraklarda ebedileşmesi, insanlığın bir daha yaşamaması dileğinin sözcüsü olması gereken bir mekanlardır müzeler.
Bunun için, İmza Kampanyası biçiminde başlayan, toplumsal bir platform üzerinden geliştirilmesi zorunlu olan etkinliklerle ulusal ve uluslararası vicdanlara seslenen bir yerden öncelikle cezaevini yıkımdan korumak gerekiyor.
Buna paralel, mimari, tarihsel, toplumsal, siyasal, etnografik, pedagojik çalışma guruplarının, teknik ve görsel sanatlarla ilgili yapılarla birlikte oluşturulacak komisyonlarla ön çalışma hazırlık aşamasına getirilmesi gerekiyor.
Bu, hepimizin şarkısı. Yarım kalmamalı
29 Ekim 2010 Cuma
ERKAN ULAŞAN
205.DOSYA
ERKAN ULAŞAN
ÖLÜ KONUŞTURUCUSU BİR SİNSİ YILAN
Bir akil yoldaş diyor ki,
“Bunlar sizi polisin bu güne kadar bilmediği eylemlerin de ortaya çıkması için provoke ediyorlar. Buna gelmeyin. Özellikle Erkan ve MİT ajanı İbrahim Yalçın sinsince bunu yapıyor. Bu konulara girmeyin. Siyasi yazılarınızı eleştirmekten korkuyorlar, çünkü siyasi değiller. Sizi bu alana çekerek açık vermenizi istiyorlar. 26 Mart 2010 gözaltına alınışımızın de nedeni bunların ihbarıydı.
Çirkin tartışmalarda bu ısrar, 3 yıl durmadan takip ve ihbar size bir şey anlatmıyor mu? Kendi ayıplarını örtmek ve yön saptırmak için bu çırpınış boşuna değil. Sol içinde bu konular mide bulandırıyor. Devrimciliği daha da kötü gösteriyor. Buna prim vermeyin. Yazılan yalanlar o kadar sırıtıyor ki, özel bir film senaryosu olsa bu kadar şey bir araya gelmez.
Gelecek devrimci kuşaklara karşı sorumlu olmayanlar “ben bildiğimi okurum, arkama dönüp bakmam” diyebilir. Engin Erkiner, ömrü boyunca sorumsuz biri, ama siz bunu yapamazsınız. Örgüt adı taşıyor ‘bir halkın davası uğruna buradayız diyorsunuz’. Lütfen dikkat ediniz ” Dedi.
Doğrudur. Hak veriyorum.
Bu çirkin insanlara cevap vermemek en iyi cevaptır. Ama bezen biz de insan olarak yalanlara karşı dayanamayıp yazıyoruz.
Bu yoldaşın sözlerini dikkate almak gerek diye de tekrar ediyorum.
Son kez bu ölü konuşturucusu ahlaksızı yazacağım. Nebil’le ortak eylemelerimizden bazısını, Filistin dönüşü ilişkisini anlatıp, ölü konuşturucusunun devrimcilik adına, demokratlık adına 30 yıldır nere de ne yaptığını sorgulayacağım. Nebil’in ölümüne yol açan tek ithamın, 2 kg altını kimseye haber vermeden alıp cebine atanlara karşı ne yaptığını, Nebil’i çirkin tarzda yargılayıp katledenlere karşı 30 yıl içinde gösterdiği tutumun ne olduğunu hatta şu ana kadar tek bir satırlık yazı yazıp yazmadığını sorgulayacağım. Her şeyiyle açık olan ve bunu resmi olarak üstlenen katillere karşı ses çıkarmayıp katilleri örtmek için olayların yönün saptırmak üzere yaptığı uydurmaları soracağım.
Çirkin tartışmaların sonunda elekte üç kişinin kaldığını gördük. Üçünün de ilginç tarzda kesişen ortak yanları olduğuna tanık olduk. Biz Acilciler bu muhbir şebekesini sonuna kadar takip edeceğiz.
Mihrac Ural
26 Ekim 2010
Ölü konuşturucusunun dosyası uzun süreden beri hazır. Yoldaşların aktardığı önemli bilgileri içeriyordu.
O dosyada sakin bir dille yazdım. Yayınlamadım, adamı önemsemiyorum, bu nedenle gerek görmedim.
Önce bir varlık olmalı diye düşündüm. Yok olan bir ahlaksızı var etmek bana düşmez. O görevlilerin işidir. Bu herifin, son 30 yılda devrimcilik adına nerede olduğunu kendi adıma bilmiyorum, duymadım da.
Okura bilgi verme adına, sürmekte olan yoğun polis takibine prim olmayacak bilgiler vermeye çalışacağım. Örgüt tarihimizin hiç yazılmamış kimi eylemleri üzerinde bilgi verecek ve sorularla bu çirkin insanların esasından hiçbir şeyden haberleri olmadığını göstermeye çalışacağım.
Takip üzerine bir iki cümle
İstanbul’da örgüt birimine polis sızmış, ama haberleri yok, uyumuşlar. Bir de takip nereden başladı diye arıyorlar. Kişi aptal olunca böyle olur.
Olay aptallık değil, yapılan bilinçli yön kaydırmadır.
19 Ağustos 1977 İstanbul operasyonu (Bombacı Leyla operasyonu), MİT ajanı İbrahim Yalçın ve İtirafçı Engin Erkiner’in işidir. Bana göre bu işin bir ucunda da Erkan Ulaşan bulunuyor. Bu sonuncusunun durumu kendi açıklamalarıyla daha da netleşme eğiliminde (belge ve kanıtları öncekiler için olduğu gibi bunun içinde sadece kendi yazdıklarından ortaya konacaktır, kendimizden tek bir söz söylemeyecek iddiada bulunmayacağız. Ona ölü konuşturucu derken yine kendi sözlerine bağlı kaldığımız gibi)
Oysa Antakya çalışmasında kitlesel konumumuz, dernek çalışmalarımız. Legali çok iyi kullanıyor olmamız, TÖB-DER, Sendika, Sivil Toplum Kuruluşları içinde yaygın ilişkiler içinde olmamız yaptığımız tüm illegal eylemleri de örten bir etkinlikti. Ayrıca İnsan ölümünün olmaması, önemsenecek bir soygunun yapılmamış olması, çok aktif ve yaygın illegal faaliyetler için de iyi bir zemindi.
Bu süreç Samandağ Ziraat Bankası soygununa kadar öylece devam etti. Bu soygunda yakalananların sorgusunda bile öyle ülke çapında çok organize bir örgüt arayışı üzerinde durulmadığı dikkat çekiyor.
Antakya, ülkenin her tarafına silah, militan, kadro transfer eden üretken bir alandı. Bu alanın devrimci sürecinden yükselen kadrolar, örgütümüzün her alanında etkin rol oynamalarının altında da bu gerçek yatıyor. Bu üretken alanı yıpratmak isteyenler, kırk örgüt değiştirdikten sonra, itirafçı, MİT ajanı ve ölü konuşturucusu hallerine bakmadan karalama yapıyorlar. Çünkü Acilciler bu alanda marka oldu, bu alanda tüm gücüyle mücadeleye devam ediyor. Bunlarda görevlerini yapmak için bu alana dün de bu günde saldırıyı tek yol olarak biliyor. Antakya boşuna hedef tahtası seçilmiyor.
Oysa İstanbul çalışmaları, Beylerderesi katliamı ardından, Ankara örgütünün toptan tasfiyesi ve MİT ajanı İbrahim Yalçının örgüte İtirafçı Engin vasıtasıyla İstanbul’da sızması, işin başından itibaren örgütü polis izlemesine açık hele getirmiştir.
İfadeler ve iddianameler okununca, takibatın İstanbul’da her yönüyle sürdüğünü gösteriyor. Bunlara itirafçının itiraflarını ekleyin, işin başından MİT ajanı İbrahim yalçını da üzerine oturtun tablo çok açık hale gelir.
Bütün bunlar ortadayken, 30 yıldır hangi delikte olduğunu bilmediğimiz, devrimci hareketin en çileli kesitinde ne yaptığı hiç kimse tarafından bilinmeyen bir ölü konuşturucusu ortaya çıkıyor, bu kirli tartışmalara balıklama dalış yapıyor. Görev bu iradeye bağlı değil. Saçma sapan yalanlarla, itirafçı ve MİT ajanını aklamaya çalışıyor ( Bu arada, ölü konuşturucusu Erkan Ulaşan onlardan biri olarak, MİT ajanına sorduğumuz sırat köprüsü sorusuna da cevap versin “MİT’le ne zaman ilişkiye geçtin ?”)
Polisin takibi konusunda ölü konuşturucusu iç dünyasının kinleriyle yorumlar yapıyor. Ama faydasız, kinin gözü kördür, gerçeği göremez.
İstanbul 19 Ağustos 1977 operasyonu, İstanbul’daki itirafçının ve MİT ajanının işi. Bu nedenle, bu operasyonların Güney bölgesindeki etkisi, itirafçının bildikleriyle sınırlı kalmıştır; o da Nebil’in ve benim adımı afişe etmekten ibaret kalmıştır, Ali sönmez yoldaş ise zaten İstanbul’da yakalanmıştı.
Ölü konuşturucusu Erkan ahlaksızı, Güney bölgesinden bir takip başlamış olsaydı, sen neden yakalanmadın, adın neden çıkmadı (yoksa görevli olduğun için mi yakalanmadın ). Güney bölgesinin kadroları, militanları, silah depoları neden açığa çıkmadı.
Güneyden başlayacak bir takibat önce Güneyi çökertirdi. Üstelik bir dizi askeri eylemin yapıldığı alandı. Örgütün en kitlesel ve en sıkı örgütlendiği yerdi. İtirafçı adımızı polise deşifre etmeseydi bölgemizdeki çalışmaların çok daha gürbüzce yürüyeceğini tartışmaya bile gerek yok. Güney bölgesi insan ve malzeme kaynağıydı, davaydı mücadelede kitlesellikti. Bu yüzden üç kuşak yönetici üretti ve yoluna hep devam etti. Bu gün olduğu gibi,
İnsan önce düşünür sonra sallar, bunlar düşünmeden sallıyorlar. Çünkü görevliler…
İtirafçı, MİT ajanı, Ölü Konuşturucusundan oluşan bu üçlüyü, bu gün bir araya getiren nedenler, aynıyla dünde bunları bir araya getirmişti diye düşünüyorum.
ÖLÜ KONUŞTURUCUSU ERKAN ULAŞAN
Kirli tartışmaların eleği sallandıkça ilgisiz olanlar alta düştü ve bir kenara çekildi. İlgisiz gibi saklayanların çehresini ise açığa çıkardık. Sahnedeki yerlerin almaya mecbur bıraktık. Sonuçta elekte üç kişi belirdi.
Olayı tüm yönleriyle, belge ve kanatlarıyla kuşatmış olduk.
Özel Harp dairesi direnen devrimci hareketlerin tarihini karalamak için çırpınıyor. Kuklalar da bu işin öncüleri. Bu üçlü de bu işin geçmişten bu güne uzanan elamanları olarak ortaya çıktı.
30 yıldır TKEP’li olanların, TKEP’i buharlaştırıp yok ettikten sonra akıllarına ne geldiyse, Acilcilerin mücadelede gösterdikleri aktivitelere karşı saldırıya geçtiler.
Bu şebekenin asli bir elamanı olarak saymadığım, geçmişin anlamlı anılarına hürmeten muhatap almadığım İrfan Dayıoğlu adlı bir aptalın, bu şebekenin yalanlarına karşı vicdani bir tepki gösteren Alaettin Özden’nin anlamlı mesajına verdiği tepki çok şeyi anlatıyor; « ben kendi adıma Acilcilik adına yazma diye bir derdim olmadığını bildiğini zannederim. ben Acilciler içinde geçmişte yer almış biri olarak yazıyorum... Benim engin ile ve diğerleri ile de eski yoldaş olma hukuku dışında bir hukukum yok. olamaz da…» ( İ.Dayıoğlu )
İrfan bu, onu bilenler bilir, şecaatini arz ederken sirkatini söyler. Öyle de yapmış.
Bu şebeke tam da İrfan’ın söylediği gibi pamuk ipliğiyle birbirine bağlı bir şebekedir. Ama hep öyle olmuşlardı. Çünkü amaçları yoktu o an ile ilgiliydiler. Hep yanlış ve yalancıydılar. Bu nedenle Mihrac Ural karşısında hep hezimete uğradılar. Acilciler 1.Kongresi ise bunlar için hezimetlerin hezimeti oldu ve bu defter kapandı.
Şimdi olan, yeni bir defter açma değil, devrimci bir hareketin önünü kesmedir. Oysa sol mevta hallerde, ülke sonsuzca örgütlenmeye açık ve herkesi sığacak genişliktedir. Ama adamların derdi devrimcilik değil, örgütlenme değil, halka bilinç götürmek için basım yayım değil, ısrarla belirttiğim gibi polisiye bir görevdir, devrimciliği kirletmektir. Bunun için 30 yıl içinde çalıştıkları TKEP tarihiyle değil, birkaç yıl takıldıkları Acilcilere saldırmayı önemsiyorlar. Çünkü TKEP yok, Acilciler oldukları kadarınca buradalar demokrasi mücadelesinde var oldukları her alanda ön önde olma çabasındalar.
Sonuçta bir üçlü ortaya çıktı. Bu da iyi oldu.
Konumuz Erkan Ulaşan.
Bu adamı 33 yıldır görmüyorum. 30 yıldır adını hiçbir devrimci mücadele çalışmasında da duymadım. Şu ana kadar da herhangi bir örgüt ya da dernek ya da sivil toplum çalışması içinde olduğunu beyan eden bir satır yazısını görmedim.
Öğrenci olduğu Antakya örgütlü devrimci mücadele kesitinde (1976 sonu-1978 başı) bir yılı geçmeyen, gözlenen bir kişi olma özelliği dışında bir yerini hatırlamıyorum. O kesitte de Nebil’e yaptığı ahlaksız teklifi düşününce, bu kişinin devrimci mücadelede bir dava uğruna yer almaktan çok o kesitin modası içinde yer aldığını söylemek zor değil; öyle değilse son 30 yılda devrimci mücadele adına ne yaptığını en azından birilerinin bilmiş olması gerek. Ben hala duymadım.
O dönemde, Nebil ve Ali Sönmez’e güvenerek, görev verip İstanbul’a gönderdim. Onların Antakya çalışmasında oluşturdukları boşluğu doldururken bile bu kişi aklımızın ucundan geçmedi. O bizim için güvenilmez, agresif biriydi. Yüksel Eriş geldi, Ömür geldi kitlesel etkinliklerimizi gördü, herkesle tanıştı. Bu arada bu türden insanlarla da tanıştırdık. O kalabalıklar arasında olmaları onların özel bir örgütsel yerleri olduğu anlamına hiçbir zaman gelmedi. Bir yerlere malzeme götürmek bu açıdan ayrıcalıklı bir yerde olmak anlamına hiç gelmiyor; 1976-77 kesitinde öylesi bir kitlesel yükseliş vardı ki, bu gün hata olarak kabul edebileceğimiz, kimi görevleri verilmemesi gereken insanlara da vermemize yol açmıştır. Bunlardan biride bu kişidir.
Bu tür yükümlülükler de yaptığımız kimi hatalar arasında, annelerin, bacıların mitinglerde silahları çocukları, kardeşleri yerine taşıyarak iyi bir kamuflaj yapmalarını sayabiliriz.
Fi zamanında bir malzeme taşımasını33 yıl sonra manalara vererek gösterilen duruş, annelere silah taşıtmak, bu ahlaksızlar silah taşıtmaktan çok daha doğru bir karar olduğu görülüyor. En azından annelerin ağzı sıkıdır polise teslim olmuyor sırlarını başkalarını karalamak için ifşa etmiyorlar. Bu konuda tüm anneleri saygıyla anıyorum.
İtirafçı Engin Erkiner’in doğum gününü hepimiz biliyoruz; 19 Ağustos 1977. İşte o gün bu gün Erkan denen bu yalancı müptezelle bir ilişiğim olmadı. Yani tamı tamına 33 yıl.
Ne oldu da kirli tartışma sürecine katılmayı yaşamsal bir olay olarak gördü. Nabil’in anısı ise, bu yapılanlar hızla Nebili kirletmeye doğru tırmanıyor, bu açık. Dolaysıyla Nebil’in anısı değildir. Nebil7ins anıt mezarını oluşturmak ve şehitler haftasına denk getirme yükümlülüğünü bizlerin katkısıyla birlikte olmaması gerekirdi. Ancak insan bir kez onursuz olunca fark etmiyor.
Bu çirkin adamın yüzünü açığa çıkarmak için Nebilin ölüm yıldönümü dolaysıyla 194. Dosyayı kaleme aldım (30 Eylül 2010). Tek tek dile gelen olayları bir kez daha irdeledim. Bu irdelemeleri akıl, hukuk, belge ve kanıt ve olayların mecrasındaki ilişki ve çelişkilerle ele aldım. O bunların hiç birine cevap verme durumunda değildi. Söylediği tek şey Nebil’den duydum. Yani ikiyüzlü biri varsa o da Nebil’dir diyordu.
Bu dosyada, ölü konuşturucusunun uzun zamandır MİT ajanı ve İtirafçıya Altan alta yalan yanlış bilgi sızdırmasını açığa vurdum ve ona “adını sana ait aktarımların altına açıkça koy, kinin ne ise onu dök” dedim. Üç yıl gizlenmişti. Artık açık.
Üçlü tamamlanmıştı. Hedeflerimiz netleşmişti, elekte kalanlar belli olmuştur, hedeflerimiz de yalın hale gelmiştir.
32 yıl geriye dönelim.
Şerif Yılmaz yoldaşı dinleyelim “ 1978 sonlarına doğru Erkan Ulaşan, örgütün takibi altında olan bir ‘sivil’le görülmesi üzerine, Şeyh Müntecep Kesici, Tacettin sarı, Ahmet Yıldırım, ben ve örgütün diğer sorumlularında soru işaretleri oluştu. Tam bu arada Erkan Ulaşan ortalıktan kayboldu. O kesitte örgüt bu kişiyi sorguya çekmek, üzerine yoğunlaşan şüpheleri anlamak için aramaya başladı. Görüldüğü yerde tutuklanarak sorgulanması gerekmişti. O kesitte bu kişinin çok sıkı şekilde arandığını kadrolarda biliyordu. Ama o gün bu gün ortalıkta gözükmedi şimdi aradan 32 yıl geçtikten sonra ortaya bu şekilde çıkışı o kaygıların hiçte yanlış olmadığını gösteriyor” diyor.
Bu bilgi, bu tartışmalarda hızla yerli yerine otururdu. Okurun da dikkatini çekiyorum.
Ölü konuşturucusu Erkan’ın bu 30 yılı aşkın sürede ne yaptığı bilinmiyor. En azından biz Acilciler bilmiyoruz. Bir tek Acilci bilse mutlaka bilgim olurdu.
Türkeş eyleminde, Stadyuma yakın yerde konulan bombanın patlamaması pillerin yetmezliğinden mi yoksa başka bir nedenden mi sorusu o gün de yoldaşlar arasında soru işaretleriyle gündeme gelmişti. Bu günde hep onu düşünürüm.
Bu konu o kesitte dar çevrede kendi aramızda konuşulmuştu. Şüphe hep vardı. Ama kanıt olmadığı için böylesi bir iddia ancak tırnak içinde kaldı.
Bu tartışmalardaki yazılarının tümünü toplayıp karşılaştırdığımızda, örgütümüze ve şahsen bana yönelik tüm karalamaların kaynağında Erkan Ulaşan adlı ahlaksızın yalanlarını görürüz. Güneyden pusula, Güneyden takip falan filan…
Erkan Ulaşan, gramerli yazılarıyla kurguladığı yalanları kendi adına değil Nebil adına yaparak siper arkasına geçiyor. Yeryüzünde kendisinden başka kimsenin duymadığı karalamaları öyle servis ediyor. Kim söylemiş; Nebil…
Yobazların her şeyi Allah adına yapmaları gibi bir şey, ben değil o…
Üçüncü kişilerin doğrulamasına muhtaç söylemler hangi etik değerle servis yapılır belli değil, ama hukuk adına yeri çöplüktür.
Ahlaksız adam Erkan’da bir saplantı olmuş. Duyduğu şeyi tek doğru sanıyor. Bu paranoya, İtirafçı Engin’in ve MİT ajanı İbrahim’in üzerine balıklama atladıkları bir yem oluyor. Bu sonuncular de kamburlarını örtecek bohça ararken bu yalanlara sarılmaya mecbur kalıyor.
Böylece, üçlü son adamını bulmuş oluyor.
Uzun uzun anlattık, Dosyalarda yerlerini aldı. Yeniden kısaca belirtelim.
İki pusuladan ve takipten söz ediyor. Takip olayını kısaca üstte yazdım, akıl ve mantık dışı bu iddiaların anlamsızlığına dikkat çektim. Yakalanma sonuçlarının gösterdiği gerçek, takip İstanbul’dan başlıyor. Takipte değil, içlerinde polis vardı o da İbrahim yalçın’dı.
Pusulalar olayına gelince,
Sık sık yapılan balans ayarlarına rağmen dile gelen yalanlarda, pusuladaki imza ya da kod adı kime ait belli değil (var mı o da bilinmiyor). “Nebil, yazı tarzından pusulanın kime ait olduğunu çıkardı” dediğine göre kod adı varsa bile bu kod adının kime ait olduğu belli değil. Pusulayı kim getirmiş bu da belli değil. Ne Nebil söylemiş ( bilse söylemesi gerek), ne de biliniyor. Buradan da anlaşılan, Nebil pusulayı getiren kişi tanımıyor ( tanısa neden yazı karakterine dayanarak, pusulanın nereden geldiğini anlamaya çalışsın ki, getiren kişiye sorması ya da onun söylemesi normal olanı değil mi?).
Ayrıca, Pusula olayıyla ilgili cümle dizilişi, Nebil’in pusulanın geleceğinden de haberi olmadığını gösteriyor. Bırakın bizim o kesitte asla yazılı bir yolla haberleşmediğimiz gerçeğini, gerçekten bir pusula varsa, bu pusulayı getiren kişi Nebil’iin adresini, bulunduğu yeri de biliyorsa, bu durumda Nebilin yakalatılması için bu dolambaçlı yol neden? Pusula neden?..
Belli ki biri yalan söylüyor.
İlk saçmalıklar bunlar. Bunu bir kenara koyalım.
İkinci pusula neyin nesidir.
Nebil bu kadar mı aptal, birincisinde yakalandı ikincisini nasıl kabul eder?
Amaç ölü konuşturmak olunca sallamak kolay…
Biraz yorumlayalım bakalım ne çıkacak.
Sağmalcılar cezaevinde uygun bir koşul çıkınca, kısa süreli tutuklu kalan Bedri Yağan’ı bağlayıp ranzamın altına koydum ve Nebili kaçırdım. Ancak bir ay geçmeden Nebil tekrar yakalandı.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Cezaevi ziyaretleri 15 günde bir. Yani, yeri yurdu belli olmayan, birkaç gün önce de kendi yerime kaçırdığım Nebil’e hangi mantık ve gerekçeyle bir pusula göndereyim. Bir de nasıl göndereyim, bir ayı doldurmayan Nebil’in yakalanışı süresince bir tek ziyaret hakkımız vardı. Bu ilk ziyaretlerde gelen ailemizden başka kimse de yoktu.
Bu saçmalıklar, Nebil’in ikinci kaçışını yaptığı Niğde cezaevinden firar eder etmez, Konya cezaevine yanıma gelip, Filistin’e gitmesi yönündeki talimatıma uyarak, Antakya’ya yoldaşların yanına (Tacettin Sarı ve H.B ) giderek, emin şekilde sınırı geçişiyle nasıl bağdaşır. Bir akıllı çıksın bunu söylesin.
Zaman ve mekan açısından mümkün olmayan bu uydurma da ölü konuşturucusunun imalatı olduğunu yetirince açıktır. “Nebil gözlerinin içine bakmış” mış… Güler misin ağlar mısın…
Nebil, aynı anda yapılan görüşmede Tacettin Sarı’ya söylediği “Erkan güvenilmez biridir” sözü burada daha anlamlı hele geliyor. Bu noktada ya Nebil ikiyüzlü bir ahlaksızdır ya da Erkan yalan söylemektedir; Nebil ikiyüzlü olamaz, şahitsiz olarak ölüler adına konuşanların ikiyüzlü olması ise yüksek bir ihtimal.
Önceki tartışmalarda da dile getirdim, Erkan Ulaşan, Nebil’i kirletiyor diye. Nebil’in cinsel organında ya da çevresindeki ben olayını alttan alta sinsice dillendirmesini ve bu konuda itirafçıya verdiği tiyoları hatırlayın.
Nebil’i katledenlere karşı tek bir cümle eleştiri yapmamasını hatırlayın.
Nebil’in öldürülmesine temel gerekçe olan MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın 2 kg altını örgütten habersiz alıp cebine indirmesine karşı tek bir satır yazmamasını düşünün.
Bunları bir araya topladığımızda bu üçlünün bir araya gelişini ve Erkan’ın kim olduğunu anlamak daha kolay olacaktır.
Ölü konuşturucusu olarak adlandırdık.
Sanırım bu kod adı da geçici olacak. Yeni adını tartışmalar sürecinde ortaya çıkaracağız. (ilgililer bunun için 68. DOSYA, 77. DOSYA, 81. DOSYA ve 194. DOSYA’ya bakabilirler
http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ )
Mehmet Yavuz buna “vesvese” dedi. Ben bu adamın yaptığını “vesvese” olarak görmüyorum…
Ölü konuşturucusunun Nebil üzerinden yaptığı sallamalara şöyle bir kuş bakışı bakalım.
Görülecek olan tek gerçek Nebil’in aynı ekip içinde yoldaşlarıyla sonsuz bir güven bağı içinde olduğudur. Bu gerçek,bizler için bu güne dek, Nebil için ise ölene dek sürmüştür.
Nebil ekibimin bir militanıydı. Omuz omuza mücadelenin ilk adımlarından itibaren girdiğimiz silahlı eylemler, banka soygunu, kurşunlamalar, araba kamulaştırmalarında sadece ve sadece benim talimatlarıma uyan bir militandı.
Nebilin böylesine bağlı olduğu bir ikinci kişi daha bu örgütte yoktur ve olmamıştır. Bunun nedeni nedir?
Altta, bu mücadele sürecinde şu ana kadar yazmamaya çalıştığım, ölümlerden omuz omuza geçtiğimiz eylemlerden bir ikisini aktaracağım. Bu bağlılığın sırrını orda bulmak zor olmayacaktır.
Peşinen de şunu ekleyeceğim,
Ölü konuşturucusu Erkan Ulaşan adlı kişinin, söylediği tek bir cümle doğruysa, bu, Nebil’in onursuz bir ikiyüzlü olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise mümkün değildir.
Erkan Ulaş’an, Nebil’le ortak eylemlerimizi dile getirirken bile bunu ele veriyor. Bunları tek tek göreceğiz..
Antakya süreci bir yana, Adana kuşatmasından kaçıştan, İstanbul’daki eylemlerine, oradan yakalanana kadar her anımız birlikte geçen Nebil’le yaşadığımız eylemlilik süreci, Erkan’ın tüm söylemlerinin yalan olduğuna en büyük kanıttır.
FİLİSTİN DÖNÜŞÜ
Erkan adlı kişi bilmiyor. Ben de her şeyin zamanı var diye yazmıyorum (“Mihrac Ural’ın HDÖ’deki adamı Nebil Rahuma’dır” diye tef çalacaklar, Sadık Varer bunu, “bilmiyorduk öğrenmiş olduk” diye açıkça yazdı. Oysa gerçek o da değil )
Eylemlere girmeden önce, “Nebil Filistin dönüşü 8 ay neden Mihrac’la bağ kurmadı” diye soruyor aptal.
Öncelikle bağ kursa da kurmasa da ne olur ki, neyi değiştirir ki. Yıllarımız eylemlerin en ölümcüllerinden geçmiş insanlar olarak bu bağın kurulma imkanı olamazsa dünyanın sonu mu, Nebilin koptuğu anlamına mı geliyor. İşte bunların yoldaşlık algısı bu kadardır.
Umutlanmayın. Nebil hiçbir an bağını kesmedi, kesmezdi de. O her adımını her gelişmeyi aralar uzasa da döner Mihrac Ural’la paylaşır, onun talimatlarına hayatı kadar değer verirdi. Ama bu Nebil’in yanımda olmadığı kesitlerde yaptığı ya da yapmış olabileceği her şeyden haberim olduğu anlamına hiç gelmiyor.
Sondan söyleyeyim. Nebil, Adıyaman cezaevinden Adana Numune hastanesine geldiğim ve kısa süre kaldığım andan itibaren benimle irtibata geçti. Adana cezaevine intikal edince aynı kanaldan bilgi alış verişi sürdü. Adana cezaevi tünel sürecinde kaçacağımızı, kaçışın lojistik gerekleriyle ilgili olarak bilgilendirildi. Her şeye hazır olduğunu her zamanki heyecanla bildirdi. Tünelde Dev-Yol’cu İsmail Şahin elektrik çarpması sonucu ölünce (26 Haziran 1980) bu plan çöktü. Cezaevinde İsyana başladık. cezaevini yaktık, silahlı çatışma çıktı. Ortalık bir iki hafta oldukça gergin kaldı. Ortalık dinmeye doğru yol alınca hesapta olmayan bir yerden kaçış için çalışmaya başladık. Koğuşlardan görüş yerine açılan pencerenin demirlerini kestik, oradan sabah yapılacak görüş yerine mevzilendik. Zindandan içinden hiç kimse hiçbir yardım da almadık. Kaçış biz tutuklu ve mahkumların özgün ve özverili çabalarının sonucu gerçekleşti. Böylece Nebil’in katkısına gerek kalmadı.
Nebil bizimle bağını hiçbir zaman kaybetmedi. Nerede olsa ruhu bizimle birlikteydi. Bunu anlamak için bu süreci birlikte yaşmış olmak gerek.
Buzağı arayan aptallara sözüm şudur, Nebil bizim Nebil’dir. Bu kadim Roma kentinin suyunu içen hiçbir devrimci diğerine karşı asla yanlışa düşmez; bunu mecaz anlamda söylüyorum.
Antakya devrimci hareketi içine sızmak mümkün değildi. Herkes ailelerine kadar birbirini tanıyor, çocukluğundan itibaren bir biçimde, okulda, mahallede vb ilişki içinde olan insanlardı. Ama bu çalışmaya dıştan katılan Erkan gibi biri için söylemek mümkün değildi. Tüm tartışmaları izleyin, kimler yoldaşı yoldaşa kırdırmak için çaba sarf ediyor, kimler ispatı mümkün olmayan iddiaları ortaya atıyor, kimler geçmiş ortaklıkta yeri olmamasına karşın akıl zorlaması karalamaları yapıyor göreceksiniz…
Bunu da bir işaret sayın…
EYLEMLERDEN BİR DEMET
Şimdi de söyleyeceklerimi iyi oku,
Nebil şehit, aramızda değil.
El yazılı bir şey de bırakmadı geriye.
Birine “söylediğini” yeryüzünde başkası da duymamışsa; sana söylediklerini MİT ajanı İbrahim Yalçın duymamış, MİT ajanına “Kaset vermiş miş” ama sana anlatmamışsa ortada bir yalan var demektir. İkinizde aynı görevle yalan söylediğinize inanıyorum.
İkiniz de oynuyorsunuz, ama boynunuza kadar lağımdasınız, herkes sizi görüyor. Farkında değilsiniz.
Uydurup uydurup yürüdüğünüzü sanıyorsunuz. Yerinde sayıyorsunuz. Kılavuzunuz karganın fetvası malum “ kim ne derse sen bildiğini yap” (E.E)
Konuya gelelim,
Nebil’in benimle birlikte olduğu süreçte bir özelliğini daha belirteyim; o hiçbir zaman tek başına kapsamlı bir eylem sürecinin sorumlusu olamadı. Bu en azından benim yanımda olduğu tüm süreç için geçerlidir. Kişiyi abartarak onu büyütmek ona yapılacak en büyük saygısızlıktır; olduğu gibi görmek olduğu kadar ifade etmek yeter.
Zaten şehittir kimsenin övgüsüne de ihtiyacı yoktur; Nebil, soylu, ahlakta üstün, özveride en cömert olandır. “Yeryüzünün en cömertleri, insanlığın en soyluları şehitlerdir” sözünü bilmeyen var mı.
Muhbir şebekesine açık vermeden birkaç eylemi kısaca aktarmaya çalışarak okurlara bilgi vereyim. Bu eylemlere katılan üçüncü kişiler hala yaşamaktadır. Bilgileri de anı anına tüm tazeliğiyle korumaktadır.
1. Başarılı Banka Kamulaştırması
Onursuz yalancı Erkan Ulaşan sana soruyorum,
Nebil’le sadece ikimizin girdiği ve başarıyla sonuçlandırdığı banka soygunundan haberin var mı?
“haberim var” gibi bir şeyler söylüyorsun öyle mi? İyi. Burada da ölüyü konuştur bakalım…
Adana kaçışımız sonrası İstanbul süreci başlar (bkz. Altta 5. Adana Kaçışı). İstanbul’da, demir yolu hattı üzerinde iki katlı ahşap bir evdeyiz. Yeni evli yoldaşlar üst katta ben ve Nebil alt kattayız. Paramız sıfıra yakın. Örgütün elinde hiçbir imkan yok. İki tabanca temin ettik. Hepsi bu.
Sonra, araba aradık akşam alıp ertesi gün eyleme geçeceğimiz. Buradan başlayalım.
Ölü konuşturucusu soruyorum,
Banka soygunu için kullanılan arabanın kamulaştırılma hikayesini biliyor musun?
Nebil bundan söz etti mi?
Basit bir araba kamulaştırması için, yanındaki yoldaşla saatlerce dışarıda kalmalarına rağmen sonuç alamamaları üzerine, her iki yoldaşa kızgınca “nedense ikiniz bir araya gelince eliniz ayağınıza dolaşıyor bir şey beceremiyorsunuz” diye çıkıştım. Nebil’i yanıma alarak, demir yolu üzerindeki malum örgüt evi kapısından çıkar çıkmaz, 30-40 m ötede çalışır halde duran bir murat 124 araba gördük. Şoför, kaldırım üstündeki pencerede duran bir şahısla konuşuyor. Saniyelik bir olay.
Nebil sana bunu anlatmadı mı? Arabayı kaptığı gibi fırlayan kimdi söylemedi mi?
Bu kamulaştırma sırasında Nebil’in geçirdiği tehlike neydi bunu anlattı mı? Uzaklaştığımızda ne unuttuğumuzun farkına vardık söyledi mi?
Araba kamulaştırma başarısı üzerine Nebil neleri nasıl övdüğünü anlattı mı?
Bir cezaevi görüşmesinde örgüt tarihini anlattığı iddiasındasın, peki bu önemli, başarılı ve tüm yakalanmalara rağmen poliste açığa çıkmayan kamulaştırma eylemini anlatımı, her eylemin ayrıntısını sana söylediğine göre, en önemli eylemin ayrıntısından söz etti mi?
Nebil Konuşmaz, polise bilgi vermez, sana verdi mi?
Dolap Dere çatışması neden oldu konusunu açtı mı? Bu çatışmanın hangi eylemle ilgisi var söyledi mi?
İnterkontinental otelinin ikinci kurşunlanmasından hiç söz etti mi? (Bunu bir başka yazıda uygun zamanda uzunca anlatacağım, ya üçüncü kez kurşunlanmasından söz etti mi, hala yaşayan tanıklarını biliyor musun?)
Anlatmışa benzemiyor. Öyle ya, keyfine geleni anlattırıyorsun keyfine gelmeyeni bilmiyorsun. “Ben “Nebil’in yalancısıyım” demek kolay, çünkü Nebil ölü tanık olamaz. Bu yalanları duyan bir üçüncü kişi de yok. “Gözelerinin içine baka baka” bunları anlatmaması ilginç değil mi?
Oysa her eylemin üçüncü kişileri var, yaşıyorlar da. Gerçek bilgi için, olayın failleri ve tanıklarına sormayı gerektirmez mi? Üçüncü kişilere sormadan onların onayını almadan ölü üzerinden söz söyleyene ne denir…
Amaç yalan kurgu üretim ortalığı bulandırmak olunca, yani görev olunca kimseye gerek kalmaz. İşte Pol Potçuluk budur…
Dur sana hatırlatacağım çok şey olacak, uykun gelmeden okumaya devam et…
Nebil sana, banka kamulaştırmasının nasıl planlandığını, tek tek kişilerin görev yerlerini, araçlarını, kimlerin katılacağın ve kimlerin sadece destek sağlayacaklarını anlattı mı?
Bankaya kaç kişi girdi söyledi mi?
Banka kamulaştırmasında, yaklaşık 12 ya da daha fazla olan personeli esir alanın kim olduğunu sana söyledi mi?
Banka güvenlik görevlisini duvara dizip, silahını alanın kim olduğunu söylemedi mi?
(Tercüman gazetesinde bu haberi, ”Soygunculardan beylik tabancısının geri verilmesini istedi” diye verilmişti)
Banka Müdürünün kasa anahtarını “bende değil” diyerek vermeyi ret ettiği zaman ona tokat vuran kimdi ? Nebil Bunu sana söyledi mi?
Banka müdürünü tokatlama olayına şaşkın şaşkın bakan kim, “hiç beklemiyordum, bu tokat olmasaydı, bu adam anahtarları vermez, kendini öldürtürdü” diyen kimdi?
Banka müdüründe kasa için kaç anahtar vardı bunu söyledi mi?
Diğer anahtarı kim buldu, nasıl bulundu söylemedi mi?
Kamulaştırma anında elinde çaylarla giren bir kahve garsonunun nasıl etkisiz edildiğini sana anlattı mı?
Böyle bir şeyi o anda Nebil gördü mü? Görmediyse neden ve sonra nasıl öğrendi? Bunları sana söyledi mi?
Nerede ve neden silah sıkıldı ? Kim sıktı bunu sana aktardı mı?
Banka kamulaştırması başarıyla sonuçlanıp dışarı çıkılınca ne olduğunu sana anlattı mı?
Bak sana söyleyeyim aşağılık piç, Bu soruların tümünde cevap olarak Mihrac Ural’ı bulacaksın. Sana bunu Nebil söylememişse öğren. Bu Nebil’i küçültmez tersine iyi konsantre olmuş ekipte uyumlu bir militan olduğunu gösterir. Abartılarla Nebil’in ayaklarının altını boşaltmanın nereye varacağını biz iyi biliriz. Buna müsaade etmeyeceğiz.
Bunların hiç birini bilmiyorsun. Nebil polise bilgi vermez. Poliste ortak hiçbir eylemimizin açığa çıkmaması bu ekibin birbirini ele vermemesindendir.
Pusulan şaşmadı mı? Uykun gelmedi mi?
Bekle daha söyleyeceklerim var.
30 yıldır Devlete karşı nasıl bir tutum aldığını bilmiyoruz, olduğunu da sanmıyorum. Bunu geçtik.
Nebil’i polise ilk kez veren patronun itirafçı Engin Erkiner’dir. Nebilin ölüm nedeni olan altın alımı olayı MİT ajanı İbrahim yalçın’ın işi; örgüt haberi olmadan altınları alınmış ve cebine indirip harcanmıştır, bunu bilen kimse de yok, tartışmalar olmasa açığa çıkmayacak. Bu ajan, cebine koyacağı 2 kg altın için Nebil’in ölümüne yol açtı. Bundan utanç duymuyor ve hala Nebil yazıyor ve senen gibi itler ona çanak açıyor. Vicdanınız sızlamıyor mu? Nebil’i Puştlar Mahkemesinde yargılayıp ölümüne karar veren Mete Özer’in başında olduğu bir şebeke açıkça “Nebil’i tüzük hükmü gereği öldürdük” diyorlar, ama hayret bir şey sesiniz çıkmıyor tek eleştiri bile yapmıyorsunuz. Bu ne cehennemi çelişki, bu ne ahlaksız duruş. Bunlar artık resmi belgelerle ispat edilmiştir.
Döktüğünüz onursuz timsah gözyaşlarına kim inanır. O gün, bu gün şu ve saatte kadar tek bir satırlık eleştiri yapmamış biri olarak Nebil’le ne ilgin olabilir. Katilleri aklama çabalarınız, Nebilin can yoldaşlarını karalama çabalarınızdan çok çok ilerde. Bu ahlaksızlık şüpheli bir hal değil mi? yazdın mı?
Be alçak adam, bir de oturmuş laf ediyorsun, kal-u bela artığı kinlerini lağım gibi dökmek için çırpınıyorsun.
Bu zalim sürünün Nebil’e ettiğini örtmek için, Mihrac Ural’a karşı on yıllardır ödlekçe sakladığın kinlerle, sinsici alttan alta dedikodularla kaç paralıksın biliyor musun?
Herkes buna kin dese de ben bu yaptığını katıksız bir devlet görevi olarak görüyorum.
2. Küllük’ün taranması
Dört kişiydik. Nebil de yanımızda. Küllük Kahvehanesinin taranması eylemine yöneldik. Binlerce insan kaldırımlar üzerinde işine gücüne gidiyor. Atladık kaldırıma geçtik. Hedef karşı taraftaydı. Bizim durduğumuz yer Küllük kıraathanesine göre yüksekti. Taramaya başladık. Bir anda insanlar yere yattı çevremizde devrilmiş ağaçlar gibi insanlar korkudan yere uzanmıştı. Eylem başarıyla bitti.
Bu eylemi kim planladı, görev bölümünü kim yaptı bunu Nebil sana aktardı mı?
Bu eylemdeki araba nerede kamulaştırıldı ve başımıza ne geldi, bundan hiç söz etti mi?
Faşistlerin Küllük kıraathanesinin kurşunlanmasında Nebil’in görevi ne idi bunu söyledi mi?
Bu kurşunlanma için gerekli arabanın hangi bölgeden kamulaştırıldığını söyledi mi?
Nebil bu kurşunlama eyleminin hazırlığını önceden biliyor muydu?
Arabayı hazır görünce ne dedi biliyor musun?
Küllük eylemine giderken hangi marşların okunduğunu, hangi türkülerin söylendiğini sana anlattı mı?
Kurşunlama tam nereden yapıldı sana söylemedi mi ?
İki kişi klaşinkofla tararken Nebil neredeydi bundan söz etti mi?
Kurşunlama anında çevreden geçenlere ne oldu bundan söz etti mi?
Ahlaksız ölü konuşturucusu sana soruyorum, bu konuda bir bilgin var mı?
İki eylemden söz ettim. Soruyorum bu eylemleri bu ekip hiçbir sorguda polise verdi mi?
Bu eylemler hiçbir iddianamede hiçbir yerde geçiyor mu?
Bu sır vermez ser verir tutum bu ekibin temel parolası olarak nasıl ayakta dik durdu söyler misin?
Çünkü sen ve senin gibiler bu eylemleri bilmiyordu, bilmemesi gerekiyordu?
Onlarca askeri eylemden çıkan tecrübelerime dayanarak söyleyeyim. Önceden bir ihbar ya da işin içinde polis yoksa, eylem anında hiç kimse yakalanmaz.
İhbar yoksa, polis yoksa eylemden sonra çok basit bir önlemle aradan zaman geçse de yakalanmaz.
Poliste akılı bir direniş, ser verip sır vermeme ısrarı gösterildi mi hiçbir eylem ifşa olmaz, polis bilgi alamaz, kimse yoldaşını ele vermez.
Ama tersi olursa 19 Ağustos 1977 de olanlar olur, MİT ajanı İbrahim, İtirafçı Engin gibiler örgütü bitirecek her şeyi yapar.
Bakalım senin de bu süreçte parmağın var mı göreceğiz. İşaretler belirmeye başladı bile…
Nebil konuşmaz. Nebil polise bilgi vermez. Şimdi de aramızda değil şehit, onu nasıl konuşturtacaksın söyle bakalım?
Bu konuda söyleyeceğin her şey yalandan ibarettir. Yalan değilse, Nebil’in ikiyüzlü bir onursuz olduğunu ima etmek için uyduruyorsun demektir. En iyimser halde Nebil’den aldığın kırıntılara kendin eklemeler yapıyorsun.
Böylesi uydurmaları ise yalnızca muhbirler yapar. Birini tercih et…
3. Antakya Çarşı karakolu, Ergenekon yurdu, Ülkü ocakları
Antakya’yı sonra anlatacağım.
Senin gibileri muhatap almam büyük bir hata, ama sen de bil başkası da bilsin ve herkesin anlını tek tek nasıl karışladığımı gör.
Soruyorum sana,
Nebil Antakya Çarşı Karakolunun bombalanmasını anlattı mı?
Bu eylemin neden yapıldığını, buna örgütün nasıl karar verdiğini söyledi mi?
Nebil böyle bir karar alınırken haberi var mıydı?
El bombasını kim atta ve kimler birlikteydi bunu sana söyledi mi hiç?
Nebil bu eyleme katıldı mı?
Bu eylemin ve her eylemin halka bilgi amaçlı açıklamasını ilke edinen örgütümüz, bu eylemle ilgili olarak bildiriyi nerede nasıl bastı?
Dr.L ile Kurtuluş caddesine paralel giden ipek çarşısı yolunda Ayı Erdoğan ve arkadaşlarının, eylemler sonrası bildiri dağıtımıyla ilgili toplu halde bizleri görünce ne yaptılar?
Doktorla birlikte ne yaptık? Biliyor musun bunları sana Nebil anlattı mı?
Bunlardan Nebil’in haberi var mı?
Takibat güneyden başlamışsa ilk elden bu eylemlerin ve faillerinin ve malzemelerinin üzerine gitmeleri gerekmiyor mu? En azından İstanbul operasyonuyla birlikte, bir dizi bombalamanın olduğu Antakya örgütlenmesini çökertmeleri gerekmez mi?
Aptal adam,
Takip Güneyden değil İstanbul’un içinden ve örgüte İtirafçı Engin tarafından sızdırılmış MİT ajanı tarafından organize edilmiştir. İstanbul’da yakalanın Antakyalı militanlar ise bölgeleriyle ilgili hiçbir sırı vermediler. Güney bölgesinin aldığı en büyük yara, Ali Sönmez yoldaşın yakalanması dışında, ben gibi Nebil’in adı, itirafçı engin tarafından ilk kez polise deşifre edilmesiydi.
Bu nedenle de Antakya’da evimiz basıldı ve firari duruma düştüm. Yılmadım, örgütüm için firari koşullarda yoldaşlarımla yapmam gereken her şeyi yerine getirdim.
Senin gibi köpekler ise 30 yıl devrimci demokrasi mücadelesinde yok oldu.
Antakya’da yaptığın hırsızlıktan öte anlamı olmayan, örgüt kararını içermeyen, sorumsuz ve şüpheli serseriliklerini, örgütsel eylem diye kime yutturacaksın sen pislik herif…
Bekle bitmedi.
a.) O zamanki Emniyet Müdürlüğünün hemen arkasındaki sokaklarda yer alan faşist öğrencilerin Ergenekon adlı yurdunu bilir misin?
Ergenekon yurdu İki kez bombalandı.
Birincisi kim yaptı, ikincisini kim yaptı biliyor musun haberin var mı?
Nebil bunları biliyor mu? Sana bir şey söyledi mi?
Oraya konan bomba saatli miydi? Dinamit miydi? Bil bakalım ?
b.) Habib el Neccar Camii yanında olan Ülkü ocaklarına el bombasını kimler attı biliyor musun?
Bu örgütün eylemleri hakkında zerre kadar bir bilgin var mı? Sana önceden açıklanmış bir örgüt eylem planı oldu mu?
Bu eylemle ilgili bildiri, eylemden kaç saat sonra dağıtıldı haberin var mı?
Örgüt şüphelilere bilgi vermez. İtirafçı Engine 19 Ağustos 1977’den itibaren örgütle ilgili bilgi verilmemesi de bundandır. Şüphelilere bilgi verilmez. Nebil bu ilkemizi iyi bilir. Bu nedenle gerçek bilgiyi şüphelilere vermez.
c.) Türkeş eyleminde İskenderun kısmından haberin var mıydı?
Anlaşıldı ki Altınözü’nden Antakya’ya girişte aldığımız önlemden haberin yok. Yine anlaşıldı ki, Harbeye tarafından Antakya’ya giriş yönünden aldığımız önlemlerden haberin yok. Bir de tüm Antakya’yı bu eylemden haberli yapmışım öyle mi? Salak, bu bir örgüt eylemidir ve örgütün tarihinin en kapsamlı eylemidir, her alan üzerinde ilgili olan kadrolarla çalışma yapıldı. Senin haberinin olmaması kadar doğal ne olabilir ki. Bir yöneticiye sormuşsun da “haberim yok ?” demiş, neden haberi olsun ki? AD’ye sordun mu? FÇ’ye sordun mu? Asi Türkmen’e sordun mu?.... Sordun mu? Sordun mu? …
Bu eylemin Antakya bölümünde yazmadığım, kitle saldırısı olursa buna karşı kitleyle ve ağır silahlara karşı koyma planları hakkında bilgin var mı? Bu kısımla görevli olanları biliyor musun?
Be adi adam, sen kimsin ki sana bilgi verilsin? Sen bu örgütte, hayatında gerçek bir kadro ya da militan oldun mu ki? Sana bir bilgi verilsin.
Örgüt nedir bilmiyorsun, örgüt disiplini nedir yaşamamışsın: Acilciler kurumların örgütüdür. Bunun için alttan üste gelen her rapor değerlendirilir ve üzerinde karar verilir: Bu algı bizleri bu tür örgütler arasında kongresini en anlamlı haliyle yerine getiren örgüt yapmıştır. Hatalarına eksikliklerine rağmen kurumları olan ve kişileri kurumlarında yer alışıyla tanımlanan bir örgüt yapmıştır. Bunu anlamak için bunları yaşamak gerek.
Senin gibi bir disiplinsiz pislik bunları nasıl anlasın, nereden bilsin. Genel Sekreterlik üzerine utandığını yazmıştın cevabını aldın, bir daha hatırlatayım. Hiç kimse kendisi istediği için bir yere gelmez. Ne olursan ol oy birliğiyle kimse kimseyi bir yere seçmez. Bunun için yaşanmış ve ortaya tartışmasız konmuş emekler gereklidir. 3000 (Üç bin) aşkın siyasal makale, Cephe yayınlarından çıkan 70’e yakın borşür ve kitap, yüzlerce sayı dergi, legalde tüm kırılmalara karşın yeniden çıkarılan legal yayınlar (CEPHE’den ATAK’a), FKBDC katılımı ve temsil yetenekleriyle, bu Cephede kimsenin gidemediği yerlere gidip temsilcilik yapmak (Avrupa ve Libya), 12 Eylül karanlığına karşı gücümüz oranında tekrarla ve inatla direnmek için eğitim çalışmaları, Parti okulu, askeri eğitim olanakları yaratmak. Filistin davası için mücadele etmek. Tüm karalamalara karşın bölgenin her tarafındaki saflaşmada taraf olmak seyirci kalmamak. Sosyalist ülkelerle ilişki kurmak, eğitim amaçlı kadrolar göndermek, gitmek gelmek, ülkede PKK-Acil ortak askeri eylemler yapmak (Bu yakında açıklanacaktır), tüm Türkiyeli devrimci örgütlere elimizdeki olanakları paylaşarak onlara yardım etmek.
Bunlara eklenecek daha binlerce veri bulunuyor. Bunlar emektir devrimciliktir, bardağın yarısı değil ucuna kadar dolu olduğunun göstergesidir. Aptal yaratık bunlardan sen ne anlarsın. Duyacağın utanç kendinden başkası değildir.
Örgüt dedik de, kendini HDÖ’lü olarak lanse ediyorsun öyle mi?
Bu yazdıklarımın ışığında HDÖ’cüleri uyarıyorum. Bu kişinin aranızda yer aldığı her anı ve kesiti yeniden gözden geçirin bir pislik bulacaksınız. Söyledikleri doğruysa, arınızdan bir şüpheli geçmiştir. Size onun gibi “hadi geçmiş olsun” demeyeceğim.
Biz MİT ajanı İbrahim yalçınla ilgili olarak kapsamlı bir dosyayı 1989 da devrimci kamuoyuna açıkladık. Şimdi de aranızdan geçen bu pisliğin geçmişine bir göz atın diyeceğim. Tecrübeler bize, ölü konuşturanların, böylesi kirli tartışmalara kendini atanların asla temiz olmadıklarını gösteriyor…
4. Ahlaksız teklif
Soruyorum sana,
Nebil’e ahlaksız bir teklifte bulundun mu?
Asi kenarındaki evde bir davetiye vermişsin. Nebil’i de ısrarla çağırmışsın. Nebil bu daveti bana iletti, gitmeyeceğini söyledi.
Ben de “Git bak bakalım ne yapmak istiyor “dedim?
Gitti ve yarım saat sonra geri döndü.
Utanmaz adam sana soruyorum,
Nebil’e ne teklifi yaptınız?
Teklifini ret edince suratına karşı ne söyledi?
Yanında kimler vardı? Söyleyebilir misin?
Dönüp yanıma geldi. Senin için herkesin bildiği bir tek kelime söyledi… “Bu adam bir P…”
Bu dönem bize aşık olan kızlara dönüp bakmıyorduk, nişanlananları eleştiriyorduk, sigara içmiyor iskambil tavla oynamıyorduk, kahvehanelere gitmiyorduk, tek amacımız vardı devrimci mücadele bunu o günün koşullarınca yerine getirmek için çırpınıyorduk; her dönemin bir algısı vardı bu günün gözüyle geçmiş değerlendirilmez. O gün yapılması gereken ortak kanaatler bunlardı ve buna uymak bütünün bir parçası olmaktı; aşka, sevgiye, nişanlanmaya evlenmeye asla karşı olmamak gerek. Sevgisiz devrimcilik bir hiçtir, ama kızlarla gönül eğlendirmek, kadın cinsini eğlencenin mezesi yapmak onursuzca bir şeydir. Bu işler için davetiyeler vermek, peşkeş çekmek alçakça bir şeydir.
O gün onursuz olanların bu günde onursuz olmaları kadar doğal hiçbir şey yoktur.
Bana bak Şerefsiz köpek,
Biz canımızı dişimize takmış eğitim çalışmaları, dernek kuruluşları, duvar yazılamaları, afiş çalışmaları, eylemlerimizin açıklamalarını ve halkımıza siyasi bildirimlerimizi gece yarıları zar zor bulduğumuz bir teksir makinesiyle basıp dağıtıp askeri eylemlerimizi yaparken, günün en önemli tartışması “Sosyal Emperyalizm”le ilgili kitap yazıp teksirle basarak, elden ele dağıtırken, örgütü kurumlaştırıp çalışmaları yükseltirken, A.Ç ‘nin dediği gibi “o evde kiminle ne yapıyordun” söyler misin?
Ulan piç,
Sen kimsin ki Mihrac Ural’ı tartışasın.
Ulan ahlaksız, sen kimsin ki Mihrac Ural’ın eylemlerdeki konumunu tartışasın.
Bu güne kadar devrimci hareket için hangi özverilerde bulundun, 12 Eylül arifesine kadar dışarıda ve zindanda mücadele ederken, 12 rejimine karşı da ülkemize en yakın noktadan tüm gücümüzle mücadeleyi organize ederken, zorluklara katlanırken, Filistin davasına omuz verirken sen ne yapıyordun? Ben ve yoldaşlarım, işkencelerdeyken, ser verip sır vermezken, itirafçı patronunun sırtımıza yıktığı suçlarla boğuşurken neredeydin?
Ulan ahlaksız, ben 12 zindan sürgünü yaşarken sen ne yapıyordun söyler misin?
Adana cezaevinden kaçarken ve kaçma kararı verirken yanımda çıkacakları belirlerken sen neredeydin?
Ulan soytarı, ulan çirkin adam,
Ben CEPHE dergisini çıkarırken, yazılarımı yazıp yayımlarken, sen neredeydin?
5. Adana kaçışı
Bazı yazılarında Adana’daki polis kuşatmasından kaçışımızı dile getiriyor ama es geçiyorsun. Bu olay başlı başına bir dik duruş olayı değil mi?
Olaylar birbiriyle bütünsel ve birbirinin devamı değil mi?
MP 5’li onlarca polis bizi öldürmek üzere Adana’daki örgüt evimizi kuşatmışken, kendimden önce Yoldaşlarımı (Nebil’i, F ve M’yi) düşünerek, bir anlık gecikmenin yaşamımızı sona erdireceği kaygısına kapılmadan, onları uyarıp dama çıkmalarına yardım ederek kaçışı başarırken, senin ahlaksızca yorumladığın, kurgulayıp yalanla ortaya sürdüğün Adana ABD konsolosluk eylemi nereye oturur söyler misin?
Vicdansız sefil adam, söyler misin?
Cesaret nedir sen bilir misin?
Ödlek herif, karnında 30 yıldır korkakça sakladığın bu lağım sularını kin olarak ağzından kusmanın bir yararı olacağını mı sanıyorsun? İhbar şebekesinde yer almak için can atışın bir yana, bu şebekenin 3 yıldır yaptığı karalamalara karşın ne elde etti söyler misin?
300 yıl da çalışsanız ne elde edebilirsiniz söyler misin?
Sol’un mevta halleri ortada dururken siyasi yazıları, yoldaşları, dernekleri, legal dergileri, bitip tükenmez ziyaretçileriyle, ülkesinin ve bölgesinin her anını takip eden yorumlarıyla, onlarca yoldaşıyla meydanlarda bu mücadeleye omuz vermek isteyen bir çabaya bu kadar kinle saldırmanın mantığını açıklar mısın?
Devlete karşı tek satırlık bir yazı yazmayan sizler, yalan kurgularınızla kime hizmet ediyorsunuz?
Bunca zaman tek kişiye saldırmak bile başlı başına bu kişinin sizleri ezmeye devam ettiğini zımnen itiraf etmek anlamına gelmiyor mu?
Çılgınca yazmanıza, ihbarlarda bulunmanıza rağmen konularını bitiremediğiniz kişi üzerine daha da yazmakla onun bir dev kendinizi de birer cüce ilan etmiyor musunuz?
6. Adana ABD konsolosluk eylemi üzerine bir daha
Tekrar edeyim.
ABD konsolosu eyleminde yer alıp hala hayatta olan iki kişi var. Biri ben, biri FÇ. Bu insanların görüşü alınmadan, ölen birinin üçüncü kişilerce de duyulmamış “sözleri” akla-mantığa sığan bir iddia olabilir. Bu sözleri aktaranın yalan söylemediğinin kanıtı nasıl bulunacak. Nebil öldü, bu sözleri duyan ve dolaysıyla hasımlar arasındaki inandırıcılığı sağlayacak olan kim?
Hangi ahlak ve hukuk bunu böyle bir iddiayı kale alır. Her iki tanığı da dışlayarak akıl yoluyla bir sunuca varmaya çalışalım.
Bu eylemin kararını veren kim?
Bu eylemde Nebil’in görevini tayin eden kim?
Bu eylemden sonra, yukarıda aktardığım bir dizi eyleme aynı ekip birlikte katıldığına bakarak Nebil böyle bir iddiada bulunabilir mi?
Böyle bir iddiada bulunursa kendi kendini iki yüzül bir onursuz olarak tanımlamış olmaz mı? Böylesine yiğit ve teslim olmaz bir insanın eylemde onu yalnız bırakanlarla bir adım daha yürümesi mümkün mü?
Yok öyle şey. Onursuz ve ikiyüzlü olan Erkan Ulaşan’dır, başkası değil.
Ulan ahlaksız Erkan,
Bilmeden, sormadan, sallama yalanlarla kimi karalayabilirsin?
Devrimcileri eften püften sorunlarla kirletme çabasıdır bu. Dön, uykun gelmeden siyasi yazılarıma bak, yazım performansıma bak, günceli yakalama ve yorumlama çabama bak, bölge ve ülke sorunlarına aynı anda yorum yapma emeklerime bak, bunları nitelik ve nicelik olarak topla ve şebekenizin tümünün 3 yıldır yazdıklarıyla karşılaştır, Halep oradaysa arşında buradadır bunu unutma… Bu durum dün de öyleydi bu gün de.
Piç herif,
Bilmiyorsun, aramızda değildin, hiçbir konuda bir bilgin yok. Belli ki devletle de bir sorunun yok. Biz dün işkence ve zindandaydık bu gün sürgündeyiz devletle hala sorunluyuz. Sen kimsin ve kim olabilirsin ki…
Bu konuda, 30 yıllık bilançonu ortaya koy, bunu görelim. Bu devlete karşı ne demişsin, nerede ne yazmış, nasıl mücadele etmişsin bilelim; hangi yürüyüşlere, hangi devrimci örgütsel çalışmaya katılmışsın bunu söyle öğrenelim. Yoksun, hiçbir yerde, hiçbir zeminde yoksun. Sen kimsin önce bunu söyle.
Mehmet Yavuz gibi onurlu bir insana karşı gösterdiğin refleks, iç dünyanı yansıtmaya yeterlidir. Bu mücadelede sen kim olursun ki Mehmet Yavuz’la karşılaştırılasın. Onurluyla onursuz bir olur mu?
Bu gün, Mehmet Yuvuz’la siyasal açıdan çok farklı yerlerde olabiliriz. Ama aynı insani değerleri, aynı ahlaki değerleri paylaştığımız için dostuz. Mehmet Yavuz’un 30 yıllık geçmişine bakıyorum, sonuna kadar devrimci mücadele verdiğini görüyorum. Kararlılıkla, imkanları zorlayarak ve zoru başararak, kendi alan ve doğrularıyla, onlarca devrimcinin bir araya gelse de başarmayacağı şeyler başarmış.
Ya sen, süfli bir sürüngen olarak, yerden ne kadar yükselebilmişsin onu görelim.
Sen ve senin şebeken bilmeli ki, Mehmet Yavuz, Mihrac Ural’ı savunmuyor.
O ilkeleri ve doğrularının arkasında duruyor. Kendi onursal dengeleriyle, insani erdemleriyle tutum alıyor.
Sen ise, sinsi bir yılan gibisin. Korkak ve bir o kadar ödleksin. On yıllar boyu alttan alta, dedikodularla konuşmuşsun, bunu da marifet gibi söylüyorsun. Fırsatını bulunca muhbir şebekesiyle birlikte kinlerini lağım gibi döküyorsun. Seni açık ettik, yerine oturttuk. Bu şebekenin üçüncü ayağını böylece belirlemiş olduk.
Önemsizsin ama mide bulandırıyorsun.
ERKAN ULAŞAN
ÖLÜ KONUŞTURUCUSU BİR SİNSİ YILAN
Bir akil yoldaş diyor ki,
“Bunlar sizi polisin bu güne kadar bilmediği eylemlerin de ortaya çıkması için provoke ediyorlar. Buna gelmeyin. Özellikle Erkan ve MİT ajanı İbrahim Yalçın sinsince bunu yapıyor. Bu konulara girmeyin. Siyasi yazılarınızı eleştirmekten korkuyorlar, çünkü siyasi değiller. Sizi bu alana çekerek açık vermenizi istiyorlar. 26 Mart 2010 gözaltına alınışımızın de nedeni bunların ihbarıydı.
Çirkin tartışmalarda bu ısrar, 3 yıl durmadan takip ve ihbar size bir şey anlatmıyor mu? Kendi ayıplarını örtmek ve yön saptırmak için bu çırpınış boşuna değil. Sol içinde bu konular mide bulandırıyor. Devrimciliği daha da kötü gösteriyor. Buna prim vermeyin. Yazılan yalanlar o kadar sırıtıyor ki, özel bir film senaryosu olsa bu kadar şey bir araya gelmez.
Gelecek devrimci kuşaklara karşı sorumlu olmayanlar “ben bildiğimi okurum, arkama dönüp bakmam” diyebilir. Engin Erkiner, ömrü boyunca sorumsuz biri, ama siz bunu yapamazsınız. Örgüt adı taşıyor ‘bir halkın davası uğruna buradayız diyorsunuz’. Lütfen dikkat ediniz ” Dedi.
Doğrudur. Hak veriyorum.
Bu çirkin insanlara cevap vermemek en iyi cevaptır. Ama bezen biz de insan olarak yalanlara karşı dayanamayıp yazıyoruz.
Bu yoldaşın sözlerini dikkate almak gerek diye de tekrar ediyorum.
Son kez bu ölü konuşturucusu ahlaksızı yazacağım. Nebil’le ortak eylemelerimizden bazısını, Filistin dönüşü ilişkisini anlatıp, ölü konuşturucusunun devrimcilik adına, demokratlık adına 30 yıldır nere de ne yaptığını sorgulayacağım. Nebil’in ölümüne yol açan tek ithamın, 2 kg altını kimseye haber vermeden alıp cebine atanlara karşı ne yaptığını, Nebil’i çirkin tarzda yargılayıp katledenlere karşı 30 yıl içinde gösterdiği tutumun ne olduğunu hatta şu ana kadar tek bir satırlık yazı yazıp yazmadığını sorgulayacağım. Her şeyiyle açık olan ve bunu resmi olarak üstlenen katillere karşı ses çıkarmayıp katilleri örtmek için olayların yönün saptırmak üzere yaptığı uydurmaları soracağım.
Çirkin tartışmaların sonunda elekte üç kişinin kaldığını gördük. Üçünün de ilginç tarzda kesişen ortak yanları olduğuna tanık olduk. Biz Acilciler bu muhbir şebekesini sonuna kadar takip edeceğiz.
Mihrac Ural
26 Ekim 2010
Ölü konuşturucusunun dosyası uzun süreden beri hazır. Yoldaşların aktardığı önemli bilgileri içeriyordu.
O dosyada sakin bir dille yazdım. Yayınlamadım, adamı önemsemiyorum, bu nedenle gerek görmedim.
Önce bir varlık olmalı diye düşündüm. Yok olan bir ahlaksızı var etmek bana düşmez. O görevlilerin işidir. Bu herifin, son 30 yılda devrimcilik adına nerede olduğunu kendi adıma bilmiyorum, duymadım da.
Okura bilgi verme adına, sürmekte olan yoğun polis takibine prim olmayacak bilgiler vermeye çalışacağım. Örgüt tarihimizin hiç yazılmamış kimi eylemleri üzerinde bilgi verecek ve sorularla bu çirkin insanların esasından hiçbir şeyden haberleri olmadığını göstermeye çalışacağım.
Takip üzerine bir iki cümle
İstanbul’da örgüt birimine polis sızmış, ama haberleri yok, uyumuşlar. Bir de takip nereden başladı diye arıyorlar. Kişi aptal olunca böyle olur.
Olay aptallık değil, yapılan bilinçli yön kaydırmadır.
19 Ağustos 1977 İstanbul operasyonu (Bombacı Leyla operasyonu), MİT ajanı İbrahim Yalçın ve İtirafçı Engin Erkiner’in işidir. Bana göre bu işin bir ucunda da Erkan Ulaşan bulunuyor. Bu sonuncusunun durumu kendi açıklamalarıyla daha da netleşme eğiliminde (belge ve kanıtları öncekiler için olduğu gibi bunun içinde sadece kendi yazdıklarından ortaya konacaktır, kendimizden tek bir söz söylemeyecek iddiada bulunmayacağız. Ona ölü konuşturucu derken yine kendi sözlerine bağlı kaldığımız gibi)
Oysa Antakya çalışmasında kitlesel konumumuz, dernek çalışmalarımız. Legali çok iyi kullanıyor olmamız, TÖB-DER, Sendika, Sivil Toplum Kuruluşları içinde yaygın ilişkiler içinde olmamız yaptığımız tüm illegal eylemleri de örten bir etkinlikti. Ayrıca İnsan ölümünün olmaması, önemsenecek bir soygunun yapılmamış olması, çok aktif ve yaygın illegal faaliyetler için de iyi bir zemindi.
Bu süreç Samandağ Ziraat Bankası soygununa kadar öylece devam etti. Bu soygunda yakalananların sorgusunda bile öyle ülke çapında çok organize bir örgüt arayışı üzerinde durulmadığı dikkat çekiyor.
Antakya, ülkenin her tarafına silah, militan, kadro transfer eden üretken bir alandı. Bu alanın devrimci sürecinden yükselen kadrolar, örgütümüzün her alanında etkin rol oynamalarının altında da bu gerçek yatıyor. Bu üretken alanı yıpratmak isteyenler, kırk örgüt değiştirdikten sonra, itirafçı, MİT ajanı ve ölü konuşturucusu hallerine bakmadan karalama yapıyorlar. Çünkü Acilciler bu alanda marka oldu, bu alanda tüm gücüyle mücadeleye devam ediyor. Bunlarda görevlerini yapmak için bu alana dün de bu günde saldırıyı tek yol olarak biliyor. Antakya boşuna hedef tahtası seçilmiyor.
Oysa İstanbul çalışmaları, Beylerderesi katliamı ardından, Ankara örgütünün toptan tasfiyesi ve MİT ajanı İbrahim Yalçının örgüte İtirafçı Engin vasıtasıyla İstanbul’da sızması, işin başından itibaren örgütü polis izlemesine açık hele getirmiştir.
İfadeler ve iddianameler okununca, takibatın İstanbul’da her yönüyle sürdüğünü gösteriyor. Bunlara itirafçının itiraflarını ekleyin, işin başından MİT ajanı İbrahim yalçını da üzerine oturtun tablo çok açık hale gelir.
Bütün bunlar ortadayken, 30 yıldır hangi delikte olduğunu bilmediğimiz, devrimci hareketin en çileli kesitinde ne yaptığı hiç kimse tarafından bilinmeyen bir ölü konuşturucusu ortaya çıkıyor, bu kirli tartışmalara balıklama dalış yapıyor. Görev bu iradeye bağlı değil. Saçma sapan yalanlarla, itirafçı ve MİT ajanını aklamaya çalışıyor ( Bu arada, ölü konuşturucusu Erkan Ulaşan onlardan biri olarak, MİT ajanına sorduğumuz sırat köprüsü sorusuna da cevap versin “MİT’le ne zaman ilişkiye geçtin ?”)
Polisin takibi konusunda ölü konuşturucusu iç dünyasının kinleriyle yorumlar yapıyor. Ama faydasız, kinin gözü kördür, gerçeği göremez.
İstanbul 19 Ağustos 1977 operasyonu, İstanbul’daki itirafçının ve MİT ajanının işi. Bu nedenle, bu operasyonların Güney bölgesindeki etkisi, itirafçının bildikleriyle sınırlı kalmıştır; o da Nebil’in ve benim adımı afişe etmekten ibaret kalmıştır, Ali sönmez yoldaş ise zaten İstanbul’da yakalanmıştı.
Ölü konuşturucusu Erkan ahlaksızı, Güney bölgesinden bir takip başlamış olsaydı, sen neden yakalanmadın, adın neden çıkmadı (yoksa görevli olduğun için mi yakalanmadın ). Güney bölgesinin kadroları, militanları, silah depoları neden açığa çıkmadı.
Güneyden başlayacak bir takibat önce Güneyi çökertirdi. Üstelik bir dizi askeri eylemin yapıldığı alandı. Örgütün en kitlesel ve en sıkı örgütlendiği yerdi. İtirafçı adımızı polise deşifre etmeseydi bölgemizdeki çalışmaların çok daha gürbüzce yürüyeceğini tartışmaya bile gerek yok. Güney bölgesi insan ve malzeme kaynağıydı, davaydı mücadelede kitlesellikti. Bu yüzden üç kuşak yönetici üretti ve yoluna hep devam etti. Bu gün olduğu gibi,
İnsan önce düşünür sonra sallar, bunlar düşünmeden sallıyorlar. Çünkü görevliler…
İtirafçı, MİT ajanı, Ölü Konuşturucusundan oluşan bu üçlüyü, bu gün bir araya getiren nedenler, aynıyla dünde bunları bir araya getirmişti diye düşünüyorum.
ÖLÜ KONUŞTURUCUSU ERKAN ULAŞAN
Kirli tartışmaların eleği sallandıkça ilgisiz olanlar alta düştü ve bir kenara çekildi. İlgisiz gibi saklayanların çehresini ise açığa çıkardık. Sahnedeki yerlerin almaya mecbur bıraktık. Sonuçta elekte üç kişi belirdi.
Olayı tüm yönleriyle, belge ve kanatlarıyla kuşatmış olduk.
Özel Harp dairesi direnen devrimci hareketlerin tarihini karalamak için çırpınıyor. Kuklalar da bu işin öncüleri. Bu üçlü de bu işin geçmişten bu güne uzanan elamanları olarak ortaya çıktı.
30 yıldır TKEP’li olanların, TKEP’i buharlaştırıp yok ettikten sonra akıllarına ne geldiyse, Acilcilerin mücadelede gösterdikleri aktivitelere karşı saldırıya geçtiler.
Bu şebekenin asli bir elamanı olarak saymadığım, geçmişin anlamlı anılarına hürmeten muhatap almadığım İrfan Dayıoğlu adlı bir aptalın, bu şebekenin yalanlarına karşı vicdani bir tepki gösteren Alaettin Özden’nin anlamlı mesajına verdiği tepki çok şeyi anlatıyor; « ben kendi adıma Acilcilik adına yazma diye bir derdim olmadığını bildiğini zannederim. ben Acilciler içinde geçmişte yer almış biri olarak yazıyorum... Benim engin ile ve diğerleri ile de eski yoldaş olma hukuku dışında bir hukukum yok. olamaz da…» ( İ.Dayıoğlu )
İrfan bu, onu bilenler bilir, şecaatini arz ederken sirkatini söyler. Öyle de yapmış.
Bu şebeke tam da İrfan’ın söylediği gibi pamuk ipliğiyle birbirine bağlı bir şebekedir. Ama hep öyle olmuşlardı. Çünkü amaçları yoktu o an ile ilgiliydiler. Hep yanlış ve yalancıydılar. Bu nedenle Mihrac Ural karşısında hep hezimete uğradılar. Acilciler 1.Kongresi ise bunlar için hezimetlerin hezimeti oldu ve bu defter kapandı.
Şimdi olan, yeni bir defter açma değil, devrimci bir hareketin önünü kesmedir. Oysa sol mevta hallerde, ülke sonsuzca örgütlenmeye açık ve herkesi sığacak genişliktedir. Ama adamların derdi devrimcilik değil, örgütlenme değil, halka bilinç götürmek için basım yayım değil, ısrarla belirttiğim gibi polisiye bir görevdir, devrimciliği kirletmektir. Bunun için 30 yıl içinde çalıştıkları TKEP tarihiyle değil, birkaç yıl takıldıkları Acilcilere saldırmayı önemsiyorlar. Çünkü TKEP yok, Acilciler oldukları kadarınca buradalar demokrasi mücadelesinde var oldukları her alanda ön önde olma çabasındalar.
Sonuçta bir üçlü ortaya çıktı. Bu da iyi oldu.
Konumuz Erkan Ulaşan.
Bu adamı 33 yıldır görmüyorum. 30 yıldır adını hiçbir devrimci mücadele çalışmasında da duymadım. Şu ana kadar da herhangi bir örgüt ya da dernek ya da sivil toplum çalışması içinde olduğunu beyan eden bir satır yazısını görmedim.
Öğrenci olduğu Antakya örgütlü devrimci mücadele kesitinde (1976 sonu-1978 başı) bir yılı geçmeyen, gözlenen bir kişi olma özelliği dışında bir yerini hatırlamıyorum. O kesitte de Nebil’e yaptığı ahlaksız teklifi düşününce, bu kişinin devrimci mücadelede bir dava uğruna yer almaktan çok o kesitin modası içinde yer aldığını söylemek zor değil; öyle değilse son 30 yılda devrimci mücadele adına ne yaptığını en azından birilerinin bilmiş olması gerek. Ben hala duymadım.
O dönemde, Nebil ve Ali Sönmez’e güvenerek, görev verip İstanbul’a gönderdim. Onların Antakya çalışmasında oluşturdukları boşluğu doldururken bile bu kişi aklımızın ucundan geçmedi. O bizim için güvenilmez, agresif biriydi. Yüksel Eriş geldi, Ömür geldi kitlesel etkinliklerimizi gördü, herkesle tanıştı. Bu arada bu türden insanlarla da tanıştırdık. O kalabalıklar arasında olmaları onların özel bir örgütsel yerleri olduğu anlamına hiçbir zaman gelmedi. Bir yerlere malzeme götürmek bu açıdan ayrıcalıklı bir yerde olmak anlamına hiç gelmiyor; 1976-77 kesitinde öylesi bir kitlesel yükseliş vardı ki, bu gün hata olarak kabul edebileceğimiz, kimi görevleri verilmemesi gereken insanlara da vermemize yol açmıştır. Bunlardan biride bu kişidir.
Bu tür yükümlülükler de yaptığımız kimi hatalar arasında, annelerin, bacıların mitinglerde silahları çocukları, kardeşleri yerine taşıyarak iyi bir kamuflaj yapmalarını sayabiliriz.
Fi zamanında bir malzeme taşımasını33 yıl sonra manalara vererek gösterilen duruş, annelere silah taşıtmak, bu ahlaksızlar silah taşıtmaktan çok daha doğru bir karar olduğu görülüyor. En azından annelerin ağzı sıkıdır polise teslim olmuyor sırlarını başkalarını karalamak için ifşa etmiyorlar. Bu konuda tüm anneleri saygıyla anıyorum.
İtirafçı Engin Erkiner’in doğum gününü hepimiz biliyoruz; 19 Ağustos 1977. İşte o gün bu gün Erkan denen bu yalancı müptezelle bir ilişiğim olmadı. Yani tamı tamına 33 yıl.
Ne oldu da kirli tartışma sürecine katılmayı yaşamsal bir olay olarak gördü. Nabil’in anısı ise, bu yapılanlar hızla Nebili kirletmeye doğru tırmanıyor, bu açık. Dolaysıyla Nebil’in anısı değildir. Nebil7ins anıt mezarını oluşturmak ve şehitler haftasına denk getirme yükümlülüğünü bizlerin katkısıyla birlikte olmaması gerekirdi. Ancak insan bir kez onursuz olunca fark etmiyor.
Bu çirkin adamın yüzünü açığa çıkarmak için Nebilin ölüm yıldönümü dolaysıyla 194. Dosyayı kaleme aldım (30 Eylül 2010). Tek tek dile gelen olayları bir kez daha irdeledim. Bu irdelemeleri akıl, hukuk, belge ve kanıt ve olayların mecrasındaki ilişki ve çelişkilerle ele aldım. O bunların hiç birine cevap verme durumunda değildi. Söylediği tek şey Nebil’den duydum. Yani ikiyüzlü biri varsa o da Nebil’dir diyordu.
Bu dosyada, ölü konuşturucusunun uzun zamandır MİT ajanı ve İtirafçıya Altan alta yalan yanlış bilgi sızdırmasını açığa vurdum ve ona “adını sana ait aktarımların altına açıkça koy, kinin ne ise onu dök” dedim. Üç yıl gizlenmişti. Artık açık.
Üçlü tamamlanmıştı. Hedeflerimiz netleşmişti, elekte kalanlar belli olmuştur, hedeflerimiz de yalın hale gelmiştir.
32 yıl geriye dönelim.
Şerif Yılmaz yoldaşı dinleyelim “ 1978 sonlarına doğru Erkan Ulaşan, örgütün takibi altında olan bir ‘sivil’le görülmesi üzerine, Şeyh Müntecep Kesici, Tacettin sarı, Ahmet Yıldırım, ben ve örgütün diğer sorumlularında soru işaretleri oluştu. Tam bu arada Erkan Ulaşan ortalıktan kayboldu. O kesitte örgüt bu kişiyi sorguya çekmek, üzerine yoğunlaşan şüpheleri anlamak için aramaya başladı. Görüldüğü yerde tutuklanarak sorgulanması gerekmişti. O kesitte bu kişinin çok sıkı şekilde arandığını kadrolarda biliyordu. Ama o gün bu gün ortalıkta gözükmedi şimdi aradan 32 yıl geçtikten sonra ortaya bu şekilde çıkışı o kaygıların hiçte yanlış olmadığını gösteriyor” diyor.
Bu bilgi, bu tartışmalarda hızla yerli yerine otururdu. Okurun da dikkatini çekiyorum.
Ölü konuşturucusu Erkan’ın bu 30 yılı aşkın sürede ne yaptığı bilinmiyor. En azından biz Acilciler bilmiyoruz. Bir tek Acilci bilse mutlaka bilgim olurdu.
Türkeş eyleminde, Stadyuma yakın yerde konulan bombanın patlamaması pillerin yetmezliğinden mi yoksa başka bir nedenden mi sorusu o gün de yoldaşlar arasında soru işaretleriyle gündeme gelmişti. Bu günde hep onu düşünürüm.
Bu konu o kesitte dar çevrede kendi aramızda konuşulmuştu. Şüphe hep vardı. Ama kanıt olmadığı için böylesi bir iddia ancak tırnak içinde kaldı.
Bu tartışmalardaki yazılarının tümünü toplayıp karşılaştırdığımızda, örgütümüze ve şahsen bana yönelik tüm karalamaların kaynağında Erkan Ulaşan adlı ahlaksızın yalanlarını görürüz. Güneyden pusula, Güneyden takip falan filan…
Erkan Ulaşan, gramerli yazılarıyla kurguladığı yalanları kendi adına değil Nebil adına yaparak siper arkasına geçiyor. Yeryüzünde kendisinden başka kimsenin duymadığı karalamaları öyle servis ediyor. Kim söylemiş; Nebil…
Yobazların her şeyi Allah adına yapmaları gibi bir şey, ben değil o…
Üçüncü kişilerin doğrulamasına muhtaç söylemler hangi etik değerle servis yapılır belli değil, ama hukuk adına yeri çöplüktür.
Ahlaksız adam Erkan’da bir saplantı olmuş. Duyduğu şeyi tek doğru sanıyor. Bu paranoya, İtirafçı Engin’in ve MİT ajanı İbrahim’in üzerine balıklama atladıkları bir yem oluyor. Bu sonuncular de kamburlarını örtecek bohça ararken bu yalanlara sarılmaya mecbur kalıyor.
Böylece, üçlü son adamını bulmuş oluyor.
Uzun uzun anlattık, Dosyalarda yerlerini aldı. Yeniden kısaca belirtelim.
İki pusuladan ve takipten söz ediyor. Takip olayını kısaca üstte yazdım, akıl ve mantık dışı bu iddiaların anlamsızlığına dikkat çektim. Yakalanma sonuçlarının gösterdiği gerçek, takip İstanbul’dan başlıyor. Takipte değil, içlerinde polis vardı o da İbrahim yalçın’dı.
Pusulalar olayına gelince,
Sık sık yapılan balans ayarlarına rağmen dile gelen yalanlarda, pusuladaki imza ya da kod adı kime ait belli değil (var mı o da bilinmiyor). “Nebil, yazı tarzından pusulanın kime ait olduğunu çıkardı” dediğine göre kod adı varsa bile bu kod adının kime ait olduğu belli değil. Pusulayı kim getirmiş bu da belli değil. Ne Nebil söylemiş ( bilse söylemesi gerek), ne de biliniyor. Buradan da anlaşılan, Nebil pusulayı getiren kişi tanımıyor ( tanısa neden yazı karakterine dayanarak, pusulanın nereden geldiğini anlamaya çalışsın ki, getiren kişiye sorması ya da onun söylemesi normal olanı değil mi?).
Ayrıca, Pusula olayıyla ilgili cümle dizilişi, Nebil’in pusulanın geleceğinden de haberi olmadığını gösteriyor. Bırakın bizim o kesitte asla yazılı bir yolla haberleşmediğimiz gerçeğini, gerçekten bir pusula varsa, bu pusulayı getiren kişi Nebil’iin adresini, bulunduğu yeri de biliyorsa, bu durumda Nebilin yakalatılması için bu dolambaçlı yol neden? Pusula neden?..
Belli ki biri yalan söylüyor.
İlk saçmalıklar bunlar. Bunu bir kenara koyalım.
İkinci pusula neyin nesidir.
Nebil bu kadar mı aptal, birincisinde yakalandı ikincisini nasıl kabul eder?
Amaç ölü konuşturmak olunca sallamak kolay…
Biraz yorumlayalım bakalım ne çıkacak.
Sağmalcılar cezaevinde uygun bir koşul çıkınca, kısa süreli tutuklu kalan Bedri Yağan’ı bağlayıp ranzamın altına koydum ve Nebili kaçırdım. Ancak bir ay geçmeden Nebil tekrar yakalandı.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Cezaevi ziyaretleri 15 günde bir. Yani, yeri yurdu belli olmayan, birkaç gün önce de kendi yerime kaçırdığım Nebil’e hangi mantık ve gerekçeyle bir pusula göndereyim. Bir de nasıl göndereyim, bir ayı doldurmayan Nebil’in yakalanışı süresince bir tek ziyaret hakkımız vardı. Bu ilk ziyaretlerde gelen ailemizden başka kimse de yoktu.
Bu saçmalıklar, Nebil’in ikinci kaçışını yaptığı Niğde cezaevinden firar eder etmez, Konya cezaevine yanıma gelip, Filistin’e gitmesi yönündeki talimatıma uyarak, Antakya’ya yoldaşların yanına (Tacettin Sarı ve H.B ) giderek, emin şekilde sınırı geçişiyle nasıl bağdaşır. Bir akıllı çıksın bunu söylesin.
Zaman ve mekan açısından mümkün olmayan bu uydurma da ölü konuşturucusunun imalatı olduğunu yetirince açıktır. “Nebil gözlerinin içine bakmış” mış… Güler misin ağlar mısın…
Nebil, aynı anda yapılan görüşmede Tacettin Sarı’ya söylediği “Erkan güvenilmez biridir” sözü burada daha anlamlı hele geliyor. Bu noktada ya Nebil ikiyüzlü bir ahlaksızdır ya da Erkan yalan söylemektedir; Nebil ikiyüzlü olamaz, şahitsiz olarak ölüler adına konuşanların ikiyüzlü olması ise yüksek bir ihtimal.
Önceki tartışmalarda da dile getirdim, Erkan Ulaşan, Nebil’i kirletiyor diye. Nebil’in cinsel organında ya da çevresindeki ben olayını alttan alta sinsice dillendirmesini ve bu konuda itirafçıya verdiği tiyoları hatırlayın.
Nebil’i katledenlere karşı tek bir cümle eleştiri yapmamasını hatırlayın.
Nebil’in öldürülmesine temel gerekçe olan MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın 2 kg altını örgütten habersiz alıp cebine indirmesine karşı tek bir satır yazmamasını düşünün.
Bunları bir araya topladığımızda bu üçlünün bir araya gelişini ve Erkan’ın kim olduğunu anlamak daha kolay olacaktır.
Ölü konuşturucusu olarak adlandırdık.
Sanırım bu kod adı da geçici olacak. Yeni adını tartışmalar sürecinde ortaya çıkaracağız. (ilgililer bunun için 68. DOSYA, 77. DOSYA, 81. DOSYA ve 194. DOSYA’ya bakabilirler
http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ )
Mehmet Yavuz buna “vesvese” dedi. Ben bu adamın yaptığını “vesvese” olarak görmüyorum…
Ölü konuşturucusunun Nebil üzerinden yaptığı sallamalara şöyle bir kuş bakışı bakalım.
Görülecek olan tek gerçek Nebil’in aynı ekip içinde yoldaşlarıyla sonsuz bir güven bağı içinde olduğudur. Bu gerçek,bizler için bu güne dek, Nebil için ise ölene dek sürmüştür.
Nebil ekibimin bir militanıydı. Omuz omuza mücadelenin ilk adımlarından itibaren girdiğimiz silahlı eylemler, banka soygunu, kurşunlamalar, araba kamulaştırmalarında sadece ve sadece benim talimatlarıma uyan bir militandı.
Nebilin böylesine bağlı olduğu bir ikinci kişi daha bu örgütte yoktur ve olmamıştır. Bunun nedeni nedir?
Altta, bu mücadele sürecinde şu ana kadar yazmamaya çalıştığım, ölümlerden omuz omuza geçtiğimiz eylemlerden bir ikisini aktaracağım. Bu bağlılığın sırrını orda bulmak zor olmayacaktır.
Peşinen de şunu ekleyeceğim,
Ölü konuşturucusu Erkan Ulaşan adlı kişinin, söylediği tek bir cümle doğruysa, bu, Nebil’in onursuz bir ikiyüzlü olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise mümkün değildir.
Erkan Ulaş’an, Nebil’le ortak eylemlerimizi dile getirirken bile bunu ele veriyor. Bunları tek tek göreceğiz..
Antakya süreci bir yana, Adana kuşatmasından kaçıştan, İstanbul’daki eylemlerine, oradan yakalanana kadar her anımız birlikte geçen Nebil’le yaşadığımız eylemlilik süreci, Erkan’ın tüm söylemlerinin yalan olduğuna en büyük kanıttır.
FİLİSTİN DÖNÜŞÜ
Erkan adlı kişi bilmiyor. Ben de her şeyin zamanı var diye yazmıyorum (“Mihrac Ural’ın HDÖ’deki adamı Nebil Rahuma’dır” diye tef çalacaklar, Sadık Varer bunu, “bilmiyorduk öğrenmiş olduk” diye açıkça yazdı. Oysa gerçek o da değil )
Eylemlere girmeden önce, “Nebil Filistin dönüşü 8 ay neden Mihrac’la bağ kurmadı” diye soruyor aptal.
Öncelikle bağ kursa da kurmasa da ne olur ki, neyi değiştirir ki. Yıllarımız eylemlerin en ölümcüllerinden geçmiş insanlar olarak bu bağın kurulma imkanı olamazsa dünyanın sonu mu, Nebilin koptuğu anlamına mı geliyor. İşte bunların yoldaşlık algısı bu kadardır.
Umutlanmayın. Nebil hiçbir an bağını kesmedi, kesmezdi de. O her adımını her gelişmeyi aralar uzasa da döner Mihrac Ural’la paylaşır, onun talimatlarına hayatı kadar değer verirdi. Ama bu Nebil’in yanımda olmadığı kesitlerde yaptığı ya da yapmış olabileceği her şeyden haberim olduğu anlamına hiç gelmiyor.
Sondan söyleyeyim. Nebil, Adıyaman cezaevinden Adana Numune hastanesine geldiğim ve kısa süre kaldığım andan itibaren benimle irtibata geçti. Adana cezaevine intikal edince aynı kanaldan bilgi alış verişi sürdü. Adana cezaevi tünel sürecinde kaçacağımızı, kaçışın lojistik gerekleriyle ilgili olarak bilgilendirildi. Her şeye hazır olduğunu her zamanki heyecanla bildirdi. Tünelde Dev-Yol’cu İsmail Şahin elektrik çarpması sonucu ölünce (26 Haziran 1980) bu plan çöktü. Cezaevinde İsyana başladık. cezaevini yaktık, silahlı çatışma çıktı. Ortalık bir iki hafta oldukça gergin kaldı. Ortalık dinmeye doğru yol alınca hesapta olmayan bir yerden kaçış için çalışmaya başladık. Koğuşlardan görüş yerine açılan pencerenin demirlerini kestik, oradan sabah yapılacak görüş yerine mevzilendik. Zindandan içinden hiç kimse hiçbir yardım da almadık. Kaçış biz tutuklu ve mahkumların özgün ve özverili çabalarının sonucu gerçekleşti. Böylece Nebil’in katkısına gerek kalmadı.
Nebil bizimle bağını hiçbir zaman kaybetmedi. Nerede olsa ruhu bizimle birlikteydi. Bunu anlamak için bu süreci birlikte yaşmış olmak gerek.
Buzağı arayan aptallara sözüm şudur, Nebil bizim Nebil’dir. Bu kadim Roma kentinin suyunu içen hiçbir devrimci diğerine karşı asla yanlışa düşmez; bunu mecaz anlamda söylüyorum.
Antakya devrimci hareketi içine sızmak mümkün değildi. Herkes ailelerine kadar birbirini tanıyor, çocukluğundan itibaren bir biçimde, okulda, mahallede vb ilişki içinde olan insanlardı. Ama bu çalışmaya dıştan katılan Erkan gibi biri için söylemek mümkün değildi. Tüm tartışmaları izleyin, kimler yoldaşı yoldaşa kırdırmak için çaba sarf ediyor, kimler ispatı mümkün olmayan iddiaları ortaya atıyor, kimler geçmiş ortaklıkta yeri olmamasına karşın akıl zorlaması karalamaları yapıyor göreceksiniz…
Bunu da bir işaret sayın…
EYLEMLERDEN BİR DEMET
Şimdi de söyleyeceklerimi iyi oku,
Nebil şehit, aramızda değil.
El yazılı bir şey de bırakmadı geriye.
Birine “söylediğini” yeryüzünde başkası da duymamışsa; sana söylediklerini MİT ajanı İbrahim Yalçın duymamış, MİT ajanına “Kaset vermiş miş” ama sana anlatmamışsa ortada bir yalan var demektir. İkinizde aynı görevle yalan söylediğinize inanıyorum.
İkiniz de oynuyorsunuz, ama boynunuza kadar lağımdasınız, herkes sizi görüyor. Farkında değilsiniz.
Uydurup uydurup yürüdüğünüzü sanıyorsunuz. Yerinde sayıyorsunuz. Kılavuzunuz karganın fetvası malum “ kim ne derse sen bildiğini yap” (E.E)
Konuya gelelim,
Nebil’in benimle birlikte olduğu süreçte bir özelliğini daha belirteyim; o hiçbir zaman tek başına kapsamlı bir eylem sürecinin sorumlusu olamadı. Bu en azından benim yanımda olduğu tüm süreç için geçerlidir. Kişiyi abartarak onu büyütmek ona yapılacak en büyük saygısızlıktır; olduğu gibi görmek olduğu kadar ifade etmek yeter.
Zaten şehittir kimsenin övgüsüne de ihtiyacı yoktur; Nebil, soylu, ahlakta üstün, özveride en cömert olandır. “Yeryüzünün en cömertleri, insanlığın en soyluları şehitlerdir” sözünü bilmeyen var mı.
Muhbir şebekesine açık vermeden birkaç eylemi kısaca aktarmaya çalışarak okurlara bilgi vereyim. Bu eylemlere katılan üçüncü kişiler hala yaşamaktadır. Bilgileri de anı anına tüm tazeliğiyle korumaktadır.
1. Başarılı Banka Kamulaştırması
Onursuz yalancı Erkan Ulaşan sana soruyorum,
Nebil’le sadece ikimizin girdiği ve başarıyla sonuçlandırdığı banka soygunundan haberin var mı?
“haberim var” gibi bir şeyler söylüyorsun öyle mi? İyi. Burada da ölüyü konuştur bakalım…
Adana kaçışımız sonrası İstanbul süreci başlar (bkz. Altta 5. Adana Kaçışı). İstanbul’da, demir yolu hattı üzerinde iki katlı ahşap bir evdeyiz. Yeni evli yoldaşlar üst katta ben ve Nebil alt kattayız. Paramız sıfıra yakın. Örgütün elinde hiçbir imkan yok. İki tabanca temin ettik. Hepsi bu.
Sonra, araba aradık akşam alıp ertesi gün eyleme geçeceğimiz. Buradan başlayalım.
Ölü konuşturucusu soruyorum,
Banka soygunu için kullanılan arabanın kamulaştırılma hikayesini biliyor musun?
Nebil bundan söz etti mi?
Basit bir araba kamulaştırması için, yanındaki yoldaşla saatlerce dışarıda kalmalarına rağmen sonuç alamamaları üzerine, her iki yoldaşa kızgınca “nedense ikiniz bir araya gelince eliniz ayağınıza dolaşıyor bir şey beceremiyorsunuz” diye çıkıştım. Nebil’i yanıma alarak, demir yolu üzerindeki malum örgüt evi kapısından çıkar çıkmaz, 30-40 m ötede çalışır halde duran bir murat 124 araba gördük. Şoför, kaldırım üstündeki pencerede duran bir şahısla konuşuyor. Saniyelik bir olay.
Nebil sana bunu anlatmadı mı? Arabayı kaptığı gibi fırlayan kimdi söylemedi mi?
Bu kamulaştırma sırasında Nebil’in geçirdiği tehlike neydi bunu anlattı mı? Uzaklaştığımızda ne unuttuğumuzun farkına vardık söyledi mi?
Araba kamulaştırma başarısı üzerine Nebil neleri nasıl övdüğünü anlattı mı?
Bir cezaevi görüşmesinde örgüt tarihini anlattığı iddiasındasın, peki bu önemli, başarılı ve tüm yakalanmalara rağmen poliste açığa çıkmayan kamulaştırma eylemini anlatımı, her eylemin ayrıntısını sana söylediğine göre, en önemli eylemin ayrıntısından söz etti mi?
Nebil Konuşmaz, polise bilgi vermez, sana verdi mi?
Dolap Dere çatışması neden oldu konusunu açtı mı? Bu çatışmanın hangi eylemle ilgisi var söyledi mi?
İnterkontinental otelinin ikinci kurşunlanmasından hiç söz etti mi? (Bunu bir başka yazıda uygun zamanda uzunca anlatacağım, ya üçüncü kez kurşunlanmasından söz etti mi, hala yaşayan tanıklarını biliyor musun?)
Anlatmışa benzemiyor. Öyle ya, keyfine geleni anlattırıyorsun keyfine gelmeyeni bilmiyorsun. “Ben “Nebil’in yalancısıyım” demek kolay, çünkü Nebil ölü tanık olamaz. Bu yalanları duyan bir üçüncü kişi de yok. “Gözelerinin içine baka baka” bunları anlatmaması ilginç değil mi?
Oysa her eylemin üçüncü kişileri var, yaşıyorlar da. Gerçek bilgi için, olayın failleri ve tanıklarına sormayı gerektirmez mi? Üçüncü kişilere sormadan onların onayını almadan ölü üzerinden söz söyleyene ne denir…
Amaç yalan kurgu üretim ortalığı bulandırmak olunca, yani görev olunca kimseye gerek kalmaz. İşte Pol Potçuluk budur…
Dur sana hatırlatacağım çok şey olacak, uykun gelmeden okumaya devam et…
Nebil sana, banka kamulaştırmasının nasıl planlandığını, tek tek kişilerin görev yerlerini, araçlarını, kimlerin katılacağın ve kimlerin sadece destek sağlayacaklarını anlattı mı?
Bankaya kaç kişi girdi söyledi mi?
Banka kamulaştırmasında, yaklaşık 12 ya da daha fazla olan personeli esir alanın kim olduğunu sana söyledi mi?
Banka güvenlik görevlisini duvara dizip, silahını alanın kim olduğunu söylemedi mi?
(Tercüman gazetesinde bu haberi, ”Soygunculardan beylik tabancısının geri verilmesini istedi” diye verilmişti)
Banka Müdürünün kasa anahtarını “bende değil” diyerek vermeyi ret ettiği zaman ona tokat vuran kimdi ? Nebil Bunu sana söyledi mi?
Banka müdürünü tokatlama olayına şaşkın şaşkın bakan kim, “hiç beklemiyordum, bu tokat olmasaydı, bu adam anahtarları vermez, kendini öldürtürdü” diyen kimdi?
Banka müdüründe kasa için kaç anahtar vardı bunu söyledi mi?
Diğer anahtarı kim buldu, nasıl bulundu söylemedi mi?
Kamulaştırma anında elinde çaylarla giren bir kahve garsonunun nasıl etkisiz edildiğini sana anlattı mı?
Böyle bir şeyi o anda Nebil gördü mü? Görmediyse neden ve sonra nasıl öğrendi? Bunları sana söyledi mi?
Nerede ve neden silah sıkıldı ? Kim sıktı bunu sana aktardı mı?
Banka kamulaştırması başarıyla sonuçlanıp dışarı çıkılınca ne olduğunu sana anlattı mı?
Bak sana söyleyeyim aşağılık piç, Bu soruların tümünde cevap olarak Mihrac Ural’ı bulacaksın. Sana bunu Nebil söylememişse öğren. Bu Nebil’i küçültmez tersine iyi konsantre olmuş ekipte uyumlu bir militan olduğunu gösterir. Abartılarla Nebil’in ayaklarının altını boşaltmanın nereye varacağını biz iyi biliriz. Buna müsaade etmeyeceğiz.
Bunların hiç birini bilmiyorsun. Nebil polise bilgi vermez. Poliste ortak hiçbir eylemimizin açığa çıkmaması bu ekibin birbirini ele vermemesindendir.
Pusulan şaşmadı mı? Uykun gelmedi mi?
Bekle daha söyleyeceklerim var.
30 yıldır Devlete karşı nasıl bir tutum aldığını bilmiyoruz, olduğunu da sanmıyorum. Bunu geçtik.
Nebil’i polise ilk kez veren patronun itirafçı Engin Erkiner’dir. Nebilin ölüm nedeni olan altın alımı olayı MİT ajanı İbrahim yalçın’ın işi; örgüt haberi olmadan altınları alınmış ve cebine indirip harcanmıştır, bunu bilen kimse de yok, tartışmalar olmasa açığa çıkmayacak. Bu ajan, cebine koyacağı 2 kg altın için Nebil’in ölümüne yol açtı. Bundan utanç duymuyor ve hala Nebil yazıyor ve senen gibi itler ona çanak açıyor. Vicdanınız sızlamıyor mu? Nebil’i Puştlar Mahkemesinde yargılayıp ölümüne karar veren Mete Özer’in başında olduğu bir şebeke açıkça “Nebil’i tüzük hükmü gereği öldürdük” diyorlar, ama hayret bir şey sesiniz çıkmıyor tek eleştiri bile yapmıyorsunuz. Bu ne cehennemi çelişki, bu ne ahlaksız duruş. Bunlar artık resmi belgelerle ispat edilmiştir.
Döktüğünüz onursuz timsah gözyaşlarına kim inanır. O gün, bu gün şu ve saatte kadar tek bir satırlık eleştiri yapmamış biri olarak Nebil’le ne ilgin olabilir. Katilleri aklama çabalarınız, Nebilin can yoldaşlarını karalama çabalarınızdan çok çok ilerde. Bu ahlaksızlık şüpheli bir hal değil mi? yazdın mı?
Be alçak adam, bir de oturmuş laf ediyorsun, kal-u bela artığı kinlerini lağım gibi dökmek için çırpınıyorsun.
Bu zalim sürünün Nebil’e ettiğini örtmek için, Mihrac Ural’a karşı on yıllardır ödlekçe sakladığın kinlerle, sinsici alttan alta dedikodularla kaç paralıksın biliyor musun?
Herkes buna kin dese de ben bu yaptığını katıksız bir devlet görevi olarak görüyorum.
2. Küllük’ün taranması
Dört kişiydik. Nebil de yanımızda. Küllük Kahvehanesinin taranması eylemine yöneldik. Binlerce insan kaldırımlar üzerinde işine gücüne gidiyor. Atladık kaldırıma geçtik. Hedef karşı taraftaydı. Bizim durduğumuz yer Küllük kıraathanesine göre yüksekti. Taramaya başladık. Bir anda insanlar yere yattı çevremizde devrilmiş ağaçlar gibi insanlar korkudan yere uzanmıştı. Eylem başarıyla bitti.
Bu eylemi kim planladı, görev bölümünü kim yaptı bunu Nebil sana aktardı mı?
Bu eylemdeki araba nerede kamulaştırıldı ve başımıza ne geldi, bundan hiç söz etti mi?
Faşistlerin Küllük kıraathanesinin kurşunlanmasında Nebil’in görevi ne idi bunu söyledi mi?
Bu kurşunlanma için gerekli arabanın hangi bölgeden kamulaştırıldığını söyledi mi?
Nebil bu kurşunlama eyleminin hazırlığını önceden biliyor muydu?
Arabayı hazır görünce ne dedi biliyor musun?
Küllük eylemine giderken hangi marşların okunduğunu, hangi türkülerin söylendiğini sana anlattı mı?
Kurşunlama tam nereden yapıldı sana söylemedi mi ?
İki kişi klaşinkofla tararken Nebil neredeydi bundan söz etti mi?
Kurşunlama anında çevreden geçenlere ne oldu bundan söz etti mi?
Ahlaksız ölü konuşturucusu sana soruyorum, bu konuda bir bilgin var mı?
İki eylemden söz ettim. Soruyorum bu eylemleri bu ekip hiçbir sorguda polise verdi mi?
Bu eylemler hiçbir iddianamede hiçbir yerde geçiyor mu?
Bu sır vermez ser verir tutum bu ekibin temel parolası olarak nasıl ayakta dik durdu söyler misin?
Çünkü sen ve senin gibiler bu eylemleri bilmiyordu, bilmemesi gerekiyordu?
Onlarca askeri eylemden çıkan tecrübelerime dayanarak söyleyeyim. Önceden bir ihbar ya da işin içinde polis yoksa, eylem anında hiç kimse yakalanmaz.
İhbar yoksa, polis yoksa eylemden sonra çok basit bir önlemle aradan zaman geçse de yakalanmaz.
Poliste akılı bir direniş, ser verip sır vermeme ısrarı gösterildi mi hiçbir eylem ifşa olmaz, polis bilgi alamaz, kimse yoldaşını ele vermez.
Ama tersi olursa 19 Ağustos 1977 de olanlar olur, MİT ajanı İbrahim, İtirafçı Engin gibiler örgütü bitirecek her şeyi yapar.
Bakalım senin de bu süreçte parmağın var mı göreceğiz. İşaretler belirmeye başladı bile…
Nebil konuşmaz. Nebil polise bilgi vermez. Şimdi de aramızda değil şehit, onu nasıl konuşturtacaksın söyle bakalım?
Bu konuda söyleyeceğin her şey yalandan ibarettir. Yalan değilse, Nebil’in ikiyüzlü bir onursuz olduğunu ima etmek için uyduruyorsun demektir. En iyimser halde Nebil’den aldığın kırıntılara kendin eklemeler yapıyorsun.
Böylesi uydurmaları ise yalnızca muhbirler yapar. Birini tercih et…
3. Antakya Çarşı karakolu, Ergenekon yurdu, Ülkü ocakları
Antakya’yı sonra anlatacağım.
Senin gibileri muhatap almam büyük bir hata, ama sen de bil başkası da bilsin ve herkesin anlını tek tek nasıl karışladığımı gör.
Soruyorum sana,
Nebil Antakya Çarşı Karakolunun bombalanmasını anlattı mı?
Bu eylemin neden yapıldığını, buna örgütün nasıl karar verdiğini söyledi mi?
Nebil böyle bir karar alınırken haberi var mıydı?
El bombasını kim atta ve kimler birlikteydi bunu sana söyledi mi hiç?
Nebil bu eyleme katıldı mı?
Bu eylemin ve her eylemin halka bilgi amaçlı açıklamasını ilke edinen örgütümüz, bu eylemle ilgili olarak bildiriyi nerede nasıl bastı?
Dr.L ile Kurtuluş caddesine paralel giden ipek çarşısı yolunda Ayı Erdoğan ve arkadaşlarının, eylemler sonrası bildiri dağıtımıyla ilgili toplu halde bizleri görünce ne yaptılar?
Doktorla birlikte ne yaptık? Biliyor musun bunları sana Nebil anlattı mı?
Bunlardan Nebil’in haberi var mı?
Takibat güneyden başlamışsa ilk elden bu eylemlerin ve faillerinin ve malzemelerinin üzerine gitmeleri gerekmiyor mu? En azından İstanbul operasyonuyla birlikte, bir dizi bombalamanın olduğu Antakya örgütlenmesini çökertmeleri gerekmez mi?
Aptal adam,
Takip Güneyden değil İstanbul’un içinden ve örgüte İtirafçı Engin tarafından sızdırılmış MİT ajanı tarafından organize edilmiştir. İstanbul’da yakalanın Antakyalı militanlar ise bölgeleriyle ilgili hiçbir sırı vermediler. Güney bölgesinin aldığı en büyük yara, Ali Sönmez yoldaşın yakalanması dışında, ben gibi Nebil’in adı, itirafçı engin tarafından ilk kez polise deşifre edilmesiydi.
Bu nedenle de Antakya’da evimiz basıldı ve firari duruma düştüm. Yılmadım, örgütüm için firari koşullarda yoldaşlarımla yapmam gereken her şeyi yerine getirdim.
Senin gibi köpekler ise 30 yıl devrimci demokrasi mücadelesinde yok oldu.
Antakya’da yaptığın hırsızlıktan öte anlamı olmayan, örgüt kararını içermeyen, sorumsuz ve şüpheli serseriliklerini, örgütsel eylem diye kime yutturacaksın sen pislik herif…
Bekle bitmedi.
a.) O zamanki Emniyet Müdürlüğünün hemen arkasındaki sokaklarda yer alan faşist öğrencilerin Ergenekon adlı yurdunu bilir misin?
Ergenekon yurdu İki kez bombalandı.
Birincisi kim yaptı, ikincisini kim yaptı biliyor musun haberin var mı?
Nebil bunları biliyor mu? Sana bir şey söyledi mi?
Oraya konan bomba saatli miydi? Dinamit miydi? Bil bakalım ?
b.) Habib el Neccar Camii yanında olan Ülkü ocaklarına el bombasını kimler attı biliyor musun?
Bu örgütün eylemleri hakkında zerre kadar bir bilgin var mı? Sana önceden açıklanmış bir örgüt eylem planı oldu mu?
Bu eylemle ilgili bildiri, eylemden kaç saat sonra dağıtıldı haberin var mı?
Örgüt şüphelilere bilgi vermez. İtirafçı Engine 19 Ağustos 1977’den itibaren örgütle ilgili bilgi verilmemesi de bundandır. Şüphelilere bilgi verilmez. Nebil bu ilkemizi iyi bilir. Bu nedenle gerçek bilgiyi şüphelilere vermez.
c.) Türkeş eyleminde İskenderun kısmından haberin var mıydı?
Anlaşıldı ki Altınözü’nden Antakya’ya girişte aldığımız önlemden haberin yok. Yine anlaşıldı ki, Harbeye tarafından Antakya’ya giriş yönünden aldığımız önlemlerden haberin yok. Bir de tüm Antakya’yı bu eylemden haberli yapmışım öyle mi? Salak, bu bir örgüt eylemidir ve örgütün tarihinin en kapsamlı eylemidir, her alan üzerinde ilgili olan kadrolarla çalışma yapıldı. Senin haberinin olmaması kadar doğal ne olabilir ki. Bir yöneticiye sormuşsun da “haberim yok ?” demiş, neden haberi olsun ki? AD’ye sordun mu? FÇ’ye sordun mu? Asi Türkmen’e sordun mu?.... Sordun mu? Sordun mu? …
Bu eylemin Antakya bölümünde yazmadığım, kitle saldırısı olursa buna karşı kitleyle ve ağır silahlara karşı koyma planları hakkında bilgin var mı? Bu kısımla görevli olanları biliyor musun?
Be adi adam, sen kimsin ki sana bilgi verilsin? Sen bu örgütte, hayatında gerçek bir kadro ya da militan oldun mu ki? Sana bir bilgi verilsin.
Örgüt nedir bilmiyorsun, örgüt disiplini nedir yaşamamışsın: Acilciler kurumların örgütüdür. Bunun için alttan üste gelen her rapor değerlendirilir ve üzerinde karar verilir: Bu algı bizleri bu tür örgütler arasında kongresini en anlamlı haliyle yerine getiren örgüt yapmıştır. Hatalarına eksikliklerine rağmen kurumları olan ve kişileri kurumlarında yer alışıyla tanımlanan bir örgüt yapmıştır. Bunu anlamak için bunları yaşamak gerek.
Senin gibi bir disiplinsiz pislik bunları nasıl anlasın, nereden bilsin. Genel Sekreterlik üzerine utandığını yazmıştın cevabını aldın, bir daha hatırlatayım. Hiç kimse kendisi istediği için bir yere gelmez. Ne olursan ol oy birliğiyle kimse kimseyi bir yere seçmez. Bunun için yaşanmış ve ortaya tartışmasız konmuş emekler gereklidir. 3000 (Üç bin) aşkın siyasal makale, Cephe yayınlarından çıkan 70’e yakın borşür ve kitap, yüzlerce sayı dergi, legalde tüm kırılmalara karşın yeniden çıkarılan legal yayınlar (CEPHE’den ATAK’a), FKBDC katılımı ve temsil yetenekleriyle, bu Cephede kimsenin gidemediği yerlere gidip temsilcilik yapmak (Avrupa ve Libya), 12 Eylül karanlığına karşı gücümüz oranında tekrarla ve inatla direnmek için eğitim çalışmaları, Parti okulu, askeri eğitim olanakları yaratmak. Filistin davası için mücadele etmek. Tüm karalamalara karşın bölgenin her tarafındaki saflaşmada taraf olmak seyirci kalmamak. Sosyalist ülkelerle ilişki kurmak, eğitim amaçlı kadrolar göndermek, gitmek gelmek, ülkede PKK-Acil ortak askeri eylemler yapmak (Bu yakında açıklanacaktır), tüm Türkiyeli devrimci örgütlere elimizdeki olanakları paylaşarak onlara yardım etmek.
Bunlara eklenecek daha binlerce veri bulunuyor. Bunlar emektir devrimciliktir, bardağın yarısı değil ucuna kadar dolu olduğunun göstergesidir. Aptal yaratık bunlardan sen ne anlarsın. Duyacağın utanç kendinden başkası değildir.
Örgüt dedik de, kendini HDÖ’lü olarak lanse ediyorsun öyle mi?
Bu yazdıklarımın ışığında HDÖ’cüleri uyarıyorum. Bu kişinin aranızda yer aldığı her anı ve kesiti yeniden gözden geçirin bir pislik bulacaksınız. Söyledikleri doğruysa, arınızdan bir şüpheli geçmiştir. Size onun gibi “hadi geçmiş olsun” demeyeceğim.
Biz MİT ajanı İbrahim yalçınla ilgili olarak kapsamlı bir dosyayı 1989 da devrimci kamuoyuna açıkladık. Şimdi de aranızdan geçen bu pisliğin geçmişine bir göz atın diyeceğim. Tecrübeler bize, ölü konuşturanların, böylesi kirli tartışmalara kendini atanların asla temiz olmadıklarını gösteriyor…
4. Ahlaksız teklif
Soruyorum sana,
Nebil’e ahlaksız bir teklifte bulundun mu?
Asi kenarındaki evde bir davetiye vermişsin. Nebil’i de ısrarla çağırmışsın. Nebil bu daveti bana iletti, gitmeyeceğini söyledi.
Ben de “Git bak bakalım ne yapmak istiyor “dedim?
Gitti ve yarım saat sonra geri döndü.
Utanmaz adam sana soruyorum,
Nebil’e ne teklifi yaptınız?
Teklifini ret edince suratına karşı ne söyledi?
Yanında kimler vardı? Söyleyebilir misin?
Dönüp yanıma geldi. Senin için herkesin bildiği bir tek kelime söyledi… “Bu adam bir P…”
Bu dönem bize aşık olan kızlara dönüp bakmıyorduk, nişanlananları eleştiriyorduk, sigara içmiyor iskambil tavla oynamıyorduk, kahvehanelere gitmiyorduk, tek amacımız vardı devrimci mücadele bunu o günün koşullarınca yerine getirmek için çırpınıyorduk; her dönemin bir algısı vardı bu günün gözüyle geçmiş değerlendirilmez. O gün yapılması gereken ortak kanaatler bunlardı ve buna uymak bütünün bir parçası olmaktı; aşka, sevgiye, nişanlanmaya evlenmeye asla karşı olmamak gerek. Sevgisiz devrimcilik bir hiçtir, ama kızlarla gönül eğlendirmek, kadın cinsini eğlencenin mezesi yapmak onursuzca bir şeydir. Bu işler için davetiyeler vermek, peşkeş çekmek alçakça bir şeydir.
O gün onursuz olanların bu günde onursuz olmaları kadar doğal hiçbir şey yoktur.
Bana bak Şerefsiz köpek,
Biz canımızı dişimize takmış eğitim çalışmaları, dernek kuruluşları, duvar yazılamaları, afiş çalışmaları, eylemlerimizin açıklamalarını ve halkımıza siyasi bildirimlerimizi gece yarıları zar zor bulduğumuz bir teksir makinesiyle basıp dağıtıp askeri eylemlerimizi yaparken, günün en önemli tartışması “Sosyal Emperyalizm”le ilgili kitap yazıp teksirle basarak, elden ele dağıtırken, örgütü kurumlaştırıp çalışmaları yükseltirken, A.Ç ‘nin dediği gibi “o evde kiminle ne yapıyordun” söyler misin?
Ulan piç,
Sen kimsin ki Mihrac Ural’ı tartışasın.
Ulan ahlaksız, sen kimsin ki Mihrac Ural’ın eylemlerdeki konumunu tartışasın.
Bu güne kadar devrimci hareket için hangi özverilerde bulundun, 12 Eylül arifesine kadar dışarıda ve zindanda mücadele ederken, 12 rejimine karşı da ülkemize en yakın noktadan tüm gücümüzle mücadeleyi organize ederken, zorluklara katlanırken, Filistin davasına omuz verirken sen ne yapıyordun? Ben ve yoldaşlarım, işkencelerdeyken, ser verip sır vermezken, itirafçı patronunun sırtımıza yıktığı suçlarla boğuşurken neredeydin?
Ulan ahlaksız, ben 12 zindan sürgünü yaşarken sen ne yapıyordun söyler misin?
Adana cezaevinden kaçarken ve kaçma kararı verirken yanımda çıkacakları belirlerken sen neredeydin?
Ulan soytarı, ulan çirkin adam,
Ben CEPHE dergisini çıkarırken, yazılarımı yazıp yayımlarken, sen neredeydin?
5. Adana kaçışı
Bazı yazılarında Adana’daki polis kuşatmasından kaçışımızı dile getiriyor ama es geçiyorsun. Bu olay başlı başına bir dik duruş olayı değil mi?
Olaylar birbiriyle bütünsel ve birbirinin devamı değil mi?
MP 5’li onlarca polis bizi öldürmek üzere Adana’daki örgüt evimizi kuşatmışken, kendimden önce Yoldaşlarımı (Nebil’i, F ve M’yi) düşünerek, bir anlık gecikmenin yaşamımızı sona erdireceği kaygısına kapılmadan, onları uyarıp dama çıkmalarına yardım ederek kaçışı başarırken, senin ahlaksızca yorumladığın, kurgulayıp yalanla ortaya sürdüğün Adana ABD konsolosluk eylemi nereye oturur söyler misin?
Vicdansız sefil adam, söyler misin?
Cesaret nedir sen bilir misin?
Ödlek herif, karnında 30 yıldır korkakça sakladığın bu lağım sularını kin olarak ağzından kusmanın bir yararı olacağını mı sanıyorsun? İhbar şebekesinde yer almak için can atışın bir yana, bu şebekenin 3 yıldır yaptığı karalamalara karşın ne elde etti söyler misin?
300 yıl da çalışsanız ne elde edebilirsiniz söyler misin?
Sol’un mevta halleri ortada dururken siyasi yazıları, yoldaşları, dernekleri, legal dergileri, bitip tükenmez ziyaretçileriyle, ülkesinin ve bölgesinin her anını takip eden yorumlarıyla, onlarca yoldaşıyla meydanlarda bu mücadeleye omuz vermek isteyen bir çabaya bu kadar kinle saldırmanın mantığını açıklar mısın?
Devlete karşı tek satırlık bir yazı yazmayan sizler, yalan kurgularınızla kime hizmet ediyorsunuz?
Bunca zaman tek kişiye saldırmak bile başlı başına bu kişinin sizleri ezmeye devam ettiğini zımnen itiraf etmek anlamına gelmiyor mu?
Çılgınca yazmanıza, ihbarlarda bulunmanıza rağmen konularını bitiremediğiniz kişi üzerine daha da yazmakla onun bir dev kendinizi de birer cüce ilan etmiyor musunuz?
6. Adana ABD konsolosluk eylemi üzerine bir daha
Tekrar edeyim.
ABD konsolosu eyleminde yer alıp hala hayatta olan iki kişi var. Biri ben, biri FÇ. Bu insanların görüşü alınmadan, ölen birinin üçüncü kişilerce de duyulmamış “sözleri” akla-mantığa sığan bir iddia olabilir. Bu sözleri aktaranın yalan söylemediğinin kanıtı nasıl bulunacak. Nebil öldü, bu sözleri duyan ve dolaysıyla hasımlar arasındaki inandırıcılığı sağlayacak olan kim?
Hangi ahlak ve hukuk bunu böyle bir iddiayı kale alır. Her iki tanığı da dışlayarak akıl yoluyla bir sunuca varmaya çalışalım.
Bu eylemin kararını veren kim?
Bu eylemde Nebil’in görevini tayin eden kim?
Bu eylemden sonra, yukarıda aktardığım bir dizi eyleme aynı ekip birlikte katıldığına bakarak Nebil böyle bir iddiada bulunabilir mi?
Böyle bir iddiada bulunursa kendi kendini iki yüzül bir onursuz olarak tanımlamış olmaz mı? Böylesine yiğit ve teslim olmaz bir insanın eylemde onu yalnız bırakanlarla bir adım daha yürümesi mümkün mü?
Yok öyle şey. Onursuz ve ikiyüzlü olan Erkan Ulaşan’dır, başkası değil.
Ulan ahlaksız Erkan,
Bilmeden, sormadan, sallama yalanlarla kimi karalayabilirsin?
Devrimcileri eften püften sorunlarla kirletme çabasıdır bu. Dön, uykun gelmeden siyasi yazılarıma bak, yazım performansıma bak, günceli yakalama ve yorumlama çabama bak, bölge ve ülke sorunlarına aynı anda yorum yapma emeklerime bak, bunları nitelik ve nicelik olarak topla ve şebekenizin tümünün 3 yıldır yazdıklarıyla karşılaştır, Halep oradaysa arşında buradadır bunu unutma… Bu durum dün de öyleydi bu gün de.
Piç herif,
Bilmiyorsun, aramızda değildin, hiçbir konuda bir bilgin yok. Belli ki devletle de bir sorunun yok. Biz dün işkence ve zindandaydık bu gün sürgündeyiz devletle hala sorunluyuz. Sen kimsin ve kim olabilirsin ki…
Bu konuda, 30 yıllık bilançonu ortaya koy, bunu görelim. Bu devlete karşı ne demişsin, nerede ne yazmış, nasıl mücadele etmişsin bilelim; hangi yürüyüşlere, hangi devrimci örgütsel çalışmaya katılmışsın bunu söyle öğrenelim. Yoksun, hiçbir yerde, hiçbir zeminde yoksun. Sen kimsin önce bunu söyle.
Mehmet Yavuz gibi onurlu bir insana karşı gösterdiğin refleks, iç dünyanı yansıtmaya yeterlidir. Bu mücadelede sen kim olursun ki Mehmet Yavuz’la karşılaştırılasın. Onurluyla onursuz bir olur mu?
Bu gün, Mehmet Yuvuz’la siyasal açıdan çok farklı yerlerde olabiliriz. Ama aynı insani değerleri, aynı ahlaki değerleri paylaştığımız için dostuz. Mehmet Yavuz’un 30 yıllık geçmişine bakıyorum, sonuna kadar devrimci mücadele verdiğini görüyorum. Kararlılıkla, imkanları zorlayarak ve zoru başararak, kendi alan ve doğrularıyla, onlarca devrimcinin bir araya gelse de başarmayacağı şeyler başarmış.
Ya sen, süfli bir sürüngen olarak, yerden ne kadar yükselebilmişsin onu görelim.
Sen ve senin şebeken bilmeli ki, Mehmet Yavuz, Mihrac Ural’ı savunmuyor.
O ilkeleri ve doğrularının arkasında duruyor. Kendi onursal dengeleriyle, insani erdemleriyle tutum alıyor.
Sen ise, sinsi bir yılan gibisin. Korkak ve bir o kadar ödleksin. On yıllar boyu alttan alta, dedikodularla konuşmuşsun, bunu da marifet gibi söylüyorsun. Fırsatını bulunca muhbir şebekesiyle birlikte kinlerini lağım gibi döküyorsun. Seni açık ettik, yerine oturttuk. Bu şebekenin üçüncü ayağını böylece belirlemiş olduk.
Önemsizsin ama mide bulandırıyorsun.
28 Ekim 2010 Perşembe
DERME/ÇATMA SOL PARTİLER ve ARİF IŞILDAR
EDP
Hatay İl Başkanı
Mustafa Köse
27 Ekim 2010
Arif ışıldarı tanımıyorum. Ne yapar ne eder de bilmiyorum. Sol siyaset içindeki rolünü üstlendiği misyondan haberim yok. Doğrusu tüm bunları bilmem gerekmez.
Son ATAK dergisinde (bu dergiyi yıllardan beri okurum) çıkan ‘’derme çatma sol partiler’’ başlıklı yazı dikkatimi çekti. Doğru anlamak için birkaç defa okudum. Bu yazıdan, Arif Işıldarın kendini bir yere koyduğunu ve her türlü siyasi gelişmeler hakkında kolay yorum yapabileceğini gördüm. Kendi adıma tabi ki bunda bir sakınca görmüyorum. Lakin birkaç şey de söylemek istiyorum.
Bu yazı ile Arif Işıldar belli ki bir ‘’siyasi genelleme’’yapmak istemiştir. Yakın tarihimizdeki sol partiler süreciyle ilgili düşüncelerini aktarmak istemiştir. Ancak bunu yaparken daha çok EDP yi merkeze koymuştur. EDP yi SBP ile ÖDP yi benzeştirerek yorumlamıştır.
Arif Işıldar belki farkında olmadan veya eksik bilgilerle bu yorumunda amacını aşan bir yazı kaleme almıştır. Kendimi bu yorumlar içinde taraf görerek ve samimiyete güvenerek düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Başta Sn. Nihat Matkap la ilgili bilgi yanlış. Matkap hiçbir zaman ne genel başkan ne de genel sekreter olmuştur. Ayrıca Matkap hiçbir yerde kendini sosyalist olarak tanımlamamıştır. Aynı zamanda sosyalistte değildir.
EDP içinden ve oluşum sürecinin başından sonuna kadar yer almış birisi olarak doğru bilgiye sahibim. Bunları sizinle paylaşmak istiyorum.
Karayalçının CHP ye gitmesinden sonra SHP de bir kısım ve eski sol gelenekten gelenlerle değerlendirmelerde bulunduk. Nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini günlerce konuştuk.
‘’Ülkemizde, batı standartlarında ve sol kültürlü bir parti ihtiyacın olduğunu’’ düşünüyorduk.
Ancak ‘’teorik’’ bir tespitin yeterli olmadığını SHP nin kendi potansiyelinin buna yetmeyeceğini biliyorduk. Bunun için ciddi bir çalışma gerekti.
Bir komisyon kurarak nasıl bir parti ve nasıl bir yapılanma olmalıdır çalışmalarda bulunduk. Bunun neticesinde;
1. Küreselleşmeyle birlikte ve sosyalist sistemin dağılmasından sonra II enternasyonal kararlarının aşıldığını düşünüyoruz. Yaşam kalitesinin yükseltilme mücadelesinin önem kazandığını ve bu mücadelede artık sosyalistlerin, sosyal demokratların, aydınların ve ‘daha iyi ve daha güzel yaşamak istiyorum’ diyenlerin bir arada olacağı sürecin başladığını düşünüyoruz.
2. Sivil demokrasiyi hedefleyen kopenag kriterlerini savunan ve merkezine ‘’hukuk’’devletini öngören bir yapılanma olmalıdır dedik.
3. Bu güne kadar olan ve hiçbir sol partide olmayan ‘’kalkınmacılık’’hedeflerini programına alacak yeni parti olmalıdır istedik.
4. Sınıf partisi olmayan hedefinde sosyalizm olmayan demokratik yığın partisi niteliğinde bir parti olmalıdır. Aynı zamanda bu parti değişim ile yenilenme temsilini üstlenmesini hedefledik.
5. Başta kürt sorunu olmak üzere ve diğer inanç guruplarının taleplerini savunan, AB sürecini destekleyen, barış ve demokrasiyi önemseyen bir parti olacaktır.
6. Bu parti ortaklaşmış bir parti veya çatı parti niteliğinde olmayacaktır. Bu partide her kes birey şeklinde yer alacaktır. Bu parti iktidarı hedefleyecektir.
Bu prensipler ve ilkeler doğrultusunda 1 yıl gibi uzun çalışmalar neticesinde EDP oluştu.
Bu süreçte bir kısım ayrılmalar ve bir kısım katılımlar oldu. Ancak yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda kuruldu. Tüzük ve program buna uygun yapıldı.
Hiç kuşkusuz ve kendi adıma bu projenin çok farklı ve zor bir proje olduğunu biliyorum. Özellikle sosyalistlerle,sosyal demokratların bir arada ve bir partide demokrasi hedefinde hemhal olması kolay bir iş olmadığı muhakkak. Kırılmalara yalpalamalara müsait olmasına rağmen, bu yolun ısrarla takip edilmesi gerekli bir süreç olacağını düşünüyorum. Bu çalışmanın örnekleri azdır. Şili Allende partisi ile Brezilyanın Lulu partisi buna benzeşiktir. Bizde başarmak mümkün olacak mı bilmiyorum? Ama denemeye değer olduğunu düşünüyorum. Özellikle vesayet rejiminin geriletilmesi ve yerine çağdaş bir demokrasinin yerleşmesinde aktif rol almak bile önemli olmalıdır.
Ayrıca, Arif Işıldarın EDP’yi sosyalist partilerle benzeştirirken, burada yer alanları eleştirirken kullandığı dil bence farklı olmalıydı Yazıda kullanılan dil ‘’eskiye ait’’bir dildir. Basitleşmiş, küçümseyici her şeye yukarıdan bakan bir üslup gerilerde kalmış olmalıydı. ‘’yeni bir uygarlığın’’başladığı günümüzün dili bu olmamalıydı.
Toplumsal olaylarda taraf olan ve her şeye rağmen ‘hayata dair’’meselelerde aktif olmaya çalışan bir olarak, keyifle ve ilgiyle sürekli okuduğum ATAK’ın bu yazısı, amacını aştığını düşünüyorum. Umarım ve dilerim tanımadığım Arif Işıldar da bu ‘’hatırlatmalarımdan’’ dolayı bana kırılmamıştır.
Hatay İl Başkanı
Mustafa Köse
27 Ekim 2010
Arif ışıldarı tanımıyorum. Ne yapar ne eder de bilmiyorum. Sol siyaset içindeki rolünü üstlendiği misyondan haberim yok. Doğrusu tüm bunları bilmem gerekmez.
Son ATAK dergisinde (bu dergiyi yıllardan beri okurum) çıkan ‘’derme çatma sol partiler’’ başlıklı yazı dikkatimi çekti. Doğru anlamak için birkaç defa okudum. Bu yazıdan, Arif Işıldarın kendini bir yere koyduğunu ve her türlü siyasi gelişmeler hakkında kolay yorum yapabileceğini gördüm. Kendi adıma tabi ki bunda bir sakınca görmüyorum. Lakin birkaç şey de söylemek istiyorum.
Bu yazı ile Arif Işıldar belli ki bir ‘’siyasi genelleme’’yapmak istemiştir. Yakın tarihimizdeki sol partiler süreciyle ilgili düşüncelerini aktarmak istemiştir. Ancak bunu yaparken daha çok EDP yi merkeze koymuştur. EDP yi SBP ile ÖDP yi benzeştirerek yorumlamıştır.
Arif Işıldar belki farkında olmadan veya eksik bilgilerle bu yorumunda amacını aşan bir yazı kaleme almıştır. Kendimi bu yorumlar içinde taraf görerek ve samimiyete güvenerek düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Başta Sn. Nihat Matkap la ilgili bilgi yanlış. Matkap hiçbir zaman ne genel başkan ne de genel sekreter olmuştur. Ayrıca Matkap hiçbir yerde kendini sosyalist olarak tanımlamamıştır. Aynı zamanda sosyalistte değildir.
EDP içinden ve oluşum sürecinin başından sonuna kadar yer almış birisi olarak doğru bilgiye sahibim. Bunları sizinle paylaşmak istiyorum.
Karayalçının CHP ye gitmesinden sonra SHP de bir kısım ve eski sol gelenekten gelenlerle değerlendirmelerde bulunduk. Nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini günlerce konuştuk.
‘’Ülkemizde, batı standartlarında ve sol kültürlü bir parti ihtiyacın olduğunu’’ düşünüyorduk.
Ancak ‘’teorik’’ bir tespitin yeterli olmadığını SHP nin kendi potansiyelinin buna yetmeyeceğini biliyorduk. Bunun için ciddi bir çalışma gerekti.
Bir komisyon kurarak nasıl bir parti ve nasıl bir yapılanma olmalıdır çalışmalarda bulunduk. Bunun neticesinde;
1. Küreselleşmeyle birlikte ve sosyalist sistemin dağılmasından sonra II enternasyonal kararlarının aşıldığını düşünüyoruz. Yaşam kalitesinin yükseltilme mücadelesinin önem kazandığını ve bu mücadelede artık sosyalistlerin, sosyal demokratların, aydınların ve ‘daha iyi ve daha güzel yaşamak istiyorum’ diyenlerin bir arada olacağı sürecin başladığını düşünüyoruz.
2. Sivil demokrasiyi hedefleyen kopenag kriterlerini savunan ve merkezine ‘’hukuk’’devletini öngören bir yapılanma olmalıdır dedik.
3. Bu güne kadar olan ve hiçbir sol partide olmayan ‘’kalkınmacılık’’hedeflerini programına alacak yeni parti olmalıdır istedik.
4. Sınıf partisi olmayan hedefinde sosyalizm olmayan demokratik yığın partisi niteliğinde bir parti olmalıdır. Aynı zamanda bu parti değişim ile yenilenme temsilini üstlenmesini hedefledik.
5. Başta kürt sorunu olmak üzere ve diğer inanç guruplarının taleplerini savunan, AB sürecini destekleyen, barış ve demokrasiyi önemseyen bir parti olacaktır.
6. Bu parti ortaklaşmış bir parti veya çatı parti niteliğinde olmayacaktır. Bu partide her kes birey şeklinde yer alacaktır. Bu parti iktidarı hedefleyecektir.
Bu prensipler ve ilkeler doğrultusunda 1 yıl gibi uzun çalışmalar neticesinde EDP oluştu.
Bu süreçte bir kısım ayrılmalar ve bir kısım katılımlar oldu. Ancak yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda kuruldu. Tüzük ve program buna uygun yapıldı.
Hiç kuşkusuz ve kendi adıma bu projenin çok farklı ve zor bir proje olduğunu biliyorum. Özellikle sosyalistlerle,sosyal demokratların bir arada ve bir partide demokrasi hedefinde hemhal olması kolay bir iş olmadığı muhakkak. Kırılmalara yalpalamalara müsait olmasına rağmen, bu yolun ısrarla takip edilmesi gerekli bir süreç olacağını düşünüyorum. Bu çalışmanın örnekleri azdır. Şili Allende partisi ile Brezilyanın Lulu partisi buna benzeşiktir. Bizde başarmak mümkün olacak mı bilmiyorum? Ama denemeye değer olduğunu düşünüyorum. Özellikle vesayet rejiminin geriletilmesi ve yerine çağdaş bir demokrasinin yerleşmesinde aktif rol almak bile önemli olmalıdır.
Ayrıca, Arif Işıldarın EDP’yi sosyalist partilerle benzeştirirken, burada yer alanları eleştirirken kullandığı dil bence farklı olmalıydı Yazıda kullanılan dil ‘’eskiye ait’’bir dildir. Basitleşmiş, küçümseyici her şeye yukarıdan bakan bir üslup gerilerde kalmış olmalıydı. ‘’yeni bir uygarlığın’’başladığı günümüzün dili bu olmamalıydı.
Toplumsal olaylarda taraf olan ve her şeye rağmen ‘hayata dair’’meselelerde aktif olmaya çalışan bir olarak, keyifle ve ilgiyle sürekli okuduğum ATAK’ın bu yazısı, amacını aştığını düşünüyorum. Umarım ve dilerim tanımadığım Arif Işıldar da bu ‘’hatırlatmalarımdan’’ dolayı bana kırılmamıştır.
Kadın “Koca”sız Olunca
Erkek vesayetini reddeden,
erkeksi yağmurlarda kendi şemsiyesiyle dolaşan kadınlara…
Arif Işıldar
26 Ekim 2010
Yine mi kadın yazısı diyenler çıkacaktır. Kadın meselesini amma da abarttı bunlar diye ardımızdan laflayanların olduğunu da biliyoruz.
Yalnız şu noktanın derin bellenmesi lazım. Uğraşılan konu asırlardır süregelen bir problematikse yılda bir kere (8 Mart) atıfta bulunarak erkek egemen değerlere karşı mücadelede bir arpa boyu mesafe alınamaz. Kadın sorununda bir çiçekle baharın gelmeyeceği, gelemeyeceği gerçeği her türlü tartışmanın üstündedir. Daha önceki yazılarımızda kadın konusunda ciddi ilerlemelerin sağlanabilmesi için SORUNUN sürekli gündemde tutularak değişik boyutlarıyla işlenmesi gerektiğinin altını kırmızı kalemle çizmiştik.
O halde. Parola: Yola devam.
Başlıktan da anlayacağınız üzere bu kez konumuz “kocasız” kadın.
Bu toplumda kocasız ve yalnız yaşayan kadının başına neler gelebileceğini yazıya iliştirdiğimiz karikatürde çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır. Lütfen bu resme dikkatlice bakın. Kocasız ve erkek himayesi altında olmayan bir kadının tepesine üşüşen aynı tandanslı erkek tiplemeleri görüyorsunuz.
Biliyor musunuz, eskiden bazı toplumlarda kocası ölen kadının hayatına son verilirdi. Kocası öldüğünde o da öldürülüp onunla birlikte gömülürdü. Bu uygulama modern çağda kalktıysa da hala bazı toplum kesimlerinde kocasız (dul) kadın ibadet ve namaz işlerinin dışında tutulmaktadır. Kocasız kadın iffetsizdir, korunmasızdır ve cinselliktir, etek altıdır; işte, toplumun erkek himayesi olmayan yada bunu reddeden kadına atfettiği tanımlama budur. Söz konusu kadının sosyalist ya da sıradan biri olması da bu bakış açısına göre fark etmez. Kadın kadındır ve koca zırhından yoksunsa cinsellik kokmaktadır. Yargı böyle olunca cinselliğe indirgenmiş kadın algısı “kocalı” kadın için ne kadar aşağılayıcı ise “kocasız” kadın için de bir o kadar yakıcı ağırlıktadır.
Erkek egemen değer yargıları sadece kendi koyduğu meşru kurallar içerisinde kadına yaşam hakkı tanır. Bunlardan birisi de kocalıktır. Kocalık, erkek egemen değerleri sürdürmenin etkin biçimlerinden biridir. Bu aynı zamanda kadının erkeksi değerleri içselleştirmesinin de bir aracıdır. Erkeksi sistem, bu tahakküm biçiminin (kocalığın) bozulmasına yol açacak yaşam tercihlerini ve davranışları ya hizaya getirir yada gayri meşru addederek toplumdan izole etmeye yönelir. Bir kadın için toplumun değer yargılarına ters düşmek her türlü hakareti, karalamayı, dedikoduyu, defolu ve saldırıyı göze almak demektir. Bunlardan sakınmak istiyorsa bir erkeğin (kocanın) vesayeti altında yaşamak zorundadır.
Peki, bir kadın erkek himayesiz ve yalnız yaşamayı tercih ederek erkeksi iktidarların meşrulaştırdığı medeni statü ve kurallara meydan okursa ne olur? Derdini kimle bölüşebilir, seçtiği bu yaşam biçimini hangi platformda ifade etme olanağı bulabilir? Kısacası sistemin ve toplumun kendisine biçtiği karılık rolüne itiraz ederek ve kocasız yaşamayı göze alarak özgürleşme kavgası veren bir kadının bu tercihine hangi siyasal düzenek karşılık düşebilir? Şeey, yani solculuk, solcu yapılanmalar diyeceğiz. Ama… Anladınız değil mi. Kem küm ederek solculuğu adres gösterdiğimizi. İnsan solculuğundan şüpheye düşer mi? Hâşâ. Biz böyle bir şey demedik. Fakat mevcut solculuk ve sol yapılanmalardaki kadın algısından yana ciddi şüphelerimizin olduğunu inkar etmiyoruz.
Siz lütfen yazıdaki karikatüre bir kere daha bakın ve bir an için kadının etrafına üşüşmüş erkeklerin farklı görüşteki solcular olduğunu düşünün.
Ne gördünüz? Sosyalist bir partide kadın yoldaşını taciz eden ve partinin (SDP) bölünmesine yol açan erkeği mi, karısının kafasına dışkı döken (Sevan Nişanyan) tarihçi aydını mı, mimiklerinden anladım kadın bana ilgi duyuyor yaygarası koparan beyaz kafalı solcuyu mu yoksa hem sol saflarda olan hem de kadına şiddet kullanan erkekliği mi? Bütün bu vuku bulmuş olaylarda mağdurenin karşısına bir erkek dayanışmasının dikildiğini ve erkekliğin aklanması için erk’eklerin birbirini kolladığını söylersek ne dersiniz? İnanasınız gelmiyor değil mi? Yoo solcu olunca erkeklik arıtma tesisinden geçirilmiyor.
Gelin mini bir anket yapalım. Mevcut solcu, sosyalist kılıklı erkek tipi sizce burjuva kültürden mi yoksa feodal kültürden mi mustarip? Burjuva demokratik devrimin kültürel aydınlanmasının şekillendirdiği bir erkek karakterinden söz edemeyeceğimize göre anketin sarkacının nereye çarptığı belli. Feodal kültür kişiliği… Yukarıdan bindirilen kapitalizm feodal kişiliği belli oranda çözer fakat bir burjuva devriminin ürünü olmadığı için köklü bir şekilde dönüştüremez. Aidiyet koşullanmasıyla feodal değerleri şahsında yaşatmayı sürdüren bu kişilik (ve bir bütün olarak toplum) siyasal örgütlenmelerin ana insan malzemesini oluşturur. Kişilik kırılması yada teori ile davranışın tezatlığı da bu noktada tezahür eder.
Siz sanmayınız ki çarpıklık sadece burjuvaziye özgüdür. Hayır, burjuvaziyi sonradan görme ve çarpık kılan maddi toplumsal koşullar sosyalisti de bu durumdan mustarip kılar. Bakın, kapitalist olmayan yol tezinden hareketle kapitalizmi yaşamamış feodal toplum yapılanması üzerine bina edilmek istenen sosyalist toplum denemelerinin külliyesi fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Köylü toplumuna enjekte edilen sosyalizm aşısı tutmamıştır.
Peki, Türkiye'de feodal toplum artığı kişiliğe enjekte edilen solculuk nasıl tutacak?
Tutuyor mu ki? Okuması-yazması olmayan “kazma” kişilikler sadece toplumda mı sürüsüne bereket? Ne münasebet. Sol safları iyice bir inceleyin. Neler çıkar neler. İsterseniz gelin bu kişiliği bir de kadına dönük yüzü tarafından sorgulayalım.
Ülkenin herhangi bir taşra yöresinden bir adamı şehre taşıyalım ve yolunu sol bir mahalleye düşürelim. O artık solcudur, yoldaştır ve parmak sayısını geçmeyen saflardaki kadınlarla yan yanadır. Erkeksi örgütte gördüğü, erkekleş(tiril)miş “bacı yoldaş”, “kardeş yoldaş” imgesidir, kadınlığı bitirilmiş annesinin politikleştirilmiş figürleridir. Buraya kadar her şey normal görünür. Ta ki…
O da ne böyle? Taşralı kahramanımız kadın algısını alt üst eden bir manzarayla karşı karşıyadır. Aykırı, kendinden emin, makyajıyla, giyimiyle cüretkâr çağdaş bir kadın karşısında oturuyor. Üstelik devlet yasalarına göre evli değil yani bir kocası (sahibi) yok ve bir erkekle gidip gelmiyor. Yani kocasız, erkeksiz, yalnız yaşayan, hayatının dizginlerini eline alan, kadın farkındalığını bilince çıkaran farklı bir kadın portresi; o güne kadar kafasındaki kadın ezberine hiç ama hiç uymuyor. İçindeki feodal erkekliğin ayranı kabarıyor, beyni penisine vurmuş bu erkeklik halleri, karşısında oturan kadından cinsellik yorumu çıkarıyor, kadının tesettür bozan hal ve davranışından ve giyim tarzından teşhirciliği anlıyor.
Şimdide feodal-sol erk’eğimizin yerleşik kadın ezberini yerle bir eden bu kadın kişiliği hakkında aklından neler geçmiş olabileceği konusunda bir tahmin yürütelim: “Oğlum bak bu kadın sana iş koyuyor, görmüyor musun mimiklerini, kalıbıma basarım sana ilgi duyuyor. Hayır, yanılmış olamam; ben 50 yaşına gelmiş bir erkeğim, bir kadının ne olduğunu ve ne istediğini mimiklerinden anlarım. Bana boşuna dememişler, 'mimik okuyucu' kibar feyzo, diye.”
Gördüğünüz gibi kibar feyzo'ların sol-culuk nazarında da kadın eşittir cinselliktir. Kibar feyzonun köylü kurnazlığı, Nietzsche’ye bile dudak uçuklatır. Hani demiş ya Nietzsche kadına giderken kırbacını al, diye. Türk erkeği kibar feyzo ise kadına giderken yanına kadın alıyor. Sol içi sol dışı ara bölgede dolanan Feyzo karşısındaki kadını aşağılarken, yanındaki lojistik kadın da aşağılandığının farkında değil. Ah be kadın FARKINDALIĞI nerelerdesin?
Hep söyledik/yazdık, kadının kadına ihaneti (yaptıkları) erkek egemenliğin sürgitmesinde erkeğe sunulmuş tükenmez bir kredidir, diye.
Karşılaştığı her kadının kendisine ilgi duyduğu, sıcak çay bardağına atılmış kesme şeker gibi eriyip bittiği iddiasındaki erkeklik kompleksine gelince. Bu komplike kişiliğin çözümlemesi branşımızın dışında kaldığından teğet geçiyoruz. Yalnız sol dışı erkek ile sol içi erkeğin kadına yaklaşımda geleneksel erkeklik çamurunda birlikte kulaç atması bizi düşündürmüyor dersek yalan olur.
Biraz kurgu yapalım mı? Bir mahkeme salonunu düşünün. Sanık sandalyesine oturtulan kadın. Sahibi, korumalığı yani kocası olmadığı için yargılanmaktadır. Mahkeme heyeti erkek, savcı erkek, avukat erkek, tanıklar erkek. Sanığın ne dediği hükümsüzdür. Gereği düşünüldü: Gerekçeli karar; “Kadın erkeğin meşru saydığı koca ve karılık tanımlamasına itiraz etmektedir. Özgür kadın fikirleri ve davranışlarıyla diğer kadınlara kötü örnek teşkil etmektedir, dekoltesi ve diz üstü kaçık eteklikleriyle erkeklerin adabıyla oynayıp istenç dışı karıncalanmalarına sebebiyet vermektedir, bu durumdan etkilenen 'mimik okuyucu' kibar feyzo'lar kadının bu yaşam biçimini kendilerine yönelmiş bir ilgi olarak zan-netmekten kendilerini alamamışlardır. Ayrıca, her kadının mülki sahibi erkektir hükmüne karşı gelerek ve bunu içinde yer aldığı platformlara taşıyarak erkek egemenliğin temel yapı taşını yerinden oynatmaya çalıştığına dair suçu sabit görüldüğünden; burada bulunan tüm erkeklerin görüş birliği ve dayanışmasıyla cezalandırılması vacip görülmüştür”. Not: Lakin kadının koruyucusu-kollayıcısı erkek (kocası vs.) olsaydı bu davaya lüzum görülmezdi.
Eğer iradesini başkalarının (erkeğin) elinden almış, kadın devrimi davasına kendini adamış, ezilen kadın cinsini özgürleştirerek erkeği de özgürleştirme kavgasına taraf olmuş bir kadın; sol, sosyalist platformlarda kendini özgürce ifade etme ortamı bulamayacaksa ve burada da karanlık kadın dünyasında yaktığı her ışığın üzerine erkekler tarafından su kovasıyla gidilecekse o zaman söz konusu platformlardaki erkeklik gerçeğini baypas etmek tek yol gibi görünmektedir. Sol platformların bile kocasız kadına var olma koşulu bırakmadıkları noktada toplumun o kadına neler yapabileceğini artık varın siz tahmin edin. Bu noktada milyonlarca kadının fiilen bitmiş evliliğini bitirip kimseye dayanmadan kendi hayatını sürdürmeye atılamayıp onu kuşatan toplum değerlerine teslimiyeti seçtiği acı gerçeğini tekrar düşünmek lazım. “Dul/erkeksiz” kadın toplumca aforoz edilen kadındır. Bu da kadını can evinden vuran erkeksi hükümlerden biridir. Milyonlarca seks işçisini (fahişeyi) genelevlerinde pazarlayan erkeksi toplum “dul” kadına da avlanmaya hazır seks objesi muamelesini reva görüyor.
Bununla mücadele etmesi gereken solculuğun kadına yönelik değer yargılarını şahsında yansıtmasına doğrusu aklımız ermiyor. Bir daha söylüyoruz bir sol örgüt devlet gibi örgütlenmek zorundadır. Bu çerçevede dilediği yaşamı seçen kadından eşcinsele, vicdani retçiden çevreciye, etnisiteden inanç türlerine kadar tüm toplumsal kimlikleri idrak etmek ve onların taleplerine karşılık vermek durumundadır. Bu paydada kadın açılımı özel bir yere sahiptir. Sol yapıların kadın profili değiş(tiril)melidir. Erkek egemen örgütler çağı kapanmaktadır. İçindeki her yüz erkeğe bir kadın düşen örgütler ne geleneksel erkeklikle gerektiği kadar mücadele edebilir ne de kadının dünyasına açılmasını sağlayacak düşünce ve davranış köprülerini kurabilir.
Ecdattan kalma etekaltı kadın algısı ve hikayeleri aynıyla sola intikal ederek sosyalist erkeklikle entegre olup sembiyoza (ortakyaşarlığa) dönüşüyorsa sol hareketi vuran kadın kuraklığı, kadın cinsinin bitivermeyeceği bir yangın yerine döner, ve sol tümden kadınsızlaşır. Küresel çağda erkek egemen deltalarda özgürleşme kavgası veren kadına karşılık düşmeyen bir solcu erkeklik ve erkeksi sol yapılar kadınsızlaşma tehlikesi altındadır. Ancak kadın atı alıp üsküdarı geçmemiştir. Geleneksel erkeklikle ve bunun en yaygın türü olan kibar feyzo tiplemesiyle yüzleşerek tarihi bir mücadeleye atılmak kadın kitlelerle buluşmanın elifbesidir.
Merak ediyorsunuz değil mi? Çizdiğimiz tablodaki hallerimizi. Bir de dobraca mana yapıyorsunuz. Hırsız evin içindeyse kilit ne işe yarar, diyorsunuz. İşte bu yüzden ıslah işine evdeki hırsızlardan (atadan baki erkeklik hallerinden) işe başladık. Sözümüz meclisten içeri deyip kadın eylemli kelama durduk. Sol içi erkekliği çözemeyen solculuğun sol dışı erkekliği dönüştüremeyeceğini bildiğimizden okları önce kendimize batırdık, batırıyoruz.
Son söz. Bilincimiz açık olduğu müddetçe; bu sütunlar, erkek egemenliği bir varmış bir varmış'tan bir varmış bir yokmuş'a dönüştürme kavgası veren kadınlara yoldaşlık etmeye devam edecektir.
Tarih devrimcileri, kadının erkek tarafından mülkleştirildiği tarihten bu yana her bir toplumsal uygarlık çağının diğerine devrettiği ezilen kadın-ezen erkek çelişkisini çözme noktasında bir kez daha sınayacaktır.
erkeksi yağmurlarda kendi şemsiyesiyle dolaşan kadınlara…
Arif Işıldar
26 Ekim 2010
Yine mi kadın yazısı diyenler çıkacaktır. Kadın meselesini amma da abarttı bunlar diye ardımızdan laflayanların olduğunu da biliyoruz.
Yalnız şu noktanın derin bellenmesi lazım. Uğraşılan konu asırlardır süregelen bir problematikse yılda bir kere (8 Mart) atıfta bulunarak erkek egemen değerlere karşı mücadelede bir arpa boyu mesafe alınamaz. Kadın sorununda bir çiçekle baharın gelmeyeceği, gelemeyeceği gerçeği her türlü tartışmanın üstündedir. Daha önceki yazılarımızda kadın konusunda ciddi ilerlemelerin sağlanabilmesi için SORUNUN sürekli gündemde tutularak değişik boyutlarıyla işlenmesi gerektiğinin altını kırmızı kalemle çizmiştik.
O halde. Parola: Yola devam.
Başlıktan da anlayacağınız üzere bu kez konumuz “kocasız” kadın.
Bu toplumda kocasız ve yalnız yaşayan kadının başına neler gelebileceğini yazıya iliştirdiğimiz karikatürde çarpıcı bir şekilde anlatılmaktadır. Lütfen bu resme dikkatlice bakın. Kocasız ve erkek himayesi altında olmayan bir kadının tepesine üşüşen aynı tandanslı erkek tiplemeleri görüyorsunuz.
Biliyor musunuz, eskiden bazı toplumlarda kocası ölen kadının hayatına son verilirdi. Kocası öldüğünde o da öldürülüp onunla birlikte gömülürdü. Bu uygulama modern çağda kalktıysa da hala bazı toplum kesimlerinde kocasız (dul) kadın ibadet ve namaz işlerinin dışında tutulmaktadır. Kocasız kadın iffetsizdir, korunmasızdır ve cinselliktir, etek altıdır; işte, toplumun erkek himayesi olmayan yada bunu reddeden kadına atfettiği tanımlama budur. Söz konusu kadının sosyalist ya da sıradan biri olması da bu bakış açısına göre fark etmez. Kadın kadındır ve koca zırhından yoksunsa cinsellik kokmaktadır. Yargı böyle olunca cinselliğe indirgenmiş kadın algısı “kocalı” kadın için ne kadar aşağılayıcı ise “kocasız” kadın için de bir o kadar yakıcı ağırlıktadır.
Erkek egemen değer yargıları sadece kendi koyduğu meşru kurallar içerisinde kadına yaşam hakkı tanır. Bunlardan birisi de kocalıktır. Kocalık, erkek egemen değerleri sürdürmenin etkin biçimlerinden biridir. Bu aynı zamanda kadının erkeksi değerleri içselleştirmesinin de bir aracıdır. Erkeksi sistem, bu tahakküm biçiminin (kocalığın) bozulmasına yol açacak yaşam tercihlerini ve davranışları ya hizaya getirir yada gayri meşru addederek toplumdan izole etmeye yönelir. Bir kadın için toplumun değer yargılarına ters düşmek her türlü hakareti, karalamayı, dedikoduyu, defolu ve saldırıyı göze almak demektir. Bunlardan sakınmak istiyorsa bir erkeğin (kocanın) vesayeti altında yaşamak zorundadır.
Peki, bir kadın erkek himayesiz ve yalnız yaşamayı tercih ederek erkeksi iktidarların meşrulaştırdığı medeni statü ve kurallara meydan okursa ne olur? Derdini kimle bölüşebilir, seçtiği bu yaşam biçimini hangi platformda ifade etme olanağı bulabilir? Kısacası sistemin ve toplumun kendisine biçtiği karılık rolüne itiraz ederek ve kocasız yaşamayı göze alarak özgürleşme kavgası veren bir kadının bu tercihine hangi siyasal düzenek karşılık düşebilir? Şeey, yani solculuk, solcu yapılanmalar diyeceğiz. Ama… Anladınız değil mi. Kem küm ederek solculuğu adres gösterdiğimizi. İnsan solculuğundan şüpheye düşer mi? Hâşâ. Biz böyle bir şey demedik. Fakat mevcut solculuk ve sol yapılanmalardaki kadın algısından yana ciddi şüphelerimizin olduğunu inkar etmiyoruz.
Siz lütfen yazıdaki karikatüre bir kere daha bakın ve bir an için kadının etrafına üşüşmüş erkeklerin farklı görüşteki solcular olduğunu düşünün.
Ne gördünüz? Sosyalist bir partide kadın yoldaşını taciz eden ve partinin (SDP) bölünmesine yol açan erkeği mi, karısının kafasına dışkı döken (Sevan Nişanyan) tarihçi aydını mı, mimiklerinden anladım kadın bana ilgi duyuyor yaygarası koparan beyaz kafalı solcuyu mu yoksa hem sol saflarda olan hem de kadına şiddet kullanan erkekliği mi? Bütün bu vuku bulmuş olaylarda mağdurenin karşısına bir erkek dayanışmasının dikildiğini ve erkekliğin aklanması için erk’eklerin birbirini kolladığını söylersek ne dersiniz? İnanasınız gelmiyor değil mi? Yoo solcu olunca erkeklik arıtma tesisinden geçirilmiyor.
Gelin mini bir anket yapalım. Mevcut solcu, sosyalist kılıklı erkek tipi sizce burjuva kültürden mi yoksa feodal kültürden mi mustarip? Burjuva demokratik devrimin kültürel aydınlanmasının şekillendirdiği bir erkek karakterinden söz edemeyeceğimize göre anketin sarkacının nereye çarptığı belli. Feodal kültür kişiliği… Yukarıdan bindirilen kapitalizm feodal kişiliği belli oranda çözer fakat bir burjuva devriminin ürünü olmadığı için köklü bir şekilde dönüştüremez. Aidiyet koşullanmasıyla feodal değerleri şahsında yaşatmayı sürdüren bu kişilik (ve bir bütün olarak toplum) siyasal örgütlenmelerin ana insan malzemesini oluşturur. Kişilik kırılması yada teori ile davranışın tezatlığı da bu noktada tezahür eder.
Siz sanmayınız ki çarpıklık sadece burjuvaziye özgüdür. Hayır, burjuvaziyi sonradan görme ve çarpık kılan maddi toplumsal koşullar sosyalisti de bu durumdan mustarip kılar. Bakın, kapitalist olmayan yol tezinden hareketle kapitalizmi yaşamamış feodal toplum yapılanması üzerine bina edilmek istenen sosyalist toplum denemelerinin külliyesi fiyaskoyla sonuçlanmıştır.
Köylü toplumuna enjekte edilen sosyalizm aşısı tutmamıştır.
Peki, Türkiye'de feodal toplum artığı kişiliğe enjekte edilen solculuk nasıl tutacak?
Tutuyor mu ki? Okuması-yazması olmayan “kazma” kişilikler sadece toplumda mı sürüsüne bereket? Ne münasebet. Sol safları iyice bir inceleyin. Neler çıkar neler. İsterseniz gelin bu kişiliği bir de kadına dönük yüzü tarafından sorgulayalım.
Ülkenin herhangi bir taşra yöresinden bir adamı şehre taşıyalım ve yolunu sol bir mahalleye düşürelim. O artık solcudur, yoldaştır ve parmak sayısını geçmeyen saflardaki kadınlarla yan yanadır. Erkeksi örgütte gördüğü, erkekleş(tiril)miş “bacı yoldaş”, “kardeş yoldaş” imgesidir, kadınlığı bitirilmiş annesinin politikleştirilmiş figürleridir. Buraya kadar her şey normal görünür. Ta ki…
O da ne böyle? Taşralı kahramanımız kadın algısını alt üst eden bir manzarayla karşı karşıyadır. Aykırı, kendinden emin, makyajıyla, giyimiyle cüretkâr çağdaş bir kadın karşısında oturuyor. Üstelik devlet yasalarına göre evli değil yani bir kocası (sahibi) yok ve bir erkekle gidip gelmiyor. Yani kocasız, erkeksiz, yalnız yaşayan, hayatının dizginlerini eline alan, kadın farkındalığını bilince çıkaran farklı bir kadın portresi; o güne kadar kafasındaki kadın ezberine hiç ama hiç uymuyor. İçindeki feodal erkekliğin ayranı kabarıyor, beyni penisine vurmuş bu erkeklik halleri, karşısında oturan kadından cinsellik yorumu çıkarıyor, kadının tesettür bozan hal ve davranışından ve giyim tarzından teşhirciliği anlıyor.
Şimdide feodal-sol erk’eğimizin yerleşik kadın ezberini yerle bir eden bu kadın kişiliği hakkında aklından neler geçmiş olabileceği konusunda bir tahmin yürütelim: “Oğlum bak bu kadın sana iş koyuyor, görmüyor musun mimiklerini, kalıbıma basarım sana ilgi duyuyor. Hayır, yanılmış olamam; ben 50 yaşına gelmiş bir erkeğim, bir kadının ne olduğunu ve ne istediğini mimiklerinden anlarım. Bana boşuna dememişler, 'mimik okuyucu' kibar feyzo, diye.”
Gördüğünüz gibi kibar feyzo'ların sol-culuk nazarında da kadın eşittir cinselliktir. Kibar feyzonun köylü kurnazlığı, Nietzsche’ye bile dudak uçuklatır. Hani demiş ya Nietzsche kadına giderken kırbacını al, diye. Türk erkeği kibar feyzo ise kadına giderken yanına kadın alıyor. Sol içi sol dışı ara bölgede dolanan Feyzo karşısındaki kadını aşağılarken, yanındaki lojistik kadın da aşağılandığının farkında değil. Ah be kadın FARKINDALIĞI nerelerdesin?
Hep söyledik/yazdık, kadının kadına ihaneti (yaptıkları) erkek egemenliğin sürgitmesinde erkeğe sunulmuş tükenmez bir kredidir, diye.
Karşılaştığı her kadının kendisine ilgi duyduğu, sıcak çay bardağına atılmış kesme şeker gibi eriyip bittiği iddiasındaki erkeklik kompleksine gelince. Bu komplike kişiliğin çözümlemesi branşımızın dışında kaldığından teğet geçiyoruz. Yalnız sol dışı erkek ile sol içi erkeğin kadına yaklaşımda geleneksel erkeklik çamurunda birlikte kulaç atması bizi düşündürmüyor dersek yalan olur.
Biraz kurgu yapalım mı? Bir mahkeme salonunu düşünün. Sanık sandalyesine oturtulan kadın. Sahibi, korumalığı yani kocası olmadığı için yargılanmaktadır. Mahkeme heyeti erkek, savcı erkek, avukat erkek, tanıklar erkek. Sanığın ne dediği hükümsüzdür. Gereği düşünüldü: Gerekçeli karar; “Kadın erkeğin meşru saydığı koca ve karılık tanımlamasına itiraz etmektedir. Özgür kadın fikirleri ve davranışlarıyla diğer kadınlara kötü örnek teşkil etmektedir, dekoltesi ve diz üstü kaçık eteklikleriyle erkeklerin adabıyla oynayıp istenç dışı karıncalanmalarına sebebiyet vermektedir, bu durumdan etkilenen 'mimik okuyucu' kibar feyzo'lar kadının bu yaşam biçimini kendilerine yönelmiş bir ilgi olarak zan-netmekten kendilerini alamamışlardır. Ayrıca, her kadının mülki sahibi erkektir hükmüne karşı gelerek ve bunu içinde yer aldığı platformlara taşıyarak erkek egemenliğin temel yapı taşını yerinden oynatmaya çalıştığına dair suçu sabit görüldüğünden; burada bulunan tüm erkeklerin görüş birliği ve dayanışmasıyla cezalandırılması vacip görülmüştür”. Not: Lakin kadının koruyucusu-kollayıcısı erkek (kocası vs.) olsaydı bu davaya lüzum görülmezdi.
Eğer iradesini başkalarının (erkeğin) elinden almış, kadın devrimi davasına kendini adamış, ezilen kadın cinsini özgürleştirerek erkeği de özgürleştirme kavgasına taraf olmuş bir kadın; sol, sosyalist platformlarda kendini özgürce ifade etme ortamı bulamayacaksa ve burada da karanlık kadın dünyasında yaktığı her ışığın üzerine erkekler tarafından su kovasıyla gidilecekse o zaman söz konusu platformlardaki erkeklik gerçeğini baypas etmek tek yol gibi görünmektedir. Sol platformların bile kocasız kadına var olma koşulu bırakmadıkları noktada toplumun o kadına neler yapabileceğini artık varın siz tahmin edin. Bu noktada milyonlarca kadının fiilen bitmiş evliliğini bitirip kimseye dayanmadan kendi hayatını sürdürmeye atılamayıp onu kuşatan toplum değerlerine teslimiyeti seçtiği acı gerçeğini tekrar düşünmek lazım. “Dul/erkeksiz” kadın toplumca aforoz edilen kadındır. Bu da kadını can evinden vuran erkeksi hükümlerden biridir. Milyonlarca seks işçisini (fahişeyi) genelevlerinde pazarlayan erkeksi toplum “dul” kadına da avlanmaya hazır seks objesi muamelesini reva görüyor.
Bununla mücadele etmesi gereken solculuğun kadına yönelik değer yargılarını şahsında yansıtmasına doğrusu aklımız ermiyor. Bir daha söylüyoruz bir sol örgüt devlet gibi örgütlenmek zorundadır. Bu çerçevede dilediği yaşamı seçen kadından eşcinsele, vicdani retçiden çevreciye, etnisiteden inanç türlerine kadar tüm toplumsal kimlikleri idrak etmek ve onların taleplerine karşılık vermek durumundadır. Bu paydada kadın açılımı özel bir yere sahiptir. Sol yapıların kadın profili değiş(tiril)melidir. Erkek egemen örgütler çağı kapanmaktadır. İçindeki her yüz erkeğe bir kadın düşen örgütler ne geleneksel erkeklikle gerektiği kadar mücadele edebilir ne de kadının dünyasına açılmasını sağlayacak düşünce ve davranış köprülerini kurabilir.
Ecdattan kalma etekaltı kadın algısı ve hikayeleri aynıyla sola intikal ederek sosyalist erkeklikle entegre olup sembiyoza (ortakyaşarlığa) dönüşüyorsa sol hareketi vuran kadın kuraklığı, kadın cinsinin bitivermeyeceği bir yangın yerine döner, ve sol tümden kadınsızlaşır. Küresel çağda erkek egemen deltalarda özgürleşme kavgası veren kadına karşılık düşmeyen bir solcu erkeklik ve erkeksi sol yapılar kadınsızlaşma tehlikesi altındadır. Ancak kadın atı alıp üsküdarı geçmemiştir. Geleneksel erkeklikle ve bunun en yaygın türü olan kibar feyzo tiplemesiyle yüzleşerek tarihi bir mücadeleye atılmak kadın kitlelerle buluşmanın elifbesidir.
Merak ediyorsunuz değil mi? Çizdiğimiz tablodaki hallerimizi. Bir de dobraca mana yapıyorsunuz. Hırsız evin içindeyse kilit ne işe yarar, diyorsunuz. İşte bu yüzden ıslah işine evdeki hırsızlardan (atadan baki erkeklik hallerinden) işe başladık. Sözümüz meclisten içeri deyip kadın eylemli kelama durduk. Sol içi erkekliği çözemeyen solculuğun sol dışı erkekliği dönüştüremeyeceğini bildiğimizden okları önce kendimize batırdık, batırıyoruz.
Son söz. Bilincimiz açık olduğu müddetçe; bu sütunlar, erkek egemenliği bir varmış bir varmış'tan bir varmış bir yokmuş'a dönüştürme kavgası veren kadınlara yoldaşlık etmeye devam edecektir.
Tarih devrimcileri, kadının erkek tarafından mülkleştirildiği tarihten bu yana her bir toplumsal uygarlık çağının diğerine devrettiği ezilen kadın-ezen erkek çelişkisini çözme noktasında bir kez daha sınayacaktır.
26 Ekim 2010 Salı
SERDAR SOYERGİN
SERDAR SOYERGİN’İN ANISINA
12 EYLÜL REJİMİ; YARGIDAKİ YARGISIZ İNFAZ
ŞEHİTLER BİRLİĞİMİZDİR
Mihrac Ural
Serdar Soyergin’in anısına 26 Ekim 2010
Serdar Soyergin, üç kuşak demokrasi mücadelesinin en zor kesitinde kahramanca çarpışan bir devrimciydi. O, omuzlarında dünyayı fethetme sorumluluğu taşıyordu. Böylesi bir sorumluluğun özverili mücadelesine atılmıştı.
12 Eylül 1980 Askeri Faşist darbesi koşullarında, karanlık dönemlerin en pervasız kesitlerinde mücadelesine devam etti. Bu karanlık dönemin merhametsiz saldırılarına karşı direndi. Bu haklı direniş Serdar Soyergin’i, ülkemiz siyasi tarihinin en akıl dışı mahkumiyetiyle yüz yüze getirdi. Gerçekte bu yüz yüze geliş, o kesitin tüm devrimcilerinin ve öncelikle halkımızın karşı karşıya kaldığı hukuk dışı saldırının adıydı.
12 Eylül rejiminin amansız, sorgusuz sualsiz karanlığında tutuklanmasıyla, işkence tezgahlarından geçişi, zindana atılışı, dava açılışı, iddianamesinin hazırlanışı, tahkikat süreci, anlamsız idam hükmünün verilmesi, hükmün Yargıtay süreci, onaylanışı, mecliste onaylanıp, Resmi Gazetede yayınlanması dahil 40 gün içinde, ışık hızıyla yapılmıştır. Beklemeden de idam kararı infaz edilmiştir.
Yargıda yargısız infaz diye tanımlanabilecek bu durum, 12 Eylül rejimini bilmeyenler, hala bilmek istemeyenler için en önemli örnek olarak karşımızda durmaktadır. Tarihimizle yüzleşme talebimizin sacayaklarından biri budur. 12 Eylül rejiminin hukuk dışı konumuna ispatın en tartışmasız belgesi ve kanıtı da budur.
12 Eylül sendromu bir toplumun tüm dengelerini ve kimyasını bozan özelliklere sahiptir. 12 Eylül darbecilerinin yargılanma taleplerinin ısrarla gündemde kalmasının ülkemizde demokrasinin ikamesiyle ilgili olan doğrundan bağı, Serdar Soyergin’in idamında yalın anlatım bulan 12 Eylül yargısının bir yargısız infaz oluşuyla da manidardır.
Serdar hepimiz adına idam sehpasına korkusuzca gitti. Geride kalan bizler, bu karınlık dönemin bu güne dek süren yaralarına karşı bir duruş sergileme sorumluluğu altındayız. Bu günümüz için olduğu kadar gelecek kuşaklara ilişkin sorumluluğumuzdur. Kaoslarımızı, kimlik bunalımlarımızı, anti demokratik anayasa-yasa ve sonuçlarını aşmanın başka bir yolu da yoktur. Bu tarih, masaya yatırılmalıdır.
Serdar Soyergin idamının 30. Yılında, karanlık geçmişle mücadelemize bu günde omuz verdiği görülmektedir. Şehitlerimizin ölümsüzlüğü budur. Şehitlerimizin birliğimizi sağlayan en değerli ortak bölen olması esprisi budur.
Zalim yargıların yargısız infazı, halkın vicdanında mahkum olmuştur. Bu mahkumiyet tarihimizle yüzleşmenin kanallarını açacaktır. Sedat Soyergin’in özveriyle sürdürdüğü mücadele haklı sonuca bu yoldan ulaşacaktır. Bu mücadelede o yine aramızdadır.
Anısı mücadelemizde yaşıyor.
12 EYLÜL REJİMİ; YARGIDAKİ YARGISIZ İNFAZ
ŞEHİTLER BİRLİĞİMİZDİR
Mihrac Ural
Serdar Soyergin’in anısına 26 Ekim 2010
Serdar Soyergin, üç kuşak demokrasi mücadelesinin en zor kesitinde kahramanca çarpışan bir devrimciydi. O, omuzlarında dünyayı fethetme sorumluluğu taşıyordu. Böylesi bir sorumluluğun özverili mücadelesine atılmıştı.
12 Eylül 1980 Askeri Faşist darbesi koşullarında, karanlık dönemlerin en pervasız kesitlerinde mücadelesine devam etti. Bu karanlık dönemin merhametsiz saldırılarına karşı direndi. Bu haklı direniş Serdar Soyergin’i, ülkemiz siyasi tarihinin en akıl dışı mahkumiyetiyle yüz yüze getirdi. Gerçekte bu yüz yüze geliş, o kesitin tüm devrimcilerinin ve öncelikle halkımızın karşı karşıya kaldığı hukuk dışı saldırının adıydı.
12 Eylül rejiminin amansız, sorgusuz sualsiz karanlığında tutuklanmasıyla, işkence tezgahlarından geçişi, zindana atılışı, dava açılışı, iddianamesinin hazırlanışı, tahkikat süreci, anlamsız idam hükmünün verilmesi, hükmün Yargıtay süreci, onaylanışı, mecliste onaylanıp, Resmi Gazetede yayınlanması dahil 40 gün içinde, ışık hızıyla yapılmıştır. Beklemeden de idam kararı infaz edilmiştir.
Yargıda yargısız infaz diye tanımlanabilecek bu durum, 12 Eylül rejimini bilmeyenler, hala bilmek istemeyenler için en önemli örnek olarak karşımızda durmaktadır. Tarihimizle yüzleşme talebimizin sacayaklarından biri budur. 12 Eylül rejiminin hukuk dışı konumuna ispatın en tartışmasız belgesi ve kanıtı da budur.
12 Eylül sendromu bir toplumun tüm dengelerini ve kimyasını bozan özelliklere sahiptir. 12 Eylül darbecilerinin yargılanma taleplerinin ısrarla gündemde kalmasının ülkemizde demokrasinin ikamesiyle ilgili olan doğrundan bağı, Serdar Soyergin’in idamında yalın anlatım bulan 12 Eylül yargısının bir yargısız infaz oluşuyla da manidardır.
Serdar hepimiz adına idam sehpasına korkusuzca gitti. Geride kalan bizler, bu karınlık dönemin bu güne dek süren yaralarına karşı bir duruş sergileme sorumluluğu altındayız. Bu günümüz için olduğu kadar gelecek kuşaklara ilişkin sorumluluğumuzdur. Kaoslarımızı, kimlik bunalımlarımızı, anti demokratik anayasa-yasa ve sonuçlarını aşmanın başka bir yolu da yoktur. Bu tarih, masaya yatırılmalıdır.
Serdar Soyergin idamının 30. Yılında, karanlık geçmişle mücadelemize bu günde omuz verdiği görülmektedir. Şehitlerimizin ölümsüzlüğü budur. Şehitlerimizin birliğimizi sağlayan en değerli ortak bölen olması esprisi budur.
Zalim yargıların yargısız infazı, halkın vicdanında mahkum olmuştur. Bu mahkumiyet tarihimizle yüzleşmenin kanallarını açacaktır. Sedat Soyergin’in özveriyle sürdürdüğü mücadele haklı sonuca bu yoldan ulaşacaktır. Bu mücadelede o yine aramızdadır.
Anısı mücadelemizde yaşıyor.
ACİLCİLER
THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması
23 Ekim 2010 / No: 22
KCK DAVASI
KÜRT HALKININ YASAL SİYASET HAKKINI VE BARIŞI KATLETMEKTİR.
Siyasetin her adımında büyük umutlarla beklenen barış, bir kez daha katledilmektedir.
“Demokratik açılım” adı altında söylenen her şeyin yalan olduğu her adımda açığa çıkmakta, demokrasiye inananların umutları yerle bir edilmektedir. Yasalar çerçevesinde siyaset yapmak isteyenler, yasa dışına itilmek için kovuşturuluyor, tutuklanıp terörist diye itham edilerek mahkum edilmek isteniyor.
Dağdan inip düzde siyaset yapma çağrılarının bir aldatmaca olduğu bu davranışlar, iktidarların düzde de yenilgiye uğradığının belgesidir. İktidarlar hezimete uğradıkları her alanı karşıtlarına yaşanmaz alan haline getiriyor.
Devlet iktidarını ele geçirenler, insanlığın ortak özgürlük söylemlerini kendi dar çıkarları için bir araç haline getiriyorlar. Başkasının kullanım hakkını da gasp ediyorlar. Asrın en büyük siyasi davası olarak ihdas edilen KCK davası, esasında Kürt halkının yasal zeminde siyaset yapma alanlarını yok etme girişimi olarak tecelli etmesi bu mantığın ürünü olmuştur.
Osmanlıdan cumhuriyete, 200 yıllık tarihin kanlı kıyımlarını 21. Yüzyılda da sürdürmek isteyen algılar Kürtlerin yasal siyasal çabalarını, insanlık suçu sayılabilecek yöntemlerle mahkeme koridorlarında acımasızca süründürmeyi amaçlamaktadır. Zindanları dolduran 1800 Kürt yasal siyasal mücadele aktivisti arasında, halkın özgür iradesiyle seçilmiş onlarca Belediye Başkanı ve Belediye Meclis Üyesi bulunmaktadır; tutuklanan yüzlerce insanla ilgili yapılan kapsamlı aramalarda terörle ilgili, yasa dışı olmakla ilgili tek bir maddi delil olmamasına karşın, açılan dava “Terör Örgütü Davası” olarak tanımlanmıştır. Böylece yargısız infaz yapılmıştır.
Kürt halkı, yüzyılların acısı ve kıyımına direnerek bu güne gelmiştir. Bu halk, tüm engellere karşın parlamentoda gurup kurabilme yetisi gösteren temsilcileriyle demokratik haklarını aramaktadır. Bu meşruiyetin ülke, bölge ve dünya kamuoyunda oluşturduğu haklı ilgi ve destek, devletin ilkel statüleri ve akıllarını tedirgin etmiştir. İktidar, bu tedirginlikle, yasal olmanın meşruiyet sağlamadaki avantajlarını kırmak için çirkin ve kural dışı yöntemlere sapmakta bir beis görmemiştir.
29 Mart 2009 yerel seçimleri bu sürecin anlaşılmasında önemli bir dönemeçtir. İktidar yanı sıra, Genelkurmayın da siyasete müdahaleleriyle “moral kazanacağı bir başarı olanağı vermeyin” diyerek Kürt özgürlük hareketinin yasal çalışma zemininde tasfiyesi kararlaştırılmıştı; o güne kadar laikler ve İslamcılar diye çatıştığı iddia edilen güçler, ilkel milliyetçi reflekslerle bir bütün olmuştu. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde iktidar, her boydan mülki amirleri ve güvenlik güçleriyle el ele oy için, aleni tarzda rüşvet dağıtımına girişmişti; buzdolapları, mobilyalar, çamaşır makineleri, her türden elektronik, kömür vb. rüşvet, medyanın etkin kampanya katkılarıyla yürütülmüştü.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler), 29 Mart 2009 yerel seçimlerini, on yıllar sonrasına etkisi olacağını göz önüne alarak, “Son Düello” olarak tanımlamış, Kürt halkının yanında olduğunu bir kez daha ilan etmişti.
29 Mart 2009 yerel seçimleri Kürt halkının zaferiyle sonuçlandı. Kürt halkı, özgürlük hareketinin arkasında özveriyle durduğunu göstermişti. 54 belediye başkanlığı 99 belediye başkanlığına kadar yükseltti. “Türkiye Kürdistan’ı Haritası” tartışma götürmez biçimde, halkın oylarıyla çizilmiş oldu. Kürt özgürlük hareketi yasaların ve sistemin seçim kuralları içinde zafer kazanmıştı.
Bu sonuç, Türkiye siyasal tarihinin dengelerini değiştiren bir seçim olmuştu.
Kürt halkı 21.Yüzyılın siyasal kurallarına uygun yasal çalışmalarda da başarılı olduğunu, modern bir ulus olarak bu hakkı özgürce kullanarak sonuç alabileceğini göstermişti. Bu sürecin mantıki sonuçları olacaktı.
Kürtler bu başarılarını, kirli savaşın son bulması için, ortak ülkemizde barış içinde bir arada yaşamanın bir zemini olarak değerlendirmek istedi. Bu, bütünüyle ülkemiz halklarının talebiydi.
Bu noktadan itibaren barış çabaları daha da ciddi bir boyut kazanmıştı. Kürtler, bu süreci anlamlı kılacak girişimlerden de geri kalmadı. Bir ulusun tarih içinde sunacağı en büyük fedakarlıklarla oluşturduğu silahlı güçlerini (gerilla kuvvetleri) kademeli olarak barışa entegre etmeye hazır olduğunu ifade etmeye başladı. Tarihte hiçbir ulusal kurtuluş hareketinin yapmayacağı özveriyle barış için, var olan resmi dile, anadille eğitim hakkı koşulunda itirazı olmadığını, resmi bayrakla bir sorunu bulunmadığını, misak-i milli sınırlarına bir itirazı olmayacağını, güvenceleri verilmiş demokratik haklar koşulunda şiddet eylemlerine de son verebileceğini açıkladı. Bu amaçla ateşkes ilanları yaptı. Son referandumda (12 Eylül anayasa referandumu) devlet askeri ve güvenlik güçlerinin saldırılarına katliamlarına rağmen, tek taraflı ateşkese sonuna kadar sadık kaldı. Referandum sonrası ateşkes kararını uzatmayı da ihmal etmedi.
Bütün bu özveriler, iktidar güçlerini daha etkin ve aktif demokratik açılım yönüne götürmesi gerekirken tersi reflekslerle, ateşkese uyan gerillaları katletmeye, yasal siyaset içinde yer alan Kürt insanını toplu tutuklama ve terör örgütü suçlamasıyla zindanlara atmaya yöneltiyordu. KCK davası, bu korkak mantığın ürünü olarak üretilmişti.
Bununla da kalınmadı, yasaların ve LOZAN gibi Cumhuriyeti kuran uluslararası anlaşmaların “Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” (Lozan Anlaşması 39. Madde 4. fıkra) diyerek, açıkça tanıdığı anadille mahkemelerde savunma hakkını reddedildi.
Kürt halkının barışa uzanmış, yasal çalışmaya yönelen çabaları bir kez daha katlediliyordu. Kirli savaşların sürmesi, anaların ağlaması, gençlerimizin zindanlarla birlikte mezarlara doldurulması isteniyordu. Bunun için tüm yollar stabilize ediliyordu.
Bu haksız davranışlar güven ilişkilerini yerle bir ediyor. Sık sık öne sürülen “silahların susması” talebi, devlet güvenlik güçlerinin aralıksız silahlı eylemleriyle, özrü kabahatinden büyük oluyor. Ateşkes ilanlarını bile yeni silahlı saldırı organizesi için zaman kazanma fırsatı olarak gören bir devletin kimseye verebileceği bir güven olmuyor.
Bu meyanda, Kürt özgürlük hareketinin yasal zeminde gösterdiği seçim başarılarını şaibeli hale getirmek için, Başbakanın ağzından “silahlarınızı çekin bakalım kaç oy alabilirsiniz” demek demagojiden başka bir şey değildir. Başbakana, “devletin ordusu, güvenlik kuvvetleri, korucuları, açık gizli istihbarat güçleri ve dev lojistik kaynaklarını arkanıza almadan kaç oy kazanabilirsiniz?” demek yanlış olmayacaktır.
Bu gelişmeler, kirli savaşın devam edeceğine bir işarettir. Devlet bir kez daha pervasız bir saldırı hazırlığı içinde oyalamalarla zaman kazanma çabasında olduğu anlaşılmaktadır.
İnandırıcılığı kalmamış bu iktidarın, anadil gibi en doğal demokratik bir hakkın kullanılmasına şiddetle karşı çıkışı manidardır. Başbakan ağzından “kimse anadille eğitim beklemesin” diye kesilip atıldığı bir ortamda, demokrasi adına bir beklentinin verisi kalmamış demektir.
Bu verilere dayanarak, barışa ilişkin umutlarımızı yitirmeden, ülkemizin yeni ve ağır bir çöküşe gittiğini halkımıza bildirmeyi görev sayarız.
Büyük bir güvensizlik süreci içinde, bir tarafta devlet ve kolları, diğer tarafta Kürt özgürlük hareketi ve demokrasi güçleri kırılgan dengeler üzerinde sert bir çatışma sathı mayilindedir.
İktidar, kendi kurallarını, sistemin yasalarını çiğneyerek adil bir siyasal rekabette kaçmaktadır. Kaçışını örtmek için de yenildiği her halanı demokratik güçlere yasaklı hala getirme çabasında uydurma iddialarla denetim altına almaya çalıştığı yargı erkini kullanmaktadır. Bu aynı zamanda ülkemizde yargının vicdanlardaki adalet alanlarının da yok edilmesidir. Bu birlikte yaşamanın tüm dinamiklerini kaosa sürüklemektir; başkalarını bölücülükle suçlayanların bölücülük yapmasıdır.
Bu ortamın yükselen gerginliklerinde her türden önlemin alınmasını, devrimci güçlerin omuz omuza vermesini, demokrasi güçlerinin bir bütün olarak Kürt özgürlük hareketiyle en sıkı dayanışma içinde mücadeleye yönelmesi gerektiğini önümüze bir görev olarak koymaktadır.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler), tüm demokrasi güçlerini bu göreve çağırmaktadır.
Barışı kazanmak için, bu karanlık gidişe kirli ve bir o kadar kanlı savaşa son vermek için halklarımızı duyarlı olmaya çağırıyoruz.
THKP-C (Acilciler)
23 Ekim 2010
23 Ekim 2010 / No: 22
KCK DAVASI
KÜRT HALKININ YASAL SİYASET HAKKINI VE BARIŞI KATLETMEKTİR.
Siyasetin her adımında büyük umutlarla beklenen barış, bir kez daha katledilmektedir.
“Demokratik açılım” adı altında söylenen her şeyin yalan olduğu her adımda açığa çıkmakta, demokrasiye inananların umutları yerle bir edilmektedir. Yasalar çerçevesinde siyaset yapmak isteyenler, yasa dışına itilmek için kovuşturuluyor, tutuklanıp terörist diye itham edilerek mahkum edilmek isteniyor.
Dağdan inip düzde siyaset yapma çağrılarının bir aldatmaca olduğu bu davranışlar, iktidarların düzde de yenilgiye uğradığının belgesidir. İktidarlar hezimete uğradıkları her alanı karşıtlarına yaşanmaz alan haline getiriyor.
Devlet iktidarını ele geçirenler, insanlığın ortak özgürlük söylemlerini kendi dar çıkarları için bir araç haline getiriyorlar. Başkasının kullanım hakkını da gasp ediyorlar. Asrın en büyük siyasi davası olarak ihdas edilen KCK davası, esasında Kürt halkının yasal zeminde siyaset yapma alanlarını yok etme girişimi olarak tecelli etmesi bu mantığın ürünü olmuştur.
Osmanlıdan cumhuriyete, 200 yıllık tarihin kanlı kıyımlarını 21. Yüzyılda da sürdürmek isteyen algılar Kürtlerin yasal siyasal çabalarını, insanlık suçu sayılabilecek yöntemlerle mahkeme koridorlarında acımasızca süründürmeyi amaçlamaktadır. Zindanları dolduran 1800 Kürt yasal siyasal mücadele aktivisti arasında, halkın özgür iradesiyle seçilmiş onlarca Belediye Başkanı ve Belediye Meclis Üyesi bulunmaktadır; tutuklanan yüzlerce insanla ilgili yapılan kapsamlı aramalarda terörle ilgili, yasa dışı olmakla ilgili tek bir maddi delil olmamasına karşın, açılan dava “Terör Örgütü Davası” olarak tanımlanmıştır. Böylece yargısız infaz yapılmıştır.
Kürt halkı, yüzyılların acısı ve kıyımına direnerek bu güne gelmiştir. Bu halk, tüm engellere karşın parlamentoda gurup kurabilme yetisi gösteren temsilcileriyle demokratik haklarını aramaktadır. Bu meşruiyetin ülke, bölge ve dünya kamuoyunda oluşturduğu haklı ilgi ve destek, devletin ilkel statüleri ve akıllarını tedirgin etmiştir. İktidar, bu tedirginlikle, yasal olmanın meşruiyet sağlamadaki avantajlarını kırmak için çirkin ve kural dışı yöntemlere sapmakta bir beis görmemiştir.
29 Mart 2009 yerel seçimleri bu sürecin anlaşılmasında önemli bir dönemeçtir. İktidar yanı sıra, Genelkurmayın da siyasete müdahaleleriyle “moral kazanacağı bir başarı olanağı vermeyin” diyerek Kürt özgürlük hareketinin yasal çalışma zemininde tasfiyesi kararlaştırılmıştı; o güne kadar laikler ve İslamcılar diye çatıştığı iddia edilen güçler, ilkel milliyetçi reflekslerle bir bütün olmuştu. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde iktidar, her boydan mülki amirleri ve güvenlik güçleriyle el ele oy için, aleni tarzda rüşvet dağıtımına girişmişti; buzdolapları, mobilyalar, çamaşır makineleri, her türden elektronik, kömür vb. rüşvet, medyanın etkin kampanya katkılarıyla yürütülmüştü.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler), 29 Mart 2009 yerel seçimlerini, on yıllar sonrasına etkisi olacağını göz önüne alarak, “Son Düello” olarak tanımlamış, Kürt halkının yanında olduğunu bir kez daha ilan etmişti.
29 Mart 2009 yerel seçimleri Kürt halkının zaferiyle sonuçlandı. Kürt halkı, özgürlük hareketinin arkasında özveriyle durduğunu göstermişti. 54 belediye başkanlığı 99 belediye başkanlığına kadar yükseltti. “Türkiye Kürdistan’ı Haritası” tartışma götürmez biçimde, halkın oylarıyla çizilmiş oldu. Kürt özgürlük hareketi yasaların ve sistemin seçim kuralları içinde zafer kazanmıştı.
Bu sonuç, Türkiye siyasal tarihinin dengelerini değiştiren bir seçim olmuştu.
Kürt halkı 21.Yüzyılın siyasal kurallarına uygun yasal çalışmalarda da başarılı olduğunu, modern bir ulus olarak bu hakkı özgürce kullanarak sonuç alabileceğini göstermişti. Bu sürecin mantıki sonuçları olacaktı.
Kürtler bu başarılarını, kirli savaşın son bulması için, ortak ülkemizde barış içinde bir arada yaşamanın bir zemini olarak değerlendirmek istedi. Bu, bütünüyle ülkemiz halklarının talebiydi.
Bu noktadan itibaren barış çabaları daha da ciddi bir boyut kazanmıştı. Kürtler, bu süreci anlamlı kılacak girişimlerden de geri kalmadı. Bir ulusun tarih içinde sunacağı en büyük fedakarlıklarla oluşturduğu silahlı güçlerini (gerilla kuvvetleri) kademeli olarak barışa entegre etmeye hazır olduğunu ifade etmeye başladı. Tarihte hiçbir ulusal kurtuluş hareketinin yapmayacağı özveriyle barış için, var olan resmi dile, anadille eğitim hakkı koşulunda itirazı olmadığını, resmi bayrakla bir sorunu bulunmadığını, misak-i milli sınırlarına bir itirazı olmayacağını, güvenceleri verilmiş demokratik haklar koşulunda şiddet eylemlerine de son verebileceğini açıkladı. Bu amaçla ateşkes ilanları yaptı. Son referandumda (12 Eylül anayasa referandumu) devlet askeri ve güvenlik güçlerinin saldırılarına katliamlarına rağmen, tek taraflı ateşkese sonuna kadar sadık kaldı. Referandum sonrası ateşkes kararını uzatmayı da ihmal etmedi.
Bütün bu özveriler, iktidar güçlerini daha etkin ve aktif demokratik açılım yönüne götürmesi gerekirken tersi reflekslerle, ateşkese uyan gerillaları katletmeye, yasal siyaset içinde yer alan Kürt insanını toplu tutuklama ve terör örgütü suçlamasıyla zindanlara atmaya yöneltiyordu. KCK davası, bu korkak mantığın ürünü olarak üretilmişti.
Bununla da kalınmadı, yasaların ve LOZAN gibi Cumhuriyeti kuran uluslararası anlaşmaların “Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir” (Lozan Anlaşması 39. Madde 4. fıkra) diyerek, açıkça tanıdığı anadille mahkemelerde savunma hakkını reddedildi.
Kürt halkının barışa uzanmış, yasal çalışmaya yönelen çabaları bir kez daha katlediliyordu. Kirli savaşların sürmesi, anaların ağlaması, gençlerimizin zindanlarla birlikte mezarlara doldurulması isteniyordu. Bunun için tüm yollar stabilize ediliyordu.
Bu haksız davranışlar güven ilişkilerini yerle bir ediyor. Sık sık öne sürülen “silahların susması” talebi, devlet güvenlik güçlerinin aralıksız silahlı eylemleriyle, özrü kabahatinden büyük oluyor. Ateşkes ilanlarını bile yeni silahlı saldırı organizesi için zaman kazanma fırsatı olarak gören bir devletin kimseye verebileceği bir güven olmuyor.
Bu meyanda, Kürt özgürlük hareketinin yasal zeminde gösterdiği seçim başarılarını şaibeli hale getirmek için, Başbakanın ağzından “silahlarınızı çekin bakalım kaç oy alabilirsiniz” demek demagojiden başka bir şey değildir. Başbakana, “devletin ordusu, güvenlik kuvvetleri, korucuları, açık gizli istihbarat güçleri ve dev lojistik kaynaklarını arkanıza almadan kaç oy kazanabilirsiniz?” demek yanlış olmayacaktır.
Bu gelişmeler, kirli savaşın devam edeceğine bir işarettir. Devlet bir kez daha pervasız bir saldırı hazırlığı içinde oyalamalarla zaman kazanma çabasında olduğu anlaşılmaktadır.
İnandırıcılığı kalmamış bu iktidarın, anadil gibi en doğal demokratik bir hakkın kullanılmasına şiddetle karşı çıkışı manidardır. Başbakan ağzından “kimse anadille eğitim beklemesin” diye kesilip atıldığı bir ortamda, demokrasi adına bir beklentinin verisi kalmamış demektir.
Bu verilere dayanarak, barışa ilişkin umutlarımızı yitirmeden, ülkemizin yeni ve ağır bir çöküşe gittiğini halkımıza bildirmeyi görev sayarız.
Büyük bir güvensizlik süreci içinde, bir tarafta devlet ve kolları, diğer tarafta Kürt özgürlük hareketi ve demokrasi güçleri kırılgan dengeler üzerinde sert bir çatışma sathı mayilindedir.
İktidar, kendi kurallarını, sistemin yasalarını çiğneyerek adil bir siyasal rekabette kaçmaktadır. Kaçışını örtmek için de yenildiği her halanı demokratik güçlere yasaklı hala getirme çabasında uydurma iddialarla denetim altına almaya çalıştığı yargı erkini kullanmaktadır. Bu aynı zamanda ülkemizde yargının vicdanlardaki adalet alanlarının da yok edilmesidir. Bu birlikte yaşamanın tüm dinamiklerini kaosa sürüklemektir; başkalarını bölücülükle suçlayanların bölücülük yapmasıdır.
Bu ortamın yükselen gerginliklerinde her türden önlemin alınmasını, devrimci güçlerin omuz omuza vermesini, demokrasi güçlerinin bir bütün olarak Kürt özgürlük hareketiyle en sıkı dayanışma içinde mücadeleye yönelmesi gerektiğini önümüze bir görev olarak koymaktadır.
Örgütümüz THKP-C(Acilciler), tüm demokrasi güçlerini bu göreve çağırmaktadır.
Barışı kazanmak için, bu karanlık gidişe kirli ve bir o kadar kanlı savaşa son vermek için halklarımızı duyarlı olmaya çağırıyoruz.
THKP-C (Acilciler)
23 Ekim 2010
25 Ekim 2010 Pazartesi
KCK DAVASI BAŞLARKEN...
Celalettin Can
KCK davası başlıyor nihayet. Eminiz 18 Ekim ile 12 Kasım arasında toplam bir ay süresince bu dava kamuoyunun dikkatini ciddi biçimde çekecek. Bu doğal: Türkiye, modern Kürt siyasi tarihinin en önemli davalarından birine tanık olacak.
Öte yandan Kürt hareketine dönük yönelimlerin çok çeşitli düzeylerde tartışıldığı bir tarihsel kesitte başlaması, bu davanın yükünü arttırıyor. Hazırlanan savunmanın içeriğinden, davayı sürükleyenlerin siyasi tavırlarına, bölge halkının ilgi düzeyinden, Türkiye devrimci-demokratik hareketinin barış ve demokratik çözüm yönlü dayanışma düzeyine, hatta uluslar arası dayanışmanın düzeyine kadar bir çok gelişme dikkatle izlenecek. Elbet Kürt sorunun gerçek tarafları da dikkatle izlenecek, İmralı ve Kandil, hükümet ve devletin yaklaşımları, siyasal argümanları üzerine çok cümle kurulacak.
1925 Şeyh Sait, 1938 Seyit Rıza davaları tek taraflı jenosit davalarıydı. Kürtleri yok etme kararlarının kitabına uydurma görüntüsü verme oyunun ürünüydü bu davalar. 12 Eylül 1980 darbesi Diyarbakır davaları, bitirilmek istenen bir halkın devrimci/yurtsever evlatlarının can bedeli karşı duruşuydu. Kürt halkının varlık yokluk mücadelesinde büyük enternasyonalist devrimci Kemal Pir’in mahkeme de, “Güneşin var olduğu ve dünyayı aydınlattığı nasıl bir gerçekse , Kürtlerinde var olduğu o kadar gerçektir” biçiminde dile getirdiği bir varoluş duruşuydu. Katliamlarla ve asimilasyonla tarihi yok oluşa uğratılmak istenen bir halkın hala diplerde canlı bir organizma olarak yaşadığının belirtileri olan 49’lar ve 12 Mart 1971 DDKO davalarını da unutmamak gerekiyor.
((Devamı altta))
KCK davası ise çok daha bambaşka koşullarda gündeme geliyor. Kürtlerin varlığını artık kimse tartışmıyor. Hükümet ve devlet dahil tüm kesimler en azından söylem düzeyinde Kürtlerin varlığını kabul ediyor. Ne var ki kabul edilen her halk gibi Kürtlerin vazgeçilmez ve devredilmez hakları var. Resmi eğitim kurumlarında Kürtçe eğitim hakkı, Kürt kültürünü ve tarihini Kürtçe araştırma ve gün yüzüne çıkarma hakkı, özerk yönetim hakkı, bu bağlamda varlık şartlarının anayasal güvence altına alınması hakkı… Kürtler, bir halkın halk olarak yaşayabilmesi için asgari şartların bir gereği olan bu talepleri ileri sürerken, birinci dil olarak Türkçe öğrenme zorunluluğunu kabul ediyorlar, özerk yönetim modelini, Türkiye Cumhuriyeti devletinin uniter modeline nasıl yedireceklerini tartışıyorlar.
Evet, hükümet ve devlet Kürtlerin varlığını kabul ediyor. En azından görüntü bu. Bunca kan ve gözyaşı, bunca maddi ve manevi kayıp iktidar güçlerini ‘kabul’ noktasına getirdi. Peki ama, bir halk halk olarak kabul ediliyorsa, yukarıda ifade ettiğimiz gibi onun halk olmaktan gelen hakları yok mu? Bu haklar sadece fiilen kullanılan haklar mı, kamusal alana taşınmaları gerekmez mi veya verileceği vaaz olunan ve hala verilmeyen bireysel haklar düzeyine indirgenmiş bir haklar manzumesi ihtiyaca yanıt olmayacağı açık değil mi?
KCK davası üzerinden bir halkın sadece ekmek ve su gibi varoluşundan gelen tarihsel meşruluğu değil, güncel anlamda kamusal alanda yasallığını nasıl kuracağı bir kez daha çok daha haklı ve kaçınılmaz gereklilik düzeyinde tartışılacak…
Bölge halkı ve Türkiye kamuoyu KCK davasını merakla beklerken, Sayın Başbakan kalabalık gruplarla Suriye’yi ziyaret ediyor, ne eksik kalmışsa sonra ani ziyaretler yapıyor. İç İşleri Bakanı Irak ve Irak Kürdistanı Bölgesel yönetim yetkililerini ziyaret ediyor. İran ile yakın temas hiç koparılmıyor. Bu ‘görüşmelerin sonuç verdiği’… ‘Suriye ve İran’ın Kandil’in kendi sınırında kalan bölgelerini kontrol altına alma sözü verdiği’, global düzeyde ‘ABD ile istihbarat iş birliğinin Irakla sınırlı olmaktan çıktığı, PKK’nin faaliyet yürüttüğü tüm coğrafyaları kapsayacak şekilde genişletildiği, Fransa ve Almanya ile PKK’ye karşı iş birliğinin daha sonuç alıcı bir aşamaya geldiği’ biçimindeki bilgiler kamuoyuna bir şekilde yansıyor. Bir yandan Kürtlerin varlığının kabul edilmesinden, çözüm arayışlarından bahsedilirken diğer yandan sorunun gerçek tarafını kuşatma ve kıskaca alma girişimleri, Irak sınırına yığınak,alan taraması ve daha güvenlikli karakollar yapımı olanca hızıyla sürüyor. TSK’ye sınır ötesi hareket izne veren tezkerenin meclisten geçmesi, barışçı/demokratik çözüm konusundaki gerçek niyeti ciddi biçimde tartışılır kılıyor.
Anlaşıldığı kadarıyla, küçük ve orta ölçekli operasyonlar ve nokta vuruşları eşliğinde, kuşatma ve kıskaç üzerinden kademeli olarak geliştirilen yüksek düzeyli bir askeri/stratejik konsept Kandil’in tepesinde ‘Demoklesin kılıcı’ gibi tutma biçimdeki güvenlik siyaseti ile seçime kadar olan süreç kotarılmaya çalışılıyor.
Bu noktada diyeceğimiz Kürt sorununa barışçı ve demokratik çözüm zeminin geliştirilmeye çalışıldığı bir aşamada, her daim toplumu kan ve gözyaşına boğmaya elverişli tehlikeli bir siyaseti geliştirmek akla, mantığa ve bu memleketin insanına ziyandır.
KCK davası, işte böylesine özel önemde kritik sürece tekabül eden bir ayda görülecek… Sürecin olumlu olumsuz tüm eğilimlerinin kamuoyunun gündemine taşındığı, çözüm kisvesi ardında sürdürülen operasyon siyasetinin deşifre edildiği, savaş yanlılarının yargılandığı bir dava olacağı duygu ve düşüncesiyle…
Savcı ile ilgili suç duyurusunun yeridir..
Celalettin Can
Beş gündür Diyarbakır’dayım. KCK davasından bir gün önce Diyarbakır’a geldim. Amacım çarşı pazar dolaşarak bölge halkının davaya dönük eğilimlerini almak, bu arada görüşebildiğim siyasi çevrelerden davanın nasıl geçebileceğine dair havayı algılamaktı.
Konuşabildiğim esnaf ve halktan insanlar rahat ve soğukkanlı tavırlarıyla dikkat çekiyorlardı. Hemen hepsi politik davranıyor, KCK tutuklularına dönük sahiplenici bir yaklaşım gösterirken gerginliğe yol açacak kavramlar kullanmamaya özen gösteriyorlardı. Eylemsizlik kararının halka dönük yüzü bu olmalıydı.
Davanın birinci günü içeri giremeyişim can sıkıcıydı ama olsun, bu bana Adliye önünde bir nevi nöbet tutan halkla çok daha fazla diyalog kurma olanağı verdi. Halk olabildiğince dengeli davranıyor, herhangi bir olayın ortaya çıkmamasına dikkat ediyordu. İkinci gün mahkemedeydim. Önemli bir kısmını yakından tanıdığım dostlarımın esaretine tanıklık etmek, yaşayan biri olarak hüzün vericiydi. Elden bir şey gelmiyor, şarkıdaki ‘buda geçer’ demekten başka. Mahkeme nizamı cunta dönemini andırıyordu. Asker ve polisin güvenlik kaygısı bizlerin mahkemeyi izlemememizi zorlaştırma üzerine kurulmuştu. Darbe dönemlerinde görülen bu tür toplu davaların hukuksal işleyişi zorlaştırıcı karakteri genel olarak kabul gören bir gerçekti. Bildiğini bildiklerimizin aktardığı, 'hükümete bire bir bağlı bir heyetin, özellikle mahkeme başkanının davayı götürdüğü' idi. Bu durum, hükümetin bu aşamada tercih ettiği Kürt siyasetinin, dava üzerinde etkili olacağı anlamına geliyordu.Gidişat neyi getirir bunu kestirmek zor ama, şu an görünen heyetin sert olduğuydu. Davanın üçüncü günü yine Adliye önünde birken halkın arasında ‘Diyarbakır 5 nolu askeri cezaevinin insan hakları müzesi olması’ için açılan imza kampanyası standındaydım. Oradan ayrılırken dört bin imzaya ulaşmıştı. İlgi düzeyi iyi idi. Perşembe günü Mahkeme yoktu. Siz bu yazıyı okurken herhalde mahkeme önünde veya içinde davayı izliyor olacağım.
Davayı izlerken, özellikle iddianameyi dinlerken, şunu çok açık fark ediyorsun: başarı grafiği yüksek, en önemlisi yaşanan zamana model olmaya elverişli bir legal demokratik siyaset tarzı KCK operasyonları eşliğinde tasfiye sürecine yatırılmış. Tasfiyenin öyle kolay olmayacağı bilinen bir noktadan, mesele bir süreç olarak el alınmış ve bu sürecin bilinen bilinmeyen bir çok boyutu var. Mahkeme bunu bir safhası olarak düzenlenmiş.
Şunu da gayet iyi fark ediyorsun: KCK hadisesinin ideolojik teorisi güçlü ve bu nokta, politik ve örgütsel alana başarılı bir şekilde yedirilmiş. Dünyanın bozulmaya yüz tutan ekolojik dengesi, toplum ve insan birey üzerinden geliştirilen anti devletçi, anti merkezci, anti cinsiyetçi, yerelci açılımların politikleştirilmesi ve örgüt teorisine yedirilmesi açısından ciddi bir ideolojik formasyon var.
En önemlisi üretilen ideolojik/politik/örgütsel formasyon ve bakış açısı doğrultusunda hayat içinde eğitilmeye ve kavramaya açık, kendini sunan legal demokratik kadrolaşma potansiyeli var. Dava, bu kadrolaşmayı daha başından itibaren elemine ederek bitirme sürecine sokmayı amaçlıyorsa da, kadrolaşmanın kaynağının kurutulmasını engelleyici özellikte, politikleşmiş, örgütünü ve önderliğini bulduğuna emin, güvenli, sağa sola oynamayacak güçlü bir halk tavanı(evet tavanı!) veya halk kadrolaşması da var.
Şimdi ortada böyle somut gerçeklik varken Kürt legal demokratik siyasetini tasfiye etmek kolay mı, mümkün mü?
İdeolojik hadisenin bir de uluslar arası boyutu var. Ekolojik, anti devletçi, anti merkezci, anti cinsiyetçi, yerelci yaklaşımlar, dünya devrimci demokratik kamuoyu nezdinde de kabul gören ve yükselen değerleri ifade ediyor. Sadece bu kesim arasında değil, ister ABD’ye, ister Latin Amerika’ya, hatta Kuveyt’e gidiniz, bu değerlerin dünyanın har tarafında tartışılan, yükselen trendin bir parçası olduğuna şahit olursunuz. Hiç abartmadan ifade edelim ki, bu trend Ortadoğu’da Kürt devrimci hareketinin şahsında teorileşti ve yine ilk olarak bir bütünsellik içinde Kürtler üzerinden hayata geçecek gibi görünüyor.
Demek ki, ekolojik, anti devletçi, anti merkezci, anti cinsiyetçi, yerelci, yaklaşımlar, Kürtlerin dünyasal arka planı oluyor. Bu Kürtlerin zamanın eğilimlerini yakalamasını, ilişkilerini örmesini ve araçlarını yaratmasını kolaylaştırıyor. İddianameyi dinlerken ön yargısız düşünen, yenilikçi, zihni açık öncü karakterde bir zihniyet dünyasını da fark etmemek mümkün olmuyor.
İddianame de, PKK, KCK artık ne derseniz deyin bu yapılanmaların hedefleri etkileyici bir şekilde ifade ediliyor. Savcı ile ilgili suç duyurusunda bulunmak yeridir hani (!)
Ne denebilir, iyi ki Diyarbakır’a geldim, iyi ki davayı izledim, iyi ki dostlarımı gördüm demekten başka…
Beş gündür Diyarbakır’dayım. KCK davasından bir gün önce Diyarbakır’a geldim. Amacım çarşı pazar dolaşarak bölge halkının davaya dönük eğilimlerini almak, bu arada görüşebildiğim siyasi çevrelerden davanın nasıl geçebileceğine dair havayı algılamaktı.
Konuşabildiğim esnaf ve halktan insanlar rahat ve soğukkanlı tavırlarıyla dikkat çekiyorlardı. Hemen hepsi politik davranıyor, KCK tutuklularına dönük sahiplenici bir yaklaşım gösterirken gerginliğe yol açacak kavramlar kullanmamaya özen gösteriyorlardı. Eylemsizlik kararının halka dönük yüzü bu olmalıydı.
Davanın birinci günü içeri giremeyişim can sıkıcıydı ama olsun, bu bana Adliye önünde bir nevi nöbet tutan halkla çok daha fazla diyalog kurma olanağı verdi. Halk olabildiğince dengeli davranıyor, herhangi bir olayın ortaya çıkmamasına dikkat ediyordu. İkinci gün mahkemedeydim. Önemli bir kısmını yakından tanıdığım dostlarımın esaretine tanıklık etmek, yaşayan biri olarak hüzün vericiydi. Elden bir şey gelmiyor, şarkıdaki ‘buda geçer’ demekten başka. Mahkeme nizamı cunta dönemini andırıyordu. Asker ve polisin güvenlik kaygısı bizlerin mahkemeyi izlemememizi zorlaştırma üzerine kurulmuştu. Darbe dönemlerinde görülen bu tür toplu davaların hukuksal işleyişi zorlaştırıcı karakteri genel olarak kabul gören bir gerçekti. Bildiğini bildiklerimizin aktardığı, 'hükümete bire bir bağlı bir heyetin, özellikle mahkeme başkanının davayı götürdüğü' idi. Bu durum, hükümetin bu aşamada tercih ettiği Kürt siyasetinin, dava üzerinde etkili olacağı anlamına geliyordu.Gidişat neyi getirir bunu kestirmek zor ama, şu an görünen heyetin sert olduğuydu. Davanın üçüncü günü yine Adliye önünde birken halkın arasında ‘Diyarbakır 5 nolu askeri cezaevinin insan hakları müzesi olması’ için açılan imza kampanyası standındaydım. Oradan ayrılırken dört bin imzaya ulaşmıştı. İlgi düzeyi iyi idi. Perşembe günü Mahkeme yoktu. Siz bu yazıyı okurken herhalde mahkeme önünde veya içinde davayı izliyor olacağım.
Davayı izlerken, özellikle iddianameyi dinlerken, şunu çok açık fark ediyorsun: başarı grafiği yüksek, en önemlisi yaşanan zamana model olmaya elverişli bir legal demokratik siyaset tarzı KCK operasyonları eşliğinde tasfiye sürecine yatırılmış. Tasfiyenin öyle kolay olmayacağı bilinen bir noktadan, mesele bir süreç olarak el alınmış ve bu sürecin bilinen bilinmeyen bir çok boyutu var. Mahkeme bunu bir safhası olarak düzenlenmiş.
Şunu da gayet iyi fark ediyorsun: KCK hadisesinin ideolojik teorisi güçlü ve bu nokta, politik ve örgütsel alana başarılı bir şekilde yedirilmiş. Dünyanın bozulmaya yüz tutan ekolojik dengesi, toplum ve insan birey üzerinden geliştirilen anti devletçi, anti merkezci, anti cinsiyetçi, yerelci açılımların politikleştirilmesi ve örgüt teorisine yedirilmesi açısından ciddi bir ideolojik formasyon var.
En önemlisi üretilen ideolojik/politik/örgütsel formasyon ve bakış açısı doğrultusunda hayat içinde eğitilmeye ve kavramaya açık, kendini sunan legal demokratik kadrolaşma potansiyeli var. Dava, bu kadrolaşmayı daha başından itibaren elemine ederek bitirme sürecine sokmayı amaçlıyorsa da, kadrolaşmanın kaynağının kurutulmasını engelleyici özellikte, politikleşmiş, örgütünü ve önderliğini bulduğuna emin, güvenli, sağa sola oynamayacak güçlü bir halk tavanı(evet tavanı!) veya halk kadrolaşması da var.
Şimdi ortada böyle somut gerçeklik varken Kürt legal demokratik siyasetini tasfiye etmek kolay mı, mümkün mü?
İdeolojik hadisenin bir de uluslar arası boyutu var. Ekolojik, anti devletçi, anti merkezci, anti cinsiyetçi, yerelci yaklaşımlar, dünya devrimci demokratik kamuoyu nezdinde de kabul gören ve yükselen değerleri ifade ediyor. Sadece bu kesim arasında değil, ister ABD’ye, ister Latin Amerika’ya, hatta Kuveyt’e gidiniz, bu değerlerin dünyanın har tarafında tartışılan, yükselen trendin bir parçası olduğuna şahit olursunuz. Hiç abartmadan ifade edelim ki, bu trend Ortadoğu’da Kürt devrimci hareketinin şahsında teorileşti ve yine ilk olarak bir bütünsellik içinde Kürtler üzerinden hayata geçecek gibi görünüyor.
Demek ki, ekolojik, anti devletçi, anti merkezci, anti cinsiyetçi, yerelci, yaklaşımlar, Kürtlerin dünyasal arka planı oluyor. Bu Kürtlerin zamanın eğilimlerini yakalamasını, ilişkilerini örmesini ve araçlarını yaratmasını kolaylaştırıyor. İddianameyi dinlerken ön yargısız düşünen, yenilikçi, zihni açık öncü karakterde bir zihniyet dünyasını da fark etmemek mümkün olmuyor.
İddianame de, PKK, KCK artık ne derseniz deyin bu yapılanmaların hedefleri etkileyici bir şekilde ifade ediliyor. Savcı ile ilgili suç duyurusunda bulunmak yeridir hani (!)
Ne denebilir, iyi ki Diyarbakır’a geldim, iyi ki davayı izledim, iyi ki dostlarımı gördüm demekten başka…
24 Ekim 2010 Pazar
BRE HASANLAR
Mustafa Köse
Mkose1955@hotmail.com
24 Ekim 2010
Başlığı, drahma köprüsü dizelerinden aldım. Aslında bir ‘’adamiyet nasihatıdır’’. Ancak bu arada ‘hasanı’ çoğalttım. Biliyorsunuz bu aynı zamanda bir türküdür. Türküsü de gayet hoştur.
Buda nereden çıktı diyeceksiniz! Yaşadığımız dönemle ne ilgisi var? Belki doğrudur. Lakin olanları görüp biraz düşününce bağlantı kurdum. Ayrıca bende müthiş bir duygu uyandı. ‘Hasandan’ bir dize, yazacaklarıma ilham oldu. Yazının sonunda bunu sizin de göreceksiniz.
Her gün karşılaştığımız olaylar ve görüntüler önemli olsa gerek. Geleceğimizi yakından ilgilendiren gelişmeler, hatta korkular aslında kaçınılmazdır. Zaten başka şekilde olamazdı. Çünkü tüm bunlar yıllarca ve itinayla ekilmiştir. Tuhaf olan, sınıfların ve çıkar ilişkilerinin iç içe girdiği zamanlarda her şey karışık gibi görünmesidir. Böylesi dönemlerde yenilenme ve değişim ne yazık ki böyle oluyor. Buna karşı direnenlerin, statükonun köklerinden sökülmesi, yaşananlar gibi her taraftan ve karmaşa içinde seyrediyor. Direnmeye çalışan ve odak olmuş kesimlerin çatırdaması polemiğe dönüşüyor.
Olanları sonuç itibarıyla değerlendirirsek,‘’Kaynayan tencerenin kapağının açılması’’ veya ‘’cin’in şişeden çıkması’’gibi açıklanabilir. Böyle izah edebiliriz. Ayrıca ve bence ‘’bilip-bilmeden bir değişim ve yenilenme sürecini yaşıyoruz’’diyebiliriz.İdeolojik ve zihinsel savrulmaların bu dönemde olması gayet normal. Karmaşanın kılcal damarlarına takılmak ve orada boğulmak ‘’bazı sol’’geçinenler için olasıdır. Ancak her şeye rağmen geri dönülmez aşamaya girdik. Provakatif olaylara rağmen hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Referandumun sunduğu yeni seçenekler ile toplum psikolojisinde ‘’yeni bir durum’’ doğdu. Dolayısıyla bu yeni durumdan sivil inisiyatif ve sivil demokrasi gelişecektir. Her şeye rağmen.
Geçmişte işler kolaydı. Yasama yürütme ve yargının yeri çok netti. Ritmik bir işleyişe sahipti. Her şey kurgulanmış saat gibi çalışıyordu. Vesayet demokrasisi dediğimiz acayip bir sisteme sahiptik. Tüm kurumlardaki yüksek bürokrasi, büyük sermaye ve bazı parti liderlerinin ortaklaştığı ve çıkar ilişkisine döndüğü bir sarmal içindeydik. Halkına güvenmeyen, siyasetçilerin dar bir alanda oynadığı ve devleti gözeten ‘’al gülüm ver gülüm’’lü haldeydik. Kürtleri yok sayan inanç guruplarını kale almayan, emek kesimlerini üvey evlat hatta zararlı unsurlar sayan ve sadece uluslar arası sermayeyi hesaba katan garip ve acımasız ilişkiler yumağındaydık. Araya girmeye çalışan veya ballı börekli işleyişe çomak sokmak isteyenler ortadan kaldırılıyor ya da susturuluyorlardı.
Şimdi bunlar artık geride kalıyor. Dünyada ki değişim, küresel dünya nimetlerinden faydalanma cazibesi iç dinamikleri hareketlendirdi, köhnemiş çıkar sistemini zorlamaya başladı. Sermaye harekatları, iletişim imkanları, vatandaşlarımızın dünyaya açılması, değişim ve yenilenmeyi bir ihtiyaç halini getirdi. Ulusalcılığın kabuğu kırılıp evrensellik her tarafı kaplayınca durum değişti. Toplumun heyecanı ve talepleri farklaştı. Her kesim kendini tanımlamak ve ifade etmek istiyor. Ve tüm bunlar, ancak ‘’bir cinnet’’ ile durdurulabilir hale geliyor. Bu arada;
İktidar ve temsilcileri, yenilenme ve değişimin eriştiği boyutta ve elde edilen kazanımlardan karlı çıkmaya çalışıyor. Sadece kendileri varmış gibi davranıyorlar. Irıkçı, dinci ve demokratik damarları karışık vaziyette yalpalıyor. ‘Düne ait’ siyaset tarzından vazgeçmiyorlar. Değişimin hızından korkuyorlar. Siyasi ikballerini üstün tutuyorlar.
Ana muhalefet daha zorda. Lideri savaş kaybetmiş komutan gibi. Bir tarafta ülke gerçekleri diğer tarafta ırkçı ve devletçi yapıdaki partinin arasında sıkışmış durumda. Ne yapacağını bilmiyor. Ne kendisi ne de partisi umut vaat etmiyor. Bocalayıp duruyorlar.
Diğer bir muhalefet partisi ise kürt ve ermeni düşmanlığına bel bağlamakta. Fırsat kollamaktadır.
Ayrına HSYK yöneticilerinin tepkisi, Yargıtay başsavcısının siyasi partileri dönük tehdidi, Anayasa mahkemesi başkanının Kılıçdaroğlu ile polmiğini normal görmek lazım. Belki ve kim bilir daha kimlerin ‘’ne yapmak isteyeceklerini’’ yaşamak tesadüf olmayacaktır. Eksikliklerinden, olayların toplamından olanlar kaynaklanmaktadır. Kılıcın çuvala sığmaz olmasındandır. Eskinin, yeni karşısında direnmenin içgüdüsündendir.
Şimdi ‘hasanın’ dizelerine tekrar dönebilirim. Dize şöyleydi; ‘’mezar taşlarını hasan koyun mu sandın. Adam öldürmeyi bre hasan oyun mu sandın’’ ve devam ediyor.
Ey bu ülkeyi yönetenler ey Hasanlar, Kürtleri, Alevileri, mazlum Sünnileri diğer inanç guruplarını koyun mu sandınız. Hep sessiz kalacaklarını mı düşündünüz! Emekçilerin, yoksulların, dul ve yetimlerin, alın teriyle üretenlerin, ve hatta doğal dengenin çıkarına göz dikmeyi oyun mu sandınız. Bunların ilelebet devam edeceğini mi sandınız? Böyle sanmışsanız, yanılıyorsunuzdur.
Sivil ve çağdaş bir demokrasi artık ertelenemez bir noktaya geldi. Bütün direnmeler boşuna olacak.
Mkose1955@hotmail.com
24 Ekim 2010
Başlığı, drahma köprüsü dizelerinden aldım. Aslında bir ‘’adamiyet nasihatıdır’’. Ancak bu arada ‘hasanı’ çoğalttım. Biliyorsunuz bu aynı zamanda bir türküdür. Türküsü de gayet hoştur.
Buda nereden çıktı diyeceksiniz! Yaşadığımız dönemle ne ilgisi var? Belki doğrudur. Lakin olanları görüp biraz düşününce bağlantı kurdum. Ayrıca bende müthiş bir duygu uyandı. ‘Hasandan’ bir dize, yazacaklarıma ilham oldu. Yazının sonunda bunu sizin de göreceksiniz.
Her gün karşılaştığımız olaylar ve görüntüler önemli olsa gerek. Geleceğimizi yakından ilgilendiren gelişmeler, hatta korkular aslında kaçınılmazdır. Zaten başka şekilde olamazdı. Çünkü tüm bunlar yıllarca ve itinayla ekilmiştir. Tuhaf olan, sınıfların ve çıkar ilişkilerinin iç içe girdiği zamanlarda her şey karışık gibi görünmesidir. Böylesi dönemlerde yenilenme ve değişim ne yazık ki böyle oluyor. Buna karşı direnenlerin, statükonun köklerinden sökülmesi, yaşananlar gibi her taraftan ve karmaşa içinde seyrediyor. Direnmeye çalışan ve odak olmuş kesimlerin çatırdaması polemiğe dönüşüyor.
Olanları sonuç itibarıyla değerlendirirsek,‘’Kaynayan tencerenin kapağının açılması’’ veya ‘’cin’in şişeden çıkması’’gibi açıklanabilir. Böyle izah edebiliriz. Ayrıca ve bence ‘’bilip-bilmeden bir değişim ve yenilenme sürecini yaşıyoruz’’diyebiliriz.İdeolojik ve zihinsel savrulmaların bu dönemde olması gayet normal. Karmaşanın kılcal damarlarına takılmak ve orada boğulmak ‘’bazı sol’’geçinenler için olasıdır. Ancak her şeye rağmen geri dönülmez aşamaya girdik. Provakatif olaylara rağmen hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Referandumun sunduğu yeni seçenekler ile toplum psikolojisinde ‘’yeni bir durum’’ doğdu. Dolayısıyla bu yeni durumdan sivil inisiyatif ve sivil demokrasi gelişecektir. Her şeye rağmen.
Geçmişte işler kolaydı. Yasama yürütme ve yargının yeri çok netti. Ritmik bir işleyişe sahipti. Her şey kurgulanmış saat gibi çalışıyordu. Vesayet demokrasisi dediğimiz acayip bir sisteme sahiptik. Tüm kurumlardaki yüksek bürokrasi, büyük sermaye ve bazı parti liderlerinin ortaklaştığı ve çıkar ilişkisine döndüğü bir sarmal içindeydik. Halkına güvenmeyen, siyasetçilerin dar bir alanda oynadığı ve devleti gözeten ‘’al gülüm ver gülüm’’lü haldeydik. Kürtleri yok sayan inanç guruplarını kale almayan, emek kesimlerini üvey evlat hatta zararlı unsurlar sayan ve sadece uluslar arası sermayeyi hesaba katan garip ve acımasız ilişkiler yumağındaydık. Araya girmeye çalışan veya ballı börekli işleyişe çomak sokmak isteyenler ortadan kaldırılıyor ya da susturuluyorlardı.
Şimdi bunlar artık geride kalıyor. Dünyada ki değişim, küresel dünya nimetlerinden faydalanma cazibesi iç dinamikleri hareketlendirdi, köhnemiş çıkar sistemini zorlamaya başladı. Sermaye harekatları, iletişim imkanları, vatandaşlarımızın dünyaya açılması, değişim ve yenilenmeyi bir ihtiyaç halini getirdi. Ulusalcılığın kabuğu kırılıp evrensellik her tarafı kaplayınca durum değişti. Toplumun heyecanı ve talepleri farklaştı. Her kesim kendini tanımlamak ve ifade etmek istiyor. Ve tüm bunlar, ancak ‘’bir cinnet’’ ile durdurulabilir hale geliyor. Bu arada;
İktidar ve temsilcileri, yenilenme ve değişimin eriştiği boyutta ve elde edilen kazanımlardan karlı çıkmaya çalışıyor. Sadece kendileri varmış gibi davranıyorlar. Irıkçı, dinci ve demokratik damarları karışık vaziyette yalpalıyor. ‘Düne ait’ siyaset tarzından vazgeçmiyorlar. Değişimin hızından korkuyorlar. Siyasi ikballerini üstün tutuyorlar.
Ana muhalefet daha zorda. Lideri savaş kaybetmiş komutan gibi. Bir tarafta ülke gerçekleri diğer tarafta ırkçı ve devletçi yapıdaki partinin arasında sıkışmış durumda. Ne yapacağını bilmiyor. Ne kendisi ne de partisi umut vaat etmiyor. Bocalayıp duruyorlar.
Diğer bir muhalefet partisi ise kürt ve ermeni düşmanlığına bel bağlamakta. Fırsat kollamaktadır.
Ayrına HSYK yöneticilerinin tepkisi, Yargıtay başsavcısının siyasi partileri dönük tehdidi, Anayasa mahkemesi başkanının Kılıçdaroğlu ile polmiğini normal görmek lazım. Belki ve kim bilir daha kimlerin ‘’ne yapmak isteyeceklerini’’ yaşamak tesadüf olmayacaktır. Eksikliklerinden, olayların toplamından olanlar kaynaklanmaktadır. Kılıcın çuvala sığmaz olmasındandır. Eskinin, yeni karşısında direnmenin içgüdüsündendir.
Şimdi ‘hasanın’ dizelerine tekrar dönebilirim. Dize şöyleydi; ‘’mezar taşlarını hasan koyun mu sandın. Adam öldürmeyi bre hasan oyun mu sandın’’ ve devam ediyor.
Ey bu ülkeyi yönetenler ey Hasanlar, Kürtleri, Alevileri, mazlum Sünnileri diğer inanç guruplarını koyun mu sandınız. Hep sessiz kalacaklarını mı düşündünüz! Emekçilerin, yoksulların, dul ve yetimlerin, alın teriyle üretenlerin, ve hatta doğal dengenin çıkarına göz dikmeyi oyun mu sandınız. Bunların ilelebet devam edeceğini mi sandınız? Böyle sanmışsanız, yanılıyorsunuzdur.
Sivil ve çağdaş bir demokrasi artık ertelenemez bir noktaya geldi. Bütün direnmeler boşuna olacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)