22 Kasım 2010 Pazartesi
GERÇEKÇİ ROLLER VE DEMOKRASİ -II-
Mıkdat Abuzer
11 Kasım 2010
Veda rumuzlu arkadaş, uzun uzun izahına çalıştığım yaklaşıma karşı, refleks sayacağım "Bir SINIF KAÇKINI, BİR ELVEDA PROLETARYA diyen daha!" diye kestirip atmış.
Birincisi; hiçbir cümlemi bütünsel olarak ele almamış.
İkincisi; uzun yazımdaki bir dizi önermeye ilişkin gerekçeli tek bir cümlelik eleştiri yazmamış
Üçüncüsü; tarihsel örneklerim üzerine bir şey söylememiş.
Dördüncüsü; Marks’tan yaptığı alıntı ile benim algılarım arasındaki çelişkiyi çağrıştıracak bir bilgi vermemiş; farklı bir konu ve tartışma açısından bu (farklılık) mevcut olmasına karşın ortaya koymamış.
Siyasal sohbetimizde ya da tartışmamızda bu gergin söyleme gerek ve yer olmadığı için bir cevap verme durumunda olmayacağım.
Söyleyeceğim ve söylediklerim gerçek anlamda ayakları yere basan bir devrim ve demokrasi mücadelesi üzerine yapılmış önermelerdir. Bu nedenle, arayışım, siyasal sohbetim, tarihçe mutlak olarak ortaya çıkan doğruları inkar etmeden, gelecek için bir önerme yapmaktır. Bunun için bulgularımızı yazılarda sık sık aktarmaya çalışıyoruz. Bunu çok yalın ve ikircimsizce dile getiriyoruz.
Önceki yazımı bu nedenle özet halinde de olsa geniş tutum. Orada devrimci duruş ikircimsizce ortaya konmuş, burjuvazinin demokrasi karşısındaki konumu ve liberal aldatmacanın çapı da eleştirilmiştir. Ama aynı zamanda işçi sınıfının sırtına kaldıramayacağı yükleri yıkmak isteyenler de eleştirilmiştir. Tarihi derslere dayanarak da konu (demokrasi) ortaya konmuştur. Bunlara hiç cevap verilmemiş.
İddialı ve ezber bozan formüllere bir eleştiri getirilmemiş.
Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken, demokrasi ve özgürlük için açabildiği alan ölçeğinde önemle ilgilenilmesi gereken bir mücadeledir, ama devrim yapabilecek bir mücadele olmadığı reformist sınırları aşamayacağını açıkça belirtmeme karşın, yanıt yerine tepki ortaya konmuş.
Tartışma sürecinde en azından Doğu Avrupa ülkelerinde devrim ve sosyalizm sohbetini yapacağımız açıktır. Bir gece ansızın kızıl ordunun II. Dünya savaşı sonucu başarısının ürünü olarak kurulan halk iktidarlarının siyasi kararnamelerle ilan ettikleri toplumsal mülkiyetin, bir başka gece ansızın neden gerisin geriye döndüğünü, neden geri dönüşü mümkün olmayan tarihsel devrimlerin yapılamadığını buna Ekim devriminin de dahil olduğu gerçeğini sohbet edecektik.
Bunun gibi bir dizi konu tartışılabilir. Bunları da devrimci mücadelede öznel olgunun ihmal edilmez rolünü ortaya koyarak, determinist kendiliğindenci yaklaşımların yetersiz olduğu vurgulanarak dile gelecekti. Tarihsel olarak 20.yy başlarında kurulduğu iddia edilen şey gerçekten yeni bir toplumsal üretim tarzı mı yoksa değimli bunları tartışacaktık. Önceki yazımda dile getirdiğim ve Marks’a göre tarihsel geri dönüşü mümkün olmayan devrim diye niteleyebileceğimiz, teknolojideki devrimin üretim ilişkisinde devrime yol açması olayını daha kapsamlı irdeleyecektik.
Sakın inkarcılık diye kestirip atmayın uyarımı bile dikte almadan böylesine peşinatçı bir yaklaşımın neresini Marksizme oturtmak mümkün olur anlamak güç.
Oysa sosyalistlerin öncelikle tartışması gereken budur.
Konumuz demokrasi. Önceki yazımda demokrasiyi net olarak devrimci bir çizgi üzerine oturtarak ve sistem dışı çıkış önerilerimi belirterek, liberallere ve burjuvazinin tarihi tükenmiş önerilerine eleştiri yaparak ortaya koydum. Bunun karşısında arkadaşın dile getirdiği şey malum "inkarcılık" suçlamasına ait bir refleksten öte olmamış.
Bu da bir görüş saygı duymak gerek.
Oysa benim amacım, bir fikir algısını birlikte geliştirmektir. Yoksa birbirimize sert sözler söyleyerek anlamsız ve sığı bir sağır diyalogu değildir. Böylesi kimseye bir şey kazandırmaz.
“Ne söylenirse söylensin, biz bildiğimizi ve 200 yıldır söyleneni tekrar edeceğiz, sana ne, burada bu görüşlere yer yok” deniyorsa, bu ayrı bir hadise. Saygı duyar, tartışmaya devam etme gereği de kalmaz. Birbirimize sert sözler söylemeye de…
Önceki yazımı iyi okursanız, tersine ben sınıf mücadelesini diline pelsenek yapanların, “komünist devrim, sosyalist devrim” diye her satırda bir ton cümle ve slogan atanların, esasında devrimci olamayacaklarını, tarihi örneklerle ortaya koydum (devrimci olmamak, karşı devrimci olmak anlamında değil). Gerçek devrimciliğin ise demokrasi ve özgürlüğü sonuna kadar savunmaktan geçtiğini ve geleceğin yeni üretim ilişkisine yol açmanın ana yöneliminin bu olduğunu izah etmeye çalıştım.
Bu noktada kim devrimci kim reformist olur bunu net ortaya koymak gerek.
Yazımda tarihi örnekler verdim. Ama eleştiren arkadaşlar tersini gösteren bir örnekle cevap vermediler. 200 yıllık işçi sınıfı mücadelesine bakalım dedim, tersini kanıtlayan bir veri var mı onu görelim dedim?
Daha kapsamlı şeyler söylemedim. Sonraya bıraktım.
Yabancılaşma, tarihin en devrimci unsuru olduğunu anlatmadım, mülkiyet ilişkisinin tarihsel seyrinin toplumsal mülkiyete değil daha çok ufalanmış özel mülkiyete doğru olduğunu ve bunun daha yüksek bir sosyal sonuç yarattığından söz etmedim. Bunun gibi bir dizi önermenin tartışılmasını sonraya bıraktım.
Cevap diye Marks’ın Alman İdeolojisi çalışmasından yapılan alıntının neden yapıldığını , konumuzla ilgili hangi örneklemeyi gösterdiğini anlayana helal olsun.
Alıntıyı tekrar aktarayım, birlikte okuyalım.
"Bakalım Marks bu konuda Alman İdeolojisinde neler demiş!
"Şimdiye kadarki bütün devrimlerde faaliyet tarzına hiç dokunulmadı. Sorun bu faaliyetin sadece değişik bir dağıtımıydı, emeğin öteki kişiler arasında yeni bir dağıtımıydı. Oysa komünist devrim, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelir, emeği ortadan kaldırır."(Karl Marks-Alman İdeolojisi)" diye yaptığı alıntının konumuza getireceği somut bir açıklık olduğu kanısında değilim.
Bu alıntıyı yorumlayacak olursak,
Çok soyut bir söylemle "komünist devrim" tanımlaması Marksist termonolojide farklı anlamlarda kullanılmasına karşı, kapitalizme karşı yapılan devrim ve sonrası uzun bir sürecin işlevlerini de içerdiğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
"Emeği ortadan kaldırır" belirlemesi ise bu günün algıları itibariyle oldukça tartışma götürür 19. yüzyıl siyasal sonuçları kapsamındadır. Üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyetin böylesi bir sonuç yaratacağı beklentisi bana göre hiçte doğru bir beklenti değildir. Bunun birçok nedeni var ve 21. yy kıstaslarıyla uyuşması mümkün olmayan, ikamesi hayal bile olmayan bir önermedir.
Bu konular gerçek anlamda derinlemesine, akademik boyutlu bir tartışmayı gerektiriyor. Yeri geldikçe, sohbet belli bir düzeyin altına düşmedikçe bunları irdelemek mümkün. Doğru hiç birimizin tekelinde değildir: Esasında mutlak doğru da yoktur. Sorularımız var ve her birimiz kendi açısından bunlara cevap aramaktadır.
Veda arkadaş, bu alıntının neresinde Marks’ın “Komünist devrimin öncüsü işçi sınıfıdır” dediğini göstermemiş. Bunun için de dönmüş bir kez daha yazmış, açıklama yapma gereği görmüş. Ama yaptığı açıklamada da “komünist devrimin öncüsü işçi sınıfıdır” belirlemesi bulunmuyor. Bunu çağrıştıran bir yaklaşım bile yok.
Alıntısına yaptığı açıklama da şu:
“Marksın EMEKTEN kasti,ücretli emek,yabancılaşmış emektir.
Nedir bu Ücretli Emeki Yabancılaşmış Emek?
Sermayeyi var eden,sermayenin kendini onun üzerinden olumladığı bir olgudur.
Sermaye,üretim araçlarının özel mülkiyetini kullanarak,emeği,tahakküm altına alır,onu ücretli emek,yabancılaşmış emek haline getirir.
Komünist Devrim , üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek,ücretli emeği,yabancılamış emeği ortadan kaldırır.” Diyor
Konumuz demokrasi olduğu için bu satırlardaki açıklamaları detaylı eleştirmeyeceğim. Ama yukarıda da ipucu verdim, mülkiyet ilişkisinin tarihi seyri toplumsal mülkiyete gitmiyor dedim. Siyasal devrimlerin kararları geri dönüşü olmayan tarihsel devrimler üretmez diye işaret ettim. En önemlisi de emek yabancılaşmasının ortadan kalktığı zaman yaşamın biteceğini belirtmek isterim.
Engels güzel söylüyor “İşbölümü arttıkça yabancılaşma artar” tarih daha da derin işbölümlerine yöneliyor bu nedenle yabancılaşmanın tarihteki rolü devrimcidir. Olumsuz değildir, tersine en olumlu olandır (bu da ezber bozan bir cümle) Bu konuda yazılmış önemli tartışma makaleleri var “Yabancılaşmanın Devrimci Dinamiği” başlığı altındaki makaleyi
http://mirural.blogspot.com/ linkinden arşivden bulup okumak mümkün.
Veda arkadaş, Marks’tan yaptığı alıntıyı neden yaptığını anlamak güç, ama yine tekrarla belirteyim. Kapitalizm üretim araçları özel mülkiyeti üzerine kurulu bir sistemdir. Bu sistemi var eden burjuvazi kadar iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçi sınıfıdır. Bu iki zıt olgu olmadan kapitalizm diye bir sistem tarih sahnesine çıkamazdı.
İşçi sınıfı bu özelliğiyle, “komünist devrim” yani tarih sahnesinden kapitalizmi yok edecek bir devrimi nasıl yapar. Önce insafa gelmek gerek. Sonra materyalistçe düşünmek gerek yadsınmanın yadsınması kanunu gereği deyip, Marks’ı anlamak gerek. Böylesi bir devrimi ancak kapitalizme ait tüm verileri ortadan kaldıracak yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir uygarlığın ve ona ait temel kitlesel güçlerin işi olduğunu belirlemek gerek.
Arkadaşlar işçi fabrikasının çalışır halde olmasını istiyor, sınıfı iradesi ve refleksinden söz ediyorum. Bir sınıfın var oluş özelliğinin doğal ve kaçınılmaz istencinden söz ediyorum. Birey olarak işçiden değil.
Feodalizmi yıkıp kapitalizmi kuran serfler değildi, kapitalizmi yıkıp daha ileri bir toplumsal formasyona geçişi de İşçi sınıfı yapamaz. Bu iş işçi sınıfının doğasına aykırıdır.
Bu açıdan, II. Enternasyonali, Sarı sendikacılığı anlamak gerek. İşçi sınıfı oralara boşuna koşmadı. Bu bir tarihsel belirlemedir, onlar doğruydu demek değildir. Tersine, onlar kendi burjuvazilerinin kar hırsları peşinde sosyal şoven oldular ve tarih onları mahkum etti. Bolşevikler kararlı insanlar olarak siyasal devrime, öznel öğenin mümkün olan en görkemli özverilerle bir siyasal iktidar kuruluşuna yöneldiler. Bu da bir tarihi belirlemedir ve yerimiz açıkça buradaydı. Ama bu, 21.yy için geçerli bir örnek bir tekrar olamaz. Olmamasının gerekçesi için şahit getirmeye gerek yok.
Yukarıdaki yazımda da dile getirdim, Sosyalizmin sorunu yanlış politikalar, yanlış yöneticiler değildir dedim. Sorun nesnel verilerin yetersizliğidir. Bu yetersizlik üzerine oturtulan siyasal zorlama kaçınılmaz olarak olanlara böylesi sonuçlara yol açmıştır.
Tarih hareket halindeki geçmiş değilse, vakıa budur. O koşulların tüm olumlulukları, insanlığa yaptığı dev entelektüel katkılar ve fiili adamlar bizim geçmişimiz ve onurumuzdur ama bu geleceği kurmaya yetmiyor. Müflisin geçmişini sermaye yapıp övünmesi, yeniden bir yükselişe yol açmıyor. Bunu için tek tek verileri yeniden ele almak ve tartışmak gerek. Geçmişin statüleri, kodlamaları, paradigmaları 21. Yy için çok gerçekçi sonuçlar yaratamaz; aynı şeyi tekrar etme çabası mümkün değildir, mümkün olsa bile komedi olur.
Geçmiş kodlamaların devrimlerinin, çoğunluğu temsil ettiği iddiasında da olsa birer azınlık devrimleri ya da darbeleri olarak gündeme gelmelerini izah etmek gerek. Bu tarihimizle bir yüzleşmedir.
Bu yaklaşımlara şunu eklemek yanlış olmayacaktır; İşçi sınıfı, doğası gereği sisteminin yıkılışına karşı çıkacaktır. Sarı sendikacılıkta açık örneğini gördüğümüz, bu gün yer yüzenin her alanında ezici bir çoğunluk tutumu olarak gündeme gelen, burjuvaziyle omuz omuza fabrikası çalışsın diye özveride olma tutumu İşçi sınıfının tutumudur.
Kimse bunun geçici, koşullar nedeniyle diye düşünmesin, olay sınıfın doğasıyla ilgili bir davranıştır bunu artık anlamak gerek. Serflerin feodal ağalarının yanında gelişen burjuva devrimine karşı duruşları gibi bir duruş sergileyecektir (Hegel’in “tarihsiz uluslar” söylemini tekrar gözden geçirin). Bu cümleler bir inkar değil bilimsel veridir. Sınıfı kendi niteliğinden kaynaklanan davranışlarıyla tarihteki gerçekçi yerine oturtmaktır. Bu yaklaşım Marks’ın 19 yy siyasal sonuçları ve önermeleriyle çelişkiye düşebilir ama felsefi olarak katıksız materyalist bir yaklaşımlardır. Devrimi ve devrimciliği bir yere bağımlı kılmak ise doğru değildir; devrim ve devrimcilik soyut kavramlardır; zaman ve mekanla içi doldurulur kavramlardır. Feodalizme karşı burjuvazi ve işçi sınıfı devrimciydi. Burjuvazi bu gün karşı devrimcidir. İşçi sınıfı haklarını elde edememiş olması nedeniyle hak kazanım mücadelesine devam etmekte ve reform taleplerini ısrarla savunmaktadır. Bu savunu, yeni bir toplumsal sisteme götürmez, sistem içi iyileştirmelere götürür. Bu nedenle geleceği temsilen yeri devrimci güçler, soyut devrim ve devrimcilik kavramlarının içini dolduracaklar. Bunu görmek gerek.
Marks ne tanrı ne de peygamber. Öyle olsa bile içtihat kapısını sonuna kadar açık bırakanlar öncelikle Marksistlerdir. Tefsirlere gelince her halde dincilerden geri kalmamamız gerek; her Müslüman’ın kendi kuran tefsiri, hatta kendi Allah ve peygamber algı çeşitliliği içinde zenginleşirken bunu Marksistlere yasaklamak uygun değildir.
Bu noktada biraz durup düşünelim, proletaryaya elveda diyen kim? Onu birlikte bulalım.
Onu göklere çıkarıp, omzuna yapamayacağı görevleri yükleyerek aylaklarının altını boşaltanlar mı? Yoksa onun sürece katacağı en yoğun katkıyı da değerlendirip tarihi yerine oturtanlar mı?
Buyurun bu soruya cevap verin.
Arkadaşlar, tarihte olması gerekenler olmuştur. Bu öznel öğenin de katkısını sonuna kadar içeren bir yaklaşımdır. Nesnel ve öznel verilerin olgunluğu bir sürecin birbirini tetikleyen unsurlarıdır, birbirinden koparılamaz. Materyalistleri kimse düşüncenin maddeden önce geldiğine ikna edemez. Bu doğru da değildir. Bu algı Marksizmin temelidir.
Yeryüzünün en akıllı beyinleri bir araya gelse de (ki gelmişti) nesnel olgunluğu yeterli olmayan bir düşünceyi ikame edemez. Düşünceye uygun bir sistem kurulamaz. Maddi verileri yadsınmanın yadsınması gereği ortaya çıkan gelişmeler kendi üst yapılarını da olgunlaştırırlar. Öznel girişim (devrimci girişim) bu veriler üzerinde tarihsel rollerini oynar.
Önceki yazımda söylenenler “proletaryaya veda edenlerin” söyledikleri değildir. Önceki yazımda ortaya koyduğum yaklaşımda açıkça liberalizmi eleştiren bir algıdır. Bu algı gerçek bir devrimci mücadelenin en önemli görevlerini önüne kaymaktadır. Hayallerle vakit tüketme işi değildir.
Bu nedenle konumuz olan Demokrasi mücadelesi sorunu mihverinde tartışmalarımızı verilerle, örneklerle, tarihle yerli yerine oturtalım.
Veda arkadaş “demokrasi ve özgürlük soyuttur” cümlem üzerine sert tepki göstermiş.
Ama ilginçtir ki, aynı şeyi tekrar ederek beni eleştirmiş. Dikkatli okur bunu hemen yakalayacaktır.
Önce bu konudaki sözlerimi tekrar aktarıyorum:
“Demokrasi ve özgürlük soyut kavramlardır. Bu kavramlar, her çağda kendine göre anlam kazanır; kölelikten feodalizme geçerken, feodalizmden kapitalizme geçerken hep bir ihtiyaçtır ancak tarihsel kesit farklılığı gereği zaman ve mekan olguları gereği, birbirinde amaç ve yönelim olarak da farklıdırlar.
Şimdi de kapitalizmden yeni bir uygarlığa gidişte, demokrasi ve özgürlüğü sonuna kadar derinleştirme ihtiyacı vardır.”
Bu cümlelerim açıkça, bu soyut kavramların her çağda kendine göre anlamları vardır, içi öyle dolar diyorum. “Tarihsel kesit farklılığı gereği zaman ve mekan olguları gereği, birbirinde amaç ve yönelim olarak da farklıdırlar” diyorum.
Tarihte burjuva demokrasisinin olduğunu ve burjuvazinin devrimci çağı olduğunu dile getiriyorum. Sonra bu dönem bitti diyorum, demokrasi artık ne burjuvazinin ne de liberallere ait bir olgu değildir, diye atını çiziyorum. Demokrasi bu çağın devrimcilerinin omzundadır, diyorum.
Bu kadar somut konuşurken arkadaş neye dayanarak benim bu kavramların boş olduğu anlamına gelen soyut kavramlar dediğimi iddia edebilir ki?...
Buradan anlıyorum ki, Veda arkadaş yazdıklarımı dikkatlice okumamış. Dolaysıyla
“Demokrasi ve Özgürlük soyut kavramlarmış!
Biz Marksistler için soyut değil, somut kavramlardır.
Hangi Sınıf için DEMOKRASİ, Hangi Sınıf için ÖZGÜRLÜK biz bu soruları sorarız!
Bizim için Özgürlük ve Demokrasi, toplumsal sınıflardan bağımsız değildir.” Demesini bir yere oturtmak güç.
Aramızdaki algı farkına gelince bunu inkar edemem.
Üstelik çok derin. Ama önce bir gerçeği teslim etmeli. Öyle afaki, suçlama olmaz. O gerçek demokrasi ve özgürlüğü kendi açımdan ayaklarını yere bastırdığımı bilmelidir; kavramları soyut diye tanımlamak yok saymak, boş saymak olmadığını bilmesi gerek. Zaman ve mekan farklılıklarıyla içleri doldurulmuyor olsaydı dediği doğru olurdu. Ama öyle değil.
Bu örneği Cumhuriyet için de söyleyebiliriz. Roma ve Atina cumhuriyeti de cumhuriyet Türkiye cumhuriyeti de İran cumhuriyeti de. Roma demokrasisi ve Atina demokrasisi gibi…
Aramızdaki farka gelince. Arkadaşa göre Proletarya demokrasisi (diktatörlüğü) Sosyalizm ya da geçiş sürecinin demokrasisidir.
Bu benim için tartışma götürür bir yaklaşımdır ve işçi sınıfı üzerine söylediğim her şeyi bu konuda da tekrar etmemi gerektirir.
İşçi sınıfı, kapitalist sistemin sınıfıdır. Kendi sisteminin dışında, ötesinde bir demokrasi algısı yoktur ve olamaz da. Fikir maddeden önce gelmez. Kendi sistemini aşan bir demokrasi önermesini yapan işçi sınıfı bunu vahi ile almış olabilir ama nesnel dokusundan üretemez.
Bu denendi ve olmadığı da açıkça ortaya çıktı. Şeyh Bedreddin de çok arzuladı ama hiç olmadı.
Tam bu noktada kim materyalist düşünüyor? Kim metafizik? Belli olmuyor mu?
Sonuç;
Ülkemizin devrimci hareketi önünde duran en önemli görev, acil çözüm bekleyen sorunları devrimci bir tarzda aşmak için yapabileceğimiz önermeleri bir siyasal programa çevirebilme yetimizdir.
Diğer yandan ise bu çabaların yeni bir üretim tarzı ya da yeni bir uygarlık kuruluşundaki yerini belirlemektir.
Bu iki sorun için önceki yazımda görüşlerimi ortaya koydum. Evrensel görevlerimiz ile yerel görevlerimiz arasındaki bağı daha çok demokrasi ve özgürlük bağlamında gördüğümü açıkladım. Bunun için illa eleştiri yapan arkadaşların anladığı anlamda bir sosyalist olmak gerekir mi bilmem. Ama bu medresede epey diz çürüten biri olarak, materyalist felsefeye bağlı kalarak, 19. yy dan çok farklı siyasal sonuçlara ulaşmanın Marks’ın ve Marksizmin ruhuna sadık kalınacağına inanıyorum.
Çok somut olması için de ülkemizde Kürt halkının özgürlük mücadelesini ve ülkemiz farklılıklarının (inanç, etnik, çevre, cinsel vb) demokratik taleplerinin sonuna kadar savunulması derinleştirilmesi ile evrensel ölçekte insanlığın yeni bir üretim tarzına, kapitalizmi yadsıyıp onun yerini alacak yeni bir üretim tarzına geçiş için mücadelenin birbiriyle çelişik olmadığını söyleyeceğim.
En yerel ve en basit hatta tarihsel olarak geç kalmış bir demokratik hakkı, burjuva demokrasisinin derinlemesine ve genişlemesine sağlayamayacağını belirtiyorum. Böylesi bir hakkı ancak burjuvaziye ve sistemine karşı geri dönüşü mümkün olmayan tarihsel bir devrimin ikame edebileceğine inanıyorum. Bunu da yalnızca devrimciler yapabilirler; liberallerin aldatıcı reformları ise bu sonucu asla üretemez diyorum.
Bu nedenle ülkemiz demokrasisinin kaderi bir ölçüye kadar farklılıkların bu mücadeleye daha etkince katılmasına bağlıdır diye düşünüyorum. Bunu da burjuva sistem kapsamında gerçekleşebilir olarak görmüyorum. Sistem içinde açılacak alanlar vardır, ama sonuç anlamında bu mümkün değildir.
İşçi sınıfının sınıf mücadelesini, yani kapitalizmin bu temel sınıfının burjuvaziyle olan mücadelesini reformist olarak görsem de demokrasi alanlarının genişletilmesinde yapabileceği katkılar nedeniyle içinde olmanın gerekliliğini ifade ediyorum.
Sözlerimi burada noktalıyorum. Tüm arkadaşlara başarılar diliyorum.
11 Kasım 2010
Veda rumuzlu arkadaş, uzun uzun izahına çalıştığım yaklaşıma karşı, refleks sayacağım "Bir SINIF KAÇKINI, BİR ELVEDA PROLETARYA diyen daha!" diye kestirip atmış.
Birincisi; hiçbir cümlemi bütünsel olarak ele almamış.
İkincisi; uzun yazımdaki bir dizi önermeye ilişkin gerekçeli tek bir cümlelik eleştiri yazmamış
Üçüncüsü; tarihsel örneklerim üzerine bir şey söylememiş.
Dördüncüsü; Marks’tan yaptığı alıntı ile benim algılarım arasındaki çelişkiyi çağrıştıracak bir bilgi vermemiş; farklı bir konu ve tartışma açısından bu (farklılık) mevcut olmasına karşın ortaya koymamış.
Siyasal sohbetimizde ya da tartışmamızda bu gergin söyleme gerek ve yer olmadığı için bir cevap verme durumunda olmayacağım.
Söyleyeceğim ve söylediklerim gerçek anlamda ayakları yere basan bir devrim ve demokrasi mücadelesi üzerine yapılmış önermelerdir. Bu nedenle, arayışım, siyasal sohbetim, tarihçe mutlak olarak ortaya çıkan doğruları inkar etmeden, gelecek için bir önerme yapmaktır. Bunun için bulgularımızı yazılarda sık sık aktarmaya çalışıyoruz. Bunu çok yalın ve ikircimsizce dile getiriyoruz.
Önceki yazımı bu nedenle özet halinde de olsa geniş tutum. Orada devrimci duruş ikircimsizce ortaya konmuş, burjuvazinin demokrasi karşısındaki konumu ve liberal aldatmacanın çapı da eleştirilmiştir. Ama aynı zamanda işçi sınıfının sırtına kaldıramayacağı yükleri yıkmak isteyenler de eleştirilmiştir. Tarihi derslere dayanarak da konu (demokrasi) ortaya konmuştur. Bunlara hiç cevap verilmemiş.
İddialı ve ezber bozan formüllere bir eleştiri getirilmemiş.
Sınıf mücadelesi ihmal edilmemesi gereken, demokrasi ve özgürlük için açabildiği alan ölçeğinde önemle ilgilenilmesi gereken bir mücadeledir, ama devrim yapabilecek bir mücadele olmadığı reformist sınırları aşamayacağını açıkça belirtmeme karşın, yanıt yerine tepki ortaya konmuş.
Tartışma sürecinde en azından Doğu Avrupa ülkelerinde devrim ve sosyalizm sohbetini yapacağımız açıktır. Bir gece ansızın kızıl ordunun II. Dünya savaşı sonucu başarısının ürünü olarak kurulan halk iktidarlarının siyasi kararnamelerle ilan ettikleri toplumsal mülkiyetin, bir başka gece ansızın neden gerisin geriye döndüğünü, neden geri dönüşü mümkün olmayan tarihsel devrimlerin yapılamadığını buna Ekim devriminin de dahil olduğu gerçeğini sohbet edecektik.
Bunun gibi bir dizi konu tartışılabilir. Bunları da devrimci mücadelede öznel olgunun ihmal edilmez rolünü ortaya koyarak, determinist kendiliğindenci yaklaşımların yetersiz olduğu vurgulanarak dile gelecekti. Tarihsel olarak 20.yy başlarında kurulduğu iddia edilen şey gerçekten yeni bir toplumsal üretim tarzı mı yoksa değimli bunları tartışacaktık. Önceki yazımda dile getirdiğim ve Marks’a göre tarihsel geri dönüşü mümkün olmayan devrim diye niteleyebileceğimiz, teknolojideki devrimin üretim ilişkisinde devrime yol açması olayını daha kapsamlı irdeleyecektik.
Sakın inkarcılık diye kestirip atmayın uyarımı bile dikte almadan böylesine peşinatçı bir yaklaşımın neresini Marksizme oturtmak mümkün olur anlamak güç.
Oysa sosyalistlerin öncelikle tartışması gereken budur.
Konumuz demokrasi. Önceki yazımda demokrasiyi net olarak devrimci bir çizgi üzerine oturtarak ve sistem dışı çıkış önerilerimi belirterek, liberallere ve burjuvazinin tarihi tükenmiş önerilerine eleştiri yaparak ortaya koydum. Bunun karşısında arkadaşın dile getirdiği şey malum "inkarcılık" suçlamasına ait bir refleksten öte olmamış.
Bu da bir görüş saygı duymak gerek.
Oysa benim amacım, bir fikir algısını birlikte geliştirmektir. Yoksa birbirimize sert sözler söyleyerek anlamsız ve sığı bir sağır diyalogu değildir. Böylesi kimseye bir şey kazandırmaz.
“Ne söylenirse söylensin, biz bildiğimizi ve 200 yıldır söyleneni tekrar edeceğiz, sana ne, burada bu görüşlere yer yok” deniyorsa, bu ayrı bir hadise. Saygı duyar, tartışmaya devam etme gereği de kalmaz. Birbirimize sert sözler söylemeye de…
Önceki yazımı iyi okursanız, tersine ben sınıf mücadelesini diline pelsenek yapanların, “komünist devrim, sosyalist devrim” diye her satırda bir ton cümle ve slogan atanların, esasında devrimci olamayacaklarını, tarihi örneklerle ortaya koydum (devrimci olmamak, karşı devrimci olmak anlamında değil). Gerçek devrimciliğin ise demokrasi ve özgürlüğü sonuna kadar savunmaktan geçtiğini ve geleceğin yeni üretim ilişkisine yol açmanın ana yöneliminin bu olduğunu izah etmeye çalıştım.
Bu noktada kim devrimci kim reformist olur bunu net ortaya koymak gerek.
Yazımda tarihi örnekler verdim. Ama eleştiren arkadaşlar tersini gösteren bir örnekle cevap vermediler. 200 yıllık işçi sınıfı mücadelesine bakalım dedim, tersini kanıtlayan bir veri var mı onu görelim dedim?
Daha kapsamlı şeyler söylemedim. Sonraya bıraktım.
Yabancılaşma, tarihin en devrimci unsuru olduğunu anlatmadım, mülkiyet ilişkisinin tarihsel seyrinin toplumsal mülkiyete değil daha çok ufalanmış özel mülkiyete doğru olduğunu ve bunun daha yüksek bir sosyal sonuç yarattığından söz etmedim. Bunun gibi bir dizi önermenin tartışılmasını sonraya bıraktım.
Cevap diye Marks’ın Alman İdeolojisi çalışmasından yapılan alıntının neden yapıldığını , konumuzla ilgili hangi örneklemeyi gösterdiğini anlayana helal olsun.
Alıntıyı tekrar aktarayım, birlikte okuyalım.
"Bakalım Marks bu konuda Alman İdeolojisinde neler demiş!
"Şimdiye kadarki bütün devrimlerde faaliyet tarzına hiç dokunulmadı. Sorun bu faaliyetin sadece değişik bir dağıtımıydı, emeğin öteki kişiler arasında yeni bir dağıtımıydı. Oysa komünist devrim, daha önceki faaliyet tarzına karşı yönelir, emeği ortadan kaldırır."(Karl Marks-Alman İdeolojisi)" diye yaptığı alıntının konumuza getireceği somut bir açıklık olduğu kanısında değilim.
Bu alıntıyı yorumlayacak olursak,
Çok soyut bir söylemle "komünist devrim" tanımlaması Marksist termonolojide farklı anlamlarda kullanılmasına karşı, kapitalizme karşı yapılan devrim ve sonrası uzun bir sürecin işlevlerini de içerdiğinden söz etmek yanlış olmayacaktır.
"Emeği ortadan kaldırır" belirlemesi ise bu günün algıları itibariyle oldukça tartışma götürür 19. yüzyıl siyasal sonuçları kapsamındadır. Üretim araçları üzerindeki toplumsal mülkiyetin böylesi bir sonuç yaratacağı beklentisi bana göre hiçte doğru bir beklenti değildir. Bunun birçok nedeni var ve 21. yy kıstaslarıyla uyuşması mümkün olmayan, ikamesi hayal bile olmayan bir önermedir.
Bu konular gerçek anlamda derinlemesine, akademik boyutlu bir tartışmayı gerektiriyor. Yeri geldikçe, sohbet belli bir düzeyin altına düşmedikçe bunları irdelemek mümkün. Doğru hiç birimizin tekelinde değildir: Esasında mutlak doğru da yoktur. Sorularımız var ve her birimiz kendi açısından bunlara cevap aramaktadır.
Veda arkadaş, bu alıntının neresinde Marks’ın “Komünist devrimin öncüsü işçi sınıfıdır” dediğini göstermemiş. Bunun için de dönmüş bir kez daha yazmış, açıklama yapma gereği görmüş. Ama yaptığı açıklamada da “komünist devrimin öncüsü işçi sınıfıdır” belirlemesi bulunmuyor. Bunu çağrıştıran bir yaklaşım bile yok.
Alıntısına yaptığı açıklama da şu:
“Marksın EMEKTEN kasti,ücretli emek,yabancılaşmış emektir.
Nedir bu Ücretli Emeki Yabancılaşmış Emek?
Sermayeyi var eden,sermayenin kendini onun üzerinden olumladığı bir olgudur.
Sermaye,üretim araçlarının özel mülkiyetini kullanarak,emeği,tahakküm altına alır,onu ücretli emek,yabancılaşmış emek haline getirir.
Komünist Devrim , üretim araçlarının özel mülkiyetine son vererek,ücretli emeği,yabancılamış emeği ortadan kaldırır.” Diyor
Konumuz demokrasi olduğu için bu satırlardaki açıklamaları detaylı eleştirmeyeceğim. Ama yukarıda da ipucu verdim, mülkiyet ilişkisinin tarihi seyri toplumsal mülkiyete gitmiyor dedim. Siyasal devrimlerin kararları geri dönüşü olmayan tarihsel devrimler üretmez diye işaret ettim. En önemlisi de emek yabancılaşmasının ortadan kalktığı zaman yaşamın biteceğini belirtmek isterim.
Engels güzel söylüyor “İşbölümü arttıkça yabancılaşma artar” tarih daha da derin işbölümlerine yöneliyor bu nedenle yabancılaşmanın tarihteki rolü devrimcidir. Olumsuz değildir, tersine en olumlu olandır (bu da ezber bozan bir cümle) Bu konuda yazılmış önemli tartışma makaleleri var “Yabancılaşmanın Devrimci Dinamiği” başlığı altındaki makaleyi
http://mirural.blogspot.com/ linkinden arşivden bulup okumak mümkün.
Veda arkadaş, Marks’tan yaptığı alıntıyı neden yaptığını anlamak güç, ama yine tekrarla belirteyim. Kapitalizm üretim araçları özel mülkiyeti üzerine kurulu bir sistemdir. Bu sistemi var eden burjuvazi kadar iş gücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçi sınıfıdır. Bu iki zıt olgu olmadan kapitalizm diye bir sistem tarih sahnesine çıkamazdı.
İşçi sınıfı bu özelliğiyle, “komünist devrim” yani tarih sahnesinden kapitalizmi yok edecek bir devrimi nasıl yapar. Önce insafa gelmek gerek. Sonra materyalistçe düşünmek gerek yadsınmanın yadsınması kanunu gereği deyip, Marks’ı anlamak gerek. Böylesi bir devrimi ancak kapitalizme ait tüm verileri ortadan kaldıracak yeni bir üretim ilişkisi, yeni bir uygarlığın ve ona ait temel kitlesel güçlerin işi olduğunu belirlemek gerek.
Arkadaşlar işçi fabrikasının çalışır halde olmasını istiyor, sınıfı iradesi ve refleksinden söz ediyorum. Bir sınıfın var oluş özelliğinin doğal ve kaçınılmaz istencinden söz ediyorum. Birey olarak işçiden değil.
Feodalizmi yıkıp kapitalizmi kuran serfler değildi, kapitalizmi yıkıp daha ileri bir toplumsal formasyona geçişi de İşçi sınıfı yapamaz. Bu iş işçi sınıfının doğasına aykırıdır.
Bu açıdan, II. Enternasyonali, Sarı sendikacılığı anlamak gerek. İşçi sınıfı oralara boşuna koşmadı. Bu bir tarihsel belirlemedir, onlar doğruydu demek değildir. Tersine, onlar kendi burjuvazilerinin kar hırsları peşinde sosyal şoven oldular ve tarih onları mahkum etti. Bolşevikler kararlı insanlar olarak siyasal devrime, öznel öğenin mümkün olan en görkemli özverilerle bir siyasal iktidar kuruluşuna yöneldiler. Bu da bir tarihi belirlemedir ve yerimiz açıkça buradaydı. Ama bu, 21.yy için geçerli bir örnek bir tekrar olamaz. Olmamasının gerekçesi için şahit getirmeye gerek yok.
Yukarıdaki yazımda da dile getirdim, Sosyalizmin sorunu yanlış politikalar, yanlış yöneticiler değildir dedim. Sorun nesnel verilerin yetersizliğidir. Bu yetersizlik üzerine oturtulan siyasal zorlama kaçınılmaz olarak olanlara böylesi sonuçlara yol açmıştır.
Tarih hareket halindeki geçmiş değilse, vakıa budur. O koşulların tüm olumlulukları, insanlığa yaptığı dev entelektüel katkılar ve fiili adamlar bizim geçmişimiz ve onurumuzdur ama bu geleceği kurmaya yetmiyor. Müflisin geçmişini sermaye yapıp övünmesi, yeniden bir yükselişe yol açmıyor. Bunu için tek tek verileri yeniden ele almak ve tartışmak gerek. Geçmişin statüleri, kodlamaları, paradigmaları 21. Yy için çok gerçekçi sonuçlar yaratamaz; aynı şeyi tekrar etme çabası mümkün değildir, mümkün olsa bile komedi olur.
Geçmiş kodlamaların devrimlerinin, çoğunluğu temsil ettiği iddiasında da olsa birer azınlık devrimleri ya da darbeleri olarak gündeme gelmelerini izah etmek gerek. Bu tarihimizle bir yüzleşmedir.
Bu yaklaşımlara şunu eklemek yanlış olmayacaktır; İşçi sınıfı, doğası gereği sisteminin yıkılışına karşı çıkacaktır. Sarı sendikacılıkta açık örneğini gördüğümüz, bu gün yer yüzenin her alanında ezici bir çoğunluk tutumu olarak gündeme gelen, burjuvaziyle omuz omuza fabrikası çalışsın diye özveride olma tutumu İşçi sınıfının tutumudur.
Kimse bunun geçici, koşullar nedeniyle diye düşünmesin, olay sınıfın doğasıyla ilgili bir davranıştır bunu artık anlamak gerek. Serflerin feodal ağalarının yanında gelişen burjuva devrimine karşı duruşları gibi bir duruş sergileyecektir (Hegel’in “tarihsiz uluslar” söylemini tekrar gözden geçirin). Bu cümleler bir inkar değil bilimsel veridir. Sınıfı kendi niteliğinden kaynaklanan davranışlarıyla tarihteki gerçekçi yerine oturtmaktır. Bu yaklaşım Marks’ın 19 yy siyasal sonuçları ve önermeleriyle çelişkiye düşebilir ama felsefi olarak katıksız materyalist bir yaklaşımlardır. Devrimi ve devrimciliği bir yere bağımlı kılmak ise doğru değildir; devrim ve devrimcilik soyut kavramlardır; zaman ve mekanla içi doldurulur kavramlardır. Feodalizme karşı burjuvazi ve işçi sınıfı devrimciydi. Burjuvazi bu gün karşı devrimcidir. İşçi sınıfı haklarını elde edememiş olması nedeniyle hak kazanım mücadelesine devam etmekte ve reform taleplerini ısrarla savunmaktadır. Bu savunu, yeni bir toplumsal sisteme götürmez, sistem içi iyileştirmelere götürür. Bu nedenle geleceği temsilen yeri devrimci güçler, soyut devrim ve devrimcilik kavramlarının içini dolduracaklar. Bunu görmek gerek.
Marks ne tanrı ne de peygamber. Öyle olsa bile içtihat kapısını sonuna kadar açık bırakanlar öncelikle Marksistlerdir. Tefsirlere gelince her halde dincilerden geri kalmamamız gerek; her Müslüman’ın kendi kuran tefsiri, hatta kendi Allah ve peygamber algı çeşitliliği içinde zenginleşirken bunu Marksistlere yasaklamak uygun değildir.
Bu noktada biraz durup düşünelim, proletaryaya elveda diyen kim? Onu birlikte bulalım.
Onu göklere çıkarıp, omzuna yapamayacağı görevleri yükleyerek aylaklarının altını boşaltanlar mı? Yoksa onun sürece katacağı en yoğun katkıyı da değerlendirip tarihi yerine oturtanlar mı?
Buyurun bu soruya cevap verin.
Arkadaşlar, tarihte olması gerekenler olmuştur. Bu öznel öğenin de katkısını sonuna kadar içeren bir yaklaşımdır. Nesnel ve öznel verilerin olgunluğu bir sürecin birbirini tetikleyen unsurlarıdır, birbirinden koparılamaz. Materyalistleri kimse düşüncenin maddeden önce geldiğine ikna edemez. Bu doğru da değildir. Bu algı Marksizmin temelidir.
Yeryüzünün en akıllı beyinleri bir araya gelse de (ki gelmişti) nesnel olgunluğu yeterli olmayan bir düşünceyi ikame edemez. Düşünceye uygun bir sistem kurulamaz. Maddi verileri yadsınmanın yadsınması gereği ortaya çıkan gelişmeler kendi üst yapılarını da olgunlaştırırlar. Öznel girişim (devrimci girişim) bu veriler üzerinde tarihsel rollerini oynar.
Önceki yazımda söylenenler “proletaryaya veda edenlerin” söyledikleri değildir. Önceki yazımda ortaya koyduğum yaklaşımda açıkça liberalizmi eleştiren bir algıdır. Bu algı gerçek bir devrimci mücadelenin en önemli görevlerini önüne kaymaktadır. Hayallerle vakit tüketme işi değildir.
Bu nedenle konumuz olan Demokrasi mücadelesi sorunu mihverinde tartışmalarımızı verilerle, örneklerle, tarihle yerli yerine oturtalım.
Veda arkadaş “demokrasi ve özgürlük soyuttur” cümlem üzerine sert tepki göstermiş.
Ama ilginçtir ki, aynı şeyi tekrar ederek beni eleştirmiş. Dikkatli okur bunu hemen yakalayacaktır.
Önce bu konudaki sözlerimi tekrar aktarıyorum:
“Demokrasi ve özgürlük soyut kavramlardır. Bu kavramlar, her çağda kendine göre anlam kazanır; kölelikten feodalizme geçerken, feodalizmden kapitalizme geçerken hep bir ihtiyaçtır ancak tarihsel kesit farklılığı gereği zaman ve mekan olguları gereği, birbirinde amaç ve yönelim olarak da farklıdırlar.
Şimdi de kapitalizmden yeni bir uygarlığa gidişte, demokrasi ve özgürlüğü sonuna kadar derinleştirme ihtiyacı vardır.”
Bu cümlelerim açıkça, bu soyut kavramların her çağda kendine göre anlamları vardır, içi öyle dolar diyorum. “Tarihsel kesit farklılığı gereği zaman ve mekan olguları gereği, birbirinde amaç ve yönelim olarak da farklıdırlar” diyorum.
Tarihte burjuva demokrasisinin olduğunu ve burjuvazinin devrimci çağı olduğunu dile getiriyorum. Sonra bu dönem bitti diyorum, demokrasi artık ne burjuvazinin ne de liberallere ait bir olgu değildir, diye atını çiziyorum. Demokrasi bu çağın devrimcilerinin omzundadır, diyorum.
Bu kadar somut konuşurken arkadaş neye dayanarak benim bu kavramların boş olduğu anlamına gelen soyut kavramlar dediğimi iddia edebilir ki?...
Buradan anlıyorum ki, Veda arkadaş yazdıklarımı dikkatlice okumamış. Dolaysıyla
“Demokrasi ve Özgürlük soyut kavramlarmış!
Biz Marksistler için soyut değil, somut kavramlardır.
Hangi Sınıf için DEMOKRASİ, Hangi Sınıf için ÖZGÜRLÜK biz bu soruları sorarız!
Bizim için Özgürlük ve Demokrasi, toplumsal sınıflardan bağımsız değildir.” Demesini bir yere oturtmak güç.
Aramızdaki algı farkına gelince bunu inkar edemem.
Üstelik çok derin. Ama önce bir gerçeği teslim etmeli. Öyle afaki, suçlama olmaz. O gerçek demokrasi ve özgürlüğü kendi açımdan ayaklarını yere bastırdığımı bilmelidir; kavramları soyut diye tanımlamak yok saymak, boş saymak olmadığını bilmesi gerek. Zaman ve mekan farklılıklarıyla içleri doldurulmuyor olsaydı dediği doğru olurdu. Ama öyle değil.
Bu örneği Cumhuriyet için de söyleyebiliriz. Roma ve Atina cumhuriyeti de cumhuriyet Türkiye cumhuriyeti de İran cumhuriyeti de. Roma demokrasisi ve Atina demokrasisi gibi…
Aramızdaki farka gelince. Arkadaşa göre Proletarya demokrasisi (diktatörlüğü) Sosyalizm ya da geçiş sürecinin demokrasisidir.
Bu benim için tartışma götürür bir yaklaşımdır ve işçi sınıfı üzerine söylediğim her şeyi bu konuda da tekrar etmemi gerektirir.
İşçi sınıfı, kapitalist sistemin sınıfıdır. Kendi sisteminin dışında, ötesinde bir demokrasi algısı yoktur ve olamaz da. Fikir maddeden önce gelmez. Kendi sistemini aşan bir demokrasi önermesini yapan işçi sınıfı bunu vahi ile almış olabilir ama nesnel dokusundan üretemez.
Bu denendi ve olmadığı da açıkça ortaya çıktı. Şeyh Bedreddin de çok arzuladı ama hiç olmadı.
Tam bu noktada kim materyalist düşünüyor? Kim metafizik? Belli olmuyor mu?
Sonuç;
Ülkemizin devrimci hareketi önünde duran en önemli görev, acil çözüm bekleyen sorunları devrimci bir tarzda aşmak için yapabileceğimiz önermeleri bir siyasal programa çevirebilme yetimizdir.
Diğer yandan ise bu çabaların yeni bir üretim tarzı ya da yeni bir uygarlık kuruluşundaki yerini belirlemektir.
Bu iki sorun için önceki yazımda görüşlerimi ortaya koydum. Evrensel görevlerimiz ile yerel görevlerimiz arasındaki bağı daha çok demokrasi ve özgürlük bağlamında gördüğümü açıkladım. Bunun için illa eleştiri yapan arkadaşların anladığı anlamda bir sosyalist olmak gerekir mi bilmem. Ama bu medresede epey diz çürüten biri olarak, materyalist felsefeye bağlı kalarak, 19. yy dan çok farklı siyasal sonuçlara ulaşmanın Marks’ın ve Marksizmin ruhuna sadık kalınacağına inanıyorum.
Çok somut olması için de ülkemizde Kürt halkının özgürlük mücadelesini ve ülkemiz farklılıklarının (inanç, etnik, çevre, cinsel vb) demokratik taleplerinin sonuna kadar savunulması derinleştirilmesi ile evrensel ölçekte insanlığın yeni bir üretim tarzına, kapitalizmi yadsıyıp onun yerini alacak yeni bir üretim tarzına geçiş için mücadelenin birbiriyle çelişik olmadığını söyleyeceğim.
En yerel ve en basit hatta tarihsel olarak geç kalmış bir demokratik hakkı, burjuva demokrasisinin derinlemesine ve genişlemesine sağlayamayacağını belirtiyorum. Böylesi bir hakkı ancak burjuvaziye ve sistemine karşı geri dönüşü mümkün olmayan tarihsel bir devrimin ikame edebileceğine inanıyorum. Bunu da yalnızca devrimciler yapabilirler; liberallerin aldatıcı reformları ise bu sonucu asla üretemez diyorum.
Bu nedenle ülkemiz demokrasisinin kaderi bir ölçüye kadar farklılıkların bu mücadeleye daha etkince katılmasına bağlıdır diye düşünüyorum. Bunu da burjuva sistem kapsamında gerçekleşebilir olarak görmüyorum. Sistem içinde açılacak alanlar vardır, ama sonuç anlamında bu mümkün değildir.
İşçi sınıfının sınıf mücadelesini, yani kapitalizmin bu temel sınıfının burjuvaziyle olan mücadelesini reformist olarak görsem de demokrasi alanlarının genişletilmesinde yapabileceği katkılar nedeniyle içinde olmanın gerekliliğini ifade ediyorum.
Sözlerimi burada noktalıyorum. Tüm arkadaşlara başarılar diliyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder