5 Mart 2011 Cumartesi
İÇ BÜKEY
Basına, düşünceye yapılan baskıları protesto ediyorum
http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www.cgi/http://mirural.blogspot.com/
Mihrac Ural
5 Mart 2011
Doğanın tarifini tahrif edebilirsiniz. Evreni ve ülkenizi iç bükey sanarak, her şeyi gözleyebilecek, denetleyebilecek, susturabilecek gerekirse de sorgulayıp, tutuklayarak yok edebileceğinizi sanabilirsiniz. Hitler de ciddi ciddi evreni iç bükey sandı ve buna dayanarak dünyayı avucu içine alabileceğine inandı; buna destek veren ve Nazi bilim adamları da az değildi. Sonuç trajedi oldu.
Bu gün ülkemizi de öyle görmek isteyenler, adaletin sınırlarını zorlayarak düşünceyi kovuşturma, tutuklama, zindana atma baskıyla yıldırmaya çalışıyorlar. Aynı anda ve aynı anlama gelen “devlet işini bilir” diyerek, Ülkemiz farklılıklarının özgürlük ve demokrasi taleplerini kanlı bir şekilde tasfiye etmeye çalışıyorlar. Düşüncesinden başka silahı olmayan aydınları, barışçıl siyasi çaba içindeki şahısları öbek öbek tutuklayarak yargılamaktadırlar.
Bu akılla sonuna kadar gidilebileceğini sananlara,
“bölgemize bir göz atın, yakın gelecekteki hikayeniz, bu olaylarda günü birlik yazılıyor” demekle yetineceğim.
***
Bütün çabalar düşünceyi susturmak için.
Bunun için ülkenin iç bükey olduğu inancındalar. Adım adım her şeyi ele geçirdiğine inananlar, her şeyin gözlenebileceğine ve ulaşılabilir olduğuna inanırlar. Daha da ötesi, bir biçimde de yok edilebileceğine kanaat getirirler. Farklı olanı düşman görmek, muhalefeti bir biçimde tasfiye etmek bu yolla mümkün olur sanırlar.
Halkın verdiği siyasi krediyi, bir noktadan sonra kazanılmış ebedi hak sanarak çarklarını döndürmeye başlarlar. Özellikle, darbecilerin adalete önüne çıkarılması gibi halkın taleplerini söylemlerinin aroması haline getirmişlerse. Ergenekon olayı bunlardan biridir.
Darbeci dediler toplumun büyük onayını aldılar ve Ergenekonculara saldırdılar. Darbelerin en çok mağdur ettiği devrimcileri bu çabaları olumladılar, hayır hah gibi duran bir onay verdiler. Haksız da değillerdi. Demokratik açılımın yolu, bu kirli tarihle cesurca yüzleşmeyi gerektiriyor. Halkı için özgürlük ve demokrasi talebinde bulunanların zindanlarda çürütülmesi, işkencelerde katledilmesi, idam sehpalarında asılması, bu güne kadar süren sürgün yaşamına mahkum edilmeleri haklı olarak, Ergenekoncuların da adalet önüne çıkarılma talebini öne almıştır.
Paşalarda zindana girsin bakalım, “Asmayıp da besleyelim mi?” vecizeleri akıllarına bir gelsin. Ama burada kalınmadı, her taşın altında, her sözün ve düşüncenin altında Ergenekoncu aranmaya başlandı. İş çığırından çıkarak, muhalif olabilecek her varlın zindanlara atılması için bir gerekçe olarak joker böylece bulunmuş oldu; özgür düşünce ve davranış Ergenekonculuğu terfi edilince, halkın özgürlük ve demokrasi adına verdiği kredinin artık iktidar pekiştirme, muhalifleri temizleme aracı haline geldiğine bir işaret olmaya başladı. Dolaysıyla bu korkuluk artık işlevini yitirmeye başladı iç bükey algılar dünyayı kuyunun ağzı kadar sanarak, bakış açılarını “farklı olan her şey düşmanımdır” yönelimine kaydırmaya başladı.
Ülke hızla sivil diktatörlüğe doğru, adaletin sınırlarını zorlayan, sınırları adaletsiz kılan bir kovuşturmaya doğru yönelmeye başladı. Basın dünyasının düşünceden başka bir silahı olmayan yazar çizerleri ve aydınları, aynı araç ve yöntemlerle suçlanır hale geldi. En komik olanı da, Hükümet adına başbakandan bakanlara kadar uzanan açıklamalardı; “kovuşturmalar, tutuklamalar bizimle ilgili değil, yargıyla ilgilidir” demeleri.
Kaddafi, her konuşmasında “benim devlette ne başkanlık ne de başka bir yetkim vardır” diyor. Aynı konuşmalarda, ayaklanmacılarla birlik olduğunu açıklayan adalet bakanı, Cemahiriye Başsavcısı ve BM temsilcisi yerine yenilerini atadığını ilan ediyor.
İşte o hesap.
Aynı şeyi Kürt sorununda da aynı mantık uzantısı olarak görüyoruz. Demokratik açılım denildi toplumun ezici çoğunluğu destek verdi, kredi sundu. Ateş kes ilanı istendi, o da yerine geldi.
Ancak başbakandan bakanına kadar her açıklamada ”devlet ne yapacağını bilir” dediler. Bunun üzerine, “bu durumda demokratik açılıma ne olur ?“diye soran gazetecilere, “bize öyle sorular soruyorsunuz ki mecburen gerçekleri söylüyoruz, sonra kıyamet kopuyor, ne siz sorun nede bizi böyle cevap vermeye zorlayınız” diye de insan aklıyla alay eden cevaplar veriyorlar.
Dünyayı iç bükey sanmak işte tas tamam budur.
Bu ise, sahibinin boynunda bir kement gibidir, daraldıkça boğar.
İKTİDAR OLMAK TUTKUYA DÖNÜŞÜNCE
Bölgemizde böylesi alt üstlerin olduğu bir kesitte hiçbir şeyden ders almamış olmak ve ısrarla bu süreci derinleştirmek neden?
Sorumuzun cevabı, onlarca örneğiyle yıkılan ve yıkılmakta olan bölgemiz diktatörlerinin seyri seferinde ayrıntılarıyla yatmaktadır.
Bir kez daha ve bin kez daha seçim kazanmak, iktidarı terk etmemek için. Yeterli bir neden değil mi?
Tutkuyla iktidarda kalmak, muhaliflerine barışçıl yollardan iktidar alma şanslarını yok etmek, onları suçlamak, yere sermek, etkinliklerini tek tek bertaraf etmek; “taraf olmayan bertaraf olacaktır” diyerek farklı olan her şeye bir biçimde bir kulp bulup ezmek, bütün olay budur.
Bu eğilim, iktidar olmanın insanlarda oluşturduğu içgüdüsel bir itim, kader gibidir. İsteyen bunu sınıfsal tezlerle, sınıf mücadelesi adı altında da açıklayabilir, fark etmez; eskiden bende öyle açıklardım. Şimdi öyle değil, eski sistemlerin doğasında böylesi yönelimleri kışkırtan bir iktidar sistemi var bu kaçınılmaz olarak böylesi sonuçlara yol açıyor diyeceğim. 19. Ve 20 Yüzyılın iktidar algıları, egemen sistem adına da olsa onu yıkmak adına da olsa aynı sonuca yönelmiştir. Buna uzun süren iktidar döneminin çemberi daralttıkça daraltıp, halktan koptukça koparak acımasız b.ir diktatörlüğe dönüşümünü de eklemek gerek.
GÜÇ
Güç,her şeyden daha evla.
Zira güç, arzu edilen her şeyin elde edilmesine olanak sağlıyor.
Dolaysıyla ayrıntılar yerine önce güç, sonra yine güç gerekli.
Gücün hangi kaynaktan geldiğinin bir önemi de yok. Bu tutkunun esiri olan, gücün nereden gelip nereye gideceğinin hesabını yapmaz. Güç yeter ki elinde olsun. Gücün zaman içinde kaynağına döneceği gerçeğini algılamak bile istemez.
Gücü geldiği yere döner. Doğa yasasıdır; etki tepki ilişkisi. Halkın verdiği güç halka, başkasının verdiği de başkasına dönecektir. Bu nedenle, emperyalistlerden aldıkları güçlerle iktidar olanların kukla olmaları kaçınılmaz olur. Halka rağmen iktidar olmaya çalışanlar ise yenilmeye mahkum olur.
Bölgemizin tüm gelişmeleri bu denklemi doğrulamaktadır.
21. yüzyıl güç uygarlığıyla uygarlık gücü arasındaki çatışmayla belirlenecektir derken tam da buna işaret etmiş oluyoruz.
HİTLER’DEN AL HABERİ
Halk bir kez iktidar olma kredisi verdikten sonra, ondan bir kez daha kredi istemek, ve bunu hak görüp bin kez daha istemek artık doğal hale gelir.
Bu kanaldan güç aldıkça da daha çoğunu elde etmek ve ulaşılmayan alanları “güç bende” diyerek fethetmeye girişmek ve bunun için her yol ve yöntemi kullanmak kaçınılmaz olur.
İktidarda iç bükey olmak, böyle gerçekleşiyor. Her şeyi görebilmek, izleyip denetleyebilmek gerektiğinde de imha etmek için en kestirme yol evreni, dünyayı ya da ülkenizi iç bükey görmek yeterlidir. Bunun için doğanın tarifini tahrif etmek yeter. Orta-doğuda yıkılan diktatörlüklerinin müptela oldukları hastalıkta kendini bu eğilimlerde ifade eder.
İç bükeyi en iyi anlatan çılgınlık ise Hitler’den; Nazi bilim adamlarına “evrenin iç bükey olduğunu sanıyorum bunu ispatlamaya çalışın” diye emir vermesi işin trajik yanıdır. O dünyanın tüm güçlerini bu yolla gözleyebilecek, onlar üzerinde hüküm sürme olanağını yakalayabilecek ya da imha edebileceğini sanıyordu. Sonuç herkesçe malum.
Hitlerden sonra gelen çömezler, yaptıklarına gerekçe bile bulmaya çalışmadan yollarına devam ettiler.
İktidar ile halk arasındaki kopmanın başlangıcı adım adım böyle gerçekleşir. Halkın verdiği iktidar böylece halka karşı keskin bir bıçak haline dönüşür.
Bu amaçla sonu gelmez gerekçeler sıralanır. Her olay, her fırsat, her girişim iktidar lehine dönen çarkların bir dişlisi haline dönüşür. Buradan itibaren sivil ya da askeri fark etmez, diktatörlük dönemi başlar.
Bu gelişmeler, bir çılgınlık biçimini, başı dönmüşlük çabalarına uzanabilir. Öyle ki iktidar yolunda birlikte yürünen çevreler de hızla tafsile olarak daraldıkça daralan bir çembere içine sıkışılır. Halkın sabrı, siyasi kredileri, toleransları ayaklar altında çiğnene çiğnene, öyle bir yere gelinir ki, toplum bir bataklığa, düşüncesi boşaltılmış bir araç haline dönüştürülür, çürümeye, kimyasal fermantasyona uğratılır. Ya da öyle olduğu sanılır. Nazilerin Almanya’da ulaştıkları doruk burası olmuştu.
II. Dünya savaşı sonrası diktatörlükler bu deneyden çok ders aldılar. Ancak özünden hiçbir fark ikame edemediler. Her şey yine iç bükeydi.
NEREYE KOŞULUYOR
Dörtnala sivil diktatörlüğe koşuyor.
Bu gün halktan alınan onayla, elde edilen güç kullanarak her olaydan yararlanılıyor. Kürt sorunu mu var, terör diye yaygara koparılarak ortalama vatandaş korkutulmak isteniyor, milliyetçilikle, hatta ırkçılıkla etkilemeye uğraşılıyor. Devletin her kurumu, her etkinliği sulta altına almaya çalışılıyor; alınmayan, mali kaynaklar dahil her yöntemle diz çökertilmeye çalışılıyor. Tehdit ediyorlar, yetkilerini kullanarak tasfiyeler yapıyorlar, atamalar, yer değiştirmeler, aziller gerçekleştiriyorlar. Üstelik her şeyi “kuralına uydurularak ya da kurallar yapılanlara uydurularak, açık vermeden” adım adım yaşama dair her yeri gasp ediyorlar.
Sonu gelmez bir süreç, bitmeyen bir tasfiye ve azıl işi içinde devlete ait her kurum, her köşe yeniden iç fetih yoluyla ele geçiriliyor. Mantık bu engellemez sanılan yükselişte, toplumu tüm hücreleriyle denetlemeye yöneliyor. Bu yönelim direnmek isteyenlerin de çevresini boşaltarak santim santim esir alıyor. Özellikle dava kamu davası olunca uğruna direnmeyi gerektiren anlamlı bir şey kalmıyor. Ötelenen kolektif irade yerine bireysel dar çıkarlar öne koyuluyor onu da kendine düşman yapacak yöntemlerle sığıntı haline getiriyor; ya benden olursun ya da bertaraf olursun, söylemi beyinlerde şimşekler çaktırıyor diri diri siyasi bir mevta haline çeviriyor.
Her seçim zaferi bu süreci artan oranda derinleştiriyor. Ancak bu sürecin kendi mantık diyalektiği içinde, kendi zıddını da adım adım büyüttüğünün farkında olmayanlar, volkanlar patlayınca ellerini başına koyarak son pişmanlık için iktidar tutkularını kanlı bir çatışmayı bile göze alacak yerlere sürüklemekten çekinmiyorlar.
İktidarı ele geçirenlerin, ilk hamledeki fetihleriyle, fethedilecek bir alan kalmayınca, yeniden fetihler başlıyor. Bu ise dar halkayı daha da darlaştırıyor, çıkar paylaşım nüfusunun azaltılmasını gerektiriyor. Böylece, halkın patlama noktasına, kimsenin beklemediği bir anda meydanları protestolarla doldurmasına kadar gidiliyor. Bu kimi yerde 20 kimi yerde 40 yıl sürüyor. Ama sonunda üzerindeki ölü toprağını silkeleyebileceği anlaşılan halkın gücü, iktidarı veren, iktidarı gerisin geriye alabileceğini gösteriyor.
Bunu anlamak için çevremize bakmak yeterli. Güç ve iktidarın neler yaptığını bilmemiz için, yarım asır iktidarda olan ve başlangıçta halkı için her fedakârlığa katlanarak çalışan, hatta devrim, darbe gibi adımları atarken ölüm riskini yalnızca halkı için aldığı iddiasında yola çıkanlar, uzun iktidar yıllarının kemirici etkileri altında iktidarı diktatörlüğe dönüştürmekten kurtulamadılar.
Bu noktaya gelinince, birbirinin benzeri ya da benzemezi olmanın bir anlamı kalmıyor. Zira süreç aynı süreç, dolaysıyla herkes birbirinin benzeri olmaktan kurtulamıyor. Sık sık yazdım, halk uğurunda mücadele edeceği bir dava olmadan sokaklara dökülmez. Bu, her halk ayaklanmasının tarihsel ilerleme yönünde olacağı anlamına gelmese de öyledir.
Ülkemizde sivil diktatörlüğe doğru tırmanan süreç, bu güzergâh üzerinden yürüyor;”Her şey halk için” iddiası da özrü kabahatinden büyük haliyle, denizi tüketene kadar süreceği görülüyor.
Halkı ötelemek bir algıdır. Diktatörlüğün en önemli belirtisidir. Ülkemizde iktidar bu yönde son ataklarını yapıyor. Ancak kimsenin gözünden kaçmayan bu adımlar yalancının mumu yatsıya kadar denilerek sesiz çoğunluk tarafından takip edilmeye devam ediyor.
Seçimler yaklaştıkça, artan gerginlik bu nedenle saldırganlığı da artırıyor. Halkın beyninde artan sorular artan baskılarla at başı yürüdükçe, iktidar bir derin devlet yönlendirmesi haline geliyor. Milliyetçilik paydasında birleşen güçler ülkemiz farklılıklarının özgürlük ve demokrasinin temel güçleri olduğu gerçeğini inkârla onlar üzerine yürümeyi tercih ediyor.
Her boyutuyla düşünce erbabı aydınlar ve Kürtler, sivil diktatörlüğün hedef tahtası oluyorlar.
Diğer tüm alanlar bir yana, bu iki alan üzerinden ülkenin canlı her varlığını susturmaya çalışıyorlar. Teslim almak, diz çökertmek için bitip tükenmez baskılara başvuruyorlar. Bir korku kuşatması altında insanlar birbiriyle ilişkilerini, mümkün olan en kısıtlı hale getiriyor; Mübarek diktatörlüğünde 2 milyon güvenlik elemanının yarattığı sesiz terör aynıyla ülkemizde ikame edilmeye çalışılıyor.
SONUN BAŞLANGICI
Ülkemizde iktidarın sivil diktatörlük arzuları bin bir biçimde dile geliyor. Biri tutmayınca bir başka önerme piyasaya sürülüyor; başkanlık sistemi bunun belirtilerinden biri olarak ortaya atılıyor. Yürütmenin gücü, yasama gücünü, yarı gücünü kıskıvrak kuşatarak ikame ediliyor. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesinin İmamları, gaipten uydurup senaryolaştırdıkları suçlamalar, adaletin kirli yargısı olarak hâkimiyet sürüyor.
Uzun bir süreç içinde enerji biriktiren tepkiler, ha kırıldı ha kırılacak bir çizgiye doğru koşuyor. 12 Haziran 2011’de karara bağlanan seçimler, bu açıdan ülkenin kaderinde önemli rollere gebe bir seçim olacaktır.
İktidar için bu seçimler son seçimdir. Yine kazanacaklar. Bu kazanım varılabilecekleri son nokta olacak. Bundan sonrası sathi maildir.
Bu seçimlerde halk kırılmayı gerçekleştirmezse, verdiği krediyi uzattı demektir ama bu bile birikecek enerjinin çok daha yoğun olacağına işarettir.
Benim önerim bu kırılmaya göre tüm hazırlıklar yürümelidir. Seçimler bile bu algıyla ele alınmalı, bağımsız adaylar, parlamentoda yer alış böylesi bir tarihsel dönüşümle uyumlu olacak kadrolardan seçilmelidir. Bu aynı zamanda Kürt özgürlük hareketinin ortak ülkemizde taşıdığı sorumluluğun en önemli sınavı olacaktır; Türkiye’de farklılıkların demokrasi ve özgürlük sorunu sadece Kürt sorunu değildir. Bunun somut olarak ifade edilmesi, siyasal yönelimlerin içiriğinin bu algıyla doldurulması gerekmektedir.
Önemli bir dönemece gelip dayanıyoruz.
Bin kez kazansa da bir kez kaybedince, her şeyi kaybetmeye mahkûm olan iktidar, kaybetmekten kurtulamayacaktır.
Bu, evreni ve ülkesini iç bükey sanan tüm diktatörlük türleri için geçerli bir yasasıdır.
http://anonymouse.org/cgi-bin/anon-www.cgi/http://mirural.blogspot.com/
Mihrac Ural
5 Mart 2011
Doğanın tarifini tahrif edebilirsiniz. Evreni ve ülkenizi iç bükey sanarak, her şeyi gözleyebilecek, denetleyebilecek, susturabilecek gerekirse de sorgulayıp, tutuklayarak yok edebileceğinizi sanabilirsiniz. Hitler de ciddi ciddi evreni iç bükey sandı ve buna dayanarak dünyayı avucu içine alabileceğine inandı; buna destek veren ve Nazi bilim adamları da az değildi. Sonuç trajedi oldu.
Bu gün ülkemizi de öyle görmek isteyenler, adaletin sınırlarını zorlayarak düşünceyi kovuşturma, tutuklama, zindana atma baskıyla yıldırmaya çalışıyorlar. Aynı anda ve aynı anlama gelen “devlet işini bilir” diyerek, Ülkemiz farklılıklarının özgürlük ve demokrasi taleplerini kanlı bir şekilde tasfiye etmeye çalışıyorlar. Düşüncesinden başka silahı olmayan aydınları, barışçıl siyasi çaba içindeki şahısları öbek öbek tutuklayarak yargılamaktadırlar.
Bu akılla sonuna kadar gidilebileceğini sananlara,
“bölgemize bir göz atın, yakın gelecekteki hikayeniz, bu olaylarda günü birlik yazılıyor” demekle yetineceğim.
***
Bütün çabalar düşünceyi susturmak için.
Bunun için ülkenin iç bükey olduğu inancındalar. Adım adım her şeyi ele geçirdiğine inananlar, her şeyin gözlenebileceğine ve ulaşılabilir olduğuna inanırlar. Daha da ötesi, bir biçimde de yok edilebileceğine kanaat getirirler. Farklı olanı düşman görmek, muhalefeti bir biçimde tasfiye etmek bu yolla mümkün olur sanırlar.
Halkın verdiği siyasi krediyi, bir noktadan sonra kazanılmış ebedi hak sanarak çarklarını döndürmeye başlarlar. Özellikle, darbecilerin adalete önüne çıkarılması gibi halkın taleplerini söylemlerinin aroması haline getirmişlerse. Ergenekon olayı bunlardan biridir.
Darbeci dediler toplumun büyük onayını aldılar ve Ergenekonculara saldırdılar. Darbelerin en çok mağdur ettiği devrimcileri bu çabaları olumladılar, hayır hah gibi duran bir onay verdiler. Haksız da değillerdi. Demokratik açılımın yolu, bu kirli tarihle cesurca yüzleşmeyi gerektiriyor. Halkı için özgürlük ve demokrasi talebinde bulunanların zindanlarda çürütülmesi, işkencelerde katledilmesi, idam sehpalarında asılması, bu güne kadar süren sürgün yaşamına mahkum edilmeleri haklı olarak, Ergenekoncuların da adalet önüne çıkarılma talebini öne almıştır.
Paşalarda zindana girsin bakalım, “Asmayıp da besleyelim mi?” vecizeleri akıllarına bir gelsin. Ama burada kalınmadı, her taşın altında, her sözün ve düşüncenin altında Ergenekoncu aranmaya başlandı. İş çığırından çıkarak, muhalif olabilecek her varlın zindanlara atılması için bir gerekçe olarak joker böylece bulunmuş oldu; özgür düşünce ve davranış Ergenekonculuğu terfi edilince, halkın özgürlük ve demokrasi adına verdiği kredinin artık iktidar pekiştirme, muhalifleri temizleme aracı haline geldiğine bir işaret olmaya başladı. Dolaysıyla bu korkuluk artık işlevini yitirmeye başladı iç bükey algılar dünyayı kuyunun ağzı kadar sanarak, bakış açılarını “farklı olan her şey düşmanımdır” yönelimine kaydırmaya başladı.
Ülke hızla sivil diktatörlüğe doğru, adaletin sınırlarını zorlayan, sınırları adaletsiz kılan bir kovuşturmaya doğru yönelmeye başladı. Basın dünyasının düşünceden başka bir silahı olmayan yazar çizerleri ve aydınları, aynı araç ve yöntemlerle suçlanır hale geldi. En komik olanı da, Hükümet adına başbakandan bakanlara kadar uzanan açıklamalardı; “kovuşturmalar, tutuklamalar bizimle ilgili değil, yargıyla ilgilidir” demeleri.
Kaddafi, her konuşmasında “benim devlette ne başkanlık ne de başka bir yetkim vardır” diyor. Aynı konuşmalarda, ayaklanmacılarla birlik olduğunu açıklayan adalet bakanı, Cemahiriye Başsavcısı ve BM temsilcisi yerine yenilerini atadığını ilan ediyor.
İşte o hesap.
Aynı şeyi Kürt sorununda da aynı mantık uzantısı olarak görüyoruz. Demokratik açılım denildi toplumun ezici çoğunluğu destek verdi, kredi sundu. Ateş kes ilanı istendi, o da yerine geldi.
Ancak başbakandan bakanına kadar her açıklamada ”devlet ne yapacağını bilir” dediler. Bunun üzerine, “bu durumda demokratik açılıma ne olur ?“diye soran gazetecilere, “bize öyle sorular soruyorsunuz ki mecburen gerçekleri söylüyoruz, sonra kıyamet kopuyor, ne siz sorun nede bizi böyle cevap vermeye zorlayınız” diye de insan aklıyla alay eden cevaplar veriyorlar.
Dünyayı iç bükey sanmak işte tas tamam budur.
Bu ise, sahibinin boynunda bir kement gibidir, daraldıkça boğar.
İKTİDAR OLMAK TUTKUYA DÖNÜŞÜNCE
Bölgemizde böylesi alt üstlerin olduğu bir kesitte hiçbir şeyden ders almamış olmak ve ısrarla bu süreci derinleştirmek neden?
Sorumuzun cevabı, onlarca örneğiyle yıkılan ve yıkılmakta olan bölgemiz diktatörlerinin seyri seferinde ayrıntılarıyla yatmaktadır.
Bir kez daha ve bin kez daha seçim kazanmak, iktidarı terk etmemek için. Yeterli bir neden değil mi?
Tutkuyla iktidarda kalmak, muhaliflerine barışçıl yollardan iktidar alma şanslarını yok etmek, onları suçlamak, yere sermek, etkinliklerini tek tek bertaraf etmek; “taraf olmayan bertaraf olacaktır” diyerek farklı olan her şeye bir biçimde bir kulp bulup ezmek, bütün olay budur.
Bu eğilim, iktidar olmanın insanlarda oluşturduğu içgüdüsel bir itim, kader gibidir. İsteyen bunu sınıfsal tezlerle, sınıf mücadelesi adı altında da açıklayabilir, fark etmez; eskiden bende öyle açıklardım. Şimdi öyle değil, eski sistemlerin doğasında böylesi yönelimleri kışkırtan bir iktidar sistemi var bu kaçınılmaz olarak böylesi sonuçlara yol açıyor diyeceğim. 19. Ve 20 Yüzyılın iktidar algıları, egemen sistem adına da olsa onu yıkmak adına da olsa aynı sonuca yönelmiştir. Buna uzun süren iktidar döneminin çemberi daralttıkça daraltıp, halktan koptukça koparak acımasız b.ir diktatörlüğe dönüşümünü de eklemek gerek.
GÜÇ
Güç,her şeyden daha evla.
Zira güç, arzu edilen her şeyin elde edilmesine olanak sağlıyor.
Dolaysıyla ayrıntılar yerine önce güç, sonra yine güç gerekli.
Gücün hangi kaynaktan geldiğinin bir önemi de yok. Bu tutkunun esiri olan, gücün nereden gelip nereye gideceğinin hesabını yapmaz. Güç yeter ki elinde olsun. Gücün zaman içinde kaynağına döneceği gerçeğini algılamak bile istemez.
Gücü geldiği yere döner. Doğa yasasıdır; etki tepki ilişkisi. Halkın verdiği güç halka, başkasının verdiği de başkasına dönecektir. Bu nedenle, emperyalistlerden aldıkları güçlerle iktidar olanların kukla olmaları kaçınılmaz olur. Halka rağmen iktidar olmaya çalışanlar ise yenilmeye mahkum olur.
Bölgemizin tüm gelişmeleri bu denklemi doğrulamaktadır.
21. yüzyıl güç uygarlığıyla uygarlık gücü arasındaki çatışmayla belirlenecektir derken tam da buna işaret etmiş oluyoruz.
HİTLER’DEN AL HABERİ
Halk bir kez iktidar olma kredisi verdikten sonra, ondan bir kez daha kredi istemek, ve bunu hak görüp bin kez daha istemek artık doğal hale gelir.
Bu kanaldan güç aldıkça da daha çoğunu elde etmek ve ulaşılmayan alanları “güç bende” diyerek fethetmeye girişmek ve bunun için her yol ve yöntemi kullanmak kaçınılmaz olur.
İktidarda iç bükey olmak, böyle gerçekleşiyor. Her şeyi görebilmek, izleyip denetleyebilmek gerektiğinde de imha etmek için en kestirme yol evreni, dünyayı ya da ülkenizi iç bükey görmek yeterlidir. Bunun için doğanın tarifini tahrif etmek yeter. Orta-doğuda yıkılan diktatörlüklerinin müptela oldukları hastalıkta kendini bu eğilimlerde ifade eder.
İç bükeyi en iyi anlatan çılgınlık ise Hitler’den; Nazi bilim adamlarına “evrenin iç bükey olduğunu sanıyorum bunu ispatlamaya çalışın” diye emir vermesi işin trajik yanıdır. O dünyanın tüm güçlerini bu yolla gözleyebilecek, onlar üzerinde hüküm sürme olanağını yakalayabilecek ya da imha edebileceğini sanıyordu. Sonuç herkesçe malum.
Hitlerden sonra gelen çömezler, yaptıklarına gerekçe bile bulmaya çalışmadan yollarına devam ettiler.
İktidar ile halk arasındaki kopmanın başlangıcı adım adım böyle gerçekleşir. Halkın verdiği iktidar böylece halka karşı keskin bir bıçak haline dönüşür.
Bu amaçla sonu gelmez gerekçeler sıralanır. Her olay, her fırsat, her girişim iktidar lehine dönen çarkların bir dişlisi haline dönüşür. Buradan itibaren sivil ya da askeri fark etmez, diktatörlük dönemi başlar.
Bu gelişmeler, bir çılgınlık biçimini, başı dönmüşlük çabalarına uzanabilir. Öyle ki iktidar yolunda birlikte yürünen çevreler de hızla tafsile olarak daraldıkça daralan bir çembere içine sıkışılır. Halkın sabrı, siyasi kredileri, toleransları ayaklar altında çiğnene çiğnene, öyle bir yere gelinir ki, toplum bir bataklığa, düşüncesi boşaltılmış bir araç haline dönüştürülür, çürümeye, kimyasal fermantasyona uğratılır. Ya da öyle olduğu sanılır. Nazilerin Almanya’da ulaştıkları doruk burası olmuştu.
II. Dünya savaşı sonrası diktatörlükler bu deneyden çok ders aldılar. Ancak özünden hiçbir fark ikame edemediler. Her şey yine iç bükeydi.
NEREYE KOŞULUYOR
Dörtnala sivil diktatörlüğe koşuyor.
Bu gün halktan alınan onayla, elde edilen güç kullanarak her olaydan yararlanılıyor. Kürt sorunu mu var, terör diye yaygara koparılarak ortalama vatandaş korkutulmak isteniyor, milliyetçilikle, hatta ırkçılıkla etkilemeye uğraşılıyor. Devletin her kurumu, her etkinliği sulta altına almaya çalışılıyor; alınmayan, mali kaynaklar dahil her yöntemle diz çökertilmeye çalışılıyor. Tehdit ediyorlar, yetkilerini kullanarak tasfiyeler yapıyorlar, atamalar, yer değiştirmeler, aziller gerçekleştiriyorlar. Üstelik her şeyi “kuralına uydurularak ya da kurallar yapılanlara uydurularak, açık vermeden” adım adım yaşama dair her yeri gasp ediyorlar.
Sonu gelmez bir süreç, bitmeyen bir tasfiye ve azıl işi içinde devlete ait her kurum, her köşe yeniden iç fetih yoluyla ele geçiriliyor. Mantık bu engellemez sanılan yükselişte, toplumu tüm hücreleriyle denetlemeye yöneliyor. Bu yönelim direnmek isteyenlerin de çevresini boşaltarak santim santim esir alıyor. Özellikle dava kamu davası olunca uğruna direnmeyi gerektiren anlamlı bir şey kalmıyor. Ötelenen kolektif irade yerine bireysel dar çıkarlar öne koyuluyor onu da kendine düşman yapacak yöntemlerle sığıntı haline getiriyor; ya benden olursun ya da bertaraf olursun, söylemi beyinlerde şimşekler çaktırıyor diri diri siyasi bir mevta haline çeviriyor.
Her seçim zaferi bu süreci artan oranda derinleştiriyor. Ancak bu sürecin kendi mantık diyalektiği içinde, kendi zıddını da adım adım büyüttüğünün farkında olmayanlar, volkanlar patlayınca ellerini başına koyarak son pişmanlık için iktidar tutkularını kanlı bir çatışmayı bile göze alacak yerlere sürüklemekten çekinmiyorlar.
İktidarı ele geçirenlerin, ilk hamledeki fetihleriyle, fethedilecek bir alan kalmayınca, yeniden fetihler başlıyor. Bu ise dar halkayı daha da darlaştırıyor, çıkar paylaşım nüfusunun azaltılmasını gerektiriyor. Böylece, halkın patlama noktasına, kimsenin beklemediği bir anda meydanları protestolarla doldurmasına kadar gidiliyor. Bu kimi yerde 20 kimi yerde 40 yıl sürüyor. Ama sonunda üzerindeki ölü toprağını silkeleyebileceği anlaşılan halkın gücü, iktidarı veren, iktidarı gerisin geriye alabileceğini gösteriyor.
Bunu anlamak için çevremize bakmak yeterli. Güç ve iktidarın neler yaptığını bilmemiz için, yarım asır iktidarda olan ve başlangıçta halkı için her fedakârlığa katlanarak çalışan, hatta devrim, darbe gibi adımları atarken ölüm riskini yalnızca halkı için aldığı iddiasında yola çıkanlar, uzun iktidar yıllarının kemirici etkileri altında iktidarı diktatörlüğe dönüştürmekten kurtulamadılar.
Bu noktaya gelinince, birbirinin benzeri ya da benzemezi olmanın bir anlamı kalmıyor. Zira süreç aynı süreç, dolaysıyla herkes birbirinin benzeri olmaktan kurtulamıyor. Sık sık yazdım, halk uğurunda mücadele edeceği bir dava olmadan sokaklara dökülmez. Bu, her halk ayaklanmasının tarihsel ilerleme yönünde olacağı anlamına gelmese de öyledir.
Ülkemizde sivil diktatörlüğe doğru tırmanan süreç, bu güzergâh üzerinden yürüyor;”Her şey halk için” iddiası da özrü kabahatinden büyük haliyle, denizi tüketene kadar süreceği görülüyor.
Halkı ötelemek bir algıdır. Diktatörlüğün en önemli belirtisidir. Ülkemizde iktidar bu yönde son ataklarını yapıyor. Ancak kimsenin gözünden kaçmayan bu adımlar yalancının mumu yatsıya kadar denilerek sesiz çoğunluk tarafından takip edilmeye devam ediyor.
Seçimler yaklaştıkça, artan gerginlik bu nedenle saldırganlığı da artırıyor. Halkın beyninde artan sorular artan baskılarla at başı yürüdükçe, iktidar bir derin devlet yönlendirmesi haline geliyor. Milliyetçilik paydasında birleşen güçler ülkemiz farklılıklarının özgürlük ve demokrasinin temel güçleri olduğu gerçeğini inkârla onlar üzerine yürümeyi tercih ediyor.
Her boyutuyla düşünce erbabı aydınlar ve Kürtler, sivil diktatörlüğün hedef tahtası oluyorlar.
Diğer tüm alanlar bir yana, bu iki alan üzerinden ülkenin canlı her varlığını susturmaya çalışıyorlar. Teslim almak, diz çökertmek için bitip tükenmez baskılara başvuruyorlar. Bir korku kuşatması altında insanlar birbiriyle ilişkilerini, mümkün olan en kısıtlı hale getiriyor; Mübarek diktatörlüğünde 2 milyon güvenlik elemanının yarattığı sesiz terör aynıyla ülkemizde ikame edilmeye çalışılıyor.
SONUN BAŞLANGICI
Ülkemizde iktidarın sivil diktatörlük arzuları bin bir biçimde dile geliyor. Biri tutmayınca bir başka önerme piyasaya sürülüyor; başkanlık sistemi bunun belirtilerinden biri olarak ortaya atılıyor. Yürütmenin gücü, yasama gücünü, yarı gücünü kıskıvrak kuşatarak ikame ediliyor. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesinin İmamları, gaipten uydurup senaryolaştırdıkları suçlamalar, adaletin kirli yargısı olarak hâkimiyet sürüyor.
Uzun bir süreç içinde enerji biriktiren tepkiler, ha kırıldı ha kırılacak bir çizgiye doğru koşuyor. 12 Haziran 2011’de karara bağlanan seçimler, bu açıdan ülkenin kaderinde önemli rollere gebe bir seçim olacaktır.
İktidar için bu seçimler son seçimdir. Yine kazanacaklar. Bu kazanım varılabilecekleri son nokta olacak. Bundan sonrası sathi maildir.
Bu seçimlerde halk kırılmayı gerçekleştirmezse, verdiği krediyi uzattı demektir ama bu bile birikecek enerjinin çok daha yoğun olacağına işarettir.
Benim önerim bu kırılmaya göre tüm hazırlıklar yürümelidir. Seçimler bile bu algıyla ele alınmalı, bağımsız adaylar, parlamentoda yer alış böylesi bir tarihsel dönüşümle uyumlu olacak kadrolardan seçilmelidir. Bu aynı zamanda Kürt özgürlük hareketinin ortak ülkemizde taşıdığı sorumluluğun en önemli sınavı olacaktır; Türkiye’de farklılıkların demokrasi ve özgürlük sorunu sadece Kürt sorunu değildir. Bunun somut olarak ifade edilmesi, siyasal yönelimlerin içiriğinin bu algıyla doldurulması gerekmektedir.
Önemli bir dönemece gelip dayanıyoruz.
Bin kez kazansa da bir kez kaybedince, her şeyi kaybetmeye mahkûm olan iktidar, kaybetmekten kurtulamayacaktır.
Bu, evreni ve ülkesini iç bükey sanan tüm diktatörlük türleri için geçerli bir yasasıdır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder