HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

1 Kasım 2010 Pazartesi

CUMHURİYETTEKİ İRTİCA

Mihrac Ural
31 Ekim 2010


Cumhuriyetteki irtica, esasında cumhuriyetteki Osmanlıdır. Ortaya çıkan gelişmeler tipik bir aslına bir üst düzlemde geri dönüş gibidir (İrticadır); başarılmamış aydınlanmanın ilkeliğe esaretidir.

Hebennaka, Beni Kays aşiretinden tarihinin ünlü ahmaklarından biri. Kaybolmamak için hayatı boyunca asker künyesi gibi boynunda kendini tanıtan bir kolye taşır. Bir gün abisi, bu kolyeyi alır ve kendi boynuna geçirir. Hebennaka, o an kaybolduğunu hisseder ve abisine meşhur cümlesini söyler;

“Sen ben isen, ben kimim?”.

Cumhuriyet de statülerine mahkum olmanın kefaretini ödüyor; bu statüleri başkaları ele geçirince ne olduğunu, kim olduğunu anlamaz oluyor, kayboluyor…
Bu gün Cumhuriyetin yaşadığı hadise budur.


***

Herkes dipten gelen dalganın hızlı bir değişim yaratmakta olduğunun farkında. Tanımlanabilir bir değişim olmasına karşın, tanımlamayı göz ardı ederek, sürece katkı sağlandığının da farkında. İrtica, yeni sürece ayak uydurmak için verilen çabaların yarattığı atmosferde, ülke yaşamımızın her yanına bir ahtapot gibi yerleşmeye başladı.

Sabrın bile eğrildiği, sesiz bir çabayla, tarihin en büyük kuşatmasını yaparcasına ülkenin ve devletin her alanında etkin oldular. Bunun için ne bir partiye tutsak oldular nede kazanılmış hak ve değerler için direndiler, genle ağam gidene paşam dediler. Ama durmadan yayılmaya ve girdikleri alanı teslim almaya uğraştılar.
Eyüp peygamber sabrıyla yarım asrı aşkın bir zamandır pas gibi süren sürecin getirdiği sonuçlar, devletin tüm kurum ve kuruluşlarında yer edinme etkinliğini yaratmıştır. İrtica bir akıl algısı, bir kültür yönelimi olarak yaşamın her alanında kendi damgasını vurabilecek bir başarı elde etti. Bu etki, ne bir siyasi parti ne de bilinen piramitsel bir örgütlenme şemasına uygun yapının çabasıyla oldu.

Bu bir doku. Bir kültür, bir algı ortaklığıdır. En altta zaviyeler, tarikatlar, medreseler, şeyhler, Camiler ve bire bir kitlelerle diyalogları yürüten kızlı erkekli mübeşşirlerle gerçekleşti. Yaklaşık aynı dille, aynı termonolojiyle çalıştılar.

Detayları bilen, ayrıntılarda akıl zoru çatışmaların olduğunu bilir. Ama bu farklılıklar, hiçbir zaman ortak bölenlerini sarsmadı. Çünkü ortak bölenleri dışlarındaydı ve onun adına çalışıyorlardı. Onlar, dünyevi işlerinde ve söylemlerinde sıkıştıkları yerde, her şeyi Allah için yaptıklarını iddia ettiler; Allahın dünyevi işlere muhtaç bir yetersiz kudret olup olmadığını ise kimse sorgulamaz bile.

ALLAH ADINA

Allah için çalışma soyutlaması, perdelerin en sislisi en görünmeziydi. Her alan, her kurum, her kuruluş, parti, dernek vb bu algıda bir araçtı. Birilerinin kaldırılması, yasaklanması, kapatılması, yıpranması, iktidardan düşmesi hiçbir şeyi değiştirmez; liderin kim olup olmayacağı da. Sonuçlar önemliydi, istila önemliydi. Başarılı olunmadığı yerde “Allahın takdiridir, bu bizim için bir sınavdır” denildi, yola yine devam edildi.

Kişi değil, kurum değil, parti değil bu nedir?

Bu bir kültürdür, bu bir akıl algısıdır. İrtica derken de bizi ilgilendiren tas tamam budur; elle tutulmayan, gözle görülmeyen kalın bir sis perdesi altında harıl harıl çalışan ve yayılıp istila eden, sızan bir algı. Dipten gelen dalga bunu tanımlayacak en iyi belirlemedir; üstelik en kitlesel ve en yaygın olan
Tarihte, toplumsal algıların, kültürlerin yayılışı da böyledir; egemenliğini toplumun iliklerine kadar bu yolla sızdırır. Ülkemizde olan da budur. Bu, bir geri dönüş hamlesidir. Cumhuriyetteki Osmanlının Cumhuriyeti adım adım bir üst boyutta kendine esir etmesi, yeniden biçimlendirmesidir. Bu açıdan irtica kelimesi, bu süreci tanımlayan en anlamlı ve yerli yerine oturmuş bir kelimedir.

İrtica (Ar), recaa (dönüş) kökünden gelir, geri dönmeyi ifade eder (El Münjed sözlüğü). Bu dönüş, Doğu Avrupa ülkelerinin sosyalizmden kapitalizme dönüşlerine biçimsel olarak büyük bir benzerlik arz eder. II. dünya savaşının açtığı fırsatlarla üst yapıda gerçekleşen ileri sosyal düzenlemelerin siyasal bir dönüşümü aşamaması, alt yapının buna hazır olmadığı koşullarda üst yapı değişimlerinin baskıcı yönelimlerle sistemi korumaya çalışmasıyla derinleşen tıkanma ve kaos, dünya güçler dengesi içinde belli bir süre sonra geri dönüşten başka bir çaresi kalmamıştı. Cumhuriyetin başına gelmekte olan da böyle bir şey.

Cumhuriyetin başına gelen, ekonomik sistemin korunduğu bir koşulda (kapitalist serbest ekonomi) üst yapıdaki değişimlerin, toplum indinde gerçek anlamda bir dönüşümle yer bulamamasıdır. Cumhuriyet tarihinin, irticayla mücadele tarihi gibi algılanabilecek olaylara tanık olmamız bununla da ilgilidir. Menemen olaylarından, birçok ayaklanmada dini motiflerin önemli yer almasına kadar durum böyledir.

Bu bir yayılma olayıdır. Şahısların, kurumların, parti ya da kuruluşların birbirinin yerini yasal yollarla alması olayı değil. Üstten gelen ancak, kendini ikame etmek için mantıki süreçlerini çalıştıramayan, daha çok özgürlük ve demokrasiyle toplumun tamamlanmamış düşünsel evrimlerine olanak sağlayamayan siyasal sistem, başlangıçtan itibaren muhalif olan bin yılların kültür ve algıları karşısında ağır ağır gerileyerek bu güne geldi.

Bu gelişmeleri irticanın sızması olarak tanımlanması esasında yerinde bir tanımlama eksik olsa da. İlginç olan Fethullah Gülen’nin Cemaati adına gösterdiği reflekstir; “Bir insanın, kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denmez. Teşvik edilen insanlar da o müesseseler de bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde bu milletten olmayanlar yaptılar. Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer hariciyeye de. Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdir. (39:25)" (http://tr.fgulen.com/content/view/18633/17/ ) Diyerek dile getirdikleridir.

Bu reflekste yeterli bir cevap var, iki ayrı kültür, iki ayrı algı birbirinin içine girip birbirini ekarte edince buna yalnızca sızma denir. Gülen bu refleksiyle de bunu itiraf etmektedir. Gülenin malum demagojileri gerçeği değiştirmiyor; Cumhuriyet Osmanlıya karşı bir siyasal inkilab (devirme) olarak sayılabilir, ancak bu gün olan irticanın cumhuriyete sızmasıdır.

Bu sızma ve kuşatma hareketi Allah’ dini sonuna kadar istismar ederek gerçekleşti. Üstelik bu istismar en rezil cinsten, en kuralsız cinsten bir tarzla gündeme geldi. Vekaleti kimden alındığı belli olmayan inanç istismarı, hep Allah adına ve Allah için insanlardan biat istedi. Öbür dünyanın azabıyla korkuttu, “biz değil, O istiyor ona göre…” denilerek de sorumsuzluk gösterildi. Siyasi partiler gibi ellerini taşın altına sokmadan bunu yaptılar. Ahlaksızlıkta buradadır. İkame edilen de biat kültürüydü. Demokratik yollarla, eşitlerin rekabeti ortamında, özgür akılların demokratik yarışı değil, Allah’ı öne sürerek kullarla savaş yapıldı. Bu sinsi ve adaletsiz bir savaştı; her yolu mubah gören, ibadet yerlerini sonuna kadar istismar eden bir girişimdi.

İBADET MEKANLARININ İSTİSMARI

Her şey bir yana, devletin halktan aldığı vergilerle, akıl almaz bütçesiyle kurulu olan ibadet yerlerinde 5 vakit namaz için bir araya gelen topluluk, aynı jargonun, aynı kültür propagandasının hedefidir; oysa dinin ibadet alanında, hiçbir siyasi parti, hiçbir dernek hiçbir düşünce için faaliyet gösteremez. Bu da bir koruma olarak dini istismar edenlere fırsat eşitsizliği olarak güç vermektedir. İbadet alanları kurtarılmış bölge gibidir. Kitleler çağrısız olarak Allah için oraya yönelir ve oradan beyinleri doldurulmuş olarak sokaklara, alanlara ve sızılacak yerle doluşurlar.

İbadet kişilerin kendi özel alanlarında yapılsaydı, tanrı ile kul arasındaki ilişki toplu değil bireysel olsaydı din bu etkiyi asla gösteremezdi. Bu durumda dinin istismarı sorunun çok ciddi bir boyutunu ifade eder.

Denir ki, o din. Evet o din kişi ve tanrı arasında olması gereken, ama birileri bir algı olarak, bir kültür olarak din denilen önermeleri, bütünüyle kendi siyasal amaçları için bir araç haline getirince olay farklı bir boyut almaya başlar. Din istismarcıları da buradan yola koyulurlar; yıpranmadan, eleştiriye maruz kalmadan, yaptığı her şeyi Allaha mal ederek eleştiriden kurtulup, siyasal amaçları için ortak bir kanaat örgütlemesine yönelir. Cemaatin kanaat lideri, kanaat temsilcileri söylemi de buraya dayanır.

Böylece dipten gelen bir dalga gibi, bir paslanma süreci gibi ortak kanaatler olgunlaştırılıp, toplum sarılıp sarmalanır. Sızma olan budur. Bu gerçekleşince sistemin çarkları, ister feodal olsun ister köleci, ister kapitalist, ister emperyalist ne olursa olsun bu algının bu kültürün lehine çalışmaya başlar.
Liderler gelip geçer, partiler gelip geçer, kurumlar gelip geçer ama kanaat toplum üzerinde karanlık bir ağ gibi süreklilik arz eden konumuyla egemen olur.
Cumhuriyetteki Osmanlı, böylesi bir irtica yayılması olarak bu günkü tabloyu şekillendirdi. Bu ricat olayında türban, oruç, din dersi vb basit bir teferruattır; Cumhuriyet bu basitliklere, güçsüzlüğü nedeniyle tanıyamadığı özgürlük, güçlenmelerini beslenip toplum indinde haklı bir mevzi kazanmalarıyla sonuçlanmıştır.

CUMHURİYET KENDİNİ YENİLEYEMEDİ

Uygarlık süreklilikle ilgili bir algıdır. Doğal bir alanı, toprağı yaşama açma eylemedir öncelikle, yerleşme ve medenileşme olayıdır. Ancak bu, süreklilik kazanınca var olur, devam eder. Süreklilik, ayıklamayla at başı gider. Sistem ilerlemeye açık değilse bu ayıklama zorla yapılır ve bir yerden sonra halkı karşısı alması kaçınılmaz olur. Doğu Avrupa sosyalist ülkelerinin dönüşünü bir kez daha hatırlayalım.

Zor hiçbir zaman ilerlemeyle barışık olmaz. İlerleme genişlemedir, farklılıkların artışıdır, farklılıkları bütünün olmazsa olmaz bir parçası olarak içselleştirmedir. Dolaysıyla özgürlüktür.

Cumhuriyet bunu başaramadı. Farklılıkları zenginlik olarak göremedi, özgürlükleri kısarak, demokrasiyi tıkayarak kendi evrimini, gelişmesini de dumura uğrattı. Bu tıkanma, ayıklamanın doğal seyrini katletti; düşünsel gelişme durduruldu, düşünce suç sayıldı, siyasal farklılıklar zindanlara dolduruldu hak talepleri kanlı kıyımlarla susturuldu; darbelerin ardı arkası kesilmedi, toplumun ürettiği siyasal düşün insanları tırpanlanıp duruldu.

Cumhuriyet demokratikleşemeyince, Osmanlıdan çıkışını ifade eden kendi kurum ve değerlerini koruyamaz hale geldi. Tek boyutlu ilkel milliyetçiliğe takılması ise sorunları daha da derinden etkiledi. Gelişen her özgür düşünceye, demokrasi talebine zoru kullanarak karşı gelmeyi yaşamsal bir politika olarak kurguladı. Cumhuriyet yeni bir planla kurulduğu söylenir, çağdaş uygarlık hedef olarak gösterilir. Bu yönelim İlkelliğin ayrık otlarını düzenli bir biçimde bilimin, barışın, diyalogun ve her türden eğitimin özgür ve demokratik düşünce ortamında aşılmasını gerektirir. Cumhuriyet bunu başaramadı, ilkellik yerine özgürlüğü sınırladı biçti. Öyle ki, bayrak, Atatürk gibi değerlerini yasalarla koruma ihtiyacı duyacak kadar da geriledi.

Cumhuriyet, ittihatçı geleneğinin devamı olarak içindeki Osmanlının ürünü darbelerle, 12 Eylül rejimleriyle ilkel kültürleri ortak görmeye, onları koltuk değneği yapmaya yöneldi.; “din toplumun birleştirici çimentosudur” diye, özgürlük ve demokrasi mücadelesi verenlere karşı dini öne çıkardı. Bu cumhuriyetin aldığı rahmet darbesi gibi bir şeydi.

Demokratik açılım, özgürlük ve demokrasiyle ayrık otlarının temizlenmesi ve bunu ısrarla sürdürülmesi yerine, özgürlükleri, çoğulcu düşünceyi baskıyla sindirmeye çalıştıkça, kadim olan, biat’ın sesiz ve sitemsiz kabulüyle ayakta duran ilkellik yayılmaya, sızmaya, adım adım tekrar yerleşmeye başladı.
Sonuç ise bu günün tablosudur, bakarsan bağ bakmasan dağ olur…

İRTİCA TEHLİKE OLMAKTAN ÇIKTI
İKTİDAR OLDU


27 Ekim 2010 toplantısında MGK, Milli Siyaset belgesi “Kırmızı kitap” değişikliğini onaylandı. İrticanın ülkede tehlike olmaktan çıktığına karar verdi.

İrticadan önce tartışılması gereken, anayasa üstünde görülen, halkın onayından ya da temsilcilerinin onayından geçmemiş olan böylesi bir “Kırmızı kitap”çığın varlığıdır. 12 Eylül 2010 referandumu neyin nesiydi? Henüz bir buçuk ay olmadı. Sözde anayasa değişikliği onaylanmıştı, yeni bir anayasa için de hazırlık yapılıyordu. Bu da neyin nesidir.

Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bile seçilmemişlerin TBMM üstünde bir işlevle ülkenin kaderini yönetmesinin hazmı mümkün olmadığı bir ülkede, seçilmemişlerin kararlaştırdıkları bir kitapçık ortak ülkemize nasıl hükmedebilir. Hangi akıl, hangi mantık bu anti-demokratik tabloyu hazmedebilir.

İşte burası Türkiye, dengeleri de kendine benzer; tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali…

Günaydın demeliyiz.

İrtica tehlike değil iktidardır. Bunun nedeni özgürleştirip demokratikleştiremediğiniz cumhuriyetinizdir; farklılığı düşman ilan eden ilkelliğinizdir, özgürlük taleplerine karşı durmak için koltuk değneği olacağını sandığınız ilkeliklere verdiğiniz tavizlerdir.

Bilmiyorsunuz öğrenin, geçmişinizde uygarlık yıkmak var kurmak yok.
Dünyasal yaşam düzenlemesi için her insan bir biçimde siyasal, kültürel gibi bin bir zemin üzerinde özgün çabalar verir. Bu bireysel dar çıkarlar için de olsa öyledir. Bu çabalar çoğu kez kolektif kimlik olarak bireyi toplumun bir parçası olarak şekillendirir. Bir spor kulübünü tutmak bile bunun bir parçasıdır.

Bu tür çabaların tümünde, kişi yaptığından sorumludur. Bu sorumluluk başarı, başarısızlık, kazanç, zarar gibi maddi sonuçlarla kendini ifade eder.
Ancak ortak bir algı, kültür, inanç adına yapılanlar açık siyasal bir kurum ve yapılanma içinde gerçekleştirilemez ve bu çabaların tümü Allah adına havale edilirse. Burada Allah tanımını, semavi din ve kitaplarda ortaya konan tanrı adaletini zorlayan bir başka gerçekle yüz yüze kalınmış olur; bu gün için çok komik gelebilir ama bir zamanlar papalar cennete parsel satmışlardı. Bunu da Rab Mesih adına yapmışlardı.

Tam bir sorumsuzluk içinde, sevabı da günahı da öbür dünyadaki hesaba ertelenmiş bir çaba. Bu örtü altında elde edilenler maddi gerçekliğiyle alınıp görülürken, günahla öbür dünyadaki hesaba terk edilmiş olur. Bu denklem içinde çarklar hep kardan yana döner. Ne kadar birikirse biriksin günahlar öbür dünyaya havale edilir; oradan dönüp gelen olmadığına göre korkusuz ve pervasızca Allah adına bu dünyada aynı çarklar çalıştırılır.

Ma ala Resul illal belağ” (Resullerin işleri tebliğ etmektir, tebliğlerinden sorumlu değillerdir). Bu söylem işin sırrıdır. Peygamber bile Allah için söylediği ve yaptığından sorumlu değildir (Hadisin, din adına insanlara nasıl bir yön verdiği bile görmezden gelinir). Peygamber bile bu durumdaysa kullar, Allah adına (siz bunu peygamberin sözleri adına da diye okuyun) ne yaparsa yapsınlar günahları ve sevapları öbür dünyaya ertelenmiş olur.

Parti, kurum, dernek vb olsa siyaseti denenen yönetici başarısız olursa yıpranıp gider. Ancak burada ne yaparsanız yapın yıpranmazsınız çünkü siz sözde Allah adına çalışıyorsunuz; doğrunun da yanlışında ne olduğunu yalnız Allah bilir…

Fethullah Gülen bunu net olarak şöyle ifade ediyor “Daha önce de ifade ettiğim gibi, referandumla alâkalı sözlerimin siyasî mülahazalarla irtibatlandırılması doğru değildir. Bundan sonra da bir referandum yapılacak olsa, ben yine makul bulduğum istikamette aynı şeyleri söylerim. Bunu falan filan parti, hatta azınlık olan ya da grup bile kuramayan bir parti dahi yapsa,.. , ben yine "evet" der ve "evet"in dellalı olurum. (10:35)” Bu yaklaşımını pekiştirmek için de, kendi adının kullanılmasını bile ret ettiğinin vurgusunu ısrarla yapıyor ve yaptıklarının tümünü bir kutsalın arkasına gizleyerek, sanki dünyevi değil ilahi bir görev yapıyor iması varmaya çalışıyor. "Fethullahçı" yakıştırmalarından çok rahatsız oluyorum. Şayet milletimizin bu harekete sahip çıkması illa bir şekilde tarif edilecekse, "Muhammedî ruhun toplumun sinesinde yeniden canlanması" denilebilir. (21:27)” Devamla da “Bu hareketin sırrı, -cami cemaatinin namaz için biraraya gelmesindeki tabiilik gibi- işin mantıkîliğinde ve makuliyetinde aranmalıdır..(26:00)” (http://tr.fgulen.com/content/view/18633/17/ )

Bu bir kültür, bu bir algı, dokunulmaz kutsallar arkasını saklanmış kocaman ve bir o kadar insanlık dışı çirkince bir fırsat eşitsizliğidir. Hiç kimsenin Allah’la, Allah kelamıyla rekabet içinde olunmayacağı da bilinir. Deneyenler ortaçağda nelere maruz kaldı açık bu gün, oruç tutmayanların görüldükleri yerde bir biçimde infaz edildikleri de bilinmektedir (tabi ki bu işin başlangıcıdır).

Din, inanç toplumsal dengelerde belli ve anlamlı roller oynayabilir. Bunu göz ardı etmek çok aptalcadır. Ancak bu rol, hangi sınırlarda duracaktır ve bunun araçları nedir. Bu noktada önerilebilecek ve yapılabilecek çok şey var. Ama cumhuriyet düşünceye, farklılıklara savaş açarak bu ihtiyaçlar için var olan tüm potansiyelleri ezip geçmiş bulunmaktadır.

Devlet elini din ve inanç alanından çekmedikçe bu gelişme yaygın bir sızma hareketi olarak bu gün geldiği yere gelmesi kaçınılmazdır. Üstelik buraya gelen dini tek boyutlu ilkel bir milliyetçi zemin üzerinde algılayan eğilimdir. Dinin ümmet algısında yatan evrenselliği ret eden, dini egemen milletin, diğer milletler üzerindeki hükümranlığını sürdürme araçlarından bir, ortak bölenlerinden biri solarak gören eğilimdir. Ortak ülkemizin zengin mozaik dokusuna aykırı olana bu din algısı, gerçekte İslam’la da ilgili değildir; bu algı malum cemaat algısıdır. Sızmış ve etkin hale gelmiştir. AKP dahil, her siyasal oluşum onun için sadece bir araçtır, amaçlar için kullanılır ve tükenince yenisine bakılır. Cemaat (geniş manasıyla), bunun için hiçbir zaman halkın önüne bir siyasal yapı olarak çıkmayacaktır, halkı özgür iradesiyle seçilme gibi bir cesaret göstermeyecektir, yanlışla savaşı hiç bir zaman yasal zeminde olmayacak arkadan hançerleme, takip etme, dinleme, ispiyon etme gibi kural dışı yöntemlere sığınacaktır. Çünkü temel algısı, kültürü adil değildir adalet onun için dar bir sokaktır.

YÜZYÜZE KALDIĞIMIZ SORUNLAR

Şeyhler, hocalar, “ilim” sahipleri, İmamlar gibi kavramlar altında gece gündüz, baş vakit, tatil demeden Allah adına s yapılan bir çalışmanın sonucudur. Burada Allah, ne peygamberlerin vahi kanalıyla bize anlattıkları Allah’tır ne de inanç sahibi insanların iyilik, rahmet, doğru yol göstericisi gibi insanlık ilişkilerinde erdemleri tanımlayan bir doğaüstü güç değildir. Bunların Allah’ı bilinmeyen, çıkarlara gere her kılığa giren, zoru, baskıyı, tehdidi, dayatmayı içeren bir iktidar olma hırsında anlam bulan dar çıkarların koruyucusu bur güçtür. Bu güç hangi noterlikten alındı belli olmayan bir vekaletle bunlara tam yetki vermiştir. Bu yetkiyle çalışıldığı iddiasındadırlar.

Böylesi bir iddiaya da ihtiyaçları vardır. Zira insanlar kendi çıkarları için bile olsa bir önermeyi ya da yaptırımı yapıp yapmamakta her zaman taraf olmazlar. Ancak ceza verecek bir tanrının korkusuyla, görülecek azabın, cehennemin tedirginliğiyle din diye inanç kurarları diye farz diye dayatılan şeyleri yapma yönünde bir eğilim içinde olurlar: Bu eğilimin pratik anlamı ise siyasal bir çabada kendini ifade eder. Bu çabadan da devletin ele geçirilmesi gibi bir yönelim kaçınılmaz olarak çıkar. Devleti ele geçirme bu noktada Allah buyruğu olarak belirir.

Dinde bunun için yeterli malzeme de bulunmaktadır. Fıkıh tas tamam bunun alt yapısıdır. Dinin şeriatı yani yasaları, insan ilişki türlerinin her alanında olması itibariyle yani her türden insan ilişkisi ya da insanın doğayla ilişkisini kapsadığı için bir yasal önermesi vardır. Şeriat doğal olarak uygulama sürecinde kişinin rızasına bırakılamaz. Şeriat devletinin rolü de burada belirir; şeriatı uygulama uymayanları cezalandırmak için gerekli olur. Gerçekte din ile devlet ilişkisi tam burada kendini gösterir.

Din sadece insanı ilişki önermesi yapmıyor. Din aynı zamanda bu ilişkinin bir güç ile dayatılmasını da içeriyor. Fıkıh bunun için ihdas edilmiştir. Bunu koruyacak bir gücün olması da zorunludur. Bu nedenle din iktidar arar, iktidar ele geçirmek için çırpınır.

Oysa, tanrı vahi yoluyla peygamberle tüm yasalarını iletmiştir şeriatını vermiştir. İnanan bunları uygular, inanmayan uygulamaz olması gerek. Bu durumda inanç, yaşamın diğer yasa ve önermeleriyle özgür bir yarış içinde, rekabet içinde olası gerek. Gerçek özgürlük de bunu gerektirir.

Ancak öyle değil, din devletle iç içedir. İnanç kapsamandaki yasaları (şeriatı) devlet eliyle yeryüzünde uygulatma mücadelesi verir. Dinde fıkhın zorunlu aracı güçtür. Din şeriatını insan aklının özgür zemini içinde uygulanmasına güvenmez, insana asla güven duymaz.

Bunun için din, kuruluşuyla birlikte devlet gibi dev bir zor aracı kurar ya da bunu ele geçirip kurallarını uygulatmaya çalışır; tarihin tüm örnekleri pratikte dininde inancın zorunlu olduğunu gösteriyor. Din, devleti ele geçirene kadar ise, Allah adına öbür dünya korkusu tehdidiyle çalışır.

Oysa Allah vahi kitabı Kuran’da “La ikraha biddin” (dinde zorlama yoktur: 2/.255.) der.

Gerçekte bu dinin siyasete alet edilmesinin en çirkin şeklidir. Başka türü de yoktur.
Bu durumda inanmak zorunlu din dersi gibi, zorunu uyum gibi devlet eliyle uyulması gereken uyulmaması halinde suç sayılan ve dolaysıyla bu dünyada cezası çekilen bir kanun olur. Fıkhı da tastamam bunu önerir. Bu durumda öbür dünyada cezanın anlamını çözmek mümkün olmaz.

Bu çelişkiye din kırk dereden kırk su getirerek çözüm bulmaya çalışsa da altından çıkamaz. Laiklik işte bu noktada inancı devletin dayatması dışına çıkararak, inanmak isteyenin özgürce inancını yaşama hakkını tanır.

Din devletin içine, yasaların içine sokulduğu zaman, adı cumhuriyette olsa bu artık irticaın iktidarı demektir. Böylesi bir egemenlik azımsanmayacak bir zaman toplumun ütüm yargıları içine sızan bir virüs gibi kalıcı olur. İtiraz ise Tanrının hükmüne itirazdır.

Allahın hükmüne itiraz, Allah adına siyaset yürütenlere karşı gelmek kimsenin haddi olmayacağına göre, suç ve ceza ilişkisini yalnızca Allahın takdirine kalmış olacaktır; her felakette bir hikmet olduğuna göre de biattan başka bir seçenek yoktur.

Ülkemiz buraya sürüklenmek isteniyor. Tablo bu gün bu kadar açık ve net değil ama yönelim buraya doğru. Bunu anlamak için dini siyasete alet edenlerdin mantığını anlamak yeterlidir.

Her şeyin bir zamanı var” diyen başbakan ne yaptığını iyi biliyor.

SONUÇ

Tıkanan demokratikleşme, cumhuriyetin biata mağlup olmasını sağladı. Bu gün Cumhuriyet dişleri dökülmüş bir hasta adam olarak, ötanazi için Cemaatin merhametini beklemektedir.

Aklın özgürlüğünü cesurca kullanmanın mümkün olmadığı yerde aydınlanma da olamaz. Cumhuriyet aydınlanma çağına geçit vermedi. Aştığını sandığı ilkeliklerin eline esir düştü.

Demokrasi bu toprakların barış kadar acil bir talebidir. Ancak bu talepler, verili cumhuriyetin sağlayabileceği talepler olmaktan çok uzaktır.

Demokrasi ve özgürlük güçleri ise ne yaptığını hiç bilmiyor. Kürt özgürlük hareketi de olmasaydı bu ülkede dik durulduğunu gösterecek hiçbir veri olmayacaktı.

Bir kez daha ülkemiz demokrasi mücadelesinin kaderi, farklılıkların omzunda olduğu gerçeğini kavramak gerek diyeceğim.

Demokrasi artık Anadolu halklarının özgür iradeleriyle yeniden demokratik bir cumhuriyet kuruluşu olarak gündemdedir.

Bunu algılamak demek inançların siyasetle kirletilmesine karşı gelmek demektir, her tür ilkel milliyetçilikten uzak olmak demektir.

KISADAN HİSSE

Makalemi radekte ederken, Hukuk doktorası yapmakta olan oğlumla sohbet ediyordum. Tarihte en cömert (Hatim Tay), en aptal (Şerambas), en doğru haberi veren (Cüheyna ) gibi tarihi olay, şahıs ve vecizler üzerine yazılı bir kitaptan bölümler aktarıyordu.
Bunlardan biri Cumhuriyeti çok iyi anlatıyordu Sizlerle paylaşmak istedim.

Hebennaka, Beni Kays aşiretinden tarihinin ünlü ahmaklarından biri. Kaybolmamak için hayatı boyunca asker künyesi gibi boynunda kendini tanıtan bir kolye taşır. Bir gün abisi bu kolyeyi alır ve kendi boynuna geçirir. Hebennaka, o an kaybolduğunu hisseder ve abisine meşhur cümlesini söyler “Sen ben isen, ben kimim?”.Cumhuriyet de statülerine mahkum olmanın kefaretini ödüyor; bu statüleri başkaları ele geçirince ne olduğunu, kim olduğunu anlamaz oluyor, kayboluyor…

Bu gün Cumhuriyetin yaşadığı hadise budur.

Hiç yorum yok: