24 Mart 2011 Perşembe
İSRAİL TERÖRÜ NEREYE KADAR
Mihrac Ural
25 Mart 2011
Uluslar arası ilişkilerde kimse adalet aramasın.
Çıkarlar ve çıkar öbekleri dünyasına bakmak, olaylar karşısında kimin nasıl davranacağını çözmek için yeterlidir.
Çıkarlar karşısında ne evrensel insan hakları ne de erdemlerinin bir önemi var. Tümü kof birer söz çöplüğü.
Güçsüz ülkeler, çıkar dünyalarına eklenti olabildikleri ölçüde, artıklardan ve kırıntılardan ne çıkarsa o kadarla yetinirler Ötesi değil.
Bu nedenle uluslar arası sorunları ele alırken, bir görüş ortaya koymak artık kendini bıktırıcı tarzda tekrar etmekten başka bir anlama gelmiyor.
Her olay, tüm verileriyle önceki bir dizi olayın neden ve sonuçlarının tekrarından ibaret olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolaysıyla, aynı şeyleri tekrarla yazmak duvara konuşmak gibi bir şey oldu.
İsrail terörünü yazmak tas tamam böyle bir şey. Gözünü kan bürümüş, insanlıktan çıkmış, savaş mekanizmasının esiri olmuş bir terör devletinin cürümlerini tekrarla yazıp durmanın dayanılmaz ağırlığı altında, bir kez daha Gazze’ye yapılan saldırıları kaleme almak öyle kolay değil.
22 Mart 2011 tarihi itibariyle, bölgemizin içine girdiği ayaklanmaların karmaşasında, İsrail Gazze’ye bir kez daha ölüm yağdırdı. Bombalar, füzeler Filistinli sivillerin katledip durdu. Bilanço şimdilik 12 Filistinlinin ölümünü gösteriyor.
İSRAİL - GAZZE
Gazze yer küremizin en yoğun nüfuslu bölgesidir. Bu alanın özgün geostratejik konumu, savaşlar, kuşatma ve tıkanmalarıyla akıl almaz bir yığılma alanı haline gelmiştir. İnanılmaz ölçekte insanlık dramlarına da zemin olan bu yığılma İsrail devletinin terörü altında, kanlı bir yaşam kaosu içindedir.
Gazze bu yapısıyla da direnmenin merkezidir. Yaşama tutkunluğun, var oluş için her türden mücadeleye atılışında kaynağı haline gelmiştir. Gazzede rüzgar eken İsrail’in buradan fırtınalar biçmesinin nedeni de budur. Filistin davası Gazze’de çok daha boyutlu bir dava olarak kendini ifade eder.
İsrail, Gazze’yi gözüne sokulmuş bir iğne gibi görüyor. En ılımlı İsrailli lider sayılan Şimon Perez bile (bu günkü Cumhurbaşkanı) “tanrıdan dileğim, bir tusunami dalgası Gazze’yi halkıyla birlikte alıp götürsün” demekten çekinmez.
Ancak tüm haksız beddualar gibi bu beddua İsrail’in suratına şamarını durmadan vurur.
İsrail’in siyonist terör devleti, 27 Aralık 2008 tarihinde Gazze’e yönelik savaşı bir yok etme savaşıydı. Ancak 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyi onarmak için giriştiği bu savaşta da sonuç alamayarak gerilemesine artan bir ivme katmıştır.
O gün bu gündür, İsrail, Gazze’yi bir biçimde ağır kayıplarla diz çökmeye zorlamaktadır. Ancak bu girişimlerin hiç biri, Mısır gibi Hüsnü Mübarek diktatörlüğünün yardımlarına rağmen başarılı olamamıştı.
O günlerden bu güne, Arap halkının her ülkede başarılı özgürlük ve demokrasi atılımları yaptığı koşulda İsrail, yaklaşan tehlikenin kaçınılmaz sonuçlarına karşı bir kez daha Gazze’ye saldırı yapmayı denemiştir.
Ancak İsrail lehine olabilecek tüm süreçler bir bir kapanırken, bu beyhude saldırılar, Filistinlilerin moralini dahi bozmaktan uzaktır. Dün, “Biz olmasak da gelecek kuşaklarımız Filistin’e dönsün diye mücadele ediyoruz” diye mücadele eden Filistinliler, “artık bizim kuşağın bile dönebileceği günler uzak değil” diye düşünmektedirler.
Dengelerin böylesine köklü değişimi, İsrail’in Gazze kini, kendine zarar verecek bir veri haline gelmiştir.
İsrail, yaptığı vahşeti dün olduğu gibi bu günde ABD ve onun BM Güvenlik Konseyindeki etkinliği altında icraya devam edebiliyor. Bu zırh, batının tarihsel ikiyüzlülüğünü, çıkarlar dünyasındaki ahlaksızlığının da bir ifadesi olarak, Siyonistlerin elinde Filistin halkını katlediyor.
İSRAİL VE BM
II. Dünya savaşının kefaretini Filistin halkına ödeten Batılı emperyalist güçler, kendi dokularının bir parçası olan Siyonist sermayeye Filistin toprakları üzerinde tarihsiz bir devlet kurdurarak, bölgenin talihini karanlık çağlara teslim etmiştir.
Siyonizm bu yanıyla, Yahudi tekelci sermayenin, Nazi yöntemleriyle askeri yayılmacılığı esas alması, mağduru olduğu iddiasında olduğu Alman Nazi yöntemlerini fersah fersah aşan bir vahşetle Filistin halkına dayatma fırsatı bulmuş oldu. Siyonizmi Nazizm yapan da budur.
II. Dünya savaşı artığı silahlar ve Yahudi savaş generallerinin kurduğu İsrail ordusu, 400 yıllık Osmanlı sömürgeciliğinden yeni çıkmış Filistin halkı üzerinde, batının da desteğiyle uzun süreli bir egemenlik kurmayı başarmıştır. Araplarla her savaşta galip gelmenin nedeni böylece oluşurken, Arap coğrafyası okyanusunda bir ada olan İsrail, yüz yıldır biriken Arap gençliğinin tepkileri ve enerji birikimleriyle bu günün gerginliğine gelmiş oldu. BM kararlarını, ABD ve batının sınırsız desteğiyle, önemsemeyen, elinin tersiyle iten İsrail, gelinen bu noktada BM ve Batının engellemekte aciz kalacağı risklerle karşı karşıya kalacağını müjdelemek yanlış değildir.
Buna rağmen, yüzlerce makalede aynıyla tekrar ettiğimiz bu tanılar, İsrail’i anlatmaya yetmiyor.
Bunlara, tarihte, bir terör örgütü olarak yapılandırılmış böylesi bir devletin olmadığını da eklemek gerek. Filistinli liderlere suikast yapmayı, muhalefeti, iktidarı, kuvvet komutanları ve Cumhurbaşkanından oluşan Güvenlik Konseyinde, oylama usulü karar alan başka bir devlet yeryüzüne ne gelmiştir ne de gelmesi mümkündür.
Bu vahşete karşı kılını bile kıpırdatmayan BM, insanın onursal tüm değerlerini ayaklar altına alan bir pervasızlıkla, İsrail’in kınanmasına bile müsaade etmiyor. ABD Vetosu bu pervasızlığın dayanağı olmaya devam ediyor.
“Libya halkını ölümden korumak” adına 1973 Nolu kararıyla Libya’ya bomba yağdırarak sivilleri acımasızca katlediyorlar. Libya’nın Petrolü, doğal gazı ve ikisinden de önemli olan ancak kimsenin dikkatini bile çekmeyen sahranın altındaki dev nehirlerin tatlı sularını ele geçirmek için bu savaş başlatılmıştır; Nil ve Fırat nehir sularının 1000 katı bir debiye sahip olan Sahra altı dev nehirleri denetlemek bu kavganın önemli bir parçasıdır. Libya’nın diktatörü bu nehirlerin yeryüzüne çıkarılması için 71 milyar dolar harcadığı ise bilinen bir gerçektir.
Libya üzerine yürüyen savaş, asla Libya halkı için değildir. Libya’nın demokrasi ve özgürlük arayan muhalefeti, bu haksız savaşla, emperyalistlerin bir kuklası olmaktan öteye geçemez de. Bir diktatörden kurtulmak için halkının gücünden başka bir güce dayanmak ise, uğruna ayaklanılan tüm değerleri esir pazarında satmak demektir. Böylece kaybeden taraf, dövüşen her iki taraftır demek yanlış değildir. Kaybeden Libya’dır, Libya halkıdır.
Bir kez daha anlaşılıyor ki, BM kararları emperyalist çıkarların yolunu açan, onların talan ve gasplarını meşru zeminde yapsınlar diye alınan kararlardır.
Bu kararlar alındığı an bir dakika bile gecikmeden, kararı kendine göre yorumlayarak, silaha sarılıp bombalar yağdırma aceleciliği, bize bir kez daha Irak senaryosunu hatırlatıyor. Saddam diktatörü bahanesiyle Irak yerle bir edildi, Libya ‘da Kaddafi diktatörü bahanesiyle yerle bir edilerek çatışan her iki tarafın da teslim alınması gerçekleşecektir.
Libya’nın hikayesi Irak’ta yazılıdır demek bu anlamda yanlış değildir.
Bu tabloda, İsrail’e tek bir söz söylemeyenlerin, uyarı dahi yapmayanların, insanlığın gözü önünde açlık ve bombalarla katledilen Gazze için kılını kıpırdatmayanların ikiyüzlü ahlaksızlıkları, milletleri temsil etmekten uzak oldukları açıktır.
Zayıflara ölümüne kadar direnmekten başka bir yol bırakmayan bu tablo, Kaddafi’nin şu sıralar can çekişirken dile getirdiği; “uçaklarınızla, bombalarınızla savunma sistemimizi yok ettiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, halkın kararlı direnişi, en büyük hava savunma gücüdür, bu gücü yeryüzünde yenilgiye uğratacak bir güç yoktur” cümlelerini manidar kılıyor.
Kendileri de dile getiriyor, “bu bir Haçlı Seferidir” diye. Fransa İçişleri Bakanı Claude Gueant’ın 23 Mart 2011 tarihli TV programında, “Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Libya'da bir "Haçlı Seferi"ne önderlik” ettiğini dile getiriyor. Ama bakanın bilmediği tarih gerçeklerinden birinin, Haçlı seferlerinin, yerli halkların karşısındaki hezimetidir.
Bu, “Haçlı Seferi” tutkunları, bin yıl önce, bu toprakların halkları karşısında aldıkları tarihsel yenilgiyi akıllarından çıkarmadan, İsrail’in 12 Temmuz 2006’da 33 gün savaşında aldığı ağır yenilgiyle Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) tarihe gömülüşünü unutmadan, yaptıkları bu ikiyüzlü tutumun da bir gün bedelini ödeyeceklerini bilmeleri gerekmektedir. Tarihin kaçınılmaz yasası budur; her halk kendi topraklarının egemeni olarak servetleri üzerinde hak sahibidir, bu hak er ya da geç yaşamın tartışmasız hâkimi olacaktır.
Emperyalistlerin, akıl ölçüleriyle kabulü mümkün olmayan bu sonsuz destekleri, İsrail’i ne bu bölgenin yerli bir unsuru haline getirebilecektir ne de geri dönüşü mümkün olmayan, muhkem yenilgisinden kurtarabilecektir.
RUSYA VE ÇİN
BM kararlarının alınmasında, önemli rolü olması gereken Rusya ve Çin, artık hesabı yapılması gerekmeyecek kadar cüce ülkeler olduğu görülmüştür.
Rusya, Çin gibi devler, açık zulmüm karşısında sesini bile çıkaramıyorlar. İnsanı rahatsız eden bu ahlaksızlığa karşı, sihirli bir değnek değmiş gibi süren sessizliği, dar çıkarlar dışında izah etmenin mümkünü yoktur.
Rusya ve Çin bu satırların yazarı için, halkların haklı davalarına ilişkin BM kararlarında tiksintiyle anılacak tutumların ülkeleridir. Çirkin çıkarlar dünyasının birer komik edatı haline gelen bu iki dev, geçmişiyle ters yüz olmuş ikiyüzlülükten başka bir davranış sergileyemeyerek birer cüce görüntüsü içindedirler.
Filistinli direnme örgütlerinin kınanmasında, üzerine yürünmesi, hatta İsrail’in Lübnan’ı yakıp yıkması sırasında ve son olarak Libya’ya saldırıda vetosunu kullanmayı denemekten bile korkmuştur. Bu tutumlarla birer cüce olarak, bu ülkelerin ne insanlık adına ne de halklar adına uluslar arası alanda verebilecekleri hiçbir şey kalmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
“Çıkarlar dünyasından başka bir şey beklenmez“ diyenleri çok iyi anladığımı belirtmeliyim. Ama şairin dediği gibi bu yürek bu dilden anlamaz pek; 20.yy boyunca tüm zayıf ülkelerin, halkların, ulusal kurtuluş savaşlarının, sosyalist, komünistlerin ve benim de içinde yer aldığı kuşağın, ölümleri bile göze alarak, işkenceler, zindanlar, sürgünler, şehit olma ya da hakkın rahmetine sürgünde muhatap olmalarıyla ödediği bedeller, tutumlarıyla cüceleşen bu iki ülke “çıkarlar dünyası” adı altında aklamanın çok hafif kalacağını belirtmek isterim.
DEĞİŞEN DENGELER
Her şeye rağmen Filistin halkı direnmeye devam ediyor. Bu halk 21. Yüzyıla özgürlük ve demokrasi hamlesiyle giren Arap halkının dinamiklerini ve rüzgarlarını arkasına alarak daha da sonuç alıcı direnişlere yönelmeye hazırlanıyor.
Bunun elle tutulur sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Her gelişmenin etkileri belli bir sürenin sonunda kendini ikame eder gerçeği Filistin halkının bu gelişmelerden etkilenmiş kazanımları için de geçerlidir.
Bunun en önemli zemini, İsrail karşısında kazanılan 12 Temmuz 2006’daki 33 gün savaşıdır. Bu savaşın etkileri bu gün 5 yıl sonra daha da belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
Dün, sıradan silahlarla, yaşam kavgası veren Filistin direnme örgütleri, bu gün Gazze’de çok daha güçlü çok daha etkin savunma silahlarıyla ortaya çıktı.
Barıştan anlamayan, savaşı bir yaşam tarzı olarak kendi toplumuna da dayatan bu terör devleti, artık 40 Km menzilli Filistin direnme örgütlerinin yerli yapım füzelerine muhataptır. Bölgemizde en etkin ve en caydırıcı silah olarak beliren füzeler, artık Filistin halkının da elinde bir savunma ve caydırıcı gücü olarak işlev görüyor.
Nükleer silahlarıyla, Arap coğrafyası okyanusunda ezmeyeceği güç olmadığı sanısında olan İsrail, ilk kırılmayı 2006 savaşında aldı. Bu gün Filistin direnme örgütlerinin füzeleri karşısında artık daha da gerilemiş bir güç konumundadır. Nükleer tesislerini bu füzelerden koruma şansı olmayan İsrail için hiçbir atom-nötron bombası kurtarıcı değildir.
Bu bölgede barış içinde bir arada yaşama algısını içselleştirmemiş olanları ne ırkçı beton duvarlar ne de nükleer silahlar koruyabilir. İsrail bunu anlamakta geç kalacağı artık açık olmuştur.
Sonu gelmeyen İsrail zulmünün bu okyanusta boğulmaktan kurtulması imkansızdır.
25 Mart 2011
Uluslar arası ilişkilerde kimse adalet aramasın.
Çıkarlar ve çıkar öbekleri dünyasına bakmak, olaylar karşısında kimin nasıl davranacağını çözmek için yeterlidir.
Çıkarlar karşısında ne evrensel insan hakları ne de erdemlerinin bir önemi var. Tümü kof birer söz çöplüğü.
Güçsüz ülkeler, çıkar dünyalarına eklenti olabildikleri ölçüde, artıklardan ve kırıntılardan ne çıkarsa o kadarla yetinirler Ötesi değil.
Bu nedenle uluslar arası sorunları ele alırken, bir görüş ortaya koymak artık kendini bıktırıcı tarzda tekrar etmekten başka bir anlama gelmiyor.
Her olay, tüm verileriyle önceki bir dizi olayın neden ve sonuçlarının tekrarından ibaret olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolaysıyla, aynı şeyleri tekrarla yazmak duvara konuşmak gibi bir şey oldu.
İsrail terörünü yazmak tas tamam böyle bir şey. Gözünü kan bürümüş, insanlıktan çıkmış, savaş mekanizmasının esiri olmuş bir terör devletinin cürümlerini tekrarla yazıp durmanın dayanılmaz ağırlığı altında, bir kez daha Gazze’ye yapılan saldırıları kaleme almak öyle kolay değil.
22 Mart 2011 tarihi itibariyle, bölgemizin içine girdiği ayaklanmaların karmaşasında, İsrail Gazze’ye bir kez daha ölüm yağdırdı. Bombalar, füzeler Filistinli sivillerin katledip durdu. Bilanço şimdilik 12 Filistinlinin ölümünü gösteriyor.
İSRAİL - GAZZE
Gazze yer küremizin en yoğun nüfuslu bölgesidir. Bu alanın özgün geostratejik konumu, savaşlar, kuşatma ve tıkanmalarıyla akıl almaz bir yığılma alanı haline gelmiştir. İnanılmaz ölçekte insanlık dramlarına da zemin olan bu yığılma İsrail devletinin terörü altında, kanlı bir yaşam kaosu içindedir.
Gazze bu yapısıyla da direnmenin merkezidir. Yaşama tutkunluğun, var oluş için her türden mücadeleye atılışında kaynağı haline gelmiştir. Gazzede rüzgar eken İsrail’in buradan fırtınalar biçmesinin nedeni de budur. Filistin davası Gazze’de çok daha boyutlu bir dava olarak kendini ifade eder.
İsrail, Gazze’yi gözüne sokulmuş bir iğne gibi görüyor. En ılımlı İsrailli lider sayılan Şimon Perez bile (bu günkü Cumhurbaşkanı) “tanrıdan dileğim, bir tusunami dalgası Gazze’yi halkıyla birlikte alıp götürsün” demekten çekinmez.
Ancak tüm haksız beddualar gibi bu beddua İsrail’in suratına şamarını durmadan vurur.
İsrail’in siyonist terör devleti, 27 Aralık 2008 tarihinde Gazze’e yönelik savaşı bir yok etme savaşıydı. Ancak 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyi onarmak için giriştiği bu savaşta da sonuç alamayarak gerilemesine artan bir ivme katmıştır.
O gün bu gündür, İsrail, Gazze’yi bir biçimde ağır kayıplarla diz çökmeye zorlamaktadır. Ancak bu girişimlerin hiç biri, Mısır gibi Hüsnü Mübarek diktatörlüğünün yardımlarına rağmen başarılı olamamıştı.
O günlerden bu güne, Arap halkının her ülkede başarılı özgürlük ve demokrasi atılımları yaptığı koşulda İsrail, yaklaşan tehlikenin kaçınılmaz sonuçlarına karşı bir kez daha Gazze’ye saldırı yapmayı denemiştir.
Ancak İsrail lehine olabilecek tüm süreçler bir bir kapanırken, bu beyhude saldırılar, Filistinlilerin moralini dahi bozmaktan uzaktır. Dün, “Biz olmasak da gelecek kuşaklarımız Filistin’e dönsün diye mücadele ediyoruz” diye mücadele eden Filistinliler, “artık bizim kuşağın bile dönebileceği günler uzak değil” diye düşünmektedirler.
Dengelerin böylesine köklü değişimi, İsrail’in Gazze kini, kendine zarar verecek bir veri haline gelmiştir.
İsrail, yaptığı vahşeti dün olduğu gibi bu günde ABD ve onun BM Güvenlik Konseyindeki etkinliği altında icraya devam edebiliyor. Bu zırh, batının tarihsel ikiyüzlülüğünü, çıkarlar dünyasındaki ahlaksızlığının da bir ifadesi olarak, Siyonistlerin elinde Filistin halkını katlediyor.
İSRAİL VE BM
II. Dünya savaşının kefaretini Filistin halkına ödeten Batılı emperyalist güçler, kendi dokularının bir parçası olan Siyonist sermayeye Filistin toprakları üzerinde tarihsiz bir devlet kurdurarak, bölgenin talihini karanlık çağlara teslim etmiştir.
Siyonizm bu yanıyla, Yahudi tekelci sermayenin, Nazi yöntemleriyle askeri yayılmacılığı esas alması, mağduru olduğu iddiasında olduğu Alman Nazi yöntemlerini fersah fersah aşan bir vahşetle Filistin halkına dayatma fırsatı bulmuş oldu. Siyonizmi Nazizm yapan da budur.
II. Dünya savaşı artığı silahlar ve Yahudi savaş generallerinin kurduğu İsrail ordusu, 400 yıllık Osmanlı sömürgeciliğinden yeni çıkmış Filistin halkı üzerinde, batının da desteğiyle uzun süreli bir egemenlik kurmayı başarmıştır. Araplarla her savaşta galip gelmenin nedeni böylece oluşurken, Arap coğrafyası okyanusunda bir ada olan İsrail, yüz yıldır biriken Arap gençliğinin tepkileri ve enerji birikimleriyle bu günün gerginliğine gelmiş oldu. BM kararlarını, ABD ve batının sınırsız desteğiyle, önemsemeyen, elinin tersiyle iten İsrail, gelinen bu noktada BM ve Batının engellemekte aciz kalacağı risklerle karşı karşıya kalacağını müjdelemek yanlış değildir.
Buna rağmen, yüzlerce makalede aynıyla tekrar ettiğimiz bu tanılar, İsrail’i anlatmaya yetmiyor.
Bunlara, tarihte, bir terör örgütü olarak yapılandırılmış böylesi bir devletin olmadığını da eklemek gerek. Filistinli liderlere suikast yapmayı, muhalefeti, iktidarı, kuvvet komutanları ve Cumhurbaşkanından oluşan Güvenlik Konseyinde, oylama usulü karar alan başka bir devlet yeryüzüne ne gelmiştir ne de gelmesi mümkündür.
Bu vahşete karşı kılını bile kıpırdatmayan BM, insanın onursal tüm değerlerini ayaklar altına alan bir pervasızlıkla, İsrail’in kınanmasına bile müsaade etmiyor. ABD Vetosu bu pervasızlığın dayanağı olmaya devam ediyor.
“Libya halkını ölümden korumak” adına 1973 Nolu kararıyla Libya’ya bomba yağdırarak sivilleri acımasızca katlediyorlar. Libya’nın Petrolü, doğal gazı ve ikisinden de önemli olan ancak kimsenin dikkatini bile çekmeyen sahranın altındaki dev nehirlerin tatlı sularını ele geçirmek için bu savaş başlatılmıştır; Nil ve Fırat nehir sularının 1000 katı bir debiye sahip olan Sahra altı dev nehirleri denetlemek bu kavganın önemli bir parçasıdır. Libya’nın diktatörü bu nehirlerin yeryüzüne çıkarılması için 71 milyar dolar harcadığı ise bilinen bir gerçektir.
Libya üzerine yürüyen savaş, asla Libya halkı için değildir. Libya’nın demokrasi ve özgürlük arayan muhalefeti, bu haksız savaşla, emperyalistlerin bir kuklası olmaktan öteye geçemez de. Bir diktatörden kurtulmak için halkının gücünden başka bir güce dayanmak ise, uğruna ayaklanılan tüm değerleri esir pazarında satmak demektir. Böylece kaybeden taraf, dövüşen her iki taraftır demek yanlış değildir. Kaybeden Libya’dır, Libya halkıdır.
Bir kez daha anlaşılıyor ki, BM kararları emperyalist çıkarların yolunu açan, onların talan ve gasplarını meşru zeminde yapsınlar diye alınan kararlardır.
Bu kararlar alındığı an bir dakika bile gecikmeden, kararı kendine göre yorumlayarak, silaha sarılıp bombalar yağdırma aceleciliği, bize bir kez daha Irak senaryosunu hatırlatıyor. Saddam diktatörü bahanesiyle Irak yerle bir edildi, Libya ‘da Kaddafi diktatörü bahanesiyle yerle bir edilerek çatışan her iki tarafın da teslim alınması gerçekleşecektir.
Libya’nın hikayesi Irak’ta yazılıdır demek bu anlamda yanlış değildir.
Bu tabloda, İsrail’e tek bir söz söylemeyenlerin, uyarı dahi yapmayanların, insanlığın gözü önünde açlık ve bombalarla katledilen Gazze için kılını kıpırdatmayanların ikiyüzlü ahlaksızlıkları, milletleri temsil etmekten uzak oldukları açıktır.
Zayıflara ölümüne kadar direnmekten başka bir yol bırakmayan bu tablo, Kaddafi’nin şu sıralar can çekişirken dile getirdiği; “uçaklarınızla, bombalarınızla savunma sistemimizi yok ettiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, halkın kararlı direnişi, en büyük hava savunma gücüdür, bu gücü yeryüzünde yenilgiye uğratacak bir güç yoktur” cümlelerini manidar kılıyor.
Kendileri de dile getiriyor, “bu bir Haçlı Seferidir” diye. Fransa İçişleri Bakanı Claude Gueant’ın 23 Mart 2011 tarihli TV programında, “Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Libya'da bir "Haçlı Seferi"ne önderlik” ettiğini dile getiriyor. Ama bakanın bilmediği tarih gerçeklerinden birinin, Haçlı seferlerinin, yerli halkların karşısındaki hezimetidir.
Bu, “Haçlı Seferi” tutkunları, bin yıl önce, bu toprakların halkları karşısında aldıkları tarihsel yenilgiyi akıllarından çıkarmadan, İsrail’in 12 Temmuz 2006’da 33 gün savaşında aldığı ağır yenilgiyle Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) tarihe gömülüşünü unutmadan, yaptıkları bu ikiyüzlü tutumun da bir gün bedelini ödeyeceklerini bilmeleri gerekmektedir. Tarihin kaçınılmaz yasası budur; her halk kendi topraklarının egemeni olarak servetleri üzerinde hak sahibidir, bu hak er ya da geç yaşamın tartışmasız hâkimi olacaktır.
Emperyalistlerin, akıl ölçüleriyle kabulü mümkün olmayan bu sonsuz destekleri, İsrail’i ne bu bölgenin yerli bir unsuru haline getirebilecektir ne de geri dönüşü mümkün olmayan, muhkem yenilgisinden kurtarabilecektir.
RUSYA VE ÇİN
BM kararlarının alınmasında, önemli rolü olması gereken Rusya ve Çin, artık hesabı yapılması gerekmeyecek kadar cüce ülkeler olduğu görülmüştür.
Rusya, Çin gibi devler, açık zulmüm karşısında sesini bile çıkaramıyorlar. İnsanı rahatsız eden bu ahlaksızlığa karşı, sihirli bir değnek değmiş gibi süren sessizliği, dar çıkarlar dışında izah etmenin mümkünü yoktur.
Rusya ve Çin bu satırların yazarı için, halkların haklı davalarına ilişkin BM kararlarında tiksintiyle anılacak tutumların ülkeleridir. Çirkin çıkarlar dünyasının birer komik edatı haline gelen bu iki dev, geçmişiyle ters yüz olmuş ikiyüzlülükten başka bir davranış sergileyemeyerek birer cüce görüntüsü içindedirler.
Filistinli direnme örgütlerinin kınanmasında, üzerine yürünmesi, hatta İsrail’in Lübnan’ı yakıp yıkması sırasında ve son olarak Libya’ya saldırıda vetosunu kullanmayı denemekten bile korkmuştur. Bu tutumlarla birer cüce olarak, bu ülkelerin ne insanlık adına ne de halklar adına uluslar arası alanda verebilecekleri hiçbir şey kalmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
“Çıkarlar dünyasından başka bir şey beklenmez“ diyenleri çok iyi anladığımı belirtmeliyim. Ama şairin dediği gibi bu yürek bu dilden anlamaz pek; 20.yy boyunca tüm zayıf ülkelerin, halkların, ulusal kurtuluş savaşlarının, sosyalist, komünistlerin ve benim de içinde yer aldığı kuşağın, ölümleri bile göze alarak, işkenceler, zindanlar, sürgünler, şehit olma ya da hakkın rahmetine sürgünde muhatap olmalarıyla ödediği bedeller, tutumlarıyla cüceleşen bu iki ülke “çıkarlar dünyası” adı altında aklamanın çok hafif kalacağını belirtmek isterim.
DEĞİŞEN DENGELER
Her şeye rağmen Filistin halkı direnmeye devam ediyor. Bu halk 21. Yüzyıla özgürlük ve demokrasi hamlesiyle giren Arap halkının dinamiklerini ve rüzgarlarını arkasına alarak daha da sonuç alıcı direnişlere yönelmeye hazırlanıyor.
Bunun elle tutulur sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Her gelişmenin etkileri belli bir sürenin sonunda kendini ikame eder gerçeği Filistin halkının bu gelişmelerden etkilenmiş kazanımları için de geçerlidir.
Bunun en önemli zemini, İsrail karşısında kazanılan 12 Temmuz 2006’daki 33 gün savaşıdır. Bu savaşın etkileri bu gün 5 yıl sonra daha da belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
Dün, sıradan silahlarla, yaşam kavgası veren Filistin direnme örgütleri, bu gün Gazze’de çok daha güçlü çok daha etkin savunma silahlarıyla ortaya çıktı.
Barıştan anlamayan, savaşı bir yaşam tarzı olarak kendi toplumuna da dayatan bu terör devleti, artık 40 Km menzilli Filistin direnme örgütlerinin yerli yapım füzelerine muhataptır. Bölgemizde en etkin ve en caydırıcı silah olarak beliren füzeler, artık Filistin halkının da elinde bir savunma ve caydırıcı gücü olarak işlev görüyor.
Nükleer silahlarıyla, Arap coğrafyası okyanusunda ezmeyeceği güç olmadığı sanısında olan İsrail, ilk kırılmayı 2006 savaşında aldı. Bu gün Filistin direnme örgütlerinin füzeleri karşısında artık daha da gerilemiş bir güç konumundadır. Nükleer tesislerini bu füzelerden koruma şansı olmayan İsrail için hiçbir atom-nötron bombası kurtarıcı değildir.
Bu bölgede barış içinde bir arada yaşama algısını içselleştirmemiş olanları ne ırkçı beton duvarlar ne de nükleer silahlar koruyabilir. İsrail bunu anlamakta geç kalacağı artık açık olmuştur.
Sonu gelmeyen İsrail zulmünün bu okyanusta boğulmaktan kurtulması imkansızdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder