22 Mart 2011 Salı
SURİYE, MISIR, YEMEN, LİBYA
Suriye'deki gelişmeler üzerine 1. makale.
Mihrac Ural
22 Mart 2011
Bölgemizde devrim süreci tüm hızıyla devam ediyor. Halk her alanda haklı taleplerini dile getiriyor. Halkından yana olmak isteyen iktidarlar acil önlemlere yöneliyor diktatörler ise bir biri ardından yıkılıp gidiyor.
Halkın verdiği iktidarı halk doğru kullanmayanların elinden bir biçimde almasını biliyor. Kimi yerde güçle, çoğu yerde en uygar ve en barışçıl yöntemlerle. 21. Yüzyılın kapıları böylesi büyük aydınlanma hamleleriyle açılırken, kapalı kapılar arkasında gelişmeleri duymazlıktan gelenler, parmağı arkasında saklananlar gibidir. Gelişmelerin dev dalgaları, bu vurdum duymazlığa iktidar hakkı tanımayacak kadar dipten ve güçlücedir.
Bu güç halkın gücüdür. Önünde durulmayacağını herkese yeterince göstermiştir.
SURİYE’DE NEWROZ
Bölgemizde Newroz kutlamaları bu yıl çok daha anlamlı ve geniş katılımlı oldu. Ülkemizde iktidarın acımasız baskısı altında geçen kutlamalarda onlarca alanda polisle çatışmalar vuku buldu.
Dünyanın her köşesinde Newrozu kutlayan Kürt halkı, insanlığa bir kez daha dünyanın her köşesinde Kürt kolektif kimliğiyle yaşama ısrarında, kararlı olduğunu gösterdi. Hiçbir güç onu asimile edemedi ve edemeyeceğini açıkça gösterilmiş oldu.
Bu satırların yazarı açısından 2011 Newrozunun böylesi bir anlamı ve mesajı bulunmaktadır. Geçen yıl Suriye’nin Rakka kentinde kanlı çatışmalara yol açan ve hepimizin protestosunu hak eden devlet müdahalelerine göre bu yıl oldukça özgür ve barışçıl bir kutlama yapıldı.
Suriye’nin her köşesinde, binlerce Kürt’ün katılımıyla, Kürt özgürlük hareketine açık destekleriyle, pankartları, bayrakları ve resimleriyle yapılan kutlamalar, Suriye’nin önceki yıllardan çıkardığı dersler kadar, Kürt halkının gelişen etkinliğinin ve haklarını uygarca elde edebilme medeni cesaretinin bir işaretiydi.
Kürt halkının olgunluğunu, modern bir ulus olarak siyasal davranışında düzeyli yaklaşımlarını bilmeyen cahilleri, Suriye’de Newroz kutlamalarının kanlı geçeceği beklentisini içinde ağzı salyalı bir şehvetle bekleyenleri mahcup etmiştir.
Ülkemizde, iktidarın Newroz kutlamalarına reva gördüğü baskılar ve acımasız saldırılar, bir kez daha basit demokratik taleplerde ortaya konan bu gerginliğin, yarınlar için hiçte olumlu bir işaret sayılmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bölge devletlerinde mücadele eden Kürt muhalif güçlerinin güvenli limanı olarak uzun yıllar işlev gören Suriye’nin Newrozla sınırlı olmayan, Kürt halkının demokrasi ve özgürlük sorunlarıyla da ilgili sorumlulukları olduğu ise unutmamak gerek (bunları da alttaki bölümde ele alacağım).
SURİYE’DE PROTESTOLAR
15 Mart 2011 Suriye’nin Deraa kentinde protesto gösterileri olduğu haberleri gelmeye başladı.
Suriye’de yönetim aleyhine gösterinin bin bir türünü gören ve takip eden biri olarak, bölgenin kaynadığı bir ortamda yapılan protesto gösterilerini halkın en demokratik hakkıdır diyeceğim. Bu hakkı yeryüzünde hiçbir iktidar sonuna kadar da gasp edemez de.
Bir hakkın arkasında duran bir halk var oldukça bu gerçek böyledir.
Deraa olayları, davar yazılaması yapan gençlerin tutuklanmasıyla patlak verdi. Bu patlama doğal olarak belli birikimlerin sonucuydu. Yoktan değil var olan bir sorunlarla ilgiliydi. Ancak bu sorunlarla on yıllardır mücadele eden çevrelerin örgütlü bir çabası olarak gündeme gelmemişti. Geleneksel muhalif güçlerle yapılan konuşmalarda konuyla ilgili haberleri bile olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu hiçbir gerçeği değiştirmiyor. Sorun halkın tepkisini bir biçimde ortaya koyuyordu.
Arap halkının büyük bir uyanış içinde olduğu ve Tunus’tan Mısır’a devrimlerle yürüyen bu yükselişin, Yemende sonuç almanın eşiğinde olduğu bir kesite gelmesi, ortak bir çizgide, uygar, barışçıl, kitle gücünü arkasına alarak onun basıncıyla dönüşümleri sağlayan bir gelişmedir. Bu çizginin dışına çıkan Libya halk ayaklanmasıdır (bunun olumsuzluklarını düzenli yayınladığım makalelerle izah etmeye çalışıyorum)
Domino taşı etkisinin tüm Arap diktatörlüklerini devirmeye başladığı bir süreçte, Suriye’de oldukça geç başlayan ve bu günün verileriyle de oldukça sınırlı alan ve sayıda insanla protestoların gündeme gelmesi tamamıyla Suriye özgülüyle ilgili bir durumdur (bu konuyu, hazırladığım uzun bir makaleyle dile getireceğim)
Bu günkü veriler, Suriye’deki protestoları “patladı” diye tanımlamak zor. Hala anti-emperyalist tutumları, Filistin ve Lübnan’da oynadığı rolle, Arap ulusal dış politika gereklerinde direnen güçlerin yanında sayılan Suriye’de, halkla iktidar arasında ciddi bir kırılmadan söz etmek güçtür. Her hafta yeni bir ayaklanma tarihi veren, kimi zaman ise, bunu “Suriye halkı Türk TV dizilerine tutkun, bunları kaçırmak istemiyor, bunun için ayaklanmaları yapamıyoruz, dizi mevsimi sonunda bunu yapacağız” diyen komedilere kulak asmadan denebilir ki, Suriye halkı, Beşşar Esad yönetimine kredi tanımaya devam etmektedir. Ancak bu kredi sonsuza kadar sürmeyeceği açıktır.
18 Mart 2011 Cuma günü itibariyle, Deraa olayları hızla boyutlanmaya başladı. Deraa tarihi boyunca yönetimlere karşı muhalif güçlerin olduğu bir şehir. Gösterilerde 4 gencin emniyet güçlerince katledilmesinin tepkileri beklenenden de büyük olacağı açıktı. Cenaze sırasındada bir gencin ölümü gerginliği tırmandıran bir gelişmeydi.
Vali ve Emniyet Müdürlerinin görevinden alınmasına karar veren Beşşar Esad, Cumhurbaşkanı birinci Naibi olan Faruk El Şaraa başkanlığında (Bu kişi de Deraa’lı ve Deraa’nıın en büyük aşiretine mensuptur) bir heyeti taziyeye gönderdi. Ancak bu heyet ilgi görmedi.
Cenazeye binlerce kişi katıldı. Az sayıda göstericinin başlattığı gösterileri hükümet baskılarla susturamayınca, şiddet artmaya başladı. Bu gelişme olumsuz etkilerini başka şehirlerde de göstermeye ihtimali az değildir. Tedirgin ve gergin bekleyiş, topluma sağlıklı mesajlar vermeyeceği açık. Halkın talepleri ertelendikçe onarılması güç süreçlerde başlamış olur.
Dış politikada tutarlı olmak hiçbir şeye yetmez. Halkının sorunlarını içte çözememiş bir iktidar halkı karşısında bulmakta gecikmez. Bu nedenle, farklılıklarıyla bir bütün olan Suriye, evinin içini düzenlemede geç kalmadan ciddi ve kalıcı demokratik atılımlar yapmakla yükümlüdür.
Suriye iç demokratikleşmesini hızla derli toplu ele almadan, bütün olumlu özelliklerine rağmen kırılmayla yüz yüze kalabilir.
Demokratikleşme yaşımın en önemli talebidir. Suriye 2000 yılından itibaren buna yönelmeye çalışmakta ancak ciddi bir sonuç alamamaktadır. Gösteriler hala sınırlı taleplerle yürürken, iç demokratikleşme buna cevap verme yükümlülüğünde olmalıdır. Bu konuda gecikme her zaman olduğu gibi sıkıntılı bir sürecin başlamasına yol açabilir.
Bu nedenle iki önemli sorunda hızla adımların atılması, olumlu farklılıklarıyla Suriye’yi, Arap halk devrimlerinin rüzgarlarından en çok yararlanan, kazançlı çıkan ülke konumuna getirebilir. Bunlar birincisi; Kürt sorunu, ikincisi; ülke genelini bağlayan demokratikleşme adımları.
Birincisi;
Suriye’de Kürtlerin talepleri, bölgedeki Kürt talepleri arasında makul olduğu kadar sıkıntısız yerine getirilebilecek taleplerden oluşmaktadır.
Öncelikleri Suriye topraklarında doğan her Kürt insanının vatandaşlık hakkını almasıdır. Kimliksizlerin kimlik haklarına kavuşmasıdır. Kürtçe öğrenim hakları, siyasal örgütlenme ve düşüncelerini açıklama özgürlüklerinin anayasal ve yazsal olarak güvence altında olma hakları.
Kürt halkı, bölgemizin en mazlum halkıdır. Bu halka bölgenin tüm devletleri zulüm yapmıştır. Bu konuda bölgenin hiçbir devleti ve hükümeti masum değildir. Arap orijinli özgürlük ve demokrasi mücadelesinin insanı olarak Suriye’de Kürtlerin haklarını her yazımda tekrarlayarak dile getirdim. Suriye’nin anti-emperyalist direnme noktasında olumladığım yanları kadar, eleştirilerimi de açıkça yaptım.
2010 Newroz kutlamalarında Suriye’nin Rakka kentinde ölüme yol açan hadiselerle ilgili “SURİYE’DE KÜRTLER” başlığı altında yazdığım uzun makalede özetle şunları dile getirdim ;
“Rakka olayları bir dizi gerginliğin ürünüdür. Her gerginlik küçük bir kıvılcımla ciddi bir yangına dönebilir. Bunun çözümü güvenlik önlemleri değil, sertlik hiç değildir. Güvenlik ve sertlik, devletlerin ucuz yöntemidir ve en erken iflas edenidir. Halkı karşısında kendini sorumlu görmeyen devlet kördür. Devlet kimseyi suçlama hakkına sahip değildir. Halkın güvenliği için gerekli her şey, devletin emri altında oldukça, tek sorumlu devletin kendisidir.
Kürtler, Newrozlarını hiç bir yerde özgürce kutlayamıyorlar. Eski kabuklarını üstlerinden atamayan, bin bir gerekçeyle ilkel statülere tutunan devletler, çağdaş bir algıyla bu kutlamaları özgürlük sevincine yükseltemiyorlar. Bununla da kalmayıp, baskıcı tutumlarla, basitçe aşabilecekleri sorunların tutsağı oluyorlar. Suriye gibi bölgemizin en hassas ülkesinde, Arap milliyetçiliğinin kör ettiği gözler, basit sorunları, aşılması güç sorun haline çevirmektedir. Bu sorunlar da toplumu esir almaktadır.
Hangi nedenle olursa olsun milliyetçilik her toplumun, her ülkenin ve her devletin en büyük handikabıdır. Bölücülüğün de temel kaynağıdır. Devletin pompaladığı milliyetçi gerginlikleri, nereden gelirse gelsin provokasyonların da kışkırtıcısıdır. Gerginlikler çatışmaya dönüştüğü zaman, kimse kimseyi suçlamasın tek suçlu ve sorumlu devlettir. Bu Ülkemizde de öyledir, Suriye'de de öyledir.
Suriye kendi Kürtüyle güçlüdür, ona karşı sertlikte ise zayıftır. Emperyalistler bunu istiyor. Zayıf bir Suriye bölge halklarının çıkarına değildir. Kürt halkı bulunduğu her ülkede kendi topraklarındadır, kimsenin topraklarını gasp etmiş bir halk değildir. Yaşadığı ülkenin değerlerine de saygılı ve barışçıl bir halktır. Kürtleri kazanan, hakları ve özgürlükleriyle Kürtleri güçlü kılan, kendini güçlü kılar, kendisi kazanır. Suriye'den de beklenen budur.
Kürt sorununda tutum, Filistin davasındaki tutum gibi bölgenin barometresidir. Bu bölge birimizin değil hepimizindir, saflarımızı sıklaştırdıkça, farklılıklarımızı birer kurucu eşit olarak ele aldıkça hepimiz kazanabiliriz.
Bölgenin tüm devletleri bunu öğrenecektir.“ (Mihrac Ural, 23 Mart 2010 tarihli “SURİYE’DE KÜRTLER” başlıklı makale)
İkincisi;
Çok yönlü demokratik atılım. Beşşar Esad, yönetimi ele aldığı günden itibaren dile gelen reformların artık gerekçesiz ikame edilmeye başlanması gerekmektedir.
Bunların en önemlileri,
Sıkıyönetim yasalarının iptalidir. Bu yasalardan doğan hukuka aykırı tüm yaptırımların da sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerekmektedir (bu yasa nedeniyle Suriye’de 1999-2000 yılları arasında güneş yüzü görmeyen hücre cezası çektim; ne mahkeme ne avukat olmadan. A. Öcalan’ın çıkışı ardından benim de dosyam TC tarafından Suriye’ye dayatıldı, Teslim edilmem istendi. Onlar da resmi olmasa da siyasi mülteci statüsünde biri olarak beni gerekçesiz, yargısız 1 yıl hücrede tutarak, TC’nin günlünü yapmaya çalıştılar. Bundan önce de üç kez siyasi aktivitelerimiz nedeniyle kısa süreli tutuklanmalara maruz kaldım. Ancak bunlar tarafsız bir gözlemle Suriye’yle ilgili oluşmuş görüşlerimi hiçbir zaman etkilemedi)
Genel, siyasi af, düşüncenin özgürce örgütlenmesi ve dile gelmesini engelleyen, tek parti yönetiminin dayattığı adil ve eşit olmayan siyasi rekabetle ilgili tüm yasa, kurum ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasıdır.
Parlamenter demokrasinin, Suriye’nin tarihi ve siyasi geleneğinde yer alan siyasal çoğulculuğu bir biçimde sınırlayan, tabi hale getiren, örgütlenmede çizgiler koyan yasa ve dayatmaları sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır.
Buna Suriye halkının ekleyeceğin bir dizi demokratik talep daha olacağı açıktır. Bu talepler öncelikle insan hakları kapsamandadır ve Beşşar Esad’ın, parlamentodaki ilk konuşmasında ortaya koyduğu siyasi programında da yerini bulan unsurlardır.
Suriye, bölgemizde direnen halklar için oldukça önemli bir mevzidir. Bu alanın güçlüce devamlılığı, değişim ve gelişimle mümkündür. Olduğu gibi devam etmesi ise mümkün değildir.
Son olaylar, bölgeyi yakından bilen bu satırların yazı açısından, “Suriye de patladı” demeyi gerektirmeyen olaylardır. Medya abartmaları ve özel olarak uzun zamandır Suriye’ye diş geçiremeyen batının her düzeyden olayı aleyhte yorumlayıp oklarını yönlendirmesiyle oluşan bu tablo, gerçeklerden uzaktır. Ancak halkın, taleplerinin gerçekleşmesiyle ilgili bir bekleme sınırı olduğu açıktır.
Suriye halkının yönetime verdiği kredi canlılığını hala korumaktadır. Bunun ölçüsü de Halep ve Şam şehridir; bu kentlerde kitlesel protestolar olmadıkça, her ülkede olabilecek bu tür protestolar sistem tarafından kolayca içselleştirileceği bilenmelidir. Ünümüzdeki günler bu konuda da bir netlik olacaktır.
Bölge gelişmelerinden, iç düzenlemelerini sakince yapabilecek ülkelerinin kazançlı çıkacağının bilincinde olan Suriye halkı, yıkıma karşı, barışçıl ve uygar davranışlarla sürecin sorunlarını aşma çabasındadır. İktidarın bundan yararlanması gerek. Bu veriler, uzun süre böyle devam etmeyeceği açıktır.
Bir komşu ülke, geçmiş tarihi içinde bölge devrimcilerine en 12 Eylül rejimi gibi karanlık bir kesitte Türkiyeli devrimcilere, 80’li yıllardan itibaren Saddam diktatörlüğü yıkılana kadar, Iraklı Kürt ve Arap tüm devrimcilere ev sahipliği yapmış bir ülke olarak, barışçıl dönüşümlerle halkın tüm taleplerini yerine getirmesini bekliyoruz.
MISIR
Mısır halkı, anayasa reformu için sandığa gitti. Mısır devriminin ikinci aşamasının önemli adımlarından biri olarak demokratik anayasa mücadelesinde ilk adım olan bu girişim, Mısır halkı tarafından “ilk kez oyumuzun bir değeri olduğunu anladık” denilerek karşılandı.
Anlamlı bir algıyla dile gelen bu sözlerin arka planında 40 yıldır hangi oyu kullanırsa kullansın %99,99 evet çıkan bir halkın başarılı adımlarla devrimini derinleştirmek istediğine işarettir.
19 Mart 2011 Cuma günü tatilinde yapılan referanduma, 45 milyon seçmenin %41’i yaklaşık 20 milyonu seçmen sandıklara gitti. Sandıklara giden seçmenin 14 milyonu yani, sandığa giden seçmenlerin. %71 evet oyu kullandı. Eski anayasanın değişiklikleri kabul edildi.
Bu değişiklikler arasında Cumhur Başkanlığıyla ilgili olan değişiklik mısır halkı için önem taşıyordu. Mübarek diktatörlüğünün “uzatma ve miras” bırakma (uzatma= Mübarek’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılması, Miras= iktidarın oğluna devredilmesi) siyasetene uyarlanmış maddeleri kaldırılarak daha demokratik önermelerin yer aldığı maddeler konulmuştur.
Buna rağmen, referandumda evet ama yetmez diyen Mısır devrimci güçleri, tamamıyla demokratik yeni bir anayasa yapmanın zorunlu olduğuna vurgu yaptılar. Bu yanıyla ülkemizle benzer süreçlere gelen Mısır demokrasi mücadelesi, devriminin daha da derinleşmesi için etkin çabalara ihtiyacı olduğu açıktır.
Mısır devrimi üzerine 20 makale yazdım. Bu makalelerde tekrarla, tarihsel geri dönüşü olmayan ve ü-retim tarzlarını değiştiren devrimlerle, bu türden siyasal dönüşümlere Arapçada verilen “devrim” adını arasındaki farklılıkları irdeledim, okurlarıma bilgi ilettim. Algı kapasitesi yetersiz olanların bu konularda kimi refleksleri tatmin etmek için önerebileceğim tek şey bu yazıları tekrar okumalarını önermekten ibarettir. Sol milliyetçiliğin, ne türden bir iki yüzlülük ve ahlaksızlık olduğunu ise burada ele almama gerek yok.
Buna rağmen, Mısır devrimi 21. Yüzyılda Arap halkının tüm insanlığa sunduğu bir yol haritası olduğunu tekrarla belirteceğim. Örgütsüz, lidersiz, barışçıl yollarla, kitlelerin basıncına dayanan bir dönüşüm olarak ortaya çıkan bu devrimler, devleti yıkıp yakan ama yerine aynısını tekrar koymaktan başka bir şey beceremeyen ve sonunda gerinsin geriyle dönen adına “devrim” denilen darbelerden çok daha kalıcı olduğunu belirtmekle yetineceğim (Mısır devrimiyle ilgili makalelerim ayrıca, yeri geldikçe devam edecektir).
YEMEN
Yemen, sonun başlangıcına girdi. Sathı mail denilen şey tas tamam budur. Ordu en üst kademelerden itibaren bölünmeye başladı. Farklı ülkelerdeki Büyükelçiler istifaya ve devrimcilerden yana tavır almaya başladı.
Yemen diktatörlük sistemi adım adım, oldukça barışçıl ve oldukça sakin çözülüyor. Halka saldırısı ve katliamları arttıkça, çözülme süreci de hızlanıyor.
Yemen’de bu satırların yazarının da beklentilerinin aksine silahlı çatışma sürecine girmeden siyasal iktidar değişimi için öz verili bir çaba sürmektedir. Bölgenin en kapsamlı silahlanmasını yapmış, kabile sisteminde olan ve her bir kabilenin uçak hariç her türden ağır silahlara sahip olduğu Yemen’de, en küçük bir aile çatışmasının ağır silahlarla yürütüldüğü koşulların aksine, devrimin barışçıl gelişimi oldukça anlamlıdır. Bu ülkenin uygarlık adına ortaya koyduğu tablo, bir kez daha Arap halkının insanlığa sunduğu önemli derslerden biri olarak tarihe geçecektir.
LİBYA
Libya’da Kaddafi yönetiminin, iktidar tutkusuyla uzun iktidar süreçlerinden çıkıp gelen diktatörlüğü, halkına, bölgeye ve insanlığa onarılması güç sorunlar dayatmıştır.
Kaddafi yönetimi, artık Libya’nın felaketi olmuştur. Irak’ta Saddam diktatörlüğünün kaderi gibi bir sürece giren Kaddafi yönetimi, dış müdahalenin de gerekçesidir.
Batılı emperyalist güçlerin petrol ve doğal gaz için Libya’ya karşı BM Güvenlik Konseyinden geçirilerek “meşru” hale getirilen 1973 Nolu “uçuşa yasak bölge” ilanı, gerçekte buz dağının görünen ucundan başka bir şey değildir.
Irak istilası gibi, o da bir 19 Mart günü başlayan saldırılarla, adım adım açık işgale kadar sürükleneceği görülmektedir.
“Libya halkını koruma“ adına, “Kaddafi’nin insanlık kıyımı yapmasını engelleme“ adına, Kaddafi diktatörlüğünü gerekçe olarak öne sürmek, “Irak’ta insanlığı mahvedecek kimyasal silah” bahanesi kadar kocaman bir yalandır.
ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın başını çektiği bu ikiyüzlü ahlaksızlık, Libya halkına yıkımdan başka bir şey kazandırmayacaktır. Bu süreçte Kaddafi’nini yıkılıp yıkılmaması ise teferruattan ibaret kalacaktır.
Irakta uçuşa yasak bölge ilan ederek Saddam’ı kıs kıvrak tutup, ardından yıkmak gibi, aynı senaryo aynı güçlerce, duyarlılığını yitirmiş bir diktatörü bahane göstererek ikame edilmeye çalışılıyor.
Tüm diktatörlükler yıkılsın, bu doğrudur. Ancak hiçbir ülke dış güçlerin istilasına, sivillerin katledildiği bombalara maruz kalmasın demek de doğrudur. Bu ikisi arasında, kimseyi tercih etmemek de bir duruş olarak görülmelidir.
Libya, kaos ve riskin en uç noktada seyrettiği bir ülke haline gelmiştir. Kardeş kavgası, dış güçlerin kirli amaçlarına hizmet etmiştir. Kaybeden Libya halkıdır. Galibinin mağlup olduğu bu savaşta, ayakta kaldığını sananlar dış güçlerin ucuz bir kuklası olmaktan öteye gidemeyecektir.
Devam eden hava operasyonun maliyetini binlerce katıyla Libya halkının servetlerinden çıkarmaksızın bu ikiyüzlü, ahlaksız, şer güçlerinin Libya halkını terk edecekleri hiç sanılmasın. Irak istilası sonrası, bölgede bu güne kadar devam eden silah satışları trilyon dolarlara ulaştığı bilinmektedir. Kullanılmadan çürüyecek silahlar için, silah tekellerinin karları için, Körfez ülkelerine dayatılan satışlar, bunun açık ifadesidir. Bu aynı zamanda, Libya’nın masum halkını katleden bombalamalar ve kullanılan silahlar için fiili reklam, deneme işlevi de görmektedir. Bunun da ötesinde, bölgede planlanan “son düello” savaşları için de bir hazırlık gibidir; Iran ve Suriye gelecek savaşın hedefleri olduğu ise açıktır.
Bu süreç ülkemizi de kapsayan bir projedir; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), her defasında yeniden mezardan kaldırılarak bölge halklarının kaderine kara bir leke olarak sokulmak istenmesi bunun bir ifadesidir. 12 Temmuz 2006 savaşında Lübnan’da, İsrail’in hezimetiyle sonuçlanan 33 gün savaşıyla birlikte mezara gömülen BOP, Libya’ya yönelen savaşla birlikte bir kez daha gündeme gelecek gibidir.
Henüz ciddi bir halk hareketinin bile belirmediği, normal protestolar nedeniyle Suriye’ye karşı gösterilen akıl almaz tepki ve tehditler, bunun bir işaretidir; Fransa’sından, Beyaz Sarayına, Ben Ki Moon’a uzanan tehditler ve uyarılar, amaçların dışa vuran gerginliği olarak belirmektedir.
Batılı güçlerin iki yüzlülüklerini ülkemiz sorunlarında da görmek güç değildir. 30 yılı aşkın süredir Kürt halkına yönelik, her türden askeri araçlarıyla, bombalamalarla, failli meçhullerle, sınır ötesi askeri operasyonlarla ülkemiz iktidarlarının yaptığı ve 40 bin insanın ölümüyle sonuçlanan kıyımları karşısında kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Batı aynı ikircimlikle, Bahreyn’de, Yemen’de, Fas’ta, Suudi Arabistan’da halkın demokrasi ve özgürlük istemlerini kanla bastıran iktidarlara karşı sesiz kalıyor. Bu algılarıyla Batının Libya’ya saldırısı, gerçekte Libya halkını korumak için değil, tersine haklarını gasp etmek amacıyla olacağı açıktır.
İsrail’in amansız bir insan kıyım ve yıkım makinesi olarak yarım asırdır Filistinlilere karşı yaptıklarını, BM kararlarını hiçe sayarak dünyanın her köşesinde Filistinlileri hunharca katledişini, nükleer faaliyetlerini, atom bombası imalatında dünyanın en önde olan ülkelerinden biri olmasını, doğa tahribinden, Filistinlileri küçük kantonlarda oturmaya mahkum eden ırkçı duvar örgüsüne kadar tüm insanlık düşmanı faaliyetlerini görmeyenlerin, Libya halkını koruma kaygısı taşıyacakları çok şüphelidir. Bu iki yüzlülük, Kaddafi diktatörlüğünün yıkılması konusunda da asla samimi değildir.
Dün (21 Mart 2011), İsrail uçaklarının Gazze’ye bomba yağdırıp onlarca sivilin yaralanmasına yol açması ise, batının bu ikiyüzlülüğünün bir kez daha, bin kez daha insanlığa meydan okuyarak dayatılmasıdır. İsrail’in bu pervasızlığı, Arap aleminin, büyük bir değişim süreci yaşarken gösterilen bu küstahlık, İsrail’in bu bölgede yaşamını tahammülü mümkün olmayan bir aykırılık haline getirmektedir. Tarihi boyunca, belli güç odaklarına yaslanarak toprağa ve insana, çevreye ve ilişkilerine zarar veren, dar etnik ve dinsel çıkarlarıyla barış içinde bir arada yaşamayı içine sindiremeyen Siyonist algı, Yahudi inanç yaşama da aykırı algılarıyla bu bölgede yaşama şansını hızla yitirmektedir.
Bu savaş mekanizması, ayakta kalıyorsa dün Irak’ı yerle bir ederek istila eden, bu gün Libya’yı istilaya etmek üzere yerle bir etmeye çalışan batının aç gözlü, uluslararası bir hırsızlık şebekesi olarak ortaya koyduğu tutumdur. Bu tutum ahlaksız bir ikiyüzlülüktür.
Bütün gelişmeler, halkın taleplerini görmezden gelen iktidarların sorumlu olduğunu gösteriyor. Herkesin bu gerçekleri göz önüne alarak davranması gerektiğini belirterek makalemi noktalıyorum.
Mihrac Ural
22 Mart 2011
Bölgemizde devrim süreci tüm hızıyla devam ediyor. Halk her alanda haklı taleplerini dile getiriyor. Halkından yana olmak isteyen iktidarlar acil önlemlere yöneliyor diktatörler ise bir biri ardından yıkılıp gidiyor.
Halkın verdiği iktidarı halk doğru kullanmayanların elinden bir biçimde almasını biliyor. Kimi yerde güçle, çoğu yerde en uygar ve en barışçıl yöntemlerle. 21. Yüzyılın kapıları böylesi büyük aydınlanma hamleleriyle açılırken, kapalı kapılar arkasında gelişmeleri duymazlıktan gelenler, parmağı arkasında saklananlar gibidir. Gelişmelerin dev dalgaları, bu vurdum duymazlığa iktidar hakkı tanımayacak kadar dipten ve güçlücedir.
Bu güç halkın gücüdür. Önünde durulmayacağını herkese yeterince göstermiştir.
SURİYE’DE NEWROZ
Bölgemizde Newroz kutlamaları bu yıl çok daha anlamlı ve geniş katılımlı oldu. Ülkemizde iktidarın acımasız baskısı altında geçen kutlamalarda onlarca alanda polisle çatışmalar vuku buldu.
Dünyanın her köşesinde Newrozu kutlayan Kürt halkı, insanlığa bir kez daha dünyanın her köşesinde Kürt kolektif kimliğiyle yaşama ısrarında, kararlı olduğunu gösterdi. Hiçbir güç onu asimile edemedi ve edemeyeceğini açıkça gösterilmiş oldu.
Bu satırların yazarı açısından 2011 Newrozunun böylesi bir anlamı ve mesajı bulunmaktadır. Geçen yıl Suriye’nin Rakka kentinde kanlı çatışmalara yol açan ve hepimizin protestosunu hak eden devlet müdahalelerine göre bu yıl oldukça özgür ve barışçıl bir kutlama yapıldı.
Suriye’nin her köşesinde, binlerce Kürt’ün katılımıyla, Kürt özgürlük hareketine açık destekleriyle, pankartları, bayrakları ve resimleriyle yapılan kutlamalar, Suriye’nin önceki yıllardan çıkardığı dersler kadar, Kürt halkının gelişen etkinliğinin ve haklarını uygarca elde edebilme medeni cesaretinin bir işaretiydi.
Kürt halkının olgunluğunu, modern bir ulus olarak siyasal davranışında düzeyli yaklaşımlarını bilmeyen cahilleri, Suriye’de Newroz kutlamalarının kanlı geçeceği beklentisini içinde ağzı salyalı bir şehvetle bekleyenleri mahcup etmiştir.
Ülkemizde, iktidarın Newroz kutlamalarına reva gördüğü baskılar ve acımasız saldırılar, bir kez daha basit demokratik taleplerde ortaya konan bu gerginliğin, yarınlar için hiçte olumlu bir işaret sayılmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bölge devletlerinde mücadele eden Kürt muhalif güçlerinin güvenli limanı olarak uzun yıllar işlev gören Suriye’nin Newrozla sınırlı olmayan, Kürt halkının demokrasi ve özgürlük sorunlarıyla da ilgili sorumlulukları olduğu ise unutmamak gerek (bunları da alttaki bölümde ele alacağım).
SURİYE’DE PROTESTOLAR
15 Mart 2011 Suriye’nin Deraa kentinde protesto gösterileri olduğu haberleri gelmeye başladı.
Suriye’de yönetim aleyhine gösterinin bin bir türünü gören ve takip eden biri olarak, bölgenin kaynadığı bir ortamda yapılan protesto gösterilerini halkın en demokratik hakkıdır diyeceğim. Bu hakkı yeryüzünde hiçbir iktidar sonuna kadar da gasp edemez de.
Bir hakkın arkasında duran bir halk var oldukça bu gerçek böyledir.
Deraa olayları, davar yazılaması yapan gençlerin tutuklanmasıyla patlak verdi. Bu patlama doğal olarak belli birikimlerin sonucuydu. Yoktan değil var olan bir sorunlarla ilgiliydi. Ancak bu sorunlarla on yıllardır mücadele eden çevrelerin örgütlü bir çabası olarak gündeme gelmemişti. Geleneksel muhalif güçlerle yapılan konuşmalarda konuyla ilgili haberleri bile olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu hiçbir gerçeği değiştirmiyor. Sorun halkın tepkisini bir biçimde ortaya koyuyordu.
Arap halkının büyük bir uyanış içinde olduğu ve Tunus’tan Mısır’a devrimlerle yürüyen bu yükselişin, Yemende sonuç almanın eşiğinde olduğu bir kesite gelmesi, ortak bir çizgide, uygar, barışçıl, kitle gücünü arkasına alarak onun basıncıyla dönüşümleri sağlayan bir gelişmedir. Bu çizginin dışına çıkan Libya halk ayaklanmasıdır (bunun olumsuzluklarını düzenli yayınladığım makalelerle izah etmeye çalışıyorum)
Domino taşı etkisinin tüm Arap diktatörlüklerini devirmeye başladığı bir süreçte, Suriye’de oldukça geç başlayan ve bu günün verileriyle de oldukça sınırlı alan ve sayıda insanla protestoların gündeme gelmesi tamamıyla Suriye özgülüyle ilgili bir durumdur (bu konuyu, hazırladığım uzun bir makaleyle dile getireceğim)
Bu günkü veriler, Suriye’deki protestoları “patladı” diye tanımlamak zor. Hala anti-emperyalist tutumları, Filistin ve Lübnan’da oynadığı rolle, Arap ulusal dış politika gereklerinde direnen güçlerin yanında sayılan Suriye’de, halkla iktidar arasında ciddi bir kırılmadan söz etmek güçtür. Her hafta yeni bir ayaklanma tarihi veren, kimi zaman ise, bunu “Suriye halkı Türk TV dizilerine tutkun, bunları kaçırmak istemiyor, bunun için ayaklanmaları yapamıyoruz, dizi mevsimi sonunda bunu yapacağız” diyen komedilere kulak asmadan denebilir ki, Suriye halkı, Beşşar Esad yönetimine kredi tanımaya devam etmektedir. Ancak bu kredi sonsuza kadar sürmeyeceği açıktır.
18 Mart 2011 Cuma günü itibariyle, Deraa olayları hızla boyutlanmaya başladı. Deraa tarihi boyunca yönetimlere karşı muhalif güçlerin olduğu bir şehir. Gösterilerde 4 gencin emniyet güçlerince katledilmesinin tepkileri beklenenden de büyük olacağı açıktı. Cenaze sırasındada bir gencin ölümü gerginliği tırmandıran bir gelişmeydi.
Vali ve Emniyet Müdürlerinin görevinden alınmasına karar veren Beşşar Esad, Cumhurbaşkanı birinci Naibi olan Faruk El Şaraa başkanlığında (Bu kişi de Deraa’lı ve Deraa’nıın en büyük aşiretine mensuptur) bir heyeti taziyeye gönderdi. Ancak bu heyet ilgi görmedi.
Cenazeye binlerce kişi katıldı. Az sayıda göstericinin başlattığı gösterileri hükümet baskılarla susturamayınca, şiddet artmaya başladı. Bu gelişme olumsuz etkilerini başka şehirlerde de göstermeye ihtimali az değildir. Tedirgin ve gergin bekleyiş, topluma sağlıklı mesajlar vermeyeceği açık. Halkın talepleri ertelendikçe onarılması güç süreçlerde başlamış olur.
Dış politikada tutarlı olmak hiçbir şeye yetmez. Halkının sorunlarını içte çözememiş bir iktidar halkı karşısında bulmakta gecikmez. Bu nedenle, farklılıklarıyla bir bütün olan Suriye, evinin içini düzenlemede geç kalmadan ciddi ve kalıcı demokratik atılımlar yapmakla yükümlüdür.
Suriye iç demokratikleşmesini hızla derli toplu ele almadan, bütün olumlu özelliklerine rağmen kırılmayla yüz yüze kalabilir.
Demokratikleşme yaşımın en önemli talebidir. Suriye 2000 yılından itibaren buna yönelmeye çalışmakta ancak ciddi bir sonuç alamamaktadır. Gösteriler hala sınırlı taleplerle yürürken, iç demokratikleşme buna cevap verme yükümlülüğünde olmalıdır. Bu konuda gecikme her zaman olduğu gibi sıkıntılı bir sürecin başlamasına yol açabilir.
Bu nedenle iki önemli sorunda hızla adımların atılması, olumlu farklılıklarıyla Suriye’yi, Arap halk devrimlerinin rüzgarlarından en çok yararlanan, kazançlı çıkan ülke konumuna getirebilir. Bunlar birincisi; Kürt sorunu, ikincisi; ülke genelini bağlayan demokratikleşme adımları.
Birincisi;
Suriye’de Kürtlerin talepleri, bölgedeki Kürt talepleri arasında makul olduğu kadar sıkıntısız yerine getirilebilecek taleplerden oluşmaktadır.
Öncelikleri Suriye topraklarında doğan her Kürt insanının vatandaşlık hakkını almasıdır. Kimliksizlerin kimlik haklarına kavuşmasıdır. Kürtçe öğrenim hakları, siyasal örgütlenme ve düşüncelerini açıklama özgürlüklerinin anayasal ve yazsal olarak güvence altında olma hakları.
Kürt halkı, bölgemizin en mazlum halkıdır. Bu halka bölgenin tüm devletleri zulüm yapmıştır. Bu konuda bölgenin hiçbir devleti ve hükümeti masum değildir. Arap orijinli özgürlük ve demokrasi mücadelesinin insanı olarak Suriye’de Kürtlerin haklarını her yazımda tekrarlayarak dile getirdim. Suriye’nin anti-emperyalist direnme noktasında olumladığım yanları kadar, eleştirilerimi de açıkça yaptım.
2010 Newroz kutlamalarında Suriye’nin Rakka kentinde ölüme yol açan hadiselerle ilgili “SURİYE’DE KÜRTLER” başlığı altında yazdığım uzun makalede özetle şunları dile getirdim ;
“Rakka olayları bir dizi gerginliğin ürünüdür. Her gerginlik küçük bir kıvılcımla ciddi bir yangına dönebilir. Bunun çözümü güvenlik önlemleri değil, sertlik hiç değildir. Güvenlik ve sertlik, devletlerin ucuz yöntemidir ve en erken iflas edenidir. Halkı karşısında kendini sorumlu görmeyen devlet kördür. Devlet kimseyi suçlama hakkına sahip değildir. Halkın güvenliği için gerekli her şey, devletin emri altında oldukça, tek sorumlu devletin kendisidir.
Kürtler, Newrozlarını hiç bir yerde özgürce kutlayamıyorlar. Eski kabuklarını üstlerinden atamayan, bin bir gerekçeyle ilkel statülere tutunan devletler, çağdaş bir algıyla bu kutlamaları özgürlük sevincine yükseltemiyorlar. Bununla da kalmayıp, baskıcı tutumlarla, basitçe aşabilecekleri sorunların tutsağı oluyorlar. Suriye gibi bölgemizin en hassas ülkesinde, Arap milliyetçiliğinin kör ettiği gözler, basit sorunları, aşılması güç sorun haline çevirmektedir. Bu sorunlar da toplumu esir almaktadır.
Hangi nedenle olursa olsun milliyetçilik her toplumun, her ülkenin ve her devletin en büyük handikabıdır. Bölücülüğün de temel kaynağıdır. Devletin pompaladığı milliyetçi gerginlikleri, nereden gelirse gelsin provokasyonların da kışkırtıcısıdır. Gerginlikler çatışmaya dönüştüğü zaman, kimse kimseyi suçlamasın tek suçlu ve sorumlu devlettir. Bu Ülkemizde de öyledir, Suriye'de de öyledir.
Suriye kendi Kürtüyle güçlüdür, ona karşı sertlikte ise zayıftır. Emperyalistler bunu istiyor. Zayıf bir Suriye bölge halklarının çıkarına değildir. Kürt halkı bulunduğu her ülkede kendi topraklarındadır, kimsenin topraklarını gasp etmiş bir halk değildir. Yaşadığı ülkenin değerlerine de saygılı ve barışçıl bir halktır. Kürtleri kazanan, hakları ve özgürlükleriyle Kürtleri güçlü kılan, kendini güçlü kılar, kendisi kazanır. Suriye'den de beklenen budur.
Kürt sorununda tutum, Filistin davasındaki tutum gibi bölgenin barometresidir. Bu bölge birimizin değil hepimizindir, saflarımızı sıklaştırdıkça, farklılıklarımızı birer kurucu eşit olarak ele aldıkça hepimiz kazanabiliriz.
Bölgenin tüm devletleri bunu öğrenecektir.“ (Mihrac Ural, 23 Mart 2010 tarihli “SURİYE’DE KÜRTLER” başlıklı makale)
İkincisi;
Çok yönlü demokratik atılım. Beşşar Esad, yönetimi ele aldığı günden itibaren dile gelen reformların artık gerekçesiz ikame edilmeye başlanması gerekmektedir.
Bunların en önemlileri,
Sıkıyönetim yasalarının iptalidir. Bu yasalardan doğan hukuka aykırı tüm yaptırımların da sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerekmektedir (bu yasa nedeniyle Suriye’de 1999-2000 yılları arasında güneş yüzü görmeyen hücre cezası çektim; ne mahkeme ne avukat olmadan. A. Öcalan’ın çıkışı ardından benim de dosyam TC tarafından Suriye’ye dayatıldı, Teslim edilmem istendi. Onlar da resmi olmasa da siyasi mülteci statüsünde biri olarak beni gerekçesiz, yargısız 1 yıl hücrede tutarak, TC’nin günlünü yapmaya çalıştılar. Bundan önce de üç kez siyasi aktivitelerimiz nedeniyle kısa süreli tutuklanmalara maruz kaldım. Ancak bunlar tarafsız bir gözlemle Suriye’yle ilgili oluşmuş görüşlerimi hiçbir zaman etkilemedi)
Genel, siyasi af, düşüncenin özgürce örgütlenmesi ve dile gelmesini engelleyen, tek parti yönetiminin dayattığı adil ve eşit olmayan siyasi rekabetle ilgili tüm yasa, kurum ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasıdır.
Parlamenter demokrasinin, Suriye’nin tarihi ve siyasi geleneğinde yer alan siyasal çoğulculuğu bir biçimde sınırlayan, tabi hale getiren, örgütlenmede çizgiler koyan yasa ve dayatmaları sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır.
Buna Suriye halkının ekleyeceğin bir dizi demokratik talep daha olacağı açıktır. Bu talepler öncelikle insan hakları kapsamandadır ve Beşşar Esad’ın, parlamentodaki ilk konuşmasında ortaya koyduğu siyasi programında da yerini bulan unsurlardır.
Suriye, bölgemizde direnen halklar için oldukça önemli bir mevzidir. Bu alanın güçlüce devamlılığı, değişim ve gelişimle mümkündür. Olduğu gibi devam etmesi ise mümkün değildir.
Son olaylar, bölgeyi yakından bilen bu satırların yazı açısından, “Suriye de patladı” demeyi gerektirmeyen olaylardır. Medya abartmaları ve özel olarak uzun zamandır Suriye’ye diş geçiremeyen batının her düzeyden olayı aleyhte yorumlayıp oklarını yönlendirmesiyle oluşan bu tablo, gerçeklerden uzaktır. Ancak halkın, taleplerinin gerçekleşmesiyle ilgili bir bekleme sınırı olduğu açıktır.
Suriye halkının yönetime verdiği kredi canlılığını hala korumaktadır. Bunun ölçüsü de Halep ve Şam şehridir; bu kentlerde kitlesel protestolar olmadıkça, her ülkede olabilecek bu tür protestolar sistem tarafından kolayca içselleştirileceği bilenmelidir. Ünümüzdeki günler bu konuda da bir netlik olacaktır.
Bölge gelişmelerinden, iç düzenlemelerini sakince yapabilecek ülkelerinin kazançlı çıkacağının bilincinde olan Suriye halkı, yıkıma karşı, barışçıl ve uygar davranışlarla sürecin sorunlarını aşma çabasındadır. İktidarın bundan yararlanması gerek. Bu veriler, uzun süre böyle devam etmeyeceği açıktır.
Bir komşu ülke, geçmiş tarihi içinde bölge devrimcilerine en 12 Eylül rejimi gibi karanlık bir kesitte Türkiyeli devrimcilere, 80’li yıllardan itibaren Saddam diktatörlüğü yıkılana kadar, Iraklı Kürt ve Arap tüm devrimcilere ev sahipliği yapmış bir ülke olarak, barışçıl dönüşümlerle halkın tüm taleplerini yerine getirmesini bekliyoruz.
MISIR
Mısır halkı, anayasa reformu için sandığa gitti. Mısır devriminin ikinci aşamasının önemli adımlarından biri olarak demokratik anayasa mücadelesinde ilk adım olan bu girişim, Mısır halkı tarafından “ilk kez oyumuzun bir değeri olduğunu anladık” denilerek karşılandı.
Anlamlı bir algıyla dile gelen bu sözlerin arka planında 40 yıldır hangi oyu kullanırsa kullansın %99,99 evet çıkan bir halkın başarılı adımlarla devrimini derinleştirmek istediğine işarettir.
19 Mart 2011 Cuma günü tatilinde yapılan referanduma, 45 milyon seçmenin %41’i yaklaşık 20 milyonu seçmen sandıklara gitti. Sandıklara giden seçmenin 14 milyonu yani, sandığa giden seçmenlerin. %71 evet oyu kullandı. Eski anayasanın değişiklikleri kabul edildi.
Bu değişiklikler arasında Cumhur Başkanlığıyla ilgili olan değişiklik mısır halkı için önem taşıyordu. Mübarek diktatörlüğünün “uzatma ve miras” bırakma (uzatma= Mübarek’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılması, Miras= iktidarın oğluna devredilmesi) siyasetene uyarlanmış maddeleri kaldırılarak daha demokratik önermelerin yer aldığı maddeler konulmuştur.
Buna rağmen, referandumda evet ama yetmez diyen Mısır devrimci güçleri, tamamıyla demokratik yeni bir anayasa yapmanın zorunlu olduğuna vurgu yaptılar. Bu yanıyla ülkemizle benzer süreçlere gelen Mısır demokrasi mücadelesi, devriminin daha da derinleşmesi için etkin çabalara ihtiyacı olduğu açıktır.
Mısır devrimi üzerine 20 makale yazdım. Bu makalelerde tekrarla, tarihsel geri dönüşü olmayan ve ü-retim tarzlarını değiştiren devrimlerle, bu türden siyasal dönüşümlere Arapçada verilen “devrim” adını arasındaki farklılıkları irdeledim, okurlarıma bilgi ilettim. Algı kapasitesi yetersiz olanların bu konularda kimi refleksleri tatmin etmek için önerebileceğim tek şey bu yazıları tekrar okumalarını önermekten ibarettir. Sol milliyetçiliğin, ne türden bir iki yüzlülük ve ahlaksızlık olduğunu ise burada ele almama gerek yok.
Buna rağmen, Mısır devrimi 21. Yüzyılda Arap halkının tüm insanlığa sunduğu bir yol haritası olduğunu tekrarla belirteceğim. Örgütsüz, lidersiz, barışçıl yollarla, kitlelerin basıncına dayanan bir dönüşüm olarak ortaya çıkan bu devrimler, devleti yıkıp yakan ama yerine aynısını tekrar koymaktan başka bir şey beceremeyen ve sonunda gerinsin geriyle dönen adına “devrim” denilen darbelerden çok daha kalıcı olduğunu belirtmekle yetineceğim (Mısır devrimiyle ilgili makalelerim ayrıca, yeri geldikçe devam edecektir).
YEMEN
Yemen, sonun başlangıcına girdi. Sathı mail denilen şey tas tamam budur. Ordu en üst kademelerden itibaren bölünmeye başladı. Farklı ülkelerdeki Büyükelçiler istifaya ve devrimcilerden yana tavır almaya başladı.
Yemen diktatörlük sistemi adım adım, oldukça barışçıl ve oldukça sakin çözülüyor. Halka saldırısı ve katliamları arttıkça, çözülme süreci de hızlanıyor.
Yemen’de bu satırların yazarının da beklentilerinin aksine silahlı çatışma sürecine girmeden siyasal iktidar değişimi için öz verili bir çaba sürmektedir. Bölgenin en kapsamlı silahlanmasını yapmış, kabile sisteminde olan ve her bir kabilenin uçak hariç her türden ağır silahlara sahip olduğu Yemen’de, en küçük bir aile çatışmasının ağır silahlarla yürütüldüğü koşulların aksine, devrimin barışçıl gelişimi oldukça anlamlıdır. Bu ülkenin uygarlık adına ortaya koyduğu tablo, bir kez daha Arap halkının insanlığa sunduğu önemli derslerden biri olarak tarihe geçecektir.
LİBYA
Libya’da Kaddafi yönetiminin, iktidar tutkusuyla uzun iktidar süreçlerinden çıkıp gelen diktatörlüğü, halkına, bölgeye ve insanlığa onarılması güç sorunlar dayatmıştır.
Kaddafi yönetimi, artık Libya’nın felaketi olmuştur. Irak’ta Saddam diktatörlüğünün kaderi gibi bir sürece giren Kaddafi yönetimi, dış müdahalenin de gerekçesidir.
Batılı emperyalist güçlerin petrol ve doğal gaz için Libya’ya karşı BM Güvenlik Konseyinden geçirilerek “meşru” hale getirilen 1973 Nolu “uçuşa yasak bölge” ilanı, gerçekte buz dağının görünen ucundan başka bir şey değildir.
Irak istilası gibi, o da bir 19 Mart günü başlayan saldırılarla, adım adım açık işgale kadar sürükleneceği görülmektedir.
“Libya halkını koruma“ adına, “Kaddafi’nin insanlık kıyımı yapmasını engelleme“ adına, Kaddafi diktatörlüğünü gerekçe olarak öne sürmek, “Irak’ta insanlığı mahvedecek kimyasal silah” bahanesi kadar kocaman bir yalandır.
ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın başını çektiği bu ikiyüzlü ahlaksızlık, Libya halkına yıkımdan başka bir şey kazandırmayacaktır. Bu süreçte Kaddafi’nini yıkılıp yıkılmaması ise teferruattan ibaret kalacaktır.
Irakta uçuşa yasak bölge ilan ederek Saddam’ı kıs kıvrak tutup, ardından yıkmak gibi, aynı senaryo aynı güçlerce, duyarlılığını yitirmiş bir diktatörü bahane göstererek ikame edilmeye çalışılıyor.
Tüm diktatörlükler yıkılsın, bu doğrudur. Ancak hiçbir ülke dış güçlerin istilasına, sivillerin katledildiği bombalara maruz kalmasın demek de doğrudur. Bu ikisi arasında, kimseyi tercih etmemek de bir duruş olarak görülmelidir.
Libya, kaos ve riskin en uç noktada seyrettiği bir ülke haline gelmiştir. Kardeş kavgası, dış güçlerin kirli amaçlarına hizmet etmiştir. Kaybeden Libya halkıdır. Galibinin mağlup olduğu bu savaşta, ayakta kaldığını sananlar dış güçlerin ucuz bir kuklası olmaktan öteye gidemeyecektir.
Devam eden hava operasyonun maliyetini binlerce katıyla Libya halkının servetlerinden çıkarmaksızın bu ikiyüzlü, ahlaksız, şer güçlerinin Libya halkını terk edecekleri hiç sanılmasın. Irak istilası sonrası, bölgede bu güne kadar devam eden silah satışları trilyon dolarlara ulaştığı bilinmektedir. Kullanılmadan çürüyecek silahlar için, silah tekellerinin karları için, Körfez ülkelerine dayatılan satışlar, bunun açık ifadesidir. Bu aynı zamanda, Libya’nın masum halkını katleden bombalamalar ve kullanılan silahlar için fiili reklam, deneme işlevi de görmektedir. Bunun da ötesinde, bölgede planlanan “son düello” savaşları için de bir hazırlık gibidir; Iran ve Suriye gelecek savaşın hedefleri olduğu ise açıktır.
Bu süreç ülkemizi de kapsayan bir projedir; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), her defasında yeniden mezardan kaldırılarak bölge halklarının kaderine kara bir leke olarak sokulmak istenmesi bunun bir ifadesidir. 12 Temmuz 2006 savaşında Lübnan’da, İsrail’in hezimetiyle sonuçlanan 33 gün savaşıyla birlikte mezara gömülen BOP, Libya’ya yönelen savaşla birlikte bir kez daha gündeme gelecek gibidir.
Henüz ciddi bir halk hareketinin bile belirmediği, normal protestolar nedeniyle Suriye’ye karşı gösterilen akıl almaz tepki ve tehditler, bunun bir işaretidir; Fransa’sından, Beyaz Sarayına, Ben Ki Moon’a uzanan tehditler ve uyarılar, amaçların dışa vuran gerginliği olarak belirmektedir.
Batılı güçlerin iki yüzlülüklerini ülkemiz sorunlarında da görmek güç değildir. 30 yılı aşkın süredir Kürt halkına yönelik, her türden askeri araçlarıyla, bombalamalarla, failli meçhullerle, sınır ötesi askeri operasyonlarla ülkemiz iktidarlarının yaptığı ve 40 bin insanın ölümüyle sonuçlanan kıyımları karşısında kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Batı aynı ikircimlikle, Bahreyn’de, Yemen’de, Fas’ta, Suudi Arabistan’da halkın demokrasi ve özgürlük istemlerini kanla bastıran iktidarlara karşı sesiz kalıyor. Bu algılarıyla Batının Libya’ya saldırısı, gerçekte Libya halkını korumak için değil, tersine haklarını gasp etmek amacıyla olacağı açıktır.
İsrail’in amansız bir insan kıyım ve yıkım makinesi olarak yarım asırdır Filistinlilere karşı yaptıklarını, BM kararlarını hiçe sayarak dünyanın her köşesinde Filistinlileri hunharca katledişini, nükleer faaliyetlerini, atom bombası imalatında dünyanın en önde olan ülkelerinden biri olmasını, doğa tahribinden, Filistinlileri küçük kantonlarda oturmaya mahkum eden ırkçı duvar örgüsüne kadar tüm insanlık düşmanı faaliyetlerini görmeyenlerin, Libya halkını koruma kaygısı taşıyacakları çok şüphelidir. Bu iki yüzlülük, Kaddafi diktatörlüğünün yıkılması konusunda da asla samimi değildir.
Dün (21 Mart 2011), İsrail uçaklarının Gazze’ye bomba yağdırıp onlarca sivilin yaralanmasına yol açması ise, batının bu ikiyüzlülüğünün bir kez daha, bin kez daha insanlığa meydan okuyarak dayatılmasıdır. İsrail’in bu pervasızlığı, Arap aleminin, büyük bir değişim süreci yaşarken gösterilen bu küstahlık, İsrail’in bu bölgede yaşamını tahammülü mümkün olmayan bir aykırılık haline getirmektedir. Tarihi boyunca, belli güç odaklarına yaslanarak toprağa ve insana, çevreye ve ilişkilerine zarar veren, dar etnik ve dinsel çıkarlarıyla barış içinde bir arada yaşamayı içine sindiremeyen Siyonist algı, Yahudi inanç yaşama da aykırı algılarıyla bu bölgede yaşama şansını hızla yitirmektedir.
Bu savaş mekanizması, ayakta kalıyorsa dün Irak’ı yerle bir ederek istila eden, bu gün Libya’yı istilaya etmek üzere yerle bir etmeye çalışan batının aç gözlü, uluslararası bir hırsızlık şebekesi olarak ortaya koyduğu tutumdur. Bu tutum ahlaksız bir ikiyüzlülüktür.
Bütün gelişmeler, halkın taleplerini görmezden gelen iktidarların sorumlu olduğunu gösteriyor. Herkesin bu gerçekleri göz önüne alarak davranması gerektiğini belirterek makalemi noktalıyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder