29 Mart 2011 Salı
“SİVİL İTAATSİZLİK”
Kürt halkının özgürlük ve demokrasi talepleri uğruna “Demokratik Özerklik” kapsamında ortaya koyduğu “Sivil İtaatsizlik”, hepimiz adına atılmış bir adımdır. Türk, Kürt, Arap, emekçi demokrat ilerici ezilenler adına atılmış, barışçıl ve uygar bir adımdır.
Bu adıma destek olalım.
Mihrac Ural
29 Mart 2011
Bölgemizde gelişen demokrasi ve özgürlük hareketlerinin dersleri pek çoktur. Ülkemizin bunları önemle izlemesi ve alacağı derslerle geleceğini kurmaya çalışması beklenen olumlu gelişmeler arasında sayılmalıdır.
Bu derslerin en önemlisi iktidarla halk arasındaki ilişki ve dengelerdir.
İktidarlar ne yaparlarsa yapsınlar halkı tam anlamıyla anlamaya yanaşmazlar. Yöneticiler bireysel bazda anlasalar da iktidarları sarmalayan statüleri bunun pratik bir değer kazanmasına geçit vermez. İktidarlar bu nedenle imkan varsa barışçıl yollarla değişir, yoksa halk ayaklanmalarıyla devrilir, şiddetle yüz yüze kalır.
Kürt halkı ve talepleri için, son iki yüz yıllık mücadelesine rağmen iktidarlar tarafından anlaşılmamış bir halktır delmek yanlış olmayacaktır.
Düne kadar varlığı yok sayılıyordu. Son 30 yıldır en doğal hakları yasaktı ve hala bu hakların verilmemesi için akıl almaz bir cinnetle askeri operasyonlara maruz kalmakta, sivil siyasal temsilcileri tarihte eşine rastlanmayan bir kovuşturmayla, yüzlercesi kanıtsız belgesiz suçlamalarla tutuklanmaktadır. KCK davasında da görüldüğü gibi, sözde tanınan bir dil, üstelik resmi TV kanalı olan bir dilin mahkemelerde savunma dili olarak kullanılmasına karşı “tanınmayan, bilinmeyen bir dil” muamelesi görmektedir.
Mecliste grup kuracak kadar milletvekili, 100 Belediye Başkanlığıyla, Kürt kimliğini inkar ya da açıklama cesareti göstermeseler de farklı partilere dağılmış en az 100 milletvekili, bir dizi bakanıyla Kürt dilini, “varlığı bilinmeyen diller” olarak tanımlamak, ülkemizin demokrasiden nasibini alamamış üçüncü sınıf bir ülke olduğunu göstermeye yeterlidir.
Konumuz Kürtler olduğu için, ülkemiz genelinde var olan ve tüm acımasızlığıyla ortada duran anti demokratik baskıları ayrıca dile getirmiyorum; aydınlara, gazetecilere, devrimci örgüt ve liderlerine zaman zaman kanlı baskınlarla, zaman zaman toplu tutuklamalarla, akıl almaz ithamlarla yapılan saldırıların gerici çehresini bilmeyen yoktur. Başka halkları zulmü altında tutanların kendi halkına asla demokratik davranamayacağını söylemek ise yanlış değildir.
Kürt özgürlük hareketi Kürtlerin gerçek, doğal, acil, çağdaş taleplerinin siyasal hareketidir. Bunu bu yönüyle kavramadan iktidarların halklarıyla barışık olmasının mümkünü yoktur. Tüm iktidarların bu gerçekleri anlamakta sınırları vardır. En geniş olanının bile bir noktaya kadar olan hacmi taşınca kırılmaktan başka bir seçeneğe sahip değildir. Bunun için ya barışçıl yollarla iktidarların el değiştirerek daha demokratik yeni iktidarlar olunmalı ya da devrim bu sorunu köklüce çözmelidir diyoruz.
İşte ülkemiz iktidarları da Kürt sorununda böylesi bir ikileme hızla gelip dayanmış bulunmaktadır.
Kürtlerin başlattığı “sivil itaatsizlik” eyleminin bu sürecin vardığı son boyut olarak kavranması yanlış değildir. Üstelik bu tezahür ortaya konulabilecek en barışçıl yol ve yöntemdir.
SİVİL İTAATSİZLİK VE İKTİDAR
Kürt halkı bölgenin yerli halklarından biridir.
Bu halk, bölgenin tarihi ve kültür dokusu içinde ortak bölenleri olan bir sürecin uluslaştırdığı gelişmelerle kendini ifade eder. Bölgedeki sorunlar, Kürt halkının da içinde yer aldığı sorunlardır.
Kürtleri nispeten ayrı tutan yan devletlerinin olmaması, siyasal yönetimleri altında bir ülkenin olmamasıdır. Buna rağmen, Irak Kürdistan Özerk Bölgesi’ni ve topraklarını “yarı-ülke” sayacak olursak, bölgede halkları ve devletleri kapsayan sorunların burada da kendini gösterdiğinden söz etmek yanlış değildir. Kürdistan Özerk Bölgesi’nde, halkın demokrasi ve özgürlük istemleri, Medyaya yapılan askeri baskınlar, iki partinin paylaştığı siyasal sahnenin anti demokratik yapısı gibi eleştirilerle gündeme gelen ve kanlı biten çatışmalar olduğu bilinmektedir.
Kürt halkı bu yanıyla da bölgenin tüm halkları gibi siyasal yönelim ortaklığı içinde olan bir halktır.
Ortak ülkemizde Kürt halkının talepleri, iki yüz yılı aşkın süre içinde çekilen büyük acılara yol açmış taleplerdir. Kürt halkı özgürlük ve demokrasi talepleri uğruna bu acıları çekmekten geri durmamıştır. Haklı olduğu davanın taleplerini 39 halk ayaklanmasıyla dile getirirken uğradığı kanlı kıyımlar, teslim olmasına yol açmamıştır.
Cumhuriyet döneminde 19 kez ayağa kalkmış, son atılımı 30. yılına girmekte olan bir mücadeleyi sürdürmüştür. Bu mücadele sürecinde, iktidarların dayattığı büyük yıkımlara karşı savunma amaçlı silahlı mücadele dahil her yol ve yöntemle halkının taleplerini dile getirmiştir.
Varlığı inkar edilen bu halkın önemli kazanımlarla ulaştığı sonuçlar, yine tatmin edici olmaktan uzaktır. Kürt halkı, tüm halkların en doğal hakkı olan kendi anadiliyle eğitim hakkını bile alamamıştır. Bu, ortak ülkemizin tüm etnik toplulukları için de geçerli bir durumdur. Çok dilli doğal mozaik yapısıyla ülkemizin tek dilli bir sığlık içinde olması, tarihin kadim dönemlerindeki çok dilliğin gerisine düştüğünün açık bir kanıtıdır. Buna eklenecek onlarca hak daha bulunmaktadır. Bu haklar da barış içinde bir arada yaşamla paralel olabilecek haklardır. Bu hakları iktidarların devam eden ilkel bir inatla yasaklı kılmasının ne 21. yüzyıl ne de insan haklarının en basit verileri itibariyle kabulü mümkün değildir.
Kürt halkı, kabulü mümkün olmayan bu haklarını bölgemizin yükselen demokrasi ve özgürlükler kesitinde yeni mücadele araçlarıyla dile getirmesi kadar doğal hiçbir şey olamaz.
Barışçıl olma ısrarında ortaya konan “Sivil İtaatsizlik” eyleminin, “Demokratik Özerklik Çadırları”nda anlamını bulan konumlanışı ise, bütünsel bir siyasal projenin barışçıl yollarla ifadesidir.
Halkının taleplerine dönüp bakmama ısrarında olan iktidarlara karşı, itaatsizlik bir haktır. Bu hakkı gerçekten kullanabilen bir halk, haklılığını en anlamlı şekliyle ispat edebilen halktır. Sivil itaatsizlik, kuru bir söz yığını değildir. En barışçıl haliyle, geniş halk kitlelerine dayanmayı gerektirir. Hükümran güce rağmen, bunu başarmak, halkı bu duruşa çekebilmek, başarıya yakın olmaktır. Bu mesajı görmeyen iktidarların iflah olması da mümkün değildir. “Sivil İtaatsizlik”, ortak ülkemizin bu tarihsel kesitinde özgürlük ve demokrasi için önemli bir adım olarak algılanmalıdır.
Kürt halkının böylesine çağdaş ve uygar bir davranışın arkasında kararlıca duracağı da açıktır.
İktidarların bölgedeki demokrasi ve özgürlük rüzgarlarının mesajlarını bir türlü algılamayan gericiliği, halkların bu doğal hak arayışlarında oldukça çirkin baskılara dönüştüğü ortaya çıkmaktadır. Bu ise, barışçıl çözümleri çökertmekte, ortak yaşama ait umutları da katletmektedir.
Bölge gelişmelerinde ülkemiz iktidarlarının olumlu etkilenmesini beklerken, Kürt halkının barışçıl hak arayışına karşı akıl almaz tepkilerle “Bunların neresi sivil” diyerek, parlamentoya halkın oylarıyla gelen Kürt temsilcilerinin de aralarında olduğu Kürt halkının anayasal haklarla korunduğu iddiasında olunan mücadelelerini yok saymak, ülkemizin en riskli handikabıdır. Bu ise, iktidarların çevredeki gelişmelerden hiç ders alamadıklarını gösteren acı bir belirtidir.
Daha da kötüsü, bu tür barışçıl eylemlerin seçim arifesinde yapılmasından rahatsız olan Başbakanın sözlerini “kendi iradeleriyle ne zaman iş yaptılar ki” diyerek sürdürmesi büyük bir gaftır (27 Mart 2011- Adana konuşması).
Bu algılar, devam eden inkarcı politikaların, Kürt ulusal varlığının ve bundan doğan haklarını “dış güçlerin bir oyunu” diye malum ırkçı-milliyetçi akılla itham etmek, eski hezeyanlarının devam ettiğini göstermektedir. Bu nedenle iddia edilen demokratik açılım, vaat edilen yeni anayasa söylemlerinin kof bir seçim söylemi ötesinde bir anlama sahip olmadığına da kanıttır.
Bir kez daha herkesin tutarlı olması gerektiğine işaret edeceğim.
Bu tutarsızlıkları kimsenin gözünden kaçmamaktadır. Uluslararası planda bile kabaca yapılan U dönüşleri ve devam eden NATO yanlısı ilkesiz, bir o kadar da kuklaca duruşlarını, ortak ülkemizin sorunlarında da aynıyla sürdürme amacında olunduğuna işarettir.
İktidarlar artık ders almalıdır. Bölge halkları, özgürlük için yola çıkmıştır. Bu bölgenin en kadim yerli halklarından biri olarak Kürtler de bu rotada hak talebini barışçıl yollarla kazanma çabasındadır. Halkın verdiği iktidarı halka karşı sonuna kadar sürdürmenin mümkün olmadığı ve anlamsız bir çaba olduğu anlaşılmıştır.
Hiçbir diktatörlüğün, halkın gücünden daha güçlü olmadığı ortaya çıkmıştır. Başkasına nasihat verme iddiasında olan iktidarlar, bu nasihati öncelikle kendilerinin dinlemesi gereklidir. Bu ülkemizdeki iktidar için herkesten daha da geçerli bir önermedir.
İktidarlar halk için vardır, bunun hakkını vermeyen iktidarların elindeki tüm güç ve etkinlikleri halkı bir biçimde almasını bilecek kadar özgürlüğüne sahip çıkacaktır.
Bu gerçekler, ülkemizde Kürt halkı için olduğu kadar bölge halkları için de açık bir gerçektir. Ülkemizin tüm halklarının bu duruşa destek vermesinin önemi her halkın kendi hak arayışı için bir sorumluluk olduğu kadar bir yükümlülüktür de.
KIZILDERE DİRENİŞİ ve TARİHSEL ALGI
Mihrac Ural
30 Mart 2011 ( İkinci yayım için önsöz)
Kızıldere katliamının yıl dönümüyle ilgili olarak 2009’da Antakya’da yapılan panele sunduğum bu yazıyı okurlarımla bir kez daha paylaşıyorum.
Bir kez daha orijinal olmanın, yere değerler üzerinde soyutlamalara giderek evrensel olmanın gereğine vurgu yapmak istiyorum.
Bizden olan, bizi bütünüyle temsil eden, kimliğimizi oluşturan değerlerimizi, evrenselde orijinal bir dişli olarak yer almamızı sağlayan hadiseleri bilince çıkarmalıyız, diyorum.
Kızıldere bir direniştir. Bu direniş bize ait değerleri taşımaktadır. Orijinal kimliğimizi bu verilerle oluşturabildiğimiz ölçüde, evrensel olma, kendimiz olma şansını yakalamış oluruz. Bu nedenle, tarihsel algılarımızı insanlığın ortak değerlerine açık hale getirdiğimiz kadar, yerelimize de açık hale getirmeliyiz.
Bizi geniş insanlık ailesi içinde orijinal yapacak olan kimlik budur, nitelikli var oluşun yolu da buradan geçiyor.
Bu, ülkemiz solu için daha da geçerlidir.
Evrensel değerleri alıyoruz diye, batının ilgili ilgisiz her şeyini kimlik bunalımımıza çare olarak sokuşturmakla düştüğümüz marjinal konum, sürmekte olan kimlik bunalımımızın da nedenidir.
Bu kaostan kurtulmak için evrensel insan değerlerini terk etmeden yerel değerlerimizden gerçekçi kimlikler oluşturmaya çalışmalıyız. Tarihsel algılarımızı bunlarla temellendirebildiğim ölçüde, farklı kimlik ve deneyleri anlamak ve onların içselleştirilebilir verilerini kazanmak mümkündür. Aksi, bizi kendimizden çıkaran, sıradan bir taklit haline getiren ve orijinali var olduğu için de bizleri bir artık torbası haline getirecektir.
Orijinal olmak, geleceğe taşınabilir değerleri temsil etmeyi gerektirir. İnsanlık ailesi içinde her topluluk kendi orijinalinden beslenerek bunu yapar. Başkasının değerleriyle, kendimizi tanımlamamız mümkün değildir.
Artık kendimize ve değerlerimize dönmeliyiz. Kimlik bunalımlarımızın, siyasal kaoslarımızın aşılması için de buna ihtiyacımız var. Halkından bu ölçüde kopuk bir sol, orijinal değerleri olmayan soldur. Bu ise asla sol değildir. Ülkemiz siyasal gelişmelerinde ortaya çıkan tablo da bu gerçeği ağır bir şamar olarak suratımıza vurmaktadır.
30 Mart 1972, Kızıldere katliamı, Mahir Çayan ve arkadaşlarının direnişiyle sembolize olurken, bize sunduğu, orijinal olma gerçeği ve kimlik katkısı da tas tamam budur.
Bu direnişin anlamlı anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Mihrac Ural
3 Nisan 2009 (Antakya paneli için)
37 yıl sonra bir kez daha Kızıldere direnişi bizleri bir araya getirdi. On yıllar geriden bu güne ulaşan bu enerji, her tarihi kesitte kendine özgü verileriyle anlamlı mesajları içerdi. Kızıldere direnişi anılırken herkesin vurgusunu yaptığı ortak değerler, bir klasik haline gelerek soyutlanıp gelecek kuşaklar için başvuru olgusuna yükseldi. Tarihte her olayın böylesi bir ilgi konusu olması söz konusu değildir. Anlaşılan, üzerinden daha birçok on yıl geçse de Kızıldere direnişi, bu özelliğiyle ülkemiz yakın tarihinin gelecek kuşaklara taşıdığı anlamlı masajları iletmeye devam edecektir.
Kızıldere, bir yanıyla bir katliamın, bir yargısız infazın, derin devlet geleneğinin icra ettiği zalim bir vakıadır. Henüz tüm yönleriyle açıklığa kavuşmamış bu katliamın derin devlet arşivlerindeki tozlu raflardan çıkması beklenmektedir. Kamuoyunun aradan geçen onlarca yıla rağmen cevabını bulamadığı bu katliamı tüm yönleriyle ancak demokratik bir devletin ortaya koyabileceğini de biliyoruz. Bu yanıyla Kızıldere katliamı bir hukuk savaşı olarak da bu günün konusu olmaya devam ediyor; baskında hala canlı olan ya da yarılı bulunanların yerinde infaz edildiği gerçeği, toplumsal korkularımızın devletle ilgili yanlarına önemli mesajlar içerdiğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
Bu katliamın sorgusu, şeffaf toplum özlemlerimize katacağı değerler kadar, bir direniş destanı olmasının da demokrasi umutlarımız için katacağı daha fazla değerler olduğunu belirteceğim. Kızıldere katliamı sorgusunun gerçekçi sonuçlarını elde edebilmek için, bu vakıanın bilinçaltımıza yerleştirdiği direniş çizgisinin, demokrasi güçlerinin kararlılıklarına, dayanışmasına, gelecek kuşaklar için özverili duruşuna katkılarının ön planda tutulması gereklidir.
Bu gün sizlerle bu kanaatlerimin tarihi köklerine ve bu gün taşıdığı anlama işaret edeceğim.
Bu noktadan dönüp tarihte iz bırakan önemli olaylara göz atalım. Tarihsel bilincimizde derin izler bırakan hadiselerin destansı özeliklerinde her zaman, insan iradesinin sonuna kadar dik tutulduğu, zulme boyun eğmeyen, dayanışmayı doruğa taşıyan bir direnme objesi olduğunu göreceksiniz. Tarihin derinliklerinden bu güne taşınan tüm büyük hadiselerde bu özelikler ön plandadır.
Tarih hiçbir zaman insanı katleden ceberut güçleri, onların dev askeri aparatlarla yaptığı yıkım gücünü toplum bilinçaltında soyutlanmış bir veri olarak tutamamıştır. Dünden bu güne taşınan her zaman insani olan savunu ve direnme çabalarının sonuçları olmuştur.
Heredot tarihinde Perslerle-Greklerin savaşını aktarır. Dev ordularıyla Perslerin, İyonya dahil tüm Yunan sitelerini istila edip krallarını esir alarak Atina’ya yürüdüğünden bahseder. Pers ordusunun nehirleri içerek kuruttuğundan dem vurur. Milyonlarca askerin yeri göğü inlettiği bilgisini verir. Ancak bu dev ordu ve yıkıcı gücü, tarih algılarımızın işe yarar bir unsuru olmaz. Toplumsal bilinçaltın da izleri hiç kalmaz. Buna karşı, bu dev ordulara direnen küçük bir azınlığın maraton savaşındaki zaferi, Selamis deniz muharebesindeki direnişi ve başarısı destanlaşır. Dünden bu güne insani olan değer ve mesajlarıyla ulaşır. Maraton koşusu da dünden bu güne bu gerçekliği taşır, bunu temsil eder.
Toplum bilinçaltında, tarihten bu güne taşınana ve bu ölçüde etkin yer edinen gerçek, insan iradesinin, dayanışmasının haklı bir davada başarıya mutlaka kavuşacağıdır.
Maraton’da direnme kazanmıştır. Bu tarihi hadisenin soyutlanarak çağlar ötesinden bu güne gelişinin değerini veren de budur; haklı bir dava uğruna, insan iradesinin tüm etkinlikleriyle direnmek, dün Maratonda olduğu kadar, bu günün her haklı davada geçerli bir kıstastır. Bir olayın klasikleşmesi ve tüm çağlar için anlamlı olmasının ifadesi burada yatar. Haklı olan direndiğinde kazanır. (Maraton savaşı M.Ö 490 Eylül ayı, Heredot Tarihi kitap VI. paragraf 108-117)
Kerbela olayı hepimizin bilinçaltında aynı şeyleri çağrıştırır. 1400 yıl önce olmuş bir olay, bu güne hangi soyut değerlerle taşınabilir diye dönüp baktığımızda aynı parametreleri buluruz.
Kerbela olayında, bilinçaltımızın tarihten bu güne taşıdığı gerçek, zalim Yezid ordusunun gücü değil, Hz. Hüseynin ve ehlibeytin direnmesidir. 1400 yıl bitip tükenmeyen bir direnme destanı olarak bu güne taşınan değerler, başka tarihi olaylarda da taşınan değerler aynıdır. Soyutlanarak bu güne gelen ve klasikleşerek her dönem için geçerli olan kıstaslar burada kendini gösterir.
Kerbela, bir direnmedir. Kerbela insan iradesinin haklı zeminde, zalime ve onun dev askeri gücüne karşı direnişini sembolize eder. Halkın çağlar boyu yararlanabileceği verileri barındıran bir destan olur, bu güne gelir, her benzer olayda anılır ondan güç alınır.
Kerbela olayını inancın önemli bir öğesi yapan da budur. Oysa aynı kesitte İslam içinde birbirinden farklı ve çok ilginç savaşlar yaşanmıştır. Ama Kerbela hepsinden ayrı bir yer alır, bilinçaltımıza yerleşir ve bugün hiç ilgisi olmayan Kızıldere olayıyla ortak paydada buluşur. Maraton savaşının zaferle, Kerbela’nın ve Kızıdere’nin katliamla sonuçlanması bu sonucu değiştirmez. Tarihte bu güne gelen gerçek, galibiyeti ve mağlubiyetiyle insanlığın yararlanabileceği ve her çağ için geçerli olan tutumlardır. Duruştur. Bunlar da direnmede anlamını bulur. (Kerbela savaşı, 10 Ekim 680. Hicri:10 Muharrem 61)
Tarihin yeni kesitlerinde ise Leningrad’ın Naziler tarafından kuşatmasına karşı direnişi anmadan geçemeyiz. 14 Temmuzda Leningrad kapılarına dayanan Alman Nazi ordusu, 8 Eylül 1941’de şehri tamamen kuşatmıştı. 900 gün süren Sovyet halkının destansı savunmasıyla, bu zalim kuşatma 27 Ocak 1944 kırılmıştı. Bu ünlü kent, Naziler tarafından ablukaya alınır alınmaz “yeryüzünden silinmek üzere” bombardıman altında tutulur. İki milyon ölüye, yokluklara, imkansızlıklara ve zorluklara rağmen halkın gösterdiği direnme, dayanışma ve kararlı duruş iradesiyle Naziler diz çökmüştür. Stalingrad savunması ise aynı direnmenin zaferiyle sonuçlandı. Stalingrad zaferi, faşizmin tarihe gömülmesine yol açan kapıları araladı (21 Ağustos 1942 – 2 Şubat 1943 Stalingrad direnmesi).
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar arasında Filistin halkının devam eden direnişini saymak konumuzun en önemli mesajıdır. Yüz yıla doğru tırmanan bir direniş destanı kuşaktan kuşağa, silahtan, taşa kadar bir halkın erdemli, onurlu dik duruşunun destanıdır. Direnme burada da tarihe taşınacak bilinçaltının yapı taşları olarak örülmüştür.
Örneklerimizin tümü, bize ait olanları da olmayanları da aynı mesajı vermektedir; zaferi ve yenilgisiyle de öyledir. Tümünün ortak bir yanı var, günümüz için geçerli verileri ve yürünmesi gereken haklı davaların yolları olarak, gündem konumuzdur.
Kızıldere direnişinin yeri tastamam bu noktadadır. Önemli bir tarihi kesitin tüm ilişki ve çelişkilerini, halkın haklı davada alması gereken kararlı duruşu temsil etmektedir. Kızıldere’yi bilinçaltlarımızda bu güne taşıyan, tarihimizin gelecek kuşaklara uzattığı bir medrese olmasının anlamı da burada bulunmaktadır.
Direnme bu olayın özüdür, özetidir.
Demem o ki, ne tabulaştırma ne de tanrılaştırma olayı, ne abartma ne de şahsileştirmedir bu tespitlerimiz. Siyasi yönelimlerin kutsanması da değildir; dünyamız o günden bu güne çok değişti beraberinde tüm siyasal algıları da değiştirdi. Ancak Kızılderenin taşıdığı direnme mesajı, olduğu gibi soyutlanıp dünden bu güne taşınabilecek bir değer olarak kaldı.
Kızıldere bir tarihsel vakıa olarak taşıdığı önem de buradan gelir. Benim bulgularım da bu yöndedir. Kızıldere direnişi, ortak ülkemizin gelecek tüm tarihi süreçleri için geçerli olabilecek bir kıstası klasikleştirmiştir. Tarihte iz bırakan, örnek teşkil edip tüm çağlar için geçerli kıstaslar sunabilen özellikleriyle yerini almıştır. Kızıldere direnişi bu özgünlükte dün olduğu gibi, bu gün içinde bize dersler taşımaktadır diyorum.
İnsanlığın tanık olduğu binlerce direnme olayı olduğu kesindir. Ancak tarihsel dönemeçlerde, toplumsal kırılma dönemlerinde, büyük dönüşümlerin merkezinde yer alan direnmelerin yeri ve mesajı farklıdır. Maraton savaşı gibi batı ve doğu sınırını çizen, Kerbela gibi bir ümmeti farklılaştıran, Stalingrad gibi karanlık Nazi rejimine son verecek kapıları açan direnmeler bu özellikleriyle, tarihte soyutlanabilir örnekler olarak yer alırlar. Yani gelecek kuşaklara taşınabilir örnekler haline gelebilirler. Kızıldere direnişi işte böylesi bir direniştir.
Kızıldere direnişi, ortak ülkemizin önemli bir kırılma noktasında, içine kapalı olmaktan dünyaya açılma noktasının ilişki ve çelişkilerinde, öncesi ve sonrası diye tanımlanabilecek toplumsal olaylar sürecinin merkezinde yer almıştır. Bununla da özgün bir tarihi statüye kavuşmuştur.
Kızıldere’nin tarihte algılanması gereken yeri, tek başına bir direnme hareketi olması değildir. Vuku bulduğu tarihi kesitin önemiyle birlikte bir direnme hareketi olması onu ülkemiz tarihi geleneğindeki yerini belirlemiştir. Her geçen dönemde artan önemi buradan gelir.
“Kızıldere bir direnme destanıdır” derken, slogancılığa düşmemek için bu uzun anlatımı yapmak istedim. Olay tek başına derinme değil tarihteki yeri ve geleceğe taşınabilir özellikleriyle anlamlıdır demek istedim.
Buradan, Kızıldere algısının bir başka boyutuna geçebiliriz.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, ister ülke düzeyinde isterseniz şehir ya da siyasal örgüt düzeyinde her insan topluluğunun kendine ait bir değer yargısı ve bunu oluşturan figürler, olaylar, iyi ya da kötü bilinçaltında yer edinmiş anıları vardır. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin o yapının, ülkenin, şehrin ya da etkinliğin ana yönelimlerini belirleyen izlerle karşılaşırsınız.
Bir Filistinli direnirken yakın, uzak direnme tarihini bilince çıkartır. Endülüs’ün (İspanya) Tarık bin Ziyad tarafından fethinden, Filistin’deki Cenin kampı direnişine kadar uzanan bir yelpazeden yararlanır. Bu yelpazenin zengin verilerinden bilince çıkarttığıyla taşını atar, silahını sıkar, direnişini yükseltir. Evrensel örneklerden de yararlanır, ancak öncelikle kendine ait olandan yola çıkar. Orijinal olma esprisidir bu.
En sağcı Fransız’ın bile, Fransız devrimini sahiplenir, Bastil kalesinin devrimci bir kalkışmayla yıkılışını her 14 Temmuzda coşkuyla kutlar; kendine ait, kendi değerlerinden, yaşanmış ve iz bırakmış özverilerinden oluşan geçmişi soyutlayıp bu güne getirir ve bununla yolunu aydınlatır.
Her deney ve örnekten yararlanır, ama öncelikle kendine ait olandan başlar, ayakları orada yere basar, yola çıkar, yerelin evrensele uzanmasının anlamı da budur.
Şu an size birileri Nil nehri taştı derse ilgilenirsiniz ama asi nehri taştı derse salonu bir an önce terk ederek durumu gözünüzle görmek istersiniz. Bu davranışınız çok doğal bir reflekstir ve haklıdır; orijinal olmak budur, kendine ait olan değerlerle ilişkili olmaktır. Bu, yerele mahkum olmak değil, evrensele uzanmak için yerelin dinamiğiyle yola çıkmaktır.
Ülkemiz devrimci hareketinin tarihi kaosların, yetmezliklerin, sakatlıkların tarihidir. Milliyetçilik belası bunların başındadır. En komünisti, en sosyalisti ve solcusunun bilinçaltında bir milliyetçilik virüsü dolaşır. Ejderha olsan kar etmez, farklıysan, ayrı bir varlıksan yapacağın tercihler birbirine benzer ya yok olacaksın ya da egemen içinde kendini eriteceksin. Bu dayatılır. Aksi takdirde farklılığın başına çok iş açar.
Bununla da kalınmaz, ülkemiz solu marjinal hallerine, musalla taşında olmasına bakmadan bölünüp durur, amip gibidir. Her on yılda bir, her örgütten 7 batın örgüt çıkar durur. Herkes haklıdır ve herkes devrime 5 kala halini yaşar. Bu sürükleniş içinde ayakaltımız o kadar boşalır ki çevremizde komutanlardan oluşmuş bir orduyla yüz yüze geliriz. Var artık bunlara asker bul…
Bütün bu hengamede orijinal hiçbir şey yoktur. Teori savaşları gerçekte ithal teorilerin savaşlarından ibarettir. Bu topraklara ayakları basmayan, evrensel değerleri yerel değerlerle kaynaştıramayan söylemler müthiş bir teorik performansla yazınsal hale getirilir ve ilgisiz insanlara, uğruna dövüşecekleri bir tez olarak sunulur. Alan memnun, satan memnun. Ama ne alan ne de satan yerli değildir. Batının marjinal düşün ürünleri, son kullanma tarihi yüz yıl öncesine ait tezleri ısıtılıp önümüze koyulur.
Ne gelecek algısı ne de geçmişi yerele bağlama kaygısı olmadan, her tarihi kesitte bir boy daha kısalarak musalla taşında imam fatihası beklenir.
Orijinal ölünür ancak hiçbir kesitte orijinal olunmaz. Kendin değil başkası olarak yaşarsın ama kendin ölürsün. Sol bu halde dünden bu güne geldi. Kendine ait değerlerle yaşamadı, hedef kitlesinden böylece koptu. Yaratılmış değerlerini algılama güçlüğü çekti, bunu da önemsizleştirdi. Kızıldere direnişi bu hengamede anlamını, tarihsel algılarda alması gereken yeri kaybetti. Her hangi bir başkası gibi algılandı. Anılırken de boşluk doldurma gibi tampon görevine koşuldu. Oysa Kızıldere direnişi bu değildi.
Kızıldere direnişi tarihten geleceğe taşınabilir verileriyle orijinal, bize ait olan üzerinde haklı davalarımızın direnişini yükseltebileceğimiz en önemli değerlerimizden biriydi. Sıradan değildi aynılar içinde herhangi biri hiç değildi. Bu da ikinci belirlememdir; kızıldere bize ait bizden olan ve bize eşlik edebilecek en yakın emeğimiz, değerimizdi.
Buradan tüm devrimci güçlere sesleniyorum, artık orijinal olunuz.
Çevremizdeki siyasal özgünlüklere göz atın neler oluyor. En ilkel söylemlerle bile olsa orijinal olanlar kitleleri güçlüce arkalarından sürüklemekte zorlanmıyorlar. Kendi yerel derinliklerinden çıkarıp ortaya attıkları söylemlerle geçici de olsa başarı kazanıyorlar. Yanlışta olsa kendileri yaşıyor kendileri iflas ediyorlar. Devrimci hareket bunun ayrımında bile değildir.
Bu kısırlığı aşmamız gerek. Kendi değerlerimize öncelikle sarılarak, tarihimizin yarına taşınabilecek önemli soyutlamalarını bilince çıkararak halkımızın önüne uğruna dövüşebileceği, kedine ait önermelerimizi koymalıyız. Bize ait olan değerlere öncelikle sahip çıkıp bunlara evrensel değerleri ekleyerek yürüyelim diyorum.
Bize ait olan, bizim tarihimizin evrensel değerlerini taşıyan vakıalara sarılabilen ve oradan çıkış yapabilen bir bilinç algısı yerleştirmeliyiz. Bunun için gerçek olmalıyız. Gerçek olmak demek öncelikle yerli olmak, ayakları yere basmak, kendi değer manzumesini bilince çıkartmak demektir.
Bu noktada benim Arap halkının kimlik haklarını savunmam, ortak ülkemizin genel demokrasi mücadelesine bu değer de katılmalıdır dememin anlam buradadır. Bu noktada Fırat’ın ötesi, berisiyle, Toroslar’ın Güneyi kuzeyiyle buluşur. İstanbul’u Diyarbakır’a Antakya’ya Adana’ya bağlamanın yolu da buradan geçer.
Bu yolla, ülkenin barışçıl, gönüllü birliği, milliyetçi algıların bölücülüğüne karşı direnebilir. Kızıldere vakıasının gerçeği de budur; farklılıkların birliği olarak, yerel bir tarih gerçekliğimiz olarak, kendimize ait tarih algıların merkezinde oluşmuş bir bilinç olarak anlamı budur. Kürdü, Türkü, Laz’ı, Alevi’si, Sünni’si orda omuz omuza böylesi bir değer yaratmıştır. Yunanların Marton’u ne ise, Filistinlinin Cenin kampı direnişi ne ise bizimde direnişimizin Kızılderesi odur.
Kızıldere, bize ait olan, ayaklarımızı yere bastıracak olandır. Evrenseli yaşantımıza oturturken ihtiyaç duyduğumuz denetim etkinliğini sağlayacak olan da budur. Kızıldere direnişi orijinalitemizindir. Tarihi bilinçaltımızın figürüdür. Gelecek kuşaklara ileteceğimiz mesaj, halkımıza uğruna savaşacakları bir siyasal yönelim sunumuzun gerçekçi verisidir.
Mahir çayan ve arkadaşlarının yarattığı Kızıldere destanının anlamı, tarihten gelip geleceğe uzanan gücü de buradadır.
Değerli arkadaşlar,
Üç kuşaktır demokrasi mücadelesinin engebeli ve sarp yollarında, işkencelerden zindanlara, sürgünlerden, mültecilik koşullarına kadar çekmediğimiz hiçbir çile kalmamıştır.
Aranızda bunun canlı bir örneği de bulanmaktadır. Devrimci hareketin “Muhtar”ı olarak adlandırmak istediğim Sayın İbrahim Çenet’in bu üç kuşağın her aşamasında ödediği bedellerle aramızdaki varlığı, canlı bir tanık olarak tarihten bu güne uzanan orijinal bir bilincin aramızda olması demektir.
Kızıldere anısı için gösterdiği kararlı tutumuna teşekkür ediyor, Roma’nın kadim şehri Antakya’ya hoş geldin diyorum. Kızıldere için anlatmak istediğim verilerin gerçek temsilcilerinden biri olarak bu toplantıya katacağı çok şey olduğuna inanıyorum. Yerelin anlamını ve önemini o da sizinle paylaşarak, bu bilincin kökleşmesine katkı yapacaktır. Kendi deneyleriyle bu süreci aktaracaktır.
Değerli arkadaşlar,
Bu gün üç kuşak bir aradayız. Kızıldere direnişi, öncelikle bu kuşaklara aittir. Aradaki halkalar kopmamıştır, ilkinden sonuncusuna taşınan ve gelecek kuşaklara bu yolla aktarılacak olan verilere sahiptir. Burada kaç kişi olduğumuza bakmayın, orijinal olan her değer, bu topraklar üzerinde yaşayan herkese aittir. Bunu temsil etmek sayısal bir veri olarak algılanamaz, bu bir sorumluluktur. Toplumsal kırılma anında yönetemeyeceğimiz kadar geniş kitlelerle yüz yüze kaldığımızda bunu daha iyi anlarız. Buna hazır olmak, bunu bilince çıkartma gerekliliği önümüzde duran en önemli yükümlülüktür. Kızıldere direnişi bu yükümlülükte anlamlı bir sembol olarak, halkın uğruna dövüşebileceği haklı davaları temsi eder.
Onlar’ın şehit oluşuna bizim verebileceğimiz tek gerçekçi karşılık da budan ibarettir.
30 Mart 2011 ( İkinci yayım için önsöz)
Kızıldere katliamının yıl dönümüyle ilgili olarak 2009’da Antakya’da yapılan panele sunduğum bu yazıyı okurlarımla bir kez daha paylaşıyorum.
Bir kez daha orijinal olmanın, yere değerler üzerinde soyutlamalara giderek evrensel olmanın gereğine vurgu yapmak istiyorum.
Bizden olan, bizi bütünüyle temsil eden, kimliğimizi oluşturan değerlerimizi, evrenselde orijinal bir dişli olarak yer almamızı sağlayan hadiseleri bilince çıkarmalıyız, diyorum.
Kızıldere bir direniştir. Bu direniş bize ait değerleri taşımaktadır. Orijinal kimliğimizi bu verilerle oluşturabildiğimiz ölçüde, evrensel olma, kendimiz olma şansını yakalamış oluruz. Bu nedenle, tarihsel algılarımızı insanlığın ortak değerlerine açık hale getirdiğimiz kadar, yerelimize de açık hale getirmeliyiz.
Bizi geniş insanlık ailesi içinde orijinal yapacak olan kimlik budur, nitelikli var oluşun yolu da buradan geçiyor.
Bu, ülkemiz solu için daha da geçerlidir.
Evrensel değerleri alıyoruz diye, batının ilgili ilgisiz her şeyini kimlik bunalımımıza çare olarak sokuşturmakla düştüğümüz marjinal konum, sürmekte olan kimlik bunalımımızın da nedenidir.
Bu kaostan kurtulmak için evrensel insan değerlerini terk etmeden yerel değerlerimizden gerçekçi kimlikler oluşturmaya çalışmalıyız. Tarihsel algılarımızı bunlarla temellendirebildiğim ölçüde, farklı kimlik ve deneyleri anlamak ve onların içselleştirilebilir verilerini kazanmak mümkündür. Aksi, bizi kendimizden çıkaran, sıradan bir taklit haline getiren ve orijinali var olduğu için de bizleri bir artık torbası haline getirecektir.
Orijinal olmak, geleceğe taşınabilir değerleri temsil etmeyi gerektirir. İnsanlık ailesi içinde her topluluk kendi orijinalinden beslenerek bunu yapar. Başkasının değerleriyle, kendimizi tanımlamamız mümkün değildir.
Artık kendimize ve değerlerimize dönmeliyiz. Kimlik bunalımlarımızın, siyasal kaoslarımızın aşılması için de buna ihtiyacımız var. Halkından bu ölçüde kopuk bir sol, orijinal değerleri olmayan soldur. Bu ise asla sol değildir. Ülkemiz siyasal gelişmelerinde ortaya çıkan tablo da bu gerçeği ağır bir şamar olarak suratımıza vurmaktadır.
30 Mart 1972, Kızıldere katliamı, Mahir Çayan ve arkadaşlarının direnişiyle sembolize olurken, bize sunduğu, orijinal olma gerçeği ve kimlik katkısı da tas tamam budur.
Bu direnişin anlamlı anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Mihrac Ural
3 Nisan 2009 (Antakya paneli için)
37 yıl sonra bir kez daha Kızıldere direnişi bizleri bir araya getirdi. On yıllar geriden bu güne ulaşan bu enerji, her tarihi kesitte kendine özgü verileriyle anlamlı mesajları içerdi. Kızıldere direnişi anılırken herkesin vurgusunu yaptığı ortak değerler, bir klasik haline gelerek soyutlanıp gelecek kuşaklar için başvuru olgusuna yükseldi. Tarihte her olayın böylesi bir ilgi konusu olması söz konusu değildir. Anlaşılan, üzerinden daha birçok on yıl geçse de Kızıldere direnişi, bu özelliğiyle ülkemiz yakın tarihinin gelecek kuşaklara taşıdığı anlamlı masajları iletmeye devam edecektir.
Kızıldere, bir yanıyla bir katliamın, bir yargısız infazın, derin devlet geleneğinin icra ettiği zalim bir vakıadır. Henüz tüm yönleriyle açıklığa kavuşmamış bu katliamın derin devlet arşivlerindeki tozlu raflardan çıkması beklenmektedir. Kamuoyunun aradan geçen onlarca yıla rağmen cevabını bulamadığı bu katliamı tüm yönleriyle ancak demokratik bir devletin ortaya koyabileceğini de biliyoruz. Bu yanıyla Kızıldere katliamı bir hukuk savaşı olarak da bu günün konusu olmaya devam ediyor; baskında hala canlı olan ya da yarılı bulunanların yerinde infaz edildiği gerçeği, toplumsal korkularımızın devletle ilgili yanlarına önemli mesajlar içerdiğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
Bu katliamın sorgusu, şeffaf toplum özlemlerimize katacağı değerler kadar, bir direniş destanı olmasının da demokrasi umutlarımız için katacağı daha fazla değerler olduğunu belirteceğim. Kızıldere katliamı sorgusunun gerçekçi sonuçlarını elde edebilmek için, bu vakıanın bilinçaltımıza yerleştirdiği direniş çizgisinin, demokrasi güçlerinin kararlılıklarına, dayanışmasına, gelecek kuşaklar için özverili duruşuna katkılarının ön planda tutulması gereklidir.
Bu gün sizlerle bu kanaatlerimin tarihi köklerine ve bu gün taşıdığı anlama işaret edeceğim.
Bu noktadan dönüp tarihte iz bırakan önemli olaylara göz atalım. Tarihsel bilincimizde derin izler bırakan hadiselerin destansı özeliklerinde her zaman, insan iradesinin sonuna kadar dik tutulduğu, zulme boyun eğmeyen, dayanışmayı doruğa taşıyan bir direnme objesi olduğunu göreceksiniz. Tarihin derinliklerinden bu güne taşınan tüm büyük hadiselerde bu özelikler ön plandadır.
Tarih hiçbir zaman insanı katleden ceberut güçleri, onların dev askeri aparatlarla yaptığı yıkım gücünü toplum bilinçaltında soyutlanmış bir veri olarak tutamamıştır. Dünden bu güne taşınan her zaman insani olan savunu ve direnme çabalarının sonuçları olmuştur.
Heredot tarihinde Perslerle-Greklerin savaşını aktarır. Dev ordularıyla Perslerin, İyonya dahil tüm Yunan sitelerini istila edip krallarını esir alarak Atina’ya yürüdüğünden bahseder. Pers ordusunun nehirleri içerek kuruttuğundan dem vurur. Milyonlarca askerin yeri göğü inlettiği bilgisini verir. Ancak bu dev ordu ve yıkıcı gücü, tarih algılarımızın işe yarar bir unsuru olmaz. Toplumsal bilinçaltın da izleri hiç kalmaz. Buna karşı, bu dev ordulara direnen küçük bir azınlığın maraton savaşındaki zaferi, Selamis deniz muharebesindeki direnişi ve başarısı destanlaşır. Dünden bu güne insani olan değer ve mesajlarıyla ulaşır. Maraton koşusu da dünden bu güne bu gerçekliği taşır, bunu temsil eder.
Toplum bilinçaltında, tarihten bu güne taşınana ve bu ölçüde etkin yer edinen gerçek, insan iradesinin, dayanışmasının haklı bir davada başarıya mutlaka kavuşacağıdır.
Maraton’da direnme kazanmıştır. Bu tarihi hadisenin soyutlanarak çağlar ötesinden bu güne gelişinin değerini veren de budur; haklı bir dava uğruna, insan iradesinin tüm etkinlikleriyle direnmek, dün Maratonda olduğu kadar, bu günün her haklı davada geçerli bir kıstastır. Bir olayın klasikleşmesi ve tüm çağlar için anlamlı olmasının ifadesi burada yatar. Haklı olan direndiğinde kazanır. (Maraton savaşı M.Ö 490 Eylül ayı, Heredot Tarihi kitap VI. paragraf 108-117)
Kerbela olayı hepimizin bilinçaltında aynı şeyleri çağrıştırır. 1400 yıl önce olmuş bir olay, bu güne hangi soyut değerlerle taşınabilir diye dönüp baktığımızda aynı parametreleri buluruz.
Kerbela olayında, bilinçaltımızın tarihten bu güne taşıdığı gerçek, zalim Yezid ordusunun gücü değil, Hz. Hüseynin ve ehlibeytin direnmesidir. 1400 yıl bitip tükenmeyen bir direnme destanı olarak bu güne taşınan değerler, başka tarihi olaylarda da taşınan değerler aynıdır. Soyutlanarak bu güne gelen ve klasikleşerek her dönem için geçerli olan kıstaslar burada kendini gösterir.
Kerbela, bir direnmedir. Kerbela insan iradesinin haklı zeminde, zalime ve onun dev askeri gücüne karşı direnişini sembolize eder. Halkın çağlar boyu yararlanabileceği verileri barındıran bir destan olur, bu güne gelir, her benzer olayda anılır ondan güç alınır.
Kerbela olayını inancın önemli bir öğesi yapan da budur. Oysa aynı kesitte İslam içinde birbirinden farklı ve çok ilginç savaşlar yaşanmıştır. Ama Kerbela hepsinden ayrı bir yer alır, bilinçaltımıza yerleşir ve bugün hiç ilgisi olmayan Kızıldere olayıyla ortak paydada buluşur. Maraton savaşının zaferle, Kerbela’nın ve Kızıdere’nin katliamla sonuçlanması bu sonucu değiştirmez. Tarihte bu güne gelen gerçek, galibiyeti ve mağlubiyetiyle insanlığın yararlanabileceği ve her çağ için geçerli olan tutumlardır. Duruştur. Bunlar da direnmede anlamını bulur. (Kerbela savaşı, 10 Ekim 680. Hicri:10 Muharrem 61)
Tarihin yeni kesitlerinde ise Leningrad’ın Naziler tarafından kuşatmasına karşı direnişi anmadan geçemeyiz. 14 Temmuzda Leningrad kapılarına dayanan Alman Nazi ordusu, 8 Eylül 1941’de şehri tamamen kuşatmıştı. 900 gün süren Sovyet halkının destansı savunmasıyla, bu zalim kuşatma 27 Ocak 1944 kırılmıştı. Bu ünlü kent, Naziler tarafından ablukaya alınır alınmaz “yeryüzünden silinmek üzere” bombardıman altında tutulur. İki milyon ölüye, yokluklara, imkansızlıklara ve zorluklara rağmen halkın gösterdiği direnme, dayanışma ve kararlı duruş iradesiyle Naziler diz çökmüştür. Stalingrad savunması ise aynı direnmenin zaferiyle sonuçlandı. Stalingrad zaferi, faşizmin tarihe gömülmesine yol açan kapıları araladı (21 Ağustos 1942 – 2 Şubat 1943 Stalingrad direnmesi).
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar arasında Filistin halkının devam eden direnişini saymak konumuzun en önemli mesajıdır. Yüz yıla doğru tırmanan bir direniş destanı kuşaktan kuşağa, silahtan, taşa kadar bir halkın erdemli, onurlu dik duruşunun destanıdır. Direnme burada da tarihe taşınacak bilinçaltının yapı taşları olarak örülmüştür.
Örneklerimizin tümü, bize ait olanları da olmayanları da aynı mesajı vermektedir; zaferi ve yenilgisiyle de öyledir. Tümünün ortak bir yanı var, günümüz için geçerli verileri ve yürünmesi gereken haklı davaların yolları olarak, gündem konumuzdur.
Kızıldere direnişinin yeri tastamam bu noktadadır. Önemli bir tarihi kesitin tüm ilişki ve çelişkilerini, halkın haklı davada alması gereken kararlı duruşu temsil etmektedir. Kızıldere’yi bilinçaltlarımızda bu güne taşıyan, tarihimizin gelecek kuşaklara uzattığı bir medrese olmasının anlamı da burada bulunmaktadır.
Direnme bu olayın özüdür, özetidir.
Demem o ki, ne tabulaştırma ne de tanrılaştırma olayı, ne abartma ne de şahsileştirmedir bu tespitlerimiz. Siyasi yönelimlerin kutsanması da değildir; dünyamız o günden bu güne çok değişti beraberinde tüm siyasal algıları da değiştirdi. Ancak Kızılderenin taşıdığı direnme mesajı, olduğu gibi soyutlanıp dünden bu güne taşınabilecek bir değer olarak kaldı.
Kızıldere bir tarihsel vakıa olarak taşıdığı önem de buradan gelir. Benim bulgularım da bu yöndedir. Kızıldere direnişi, ortak ülkemizin gelecek tüm tarihi süreçleri için geçerli olabilecek bir kıstası klasikleştirmiştir. Tarihte iz bırakan, örnek teşkil edip tüm çağlar için geçerli kıstaslar sunabilen özellikleriyle yerini almıştır. Kızıldere direnişi bu özgünlükte dün olduğu gibi, bu gün içinde bize dersler taşımaktadır diyorum.
İnsanlığın tanık olduğu binlerce direnme olayı olduğu kesindir. Ancak tarihsel dönemeçlerde, toplumsal kırılma dönemlerinde, büyük dönüşümlerin merkezinde yer alan direnmelerin yeri ve mesajı farklıdır. Maraton savaşı gibi batı ve doğu sınırını çizen, Kerbela gibi bir ümmeti farklılaştıran, Stalingrad gibi karanlık Nazi rejimine son verecek kapıları açan direnmeler bu özellikleriyle, tarihte soyutlanabilir örnekler olarak yer alırlar. Yani gelecek kuşaklara taşınabilir örnekler haline gelebilirler. Kızıldere direnişi işte böylesi bir direniştir.
Kızıldere direnişi, ortak ülkemizin önemli bir kırılma noktasında, içine kapalı olmaktan dünyaya açılma noktasının ilişki ve çelişkilerinde, öncesi ve sonrası diye tanımlanabilecek toplumsal olaylar sürecinin merkezinde yer almıştır. Bununla da özgün bir tarihi statüye kavuşmuştur.
Kızıldere’nin tarihte algılanması gereken yeri, tek başına bir direnme hareketi olması değildir. Vuku bulduğu tarihi kesitin önemiyle birlikte bir direnme hareketi olması onu ülkemiz tarihi geleneğindeki yerini belirlemiştir. Her geçen dönemde artan önemi buradan gelir.
“Kızıldere bir direnme destanıdır” derken, slogancılığa düşmemek için bu uzun anlatımı yapmak istedim. Olay tek başına derinme değil tarihteki yeri ve geleceğe taşınabilir özellikleriyle anlamlıdır demek istedim.
Buradan, Kızıldere algısının bir başka boyutuna geçebiliriz.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, ister ülke düzeyinde isterseniz şehir ya da siyasal örgüt düzeyinde her insan topluluğunun kendine ait bir değer yargısı ve bunu oluşturan figürler, olaylar, iyi ya da kötü bilinçaltında yer edinmiş anıları vardır. Üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin o yapının, ülkenin, şehrin ya da etkinliğin ana yönelimlerini belirleyen izlerle karşılaşırsınız.
Bir Filistinli direnirken yakın, uzak direnme tarihini bilince çıkartır. Endülüs’ün (İspanya) Tarık bin Ziyad tarafından fethinden, Filistin’deki Cenin kampı direnişine kadar uzanan bir yelpazeden yararlanır. Bu yelpazenin zengin verilerinden bilince çıkarttığıyla taşını atar, silahını sıkar, direnişini yükseltir. Evrensel örneklerden de yararlanır, ancak öncelikle kendine ait olandan yola çıkar. Orijinal olma esprisidir bu.
En sağcı Fransız’ın bile, Fransız devrimini sahiplenir, Bastil kalesinin devrimci bir kalkışmayla yıkılışını her 14 Temmuzda coşkuyla kutlar; kendine ait, kendi değerlerinden, yaşanmış ve iz bırakmış özverilerinden oluşan geçmişi soyutlayıp bu güne getirir ve bununla yolunu aydınlatır.
Her deney ve örnekten yararlanır, ama öncelikle kendine ait olandan başlar, ayakları orada yere basar, yola çıkar, yerelin evrensele uzanmasının anlamı da budur.
Şu an size birileri Nil nehri taştı derse ilgilenirsiniz ama asi nehri taştı derse salonu bir an önce terk ederek durumu gözünüzle görmek istersiniz. Bu davranışınız çok doğal bir reflekstir ve haklıdır; orijinal olmak budur, kendine ait olan değerlerle ilişkili olmaktır. Bu, yerele mahkum olmak değil, evrensele uzanmak için yerelin dinamiğiyle yola çıkmaktır.
Ülkemiz devrimci hareketinin tarihi kaosların, yetmezliklerin, sakatlıkların tarihidir. Milliyetçilik belası bunların başındadır. En komünisti, en sosyalisti ve solcusunun bilinçaltında bir milliyetçilik virüsü dolaşır. Ejderha olsan kar etmez, farklıysan, ayrı bir varlıksan yapacağın tercihler birbirine benzer ya yok olacaksın ya da egemen içinde kendini eriteceksin. Bu dayatılır. Aksi takdirde farklılığın başına çok iş açar.
Bununla da kalınmaz, ülkemiz solu marjinal hallerine, musalla taşında olmasına bakmadan bölünüp durur, amip gibidir. Her on yılda bir, her örgütten 7 batın örgüt çıkar durur. Herkes haklıdır ve herkes devrime 5 kala halini yaşar. Bu sürükleniş içinde ayakaltımız o kadar boşalır ki çevremizde komutanlardan oluşmuş bir orduyla yüz yüze geliriz. Var artık bunlara asker bul…
Bütün bu hengamede orijinal hiçbir şey yoktur. Teori savaşları gerçekte ithal teorilerin savaşlarından ibarettir. Bu topraklara ayakları basmayan, evrensel değerleri yerel değerlerle kaynaştıramayan söylemler müthiş bir teorik performansla yazınsal hale getirilir ve ilgisiz insanlara, uğruna dövüşecekleri bir tez olarak sunulur. Alan memnun, satan memnun. Ama ne alan ne de satan yerli değildir. Batının marjinal düşün ürünleri, son kullanma tarihi yüz yıl öncesine ait tezleri ısıtılıp önümüze koyulur.
Ne gelecek algısı ne de geçmişi yerele bağlama kaygısı olmadan, her tarihi kesitte bir boy daha kısalarak musalla taşında imam fatihası beklenir.
Orijinal ölünür ancak hiçbir kesitte orijinal olunmaz. Kendin değil başkası olarak yaşarsın ama kendin ölürsün. Sol bu halde dünden bu güne geldi. Kendine ait değerlerle yaşamadı, hedef kitlesinden böylece koptu. Yaratılmış değerlerini algılama güçlüğü çekti, bunu da önemsizleştirdi. Kızıldere direnişi bu hengamede anlamını, tarihsel algılarda alması gereken yeri kaybetti. Her hangi bir başkası gibi algılandı. Anılırken de boşluk doldurma gibi tampon görevine koşuldu. Oysa Kızıldere direnişi bu değildi.
Kızıldere direnişi tarihten geleceğe taşınabilir verileriyle orijinal, bize ait olan üzerinde haklı davalarımızın direnişini yükseltebileceğimiz en önemli değerlerimizden biriydi. Sıradan değildi aynılar içinde herhangi biri hiç değildi. Bu da ikinci belirlememdir; kızıldere bize ait bizden olan ve bize eşlik edebilecek en yakın emeğimiz, değerimizdi.
Buradan tüm devrimci güçlere sesleniyorum, artık orijinal olunuz.
Çevremizdeki siyasal özgünlüklere göz atın neler oluyor. En ilkel söylemlerle bile olsa orijinal olanlar kitleleri güçlüce arkalarından sürüklemekte zorlanmıyorlar. Kendi yerel derinliklerinden çıkarıp ortaya attıkları söylemlerle geçici de olsa başarı kazanıyorlar. Yanlışta olsa kendileri yaşıyor kendileri iflas ediyorlar. Devrimci hareket bunun ayrımında bile değildir.
Bu kısırlığı aşmamız gerek. Kendi değerlerimize öncelikle sarılarak, tarihimizin yarına taşınabilecek önemli soyutlamalarını bilince çıkararak halkımızın önüne uğruna dövüşebileceği, kedine ait önermelerimizi koymalıyız. Bize ait olan değerlere öncelikle sahip çıkıp bunlara evrensel değerleri ekleyerek yürüyelim diyorum.
Bize ait olan, bizim tarihimizin evrensel değerlerini taşıyan vakıalara sarılabilen ve oradan çıkış yapabilen bir bilinç algısı yerleştirmeliyiz. Bunun için gerçek olmalıyız. Gerçek olmak demek öncelikle yerli olmak, ayakları yere basmak, kendi değer manzumesini bilince çıkartmak demektir.
Bu noktada benim Arap halkının kimlik haklarını savunmam, ortak ülkemizin genel demokrasi mücadelesine bu değer de katılmalıdır dememin anlam buradadır. Bu noktada Fırat’ın ötesi, berisiyle, Toroslar’ın Güneyi kuzeyiyle buluşur. İstanbul’u Diyarbakır’a Antakya’ya Adana’ya bağlamanın yolu da buradan geçer.
Bu yolla, ülkenin barışçıl, gönüllü birliği, milliyetçi algıların bölücülüğüne karşı direnebilir. Kızıldere vakıasının gerçeği de budur; farklılıkların birliği olarak, yerel bir tarih gerçekliğimiz olarak, kendimize ait tarih algıların merkezinde oluşmuş bir bilinç olarak anlamı budur. Kürdü, Türkü, Laz’ı, Alevi’si, Sünni’si orda omuz omuza böylesi bir değer yaratmıştır. Yunanların Marton’u ne ise, Filistinlinin Cenin kampı direnişi ne ise bizimde direnişimizin Kızılderesi odur.
Kızıldere, bize ait olan, ayaklarımızı yere bastıracak olandır. Evrenseli yaşantımıza oturturken ihtiyaç duyduğumuz denetim etkinliğini sağlayacak olan da budur. Kızıldere direnişi orijinalitemizindir. Tarihi bilinçaltımızın figürüdür. Gelecek kuşaklara ileteceğimiz mesaj, halkımıza uğruna savaşacakları bir siyasal yönelim sunumuzun gerçekçi verisidir.
Mahir çayan ve arkadaşlarının yarattığı Kızıldere destanının anlamı, tarihten gelip geleceğe uzanan gücü de buradadır.
Değerli arkadaşlar,
Üç kuşaktır demokrasi mücadelesinin engebeli ve sarp yollarında, işkencelerden zindanlara, sürgünlerden, mültecilik koşullarına kadar çekmediğimiz hiçbir çile kalmamıştır.
Aranızda bunun canlı bir örneği de bulanmaktadır. Devrimci hareketin “Muhtar”ı olarak adlandırmak istediğim Sayın İbrahim Çenet’in bu üç kuşağın her aşamasında ödediği bedellerle aramızdaki varlığı, canlı bir tanık olarak tarihten bu güne uzanan orijinal bir bilincin aramızda olması demektir.
Kızıldere anısı için gösterdiği kararlı tutumuna teşekkür ediyor, Roma’nın kadim şehri Antakya’ya hoş geldin diyorum. Kızıldere için anlatmak istediğim verilerin gerçek temsilcilerinden biri olarak bu toplantıya katacağı çok şey olduğuna inanıyorum. Yerelin anlamını ve önemini o da sizinle paylaşarak, bu bilincin kökleşmesine katkı yapacaktır. Kendi deneyleriyle bu süreci aktaracaktır.
Değerli arkadaşlar,
Bu gün üç kuşak bir aradayız. Kızıldere direnişi, öncelikle bu kuşaklara aittir. Aradaki halkalar kopmamıştır, ilkinden sonuncusuna taşınan ve gelecek kuşaklara bu yolla aktarılacak olan verilere sahiptir. Burada kaç kişi olduğumuza bakmayın, orijinal olan her değer, bu topraklar üzerinde yaşayan herkese aittir. Bunu temsil etmek sayısal bir veri olarak algılanamaz, bu bir sorumluluktur. Toplumsal kırılma anında yönetemeyeceğimiz kadar geniş kitlelerle yüz yüze kaldığımızda bunu daha iyi anlarız. Buna hazır olmak, bunu bilince çıkartma gerekliliği önümüzde duran en önemli yükümlülüktür. Kızıldere direnişi bu yükümlülükte anlamlı bir sembol olarak, halkın uğruna dövüşebileceği haklı davaları temsi eder.
Onlar’ın şehit oluşuna bizim verebileceğimiz tek gerçekçi karşılık da budan ibarettir.
SURİYE’DE BAYRAM HAVASI
Suriye’deki gelişmeler üzerine 2. makale
Mihrac Ural
25 Mart 2011
Saat: 02:15
Suriye yönetimi, Beşşar Esad önderliğinde devrim kararları gibi reform ilanı yaptı. Halkın en temel siyasi, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarıyla ilgili alınan kararlar, ülke üzerinde dolaşan karabulutları uzaklaştırdı. Yönetimin, halkıyla en doğru ve en kısa yoldan kenetlenmesini sağlayacak derinlikte olan kararlar ciddi bir siyasal reform niteliğindedir.
Sıkıyönetim kanunu ilgası, yeni partiler yasası, yeni ve özgür bir basın yayın yasası, Anayasal değişikliklere gidilerek özgürlük alanlarının genişletilmesi, iş olanaklarının açılacağı, emekçilerin ve memurların aylıklarının yaşam ihtiyaçlarına cevap verecek ölçekte yükseltilmesi, keyfi tutuklamalara son verilerek adli süreçlere intikal etmeden hiçbir tutuklamanın yapılamayacağı kararları, zamanında ve yerinde bir karar olarak ilan edilmiştir.
Ülkenin, İsrail’le savaş halinden kaynaklanan sert rejimi ve yasalarına son verildiği ilan edilerek halkının temel tüm taleplerini karşılamaya yönelik atılan bu adımlar, Ülkeyi farklılıklarıyla bir bütün olarak algılayan içerikte olduğu gözlemlendi. Kürt halkının haklarından ve bunların yerine getireceğine ilişkin kararların da alındığı belirtildi. Newroz bayramı kutlamalarının özgürce yapıldığı, sorunsuz geçilmesinin arkasında bu kararların bir sinyali olarak ifade edildi.
Buna, Deraa olaylarında tutuklanan tüm gençlerin serbest bırakıldığının ilanı da ayrı bir öneme sahipti.
Açıklamayı yapan İktidar sözcüsü Büseyna Şaban, “bu ülkede farklılıklarımızla bir bütünüz, bu bütünlüğü provoke edecek tüm güçlere halkın istemlerine cevap olan bu kararlarla geçit verilmeyeceğini göstermiş olduk” dedi.
Şaban açıklamasını, “Bu ülkenin iktidarı halkı için vardır onun taleplerini yerine getirme görevi vardır bu kararlar bunun ifadesidir” diyerek noktaladı.
Bu açıklamanın yapıldığı basın toplantısının bittiği an, inanılmaz bir heyecanla Suriye’nin her şehrinde gerçek bir patlama gibi, sihirli değnekle dokunulmuş gibi yüz binlerin sokaklara inerek coşkun tezahürat yapması, Beşşar Esbad liderliğindeki yönetimle halkın kaynaşmasını pekiştiren bir tezahür oluşturdu.
Bu satırların yazıldığı 25 Mart 2011 saat 02:00 dolaylarında Suriye halkı, sevinçle meydanlarda Beşşar Esad lehine gösterilerine devam ediyordu. Sevinç gösterilerinin Deraa kentinde çok daha coşkulu olarak kendini göstermesi, son bir haftadır bu kentte olan protestoların ne ölçüde halktan kopuk, dar bir çevrenin işi olduğuna önemli bir gönderme gibiydi.
Suriye, reform kararlarının alındığı 24 Mart 2011 tarihi itibariyle bir coşku seliyle kaplandı.
Tarafsız gözlemciler, alınan bu kararları “emsali görülmemiş önemde siyasal değişim kararları” olduğunu dile getirirken, “Suriye için bir yeniden doğuş sürecinin başladığını” ifade ettiler.
İki gün önce kaleme aldığım, 22 Mart 2011 tarihli makalemin Suriye’yle ilgili bölümü sonunda şunları dile getirmiştim;
“Bölge gelişmelerinden, iç düzenlemelerini sakince yapabilecek ülkelerinin kazançlı çıkacağının bilincinde olan Suriye halkı, yıkıma karşı, barışçıl ve uygar davranışlarla sürecin sorunlarını aşma çabasındadır. İktidarın bundan yararlanması gerek. Bu veriler, uzun süre böyle devam etmeyeceği açıktır.
“Bir komşu ülke, geçmiş tarihi içinde bölge devrimcilerine en 12 Eylül rejimi gibi karanlık bir kesitte Türkiyeli devrimcilere, 80’li yıllardan itibaren Saddam diktatörlüğü yıkılana kadar, Iraklı Kürt ve Arap tüm devrimcilere ev sahipliği yapmış bir ülke olarak, barışçıl dönüşümlerle halkın tüm taleplerini yerine getirmesini bekliyoruz.” ( Mihrac Ural, 22 Mart 2011 tarihli, SURİYE, MISIR, YEMEN, LİBYA” Başlıklı makale. http://mirural.blogspotb.com/ )
Kehanet değil, olayları izleme ve sorumluca yorumlamanın öngörüleri olan bu yaklaşım, alınan kararlarla doğrulanması, Suriye halkının çıkarlarını temsil ettiği oranda bizleri de mutlu eden bir gelişmedir.
Önemle işaret ettiğim Suriye’nin acil reform ihtiyaçları, bu kararlarla halkın taleplerine kulak verilerek ilan edilmesi ardından ortaya çıkan bu sevinç dalgası, bölgede gelişen özgürlük ve demokrasi hareketlerinin yol açtığı, halk devrimleri rüzgarlarından Suriye’nin en çok kazanan ülke olacağını gösteriyor.
Komşu ülkemiz Suriye, uzun yıllar emperyalistlerin baskısı altında halkı için, Filistin davası için, bölge halklarının çıkarı için yaptığı etkin katkılar, bu kararlarla daha da olumlu bir çizgiye geleceği kesindir.
Bu ülkeye, bin bir saik altında düşmanlık edenlerin, Filistin davasında aldığı direnişçi tutumu mahkum etmek isteyenlerin hesapsız söylemlerinin bir kez daha yenilgiye uğramış oldu.
Alınan bu kararları Suriye yönetiminin geri adım atması olarak da değerlendirmek yanlıştır. Beşşar Esad yönetime geldiği andan itibaren geç kalınsa da halkın yararı için alınan önemli kararların olduğu bilinmektedir. Bölge ve ülkedeki gelişmelerin bunu süratlendirdiğinden söz etmek ise yanlış değildir.
Deraa’da Ömeri camiinde toplanan, sayıları onları geçmeyen protestoculara yapılan baskında ortaya çıkan silah, patlayıcı ve aşırı miktardaki paralar, siyasi olmanın çok ötesinde işaretler taşıdığını gösterdi. Muhalefetini siyasi kulvardan, silahlı kulvara taşımak istemenin çok boyutlu anlamıyla bu çevrenin protestolarına, ülkenin ilerici, sosyalist ya da Marksist muhalefetinin itibar göstermediği de bilinmektedir.
Deraa’nın İsrail ve Ürdün sınırında bir kent olmasının oluşturduğu stratejik hassasiyetleri, SMS mesajlarının İsrail kaynaklı servis edilmesi, bu ülkeyi kardeş kavgasına sürüklemek isteyen güçlere de bir işaret oluşturuyordu.
Bu verilerde alınan kararları, iktidarın halkla bütünleşmesinin bir unsuru olarak değerlendirmek daha doğrudur.
Komşu ülkede gelişen bu olumlu adımların, ülkemizde de etkilerini bulması dileğiyle tüm iktidarları halkın haklı taleplerine kulak vermesi gerektiğine dikkat çekerim.
Suriye olumlu yönde ilk adımını attı. Ancak yapacak çok görevleri olduğu açık. Alınan kararların ısrarla ve kararlılıkla yerine getirilmesi, bu süreci bölgemiz halkları açısından çok önemli bir mesaj haline getirecektir.
Mihrac Ural
25 Mart 2011
Saat: 02:15
Suriye yönetimi, Beşşar Esad önderliğinde devrim kararları gibi reform ilanı yaptı. Halkın en temel siyasi, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarıyla ilgili alınan kararlar, ülke üzerinde dolaşan karabulutları uzaklaştırdı. Yönetimin, halkıyla en doğru ve en kısa yoldan kenetlenmesini sağlayacak derinlikte olan kararlar ciddi bir siyasal reform niteliğindedir.
Sıkıyönetim kanunu ilgası, yeni partiler yasası, yeni ve özgür bir basın yayın yasası, Anayasal değişikliklere gidilerek özgürlük alanlarının genişletilmesi, iş olanaklarının açılacağı, emekçilerin ve memurların aylıklarının yaşam ihtiyaçlarına cevap verecek ölçekte yükseltilmesi, keyfi tutuklamalara son verilerek adli süreçlere intikal etmeden hiçbir tutuklamanın yapılamayacağı kararları, zamanında ve yerinde bir karar olarak ilan edilmiştir.
Ülkenin, İsrail’le savaş halinden kaynaklanan sert rejimi ve yasalarına son verildiği ilan edilerek halkının temel tüm taleplerini karşılamaya yönelik atılan bu adımlar, Ülkeyi farklılıklarıyla bir bütün olarak algılayan içerikte olduğu gözlemlendi. Kürt halkının haklarından ve bunların yerine getireceğine ilişkin kararların da alındığı belirtildi. Newroz bayramı kutlamalarının özgürce yapıldığı, sorunsuz geçilmesinin arkasında bu kararların bir sinyali olarak ifade edildi.
Buna, Deraa olaylarında tutuklanan tüm gençlerin serbest bırakıldığının ilanı da ayrı bir öneme sahipti.
Açıklamayı yapan İktidar sözcüsü Büseyna Şaban, “bu ülkede farklılıklarımızla bir bütünüz, bu bütünlüğü provoke edecek tüm güçlere halkın istemlerine cevap olan bu kararlarla geçit verilmeyeceğini göstermiş olduk” dedi.
Şaban açıklamasını, “Bu ülkenin iktidarı halkı için vardır onun taleplerini yerine getirme görevi vardır bu kararlar bunun ifadesidir” diyerek noktaladı.
Bu açıklamanın yapıldığı basın toplantısının bittiği an, inanılmaz bir heyecanla Suriye’nin her şehrinde gerçek bir patlama gibi, sihirli değnekle dokunulmuş gibi yüz binlerin sokaklara inerek coşkun tezahürat yapması, Beşşar Esbad liderliğindeki yönetimle halkın kaynaşmasını pekiştiren bir tezahür oluşturdu.
Bu satırların yazıldığı 25 Mart 2011 saat 02:00 dolaylarında Suriye halkı, sevinçle meydanlarda Beşşar Esad lehine gösterilerine devam ediyordu. Sevinç gösterilerinin Deraa kentinde çok daha coşkulu olarak kendini göstermesi, son bir haftadır bu kentte olan protestoların ne ölçüde halktan kopuk, dar bir çevrenin işi olduğuna önemli bir gönderme gibiydi.
Suriye, reform kararlarının alındığı 24 Mart 2011 tarihi itibariyle bir coşku seliyle kaplandı.
Tarafsız gözlemciler, alınan bu kararları “emsali görülmemiş önemde siyasal değişim kararları” olduğunu dile getirirken, “Suriye için bir yeniden doğuş sürecinin başladığını” ifade ettiler.
İki gün önce kaleme aldığım, 22 Mart 2011 tarihli makalemin Suriye’yle ilgili bölümü sonunda şunları dile getirmiştim;
“Bölge gelişmelerinden, iç düzenlemelerini sakince yapabilecek ülkelerinin kazançlı çıkacağının bilincinde olan Suriye halkı, yıkıma karşı, barışçıl ve uygar davranışlarla sürecin sorunlarını aşma çabasındadır. İktidarın bundan yararlanması gerek. Bu veriler, uzun süre böyle devam etmeyeceği açıktır.
“Bir komşu ülke, geçmiş tarihi içinde bölge devrimcilerine en 12 Eylül rejimi gibi karanlık bir kesitte Türkiyeli devrimcilere, 80’li yıllardan itibaren Saddam diktatörlüğü yıkılana kadar, Iraklı Kürt ve Arap tüm devrimcilere ev sahipliği yapmış bir ülke olarak, barışçıl dönüşümlerle halkın tüm taleplerini yerine getirmesini bekliyoruz.” ( Mihrac Ural, 22 Mart 2011 tarihli, SURİYE, MISIR, YEMEN, LİBYA” Başlıklı makale. http://mirural.blogspotb.com/ )
Kehanet değil, olayları izleme ve sorumluca yorumlamanın öngörüleri olan bu yaklaşım, alınan kararlarla doğrulanması, Suriye halkının çıkarlarını temsil ettiği oranda bizleri de mutlu eden bir gelişmedir.
Önemle işaret ettiğim Suriye’nin acil reform ihtiyaçları, bu kararlarla halkın taleplerine kulak verilerek ilan edilmesi ardından ortaya çıkan bu sevinç dalgası, bölgede gelişen özgürlük ve demokrasi hareketlerinin yol açtığı, halk devrimleri rüzgarlarından Suriye’nin en çok kazanan ülke olacağını gösteriyor.
Komşu ülkemiz Suriye, uzun yıllar emperyalistlerin baskısı altında halkı için, Filistin davası için, bölge halklarının çıkarı için yaptığı etkin katkılar, bu kararlarla daha da olumlu bir çizgiye geleceği kesindir.
Bu ülkeye, bin bir saik altında düşmanlık edenlerin, Filistin davasında aldığı direnişçi tutumu mahkum etmek isteyenlerin hesapsız söylemlerinin bir kez daha yenilgiye uğramış oldu.
Alınan bu kararları Suriye yönetiminin geri adım atması olarak da değerlendirmek yanlıştır. Beşşar Esad yönetime geldiği andan itibaren geç kalınsa da halkın yararı için alınan önemli kararların olduğu bilinmektedir. Bölge ve ülkedeki gelişmelerin bunu süratlendirdiğinden söz etmek ise yanlış değildir.
Deraa’da Ömeri camiinde toplanan, sayıları onları geçmeyen protestoculara yapılan baskında ortaya çıkan silah, patlayıcı ve aşırı miktardaki paralar, siyasi olmanın çok ötesinde işaretler taşıdığını gösterdi. Muhalefetini siyasi kulvardan, silahlı kulvara taşımak istemenin çok boyutlu anlamıyla bu çevrenin protestolarına, ülkenin ilerici, sosyalist ya da Marksist muhalefetinin itibar göstermediği de bilinmektedir.
Deraa’nın İsrail ve Ürdün sınırında bir kent olmasının oluşturduğu stratejik hassasiyetleri, SMS mesajlarının İsrail kaynaklı servis edilmesi, bu ülkeyi kardeş kavgasına sürüklemek isteyen güçlere de bir işaret oluşturuyordu.
Bu verilerde alınan kararları, iktidarın halkla bütünleşmesinin bir unsuru olarak değerlendirmek daha doğrudur.
Komşu ülkede gelişen bu olumlu adımların, ülkemizde de etkilerini bulması dileğiyle tüm iktidarları halkın haklı taleplerine kulak vermesi gerektiğine dikkat çekerim.
Suriye olumlu yönde ilk adımını attı. Ancak yapacak çok görevleri olduğu açık. Alınan kararların ısrarla ve kararlılıkla yerine getirilmesi, bu süreci bölgemiz halkları açısından çok önemli bir mesaj haline getirecektir.
BİZ SEÇİME GİDERKEN
Mustafa Köse
29 Mart 2011
Biz seçime giderken dünya kaynıyor. Beklenmedik yerlerde beklenmedik kesimlerin kaynattığı bölgeler ilgi odağı oldu. Bir tarafta çıkara dayalı entrika ve silah öbür tarafta her şey. Yenidünyanın kamuoyu, olanları anlamaya ve çözmeye çalışıyor. Biraz tarih bilgisi, biraz sosyoloji (gelenek-görenek ve din dahil), ve vicdanlı yaklaşım, olanlar hakkında bize ip ucu verebilir. Zihindeki berraklığı arttırabilir.
70 yıldır beceremediğimiz ve bugünün sorunlarını yaratan sebeplerle seçime gidiyoruz. Henüz demokratik devleti oluşturmadan, Adil, özgür ve hakkaniyetli bir seçim modeli kurmadan, toplumsal barışımızı sağlamadan yapılacak seçim neleri çözecek. Küresel şartlarda ülkemiz nasıl temsil edecek. Kim ve ne adına bunları yapacak. Olanlar böyle devam ederse ancak ‘’demokrasi oyunu’’ içinde kalır. Zira bu oyuna her partiden bir sürü aday katılmak istiyor. İtişe kakışa sıraya geçmiş durumdalar. Yaratılan suni anafordan faydalanmaya çalışıyorlar. Sınır tanımayan yöntemlerle meclise koşmak istiyorlar. Meclise kapağı atanlar görecekler ki elde ettikleri yetki ‘’ateşten gömlek’’ olacak. Bunu yaşayarak görecekler. ‘’Hayatın gerisinde kalarak’’ gelecekle ilgili herhangi bir projeleri olmadan meclise girmenin sıkıntısını yaşayacaklar. Kaynayan ve yıllarca ötelenen sorunlar karşısında bocalayacaklar. Kürt meselesinin çözümü, Alevilerin taleplerinin karşılanması, Diğer inanç guruplarının istekleri ile yüzleşecekler. Resmi rakam, tarımda %20’nin üzeri, diğer sektörlerde %10’nun üstündeki işsizlik nasıl aşılacak. Dünyanın 16 büyüklükteki ekonomimiz küresel imkanlardan yararlanmada % 1’in altında faydalanırken nasıl kalkınma olacak. Ayrıca, faili meçhullerin akıbeti, alevi, ermeni ve diğer mazlum kesimlerin acıları nasıl dindirilecek. Darbe zemini olsun diye yapılan kırımlar, kardeşi kardeşe düşürmeler nereye konulacak. Tüm bunlara gerçekçi bir çözüm için uygun bir anayasa yapılma şartı var. Şayet bu sağlanmasa yukarıda saydığım sorunlar bumerang gibi seçilmişlerin suratına çarpacaktır. ‘’Fırsat’’ diye belledikleri temsilciliğin bedelini ödeyeceklerdir. Gelecek nesillerin yüzüne bakamayacaklardır. Buna ben bütün kalbimle inanıyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Biz bunları yaşarken dışarıda beklenmeyen bölgeler karıştı. Afrika da, orta doğuda Monarşist, diktatör ve vesayetçi rejimler sallanmaya başladı. Bir kısmı geri dönülmeyecek noktaya geldi. Bir kısmında işler henüz netleşmedi. Mazlum ve mağdur halklar kaderlerini değiştirmek istiyor. Korku ve yoksulluk ortamını yıkmak istiyorlar. Bazı yerlerde dinsel, mezhepsel, sınıfsal faktörler rol oynuyor. Bazı yerlerde ise hepsi bir arada oluyor. Uluslar arası güçler ise tüm bunlardan yararlanmak istiyor. İşine geldiği yerlerde özgürlükçülüğü ön plana koyuyor. Başka yerlerde ise tam tersini yapıyor. Radikal İslam fobisini yayarken, şii ve alevi kesimlerin önünü kesecek her şeyi mubah görüyor. Radikal İslam dan ziyade aleviler daha tehlikeli görülüyorlar. Bunu da İran’ın etkinliğini kırmak gerektiği bahanesine sığdırıyorlar. Bu bir çeşit doğru bir refles sayılır, ancak tamamıyla gerçek değil. Asıl gerçek emperyalistlerin uşaklığını kabullenecek rejimler hedefleniyor.
Bu arada bir başka şeyler gerçekleşiyor. Ayaklanan yerlerde emperyalistlerin eşitsizliği sorun oluyor. Emperyalistler yeni dengeleri zorluyor. Emperyalistler her yerden eşit oranda faydalanmak istiyor. Müdahale pazarlıkları bunun üzerine kuruluyor. Kimse başkasına alanı bırakmak istemiyor. Herkes karlı olmaya çalışıyor. Eskiden bölgeleri paylaşıyorlardı. Şimdi ise her yerde her şeyi paylaşmak istiyorlar. Libya’daki Nato müdahalesi buna iyi örnektir. Nato eliyle bölüşüm adil kılınmak isteniyor. Yetki alanının dışındaki bu müdahale dünyanın her yerine sıçrarsa şaşırmamak gerekir. Nato kuvvetleri yenidünyanın jandarmalığını üstlenmek istiyor. Bu sayede emperyalist talan Nato eliyle genişletilerek korunmak isteniyor. Nasıl başarılacak göreceğiz. Şayet zulme, yoksulluğa ve özgürlüğe dair talepler geniş halk yığınları arasında yaygınlık kazanırsa bu oyun bozulur. Büyük sermayedarların kutsal ittifakı sona erer ve demokrasiler gelişir.
29 Mart 2011
Biz seçime giderken dünya kaynıyor. Beklenmedik yerlerde beklenmedik kesimlerin kaynattığı bölgeler ilgi odağı oldu. Bir tarafta çıkara dayalı entrika ve silah öbür tarafta her şey. Yenidünyanın kamuoyu, olanları anlamaya ve çözmeye çalışıyor. Biraz tarih bilgisi, biraz sosyoloji (gelenek-görenek ve din dahil), ve vicdanlı yaklaşım, olanlar hakkında bize ip ucu verebilir. Zihindeki berraklığı arttırabilir.
70 yıldır beceremediğimiz ve bugünün sorunlarını yaratan sebeplerle seçime gidiyoruz. Henüz demokratik devleti oluşturmadan, Adil, özgür ve hakkaniyetli bir seçim modeli kurmadan, toplumsal barışımızı sağlamadan yapılacak seçim neleri çözecek. Küresel şartlarda ülkemiz nasıl temsil edecek. Kim ve ne adına bunları yapacak. Olanlar böyle devam ederse ancak ‘’demokrasi oyunu’’ içinde kalır. Zira bu oyuna her partiden bir sürü aday katılmak istiyor. İtişe kakışa sıraya geçmiş durumdalar. Yaratılan suni anafordan faydalanmaya çalışıyorlar. Sınır tanımayan yöntemlerle meclise koşmak istiyorlar. Meclise kapağı atanlar görecekler ki elde ettikleri yetki ‘’ateşten gömlek’’ olacak. Bunu yaşayarak görecekler. ‘’Hayatın gerisinde kalarak’’ gelecekle ilgili herhangi bir projeleri olmadan meclise girmenin sıkıntısını yaşayacaklar. Kaynayan ve yıllarca ötelenen sorunlar karşısında bocalayacaklar. Kürt meselesinin çözümü, Alevilerin taleplerinin karşılanması, Diğer inanç guruplarının istekleri ile yüzleşecekler. Resmi rakam, tarımda %20’nin üzeri, diğer sektörlerde %10’nun üstündeki işsizlik nasıl aşılacak. Dünyanın 16 büyüklükteki ekonomimiz küresel imkanlardan yararlanmada % 1’in altında faydalanırken nasıl kalkınma olacak. Ayrıca, faili meçhullerin akıbeti, alevi, ermeni ve diğer mazlum kesimlerin acıları nasıl dindirilecek. Darbe zemini olsun diye yapılan kırımlar, kardeşi kardeşe düşürmeler nereye konulacak. Tüm bunlara gerçekçi bir çözüm için uygun bir anayasa yapılma şartı var. Şayet bu sağlanmasa yukarıda saydığım sorunlar bumerang gibi seçilmişlerin suratına çarpacaktır. ‘’Fırsat’’ diye belledikleri temsilciliğin bedelini ödeyeceklerdir. Gelecek nesillerin yüzüne bakamayacaklardır. Buna ben bütün kalbimle inanıyorum. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Biz bunları yaşarken dışarıda beklenmeyen bölgeler karıştı. Afrika da, orta doğuda Monarşist, diktatör ve vesayetçi rejimler sallanmaya başladı. Bir kısmı geri dönülmeyecek noktaya geldi. Bir kısmında işler henüz netleşmedi. Mazlum ve mağdur halklar kaderlerini değiştirmek istiyor. Korku ve yoksulluk ortamını yıkmak istiyorlar. Bazı yerlerde dinsel, mezhepsel, sınıfsal faktörler rol oynuyor. Bazı yerlerde ise hepsi bir arada oluyor. Uluslar arası güçler ise tüm bunlardan yararlanmak istiyor. İşine geldiği yerlerde özgürlükçülüğü ön plana koyuyor. Başka yerlerde ise tam tersini yapıyor. Radikal İslam fobisini yayarken, şii ve alevi kesimlerin önünü kesecek her şeyi mubah görüyor. Radikal İslam dan ziyade aleviler daha tehlikeli görülüyorlar. Bunu da İran’ın etkinliğini kırmak gerektiği bahanesine sığdırıyorlar. Bu bir çeşit doğru bir refles sayılır, ancak tamamıyla gerçek değil. Asıl gerçek emperyalistlerin uşaklığını kabullenecek rejimler hedefleniyor.
Bu arada bir başka şeyler gerçekleşiyor. Ayaklanan yerlerde emperyalistlerin eşitsizliği sorun oluyor. Emperyalistler yeni dengeleri zorluyor. Emperyalistler her yerden eşit oranda faydalanmak istiyor. Müdahale pazarlıkları bunun üzerine kuruluyor. Kimse başkasına alanı bırakmak istemiyor. Herkes karlı olmaya çalışıyor. Eskiden bölgeleri paylaşıyorlardı. Şimdi ise her yerde her şeyi paylaşmak istiyorlar. Libya’daki Nato müdahalesi buna iyi örnektir. Nato eliyle bölüşüm adil kılınmak isteniyor. Yetki alanının dışındaki bu müdahale dünyanın her yerine sıçrarsa şaşırmamak gerekir. Nato kuvvetleri yenidünyanın jandarmalığını üstlenmek istiyor. Bu sayede emperyalist talan Nato eliyle genişletilerek korunmak isteniyor. Nasıl başarılacak göreceğiz. Şayet zulme, yoksulluğa ve özgürlüğe dair talepler geniş halk yığınları arasında yaygınlık kazanırsa bu oyun bozulur. Büyük sermayedarların kutsal ittifakı sona erer ve demokrasiler gelişir.
28 Mart 2011 Pazartesi
ENGİN ERKİNER - İBRAHİM YALÇIN POLİS ŞEBEKESİ VE DOĞAL SAFLAŞMA (228.DOSYA)
228.DOSYA
DOĞAL SAFLAŞMA
Mihrac Ural
28 Mart 2011
Halkına sunduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal reformu zaman kaybı olmadan ikame eden, demokrasi ve özgürlükleri genişleten, vatandaşı Kürt halkının haklı taleplerini teslim eden, fiilen ve ikircimsizce teslim eden, Filistin halkının yanında sürdürdüğü dayanışmada kararlılığını yitirmeyen, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve benzer emperyalist-Siyonist planlara karşı duran ve çökmesine katkı yapan, Suriye’den yana olmak bölgenin tüm devrimci güçlerinin bir görevidir.
İbrahim yalçın gibi MİT ajanlarının, Engin Erkiner gibi itirafçıların bunu anlaması eşyanın doğasına aykırıdır. Bu polis organizesi ikilinin sahip çıkacağı hiçbir değer yoktur olamaz da. Yaşadıkları bölgeyi bilmemenin, devlet ajanı olmanın kaçınılmaz sonucu olarak Suriye düşmanlığı yapmaları ise normaldir.
Direnen tüm Filistin örgütleri, direnen tüm Lübnan örgütleri ve aralarında örgütümüzün de olduğu, tüm bölge devrimci güçlerinin açık tutumlarla Suriye halkının ve yönetiminin bu süreci başarıyla atlatmasını için saf tutuğunu ilan etmiştir. Bunu bir kez daha buradan da belirtirim.
Suriye’nin “Alevi azınlığının yönetiminde bir ülke” olduğu yalan iddiası, bu ülkeyi direnme çizgisinden uzaklaştırıp yalıtma amacını taşıyor. Arap gericiliğinin kendine benzetmek istediği bu ülkeyi çökertmek için ortaya atılan bu iddianın geçerli hiç bir yanı yoktur. Bölge devrimcilerinin ortak görüşü de bu yöndedir.
Yalan ve abartmalardan oluşan bu iddialar, Filistinli Sünni direnme örgütlerine, Lübnanlı Sünni direnme örgütlerine ve aynı tarzdaki tüm Arap devrimci örgütlerine, Iraklı Kürt devrimci örgütlerine ve ülkemiz Kürt özgürlük hareketine sunulan özveri ve yapılan desteklerle iflas ettiğini bir kez daha buradan ifade ederim.
Bilindiği gibi, Suriye’nin düşmanı pek çoktur.
Bunların başında Arap gericiliği gelir. Yıkılan Arap diktatörlüklerinin yarattığı rüzgardan en çok yararlanacak olan, direnen Suriye’nin önünü kesmek için, bu ülkeyi karıştırmak üzere dört bir yandan ve özellikle İsrail kaynaklı müdahaleler bitip tükenmeden sürüyor.
Suriye’nin düşmanları bellidir. Bu ülkenin çökmesini isteyen açık ve nettir; Emperyalist-siyonist güçler ve onların dolaysız ortağı Arap gericiliğidir. Bunlar arasında MİT ajanlarının ve itirafçıların olması kadar doğal hiçbir şey yoktur.
Bu ahlaksızların, bu halk düşmanlarının aynı zamanda THKP-C(Acilciler)’in de dolaysız düşmanları olması kadar normal bir şey olamaz.
Bu saflaşma, dün olduğu kadar bu gün de öyledir.
***
İbrahim Yalçın adlı MİT ajanı, kimden yana ?
Bu soru çok abes. Adı üstünde, sorusuna gerek bile yok.
Buna rağmen, kimin kimden yana olduğunu belirtirken bunu sormam gerek.
Uzatmayacağım,
Kendisi, kimden yana olduğunu söylüyor;
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
Tek tokat yemeden, kendi el yazısı 12 sayfalık itirafnamesinde bunları dile getiriyor.
Bu belli.
Bu güne kadar devlete karşı tek bir satırlık muhalif siyasi yazısı yok.
Görevine de devam ediyor.
227. DOSYA’da, MİT İstanbul Bölge Başkanı O. Nuri Öndeş, “İhtilaller ve Anarşinin Yakın Tanığı” adlı kitabında, örgütümüzün İstanbul yakalanmalarıyla ilgili olarak aktardığım alıntılar da bu gerçeği tüm yönleriyle ortaya seriyor;
“MİT İstanbul bölgesi ilgilileri bu soygun kararını önceden haber almıştı ve bu soygun ekibinin hareketleri kontroldeydi ve nihai olarak Akbank Taksim şubesini soymaya karar verdiler… Emniyet Müdür yardımcısı Şükrü BALCI’ya, soygun yapılmadan bir gün önce soygunun sabah saatlerinde yapılacağı haberi iletilmişti… Olay MİT elemanları tarafından izleniyor ve devamlı olarak koordinasyon sağlanıyordu… Operasyon Şefi çalınan paranın saklandığı yeri ve adresinin belli olduğunu, şu anda Engin ERKİNER’in biri erkek diğeri kız, iki arkadaşıyla Şişli’de bir restoranda, kuru fasulye ve pilav yediklerini kendisine söyledi…” ( O.Nuri Öndeş, “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” s:283-85)
Burada MİT’in bilgi kaynağı olarak işaret edilen İbrahim Yalçın adlı ajandır.
Nokta.
Bu ahlaksız ajan, beni Suriye’yi desteklemekten dolayı suçlayabileceğini sanarak, açık adımla bloğumda yayınladığım yazıyı, sanki gizli bir şey bulmuş gibi malum kirli karakteriyle “belge” diye sunuyor.
Dinle lan hayan, dinleyin lan itirafçı ve MİT ajanları şebek sürüsü.
Mihrac Ural, hayatında yaptığı her şeyi halkı için ve halkların yararı için yapmıştır. Buna ömrünü vermiş vermeye de devam etmektedir. Bunun aksi bir milimlik bir kaymayı kimse gösteremez. Yalan ve kurgularınızla bile bunu üç yıldır beceremediniz. Bir tek siyasi yazısı olmayanların, MİT ajanı olarak kendi el yazılarıyla belgelenmiş aşağılık konumlarıyla karşılaştırılacak ya da muhatap alınacak bir şeyim yoktur olamaz da.
Buna karşılık, makalenin konusu gereği sorup cevaplıyorum.
Mihrac Ural kimden yanadır?
Bu sorunun cevabı açık ve nettir.
Binlerce siyasi yorum, makale, onlarca broşür ve kitapta ifadesini bulan siyasal görüşlerimle, ülkemin özgürlük ve demokrasi mücadelesinden yana yerimi belirlemiş bulunuyorum.
Yaşamımın tüm safhalarını, 1 kongresinin oy birliğiyle seçtiği THKP-C (Acilciler) örgütünün başında, dün olduğu gibi bu gün de mücadeleme devam ediyorum; işkence de ser verip sır vermeyen, zindanlarda bitip tükenmez sürgünleri alnının akıyla aşan, firarla özgürlüğünü elde eden ve sürgün yaşamına karşı mücadelesinde, yoldaşlarıyla birlikte bir anlık bir boşluk bırakmayan sürecin devamındayım.
Özel olarak Suriye konusunda ise,
Tutumum çok daha açık ve nettir.
Dost düşman bilsin,
Komşu ülkemiz Suriye’nin ülke içinde halkının demokratik ihtiyaçlarını vakit kaybetmeden karşılaması kaydıyla,
Kürt halkının haklarını ikircimsizce yerine getirmesi ve 24 Mart 2011 ‘da açıklanan reform programını ikircimsizce ikame etmesi kaydıyla,
Dünden bu güne gelen bölgede emperyalizme karşı duruşu, Filistin halkının yanında sonuna kadar en fedakar ülke olarak yer alması, Saddam diktatörlüğüne karşı mücadele eden Kürt halkına ev sahipliği dahil her türlü imkanı tanıyarak yardım yapması, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesine karşı ülkemiz devrimci hareketine ev sahipliği yapması, Kürt özgürlük hareketinin atağa kalkması için hiçbir fedakarlıktan çekinmemesi, Irak işgaline karşı her tehlikeyi göze alarak karşı durması, direniş güçlerini desteklemesi, 12 Temmuz 2006’da, 33 gün savaşında İsrail’in, Lübnan’a saldırısına karşı durması ve Lübnan direnişine her türden desteği vererek Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) yenilgiye uğramasını sağlanması, Gazze savaşında direnme güçlerinin devlet bazındaki tek Arap ülkesi olarak oynadığı rol ve direnme örgütleri merkezinin güvenlik limanı olması, “Yaratıcı Anarşi”nin, bölgemiz halkları için ördüğü tüm planlara karşı, direnişin ve direnme kuvvetlerinin vatanı olarak mücadele etmesiyle belirlenen konumuyla komşu ülkemiz Suriye’nin yanında olduğumu bir kez daha, bin kez daha ilan ediyorum.
Suriye üzerine medyada çıkan kurgu, yalan ve abartma haberlere bu günlerde tek tek belgeleriyle, bunu yapan TV kanallarındaki spikerlerin itiraflarıyla ortaya konmaktadır; başka ülkelerin gösterilerini “Suriye’de yapılan gösteriler” diye servis etmek dahil, senaryo video çekimlerini gerçek gibi yayınlamak, ses ve görüntü farklılıklarıyla tersi haberler üretenler tek tek ortaya çıkarılmaktadır. Lazkiye’de yaşananların canlı tanığı olarak bu satırların yazarı olarak, şehrin her köşesinde ve her siyasal görüşten olan dostlarıyla yaptığı görüşmelerde, abartmalara, yalan ve uydurmalara inat halkın direnen, halkın demokratik haklarını verme çabasında olan Suriye’nin yanında olduklarını ifade ettiler.
Sorduğum bir soru üzerine bu dostların verdiği cevap, bu yöndeki tüm sorulara bir cevaptı; “ Yarın, 29 Mart 2011 Salı günü itibariyle Suriye halkı yönetimine ve alınan reform kararlarına verdiği desteği meydanlarda milyonların haykırışıyla gösterecektir. Bu, ülkemiz üzerine oynanmak istenen tüm oyanlara bir cevap olacaktır. Uydu kanallarından bu gösterileri canlı yayından izlemek zor değil. Uluslararası tekellerin medya haberlerini değil, canlı yayından gerçekleri görmek, gerçek belge ve kanıtlara dayanmaktır”
Bu cevabı, polis organizesi karşı devrimci ajanlara ve itirafçılara da aynıyla iletirim.
Suriye halkının ezici çoğunluğuyla yönetiminden yana ve alınan reform kararlarına destek verdiğimi bir kez daha iddiayla buraya not düşüyorum.
Muhalif güçlerin, ne sayısal ne de siyasal olarak hiçbir abartılı yanları olmadığı, gerici söylemlerle boğulmuş, ilerici muhalefeti dışlayan, camileri korunak alarak halkı aldatmak isteyen, dış güçlerin etkin kışkırtması altında olan bu güçlerin öncelikli amacının özgürlük olmadığını, Suriye’nin direnen bir ülke olmaktan çıkarılmak istediğini, bir kez daha iddiayla belirtiyorum.
Direnen tüm Filistin örgütleri, direnen tüm Lübnan örgütleri ve aralarında örgütümüzün de olduğu, tüm bölge devrimci güçlerinin açık tutumlarla Suriye halkının ve yönetiminin bu süreci başarıyla atlatmasını için saf tutuğunu ilan etmiştir. Bunu bir kez daha buradan da belirtirim.
Suriye’nin “Alevi azınlığının yönetiminde bir ülke” olduğu yalan iddiası, bu ülkeyi direnme çizgisinden uzaklaştırıp yalıtma amacını taşıyor. Arap gericiliğinin kendine benzetmek istediği bu ülkeyi çökertmek için ortaya atılan bu iddianın geçerli hiç bir yanı yoktur. Laik Suriye yönetiminde mezheplerin ayrıcalıklı bir hukuku yoktur, Lübnan’da Alevilerin özerk, yarı-resmi “Yüksek Meclis”leri olmasına karşın, Suriye’de böylesi bir ayrıcalık bulunmamaktadır. Ordu yüksek kademesi, hükümet, devlet görevleri ve milletvekilleri oranlamasında Alevilerin oranı nüfus oranlarına göre de oldukça geridir. Bölge devrimcileri bu gerçeklerin bilincinde direnen Suriye’nin yanındadır.
Yalan ve abartmalardan oluşan bu iddialar, Filistinli Sünni direnme örgütlerine, Lübnanlı Sünni direnme örgütlerine ve aynı tarzdaki tüm Arap devrimci örgütlerine, Iraklı Kürt devrimci örgütlerine ve ülkemiz Kürt özgürlük hareketine sunulan özveri ve yapılan desteklerle iflas ettiğini bir kez daha buradan ifade ederim.
Bilindiği gibi, Suriye’nin düşmanı pek çoktur.
Bunların başında Arap gericiliği gelir. Yıkılan Arap diktatörlüklerinin yarattığı rüzgardan en çok yararlanacak olan, direnen Suriye’nin önünü kesmek için, bu ülkeyi karıştırmak üzere dört bir yandan ve özellikle İsrail kaynaklı müdahaleler bitip tükenmeden sürüyor.
Suriye’nin düşmanları bellidir. Bu ülkenin çökmesini isteyen açık ve nettir; Emperyalist-siyonist güçler ve onların dolaysız ortağı Arap gericiliğidir. Bunlar arasında MİT ajanlarının ve itirafçıların olması kadar doğal hiçbir şey yoktur.
Bu ahlaksızların, bu halk düşmanlarının aynı zamanda THKP-C(Acilciler)’in de dolaysız düşmanları olması kadar normal bir şey olamaz.
Bu saflaşma, dün olduğu kadar bu gün de öyledir.
Bu dosyayla da kimin kime destek verdiğini bir kez daha el yazılı altı imzalı bir belge olarak tarihe bırakıyorum.
Buna ek olarak, polis organizesi ikilinin diğer ayağı olan, itirafçı Engin Erkiner’i de anmak gerek.
MİT ajanı İbrahim Yalçın’nın ortağı.
12 Mart tutuklamalarından nasıl sıyrıldığı hala bilinmeyen.
İlker akman ve arkadaşlarını ihbar ederek, 26 Ocak 1976 Malatya Beylerderesi katliamına yol açan bir “katil muhbir“ olan,
Ankara örgüt birimini diri ölü tasfiye eden,
Örgütümüzün İstanbul birimini, örgüte sızdırdığı MİT ajanı İbrahim Yalçın’la 19 Ağustos 1977 darbesinde tasfiye etmeye çalışan ve tek tokat yemeden poliste itirafçı olarak “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) diyen.
İtirafçı Engin Erkiner’in, siyasi bir değeri olmayan, sadece bu tür dosyalarda anılması yeterli olan, Mihrac Ural nedeniyle ve Kürt hareketine yaranıp yalanma amacıyla gösterdiği, Suriye düşmanlığının çirkin ve bir o kadar ahlaksız ırkçı-milliyetçiliğini not düşüyorum.
Egemen ulus milliyetçisi bu çirkin insanların, ülkemizde farklılıklar konusunda ortaya koydukları milliyetçi tutum ile Suriye düşmanlıkları arasında paralele olduğunu, bu çirkin tartışmaların bir dosyasında not düşmekle yetiniyorum.
Herkesin yeri bir kez daha belli olmuştur.
Herkesin belge ve kanıtla ortaya konmuş, altında imzaları olan yazılarla tutumları açıktır.
Burada bunları bir kez daha aktardım.
Bu belgeler, özgürlüklerden ve demokrasiden yana olan bizlerle
MİT ajanlığı ve itirafçılığıyla kirlilik saçmaya devam edenleri açık ve net olarak ortaya koymuştur.
DOĞAL SAFLAŞMA
Mihrac Ural
28 Mart 2011
Halkına sunduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal reformu zaman kaybı olmadan ikame eden, demokrasi ve özgürlükleri genişleten, vatandaşı Kürt halkının haklı taleplerini teslim eden, fiilen ve ikircimsizce teslim eden, Filistin halkının yanında sürdürdüğü dayanışmada kararlılığını yitirmeyen, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve benzer emperyalist-Siyonist planlara karşı duran ve çökmesine katkı yapan, Suriye’den yana olmak bölgenin tüm devrimci güçlerinin bir görevidir.
İbrahim yalçın gibi MİT ajanlarının, Engin Erkiner gibi itirafçıların bunu anlaması eşyanın doğasına aykırıdır. Bu polis organizesi ikilinin sahip çıkacağı hiçbir değer yoktur olamaz da. Yaşadıkları bölgeyi bilmemenin, devlet ajanı olmanın kaçınılmaz sonucu olarak Suriye düşmanlığı yapmaları ise normaldir.
Direnen tüm Filistin örgütleri, direnen tüm Lübnan örgütleri ve aralarında örgütümüzün de olduğu, tüm bölge devrimci güçlerinin açık tutumlarla Suriye halkının ve yönetiminin bu süreci başarıyla atlatmasını için saf tutuğunu ilan etmiştir. Bunu bir kez daha buradan da belirtirim.
Suriye’nin “Alevi azınlığının yönetiminde bir ülke” olduğu yalan iddiası, bu ülkeyi direnme çizgisinden uzaklaştırıp yalıtma amacını taşıyor. Arap gericiliğinin kendine benzetmek istediği bu ülkeyi çökertmek için ortaya atılan bu iddianın geçerli hiç bir yanı yoktur. Bölge devrimcilerinin ortak görüşü de bu yöndedir.
Yalan ve abartmalardan oluşan bu iddialar, Filistinli Sünni direnme örgütlerine, Lübnanlı Sünni direnme örgütlerine ve aynı tarzdaki tüm Arap devrimci örgütlerine, Iraklı Kürt devrimci örgütlerine ve ülkemiz Kürt özgürlük hareketine sunulan özveri ve yapılan desteklerle iflas ettiğini bir kez daha buradan ifade ederim.
Bilindiği gibi, Suriye’nin düşmanı pek çoktur.
Bunların başında Arap gericiliği gelir. Yıkılan Arap diktatörlüklerinin yarattığı rüzgardan en çok yararlanacak olan, direnen Suriye’nin önünü kesmek için, bu ülkeyi karıştırmak üzere dört bir yandan ve özellikle İsrail kaynaklı müdahaleler bitip tükenmeden sürüyor.
Suriye’nin düşmanları bellidir. Bu ülkenin çökmesini isteyen açık ve nettir; Emperyalist-siyonist güçler ve onların dolaysız ortağı Arap gericiliğidir. Bunlar arasında MİT ajanlarının ve itirafçıların olması kadar doğal hiçbir şey yoktur.
Bu ahlaksızların, bu halk düşmanlarının aynı zamanda THKP-C(Acilciler)’in de dolaysız düşmanları olması kadar normal bir şey olamaz.
Bu saflaşma, dün olduğu kadar bu gün de öyledir.
***
İbrahim Yalçın adlı MİT ajanı, kimden yana ?
Bu soru çok abes. Adı üstünde, sorusuna gerek bile yok.
Buna rağmen, kimin kimden yana olduğunu belirtirken bunu sormam gerek.
Uzatmayacağım,
Kendisi, kimden yana olduğunu söylüyor;
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
Tek tokat yemeden, kendi el yazısı 12 sayfalık itirafnamesinde bunları dile getiriyor.
Bu belli.
Bu güne kadar devlete karşı tek bir satırlık muhalif siyasi yazısı yok.
Görevine de devam ediyor.
227. DOSYA’da, MİT İstanbul Bölge Başkanı O. Nuri Öndeş, “İhtilaller ve Anarşinin Yakın Tanığı” adlı kitabında, örgütümüzün İstanbul yakalanmalarıyla ilgili olarak aktardığım alıntılar da bu gerçeği tüm yönleriyle ortaya seriyor;
“MİT İstanbul bölgesi ilgilileri bu soygun kararını önceden haber almıştı ve bu soygun ekibinin hareketleri kontroldeydi ve nihai olarak Akbank Taksim şubesini soymaya karar verdiler… Emniyet Müdür yardımcısı Şükrü BALCI’ya, soygun yapılmadan bir gün önce soygunun sabah saatlerinde yapılacağı haberi iletilmişti… Olay MİT elemanları tarafından izleniyor ve devamlı olarak koordinasyon sağlanıyordu… Operasyon Şefi çalınan paranın saklandığı yeri ve adresinin belli olduğunu, şu anda Engin ERKİNER’in biri erkek diğeri kız, iki arkadaşıyla Şişli’de bir restoranda, kuru fasulye ve pilav yediklerini kendisine söyledi…” ( O.Nuri Öndeş, “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” s:283-85)
Burada MİT’in bilgi kaynağı olarak işaret edilen İbrahim Yalçın adlı ajandır.
Nokta.
Bu ahlaksız ajan, beni Suriye’yi desteklemekten dolayı suçlayabileceğini sanarak, açık adımla bloğumda yayınladığım yazıyı, sanki gizli bir şey bulmuş gibi malum kirli karakteriyle “belge” diye sunuyor.
Dinle lan hayan, dinleyin lan itirafçı ve MİT ajanları şebek sürüsü.
Mihrac Ural, hayatında yaptığı her şeyi halkı için ve halkların yararı için yapmıştır. Buna ömrünü vermiş vermeye de devam etmektedir. Bunun aksi bir milimlik bir kaymayı kimse gösteremez. Yalan ve kurgularınızla bile bunu üç yıldır beceremediniz. Bir tek siyasi yazısı olmayanların, MİT ajanı olarak kendi el yazılarıyla belgelenmiş aşağılık konumlarıyla karşılaştırılacak ya da muhatap alınacak bir şeyim yoktur olamaz da.
Buna karşılık, makalenin konusu gereği sorup cevaplıyorum.
Mihrac Ural kimden yanadır?
Bu sorunun cevabı açık ve nettir.
Binlerce siyasi yorum, makale, onlarca broşür ve kitapta ifadesini bulan siyasal görüşlerimle, ülkemin özgürlük ve demokrasi mücadelesinden yana yerimi belirlemiş bulunuyorum.
Yaşamımın tüm safhalarını, 1 kongresinin oy birliğiyle seçtiği THKP-C (Acilciler) örgütünün başında, dün olduğu gibi bu gün de mücadeleme devam ediyorum; işkence de ser verip sır vermeyen, zindanlarda bitip tükenmez sürgünleri alnının akıyla aşan, firarla özgürlüğünü elde eden ve sürgün yaşamına karşı mücadelesinde, yoldaşlarıyla birlikte bir anlık bir boşluk bırakmayan sürecin devamındayım.
Özel olarak Suriye konusunda ise,
Tutumum çok daha açık ve nettir.
Dost düşman bilsin,
Komşu ülkemiz Suriye’nin ülke içinde halkının demokratik ihtiyaçlarını vakit kaybetmeden karşılaması kaydıyla,
Kürt halkının haklarını ikircimsizce yerine getirmesi ve 24 Mart 2011 ‘da açıklanan reform programını ikircimsizce ikame etmesi kaydıyla,
Dünden bu güne gelen bölgede emperyalizme karşı duruşu, Filistin halkının yanında sonuna kadar en fedakar ülke olarak yer alması, Saddam diktatörlüğüne karşı mücadele eden Kürt halkına ev sahipliği dahil her türlü imkanı tanıyarak yardım yapması, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesine karşı ülkemiz devrimci hareketine ev sahipliği yapması, Kürt özgürlük hareketinin atağa kalkması için hiçbir fedakarlıktan çekinmemesi, Irak işgaline karşı her tehlikeyi göze alarak karşı durması, direniş güçlerini desteklemesi, 12 Temmuz 2006’da, 33 gün savaşında İsrail’in, Lübnan’a saldırısına karşı durması ve Lübnan direnişine her türden desteği vererek Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) yenilgiye uğramasını sağlanması, Gazze savaşında direnme güçlerinin devlet bazındaki tek Arap ülkesi olarak oynadığı rol ve direnme örgütleri merkezinin güvenlik limanı olması, “Yaratıcı Anarşi”nin, bölgemiz halkları için ördüğü tüm planlara karşı, direnişin ve direnme kuvvetlerinin vatanı olarak mücadele etmesiyle belirlenen konumuyla komşu ülkemiz Suriye’nin yanında olduğumu bir kez daha, bin kez daha ilan ediyorum.
Suriye üzerine medyada çıkan kurgu, yalan ve abartma haberlere bu günlerde tek tek belgeleriyle, bunu yapan TV kanallarındaki spikerlerin itiraflarıyla ortaya konmaktadır; başka ülkelerin gösterilerini “Suriye’de yapılan gösteriler” diye servis etmek dahil, senaryo video çekimlerini gerçek gibi yayınlamak, ses ve görüntü farklılıklarıyla tersi haberler üretenler tek tek ortaya çıkarılmaktadır. Lazkiye’de yaşananların canlı tanığı olarak bu satırların yazarı olarak, şehrin her köşesinde ve her siyasal görüşten olan dostlarıyla yaptığı görüşmelerde, abartmalara, yalan ve uydurmalara inat halkın direnen, halkın demokratik haklarını verme çabasında olan Suriye’nin yanında olduklarını ifade ettiler.
Sorduğum bir soru üzerine bu dostların verdiği cevap, bu yöndeki tüm sorulara bir cevaptı; “ Yarın, 29 Mart 2011 Salı günü itibariyle Suriye halkı yönetimine ve alınan reform kararlarına verdiği desteği meydanlarda milyonların haykırışıyla gösterecektir. Bu, ülkemiz üzerine oynanmak istenen tüm oyanlara bir cevap olacaktır. Uydu kanallarından bu gösterileri canlı yayından izlemek zor değil. Uluslararası tekellerin medya haberlerini değil, canlı yayından gerçekleri görmek, gerçek belge ve kanıtlara dayanmaktır”
Bu cevabı, polis organizesi karşı devrimci ajanlara ve itirafçılara da aynıyla iletirim.
Suriye halkının ezici çoğunluğuyla yönetiminden yana ve alınan reform kararlarına destek verdiğimi bir kez daha iddiayla buraya not düşüyorum.
Muhalif güçlerin, ne sayısal ne de siyasal olarak hiçbir abartılı yanları olmadığı, gerici söylemlerle boğulmuş, ilerici muhalefeti dışlayan, camileri korunak alarak halkı aldatmak isteyen, dış güçlerin etkin kışkırtması altında olan bu güçlerin öncelikli amacının özgürlük olmadığını, Suriye’nin direnen bir ülke olmaktan çıkarılmak istediğini, bir kez daha iddiayla belirtiyorum.
Direnen tüm Filistin örgütleri, direnen tüm Lübnan örgütleri ve aralarında örgütümüzün de olduğu, tüm bölge devrimci güçlerinin açık tutumlarla Suriye halkının ve yönetiminin bu süreci başarıyla atlatmasını için saf tutuğunu ilan etmiştir. Bunu bir kez daha buradan da belirtirim.
Suriye’nin “Alevi azınlığının yönetiminde bir ülke” olduğu yalan iddiası, bu ülkeyi direnme çizgisinden uzaklaştırıp yalıtma amacını taşıyor. Arap gericiliğinin kendine benzetmek istediği bu ülkeyi çökertmek için ortaya atılan bu iddianın geçerli hiç bir yanı yoktur. Laik Suriye yönetiminde mezheplerin ayrıcalıklı bir hukuku yoktur, Lübnan’da Alevilerin özerk, yarı-resmi “Yüksek Meclis”leri olmasına karşın, Suriye’de böylesi bir ayrıcalık bulunmamaktadır. Ordu yüksek kademesi, hükümet, devlet görevleri ve milletvekilleri oranlamasında Alevilerin oranı nüfus oranlarına göre de oldukça geridir. Bölge devrimcileri bu gerçeklerin bilincinde direnen Suriye’nin yanındadır.
Yalan ve abartmalardan oluşan bu iddialar, Filistinli Sünni direnme örgütlerine, Lübnanlı Sünni direnme örgütlerine ve aynı tarzdaki tüm Arap devrimci örgütlerine, Iraklı Kürt devrimci örgütlerine ve ülkemiz Kürt özgürlük hareketine sunulan özveri ve yapılan desteklerle iflas ettiğini bir kez daha buradan ifade ederim.
Bilindiği gibi, Suriye’nin düşmanı pek çoktur.
Bunların başında Arap gericiliği gelir. Yıkılan Arap diktatörlüklerinin yarattığı rüzgardan en çok yararlanacak olan, direnen Suriye’nin önünü kesmek için, bu ülkeyi karıştırmak üzere dört bir yandan ve özellikle İsrail kaynaklı müdahaleler bitip tükenmeden sürüyor.
Suriye’nin düşmanları bellidir. Bu ülkenin çökmesini isteyen açık ve nettir; Emperyalist-siyonist güçler ve onların dolaysız ortağı Arap gericiliğidir. Bunlar arasında MİT ajanlarının ve itirafçıların olması kadar doğal hiçbir şey yoktur.
Bu ahlaksızların, bu halk düşmanlarının aynı zamanda THKP-C(Acilciler)’in de dolaysız düşmanları olması kadar normal bir şey olamaz.
Bu saflaşma, dün olduğu kadar bu gün de öyledir.
Bu dosyayla da kimin kime destek verdiğini bir kez daha el yazılı altı imzalı bir belge olarak tarihe bırakıyorum.
Buna ek olarak, polis organizesi ikilinin diğer ayağı olan, itirafçı Engin Erkiner’i de anmak gerek.
MİT ajanı İbrahim Yalçın’nın ortağı.
12 Mart tutuklamalarından nasıl sıyrıldığı hala bilinmeyen.
İlker akman ve arkadaşlarını ihbar ederek, 26 Ocak 1976 Malatya Beylerderesi katliamına yol açan bir “katil muhbir“ olan,
Ankara örgüt birimini diri ölü tasfiye eden,
Örgütümüzün İstanbul birimini, örgüte sızdırdığı MİT ajanı İbrahim Yalçın’la 19 Ağustos 1977 darbesinde tasfiye etmeye çalışan ve tek tokat yemeden poliste itirafçı olarak “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16) diyen.
İtirafçı Engin Erkiner’in, siyasi bir değeri olmayan, sadece bu tür dosyalarda anılması yeterli olan, Mihrac Ural nedeniyle ve Kürt hareketine yaranıp yalanma amacıyla gösterdiği, Suriye düşmanlığının çirkin ve bir o kadar ahlaksız ırkçı-milliyetçiliğini not düşüyorum.
Egemen ulus milliyetçisi bu çirkin insanların, ülkemizde farklılıklar konusunda ortaya koydukları milliyetçi tutum ile Suriye düşmanlıkları arasında paralele olduğunu, bu çirkin tartışmaların bir dosyasında not düşmekle yetiniyorum.
Herkesin yeri bir kez daha belli olmuştur.
Herkesin belge ve kanıtla ortaya konmuş, altında imzaları olan yazılarla tutumları açıktır.
Burada bunları bir kez daha aktardım.
Bu belgeler, özgürlüklerden ve demokrasiden yana olan bizlerle
MİT ajanlığı ve itirafçılığıyla kirlilik saçmaya devam edenleri açık ve net olarak ortaya koymuştur.
24 Mart 2011 Perşembe
İSRAİL TERÖRÜ NEREYE KADAR
Mihrac Ural
25 Mart 2011
Uluslar arası ilişkilerde kimse adalet aramasın.
Çıkarlar ve çıkar öbekleri dünyasına bakmak, olaylar karşısında kimin nasıl davranacağını çözmek için yeterlidir.
Çıkarlar karşısında ne evrensel insan hakları ne de erdemlerinin bir önemi var. Tümü kof birer söz çöplüğü.
Güçsüz ülkeler, çıkar dünyalarına eklenti olabildikleri ölçüde, artıklardan ve kırıntılardan ne çıkarsa o kadarla yetinirler Ötesi değil.
Bu nedenle uluslar arası sorunları ele alırken, bir görüş ortaya koymak artık kendini bıktırıcı tarzda tekrar etmekten başka bir anlama gelmiyor.
Her olay, tüm verileriyle önceki bir dizi olayın neden ve sonuçlarının tekrarından ibaret olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolaysıyla, aynı şeyleri tekrarla yazmak duvara konuşmak gibi bir şey oldu.
İsrail terörünü yazmak tas tamam böyle bir şey. Gözünü kan bürümüş, insanlıktan çıkmış, savaş mekanizmasının esiri olmuş bir terör devletinin cürümlerini tekrarla yazıp durmanın dayanılmaz ağırlığı altında, bir kez daha Gazze’ye yapılan saldırıları kaleme almak öyle kolay değil.
22 Mart 2011 tarihi itibariyle, bölgemizin içine girdiği ayaklanmaların karmaşasında, İsrail Gazze’ye bir kez daha ölüm yağdırdı. Bombalar, füzeler Filistinli sivillerin katledip durdu. Bilanço şimdilik 12 Filistinlinin ölümünü gösteriyor.
İSRAİL - GAZZE
Gazze yer küremizin en yoğun nüfuslu bölgesidir. Bu alanın özgün geostratejik konumu, savaşlar, kuşatma ve tıkanmalarıyla akıl almaz bir yığılma alanı haline gelmiştir. İnanılmaz ölçekte insanlık dramlarına da zemin olan bu yığılma İsrail devletinin terörü altında, kanlı bir yaşam kaosu içindedir.
Gazze bu yapısıyla da direnmenin merkezidir. Yaşama tutkunluğun, var oluş için her türden mücadeleye atılışında kaynağı haline gelmiştir. Gazzede rüzgar eken İsrail’in buradan fırtınalar biçmesinin nedeni de budur. Filistin davası Gazze’de çok daha boyutlu bir dava olarak kendini ifade eder.
İsrail, Gazze’yi gözüne sokulmuş bir iğne gibi görüyor. En ılımlı İsrailli lider sayılan Şimon Perez bile (bu günkü Cumhurbaşkanı) “tanrıdan dileğim, bir tusunami dalgası Gazze’yi halkıyla birlikte alıp götürsün” demekten çekinmez.
Ancak tüm haksız beddualar gibi bu beddua İsrail’in suratına şamarını durmadan vurur.
İsrail’in siyonist terör devleti, 27 Aralık 2008 tarihinde Gazze’e yönelik savaşı bir yok etme savaşıydı. Ancak 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyi onarmak için giriştiği bu savaşta da sonuç alamayarak gerilemesine artan bir ivme katmıştır.
O gün bu gündür, İsrail, Gazze’yi bir biçimde ağır kayıplarla diz çökmeye zorlamaktadır. Ancak bu girişimlerin hiç biri, Mısır gibi Hüsnü Mübarek diktatörlüğünün yardımlarına rağmen başarılı olamamıştı.
O günlerden bu güne, Arap halkının her ülkede başarılı özgürlük ve demokrasi atılımları yaptığı koşulda İsrail, yaklaşan tehlikenin kaçınılmaz sonuçlarına karşı bir kez daha Gazze’ye saldırı yapmayı denemiştir.
Ancak İsrail lehine olabilecek tüm süreçler bir bir kapanırken, bu beyhude saldırılar, Filistinlilerin moralini dahi bozmaktan uzaktır. Dün, “Biz olmasak da gelecek kuşaklarımız Filistin’e dönsün diye mücadele ediyoruz” diye mücadele eden Filistinliler, “artık bizim kuşağın bile dönebileceği günler uzak değil” diye düşünmektedirler.
Dengelerin böylesine köklü değişimi, İsrail’in Gazze kini, kendine zarar verecek bir veri haline gelmiştir.
İsrail, yaptığı vahşeti dün olduğu gibi bu günde ABD ve onun BM Güvenlik Konseyindeki etkinliği altında icraya devam edebiliyor. Bu zırh, batının tarihsel ikiyüzlülüğünü, çıkarlar dünyasındaki ahlaksızlığının da bir ifadesi olarak, Siyonistlerin elinde Filistin halkını katlediyor.
İSRAİL VE BM
II. Dünya savaşının kefaretini Filistin halkına ödeten Batılı emperyalist güçler, kendi dokularının bir parçası olan Siyonist sermayeye Filistin toprakları üzerinde tarihsiz bir devlet kurdurarak, bölgenin talihini karanlık çağlara teslim etmiştir.
Siyonizm bu yanıyla, Yahudi tekelci sermayenin, Nazi yöntemleriyle askeri yayılmacılığı esas alması, mağduru olduğu iddiasında olduğu Alman Nazi yöntemlerini fersah fersah aşan bir vahşetle Filistin halkına dayatma fırsatı bulmuş oldu. Siyonizmi Nazizm yapan da budur.
II. Dünya savaşı artığı silahlar ve Yahudi savaş generallerinin kurduğu İsrail ordusu, 400 yıllık Osmanlı sömürgeciliğinden yeni çıkmış Filistin halkı üzerinde, batının da desteğiyle uzun süreli bir egemenlik kurmayı başarmıştır. Araplarla her savaşta galip gelmenin nedeni böylece oluşurken, Arap coğrafyası okyanusunda bir ada olan İsrail, yüz yıldır biriken Arap gençliğinin tepkileri ve enerji birikimleriyle bu günün gerginliğine gelmiş oldu. BM kararlarını, ABD ve batının sınırsız desteğiyle, önemsemeyen, elinin tersiyle iten İsrail, gelinen bu noktada BM ve Batının engellemekte aciz kalacağı risklerle karşı karşıya kalacağını müjdelemek yanlış değildir.
Buna rağmen, yüzlerce makalede aynıyla tekrar ettiğimiz bu tanılar, İsrail’i anlatmaya yetmiyor.
Bunlara, tarihte, bir terör örgütü olarak yapılandırılmış böylesi bir devletin olmadığını da eklemek gerek. Filistinli liderlere suikast yapmayı, muhalefeti, iktidarı, kuvvet komutanları ve Cumhurbaşkanından oluşan Güvenlik Konseyinde, oylama usulü karar alan başka bir devlet yeryüzüne ne gelmiştir ne de gelmesi mümkündür.
Bu vahşete karşı kılını bile kıpırdatmayan BM, insanın onursal tüm değerlerini ayaklar altına alan bir pervasızlıkla, İsrail’in kınanmasına bile müsaade etmiyor. ABD Vetosu bu pervasızlığın dayanağı olmaya devam ediyor.
“Libya halkını ölümden korumak” adına 1973 Nolu kararıyla Libya’ya bomba yağdırarak sivilleri acımasızca katlediyorlar. Libya’nın Petrolü, doğal gazı ve ikisinden de önemli olan ancak kimsenin dikkatini bile çekmeyen sahranın altındaki dev nehirlerin tatlı sularını ele geçirmek için bu savaş başlatılmıştır; Nil ve Fırat nehir sularının 1000 katı bir debiye sahip olan Sahra altı dev nehirleri denetlemek bu kavganın önemli bir parçasıdır. Libya’nın diktatörü bu nehirlerin yeryüzüne çıkarılması için 71 milyar dolar harcadığı ise bilinen bir gerçektir.
Libya üzerine yürüyen savaş, asla Libya halkı için değildir. Libya’nın demokrasi ve özgürlük arayan muhalefeti, bu haksız savaşla, emperyalistlerin bir kuklası olmaktan öteye geçemez de. Bir diktatörden kurtulmak için halkının gücünden başka bir güce dayanmak ise, uğruna ayaklanılan tüm değerleri esir pazarında satmak demektir. Böylece kaybeden taraf, dövüşen her iki taraftır demek yanlış değildir. Kaybeden Libya’dır, Libya halkıdır.
Bir kez daha anlaşılıyor ki, BM kararları emperyalist çıkarların yolunu açan, onların talan ve gasplarını meşru zeminde yapsınlar diye alınan kararlardır.
Bu kararlar alındığı an bir dakika bile gecikmeden, kararı kendine göre yorumlayarak, silaha sarılıp bombalar yağdırma aceleciliği, bize bir kez daha Irak senaryosunu hatırlatıyor. Saddam diktatörü bahanesiyle Irak yerle bir edildi, Libya ‘da Kaddafi diktatörü bahanesiyle yerle bir edilerek çatışan her iki tarafın da teslim alınması gerçekleşecektir.
Libya’nın hikayesi Irak’ta yazılıdır demek bu anlamda yanlış değildir.
Bu tabloda, İsrail’e tek bir söz söylemeyenlerin, uyarı dahi yapmayanların, insanlığın gözü önünde açlık ve bombalarla katledilen Gazze için kılını kıpırdatmayanların ikiyüzlü ahlaksızlıkları, milletleri temsil etmekten uzak oldukları açıktır.
Zayıflara ölümüne kadar direnmekten başka bir yol bırakmayan bu tablo, Kaddafi’nin şu sıralar can çekişirken dile getirdiği; “uçaklarınızla, bombalarınızla savunma sistemimizi yok ettiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, halkın kararlı direnişi, en büyük hava savunma gücüdür, bu gücü yeryüzünde yenilgiye uğratacak bir güç yoktur” cümlelerini manidar kılıyor.
Kendileri de dile getiriyor, “bu bir Haçlı Seferidir” diye. Fransa İçişleri Bakanı Claude Gueant’ın 23 Mart 2011 tarihli TV programında, “Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Libya'da bir "Haçlı Seferi"ne önderlik” ettiğini dile getiriyor. Ama bakanın bilmediği tarih gerçeklerinden birinin, Haçlı seferlerinin, yerli halkların karşısındaki hezimetidir.
Bu, “Haçlı Seferi” tutkunları, bin yıl önce, bu toprakların halkları karşısında aldıkları tarihsel yenilgiyi akıllarından çıkarmadan, İsrail’in 12 Temmuz 2006’da 33 gün savaşında aldığı ağır yenilgiyle Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) tarihe gömülüşünü unutmadan, yaptıkları bu ikiyüzlü tutumun da bir gün bedelini ödeyeceklerini bilmeleri gerekmektedir. Tarihin kaçınılmaz yasası budur; her halk kendi topraklarının egemeni olarak servetleri üzerinde hak sahibidir, bu hak er ya da geç yaşamın tartışmasız hâkimi olacaktır.
Emperyalistlerin, akıl ölçüleriyle kabulü mümkün olmayan bu sonsuz destekleri, İsrail’i ne bu bölgenin yerli bir unsuru haline getirebilecektir ne de geri dönüşü mümkün olmayan, muhkem yenilgisinden kurtarabilecektir.
RUSYA VE ÇİN
BM kararlarının alınmasında, önemli rolü olması gereken Rusya ve Çin, artık hesabı yapılması gerekmeyecek kadar cüce ülkeler olduğu görülmüştür.
Rusya, Çin gibi devler, açık zulmüm karşısında sesini bile çıkaramıyorlar. İnsanı rahatsız eden bu ahlaksızlığa karşı, sihirli bir değnek değmiş gibi süren sessizliği, dar çıkarlar dışında izah etmenin mümkünü yoktur.
Rusya ve Çin bu satırların yazarı için, halkların haklı davalarına ilişkin BM kararlarında tiksintiyle anılacak tutumların ülkeleridir. Çirkin çıkarlar dünyasının birer komik edatı haline gelen bu iki dev, geçmişiyle ters yüz olmuş ikiyüzlülükten başka bir davranış sergileyemeyerek birer cüce görüntüsü içindedirler.
Filistinli direnme örgütlerinin kınanmasında, üzerine yürünmesi, hatta İsrail’in Lübnan’ı yakıp yıkması sırasında ve son olarak Libya’ya saldırıda vetosunu kullanmayı denemekten bile korkmuştur. Bu tutumlarla birer cüce olarak, bu ülkelerin ne insanlık adına ne de halklar adına uluslar arası alanda verebilecekleri hiçbir şey kalmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
“Çıkarlar dünyasından başka bir şey beklenmez“ diyenleri çok iyi anladığımı belirtmeliyim. Ama şairin dediği gibi bu yürek bu dilden anlamaz pek; 20.yy boyunca tüm zayıf ülkelerin, halkların, ulusal kurtuluş savaşlarının, sosyalist, komünistlerin ve benim de içinde yer aldığı kuşağın, ölümleri bile göze alarak, işkenceler, zindanlar, sürgünler, şehit olma ya da hakkın rahmetine sürgünde muhatap olmalarıyla ödediği bedeller, tutumlarıyla cüceleşen bu iki ülke “çıkarlar dünyası” adı altında aklamanın çok hafif kalacağını belirtmek isterim.
DEĞİŞEN DENGELER
Her şeye rağmen Filistin halkı direnmeye devam ediyor. Bu halk 21. Yüzyıla özgürlük ve demokrasi hamlesiyle giren Arap halkının dinamiklerini ve rüzgarlarını arkasına alarak daha da sonuç alıcı direnişlere yönelmeye hazırlanıyor.
Bunun elle tutulur sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Her gelişmenin etkileri belli bir sürenin sonunda kendini ikame eder gerçeği Filistin halkının bu gelişmelerden etkilenmiş kazanımları için de geçerlidir.
Bunun en önemli zemini, İsrail karşısında kazanılan 12 Temmuz 2006’daki 33 gün savaşıdır. Bu savaşın etkileri bu gün 5 yıl sonra daha da belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
Dün, sıradan silahlarla, yaşam kavgası veren Filistin direnme örgütleri, bu gün Gazze’de çok daha güçlü çok daha etkin savunma silahlarıyla ortaya çıktı.
Barıştan anlamayan, savaşı bir yaşam tarzı olarak kendi toplumuna da dayatan bu terör devleti, artık 40 Km menzilli Filistin direnme örgütlerinin yerli yapım füzelerine muhataptır. Bölgemizde en etkin ve en caydırıcı silah olarak beliren füzeler, artık Filistin halkının da elinde bir savunma ve caydırıcı gücü olarak işlev görüyor.
Nükleer silahlarıyla, Arap coğrafyası okyanusunda ezmeyeceği güç olmadığı sanısında olan İsrail, ilk kırılmayı 2006 savaşında aldı. Bu gün Filistin direnme örgütlerinin füzeleri karşısında artık daha da gerilemiş bir güç konumundadır. Nükleer tesislerini bu füzelerden koruma şansı olmayan İsrail için hiçbir atom-nötron bombası kurtarıcı değildir.
Bu bölgede barış içinde bir arada yaşama algısını içselleştirmemiş olanları ne ırkçı beton duvarlar ne de nükleer silahlar koruyabilir. İsrail bunu anlamakta geç kalacağı artık açık olmuştur.
Sonu gelmeyen İsrail zulmünün bu okyanusta boğulmaktan kurtulması imkansızdır.
25 Mart 2011
Uluslar arası ilişkilerde kimse adalet aramasın.
Çıkarlar ve çıkar öbekleri dünyasına bakmak, olaylar karşısında kimin nasıl davranacağını çözmek için yeterlidir.
Çıkarlar karşısında ne evrensel insan hakları ne de erdemlerinin bir önemi var. Tümü kof birer söz çöplüğü.
Güçsüz ülkeler, çıkar dünyalarına eklenti olabildikleri ölçüde, artıklardan ve kırıntılardan ne çıkarsa o kadarla yetinirler Ötesi değil.
Bu nedenle uluslar arası sorunları ele alırken, bir görüş ortaya koymak artık kendini bıktırıcı tarzda tekrar etmekten başka bir anlama gelmiyor.
Her olay, tüm verileriyle önceki bir dizi olayın neden ve sonuçlarının tekrarından ibaret olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolaysıyla, aynı şeyleri tekrarla yazmak duvara konuşmak gibi bir şey oldu.
İsrail terörünü yazmak tas tamam böyle bir şey. Gözünü kan bürümüş, insanlıktan çıkmış, savaş mekanizmasının esiri olmuş bir terör devletinin cürümlerini tekrarla yazıp durmanın dayanılmaz ağırlığı altında, bir kez daha Gazze’ye yapılan saldırıları kaleme almak öyle kolay değil.
22 Mart 2011 tarihi itibariyle, bölgemizin içine girdiği ayaklanmaların karmaşasında, İsrail Gazze’ye bir kez daha ölüm yağdırdı. Bombalar, füzeler Filistinli sivillerin katledip durdu. Bilanço şimdilik 12 Filistinlinin ölümünü gösteriyor.
İSRAİL - GAZZE
Gazze yer küremizin en yoğun nüfuslu bölgesidir. Bu alanın özgün geostratejik konumu, savaşlar, kuşatma ve tıkanmalarıyla akıl almaz bir yığılma alanı haline gelmiştir. İnanılmaz ölçekte insanlık dramlarına da zemin olan bu yığılma İsrail devletinin terörü altında, kanlı bir yaşam kaosu içindedir.
Gazze bu yapısıyla da direnmenin merkezidir. Yaşama tutkunluğun, var oluş için her türden mücadeleye atılışında kaynağı haline gelmiştir. Gazzede rüzgar eken İsrail’in buradan fırtınalar biçmesinin nedeni de budur. Filistin davası Gazze’de çok daha boyutlu bir dava olarak kendini ifade eder.
İsrail, Gazze’yi gözüne sokulmuş bir iğne gibi görüyor. En ılımlı İsrailli lider sayılan Şimon Perez bile (bu günkü Cumhurbaşkanı) “tanrıdan dileğim, bir tusunami dalgası Gazze’yi halkıyla birlikte alıp götürsün” demekten çekinmez.
Ancak tüm haksız beddualar gibi bu beddua İsrail’in suratına şamarını durmadan vurur.
İsrail’in siyonist terör devleti, 27 Aralık 2008 tarihinde Gazze’e yönelik savaşı bir yok etme savaşıydı. Ancak 12 Temmuz 2006 Lübnan savaşında aldığı ağır yenilgiyi onarmak için giriştiği bu savaşta da sonuç alamayarak gerilemesine artan bir ivme katmıştır.
O gün bu gündür, İsrail, Gazze’yi bir biçimde ağır kayıplarla diz çökmeye zorlamaktadır. Ancak bu girişimlerin hiç biri, Mısır gibi Hüsnü Mübarek diktatörlüğünün yardımlarına rağmen başarılı olamamıştı.
O günlerden bu güne, Arap halkının her ülkede başarılı özgürlük ve demokrasi atılımları yaptığı koşulda İsrail, yaklaşan tehlikenin kaçınılmaz sonuçlarına karşı bir kez daha Gazze’ye saldırı yapmayı denemiştir.
Ancak İsrail lehine olabilecek tüm süreçler bir bir kapanırken, bu beyhude saldırılar, Filistinlilerin moralini dahi bozmaktan uzaktır. Dün, “Biz olmasak da gelecek kuşaklarımız Filistin’e dönsün diye mücadele ediyoruz” diye mücadele eden Filistinliler, “artık bizim kuşağın bile dönebileceği günler uzak değil” diye düşünmektedirler.
Dengelerin böylesine köklü değişimi, İsrail’in Gazze kini, kendine zarar verecek bir veri haline gelmiştir.
İsrail, yaptığı vahşeti dün olduğu gibi bu günde ABD ve onun BM Güvenlik Konseyindeki etkinliği altında icraya devam edebiliyor. Bu zırh, batının tarihsel ikiyüzlülüğünü, çıkarlar dünyasındaki ahlaksızlığının da bir ifadesi olarak, Siyonistlerin elinde Filistin halkını katlediyor.
İSRAİL VE BM
II. Dünya savaşının kefaretini Filistin halkına ödeten Batılı emperyalist güçler, kendi dokularının bir parçası olan Siyonist sermayeye Filistin toprakları üzerinde tarihsiz bir devlet kurdurarak, bölgenin talihini karanlık çağlara teslim etmiştir.
Siyonizm bu yanıyla, Yahudi tekelci sermayenin, Nazi yöntemleriyle askeri yayılmacılığı esas alması, mağduru olduğu iddiasında olduğu Alman Nazi yöntemlerini fersah fersah aşan bir vahşetle Filistin halkına dayatma fırsatı bulmuş oldu. Siyonizmi Nazizm yapan da budur.
II. Dünya savaşı artığı silahlar ve Yahudi savaş generallerinin kurduğu İsrail ordusu, 400 yıllık Osmanlı sömürgeciliğinden yeni çıkmış Filistin halkı üzerinde, batının da desteğiyle uzun süreli bir egemenlik kurmayı başarmıştır. Araplarla her savaşta galip gelmenin nedeni böylece oluşurken, Arap coğrafyası okyanusunda bir ada olan İsrail, yüz yıldır biriken Arap gençliğinin tepkileri ve enerji birikimleriyle bu günün gerginliğine gelmiş oldu. BM kararlarını, ABD ve batının sınırsız desteğiyle, önemsemeyen, elinin tersiyle iten İsrail, gelinen bu noktada BM ve Batının engellemekte aciz kalacağı risklerle karşı karşıya kalacağını müjdelemek yanlış değildir.
Buna rağmen, yüzlerce makalede aynıyla tekrar ettiğimiz bu tanılar, İsrail’i anlatmaya yetmiyor.
Bunlara, tarihte, bir terör örgütü olarak yapılandırılmış böylesi bir devletin olmadığını da eklemek gerek. Filistinli liderlere suikast yapmayı, muhalefeti, iktidarı, kuvvet komutanları ve Cumhurbaşkanından oluşan Güvenlik Konseyinde, oylama usulü karar alan başka bir devlet yeryüzüne ne gelmiştir ne de gelmesi mümkündür.
Bu vahşete karşı kılını bile kıpırdatmayan BM, insanın onursal tüm değerlerini ayaklar altına alan bir pervasızlıkla, İsrail’in kınanmasına bile müsaade etmiyor. ABD Vetosu bu pervasızlığın dayanağı olmaya devam ediyor.
“Libya halkını ölümden korumak” adına 1973 Nolu kararıyla Libya’ya bomba yağdırarak sivilleri acımasızca katlediyorlar. Libya’nın Petrolü, doğal gazı ve ikisinden de önemli olan ancak kimsenin dikkatini bile çekmeyen sahranın altındaki dev nehirlerin tatlı sularını ele geçirmek için bu savaş başlatılmıştır; Nil ve Fırat nehir sularının 1000 katı bir debiye sahip olan Sahra altı dev nehirleri denetlemek bu kavganın önemli bir parçasıdır. Libya’nın diktatörü bu nehirlerin yeryüzüne çıkarılması için 71 milyar dolar harcadığı ise bilinen bir gerçektir.
Libya üzerine yürüyen savaş, asla Libya halkı için değildir. Libya’nın demokrasi ve özgürlük arayan muhalefeti, bu haksız savaşla, emperyalistlerin bir kuklası olmaktan öteye geçemez de. Bir diktatörden kurtulmak için halkının gücünden başka bir güce dayanmak ise, uğruna ayaklanılan tüm değerleri esir pazarında satmak demektir. Böylece kaybeden taraf, dövüşen her iki taraftır demek yanlış değildir. Kaybeden Libya’dır, Libya halkıdır.
Bir kez daha anlaşılıyor ki, BM kararları emperyalist çıkarların yolunu açan, onların talan ve gasplarını meşru zeminde yapsınlar diye alınan kararlardır.
Bu kararlar alındığı an bir dakika bile gecikmeden, kararı kendine göre yorumlayarak, silaha sarılıp bombalar yağdırma aceleciliği, bize bir kez daha Irak senaryosunu hatırlatıyor. Saddam diktatörü bahanesiyle Irak yerle bir edildi, Libya ‘da Kaddafi diktatörü bahanesiyle yerle bir edilerek çatışan her iki tarafın da teslim alınması gerçekleşecektir.
Libya’nın hikayesi Irak’ta yazılıdır demek bu anlamda yanlış değildir.
Bu tabloda, İsrail’e tek bir söz söylemeyenlerin, uyarı dahi yapmayanların, insanlığın gözü önünde açlık ve bombalarla katledilen Gazze için kılını kıpırdatmayanların ikiyüzlü ahlaksızlıkları, milletleri temsil etmekten uzak oldukları açıktır.
Zayıflara ölümüne kadar direnmekten başka bir yol bırakmayan bu tablo, Kaddafi’nin şu sıralar can çekişirken dile getirdiği; “uçaklarınızla, bombalarınızla savunma sistemimizi yok ettiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, halkın kararlı direnişi, en büyük hava savunma gücüdür, bu gücü yeryüzünde yenilgiye uğratacak bir güç yoktur” cümlelerini manidar kılıyor.
Kendileri de dile getiriyor, “bu bir Haçlı Seferidir” diye. Fransa İçişleri Bakanı Claude Gueant’ın 23 Mart 2011 tarihli TV programında, “Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'nin Libya'da bir "Haçlı Seferi"ne önderlik” ettiğini dile getiriyor. Ama bakanın bilmediği tarih gerçeklerinden birinin, Haçlı seferlerinin, yerli halkların karşısındaki hezimetidir.
Bu, “Haçlı Seferi” tutkunları, bin yıl önce, bu toprakların halkları karşısında aldıkları tarihsel yenilgiyi akıllarından çıkarmadan, İsrail’in 12 Temmuz 2006’da 33 gün savaşında aldığı ağır yenilgiyle Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) tarihe gömülüşünü unutmadan, yaptıkları bu ikiyüzlü tutumun da bir gün bedelini ödeyeceklerini bilmeleri gerekmektedir. Tarihin kaçınılmaz yasası budur; her halk kendi topraklarının egemeni olarak servetleri üzerinde hak sahibidir, bu hak er ya da geç yaşamın tartışmasız hâkimi olacaktır.
Emperyalistlerin, akıl ölçüleriyle kabulü mümkün olmayan bu sonsuz destekleri, İsrail’i ne bu bölgenin yerli bir unsuru haline getirebilecektir ne de geri dönüşü mümkün olmayan, muhkem yenilgisinden kurtarabilecektir.
RUSYA VE ÇİN
BM kararlarının alınmasında, önemli rolü olması gereken Rusya ve Çin, artık hesabı yapılması gerekmeyecek kadar cüce ülkeler olduğu görülmüştür.
Rusya, Çin gibi devler, açık zulmüm karşısında sesini bile çıkaramıyorlar. İnsanı rahatsız eden bu ahlaksızlığa karşı, sihirli bir değnek değmiş gibi süren sessizliği, dar çıkarlar dışında izah etmenin mümkünü yoktur.
Rusya ve Çin bu satırların yazarı için, halkların haklı davalarına ilişkin BM kararlarında tiksintiyle anılacak tutumların ülkeleridir. Çirkin çıkarlar dünyasının birer komik edatı haline gelen bu iki dev, geçmişiyle ters yüz olmuş ikiyüzlülükten başka bir davranış sergileyemeyerek birer cüce görüntüsü içindedirler.
Filistinli direnme örgütlerinin kınanmasında, üzerine yürünmesi, hatta İsrail’in Lübnan’ı yakıp yıkması sırasında ve son olarak Libya’ya saldırıda vetosunu kullanmayı denemekten bile korkmuştur. Bu tutumlarla birer cüce olarak, bu ülkelerin ne insanlık adına ne de halklar adına uluslar arası alanda verebilecekleri hiçbir şey kalmadığını söylemek yanlış olmayacaktır.
“Çıkarlar dünyasından başka bir şey beklenmez“ diyenleri çok iyi anladığımı belirtmeliyim. Ama şairin dediği gibi bu yürek bu dilden anlamaz pek; 20.yy boyunca tüm zayıf ülkelerin, halkların, ulusal kurtuluş savaşlarının, sosyalist, komünistlerin ve benim de içinde yer aldığı kuşağın, ölümleri bile göze alarak, işkenceler, zindanlar, sürgünler, şehit olma ya da hakkın rahmetine sürgünde muhatap olmalarıyla ödediği bedeller, tutumlarıyla cüceleşen bu iki ülke “çıkarlar dünyası” adı altında aklamanın çok hafif kalacağını belirtmek isterim.
DEĞİŞEN DENGELER
Her şeye rağmen Filistin halkı direnmeye devam ediyor. Bu halk 21. Yüzyıla özgürlük ve demokrasi hamlesiyle giren Arap halkının dinamiklerini ve rüzgarlarını arkasına alarak daha da sonuç alıcı direnişlere yönelmeye hazırlanıyor.
Bunun elle tutulur sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.
Her gelişmenin etkileri belli bir sürenin sonunda kendini ikame eder gerçeği Filistin halkının bu gelişmelerden etkilenmiş kazanımları için de geçerlidir.
Bunun en önemli zemini, İsrail karşısında kazanılan 12 Temmuz 2006’daki 33 gün savaşıdır. Bu savaşın etkileri bu gün 5 yıl sonra daha da belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.
Dün, sıradan silahlarla, yaşam kavgası veren Filistin direnme örgütleri, bu gün Gazze’de çok daha güçlü çok daha etkin savunma silahlarıyla ortaya çıktı.
Barıştan anlamayan, savaşı bir yaşam tarzı olarak kendi toplumuna da dayatan bu terör devleti, artık 40 Km menzilli Filistin direnme örgütlerinin yerli yapım füzelerine muhataptır. Bölgemizde en etkin ve en caydırıcı silah olarak beliren füzeler, artık Filistin halkının da elinde bir savunma ve caydırıcı gücü olarak işlev görüyor.
Nükleer silahlarıyla, Arap coğrafyası okyanusunda ezmeyeceği güç olmadığı sanısında olan İsrail, ilk kırılmayı 2006 savaşında aldı. Bu gün Filistin direnme örgütlerinin füzeleri karşısında artık daha da gerilemiş bir güç konumundadır. Nükleer tesislerini bu füzelerden koruma şansı olmayan İsrail için hiçbir atom-nötron bombası kurtarıcı değildir.
Bu bölgede barış içinde bir arada yaşama algısını içselleştirmemiş olanları ne ırkçı beton duvarlar ne de nükleer silahlar koruyabilir. İsrail bunu anlamakta geç kalacağı artık açık olmuştur.
Sonu gelmeyen İsrail zulmünün bu okyanusta boğulmaktan kurtulması imkansızdır.
22 Mart 2011 Salı
SURİYE, MISIR, YEMEN, LİBYA
Suriye'deki gelişmeler üzerine 1. makale.
Mihrac Ural
22 Mart 2011
Bölgemizde devrim süreci tüm hızıyla devam ediyor. Halk her alanda haklı taleplerini dile getiriyor. Halkından yana olmak isteyen iktidarlar acil önlemlere yöneliyor diktatörler ise bir biri ardından yıkılıp gidiyor.
Halkın verdiği iktidarı halk doğru kullanmayanların elinden bir biçimde almasını biliyor. Kimi yerde güçle, çoğu yerde en uygar ve en barışçıl yöntemlerle. 21. Yüzyılın kapıları böylesi büyük aydınlanma hamleleriyle açılırken, kapalı kapılar arkasında gelişmeleri duymazlıktan gelenler, parmağı arkasında saklananlar gibidir. Gelişmelerin dev dalgaları, bu vurdum duymazlığa iktidar hakkı tanımayacak kadar dipten ve güçlücedir.
Bu güç halkın gücüdür. Önünde durulmayacağını herkese yeterince göstermiştir.
SURİYE’DE NEWROZ
Bölgemizde Newroz kutlamaları bu yıl çok daha anlamlı ve geniş katılımlı oldu. Ülkemizde iktidarın acımasız baskısı altında geçen kutlamalarda onlarca alanda polisle çatışmalar vuku buldu.
Dünyanın her köşesinde Newrozu kutlayan Kürt halkı, insanlığa bir kez daha dünyanın her köşesinde Kürt kolektif kimliğiyle yaşama ısrarında, kararlı olduğunu gösterdi. Hiçbir güç onu asimile edemedi ve edemeyeceğini açıkça gösterilmiş oldu.
Bu satırların yazarı açısından 2011 Newrozunun böylesi bir anlamı ve mesajı bulunmaktadır. Geçen yıl Suriye’nin Rakka kentinde kanlı çatışmalara yol açan ve hepimizin protestosunu hak eden devlet müdahalelerine göre bu yıl oldukça özgür ve barışçıl bir kutlama yapıldı.
Suriye’nin her köşesinde, binlerce Kürt’ün katılımıyla, Kürt özgürlük hareketine açık destekleriyle, pankartları, bayrakları ve resimleriyle yapılan kutlamalar, Suriye’nin önceki yıllardan çıkardığı dersler kadar, Kürt halkının gelişen etkinliğinin ve haklarını uygarca elde edebilme medeni cesaretinin bir işaretiydi.
Kürt halkının olgunluğunu, modern bir ulus olarak siyasal davranışında düzeyli yaklaşımlarını bilmeyen cahilleri, Suriye’de Newroz kutlamalarının kanlı geçeceği beklentisini içinde ağzı salyalı bir şehvetle bekleyenleri mahcup etmiştir.
Ülkemizde, iktidarın Newroz kutlamalarına reva gördüğü baskılar ve acımasız saldırılar, bir kez daha basit demokratik taleplerde ortaya konan bu gerginliğin, yarınlar için hiçte olumlu bir işaret sayılmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bölge devletlerinde mücadele eden Kürt muhalif güçlerinin güvenli limanı olarak uzun yıllar işlev gören Suriye’nin Newrozla sınırlı olmayan, Kürt halkının demokrasi ve özgürlük sorunlarıyla da ilgili sorumlulukları olduğu ise unutmamak gerek (bunları da alttaki bölümde ele alacağım).
SURİYE’DE PROTESTOLAR
15 Mart 2011 Suriye’nin Deraa kentinde protesto gösterileri olduğu haberleri gelmeye başladı.
Suriye’de yönetim aleyhine gösterinin bin bir türünü gören ve takip eden biri olarak, bölgenin kaynadığı bir ortamda yapılan protesto gösterilerini halkın en demokratik hakkıdır diyeceğim. Bu hakkı yeryüzünde hiçbir iktidar sonuna kadar da gasp edemez de.
Bir hakkın arkasında duran bir halk var oldukça bu gerçek böyledir.
Deraa olayları, davar yazılaması yapan gençlerin tutuklanmasıyla patlak verdi. Bu patlama doğal olarak belli birikimlerin sonucuydu. Yoktan değil var olan bir sorunlarla ilgiliydi. Ancak bu sorunlarla on yıllardır mücadele eden çevrelerin örgütlü bir çabası olarak gündeme gelmemişti. Geleneksel muhalif güçlerle yapılan konuşmalarda konuyla ilgili haberleri bile olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu hiçbir gerçeği değiştirmiyor. Sorun halkın tepkisini bir biçimde ortaya koyuyordu.
Arap halkının büyük bir uyanış içinde olduğu ve Tunus’tan Mısır’a devrimlerle yürüyen bu yükselişin, Yemende sonuç almanın eşiğinde olduğu bir kesite gelmesi, ortak bir çizgide, uygar, barışçıl, kitle gücünü arkasına alarak onun basıncıyla dönüşümleri sağlayan bir gelişmedir. Bu çizginin dışına çıkan Libya halk ayaklanmasıdır (bunun olumsuzluklarını düzenli yayınladığım makalelerle izah etmeye çalışıyorum)
Domino taşı etkisinin tüm Arap diktatörlüklerini devirmeye başladığı bir süreçte, Suriye’de oldukça geç başlayan ve bu günün verileriyle de oldukça sınırlı alan ve sayıda insanla protestoların gündeme gelmesi tamamıyla Suriye özgülüyle ilgili bir durumdur (bu konuyu, hazırladığım uzun bir makaleyle dile getireceğim)
Bu günkü veriler, Suriye’deki protestoları “patladı” diye tanımlamak zor. Hala anti-emperyalist tutumları, Filistin ve Lübnan’da oynadığı rolle, Arap ulusal dış politika gereklerinde direnen güçlerin yanında sayılan Suriye’de, halkla iktidar arasında ciddi bir kırılmadan söz etmek güçtür. Her hafta yeni bir ayaklanma tarihi veren, kimi zaman ise, bunu “Suriye halkı Türk TV dizilerine tutkun, bunları kaçırmak istemiyor, bunun için ayaklanmaları yapamıyoruz, dizi mevsimi sonunda bunu yapacağız” diyen komedilere kulak asmadan denebilir ki, Suriye halkı, Beşşar Esad yönetimine kredi tanımaya devam etmektedir. Ancak bu kredi sonsuza kadar sürmeyeceği açıktır.
18 Mart 2011 Cuma günü itibariyle, Deraa olayları hızla boyutlanmaya başladı. Deraa tarihi boyunca yönetimlere karşı muhalif güçlerin olduğu bir şehir. Gösterilerde 4 gencin emniyet güçlerince katledilmesinin tepkileri beklenenden de büyük olacağı açıktı. Cenaze sırasındada bir gencin ölümü gerginliği tırmandıran bir gelişmeydi.
Vali ve Emniyet Müdürlerinin görevinden alınmasına karar veren Beşşar Esad, Cumhurbaşkanı birinci Naibi olan Faruk El Şaraa başkanlığında (Bu kişi de Deraa’lı ve Deraa’nıın en büyük aşiretine mensuptur) bir heyeti taziyeye gönderdi. Ancak bu heyet ilgi görmedi.
Cenazeye binlerce kişi katıldı. Az sayıda göstericinin başlattığı gösterileri hükümet baskılarla susturamayınca, şiddet artmaya başladı. Bu gelişme olumsuz etkilerini başka şehirlerde de göstermeye ihtimali az değildir. Tedirgin ve gergin bekleyiş, topluma sağlıklı mesajlar vermeyeceği açık. Halkın talepleri ertelendikçe onarılması güç süreçlerde başlamış olur.
Dış politikada tutarlı olmak hiçbir şeye yetmez. Halkının sorunlarını içte çözememiş bir iktidar halkı karşısında bulmakta gecikmez. Bu nedenle, farklılıklarıyla bir bütün olan Suriye, evinin içini düzenlemede geç kalmadan ciddi ve kalıcı demokratik atılımlar yapmakla yükümlüdür.
Suriye iç demokratikleşmesini hızla derli toplu ele almadan, bütün olumlu özelliklerine rağmen kırılmayla yüz yüze kalabilir.
Demokratikleşme yaşımın en önemli talebidir. Suriye 2000 yılından itibaren buna yönelmeye çalışmakta ancak ciddi bir sonuç alamamaktadır. Gösteriler hala sınırlı taleplerle yürürken, iç demokratikleşme buna cevap verme yükümlülüğünde olmalıdır. Bu konuda gecikme her zaman olduğu gibi sıkıntılı bir sürecin başlamasına yol açabilir.
Bu nedenle iki önemli sorunda hızla adımların atılması, olumlu farklılıklarıyla Suriye’yi, Arap halk devrimlerinin rüzgarlarından en çok yararlanan, kazançlı çıkan ülke konumuna getirebilir. Bunlar birincisi; Kürt sorunu, ikincisi; ülke genelini bağlayan demokratikleşme adımları.
Birincisi;
Suriye’de Kürtlerin talepleri, bölgedeki Kürt talepleri arasında makul olduğu kadar sıkıntısız yerine getirilebilecek taleplerden oluşmaktadır.
Öncelikleri Suriye topraklarında doğan her Kürt insanının vatandaşlık hakkını almasıdır. Kimliksizlerin kimlik haklarına kavuşmasıdır. Kürtçe öğrenim hakları, siyasal örgütlenme ve düşüncelerini açıklama özgürlüklerinin anayasal ve yazsal olarak güvence altında olma hakları.
Kürt halkı, bölgemizin en mazlum halkıdır. Bu halka bölgenin tüm devletleri zulüm yapmıştır. Bu konuda bölgenin hiçbir devleti ve hükümeti masum değildir. Arap orijinli özgürlük ve demokrasi mücadelesinin insanı olarak Suriye’de Kürtlerin haklarını her yazımda tekrarlayarak dile getirdim. Suriye’nin anti-emperyalist direnme noktasında olumladığım yanları kadar, eleştirilerimi de açıkça yaptım.
2010 Newroz kutlamalarında Suriye’nin Rakka kentinde ölüme yol açan hadiselerle ilgili “SURİYE’DE KÜRTLER” başlığı altında yazdığım uzun makalede özetle şunları dile getirdim ;
“Rakka olayları bir dizi gerginliğin ürünüdür. Her gerginlik küçük bir kıvılcımla ciddi bir yangına dönebilir. Bunun çözümü güvenlik önlemleri değil, sertlik hiç değildir. Güvenlik ve sertlik, devletlerin ucuz yöntemidir ve en erken iflas edenidir. Halkı karşısında kendini sorumlu görmeyen devlet kördür. Devlet kimseyi suçlama hakkına sahip değildir. Halkın güvenliği için gerekli her şey, devletin emri altında oldukça, tek sorumlu devletin kendisidir.
Kürtler, Newrozlarını hiç bir yerde özgürce kutlayamıyorlar. Eski kabuklarını üstlerinden atamayan, bin bir gerekçeyle ilkel statülere tutunan devletler, çağdaş bir algıyla bu kutlamaları özgürlük sevincine yükseltemiyorlar. Bununla da kalmayıp, baskıcı tutumlarla, basitçe aşabilecekleri sorunların tutsağı oluyorlar. Suriye gibi bölgemizin en hassas ülkesinde, Arap milliyetçiliğinin kör ettiği gözler, basit sorunları, aşılması güç sorun haline çevirmektedir. Bu sorunlar da toplumu esir almaktadır.
Hangi nedenle olursa olsun milliyetçilik her toplumun, her ülkenin ve her devletin en büyük handikabıdır. Bölücülüğün de temel kaynağıdır. Devletin pompaladığı milliyetçi gerginlikleri, nereden gelirse gelsin provokasyonların da kışkırtıcısıdır. Gerginlikler çatışmaya dönüştüğü zaman, kimse kimseyi suçlamasın tek suçlu ve sorumlu devlettir. Bu Ülkemizde de öyledir, Suriye'de de öyledir.
Suriye kendi Kürtüyle güçlüdür, ona karşı sertlikte ise zayıftır. Emperyalistler bunu istiyor. Zayıf bir Suriye bölge halklarının çıkarına değildir. Kürt halkı bulunduğu her ülkede kendi topraklarındadır, kimsenin topraklarını gasp etmiş bir halk değildir. Yaşadığı ülkenin değerlerine de saygılı ve barışçıl bir halktır. Kürtleri kazanan, hakları ve özgürlükleriyle Kürtleri güçlü kılan, kendini güçlü kılar, kendisi kazanır. Suriye'den de beklenen budur.
Kürt sorununda tutum, Filistin davasındaki tutum gibi bölgenin barometresidir. Bu bölge birimizin değil hepimizindir, saflarımızı sıklaştırdıkça, farklılıklarımızı birer kurucu eşit olarak ele aldıkça hepimiz kazanabiliriz.
Bölgenin tüm devletleri bunu öğrenecektir.“ (Mihrac Ural, 23 Mart 2010 tarihli “SURİYE’DE KÜRTLER” başlıklı makale)
İkincisi;
Çok yönlü demokratik atılım. Beşşar Esad, yönetimi ele aldığı günden itibaren dile gelen reformların artık gerekçesiz ikame edilmeye başlanması gerekmektedir.
Bunların en önemlileri,
Sıkıyönetim yasalarının iptalidir. Bu yasalardan doğan hukuka aykırı tüm yaptırımların da sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerekmektedir (bu yasa nedeniyle Suriye’de 1999-2000 yılları arasında güneş yüzü görmeyen hücre cezası çektim; ne mahkeme ne avukat olmadan. A. Öcalan’ın çıkışı ardından benim de dosyam TC tarafından Suriye’ye dayatıldı, Teslim edilmem istendi. Onlar da resmi olmasa da siyasi mülteci statüsünde biri olarak beni gerekçesiz, yargısız 1 yıl hücrede tutarak, TC’nin günlünü yapmaya çalıştılar. Bundan önce de üç kez siyasi aktivitelerimiz nedeniyle kısa süreli tutuklanmalara maruz kaldım. Ancak bunlar tarafsız bir gözlemle Suriye’yle ilgili oluşmuş görüşlerimi hiçbir zaman etkilemedi)
Genel, siyasi af, düşüncenin özgürce örgütlenmesi ve dile gelmesini engelleyen, tek parti yönetiminin dayattığı adil ve eşit olmayan siyasi rekabetle ilgili tüm yasa, kurum ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasıdır.
Parlamenter demokrasinin, Suriye’nin tarihi ve siyasi geleneğinde yer alan siyasal çoğulculuğu bir biçimde sınırlayan, tabi hale getiren, örgütlenmede çizgiler koyan yasa ve dayatmaları sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır.
Buna Suriye halkının ekleyeceğin bir dizi demokratik talep daha olacağı açıktır. Bu talepler öncelikle insan hakları kapsamandadır ve Beşşar Esad’ın, parlamentodaki ilk konuşmasında ortaya koyduğu siyasi programında da yerini bulan unsurlardır.
Suriye, bölgemizde direnen halklar için oldukça önemli bir mevzidir. Bu alanın güçlüce devamlılığı, değişim ve gelişimle mümkündür. Olduğu gibi devam etmesi ise mümkün değildir.
Son olaylar, bölgeyi yakından bilen bu satırların yazı açısından, “Suriye de patladı” demeyi gerektirmeyen olaylardır. Medya abartmaları ve özel olarak uzun zamandır Suriye’ye diş geçiremeyen batının her düzeyden olayı aleyhte yorumlayıp oklarını yönlendirmesiyle oluşan bu tablo, gerçeklerden uzaktır. Ancak halkın, taleplerinin gerçekleşmesiyle ilgili bir bekleme sınırı olduğu açıktır.
Suriye halkının yönetime verdiği kredi canlılığını hala korumaktadır. Bunun ölçüsü de Halep ve Şam şehridir; bu kentlerde kitlesel protestolar olmadıkça, her ülkede olabilecek bu tür protestolar sistem tarafından kolayca içselleştirileceği bilenmelidir. Ünümüzdeki günler bu konuda da bir netlik olacaktır.
Bölge gelişmelerinden, iç düzenlemelerini sakince yapabilecek ülkelerinin kazançlı çıkacağının bilincinde olan Suriye halkı, yıkıma karşı, barışçıl ve uygar davranışlarla sürecin sorunlarını aşma çabasındadır. İktidarın bundan yararlanması gerek. Bu veriler, uzun süre böyle devam etmeyeceği açıktır.
Bir komşu ülke, geçmiş tarihi içinde bölge devrimcilerine en 12 Eylül rejimi gibi karanlık bir kesitte Türkiyeli devrimcilere, 80’li yıllardan itibaren Saddam diktatörlüğü yıkılana kadar, Iraklı Kürt ve Arap tüm devrimcilere ev sahipliği yapmış bir ülke olarak, barışçıl dönüşümlerle halkın tüm taleplerini yerine getirmesini bekliyoruz.
MISIR
Mısır halkı, anayasa reformu için sandığa gitti. Mısır devriminin ikinci aşamasının önemli adımlarından biri olarak demokratik anayasa mücadelesinde ilk adım olan bu girişim, Mısır halkı tarafından “ilk kez oyumuzun bir değeri olduğunu anladık” denilerek karşılandı.
Anlamlı bir algıyla dile gelen bu sözlerin arka planında 40 yıldır hangi oyu kullanırsa kullansın %99,99 evet çıkan bir halkın başarılı adımlarla devrimini derinleştirmek istediğine işarettir.
19 Mart 2011 Cuma günü tatilinde yapılan referanduma, 45 milyon seçmenin %41’i yaklaşık 20 milyonu seçmen sandıklara gitti. Sandıklara giden seçmenin 14 milyonu yani, sandığa giden seçmenlerin. %71 evet oyu kullandı. Eski anayasanın değişiklikleri kabul edildi.
Bu değişiklikler arasında Cumhur Başkanlığıyla ilgili olan değişiklik mısır halkı için önem taşıyordu. Mübarek diktatörlüğünün “uzatma ve miras” bırakma (uzatma= Mübarek’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılması, Miras= iktidarın oğluna devredilmesi) siyasetene uyarlanmış maddeleri kaldırılarak daha demokratik önermelerin yer aldığı maddeler konulmuştur.
Buna rağmen, referandumda evet ama yetmez diyen Mısır devrimci güçleri, tamamıyla demokratik yeni bir anayasa yapmanın zorunlu olduğuna vurgu yaptılar. Bu yanıyla ülkemizle benzer süreçlere gelen Mısır demokrasi mücadelesi, devriminin daha da derinleşmesi için etkin çabalara ihtiyacı olduğu açıktır.
Mısır devrimi üzerine 20 makale yazdım. Bu makalelerde tekrarla, tarihsel geri dönüşü olmayan ve ü-retim tarzlarını değiştiren devrimlerle, bu türden siyasal dönüşümlere Arapçada verilen “devrim” adını arasındaki farklılıkları irdeledim, okurlarıma bilgi ilettim. Algı kapasitesi yetersiz olanların bu konularda kimi refleksleri tatmin etmek için önerebileceğim tek şey bu yazıları tekrar okumalarını önermekten ibarettir. Sol milliyetçiliğin, ne türden bir iki yüzlülük ve ahlaksızlık olduğunu ise burada ele almama gerek yok.
Buna rağmen, Mısır devrimi 21. Yüzyılda Arap halkının tüm insanlığa sunduğu bir yol haritası olduğunu tekrarla belirteceğim. Örgütsüz, lidersiz, barışçıl yollarla, kitlelerin basıncına dayanan bir dönüşüm olarak ortaya çıkan bu devrimler, devleti yıkıp yakan ama yerine aynısını tekrar koymaktan başka bir şey beceremeyen ve sonunda gerinsin geriyle dönen adına “devrim” denilen darbelerden çok daha kalıcı olduğunu belirtmekle yetineceğim (Mısır devrimiyle ilgili makalelerim ayrıca, yeri geldikçe devam edecektir).
YEMEN
Yemen, sonun başlangıcına girdi. Sathı mail denilen şey tas tamam budur. Ordu en üst kademelerden itibaren bölünmeye başladı. Farklı ülkelerdeki Büyükelçiler istifaya ve devrimcilerden yana tavır almaya başladı.
Yemen diktatörlük sistemi adım adım, oldukça barışçıl ve oldukça sakin çözülüyor. Halka saldırısı ve katliamları arttıkça, çözülme süreci de hızlanıyor.
Yemen’de bu satırların yazarının da beklentilerinin aksine silahlı çatışma sürecine girmeden siyasal iktidar değişimi için öz verili bir çaba sürmektedir. Bölgenin en kapsamlı silahlanmasını yapmış, kabile sisteminde olan ve her bir kabilenin uçak hariç her türden ağır silahlara sahip olduğu Yemen’de, en küçük bir aile çatışmasının ağır silahlarla yürütüldüğü koşulların aksine, devrimin barışçıl gelişimi oldukça anlamlıdır. Bu ülkenin uygarlık adına ortaya koyduğu tablo, bir kez daha Arap halkının insanlığa sunduğu önemli derslerden biri olarak tarihe geçecektir.
LİBYA
Libya’da Kaddafi yönetiminin, iktidar tutkusuyla uzun iktidar süreçlerinden çıkıp gelen diktatörlüğü, halkına, bölgeye ve insanlığa onarılması güç sorunlar dayatmıştır.
Kaddafi yönetimi, artık Libya’nın felaketi olmuştur. Irak’ta Saddam diktatörlüğünün kaderi gibi bir sürece giren Kaddafi yönetimi, dış müdahalenin de gerekçesidir.
Batılı emperyalist güçlerin petrol ve doğal gaz için Libya’ya karşı BM Güvenlik Konseyinden geçirilerek “meşru” hale getirilen 1973 Nolu “uçuşa yasak bölge” ilanı, gerçekte buz dağının görünen ucundan başka bir şey değildir.
Irak istilası gibi, o da bir 19 Mart günü başlayan saldırılarla, adım adım açık işgale kadar sürükleneceği görülmektedir.
“Libya halkını koruma“ adına, “Kaddafi’nin insanlık kıyımı yapmasını engelleme“ adına, Kaddafi diktatörlüğünü gerekçe olarak öne sürmek, “Irak’ta insanlığı mahvedecek kimyasal silah” bahanesi kadar kocaman bir yalandır.
ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın başını çektiği bu ikiyüzlü ahlaksızlık, Libya halkına yıkımdan başka bir şey kazandırmayacaktır. Bu süreçte Kaddafi’nini yıkılıp yıkılmaması ise teferruattan ibaret kalacaktır.
Irakta uçuşa yasak bölge ilan ederek Saddam’ı kıs kıvrak tutup, ardından yıkmak gibi, aynı senaryo aynı güçlerce, duyarlılığını yitirmiş bir diktatörü bahane göstererek ikame edilmeye çalışılıyor.
Tüm diktatörlükler yıkılsın, bu doğrudur. Ancak hiçbir ülke dış güçlerin istilasına, sivillerin katledildiği bombalara maruz kalmasın demek de doğrudur. Bu ikisi arasında, kimseyi tercih etmemek de bir duruş olarak görülmelidir.
Libya, kaos ve riskin en uç noktada seyrettiği bir ülke haline gelmiştir. Kardeş kavgası, dış güçlerin kirli amaçlarına hizmet etmiştir. Kaybeden Libya halkıdır. Galibinin mağlup olduğu bu savaşta, ayakta kaldığını sananlar dış güçlerin ucuz bir kuklası olmaktan öteye gidemeyecektir.
Devam eden hava operasyonun maliyetini binlerce katıyla Libya halkının servetlerinden çıkarmaksızın bu ikiyüzlü, ahlaksız, şer güçlerinin Libya halkını terk edecekleri hiç sanılmasın. Irak istilası sonrası, bölgede bu güne kadar devam eden silah satışları trilyon dolarlara ulaştığı bilinmektedir. Kullanılmadan çürüyecek silahlar için, silah tekellerinin karları için, Körfez ülkelerine dayatılan satışlar, bunun açık ifadesidir. Bu aynı zamanda, Libya’nın masum halkını katleden bombalamalar ve kullanılan silahlar için fiili reklam, deneme işlevi de görmektedir. Bunun da ötesinde, bölgede planlanan “son düello” savaşları için de bir hazırlık gibidir; Iran ve Suriye gelecek savaşın hedefleri olduğu ise açıktır.
Bu süreç ülkemizi de kapsayan bir projedir; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), her defasında yeniden mezardan kaldırılarak bölge halklarının kaderine kara bir leke olarak sokulmak istenmesi bunun bir ifadesidir. 12 Temmuz 2006 savaşında Lübnan’da, İsrail’in hezimetiyle sonuçlanan 33 gün savaşıyla birlikte mezara gömülen BOP, Libya’ya yönelen savaşla birlikte bir kez daha gündeme gelecek gibidir.
Henüz ciddi bir halk hareketinin bile belirmediği, normal protestolar nedeniyle Suriye’ye karşı gösterilen akıl almaz tepki ve tehditler, bunun bir işaretidir; Fransa’sından, Beyaz Sarayına, Ben Ki Moon’a uzanan tehditler ve uyarılar, amaçların dışa vuran gerginliği olarak belirmektedir.
Batılı güçlerin iki yüzlülüklerini ülkemiz sorunlarında da görmek güç değildir. 30 yılı aşkın süredir Kürt halkına yönelik, her türden askeri araçlarıyla, bombalamalarla, failli meçhullerle, sınır ötesi askeri operasyonlarla ülkemiz iktidarlarının yaptığı ve 40 bin insanın ölümüyle sonuçlanan kıyımları karşısında kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Batı aynı ikircimlikle, Bahreyn’de, Yemen’de, Fas’ta, Suudi Arabistan’da halkın demokrasi ve özgürlük istemlerini kanla bastıran iktidarlara karşı sesiz kalıyor. Bu algılarıyla Batının Libya’ya saldırısı, gerçekte Libya halkını korumak için değil, tersine haklarını gasp etmek amacıyla olacağı açıktır.
İsrail’in amansız bir insan kıyım ve yıkım makinesi olarak yarım asırdır Filistinlilere karşı yaptıklarını, BM kararlarını hiçe sayarak dünyanın her köşesinde Filistinlileri hunharca katledişini, nükleer faaliyetlerini, atom bombası imalatında dünyanın en önde olan ülkelerinden biri olmasını, doğa tahribinden, Filistinlileri küçük kantonlarda oturmaya mahkum eden ırkçı duvar örgüsüne kadar tüm insanlık düşmanı faaliyetlerini görmeyenlerin, Libya halkını koruma kaygısı taşıyacakları çok şüphelidir. Bu iki yüzlülük, Kaddafi diktatörlüğünün yıkılması konusunda da asla samimi değildir.
Dün (21 Mart 2011), İsrail uçaklarının Gazze’ye bomba yağdırıp onlarca sivilin yaralanmasına yol açması ise, batının bu ikiyüzlülüğünün bir kez daha, bin kez daha insanlığa meydan okuyarak dayatılmasıdır. İsrail’in bu pervasızlığı, Arap aleminin, büyük bir değişim süreci yaşarken gösterilen bu küstahlık, İsrail’in bu bölgede yaşamını tahammülü mümkün olmayan bir aykırılık haline getirmektedir. Tarihi boyunca, belli güç odaklarına yaslanarak toprağa ve insana, çevreye ve ilişkilerine zarar veren, dar etnik ve dinsel çıkarlarıyla barış içinde bir arada yaşamayı içine sindiremeyen Siyonist algı, Yahudi inanç yaşama da aykırı algılarıyla bu bölgede yaşama şansını hızla yitirmektedir.
Bu savaş mekanizması, ayakta kalıyorsa dün Irak’ı yerle bir ederek istila eden, bu gün Libya’yı istilaya etmek üzere yerle bir etmeye çalışan batının aç gözlü, uluslararası bir hırsızlık şebekesi olarak ortaya koyduğu tutumdur. Bu tutum ahlaksız bir ikiyüzlülüktür.
Bütün gelişmeler, halkın taleplerini görmezden gelen iktidarların sorumlu olduğunu gösteriyor. Herkesin bu gerçekleri göz önüne alarak davranması gerektiğini belirterek makalemi noktalıyorum.
Mihrac Ural
22 Mart 2011
Bölgemizde devrim süreci tüm hızıyla devam ediyor. Halk her alanda haklı taleplerini dile getiriyor. Halkından yana olmak isteyen iktidarlar acil önlemlere yöneliyor diktatörler ise bir biri ardından yıkılıp gidiyor.
Halkın verdiği iktidarı halk doğru kullanmayanların elinden bir biçimde almasını biliyor. Kimi yerde güçle, çoğu yerde en uygar ve en barışçıl yöntemlerle. 21. Yüzyılın kapıları böylesi büyük aydınlanma hamleleriyle açılırken, kapalı kapılar arkasında gelişmeleri duymazlıktan gelenler, parmağı arkasında saklananlar gibidir. Gelişmelerin dev dalgaları, bu vurdum duymazlığa iktidar hakkı tanımayacak kadar dipten ve güçlücedir.
Bu güç halkın gücüdür. Önünde durulmayacağını herkese yeterince göstermiştir.
SURİYE’DE NEWROZ
Bölgemizde Newroz kutlamaları bu yıl çok daha anlamlı ve geniş katılımlı oldu. Ülkemizde iktidarın acımasız baskısı altında geçen kutlamalarda onlarca alanda polisle çatışmalar vuku buldu.
Dünyanın her köşesinde Newrozu kutlayan Kürt halkı, insanlığa bir kez daha dünyanın her köşesinde Kürt kolektif kimliğiyle yaşama ısrarında, kararlı olduğunu gösterdi. Hiçbir güç onu asimile edemedi ve edemeyeceğini açıkça gösterilmiş oldu.
Bu satırların yazarı açısından 2011 Newrozunun böylesi bir anlamı ve mesajı bulunmaktadır. Geçen yıl Suriye’nin Rakka kentinde kanlı çatışmalara yol açan ve hepimizin protestosunu hak eden devlet müdahalelerine göre bu yıl oldukça özgür ve barışçıl bir kutlama yapıldı.
Suriye’nin her köşesinde, binlerce Kürt’ün katılımıyla, Kürt özgürlük hareketine açık destekleriyle, pankartları, bayrakları ve resimleriyle yapılan kutlamalar, Suriye’nin önceki yıllardan çıkardığı dersler kadar, Kürt halkının gelişen etkinliğinin ve haklarını uygarca elde edebilme medeni cesaretinin bir işaretiydi.
Kürt halkının olgunluğunu, modern bir ulus olarak siyasal davranışında düzeyli yaklaşımlarını bilmeyen cahilleri, Suriye’de Newroz kutlamalarının kanlı geçeceği beklentisini içinde ağzı salyalı bir şehvetle bekleyenleri mahcup etmiştir.
Ülkemizde, iktidarın Newroz kutlamalarına reva gördüğü baskılar ve acımasız saldırılar, bir kez daha basit demokratik taleplerde ortaya konan bu gerginliğin, yarınlar için hiçte olumlu bir işaret sayılmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Bölge devletlerinde mücadele eden Kürt muhalif güçlerinin güvenli limanı olarak uzun yıllar işlev gören Suriye’nin Newrozla sınırlı olmayan, Kürt halkının demokrasi ve özgürlük sorunlarıyla da ilgili sorumlulukları olduğu ise unutmamak gerek (bunları da alttaki bölümde ele alacağım).
SURİYE’DE PROTESTOLAR
15 Mart 2011 Suriye’nin Deraa kentinde protesto gösterileri olduğu haberleri gelmeye başladı.
Suriye’de yönetim aleyhine gösterinin bin bir türünü gören ve takip eden biri olarak, bölgenin kaynadığı bir ortamda yapılan protesto gösterilerini halkın en demokratik hakkıdır diyeceğim. Bu hakkı yeryüzünde hiçbir iktidar sonuna kadar da gasp edemez de.
Bir hakkın arkasında duran bir halk var oldukça bu gerçek böyledir.
Deraa olayları, davar yazılaması yapan gençlerin tutuklanmasıyla patlak verdi. Bu patlama doğal olarak belli birikimlerin sonucuydu. Yoktan değil var olan bir sorunlarla ilgiliydi. Ancak bu sorunlarla on yıllardır mücadele eden çevrelerin örgütlü bir çabası olarak gündeme gelmemişti. Geleneksel muhalif güçlerle yapılan konuşmalarda konuyla ilgili haberleri bile olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak bu hiçbir gerçeği değiştirmiyor. Sorun halkın tepkisini bir biçimde ortaya koyuyordu.
Arap halkının büyük bir uyanış içinde olduğu ve Tunus’tan Mısır’a devrimlerle yürüyen bu yükselişin, Yemende sonuç almanın eşiğinde olduğu bir kesite gelmesi, ortak bir çizgide, uygar, barışçıl, kitle gücünü arkasına alarak onun basıncıyla dönüşümleri sağlayan bir gelişmedir. Bu çizginin dışına çıkan Libya halk ayaklanmasıdır (bunun olumsuzluklarını düzenli yayınladığım makalelerle izah etmeye çalışıyorum)
Domino taşı etkisinin tüm Arap diktatörlüklerini devirmeye başladığı bir süreçte, Suriye’de oldukça geç başlayan ve bu günün verileriyle de oldukça sınırlı alan ve sayıda insanla protestoların gündeme gelmesi tamamıyla Suriye özgülüyle ilgili bir durumdur (bu konuyu, hazırladığım uzun bir makaleyle dile getireceğim)
Bu günkü veriler, Suriye’deki protestoları “patladı” diye tanımlamak zor. Hala anti-emperyalist tutumları, Filistin ve Lübnan’da oynadığı rolle, Arap ulusal dış politika gereklerinde direnen güçlerin yanında sayılan Suriye’de, halkla iktidar arasında ciddi bir kırılmadan söz etmek güçtür. Her hafta yeni bir ayaklanma tarihi veren, kimi zaman ise, bunu “Suriye halkı Türk TV dizilerine tutkun, bunları kaçırmak istemiyor, bunun için ayaklanmaları yapamıyoruz, dizi mevsimi sonunda bunu yapacağız” diyen komedilere kulak asmadan denebilir ki, Suriye halkı, Beşşar Esad yönetimine kredi tanımaya devam etmektedir. Ancak bu kredi sonsuza kadar sürmeyeceği açıktır.
18 Mart 2011 Cuma günü itibariyle, Deraa olayları hızla boyutlanmaya başladı. Deraa tarihi boyunca yönetimlere karşı muhalif güçlerin olduğu bir şehir. Gösterilerde 4 gencin emniyet güçlerince katledilmesinin tepkileri beklenenden de büyük olacağı açıktı. Cenaze sırasındada bir gencin ölümü gerginliği tırmandıran bir gelişmeydi.
Vali ve Emniyet Müdürlerinin görevinden alınmasına karar veren Beşşar Esad, Cumhurbaşkanı birinci Naibi olan Faruk El Şaraa başkanlığında (Bu kişi de Deraa’lı ve Deraa’nıın en büyük aşiretine mensuptur) bir heyeti taziyeye gönderdi. Ancak bu heyet ilgi görmedi.
Cenazeye binlerce kişi katıldı. Az sayıda göstericinin başlattığı gösterileri hükümet baskılarla susturamayınca, şiddet artmaya başladı. Bu gelişme olumsuz etkilerini başka şehirlerde de göstermeye ihtimali az değildir. Tedirgin ve gergin bekleyiş, topluma sağlıklı mesajlar vermeyeceği açık. Halkın talepleri ertelendikçe onarılması güç süreçlerde başlamış olur.
Dış politikada tutarlı olmak hiçbir şeye yetmez. Halkının sorunlarını içte çözememiş bir iktidar halkı karşısında bulmakta gecikmez. Bu nedenle, farklılıklarıyla bir bütün olan Suriye, evinin içini düzenlemede geç kalmadan ciddi ve kalıcı demokratik atılımlar yapmakla yükümlüdür.
Suriye iç demokratikleşmesini hızla derli toplu ele almadan, bütün olumlu özelliklerine rağmen kırılmayla yüz yüze kalabilir.
Demokratikleşme yaşımın en önemli talebidir. Suriye 2000 yılından itibaren buna yönelmeye çalışmakta ancak ciddi bir sonuç alamamaktadır. Gösteriler hala sınırlı taleplerle yürürken, iç demokratikleşme buna cevap verme yükümlülüğünde olmalıdır. Bu konuda gecikme her zaman olduğu gibi sıkıntılı bir sürecin başlamasına yol açabilir.
Bu nedenle iki önemli sorunda hızla adımların atılması, olumlu farklılıklarıyla Suriye’yi, Arap halk devrimlerinin rüzgarlarından en çok yararlanan, kazançlı çıkan ülke konumuna getirebilir. Bunlar birincisi; Kürt sorunu, ikincisi; ülke genelini bağlayan demokratikleşme adımları.
Birincisi;
Suriye’de Kürtlerin talepleri, bölgedeki Kürt talepleri arasında makul olduğu kadar sıkıntısız yerine getirilebilecek taleplerden oluşmaktadır.
Öncelikleri Suriye topraklarında doğan her Kürt insanının vatandaşlık hakkını almasıdır. Kimliksizlerin kimlik haklarına kavuşmasıdır. Kürtçe öğrenim hakları, siyasal örgütlenme ve düşüncelerini açıklama özgürlüklerinin anayasal ve yazsal olarak güvence altında olma hakları.
Kürt halkı, bölgemizin en mazlum halkıdır. Bu halka bölgenin tüm devletleri zulüm yapmıştır. Bu konuda bölgenin hiçbir devleti ve hükümeti masum değildir. Arap orijinli özgürlük ve demokrasi mücadelesinin insanı olarak Suriye’de Kürtlerin haklarını her yazımda tekrarlayarak dile getirdim. Suriye’nin anti-emperyalist direnme noktasında olumladığım yanları kadar, eleştirilerimi de açıkça yaptım.
2010 Newroz kutlamalarında Suriye’nin Rakka kentinde ölüme yol açan hadiselerle ilgili “SURİYE’DE KÜRTLER” başlığı altında yazdığım uzun makalede özetle şunları dile getirdim ;
“Rakka olayları bir dizi gerginliğin ürünüdür. Her gerginlik küçük bir kıvılcımla ciddi bir yangına dönebilir. Bunun çözümü güvenlik önlemleri değil, sertlik hiç değildir. Güvenlik ve sertlik, devletlerin ucuz yöntemidir ve en erken iflas edenidir. Halkı karşısında kendini sorumlu görmeyen devlet kördür. Devlet kimseyi suçlama hakkına sahip değildir. Halkın güvenliği için gerekli her şey, devletin emri altında oldukça, tek sorumlu devletin kendisidir.
Kürtler, Newrozlarını hiç bir yerde özgürce kutlayamıyorlar. Eski kabuklarını üstlerinden atamayan, bin bir gerekçeyle ilkel statülere tutunan devletler, çağdaş bir algıyla bu kutlamaları özgürlük sevincine yükseltemiyorlar. Bununla da kalmayıp, baskıcı tutumlarla, basitçe aşabilecekleri sorunların tutsağı oluyorlar. Suriye gibi bölgemizin en hassas ülkesinde, Arap milliyetçiliğinin kör ettiği gözler, basit sorunları, aşılması güç sorun haline çevirmektedir. Bu sorunlar da toplumu esir almaktadır.
Hangi nedenle olursa olsun milliyetçilik her toplumun, her ülkenin ve her devletin en büyük handikabıdır. Bölücülüğün de temel kaynağıdır. Devletin pompaladığı milliyetçi gerginlikleri, nereden gelirse gelsin provokasyonların da kışkırtıcısıdır. Gerginlikler çatışmaya dönüştüğü zaman, kimse kimseyi suçlamasın tek suçlu ve sorumlu devlettir. Bu Ülkemizde de öyledir, Suriye'de de öyledir.
Suriye kendi Kürtüyle güçlüdür, ona karşı sertlikte ise zayıftır. Emperyalistler bunu istiyor. Zayıf bir Suriye bölge halklarının çıkarına değildir. Kürt halkı bulunduğu her ülkede kendi topraklarındadır, kimsenin topraklarını gasp etmiş bir halk değildir. Yaşadığı ülkenin değerlerine de saygılı ve barışçıl bir halktır. Kürtleri kazanan, hakları ve özgürlükleriyle Kürtleri güçlü kılan, kendini güçlü kılar, kendisi kazanır. Suriye'den de beklenen budur.
Kürt sorununda tutum, Filistin davasındaki tutum gibi bölgenin barometresidir. Bu bölge birimizin değil hepimizindir, saflarımızı sıklaştırdıkça, farklılıklarımızı birer kurucu eşit olarak ele aldıkça hepimiz kazanabiliriz.
Bölgenin tüm devletleri bunu öğrenecektir.“ (Mihrac Ural, 23 Mart 2010 tarihli “SURİYE’DE KÜRTLER” başlıklı makale)
İkincisi;
Çok yönlü demokratik atılım. Beşşar Esad, yönetimi ele aldığı günden itibaren dile gelen reformların artık gerekçesiz ikame edilmeye başlanması gerekmektedir.
Bunların en önemlileri,
Sıkıyönetim yasalarının iptalidir. Bu yasalardan doğan hukuka aykırı tüm yaptırımların da sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerekmektedir (bu yasa nedeniyle Suriye’de 1999-2000 yılları arasında güneş yüzü görmeyen hücre cezası çektim; ne mahkeme ne avukat olmadan. A. Öcalan’ın çıkışı ardından benim de dosyam TC tarafından Suriye’ye dayatıldı, Teslim edilmem istendi. Onlar da resmi olmasa da siyasi mülteci statüsünde biri olarak beni gerekçesiz, yargısız 1 yıl hücrede tutarak, TC’nin günlünü yapmaya çalıştılar. Bundan önce de üç kez siyasi aktivitelerimiz nedeniyle kısa süreli tutuklanmalara maruz kaldım. Ancak bunlar tarafsız bir gözlemle Suriye’yle ilgili oluşmuş görüşlerimi hiçbir zaman etkilemedi)
Genel, siyasi af, düşüncenin özgürce örgütlenmesi ve dile gelmesini engelleyen, tek parti yönetiminin dayattığı adil ve eşit olmayan siyasi rekabetle ilgili tüm yasa, kurum ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasıdır.
Parlamenter demokrasinin, Suriye’nin tarihi ve siyasi geleneğinde yer alan siyasal çoğulculuğu bir biçimde sınırlayan, tabi hale getiren, örgütlenmede çizgiler koyan yasa ve dayatmaları sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılmasıdır.
Buna Suriye halkının ekleyeceğin bir dizi demokratik talep daha olacağı açıktır. Bu talepler öncelikle insan hakları kapsamandadır ve Beşşar Esad’ın, parlamentodaki ilk konuşmasında ortaya koyduğu siyasi programında da yerini bulan unsurlardır.
Suriye, bölgemizde direnen halklar için oldukça önemli bir mevzidir. Bu alanın güçlüce devamlılığı, değişim ve gelişimle mümkündür. Olduğu gibi devam etmesi ise mümkün değildir.
Son olaylar, bölgeyi yakından bilen bu satırların yazı açısından, “Suriye de patladı” demeyi gerektirmeyen olaylardır. Medya abartmaları ve özel olarak uzun zamandır Suriye’ye diş geçiremeyen batının her düzeyden olayı aleyhte yorumlayıp oklarını yönlendirmesiyle oluşan bu tablo, gerçeklerden uzaktır. Ancak halkın, taleplerinin gerçekleşmesiyle ilgili bir bekleme sınırı olduğu açıktır.
Suriye halkının yönetime verdiği kredi canlılığını hala korumaktadır. Bunun ölçüsü de Halep ve Şam şehridir; bu kentlerde kitlesel protestolar olmadıkça, her ülkede olabilecek bu tür protestolar sistem tarafından kolayca içselleştirileceği bilenmelidir. Ünümüzdeki günler bu konuda da bir netlik olacaktır.
Bölge gelişmelerinden, iç düzenlemelerini sakince yapabilecek ülkelerinin kazançlı çıkacağının bilincinde olan Suriye halkı, yıkıma karşı, barışçıl ve uygar davranışlarla sürecin sorunlarını aşma çabasındadır. İktidarın bundan yararlanması gerek. Bu veriler, uzun süre böyle devam etmeyeceği açıktır.
Bir komşu ülke, geçmiş tarihi içinde bölge devrimcilerine en 12 Eylül rejimi gibi karanlık bir kesitte Türkiyeli devrimcilere, 80’li yıllardan itibaren Saddam diktatörlüğü yıkılana kadar, Iraklı Kürt ve Arap tüm devrimcilere ev sahipliği yapmış bir ülke olarak, barışçıl dönüşümlerle halkın tüm taleplerini yerine getirmesini bekliyoruz.
MISIR
Mısır halkı, anayasa reformu için sandığa gitti. Mısır devriminin ikinci aşamasının önemli adımlarından biri olarak demokratik anayasa mücadelesinde ilk adım olan bu girişim, Mısır halkı tarafından “ilk kez oyumuzun bir değeri olduğunu anladık” denilerek karşılandı.
Anlamlı bir algıyla dile gelen bu sözlerin arka planında 40 yıldır hangi oyu kullanırsa kullansın %99,99 evet çıkan bir halkın başarılı adımlarla devrimini derinleştirmek istediğine işarettir.
19 Mart 2011 Cuma günü tatilinde yapılan referanduma, 45 milyon seçmenin %41’i yaklaşık 20 milyonu seçmen sandıklara gitti. Sandıklara giden seçmenin 14 milyonu yani, sandığa giden seçmenlerin. %71 evet oyu kullandı. Eski anayasanın değişiklikleri kabul edildi.
Bu değişiklikler arasında Cumhur Başkanlığıyla ilgili olan değişiklik mısır halkı için önem taşıyordu. Mübarek diktatörlüğünün “uzatma ve miras” bırakma (uzatma= Mübarek’in Cumhur Başkanlığı süresinin uzatılması, Miras= iktidarın oğluna devredilmesi) siyasetene uyarlanmış maddeleri kaldırılarak daha demokratik önermelerin yer aldığı maddeler konulmuştur.
Buna rağmen, referandumda evet ama yetmez diyen Mısır devrimci güçleri, tamamıyla demokratik yeni bir anayasa yapmanın zorunlu olduğuna vurgu yaptılar. Bu yanıyla ülkemizle benzer süreçlere gelen Mısır demokrasi mücadelesi, devriminin daha da derinleşmesi için etkin çabalara ihtiyacı olduğu açıktır.
Mısır devrimi üzerine 20 makale yazdım. Bu makalelerde tekrarla, tarihsel geri dönüşü olmayan ve ü-retim tarzlarını değiştiren devrimlerle, bu türden siyasal dönüşümlere Arapçada verilen “devrim” adını arasındaki farklılıkları irdeledim, okurlarıma bilgi ilettim. Algı kapasitesi yetersiz olanların bu konularda kimi refleksleri tatmin etmek için önerebileceğim tek şey bu yazıları tekrar okumalarını önermekten ibarettir. Sol milliyetçiliğin, ne türden bir iki yüzlülük ve ahlaksızlık olduğunu ise burada ele almama gerek yok.
Buna rağmen, Mısır devrimi 21. Yüzyılda Arap halkının tüm insanlığa sunduğu bir yol haritası olduğunu tekrarla belirteceğim. Örgütsüz, lidersiz, barışçıl yollarla, kitlelerin basıncına dayanan bir dönüşüm olarak ortaya çıkan bu devrimler, devleti yıkıp yakan ama yerine aynısını tekrar koymaktan başka bir şey beceremeyen ve sonunda gerinsin geriyle dönen adına “devrim” denilen darbelerden çok daha kalıcı olduğunu belirtmekle yetineceğim (Mısır devrimiyle ilgili makalelerim ayrıca, yeri geldikçe devam edecektir).
YEMEN
Yemen, sonun başlangıcına girdi. Sathı mail denilen şey tas tamam budur. Ordu en üst kademelerden itibaren bölünmeye başladı. Farklı ülkelerdeki Büyükelçiler istifaya ve devrimcilerden yana tavır almaya başladı.
Yemen diktatörlük sistemi adım adım, oldukça barışçıl ve oldukça sakin çözülüyor. Halka saldırısı ve katliamları arttıkça, çözülme süreci de hızlanıyor.
Yemen’de bu satırların yazarının da beklentilerinin aksine silahlı çatışma sürecine girmeden siyasal iktidar değişimi için öz verili bir çaba sürmektedir. Bölgenin en kapsamlı silahlanmasını yapmış, kabile sisteminde olan ve her bir kabilenin uçak hariç her türden ağır silahlara sahip olduğu Yemen’de, en küçük bir aile çatışmasının ağır silahlarla yürütüldüğü koşulların aksine, devrimin barışçıl gelişimi oldukça anlamlıdır. Bu ülkenin uygarlık adına ortaya koyduğu tablo, bir kez daha Arap halkının insanlığa sunduğu önemli derslerden biri olarak tarihe geçecektir.
LİBYA
Libya’da Kaddafi yönetiminin, iktidar tutkusuyla uzun iktidar süreçlerinden çıkıp gelen diktatörlüğü, halkına, bölgeye ve insanlığa onarılması güç sorunlar dayatmıştır.
Kaddafi yönetimi, artık Libya’nın felaketi olmuştur. Irak’ta Saddam diktatörlüğünün kaderi gibi bir sürece giren Kaddafi yönetimi, dış müdahalenin de gerekçesidir.
Batılı emperyalist güçlerin petrol ve doğal gaz için Libya’ya karşı BM Güvenlik Konseyinden geçirilerek “meşru” hale getirilen 1973 Nolu “uçuşa yasak bölge” ilanı, gerçekte buz dağının görünen ucundan başka bir şey değildir.
Irak istilası gibi, o da bir 19 Mart günü başlayan saldırılarla, adım adım açık işgale kadar sürükleneceği görülmektedir.
“Libya halkını koruma“ adına, “Kaddafi’nin insanlık kıyımı yapmasını engelleme“ adına, Kaddafi diktatörlüğünü gerekçe olarak öne sürmek, “Irak’ta insanlığı mahvedecek kimyasal silah” bahanesi kadar kocaman bir yalandır.
ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın başını çektiği bu ikiyüzlü ahlaksızlık, Libya halkına yıkımdan başka bir şey kazandırmayacaktır. Bu süreçte Kaddafi’nini yıkılıp yıkılmaması ise teferruattan ibaret kalacaktır.
Irakta uçuşa yasak bölge ilan ederek Saddam’ı kıs kıvrak tutup, ardından yıkmak gibi, aynı senaryo aynı güçlerce, duyarlılığını yitirmiş bir diktatörü bahane göstererek ikame edilmeye çalışılıyor.
Tüm diktatörlükler yıkılsın, bu doğrudur. Ancak hiçbir ülke dış güçlerin istilasına, sivillerin katledildiği bombalara maruz kalmasın demek de doğrudur. Bu ikisi arasında, kimseyi tercih etmemek de bir duruş olarak görülmelidir.
Libya, kaos ve riskin en uç noktada seyrettiği bir ülke haline gelmiştir. Kardeş kavgası, dış güçlerin kirli amaçlarına hizmet etmiştir. Kaybeden Libya halkıdır. Galibinin mağlup olduğu bu savaşta, ayakta kaldığını sananlar dış güçlerin ucuz bir kuklası olmaktan öteye gidemeyecektir.
Devam eden hava operasyonun maliyetini binlerce katıyla Libya halkının servetlerinden çıkarmaksızın bu ikiyüzlü, ahlaksız, şer güçlerinin Libya halkını terk edecekleri hiç sanılmasın. Irak istilası sonrası, bölgede bu güne kadar devam eden silah satışları trilyon dolarlara ulaştığı bilinmektedir. Kullanılmadan çürüyecek silahlar için, silah tekellerinin karları için, Körfez ülkelerine dayatılan satışlar, bunun açık ifadesidir. Bu aynı zamanda, Libya’nın masum halkını katleden bombalamalar ve kullanılan silahlar için fiili reklam, deneme işlevi de görmektedir. Bunun da ötesinde, bölgede planlanan “son düello” savaşları için de bir hazırlık gibidir; Iran ve Suriye gelecek savaşın hedefleri olduğu ise açıktır.
Bu süreç ülkemizi de kapsayan bir projedir; Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), her defasında yeniden mezardan kaldırılarak bölge halklarının kaderine kara bir leke olarak sokulmak istenmesi bunun bir ifadesidir. 12 Temmuz 2006 savaşında Lübnan’da, İsrail’in hezimetiyle sonuçlanan 33 gün savaşıyla birlikte mezara gömülen BOP, Libya’ya yönelen savaşla birlikte bir kez daha gündeme gelecek gibidir.
Henüz ciddi bir halk hareketinin bile belirmediği, normal protestolar nedeniyle Suriye’ye karşı gösterilen akıl almaz tepki ve tehditler, bunun bir işaretidir; Fransa’sından, Beyaz Sarayına, Ben Ki Moon’a uzanan tehditler ve uyarılar, amaçların dışa vuran gerginliği olarak belirmektedir.
Batılı güçlerin iki yüzlülüklerini ülkemiz sorunlarında da görmek güç değildir. 30 yılı aşkın süredir Kürt halkına yönelik, her türden askeri araçlarıyla, bombalamalarla, failli meçhullerle, sınır ötesi askeri operasyonlarla ülkemiz iktidarlarının yaptığı ve 40 bin insanın ölümüyle sonuçlanan kıyımları karşısında kıllarını bile kıpırdatmadılar.
Batı aynı ikircimlikle, Bahreyn’de, Yemen’de, Fas’ta, Suudi Arabistan’da halkın demokrasi ve özgürlük istemlerini kanla bastıran iktidarlara karşı sesiz kalıyor. Bu algılarıyla Batının Libya’ya saldırısı, gerçekte Libya halkını korumak için değil, tersine haklarını gasp etmek amacıyla olacağı açıktır.
İsrail’in amansız bir insan kıyım ve yıkım makinesi olarak yarım asırdır Filistinlilere karşı yaptıklarını, BM kararlarını hiçe sayarak dünyanın her köşesinde Filistinlileri hunharca katledişini, nükleer faaliyetlerini, atom bombası imalatında dünyanın en önde olan ülkelerinden biri olmasını, doğa tahribinden, Filistinlileri küçük kantonlarda oturmaya mahkum eden ırkçı duvar örgüsüne kadar tüm insanlık düşmanı faaliyetlerini görmeyenlerin, Libya halkını koruma kaygısı taşıyacakları çok şüphelidir. Bu iki yüzlülük, Kaddafi diktatörlüğünün yıkılması konusunda da asla samimi değildir.
Dün (21 Mart 2011), İsrail uçaklarının Gazze’ye bomba yağdırıp onlarca sivilin yaralanmasına yol açması ise, batının bu ikiyüzlülüğünün bir kez daha, bin kez daha insanlığa meydan okuyarak dayatılmasıdır. İsrail’in bu pervasızlığı, Arap aleminin, büyük bir değişim süreci yaşarken gösterilen bu küstahlık, İsrail’in bu bölgede yaşamını tahammülü mümkün olmayan bir aykırılık haline getirmektedir. Tarihi boyunca, belli güç odaklarına yaslanarak toprağa ve insana, çevreye ve ilişkilerine zarar veren, dar etnik ve dinsel çıkarlarıyla barış içinde bir arada yaşamayı içine sindiremeyen Siyonist algı, Yahudi inanç yaşama da aykırı algılarıyla bu bölgede yaşama şansını hızla yitirmektedir.
Bu savaş mekanizması, ayakta kalıyorsa dün Irak’ı yerle bir ederek istila eden, bu gün Libya’yı istilaya etmek üzere yerle bir etmeye çalışan batının aç gözlü, uluslararası bir hırsızlık şebekesi olarak ortaya koyduğu tutumdur. Bu tutum ahlaksız bir ikiyüzlülüktür.
Bütün gelişmeler, halkın taleplerini görmezden gelen iktidarların sorumlu olduğunu gösteriyor. Herkesin bu gerçekleri göz önüne alarak davranması gerektiğini belirterek makalemi noktalıyorum.
21 Mart 2011 Pazartesi
DEĞİŞEN DÜNYA VE EMPERYALİST İKİ YÜZLÜLÜK
Mihrac Ural’ın notu:
Dünyadaki gelişmeleri ve emperyalist güçlerin akıl almaz ikiyüzlülüklerini açıklama çabasındaki bu makale, aynı zamanda bölgemizdeki gelişmelerini ve bunun da ötesini yorumluyor. Uzun yıllar önce okuduğum Paul Kennedy'nin “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Düşüşü” adlı kitabında işaret edilen birçok soyutlamayı, bu günün somut olayları etrafında yeniden değerlendirdiğimizde, eski güçlerin artık sona yaklaştığını ve tarih sahnesinde yeni güçlerin yeni yönelimleriyle insanlığa rota çizdiğini yakalamak güç olmayacaktır.
DEĞİŞEN DÜNYA VE EMPERYALİST İKİ YÜZLÜLÜK
Michel Collon
14 Mart 2011
Temel bir değişiklik olmaması için ne gibi küçük değişiklikler yapabilirim? Ekonomiler, hammaddeler ve petrol üzerindeki egemenliğimi nasıl sürdürebilirim? Afrika’nın özgürleşmemesi için ne yapabilirim?
***
Latin Amerikalılardan sonra Araplar. Ve yarın da Afrikalılar mı? Neden Washington ve Paris, Mısır ve Tunus’ta geri adım atmak zorunda kaldı? Mevcut sömürgeci sistemi kurtarmak için nasıl çalışacaklar? Dünyada gerçek bir dönüşümün olması için insan nasıl bir rol oynamalı?
Bu sistem, uzun süreden beri yenilmezmiş gibi görünüyordu. ABD, kendi takdirine göre ve en saçma bahanelerle: Birleşmiş Milletler şartını ihlal etmek, acımasız ambargolar uygulamak, bombalamak, ülkeleri işgal etmek, liderlere suikastlar düzenlemek, iç savaşları kışkırtmak, teröristleri finanse etmek, darbeler organize etmek, saldırıları için İsrail’i silahlandırmak gibi işler yapabiliyordu. Onlar her şeyden kurtulabileceklermiş gibi görünüyorlar ve kötümserlik egemen oluyordu. Kaç defa, “onlar gereğinden fazla güçlüler, bu yozlaşmış Arap rejimlerini ve İsrail’in suç ortaklarını nasıl bitireceğiz!” dediklerini duydum. Cevap aşağıdan geldi: Halklar tiranlardan daha güçlüdür.
Ama Mübarek ve Ben Ali’yi bitirmekle mücadelenin bitmediği görülüyor. Mücadele daha yeni başladı. Gerçek değişimi elde etmek için perde arkasında ipleri hareket ettirenleri etkisiz hale getirmek lazım. Bu zorbaların, ürettiği, koruduğu ve gerektiği zaman değiştirdikleri sistemin mekanizmalarının derin bir muayenesinin kritik önemi burada. Bu imparatorluk neden zayıfladı? Ne pahasına olursa olsun, hayatta kalmak için nasıl çabalayacak?
Hiçbir imparatorluk ebedi değildir
((Devamı altta))
Er ya da geç, kibirli suçlular genel bir direnişi tahrik ederler. Er ya da geç, “düzeni sağlamanın” maliyeti, çokuluslu şirketlere gelir sağlamak için yapılan savaşların ekonomik faydalarını aşar. Er ya da geç, askeri alana yapılan yatırımlar, uluslararası rekabette kaybetmekte olan diğer sektörlerin kullanımı için bir zorunluluk haline gelir.
Ve ABD bu kuralın dışında değildir. 1965 yılından bu yana çokuluslu şirketlerin kâr oranı azalmakta. Spekülasyon ve borç balonları sorunu ertelemek ve ağırlaştırmaktan başka bir şey yapmıyor. Bu çokuluslu şirketlerin küresel ekonomi içindeki yüzdeleri, 1945 yılında yüzde 50, 60 yıllarda yüzde 30, bugün yüzde 20 ve gelecek on yıl içinde de yüzde 10’na ulaşacak. Hiçbir ordu ülke ekonomisinden daha güçlü değildir ve ABD dünya polisi olma konusunda daha az yeteneğe sahip.
Bugün, dünya “çok kutuplu” hale geliyor: özellikle güneyin büyük ülkeleri ile Rusya, Avrupa ve ABD arasında başka bir denge kuruluyor. Özellikle Çin, ilerlemenin en iyi yolunun bağımsızlık olduğunu gösteriyor. ABD ve Avrupa önceki gibi kendi iradelerini dayatmaya devam edemezler. Onun yeni sömürgeciliği yakında sona erebilir.
Aslında ABD’nin bu düşüşü 10 yıl içinde giderek daha görünür bir hal aldı… 2000 yılında internet balonu patladı. 2002 yılında Venezüella halkı, Made in USA patentli darbeyi başarısız kıldı ve Hugo Chavez, Latin Amerika’nın bütününde direnişi hareketlendirecek bir dizi sosyal reformlara başladı. 2003 yılında, Bush’un savaş makinesi Irak ve Afganistan yumağı içine girdi. İsrail, 2006 yılında Lübnan’da ve 2009’da Gazze’de başarısız oldu. Yenilgiler birikti.
Latin Amerikalılardan sonra Araplar. Ve yarın de Afrikalılar mı?
Tunusluların ve Mısırlıların görkemli isyanları mucizeler yarattı: şimdi Amerikalılar “demokrasiye geçiş” övgüleri dinlerlerken onlar on yıllar boyunca, Fransa’nın yaptığı gibi, zorbalara işkenceler konusunda seminerler, tanklar ve makineli tüfekler verdiler! Bu isyan, Amerikan imparatorluğunu, küçük Fransız imparatorluğunu ve bunların kolladığı İsrail’i sıkıntıya soktu. Teşekkürler Arap dünyası!
Nedir bu sıkıntının nedeni: Temel bir değişiklik olmaması için ne gibi küçük değişiklikler yapabilirim? Ekonomiler, hammaddeler ve petrol üzerindeki egemenliğimi nasıl sürdürebilirim? Afrika’nın özgürleşmeye karar vermemesi için ne yapabilirim?
Ama işleri sonuna kadar götürmek lazım. İlk adımların mutluluğu, geriye yapılacak çok şeyin kaldığı gerçeğini gölgelememeli. Tunus’un tek yağmacısı Ben Ali değildi. Vurguncular sınıfı, Tunuslular ve çoğunlukla da yabancılardan oluşan bir sınıftı. Mübarek Mısır’ı tek başına yağmalamadı. Onun etrafında da bütün bir sistem vardı ve bu sistemin ardında ABD bulunuyordu. Önemli olan kukla değil, o ipleri hareket ettirenlerdir. Washington ve Paris, kullanılan kuklaların yerine daha eli yüzü düzgün olanları koymanın yollarını arıyor.
Sosyal adalet yoksa gerçek demokrasi de yoktur
Mısırlıların, Tunusluların ve diğerlerinin cevaplamak istedikleri soru bu değil: “Bize saldırmadan önce eskisi gibi yerine getirmeyeceği sözler verecek olan geleceğin lideri kim?” Onların sorularının bunlar olacağı çok açık: “Ailem için onurlu bir yaşam sağlayabileceğim reel ücretli doğru dürüst bir işe sahip olabilecek miyim?” Ya da, “Akdeniz de batacak küçük bir teknede veya belgesiz bir şekilde Avrupa’da bir cezaevinde mi bulunacağım?”
Yakın zamana kadar Latin Amerika aynı ümitsizlik ve aynı yoksulluk içinde yaşıyordu. Petrol, gaz ve diğer hammaddelerin devasa kârları Exxon ve Shell’in kasalarına giderken, çocukları için ne okul ne de doktor parası ödeyemeyen, her iki Latin Amerikalıdan biri yoksulluk sınırı altında yaşıyordu. Her şey Hugo Chavez’in, 2002 yılında, petrolün devletleştirmesiyle değişmeye başladı. Chavez çokuluslu şirketler ile yapılan sözleşmeleri değiştirdi ve kârları dağıtmak için vergi ödemelerini talep etti. Ertesi yıl devlet kasasına 11,4 milyar geldi (20 yıl boyunca bu sayı sıfırdı) ve kooperatiflere, iş yaratacak küçük işletmelere yardım edildi, asgari ücret iki katından fazla arttırıldı, herkes için sağlık-eğitim sistemi ve sosyal programların uygulanması mümkün oldu. Evo da aynısını Bolivya’da yaptı ve örnek yayıldı. Bu, Akdeniz ve Orta Doğu’ya ulaşacak mı? Ne zaman bir Arap Chavez ya da Evo çıkacak? İsyan eden kitlelerin cesareti, sonuna kadar götürmeye kararlı onurlu bir lideri ve bir örgütü hak ediyor.
Sosyal adalet olmadan gerçek demokrasi mümkün değildir. Aslında her iki sorun da birbirine sıkıca bağlıdır. Kimse eğlence ya da sapıklık için diktatörlük kurmaz. Bu daima, zenginlikleri tekeline alan küçük bir azınlığın ayrıcalıklarını korumak için yapılır. Çünkü diktatörler çokuluslu şirketlerin çalışanlarıdır.
Kesinlikle demokrasi istemeyen kim?
Tunusluların öfkesi karşısında Washington’un önerdiği “yeni adam” kimdi? Eski diktatörün başbakanı! Mısırlıların değişim talebi karşısında kimi o pozisyona yerleştirmeye çalıştılar? CIA’nin yetiştirdiği eski ordu komutanını!
Beş yıl önce eski Fransa Dışişleri Bakanı Védrine, Arap halklarının demokrasi için olgun olmadıklarını söyleme cüretinde bulunmuştu. Bu teori hala Fransız seçkinler arasında baskın, az ya da çok, açıkça İslamofobi ve Arap karşıtı ırkçılık olarak sürmekte.
Aslında, demokrasi için olgun olmayan Fransa’dır. 1945 yılında Faslıları, 1937 ve 1952 de Tunusluları katleden Fransa’dır. Cezayirlilerin bağımsızlığını engellemek için uzun ve kanlı bir savaş yapan Fransa’dır. Deniye bir başkanın ağzıyla Araplara ve Afrikalılara olan borçlarını ödemeyi ve işledikleri suçları kabul etmeyi reddeden Fransa’dır. Ben Ali’yi uçağın kapısına kadar götürerek koruyan Fransa’dır. Bütün Afrika’da zorbaları destekleyen ve dayatan da Fransa’dır. Bugün yaşanmakta olan Müslüman karşıtı ırkçılıkla bir taşla iki kuş vurma olanağına sahip oldular.
İlki: Avrupa’da işçiler kökenlerine göre bölünür (Fransız ve Belçikalı işçilerin üçte biri yeni göçmen kökenlidirler) ve burka üzerine fanteziler yapılırken patronlar mutlulukla, örtülü olanların ya da olmayanların, ücretlerine, çalışma koşullarına ve bütün işçilerin emekliliğine saldırır. İkincisi: Arap ülkeleri ile karşılaştırıldığında İslamofobi, rahatsızlık veren konuların görmezlikten gelinmesine olanak sağlar. “Onlara diktatörleri dayatan kim?” cevap; “Arap ülkelerinin ‘demokrasi için olgunlaşmadıklarını’, dolayısıyla onları tehlike olarak tanıtan Avrupa, Avrupa’nın tepesindekiler, Avrupalı çok uluslu şirketlerdir.” Suçlu ile kurbanın yeri değiştirilerek onlar şeytanlaştırılır.
Ve henüz burada temel bir tartışma konusu var. Bunun tartışılması ya da üstünün örtülmesi hepimize bağlı. Hiçbir zaman ağızlarından “demokrasi” kelimesini düşürmeyen Amerika, Fransa ve şirketler, niçin gerçek bir demokrasi istemiyorlar? Çünkü halklar işlerini ve zenginliklerini kendileri kullanmaya karar verirlerse, çürümüş ayrıcalıkları ve vurguncuları tehlike altında girecektir.
ABD ve müttefikleri, demokrasinin reddini gizlemek için medyada “İslam tehdidini” dalgalandırıyorlar. Ne ikiyüzlülük! Kendilerine sadık Suudi Arabistan’ın iğrenç rejiminin İslamcıları hakkında ne bizi uyardılar ne de bu konuda medya kampanyaları yürüttüler. Kadının özgürlüğünü elde ettiği, solcu Afgan hükümetinin düşürülmesi amacıyla Bin Ladin’i finanse etmelerinden dolayı özür diledikleri de duyulmadı.
Bizim rolümüz önemli
Dünya hızla değişiyor. ABD’nin düşüşü, halkların kurtuluşu konusunda yeni perspektifler sunuyor. Önemli değişikliklerin sinyalini veriyor.
Ama bu değişimler hangi anlamda olacak? Pozitif olması, her birimize verilecek doğru bilgi akışına, birçok kişi tarafından bilinen utanç verici dosyaların bilinmesine, gizli stratejilerin maskesinin düşürülmesine bağlı. Tüm bunlar büyük bir tartışmamın, ulusal ve uluslararasında, yenilenmesini sağlayacak: İnsanlar nasıl bir ekonomi ve nasıl bir sosyal adalet istiyorlar?
Ancak, bütün bu konularda resmi enformasyon bir felaket. Elbette bu bir rastlantı değil. Bu nedenle, bu tartışma her yerde şimdiden yürütülmeli ve herkes üzerine düşen rolü oynamalı: Anahtar, bilgilendirmek. Ama nasıl?
Birkaç gün içinde, ortaya çıkacak bir metinle, bu konuya geri döneceğiz.
9.3.2011
*Yazının orijinal başlığı: Değişen Dünya ve Bizim Önemli Rolümüz
[Rebelion’daki İspanyolca orijinalinden Atiye Parılyıldız tarafından 5deniz.net (Sendika.Org) için çevrilmiştir]
Dünyadaki gelişmeleri ve emperyalist güçlerin akıl almaz ikiyüzlülüklerini açıklama çabasındaki bu makale, aynı zamanda bölgemizdeki gelişmelerini ve bunun da ötesini yorumluyor. Uzun yıllar önce okuduğum Paul Kennedy'nin “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Düşüşü” adlı kitabında işaret edilen birçok soyutlamayı, bu günün somut olayları etrafında yeniden değerlendirdiğimizde, eski güçlerin artık sona yaklaştığını ve tarih sahnesinde yeni güçlerin yeni yönelimleriyle insanlığa rota çizdiğini yakalamak güç olmayacaktır.
DEĞİŞEN DÜNYA VE EMPERYALİST İKİ YÜZLÜLÜK
Michel Collon
14 Mart 2011
Temel bir değişiklik olmaması için ne gibi küçük değişiklikler yapabilirim? Ekonomiler, hammaddeler ve petrol üzerindeki egemenliğimi nasıl sürdürebilirim? Afrika’nın özgürleşmemesi için ne yapabilirim?
***
Latin Amerikalılardan sonra Araplar. Ve yarın da Afrikalılar mı? Neden Washington ve Paris, Mısır ve Tunus’ta geri adım atmak zorunda kaldı? Mevcut sömürgeci sistemi kurtarmak için nasıl çalışacaklar? Dünyada gerçek bir dönüşümün olması için insan nasıl bir rol oynamalı?
Bu sistem, uzun süreden beri yenilmezmiş gibi görünüyordu. ABD, kendi takdirine göre ve en saçma bahanelerle: Birleşmiş Milletler şartını ihlal etmek, acımasız ambargolar uygulamak, bombalamak, ülkeleri işgal etmek, liderlere suikastlar düzenlemek, iç savaşları kışkırtmak, teröristleri finanse etmek, darbeler organize etmek, saldırıları için İsrail’i silahlandırmak gibi işler yapabiliyordu. Onlar her şeyden kurtulabileceklermiş gibi görünüyorlar ve kötümserlik egemen oluyordu. Kaç defa, “onlar gereğinden fazla güçlüler, bu yozlaşmış Arap rejimlerini ve İsrail’in suç ortaklarını nasıl bitireceğiz!” dediklerini duydum. Cevap aşağıdan geldi: Halklar tiranlardan daha güçlüdür.
Ama Mübarek ve Ben Ali’yi bitirmekle mücadelenin bitmediği görülüyor. Mücadele daha yeni başladı. Gerçek değişimi elde etmek için perde arkasında ipleri hareket ettirenleri etkisiz hale getirmek lazım. Bu zorbaların, ürettiği, koruduğu ve gerektiği zaman değiştirdikleri sistemin mekanizmalarının derin bir muayenesinin kritik önemi burada. Bu imparatorluk neden zayıfladı? Ne pahasına olursa olsun, hayatta kalmak için nasıl çabalayacak?
Hiçbir imparatorluk ebedi değildir
((Devamı altta))
Er ya da geç, kibirli suçlular genel bir direnişi tahrik ederler. Er ya da geç, “düzeni sağlamanın” maliyeti, çokuluslu şirketlere gelir sağlamak için yapılan savaşların ekonomik faydalarını aşar. Er ya da geç, askeri alana yapılan yatırımlar, uluslararası rekabette kaybetmekte olan diğer sektörlerin kullanımı için bir zorunluluk haline gelir.
Ve ABD bu kuralın dışında değildir. 1965 yılından bu yana çokuluslu şirketlerin kâr oranı azalmakta. Spekülasyon ve borç balonları sorunu ertelemek ve ağırlaştırmaktan başka bir şey yapmıyor. Bu çokuluslu şirketlerin küresel ekonomi içindeki yüzdeleri, 1945 yılında yüzde 50, 60 yıllarda yüzde 30, bugün yüzde 20 ve gelecek on yıl içinde de yüzde 10’na ulaşacak. Hiçbir ordu ülke ekonomisinden daha güçlü değildir ve ABD dünya polisi olma konusunda daha az yeteneğe sahip.
Bugün, dünya “çok kutuplu” hale geliyor: özellikle güneyin büyük ülkeleri ile Rusya, Avrupa ve ABD arasında başka bir denge kuruluyor. Özellikle Çin, ilerlemenin en iyi yolunun bağımsızlık olduğunu gösteriyor. ABD ve Avrupa önceki gibi kendi iradelerini dayatmaya devam edemezler. Onun yeni sömürgeciliği yakında sona erebilir.
Aslında ABD’nin bu düşüşü 10 yıl içinde giderek daha görünür bir hal aldı… 2000 yılında internet balonu patladı. 2002 yılında Venezüella halkı, Made in USA patentli darbeyi başarısız kıldı ve Hugo Chavez, Latin Amerika’nın bütününde direnişi hareketlendirecek bir dizi sosyal reformlara başladı. 2003 yılında, Bush’un savaş makinesi Irak ve Afganistan yumağı içine girdi. İsrail, 2006 yılında Lübnan’da ve 2009’da Gazze’de başarısız oldu. Yenilgiler birikti.
Latin Amerikalılardan sonra Araplar. Ve yarın de Afrikalılar mı?
Tunusluların ve Mısırlıların görkemli isyanları mucizeler yarattı: şimdi Amerikalılar “demokrasiye geçiş” övgüleri dinlerlerken onlar on yıllar boyunca, Fransa’nın yaptığı gibi, zorbalara işkenceler konusunda seminerler, tanklar ve makineli tüfekler verdiler! Bu isyan, Amerikan imparatorluğunu, küçük Fransız imparatorluğunu ve bunların kolladığı İsrail’i sıkıntıya soktu. Teşekkürler Arap dünyası!
Nedir bu sıkıntının nedeni: Temel bir değişiklik olmaması için ne gibi küçük değişiklikler yapabilirim? Ekonomiler, hammaddeler ve petrol üzerindeki egemenliğimi nasıl sürdürebilirim? Afrika’nın özgürleşmeye karar vermemesi için ne yapabilirim?
Ama işleri sonuna kadar götürmek lazım. İlk adımların mutluluğu, geriye yapılacak çok şeyin kaldığı gerçeğini gölgelememeli. Tunus’un tek yağmacısı Ben Ali değildi. Vurguncular sınıfı, Tunuslular ve çoğunlukla da yabancılardan oluşan bir sınıftı. Mübarek Mısır’ı tek başına yağmalamadı. Onun etrafında da bütün bir sistem vardı ve bu sistemin ardında ABD bulunuyordu. Önemli olan kukla değil, o ipleri hareket ettirenlerdir. Washington ve Paris, kullanılan kuklaların yerine daha eli yüzü düzgün olanları koymanın yollarını arıyor.
Sosyal adalet yoksa gerçek demokrasi de yoktur
Mısırlıların, Tunusluların ve diğerlerinin cevaplamak istedikleri soru bu değil: “Bize saldırmadan önce eskisi gibi yerine getirmeyeceği sözler verecek olan geleceğin lideri kim?” Onların sorularının bunlar olacağı çok açık: “Ailem için onurlu bir yaşam sağlayabileceğim reel ücretli doğru dürüst bir işe sahip olabilecek miyim?” Ya da, “Akdeniz de batacak küçük bir teknede veya belgesiz bir şekilde Avrupa’da bir cezaevinde mi bulunacağım?”
Yakın zamana kadar Latin Amerika aynı ümitsizlik ve aynı yoksulluk içinde yaşıyordu. Petrol, gaz ve diğer hammaddelerin devasa kârları Exxon ve Shell’in kasalarına giderken, çocukları için ne okul ne de doktor parası ödeyemeyen, her iki Latin Amerikalıdan biri yoksulluk sınırı altında yaşıyordu. Her şey Hugo Chavez’in, 2002 yılında, petrolün devletleştirmesiyle değişmeye başladı. Chavez çokuluslu şirketler ile yapılan sözleşmeleri değiştirdi ve kârları dağıtmak için vergi ödemelerini talep etti. Ertesi yıl devlet kasasına 11,4 milyar geldi (20 yıl boyunca bu sayı sıfırdı) ve kooperatiflere, iş yaratacak küçük işletmelere yardım edildi, asgari ücret iki katından fazla arttırıldı, herkes için sağlık-eğitim sistemi ve sosyal programların uygulanması mümkün oldu. Evo da aynısını Bolivya’da yaptı ve örnek yayıldı. Bu, Akdeniz ve Orta Doğu’ya ulaşacak mı? Ne zaman bir Arap Chavez ya da Evo çıkacak? İsyan eden kitlelerin cesareti, sonuna kadar götürmeye kararlı onurlu bir lideri ve bir örgütü hak ediyor.
Sosyal adalet olmadan gerçek demokrasi mümkün değildir. Aslında her iki sorun da birbirine sıkıca bağlıdır. Kimse eğlence ya da sapıklık için diktatörlük kurmaz. Bu daima, zenginlikleri tekeline alan küçük bir azınlığın ayrıcalıklarını korumak için yapılır. Çünkü diktatörler çokuluslu şirketlerin çalışanlarıdır.
Kesinlikle demokrasi istemeyen kim?
Tunusluların öfkesi karşısında Washington’un önerdiği “yeni adam” kimdi? Eski diktatörün başbakanı! Mısırlıların değişim talebi karşısında kimi o pozisyona yerleştirmeye çalıştılar? CIA’nin yetiştirdiği eski ordu komutanını!
Beş yıl önce eski Fransa Dışişleri Bakanı Védrine, Arap halklarının demokrasi için olgun olmadıklarını söyleme cüretinde bulunmuştu. Bu teori hala Fransız seçkinler arasında baskın, az ya da çok, açıkça İslamofobi ve Arap karşıtı ırkçılık olarak sürmekte.
Aslında, demokrasi için olgun olmayan Fransa’dır. 1945 yılında Faslıları, 1937 ve 1952 de Tunusluları katleden Fransa’dır. Cezayirlilerin bağımsızlığını engellemek için uzun ve kanlı bir savaş yapan Fransa’dır. Deniye bir başkanın ağzıyla Araplara ve Afrikalılara olan borçlarını ödemeyi ve işledikleri suçları kabul etmeyi reddeden Fransa’dır. Ben Ali’yi uçağın kapısına kadar götürerek koruyan Fransa’dır. Bütün Afrika’da zorbaları destekleyen ve dayatan da Fransa’dır. Bugün yaşanmakta olan Müslüman karşıtı ırkçılıkla bir taşla iki kuş vurma olanağına sahip oldular.
İlki: Avrupa’da işçiler kökenlerine göre bölünür (Fransız ve Belçikalı işçilerin üçte biri yeni göçmen kökenlidirler) ve burka üzerine fanteziler yapılırken patronlar mutlulukla, örtülü olanların ya da olmayanların, ücretlerine, çalışma koşullarına ve bütün işçilerin emekliliğine saldırır. İkincisi: Arap ülkeleri ile karşılaştırıldığında İslamofobi, rahatsızlık veren konuların görmezlikten gelinmesine olanak sağlar. “Onlara diktatörleri dayatan kim?” cevap; “Arap ülkelerinin ‘demokrasi için olgunlaşmadıklarını’, dolayısıyla onları tehlike olarak tanıtan Avrupa, Avrupa’nın tepesindekiler, Avrupalı çok uluslu şirketlerdir.” Suçlu ile kurbanın yeri değiştirilerek onlar şeytanlaştırılır.
Ve henüz burada temel bir tartışma konusu var. Bunun tartışılması ya da üstünün örtülmesi hepimize bağlı. Hiçbir zaman ağızlarından “demokrasi” kelimesini düşürmeyen Amerika, Fransa ve şirketler, niçin gerçek bir demokrasi istemiyorlar? Çünkü halklar işlerini ve zenginliklerini kendileri kullanmaya karar verirlerse, çürümüş ayrıcalıkları ve vurguncuları tehlike altında girecektir.
ABD ve müttefikleri, demokrasinin reddini gizlemek için medyada “İslam tehdidini” dalgalandırıyorlar. Ne ikiyüzlülük! Kendilerine sadık Suudi Arabistan’ın iğrenç rejiminin İslamcıları hakkında ne bizi uyardılar ne de bu konuda medya kampanyaları yürüttüler. Kadının özgürlüğünü elde ettiği, solcu Afgan hükümetinin düşürülmesi amacıyla Bin Ladin’i finanse etmelerinden dolayı özür diledikleri de duyulmadı.
Bizim rolümüz önemli
Dünya hızla değişiyor. ABD’nin düşüşü, halkların kurtuluşu konusunda yeni perspektifler sunuyor. Önemli değişikliklerin sinyalini veriyor.
Ama bu değişimler hangi anlamda olacak? Pozitif olması, her birimize verilecek doğru bilgi akışına, birçok kişi tarafından bilinen utanç verici dosyaların bilinmesine, gizli stratejilerin maskesinin düşürülmesine bağlı. Tüm bunlar büyük bir tartışmamın, ulusal ve uluslararasında, yenilenmesini sağlayacak: İnsanlar nasıl bir ekonomi ve nasıl bir sosyal adalet istiyorlar?
Ancak, bütün bu konularda resmi enformasyon bir felaket. Elbette bu bir rastlantı değil. Bu nedenle, bu tartışma her yerde şimdiden yürütülmeli ve herkes üzerine düşen rolü oynamalı: Anahtar, bilgilendirmek. Ama nasıl?
Birkaç gün içinde, ortaya çıkacak bir metinle, bu konuya geri döneceğiz.
9.3.2011
*Yazının orijinal başlığı: Değişen Dünya ve Bizim Önemli Rolümüz
[Rebelion’daki İspanyolca orijinalinden Atiye Parılyıldız tarafından 5deniz.net (Sendika.Org) için çevrilmiştir]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)