1 Kasım 2010 Pazartesi
CUMHURİYETTEKİ İRTİCA
Mihrac Ural
31 Ekim 2010
Cumhuriyetteki irtica, esasında cumhuriyetteki Osmanlıdır. Ortaya çıkan gelişmeler tipik bir aslına bir üst düzlemde geri dönüş gibidir (İrticadır); başarılmamış aydınlanmanın ilkeliğe esaretidir.
Hebennaka, Beni Kays aşiretinden tarihinin ünlü ahmaklarından biri. Kaybolmamak için hayatı boyunca asker künyesi gibi boynunda kendini tanıtan bir kolye taşır. Bir gün abisi, bu kolyeyi alır ve kendi boynuna geçirir. Hebennaka, o an kaybolduğunu hisseder ve abisine meşhur cümlesini söyler;
“Sen ben isen, ben kimim?”.
Cumhuriyet de statülerine mahkum olmanın kefaretini ödüyor; bu statüleri başkaları ele geçirince ne olduğunu, kim olduğunu anlamaz oluyor, kayboluyor…
Bu gün Cumhuriyetin yaşadığı hadise budur.
***
Herkes dipten gelen dalganın hızlı bir değişim yaratmakta olduğunun farkında. Tanımlanabilir bir değişim olmasına karşın, tanımlamayı göz ardı ederek, sürece katkı sağlandığının da farkında. İrtica, yeni sürece ayak uydurmak için verilen çabaların yarattığı atmosferde, ülke yaşamımızın her yanına bir ahtapot gibi yerleşmeye başladı.
Sabrın bile eğrildiği, sesiz bir çabayla, tarihin en büyük kuşatmasını yaparcasına ülkenin ve devletin her alanında etkin oldular. Bunun için ne bir partiye tutsak oldular nede kazanılmış hak ve değerler için direndiler, genle ağam gidene paşam dediler. Ama durmadan yayılmaya ve girdikleri alanı teslim almaya uğraştılar.
Eyüp peygamber sabrıyla yarım asrı aşkın bir zamandır pas gibi süren sürecin getirdiği sonuçlar, devletin tüm kurum ve kuruluşlarında yer edinme etkinliğini yaratmıştır. İrtica bir akıl algısı, bir kültür yönelimi olarak yaşamın her alanında kendi damgasını vurabilecek bir başarı elde etti. Bu etki, ne bir siyasi parti ne de bilinen piramitsel bir örgütlenme şemasına uygun yapının çabasıyla oldu.
Bu bir doku. Bir kültür, bir algı ortaklığıdır. En altta zaviyeler, tarikatlar, medreseler, şeyhler, Camiler ve bire bir kitlelerle diyalogları yürüten kızlı erkekli mübeşşirlerle gerçekleşti. Yaklaşık aynı dille, aynı termonolojiyle çalıştılar.
Detayları bilen, ayrıntılarda akıl zoru çatışmaların olduğunu bilir. Ama bu farklılıklar, hiçbir zaman ortak bölenlerini sarsmadı. Çünkü ortak bölenleri dışlarındaydı ve onun adına çalışıyorlardı. Onlar, dünyevi işlerinde ve söylemlerinde sıkıştıkları yerde, her şeyi Allah için yaptıklarını iddia ettiler; Allahın dünyevi işlere muhtaç bir yetersiz kudret olup olmadığını ise kimse sorgulamaz bile.
ALLAH ADINA
Allah için çalışma soyutlaması, perdelerin en sislisi en görünmeziydi. Her alan, her kurum, her kuruluş, parti, dernek vb bu algıda bir araçtı. Birilerinin kaldırılması, yasaklanması, kapatılması, yıpranması, iktidardan düşmesi hiçbir şeyi değiştirmez; liderin kim olup olmayacağı da. Sonuçlar önemliydi, istila önemliydi. Başarılı olunmadığı yerde “Allahın takdiridir, bu bizim için bir sınavdır” denildi, yola yine devam edildi.
Kişi değil, kurum değil, parti değil bu nedir?
Bu bir kültürdür, bu bir akıl algısıdır. İrtica derken de bizi ilgilendiren tas tamam budur; elle tutulmayan, gözle görülmeyen kalın bir sis perdesi altında harıl harıl çalışan ve yayılıp istila eden, sızan bir algı. Dipten gelen dalga bunu tanımlayacak en iyi belirlemedir; üstelik en kitlesel ve en yaygın olan
Tarihte, toplumsal algıların, kültürlerin yayılışı da böyledir; egemenliğini toplumun iliklerine kadar bu yolla sızdırır. Ülkemizde olan da budur. Bu, bir geri dönüş hamlesidir. Cumhuriyetteki Osmanlının Cumhuriyeti adım adım bir üst boyutta kendine esir etmesi, yeniden biçimlendirmesidir. Bu açıdan irtica kelimesi, bu süreci tanımlayan en anlamlı ve yerli yerine oturmuş bir kelimedir.
İrtica (Ar), recaa (dönüş) kökünden gelir, geri dönmeyi ifade eder (El Münjed sözlüğü). Bu dönüş, Doğu Avrupa ülkelerinin sosyalizmden kapitalizme dönüşlerine biçimsel olarak büyük bir benzerlik arz eder. II. dünya savaşının açtığı fırsatlarla üst yapıda gerçekleşen ileri sosyal düzenlemelerin siyasal bir dönüşümü aşamaması, alt yapının buna hazır olmadığı koşullarda üst yapı değişimlerinin baskıcı yönelimlerle sistemi korumaya çalışmasıyla derinleşen tıkanma ve kaos, dünya güçler dengesi içinde belli bir süre sonra geri dönüşten başka bir çaresi kalmamıştı. Cumhuriyetin başına gelmekte olan da böyle bir şey.
Cumhuriyetin başına gelen, ekonomik sistemin korunduğu bir koşulda (kapitalist serbest ekonomi) üst yapıdaki değişimlerin, toplum indinde gerçek anlamda bir dönüşümle yer bulamamasıdır. Cumhuriyet tarihinin, irticayla mücadele tarihi gibi algılanabilecek olaylara tanık olmamız bununla da ilgilidir. Menemen olaylarından, birçok ayaklanmada dini motiflerin önemli yer almasına kadar durum böyledir.
Bu bir yayılma olayıdır. Şahısların, kurumların, parti ya da kuruluşların birbirinin yerini yasal yollarla alması olayı değil. Üstten gelen ancak, kendini ikame etmek için mantıki süreçlerini çalıştıramayan, daha çok özgürlük ve demokrasiyle toplumun tamamlanmamış düşünsel evrimlerine olanak sağlayamayan siyasal sistem, başlangıçtan itibaren muhalif olan bin yılların kültür ve algıları karşısında ağır ağır gerileyerek bu güne geldi.
Bu gelişmeleri irticanın sızması olarak tanımlanması esasında yerinde bir tanımlama eksik olsa da. İlginç olan Fethullah Gülen’nin Cemaati adına gösterdiği reflekstir; “Bir insanın, kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denmez. Teşvik edilen insanlar da o müesseseler de bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde bu milletten olmayanlar yaptılar. Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer hariciyeye de. Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdir. (39:25)" (http://tr.fgulen.com/content/view/18633/17/ ) Diyerek dile getirdikleridir.
Bu reflekste yeterli bir cevap var, iki ayrı kültür, iki ayrı algı birbirinin içine girip birbirini ekarte edince buna yalnızca sızma denir. Gülen bu refleksiyle de bunu itiraf etmektedir. Gülenin malum demagojileri gerçeği değiştirmiyor; Cumhuriyet Osmanlıya karşı bir siyasal inkilab (devirme) olarak sayılabilir, ancak bu gün olan irticanın cumhuriyete sızmasıdır.
Bu sızma ve kuşatma hareketi Allah’ dini sonuna kadar istismar ederek gerçekleşti. Üstelik bu istismar en rezil cinsten, en kuralsız cinsten bir tarzla gündeme geldi. Vekaleti kimden alındığı belli olmayan inanç istismarı, hep Allah adına ve Allah için insanlardan biat istedi. Öbür dünyanın azabıyla korkuttu, “biz değil, O istiyor ona göre…” denilerek de sorumsuzluk gösterildi. Siyasi partiler gibi ellerini taşın altına sokmadan bunu yaptılar. Ahlaksızlıkta buradadır. İkame edilen de biat kültürüydü. Demokratik yollarla, eşitlerin rekabeti ortamında, özgür akılların demokratik yarışı değil, Allah’ı öne sürerek kullarla savaş yapıldı. Bu sinsi ve adaletsiz bir savaştı; her yolu mubah gören, ibadet yerlerini sonuna kadar istismar eden bir girişimdi.
İBADET MEKANLARININ İSTİSMARI
Her şey bir yana, devletin halktan aldığı vergilerle, akıl almaz bütçesiyle kurulu olan ibadet yerlerinde 5 vakit namaz için bir araya gelen topluluk, aynı jargonun, aynı kültür propagandasının hedefidir; oysa dinin ibadet alanında, hiçbir siyasi parti, hiçbir dernek hiçbir düşünce için faaliyet gösteremez. Bu da bir koruma olarak dini istismar edenlere fırsat eşitsizliği olarak güç vermektedir. İbadet alanları kurtarılmış bölge gibidir. Kitleler çağrısız olarak Allah için oraya yönelir ve oradan beyinleri doldurulmuş olarak sokaklara, alanlara ve sızılacak yerle doluşurlar.
İbadet kişilerin kendi özel alanlarında yapılsaydı, tanrı ile kul arasındaki ilişki toplu değil bireysel olsaydı din bu etkiyi asla gösteremezdi. Bu durumda dinin istismarı sorunun çok ciddi bir boyutunu ifade eder.
Denir ki, o din. Evet o din kişi ve tanrı arasında olması gereken, ama birileri bir algı olarak, bir kültür olarak din denilen önermeleri, bütünüyle kendi siyasal amaçları için bir araç haline getirince olay farklı bir boyut almaya başlar. Din istismarcıları da buradan yola koyulurlar; yıpranmadan, eleştiriye maruz kalmadan, yaptığı her şeyi Allaha mal ederek eleştiriden kurtulup, siyasal amaçları için ortak bir kanaat örgütlemesine yönelir. Cemaatin kanaat lideri, kanaat temsilcileri söylemi de buraya dayanır.
Böylece dipten gelen bir dalga gibi, bir paslanma süreci gibi ortak kanaatler olgunlaştırılıp, toplum sarılıp sarmalanır. Sızma olan budur. Bu gerçekleşince sistemin çarkları, ister feodal olsun ister köleci, ister kapitalist, ister emperyalist ne olursa olsun bu algının bu kültürün lehine çalışmaya başlar.
Liderler gelip geçer, partiler gelip geçer, kurumlar gelip geçer ama kanaat toplum üzerinde karanlık bir ağ gibi süreklilik arz eden konumuyla egemen olur.
Cumhuriyetteki Osmanlı, böylesi bir irtica yayılması olarak bu günkü tabloyu şekillendirdi. Bu ricat olayında türban, oruç, din dersi vb basit bir teferruattır; Cumhuriyet bu basitliklere, güçsüzlüğü nedeniyle tanıyamadığı özgürlük, güçlenmelerini beslenip toplum indinde haklı bir mevzi kazanmalarıyla sonuçlanmıştır.
CUMHURİYET KENDİNİ YENİLEYEMEDİ
Uygarlık süreklilikle ilgili bir algıdır. Doğal bir alanı, toprağı yaşama açma eylemedir öncelikle, yerleşme ve medenileşme olayıdır. Ancak bu, süreklilik kazanınca var olur, devam eder. Süreklilik, ayıklamayla at başı gider. Sistem ilerlemeye açık değilse bu ayıklama zorla yapılır ve bir yerden sonra halkı karşısı alması kaçınılmaz olur. Doğu Avrupa sosyalist ülkelerinin dönüşünü bir kez daha hatırlayalım.
Zor hiçbir zaman ilerlemeyle barışık olmaz. İlerleme genişlemedir, farklılıkların artışıdır, farklılıkları bütünün olmazsa olmaz bir parçası olarak içselleştirmedir. Dolaysıyla özgürlüktür.
Cumhuriyet bunu başaramadı. Farklılıkları zenginlik olarak göremedi, özgürlükleri kısarak, demokrasiyi tıkayarak kendi evrimini, gelişmesini de dumura uğrattı. Bu tıkanma, ayıklamanın doğal seyrini katletti; düşünsel gelişme durduruldu, düşünce suç sayıldı, siyasal farklılıklar zindanlara dolduruldu hak talepleri kanlı kıyımlarla susturuldu; darbelerin ardı arkası kesilmedi, toplumun ürettiği siyasal düşün insanları tırpanlanıp duruldu.
Cumhuriyet demokratikleşemeyince, Osmanlıdan çıkışını ifade eden kendi kurum ve değerlerini koruyamaz hale geldi. Tek boyutlu ilkel milliyetçiliğe takılması ise sorunları daha da derinden etkiledi. Gelişen her özgür düşünceye, demokrasi talebine zoru kullanarak karşı gelmeyi yaşamsal bir politika olarak kurguladı. Cumhuriyet yeni bir planla kurulduğu söylenir, çağdaş uygarlık hedef olarak gösterilir. Bu yönelim İlkelliğin ayrık otlarını düzenli bir biçimde bilimin, barışın, diyalogun ve her türden eğitimin özgür ve demokratik düşünce ortamında aşılmasını gerektirir. Cumhuriyet bunu başaramadı, ilkellik yerine özgürlüğü sınırladı biçti. Öyle ki, bayrak, Atatürk gibi değerlerini yasalarla koruma ihtiyacı duyacak kadar da geriledi.
Cumhuriyet, ittihatçı geleneğinin devamı olarak içindeki Osmanlının ürünü darbelerle, 12 Eylül rejimleriyle ilkel kültürleri ortak görmeye, onları koltuk değneği yapmaya yöneldi.; “din toplumun birleştirici çimentosudur” diye, özgürlük ve demokrasi mücadelesi verenlere karşı dini öne çıkardı. Bu cumhuriyetin aldığı rahmet darbesi gibi bir şeydi.
Demokratik açılım, özgürlük ve demokrasiyle ayrık otlarının temizlenmesi ve bunu ısrarla sürdürülmesi yerine, özgürlükleri, çoğulcu düşünceyi baskıyla sindirmeye çalıştıkça, kadim olan, biat’ın sesiz ve sitemsiz kabulüyle ayakta duran ilkellik yayılmaya, sızmaya, adım adım tekrar yerleşmeye başladı.
Sonuç ise bu günün tablosudur, bakarsan bağ bakmasan dağ olur…
İRTİCA TEHLİKE OLMAKTAN ÇIKTI
İKTİDAR OLDU
27 Ekim 2010 toplantısında MGK, Milli Siyaset belgesi “Kırmızı kitap” değişikliğini onaylandı. İrticanın ülkede tehlike olmaktan çıktığına karar verdi.
İrticadan önce tartışılması gereken, anayasa üstünde görülen, halkın onayından ya da temsilcilerinin onayından geçmemiş olan böylesi bir “Kırmızı kitap”çığın varlığıdır. 12 Eylül 2010 referandumu neyin nesiydi? Henüz bir buçuk ay olmadı. Sözde anayasa değişikliği onaylanmıştı, yeni bir anayasa için de hazırlık yapılıyordu. Bu da neyin nesidir.
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bile seçilmemişlerin TBMM üstünde bir işlevle ülkenin kaderini yönetmesinin hazmı mümkün olmadığı bir ülkede, seçilmemişlerin kararlaştırdıkları bir kitapçık ortak ülkemize nasıl hükmedebilir. Hangi akıl, hangi mantık bu anti-demokratik tabloyu hazmedebilir.
İşte burası Türkiye, dengeleri de kendine benzer; tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali…
Günaydın demeliyiz.
İrtica tehlike değil iktidardır. Bunun nedeni özgürleştirip demokratikleştiremediğiniz cumhuriyetinizdir; farklılığı düşman ilan eden ilkelliğinizdir, özgürlük taleplerine karşı durmak için koltuk değneği olacağını sandığınız ilkeliklere verdiğiniz tavizlerdir.
Bilmiyorsunuz öğrenin, geçmişinizde uygarlık yıkmak var kurmak yok.
Dünyasal yaşam düzenlemesi için her insan bir biçimde siyasal, kültürel gibi bin bir zemin üzerinde özgün çabalar verir. Bu bireysel dar çıkarlar için de olsa öyledir. Bu çabalar çoğu kez kolektif kimlik olarak bireyi toplumun bir parçası olarak şekillendirir. Bir spor kulübünü tutmak bile bunun bir parçasıdır.
Bu tür çabaların tümünde, kişi yaptığından sorumludur. Bu sorumluluk başarı, başarısızlık, kazanç, zarar gibi maddi sonuçlarla kendini ifade eder.
Ancak ortak bir algı, kültür, inanç adına yapılanlar açık siyasal bir kurum ve yapılanma içinde gerçekleştirilemez ve bu çabaların tümü Allah adına havale edilirse. Burada Allah tanımını, semavi din ve kitaplarda ortaya konan tanrı adaletini zorlayan bir başka gerçekle yüz yüze kalınmış olur; bu gün için çok komik gelebilir ama bir zamanlar papalar cennete parsel satmışlardı. Bunu da Rab Mesih adına yapmışlardı.
Tam bir sorumsuzluk içinde, sevabı da günahı da öbür dünyadaki hesaba ertelenmiş bir çaba. Bu örtü altında elde edilenler maddi gerçekliğiyle alınıp görülürken, günahla öbür dünyadaki hesaba terk edilmiş olur. Bu denklem içinde çarklar hep kardan yana döner. Ne kadar birikirse biriksin günahlar öbür dünyaya havale edilir; oradan dönüp gelen olmadığına göre korkusuz ve pervasızca Allah adına bu dünyada aynı çarklar çalıştırılır.
“Ma ala Resul illal belağ” (Resullerin işleri tebliğ etmektir, tebliğlerinden sorumlu değillerdir). Bu söylem işin sırrıdır. Peygamber bile Allah için söylediği ve yaptığından sorumlu değildir (Hadisin, din adına insanlara nasıl bir yön verdiği bile görmezden gelinir). Peygamber bile bu durumdaysa kullar, Allah adına (siz bunu peygamberin sözleri adına da diye okuyun) ne yaparsa yapsınlar günahları ve sevapları öbür dünyaya ertelenmiş olur.
Parti, kurum, dernek vb olsa siyaseti denenen yönetici başarısız olursa yıpranıp gider. Ancak burada ne yaparsanız yapın yıpranmazsınız çünkü siz sözde Allah adına çalışıyorsunuz; doğrunun da yanlışında ne olduğunu yalnız Allah bilir…
Fethullah Gülen bunu net olarak şöyle ifade ediyor “Daha önce de ifade ettiğim gibi, referandumla alâkalı sözlerimin siyasî mülahazalarla irtibatlandırılması doğru değildir. Bundan sonra da bir referandum yapılacak olsa, ben yine makul bulduğum istikamette aynı şeyleri söylerim. Bunu falan filan parti, hatta azınlık olan ya da grup bile kuramayan bir parti dahi yapsa,.. , ben yine "evet" der ve "evet"in dellalı olurum. (10:35)” Bu yaklaşımını pekiştirmek için de, kendi adının kullanılmasını bile ret ettiğinin vurgusunu ısrarla yapıyor ve yaptıklarının tümünü bir kutsalın arkasına gizleyerek, sanki dünyevi değil ilahi bir görev yapıyor iması varmaya çalışıyor. "Fethullahçı" yakıştırmalarından çok rahatsız oluyorum. Şayet milletimizin bu harekete sahip çıkması illa bir şekilde tarif edilecekse, "Muhammedî ruhun toplumun sinesinde yeniden canlanması" denilebilir. (21:27)” Devamla da “Bu hareketin sırrı, -cami cemaatinin namaz için biraraya gelmesindeki tabiilik gibi- işin mantıkîliğinde ve makuliyetinde aranmalıdır..(26:00)” (http://tr.fgulen.com/content/view/18633/17/ )
Bu bir kültür, bu bir algı, dokunulmaz kutsallar arkasını saklanmış kocaman ve bir o kadar insanlık dışı çirkince bir fırsat eşitsizliğidir. Hiç kimsenin Allah’la, Allah kelamıyla rekabet içinde olunmayacağı da bilinir. Deneyenler ortaçağda nelere maruz kaldı açık bu gün, oruç tutmayanların görüldükleri yerde bir biçimde infaz edildikleri de bilinmektedir (tabi ki bu işin başlangıcıdır).
Din, inanç toplumsal dengelerde belli ve anlamlı roller oynayabilir. Bunu göz ardı etmek çok aptalcadır. Ancak bu rol, hangi sınırlarda duracaktır ve bunun araçları nedir. Bu noktada önerilebilecek ve yapılabilecek çok şey var. Ama cumhuriyet düşünceye, farklılıklara savaş açarak bu ihtiyaçlar için var olan tüm potansiyelleri ezip geçmiş bulunmaktadır.
Devlet elini din ve inanç alanından çekmedikçe bu gelişme yaygın bir sızma hareketi olarak bu gün geldiği yere gelmesi kaçınılmazdır. Üstelik buraya gelen dini tek boyutlu ilkel bir milliyetçi zemin üzerinde algılayan eğilimdir. Dinin ümmet algısında yatan evrenselliği ret eden, dini egemen milletin, diğer milletler üzerindeki hükümranlığını sürdürme araçlarından bir, ortak bölenlerinden biri solarak gören eğilimdir. Ortak ülkemizin zengin mozaik dokusuna aykırı olana bu din algısı, gerçekte İslam’la da ilgili değildir; bu algı malum cemaat algısıdır. Sızmış ve etkin hale gelmiştir. AKP dahil, her siyasal oluşum onun için sadece bir araçtır, amaçlar için kullanılır ve tükenince yenisine bakılır. Cemaat (geniş manasıyla), bunun için hiçbir zaman halkın önüne bir siyasal yapı olarak çıkmayacaktır, halkı özgür iradesiyle seçilme gibi bir cesaret göstermeyecektir, yanlışla savaşı hiç bir zaman yasal zeminde olmayacak arkadan hançerleme, takip etme, dinleme, ispiyon etme gibi kural dışı yöntemlere sığınacaktır. Çünkü temel algısı, kültürü adil değildir adalet onun için dar bir sokaktır.
YÜZYÜZE KALDIĞIMIZ SORUNLAR
Şeyhler, hocalar, “ilim” sahipleri, İmamlar gibi kavramlar altında gece gündüz, baş vakit, tatil demeden Allah adına s yapılan bir çalışmanın sonucudur. Burada Allah, ne peygamberlerin vahi kanalıyla bize anlattıkları Allah’tır ne de inanç sahibi insanların iyilik, rahmet, doğru yol göstericisi gibi insanlık ilişkilerinde erdemleri tanımlayan bir doğaüstü güç değildir. Bunların Allah’ı bilinmeyen, çıkarlara gere her kılığa giren, zoru, baskıyı, tehdidi, dayatmayı içeren bir iktidar olma hırsında anlam bulan dar çıkarların koruyucusu bur güçtür. Bu güç hangi noterlikten alındı belli olmayan bir vekaletle bunlara tam yetki vermiştir. Bu yetkiyle çalışıldığı iddiasındadırlar.
Böylesi bir iddiaya da ihtiyaçları vardır. Zira insanlar kendi çıkarları için bile olsa bir önermeyi ya da yaptırımı yapıp yapmamakta her zaman taraf olmazlar. Ancak ceza verecek bir tanrının korkusuyla, görülecek azabın, cehennemin tedirginliğiyle din diye inanç kurarları diye farz diye dayatılan şeyleri yapma yönünde bir eğilim içinde olurlar: Bu eğilimin pratik anlamı ise siyasal bir çabada kendini ifade eder. Bu çabadan da devletin ele geçirilmesi gibi bir yönelim kaçınılmaz olarak çıkar. Devleti ele geçirme bu noktada Allah buyruğu olarak belirir.
Dinde bunun için yeterli malzeme de bulunmaktadır. Fıkıh tas tamam bunun alt yapısıdır. Dinin şeriatı yani yasaları, insan ilişki türlerinin her alanında olması itibariyle yani her türden insan ilişkisi ya da insanın doğayla ilişkisini kapsadığı için bir yasal önermesi vardır. Şeriat doğal olarak uygulama sürecinde kişinin rızasına bırakılamaz. Şeriat devletinin rolü de burada belirir; şeriatı uygulama uymayanları cezalandırmak için gerekli olur. Gerçekte din ile devlet ilişkisi tam burada kendini gösterir.
Din sadece insanı ilişki önermesi yapmıyor. Din aynı zamanda bu ilişkinin bir güç ile dayatılmasını da içeriyor. Fıkıh bunun için ihdas edilmiştir. Bunu koruyacak bir gücün olması da zorunludur. Bu nedenle din iktidar arar, iktidar ele geçirmek için çırpınır.
Oysa, tanrı vahi yoluyla peygamberle tüm yasalarını iletmiştir şeriatını vermiştir. İnanan bunları uygular, inanmayan uygulamaz olması gerek. Bu durumda inanç, yaşamın diğer yasa ve önermeleriyle özgür bir yarış içinde, rekabet içinde olası gerek. Gerçek özgürlük de bunu gerektirir.
Ancak öyle değil, din devletle iç içedir. İnanç kapsamandaki yasaları (şeriatı) devlet eliyle yeryüzünde uygulatma mücadelesi verir. Dinde fıkhın zorunlu aracı güçtür. Din şeriatını insan aklının özgür zemini içinde uygulanmasına güvenmez, insana asla güven duymaz.
Bunun için din, kuruluşuyla birlikte devlet gibi dev bir zor aracı kurar ya da bunu ele geçirip kurallarını uygulatmaya çalışır; tarihin tüm örnekleri pratikte dininde inancın zorunlu olduğunu gösteriyor. Din, devleti ele geçirene kadar ise, Allah adına öbür dünya korkusu tehdidiyle çalışır.
Oysa Allah vahi kitabı Kuran’da “La ikraha biddin” (dinde zorlama yoktur: 2/.255.) der.
Gerçekte bu dinin siyasete alet edilmesinin en çirkin şeklidir. Başka türü de yoktur.
Bu durumda inanmak zorunlu din dersi gibi, zorunu uyum gibi devlet eliyle uyulması gereken uyulmaması halinde suç sayılan ve dolaysıyla bu dünyada cezası çekilen bir kanun olur. Fıkhı da tastamam bunu önerir. Bu durumda öbür dünyada cezanın anlamını çözmek mümkün olmaz.
Bu çelişkiye din kırk dereden kırk su getirerek çözüm bulmaya çalışsa da altından çıkamaz. Laiklik işte bu noktada inancı devletin dayatması dışına çıkararak, inanmak isteyenin özgürce inancını yaşama hakkını tanır.
Din devletin içine, yasaların içine sokulduğu zaman, adı cumhuriyette olsa bu artık irticaın iktidarı demektir. Böylesi bir egemenlik azımsanmayacak bir zaman toplumun ütüm yargıları içine sızan bir virüs gibi kalıcı olur. İtiraz ise Tanrının hükmüne itirazdır.
Allahın hükmüne itiraz, Allah adına siyaset yürütenlere karşı gelmek kimsenin haddi olmayacağına göre, suç ve ceza ilişkisini yalnızca Allahın takdirine kalmış olacaktır; her felakette bir hikmet olduğuna göre de biattan başka bir seçenek yoktur.
Ülkemiz buraya sürüklenmek isteniyor. Tablo bu gün bu kadar açık ve net değil ama yönelim buraya doğru. Bunu anlamak için dini siyasete alet edenlerdin mantığını anlamak yeterlidir.
“Her şeyin bir zamanı var” diyen başbakan ne yaptığını iyi biliyor.
SONUÇ
Tıkanan demokratikleşme, cumhuriyetin biata mağlup olmasını sağladı. Bu gün Cumhuriyet dişleri dökülmüş bir hasta adam olarak, ötanazi için Cemaatin merhametini beklemektedir.
Aklın özgürlüğünü cesurca kullanmanın mümkün olmadığı yerde aydınlanma da olamaz. Cumhuriyet aydınlanma çağına geçit vermedi. Aştığını sandığı ilkeliklerin eline esir düştü.
Demokrasi bu toprakların barış kadar acil bir talebidir. Ancak bu talepler, verili cumhuriyetin sağlayabileceği talepler olmaktan çok uzaktır.
Demokrasi ve özgürlük güçleri ise ne yaptığını hiç bilmiyor. Kürt özgürlük hareketi de olmasaydı bu ülkede dik durulduğunu gösterecek hiçbir veri olmayacaktı.
Bir kez daha ülkemiz demokrasi mücadelesinin kaderi, farklılıkların omzunda olduğu gerçeğini kavramak gerek diyeceğim.
Demokrasi artık Anadolu halklarının özgür iradeleriyle yeniden demokratik bir cumhuriyet kuruluşu olarak gündemdedir.
Bunu algılamak demek inançların siyasetle kirletilmesine karşı gelmek demektir, her tür ilkel milliyetçilikten uzak olmak demektir.
KISADAN HİSSE
Makalemi radekte ederken, Hukuk doktorası yapmakta olan oğlumla sohbet ediyordum. Tarihte en cömert (Hatim Tay), en aptal (Şerambas), en doğru haberi veren (Cüheyna ) gibi tarihi olay, şahıs ve vecizler üzerine yazılı bir kitaptan bölümler aktarıyordu.
Bunlardan biri Cumhuriyeti çok iyi anlatıyordu Sizlerle paylaşmak istedim.
Hebennaka, Beni Kays aşiretinden tarihinin ünlü ahmaklarından biri. Kaybolmamak için hayatı boyunca asker künyesi gibi boynunda kendini tanıtan bir kolye taşır. Bir gün abisi bu kolyeyi alır ve kendi boynuna geçirir. Hebennaka, o an kaybolduğunu hisseder ve abisine meşhur cümlesini söyler “Sen ben isen, ben kimim?”.Cumhuriyet de statülerine mahkum olmanın kefaretini ödüyor; bu statüleri başkaları ele geçirince ne olduğunu, kim olduğunu anlamaz oluyor, kayboluyor…
Bu gün Cumhuriyetin yaşadığı hadise budur.
31 Ekim 2010
Cumhuriyetteki irtica, esasında cumhuriyetteki Osmanlıdır. Ortaya çıkan gelişmeler tipik bir aslına bir üst düzlemde geri dönüş gibidir (İrticadır); başarılmamış aydınlanmanın ilkeliğe esaretidir.
Hebennaka, Beni Kays aşiretinden tarihinin ünlü ahmaklarından biri. Kaybolmamak için hayatı boyunca asker künyesi gibi boynunda kendini tanıtan bir kolye taşır. Bir gün abisi, bu kolyeyi alır ve kendi boynuna geçirir. Hebennaka, o an kaybolduğunu hisseder ve abisine meşhur cümlesini söyler;
“Sen ben isen, ben kimim?”.
Cumhuriyet de statülerine mahkum olmanın kefaretini ödüyor; bu statüleri başkaları ele geçirince ne olduğunu, kim olduğunu anlamaz oluyor, kayboluyor…
Bu gün Cumhuriyetin yaşadığı hadise budur.
***
Herkes dipten gelen dalganın hızlı bir değişim yaratmakta olduğunun farkında. Tanımlanabilir bir değişim olmasına karşın, tanımlamayı göz ardı ederek, sürece katkı sağlandığının da farkında. İrtica, yeni sürece ayak uydurmak için verilen çabaların yarattığı atmosferde, ülke yaşamımızın her yanına bir ahtapot gibi yerleşmeye başladı.
Sabrın bile eğrildiği, sesiz bir çabayla, tarihin en büyük kuşatmasını yaparcasına ülkenin ve devletin her alanında etkin oldular. Bunun için ne bir partiye tutsak oldular nede kazanılmış hak ve değerler için direndiler, genle ağam gidene paşam dediler. Ama durmadan yayılmaya ve girdikleri alanı teslim almaya uğraştılar.
Eyüp peygamber sabrıyla yarım asrı aşkın bir zamandır pas gibi süren sürecin getirdiği sonuçlar, devletin tüm kurum ve kuruluşlarında yer edinme etkinliğini yaratmıştır. İrtica bir akıl algısı, bir kültür yönelimi olarak yaşamın her alanında kendi damgasını vurabilecek bir başarı elde etti. Bu etki, ne bir siyasi parti ne de bilinen piramitsel bir örgütlenme şemasına uygun yapının çabasıyla oldu.
Bu bir doku. Bir kültür, bir algı ortaklığıdır. En altta zaviyeler, tarikatlar, medreseler, şeyhler, Camiler ve bire bir kitlelerle diyalogları yürüten kızlı erkekli mübeşşirlerle gerçekleşti. Yaklaşık aynı dille, aynı termonolojiyle çalıştılar.
Detayları bilen, ayrıntılarda akıl zoru çatışmaların olduğunu bilir. Ama bu farklılıklar, hiçbir zaman ortak bölenlerini sarsmadı. Çünkü ortak bölenleri dışlarındaydı ve onun adına çalışıyorlardı. Onlar, dünyevi işlerinde ve söylemlerinde sıkıştıkları yerde, her şeyi Allah için yaptıklarını iddia ettiler; Allahın dünyevi işlere muhtaç bir yetersiz kudret olup olmadığını ise kimse sorgulamaz bile.
ALLAH ADINA
Allah için çalışma soyutlaması, perdelerin en sislisi en görünmeziydi. Her alan, her kurum, her kuruluş, parti, dernek vb bu algıda bir araçtı. Birilerinin kaldırılması, yasaklanması, kapatılması, yıpranması, iktidardan düşmesi hiçbir şeyi değiştirmez; liderin kim olup olmayacağı da. Sonuçlar önemliydi, istila önemliydi. Başarılı olunmadığı yerde “Allahın takdiridir, bu bizim için bir sınavdır” denildi, yola yine devam edildi.
Kişi değil, kurum değil, parti değil bu nedir?
Bu bir kültürdür, bu bir akıl algısıdır. İrtica derken de bizi ilgilendiren tas tamam budur; elle tutulmayan, gözle görülmeyen kalın bir sis perdesi altında harıl harıl çalışan ve yayılıp istila eden, sızan bir algı. Dipten gelen dalga bunu tanımlayacak en iyi belirlemedir; üstelik en kitlesel ve en yaygın olan
Tarihte, toplumsal algıların, kültürlerin yayılışı da böyledir; egemenliğini toplumun iliklerine kadar bu yolla sızdırır. Ülkemizde olan da budur. Bu, bir geri dönüş hamlesidir. Cumhuriyetteki Osmanlının Cumhuriyeti adım adım bir üst boyutta kendine esir etmesi, yeniden biçimlendirmesidir. Bu açıdan irtica kelimesi, bu süreci tanımlayan en anlamlı ve yerli yerine oturmuş bir kelimedir.
İrtica (Ar), recaa (dönüş) kökünden gelir, geri dönmeyi ifade eder (El Münjed sözlüğü). Bu dönüş, Doğu Avrupa ülkelerinin sosyalizmden kapitalizme dönüşlerine biçimsel olarak büyük bir benzerlik arz eder. II. dünya savaşının açtığı fırsatlarla üst yapıda gerçekleşen ileri sosyal düzenlemelerin siyasal bir dönüşümü aşamaması, alt yapının buna hazır olmadığı koşullarda üst yapı değişimlerinin baskıcı yönelimlerle sistemi korumaya çalışmasıyla derinleşen tıkanma ve kaos, dünya güçler dengesi içinde belli bir süre sonra geri dönüşten başka bir çaresi kalmamıştı. Cumhuriyetin başına gelmekte olan da böyle bir şey.
Cumhuriyetin başına gelen, ekonomik sistemin korunduğu bir koşulda (kapitalist serbest ekonomi) üst yapıdaki değişimlerin, toplum indinde gerçek anlamda bir dönüşümle yer bulamamasıdır. Cumhuriyet tarihinin, irticayla mücadele tarihi gibi algılanabilecek olaylara tanık olmamız bununla da ilgilidir. Menemen olaylarından, birçok ayaklanmada dini motiflerin önemli yer almasına kadar durum böyledir.
Bu bir yayılma olayıdır. Şahısların, kurumların, parti ya da kuruluşların birbirinin yerini yasal yollarla alması olayı değil. Üstten gelen ancak, kendini ikame etmek için mantıki süreçlerini çalıştıramayan, daha çok özgürlük ve demokrasiyle toplumun tamamlanmamış düşünsel evrimlerine olanak sağlayamayan siyasal sistem, başlangıçtan itibaren muhalif olan bin yılların kültür ve algıları karşısında ağır ağır gerileyerek bu güne geldi.
Bu gelişmeleri irticanın sızması olarak tanımlanması esasında yerinde bir tanımlama eksik olsa da. İlginç olan Fethullah Gülen’nin Cemaati adına gösterdiği reflekstir; “Bir insanın, kendi millet fertlerini yine kendi memleketindeki bazı müesseselere girmeleri için teşvik etmesine sızma denmez. Teşvik edilen insanlar da o müesseseler de bu ülkeye ait. Kastedilen manadaki sızmayı belli bir dönemde bu milletten olmayanlar yaptılar. Evet, bir milletin ferdi, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer adliyeye de, istihbarata da girer hariciyeye de. Unutulmamalıdır ki, kadrolaşma, sızma, çoğalma türünden iddiaları ortaya atanlar ve bunlarla vazifeperver insanları sindirmeye çalışanlar, hemen her devirde bu iftiralarının arkasına saklanarak ve hedef şaşırtarak kendi felsefeleri adına belli yerlere sızmış, kadrolaşmış ve çoğalmış kimselerdir. (39:25)" (http://tr.fgulen.com/content/view/18633/17/ ) Diyerek dile getirdikleridir.
Bu reflekste yeterli bir cevap var, iki ayrı kültür, iki ayrı algı birbirinin içine girip birbirini ekarte edince buna yalnızca sızma denir. Gülen bu refleksiyle de bunu itiraf etmektedir. Gülenin malum demagojileri gerçeği değiştirmiyor; Cumhuriyet Osmanlıya karşı bir siyasal inkilab (devirme) olarak sayılabilir, ancak bu gün olan irticanın cumhuriyete sızmasıdır.
Bu sızma ve kuşatma hareketi Allah’ dini sonuna kadar istismar ederek gerçekleşti. Üstelik bu istismar en rezil cinsten, en kuralsız cinsten bir tarzla gündeme geldi. Vekaleti kimden alındığı belli olmayan inanç istismarı, hep Allah adına ve Allah için insanlardan biat istedi. Öbür dünyanın azabıyla korkuttu, “biz değil, O istiyor ona göre…” denilerek de sorumsuzluk gösterildi. Siyasi partiler gibi ellerini taşın altına sokmadan bunu yaptılar. Ahlaksızlıkta buradadır. İkame edilen de biat kültürüydü. Demokratik yollarla, eşitlerin rekabeti ortamında, özgür akılların demokratik yarışı değil, Allah’ı öne sürerek kullarla savaş yapıldı. Bu sinsi ve adaletsiz bir savaştı; her yolu mubah gören, ibadet yerlerini sonuna kadar istismar eden bir girişimdi.
İBADET MEKANLARININ İSTİSMARI
Her şey bir yana, devletin halktan aldığı vergilerle, akıl almaz bütçesiyle kurulu olan ibadet yerlerinde 5 vakit namaz için bir araya gelen topluluk, aynı jargonun, aynı kültür propagandasının hedefidir; oysa dinin ibadet alanında, hiçbir siyasi parti, hiçbir dernek hiçbir düşünce için faaliyet gösteremez. Bu da bir koruma olarak dini istismar edenlere fırsat eşitsizliği olarak güç vermektedir. İbadet alanları kurtarılmış bölge gibidir. Kitleler çağrısız olarak Allah için oraya yönelir ve oradan beyinleri doldurulmuş olarak sokaklara, alanlara ve sızılacak yerle doluşurlar.
İbadet kişilerin kendi özel alanlarında yapılsaydı, tanrı ile kul arasındaki ilişki toplu değil bireysel olsaydı din bu etkiyi asla gösteremezdi. Bu durumda dinin istismarı sorunun çok ciddi bir boyutunu ifade eder.
Denir ki, o din. Evet o din kişi ve tanrı arasında olması gereken, ama birileri bir algı olarak, bir kültür olarak din denilen önermeleri, bütünüyle kendi siyasal amaçları için bir araç haline getirince olay farklı bir boyut almaya başlar. Din istismarcıları da buradan yola koyulurlar; yıpranmadan, eleştiriye maruz kalmadan, yaptığı her şeyi Allaha mal ederek eleştiriden kurtulup, siyasal amaçları için ortak bir kanaat örgütlemesine yönelir. Cemaatin kanaat lideri, kanaat temsilcileri söylemi de buraya dayanır.
Böylece dipten gelen bir dalga gibi, bir paslanma süreci gibi ortak kanaatler olgunlaştırılıp, toplum sarılıp sarmalanır. Sızma olan budur. Bu gerçekleşince sistemin çarkları, ister feodal olsun ister köleci, ister kapitalist, ister emperyalist ne olursa olsun bu algının bu kültürün lehine çalışmaya başlar.
Liderler gelip geçer, partiler gelip geçer, kurumlar gelip geçer ama kanaat toplum üzerinde karanlık bir ağ gibi süreklilik arz eden konumuyla egemen olur.
Cumhuriyetteki Osmanlı, böylesi bir irtica yayılması olarak bu günkü tabloyu şekillendirdi. Bu ricat olayında türban, oruç, din dersi vb basit bir teferruattır; Cumhuriyet bu basitliklere, güçsüzlüğü nedeniyle tanıyamadığı özgürlük, güçlenmelerini beslenip toplum indinde haklı bir mevzi kazanmalarıyla sonuçlanmıştır.
CUMHURİYET KENDİNİ YENİLEYEMEDİ
Uygarlık süreklilikle ilgili bir algıdır. Doğal bir alanı, toprağı yaşama açma eylemedir öncelikle, yerleşme ve medenileşme olayıdır. Ancak bu, süreklilik kazanınca var olur, devam eder. Süreklilik, ayıklamayla at başı gider. Sistem ilerlemeye açık değilse bu ayıklama zorla yapılır ve bir yerden sonra halkı karşısı alması kaçınılmaz olur. Doğu Avrupa sosyalist ülkelerinin dönüşünü bir kez daha hatırlayalım.
Zor hiçbir zaman ilerlemeyle barışık olmaz. İlerleme genişlemedir, farklılıkların artışıdır, farklılıkları bütünün olmazsa olmaz bir parçası olarak içselleştirmedir. Dolaysıyla özgürlüktür.
Cumhuriyet bunu başaramadı. Farklılıkları zenginlik olarak göremedi, özgürlükleri kısarak, demokrasiyi tıkayarak kendi evrimini, gelişmesini de dumura uğrattı. Bu tıkanma, ayıklamanın doğal seyrini katletti; düşünsel gelişme durduruldu, düşünce suç sayıldı, siyasal farklılıklar zindanlara dolduruldu hak talepleri kanlı kıyımlarla susturuldu; darbelerin ardı arkası kesilmedi, toplumun ürettiği siyasal düşün insanları tırpanlanıp duruldu.
Cumhuriyet demokratikleşemeyince, Osmanlıdan çıkışını ifade eden kendi kurum ve değerlerini koruyamaz hale geldi. Tek boyutlu ilkel milliyetçiliğe takılması ise sorunları daha da derinden etkiledi. Gelişen her özgür düşünceye, demokrasi talebine zoru kullanarak karşı gelmeyi yaşamsal bir politika olarak kurguladı. Cumhuriyet yeni bir planla kurulduğu söylenir, çağdaş uygarlık hedef olarak gösterilir. Bu yönelim İlkelliğin ayrık otlarını düzenli bir biçimde bilimin, barışın, diyalogun ve her türden eğitimin özgür ve demokratik düşünce ortamında aşılmasını gerektirir. Cumhuriyet bunu başaramadı, ilkellik yerine özgürlüğü sınırladı biçti. Öyle ki, bayrak, Atatürk gibi değerlerini yasalarla koruma ihtiyacı duyacak kadar da geriledi.
Cumhuriyet, ittihatçı geleneğinin devamı olarak içindeki Osmanlının ürünü darbelerle, 12 Eylül rejimleriyle ilkel kültürleri ortak görmeye, onları koltuk değneği yapmaya yöneldi.; “din toplumun birleştirici çimentosudur” diye, özgürlük ve demokrasi mücadelesi verenlere karşı dini öne çıkardı. Bu cumhuriyetin aldığı rahmet darbesi gibi bir şeydi.
Demokratik açılım, özgürlük ve demokrasiyle ayrık otlarının temizlenmesi ve bunu ısrarla sürdürülmesi yerine, özgürlükleri, çoğulcu düşünceyi baskıyla sindirmeye çalıştıkça, kadim olan, biat’ın sesiz ve sitemsiz kabulüyle ayakta duran ilkellik yayılmaya, sızmaya, adım adım tekrar yerleşmeye başladı.
Sonuç ise bu günün tablosudur, bakarsan bağ bakmasan dağ olur…
İRTİCA TEHLİKE OLMAKTAN ÇIKTI
İKTİDAR OLDU
27 Ekim 2010 toplantısında MGK, Milli Siyaset belgesi “Kırmızı kitap” değişikliğini onaylandı. İrticanın ülkede tehlike olmaktan çıktığına karar verdi.
İrticadan önce tartışılması gereken, anayasa üstünde görülen, halkın onayından ya da temsilcilerinin onayından geçmemiş olan böylesi bir “Kırmızı kitap”çığın varlığıdır. 12 Eylül 2010 referandumu neyin nesiydi? Henüz bir buçuk ay olmadı. Sözde anayasa değişikliği onaylanmıştı, yeni bir anayasa için de hazırlık yapılıyordu. Bu da neyin nesidir.
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) bile seçilmemişlerin TBMM üstünde bir işlevle ülkenin kaderini yönetmesinin hazmı mümkün olmadığı bir ülkede, seçilmemişlerin kararlaştırdıkları bir kitapçık ortak ülkemize nasıl hükmedebilir. Hangi akıl, hangi mantık bu anti-demokratik tabloyu hazmedebilir.
İşte burası Türkiye, dengeleri de kendine benzer; tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali…
Günaydın demeliyiz.
İrtica tehlike değil iktidardır. Bunun nedeni özgürleştirip demokratikleştiremediğiniz cumhuriyetinizdir; farklılığı düşman ilan eden ilkelliğinizdir, özgürlük taleplerine karşı durmak için koltuk değneği olacağını sandığınız ilkeliklere verdiğiniz tavizlerdir.
Bilmiyorsunuz öğrenin, geçmişinizde uygarlık yıkmak var kurmak yok.
Dünyasal yaşam düzenlemesi için her insan bir biçimde siyasal, kültürel gibi bin bir zemin üzerinde özgün çabalar verir. Bu bireysel dar çıkarlar için de olsa öyledir. Bu çabalar çoğu kez kolektif kimlik olarak bireyi toplumun bir parçası olarak şekillendirir. Bir spor kulübünü tutmak bile bunun bir parçasıdır.
Bu tür çabaların tümünde, kişi yaptığından sorumludur. Bu sorumluluk başarı, başarısızlık, kazanç, zarar gibi maddi sonuçlarla kendini ifade eder.
Ancak ortak bir algı, kültür, inanç adına yapılanlar açık siyasal bir kurum ve yapılanma içinde gerçekleştirilemez ve bu çabaların tümü Allah adına havale edilirse. Burada Allah tanımını, semavi din ve kitaplarda ortaya konan tanrı adaletini zorlayan bir başka gerçekle yüz yüze kalınmış olur; bu gün için çok komik gelebilir ama bir zamanlar papalar cennete parsel satmışlardı. Bunu da Rab Mesih adına yapmışlardı.
Tam bir sorumsuzluk içinde, sevabı da günahı da öbür dünyadaki hesaba ertelenmiş bir çaba. Bu örtü altında elde edilenler maddi gerçekliğiyle alınıp görülürken, günahla öbür dünyadaki hesaba terk edilmiş olur. Bu denklem içinde çarklar hep kardan yana döner. Ne kadar birikirse biriksin günahlar öbür dünyaya havale edilir; oradan dönüp gelen olmadığına göre korkusuz ve pervasızca Allah adına bu dünyada aynı çarklar çalıştırılır.
“Ma ala Resul illal belağ” (Resullerin işleri tebliğ etmektir, tebliğlerinden sorumlu değillerdir). Bu söylem işin sırrıdır. Peygamber bile Allah için söylediği ve yaptığından sorumlu değildir (Hadisin, din adına insanlara nasıl bir yön verdiği bile görmezden gelinir). Peygamber bile bu durumdaysa kullar, Allah adına (siz bunu peygamberin sözleri adına da diye okuyun) ne yaparsa yapsınlar günahları ve sevapları öbür dünyaya ertelenmiş olur.
Parti, kurum, dernek vb olsa siyaseti denenen yönetici başarısız olursa yıpranıp gider. Ancak burada ne yaparsanız yapın yıpranmazsınız çünkü siz sözde Allah adına çalışıyorsunuz; doğrunun da yanlışında ne olduğunu yalnız Allah bilir…
Fethullah Gülen bunu net olarak şöyle ifade ediyor “Daha önce de ifade ettiğim gibi, referandumla alâkalı sözlerimin siyasî mülahazalarla irtibatlandırılması doğru değildir. Bundan sonra da bir referandum yapılacak olsa, ben yine makul bulduğum istikamette aynı şeyleri söylerim. Bunu falan filan parti, hatta azınlık olan ya da grup bile kuramayan bir parti dahi yapsa,.. , ben yine "evet" der ve "evet"in dellalı olurum. (10:35)” Bu yaklaşımını pekiştirmek için de, kendi adının kullanılmasını bile ret ettiğinin vurgusunu ısrarla yapıyor ve yaptıklarının tümünü bir kutsalın arkasına gizleyerek, sanki dünyevi değil ilahi bir görev yapıyor iması varmaya çalışıyor. "Fethullahçı" yakıştırmalarından çok rahatsız oluyorum. Şayet milletimizin bu harekete sahip çıkması illa bir şekilde tarif edilecekse, "Muhammedî ruhun toplumun sinesinde yeniden canlanması" denilebilir. (21:27)” Devamla da “Bu hareketin sırrı, -cami cemaatinin namaz için biraraya gelmesindeki tabiilik gibi- işin mantıkîliğinde ve makuliyetinde aranmalıdır..(26:00)” (http://tr.fgulen.com/content/view/18633/17/ )
Bu bir kültür, bu bir algı, dokunulmaz kutsallar arkasını saklanmış kocaman ve bir o kadar insanlık dışı çirkince bir fırsat eşitsizliğidir. Hiç kimsenin Allah’la, Allah kelamıyla rekabet içinde olunmayacağı da bilinir. Deneyenler ortaçağda nelere maruz kaldı açık bu gün, oruç tutmayanların görüldükleri yerde bir biçimde infaz edildikleri de bilinmektedir (tabi ki bu işin başlangıcıdır).
Din, inanç toplumsal dengelerde belli ve anlamlı roller oynayabilir. Bunu göz ardı etmek çok aptalcadır. Ancak bu rol, hangi sınırlarda duracaktır ve bunun araçları nedir. Bu noktada önerilebilecek ve yapılabilecek çok şey var. Ama cumhuriyet düşünceye, farklılıklara savaş açarak bu ihtiyaçlar için var olan tüm potansiyelleri ezip geçmiş bulunmaktadır.
Devlet elini din ve inanç alanından çekmedikçe bu gelişme yaygın bir sızma hareketi olarak bu gün geldiği yere gelmesi kaçınılmazdır. Üstelik buraya gelen dini tek boyutlu ilkel bir milliyetçi zemin üzerinde algılayan eğilimdir. Dinin ümmet algısında yatan evrenselliği ret eden, dini egemen milletin, diğer milletler üzerindeki hükümranlığını sürdürme araçlarından bir, ortak bölenlerinden biri solarak gören eğilimdir. Ortak ülkemizin zengin mozaik dokusuna aykırı olana bu din algısı, gerçekte İslam’la da ilgili değildir; bu algı malum cemaat algısıdır. Sızmış ve etkin hale gelmiştir. AKP dahil, her siyasal oluşum onun için sadece bir araçtır, amaçlar için kullanılır ve tükenince yenisine bakılır. Cemaat (geniş manasıyla), bunun için hiçbir zaman halkın önüne bir siyasal yapı olarak çıkmayacaktır, halkı özgür iradesiyle seçilme gibi bir cesaret göstermeyecektir, yanlışla savaşı hiç bir zaman yasal zeminde olmayacak arkadan hançerleme, takip etme, dinleme, ispiyon etme gibi kural dışı yöntemlere sığınacaktır. Çünkü temel algısı, kültürü adil değildir adalet onun için dar bir sokaktır.
YÜZYÜZE KALDIĞIMIZ SORUNLAR
Şeyhler, hocalar, “ilim” sahipleri, İmamlar gibi kavramlar altında gece gündüz, baş vakit, tatil demeden Allah adına s yapılan bir çalışmanın sonucudur. Burada Allah, ne peygamberlerin vahi kanalıyla bize anlattıkları Allah’tır ne de inanç sahibi insanların iyilik, rahmet, doğru yol göstericisi gibi insanlık ilişkilerinde erdemleri tanımlayan bir doğaüstü güç değildir. Bunların Allah’ı bilinmeyen, çıkarlara gere her kılığa giren, zoru, baskıyı, tehdidi, dayatmayı içeren bir iktidar olma hırsında anlam bulan dar çıkarların koruyucusu bur güçtür. Bu güç hangi noterlikten alındı belli olmayan bir vekaletle bunlara tam yetki vermiştir. Bu yetkiyle çalışıldığı iddiasındadırlar.
Böylesi bir iddiaya da ihtiyaçları vardır. Zira insanlar kendi çıkarları için bile olsa bir önermeyi ya da yaptırımı yapıp yapmamakta her zaman taraf olmazlar. Ancak ceza verecek bir tanrının korkusuyla, görülecek azabın, cehennemin tedirginliğiyle din diye inanç kurarları diye farz diye dayatılan şeyleri yapma yönünde bir eğilim içinde olurlar: Bu eğilimin pratik anlamı ise siyasal bir çabada kendini ifade eder. Bu çabadan da devletin ele geçirilmesi gibi bir yönelim kaçınılmaz olarak çıkar. Devleti ele geçirme bu noktada Allah buyruğu olarak belirir.
Dinde bunun için yeterli malzeme de bulunmaktadır. Fıkıh tas tamam bunun alt yapısıdır. Dinin şeriatı yani yasaları, insan ilişki türlerinin her alanında olması itibariyle yani her türden insan ilişkisi ya da insanın doğayla ilişkisini kapsadığı için bir yasal önermesi vardır. Şeriat doğal olarak uygulama sürecinde kişinin rızasına bırakılamaz. Şeriat devletinin rolü de burada belirir; şeriatı uygulama uymayanları cezalandırmak için gerekli olur. Gerçekte din ile devlet ilişkisi tam burada kendini gösterir.
Din sadece insanı ilişki önermesi yapmıyor. Din aynı zamanda bu ilişkinin bir güç ile dayatılmasını da içeriyor. Fıkıh bunun için ihdas edilmiştir. Bunu koruyacak bir gücün olması da zorunludur. Bu nedenle din iktidar arar, iktidar ele geçirmek için çırpınır.
Oysa, tanrı vahi yoluyla peygamberle tüm yasalarını iletmiştir şeriatını vermiştir. İnanan bunları uygular, inanmayan uygulamaz olması gerek. Bu durumda inanç, yaşamın diğer yasa ve önermeleriyle özgür bir yarış içinde, rekabet içinde olası gerek. Gerçek özgürlük de bunu gerektirir.
Ancak öyle değil, din devletle iç içedir. İnanç kapsamandaki yasaları (şeriatı) devlet eliyle yeryüzünde uygulatma mücadelesi verir. Dinde fıkhın zorunlu aracı güçtür. Din şeriatını insan aklının özgür zemini içinde uygulanmasına güvenmez, insana asla güven duymaz.
Bunun için din, kuruluşuyla birlikte devlet gibi dev bir zor aracı kurar ya da bunu ele geçirip kurallarını uygulatmaya çalışır; tarihin tüm örnekleri pratikte dininde inancın zorunlu olduğunu gösteriyor. Din, devleti ele geçirene kadar ise, Allah adına öbür dünya korkusu tehdidiyle çalışır.
Oysa Allah vahi kitabı Kuran’da “La ikraha biddin” (dinde zorlama yoktur: 2/.255.) der.
Gerçekte bu dinin siyasete alet edilmesinin en çirkin şeklidir. Başka türü de yoktur.
Bu durumda inanmak zorunlu din dersi gibi, zorunu uyum gibi devlet eliyle uyulması gereken uyulmaması halinde suç sayılan ve dolaysıyla bu dünyada cezası çekilen bir kanun olur. Fıkhı da tastamam bunu önerir. Bu durumda öbür dünyada cezanın anlamını çözmek mümkün olmaz.
Bu çelişkiye din kırk dereden kırk su getirerek çözüm bulmaya çalışsa da altından çıkamaz. Laiklik işte bu noktada inancı devletin dayatması dışına çıkararak, inanmak isteyenin özgürce inancını yaşama hakkını tanır.
Din devletin içine, yasaların içine sokulduğu zaman, adı cumhuriyette olsa bu artık irticaın iktidarı demektir. Böylesi bir egemenlik azımsanmayacak bir zaman toplumun ütüm yargıları içine sızan bir virüs gibi kalıcı olur. İtiraz ise Tanrının hükmüne itirazdır.
Allahın hükmüne itiraz, Allah adına siyaset yürütenlere karşı gelmek kimsenin haddi olmayacağına göre, suç ve ceza ilişkisini yalnızca Allahın takdirine kalmış olacaktır; her felakette bir hikmet olduğuna göre de biattan başka bir seçenek yoktur.
Ülkemiz buraya sürüklenmek isteniyor. Tablo bu gün bu kadar açık ve net değil ama yönelim buraya doğru. Bunu anlamak için dini siyasete alet edenlerdin mantığını anlamak yeterlidir.
“Her şeyin bir zamanı var” diyen başbakan ne yaptığını iyi biliyor.
SONUÇ
Tıkanan demokratikleşme, cumhuriyetin biata mağlup olmasını sağladı. Bu gün Cumhuriyet dişleri dökülmüş bir hasta adam olarak, ötanazi için Cemaatin merhametini beklemektedir.
Aklın özgürlüğünü cesurca kullanmanın mümkün olmadığı yerde aydınlanma da olamaz. Cumhuriyet aydınlanma çağına geçit vermedi. Aştığını sandığı ilkeliklerin eline esir düştü.
Demokrasi bu toprakların barış kadar acil bir talebidir. Ancak bu talepler, verili cumhuriyetin sağlayabileceği talepler olmaktan çok uzaktır.
Demokrasi ve özgürlük güçleri ise ne yaptığını hiç bilmiyor. Kürt özgürlük hareketi de olmasaydı bu ülkede dik durulduğunu gösterecek hiçbir veri olmayacaktı.
Bir kez daha ülkemiz demokrasi mücadelesinin kaderi, farklılıkların omzunda olduğu gerçeğini kavramak gerek diyeceğim.
Demokrasi artık Anadolu halklarının özgür iradeleriyle yeniden demokratik bir cumhuriyet kuruluşu olarak gündemdedir.
Bunu algılamak demek inançların siyasetle kirletilmesine karşı gelmek demektir, her tür ilkel milliyetçilikten uzak olmak demektir.
KISADAN HİSSE
Makalemi radekte ederken, Hukuk doktorası yapmakta olan oğlumla sohbet ediyordum. Tarihte en cömert (Hatim Tay), en aptal (Şerambas), en doğru haberi veren (Cüheyna ) gibi tarihi olay, şahıs ve vecizler üzerine yazılı bir kitaptan bölümler aktarıyordu.
Bunlardan biri Cumhuriyeti çok iyi anlatıyordu Sizlerle paylaşmak istedim.
Hebennaka, Beni Kays aşiretinden tarihinin ünlü ahmaklarından biri. Kaybolmamak için hayatı boyunca asker künyesi gibi boynunda kendini tanıtan bir kolye taşır. Bir gün abisi bu kolyeyi alır ve kendi boynuna geçirir. Hebennaka, o an kaybolduğunu hisseder ve abisine meşhur cümlesini söyler “Sen ben isen, ben kimim?”.Cumhuriyet de statülerine mahkum olmanın kefaretini ödüyor; bu statüleri başkaları ele geçirince ne olduğunu, kim olduğunu anlamaz oluyor, kayboluyor…
Bu gün Cumhuriyetin yaşadığı hadise budur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder