14 Kasım 2010 Pazar
Kurucusunu inkâr eden devlet
Baskın Oran
4 Kasım Perşembe günü Diyarbakır’daki KCK davasındayız. Türk ulus-devletinin, kendini kuran antlaşmayı nasıl inkâr ettiğini burada kareler halinde anlatacağım.
Sabah duruşma başlayınca avukatlar mütalaanın okunmasını istediler. Savcı karşı çıktı. Heyet karar için çekildi. Sonra gelip açıkladı: Oybirliğiyle ret.
500 kişilik salondaki avukatlar ordusu itiraza başladı. Söz alanlar, md. 178’in “Uzman Kişi” dinlemeyi yargıcın takdirine bırakmadığını belirttiler. Madde şöyleydi: “Mahkeme başkanı veya hâkim, sanığın veya müdahilin gösterdiği tanık veya uzman kişinin çağrılması hakkındaki dilekçeyi reddettiğinde, sanık veya müdahil o kişileri mahkemeye getirebilir. Bu kişiler duruşmada dinlenir”. Yani, yargıcın hiçbir takdir hakkı yok.
Bu itirazlar üzerine heyet ikinci defa çekildi. Döndü ve açıkladı: Oybirliğiyle ret. Bu ikinci ret hayret verici bir gerekçeye, CMK’nın 63. maddesine dayanıyordu: “…hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukukî bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi dinlenemez”. İki sebeple hayret verici:
“Lozan’ı bilmiyorsunuz ki!”
1) Avukatların dinlenmesini istedikleri “bilirkişi” değil. “Uzman kişi”. İki kavram farklı olduğu içindir ki biri md. 63’te, öbürü md. 178’de düzenlenmiş.
2) Av. Fethi Gümüş şöyle dedi: “Sayın yargıçlar, biz bu konuyu bilmediğimiz için Prof. Oran’dan bilimsel mütalaa talep ettik. Md. 63’e dayanarak reddettiğinize göre, sizler bu konuyu ‘genel ve hukuki bilginiz dahilinde’ saymaktasınız. Acaba hiç hayatınızda Lozan 39/5 konusunda makale vs. yazdınız mı? Dahası, bu maddeyi konu alan tek bir karar verdiniz mi? Aynen bizim gibi, siz de bilmiyorsunuz bu konuyu.”
Sonunda, benim şimdiye kadar hiç duymadığım çok ilginç bir olay cereyan etti. Av. Metin İriz kalktı, “Eğer reddetmemiş olsaydınız Prof. Oran şunları şunları söyleyecekti” diyerek benim yedi sayfalık mütalaayı baştan sona okudu. Ardından da avukatlar kalktılar, gerekli sorulara cevap vermesi için mütalaa yazarının huzura çağrılmasını talep ettiler. Heyet üçüncü bir ara verdi. Döndüğünde kararı:: Oybirliğiyle ret.
Ve, sanıkları temsilen Hatip Dicle kalktı, şunları söyledi: “Biz Kürtçe konuşacağımızı on gün önce söylemiştik. Silaha sarılan gençlere mesajımız şuydu: ‘Ey gençler, silaha gerek yok. Sivil itaatsizlikle de amaçlarımıza ulaşabiliriz’. Ama kararınız çabamızı boşa çıkardı. Şimdi bakalım gençler ne diyecekler. Bu kararınız gayrimeşrudur çünkü kamuoyu onaylamıyor. Gayrikanunidir çünkü Lozan 39/5, yasalara ve AİHM’ye üstündür. Bundan sonraki konuşmalarımız önce Kürtçe, sonra da Türkçe olacak. Kendi tercümanlığımızı kendimiz yapacağız.”
Türk yargısı, “Türkçeden başka dil konuşan Türk uyruklarının mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanmaları”nı önlemeye, yani Lozan 39/5’i reddetmeye kararlı olduğunu bir daha gösterdi. Bu, kesinlikle tarihî bir olay. En az iki sebeple:
1) Lozan müzakerelerine İsmet Paşa yönetiminde katılanlar “TBMM Hükümeti Heyeti” olarak gitti, “Türkiye Heyeti” olarak döndü. Çünkü 24 Temmuz 1923’te Lozan imzalanınca bir “Devlet” kurulmuştu (“Rejim”, 29 Ekim’de kurulacaktır). 4 Kasım 2010’daki “3 ret” kararıyla Türk yargısı işte bu kurucu antlaşmayı oybirliğiyle reddetti. Olay, Türk ulus-devletinin kendi ayağına çatır çatır kurşun sıkmasıdır.
İkinci DDKO Davası
2) Pek kimseler farkında değil ama, bu duruşma bir anlamda “İkinci DDKO Davası”, hatta onun devamı. 12 Mart darbecilerinin açtığı Devrimci Doğu Kültür Ocakları davasında Kürtler ilk defa “hukuki” değil, “siyasal” savunma yapmışlardı. Yani, “İddia makamının ileri sürdüğü suçları işlemedik, suçsuzuz” demek yerine, o zamana kadar hiç kayda geçmemiş şu sözleri söylemişlerdi: “Savcının iddiasının aksine, 5 milyonu aşkın Kürt halkı vardır ve atası Medlerdir. Kurtuluş Savaşı’nda M. Kemal’in Kürtleri öven telgrafları ve sözleri vardır. Misak-ı Milli içinde halkların kardeşliği vardır. Biz Türk değil, Türkiyeli’yiz”.
Kürt hareketini ilk defa siyasallaştıran bu cevaplara yol açan askerî iddianamenin ne dediğini merak ediyorsanız, özetleyeyim: “Kürt diye bir şey olmadığı şuradan da bellidir ki, Türk ve Kürt kelimeleri farklı dizilmiş aynı 4 harften oluşmaktadır. Bütün bunlar, bir avuç aydının marifetidir. Anayasamız, soyut bir ırkçı görüş yerine, birleştirici ve ilerici bir milli ırkçılığı öngörmüştür.”
Herhalde, en azından son cümleye inanmadınız. Bazılarımız Kürtleri dağa çıkartmak için ne yapmadı ki? Komal Yayınları’ndan vaktiyle çıkmış “DDKO, Dava Dosyası-1” adlı kitabı bulabilirseniz, okur ve inanırsınız. Bir de, askerî savcının “Kürt kelimesi, sertleşmiş karlara basmaktan çıkan kart-kurt seslerinden gelmektedir” diye yazdığını, fakat komutanın müdahalesi sonucu saçmalığın artık bu kadarının mahkemede okunmadığını da ilave edeyim.
Sonuç çok kaygı verici
1971 DDKO davası, Kürtlerin Türklükten koparak “Türkiyeli Kürt” olmaları olayıydı. 2010 KCK davası ise, korkarım ki, Türkiye’den kopmaları sürecinin büyük baklası.
Çünkü KCK sanıkları, Av. Sezgin Tanrıkulu’nun deyişiyle (muazzam bir tarihsel) “ironi”ye imza attılar: Mahkemede Kürtçe konuşmayı, başka hiçbir şeye değil, Sevr’le (md. 62 ve 64) kurulmak istenen Kürdistan’ı bir kenara bırakarak Türkiye’yi kuran Lozan’a dayandırdılar. Böylece, Kürtçe konuşurum-konuşturmam gibi bir açmazdan hem kendilerinin hem de devletin onurlu biçimde çıkmasının tek yolunu seçtiler. Mahkeme bu muazzam fırsatı tahrip etti. “Türkiye’yi kurtarmak” hevesi yüzünden.
Eğer Türk yargısı, görevinin bu değil de TC kanunlarını uygulamak olduğunu DERHAL anlamazsa, Türkiye’nin bütünlüğüne vereceği zarar bir noktadan sonra artık telafi edilemez olacak. Bir kenara not ediniz
4 Kasım Perşembe günü Diyarbakır’daki KCK davasındayız. Türk ulus-devletinin, kendini kuran antlaşmayı nasıl inkâr ettiğini burada kareler halinde anlatacağım.
Sabah duruşma başlayınca avukatlar mütalaanın okunmasını istediler. Savcı karşı çıktı. Heyet karar için çekildi. Sonra gelip açıkladı: Oybirliğiyle ret.
500 kişilik salondaki avukatlar ordusu itiraza başladı. Söz alanlar, md. 178’in “Uzman Kişi” dinlemeyi yargıcın takdirine bırakmadığını belirttiler. Madde şöyleydi: “Mahkeme başkanı veya hâkim, sanığın veya müdahilin gösterdiği tanık veya uzman kişinin çağrılması hakkındaki dilekçeyi reddettiğinde, sanık veya müdahil o kişileri mahkemeye getirebilir. Bu kişiler duruşmada dinlenir”. Yani, yargıcın hiçbir takdir hakkı yok.
Bu itirazlar üzerine heyet ikinci defa çekildi. Döndü ve açıkladı: Oybirliğiyle ret. Bu ikinci ret hayret verici bir gerekçeye, CMK’nın 63. maddesine dayanıyordu: “…hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukukî bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi dinlenemez”. İki sebeple hayret verici:
“Lozan’ı bilmiyorsunuz ki!”
1) Avukatların dinlenmesini istedikleri “bilirkişi” değil. “Uzman kişi”. İki kavram farklı olduğu içindir ki biri md. 63’te, öbürü md. 178’de düzenlenmiş.
2) Av. Fethi Gümüş şöyle dedi: “Sayın yargıçlar, biz bu konuyu bilmediğimiz için Prof. Oran’dan bilimsel mütalaa talep ettik. Md. 63’e dayanarak reddettiğinize göre, sizler bu konuyu ‘genel ve hukuki bilginiz dahilinde’ saymaktasınız. Acaba hiç hayatınızda Lozan 39/5 konusunda makale vs. yazdınız mı? Dahası, bu maddeyi konu alan tek bir karar verdiniz mi? Aynen bizim gibi, siz de bilmiyorsunuz bu konuyu.”
Sonunda, benim şimdiye kadar hiç duymadığım çok ilginç bir olay cereyan etti. Av. Metin İriz kalktı, “Eğer reddetmemiş olsaydınız Prof. Oran şunları şunları söyleyecekti” diyerek benim yedi sayfalık mütalaayı baştan sona okudu. Ardından da avukatlar kalktılar, gerekli sorulara cevap vermesi için mütalaa yazarının huzura çağrılmasını talep ettiler. Heyet üçüncü bir ara verdi. Döndüğünde kararı:: Oybirliğiyle ret.
Ve, sanıkları temsilen Hatip Dicle kalktı, şunları söyledi: “Biz Kürtçe konuşacağımızı on gün önce söylemiştik. Silaha sarılan gençlere mesajımız şuydu: ‘Ey gençler, silaha gerek yok. Sivil itaatsizlikle de amaçlarımıza ulaşabiliriz’. Ama kararınız çabamızı boşa çıkardı. Şimdi bakalım gençler ne diyecekler. Bu kararınız gayrimeşrudur çünkü kamuoyu onaylamıyor. Gayrikanunidir çünkü Lozan 39/5, yasalara ve AİHM’ye üstündür. Bundan sonraki konuşmalarımız önce Kürtçe, sonra da Türkçe olacak. Kendi tercümanlığımızı kendimiz yapacağız.”
Türk yargısı, “Türkçeden başka dil konuşan Türk uyruklarının mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanmaları”nı önlemeye, yani Lozan 39/5’i reddetmeye kararlı olduğunu bir daha gösterdi. Bu, kesinlikle tarihî bir olay. En az iki sebeple:
1) Lozan müzakerelerine İsmet Paşa yönetiminde katılanlar “TBMM Hükümeti Heyeti” olarak gitti, “Türkiye Heyeti” olarak döndü. Çünkü 24 Temmuz 1923’te Lozan imzalanınca bir “Devlet” kurulmuştu (“Rejim”, 29 Ekim’de kurulacaktır). 4 Kasım 2010’daki “3 ret” kararıyla Türk yargısı işte bu kurucu antlaşmayı oybirliğiyle reddetti. Olay, Türk ulus-devletinin kendi ayağına çatır çatır kurşun sıkmasıdır.
İkinci DDKO Davası
2) Pek kimseler farkında değil ama, bu duruşma bir anlamda “İkinci DDKO Davası”, hatta onun devamı. 12 Mart darbecilerinin açtığı Devrimci Doğu Kültür Ocakları davasında Kürtler ilk defa “hukuki” değil, “siyasal” savunma yapmışlardı. Yani, “İddia makamının ileri sürdüğü suçları işlemedik, suçsuzuz” demek yerine, o zamana kadar hiç kayda geçmemiş şu sözleri söylemişlerdi: “Savcının iddiasının aksine, 5 milyonu aşkın Kürt halkı vardır ve atası Medlerdir. Kurtuluş Savaşı’nda M. Kemal’in Kürtleri öven telgrafları ve sözleri vardır. Misak-ı Milli içinde halkların kardeşliği vardır. Biz Türk değil, Türkiyeli’yiz”.
Kürt hareketini ilk defa siyasallaştıran bu cevaplara yol açan askerî iddianamenin ne dediğini merak ediyorsanız, özetleyeyim: “Kürt diye bir şey olmadığı şuradan da bellidir ki, Türk ve Kürt kelimeleri farklı dizilmiş aynı 4 harften oluşmaktadır. Bütün bunlar, bir avuç aydının marifetidir. Anayasamız, soyut bir ırkçı görüş yerine, birleştirici ve ilerici bir milli ırkçılığı öngörmüştür.”
Herhalde, en azından son cümleye inanmadınız. Bazılarımız Kürtleri dağa çıkartmak için ne yapmadı ki? Komal Yayınları’ndan vaktiyle çıkmış “DDKO, Dava Dosyası-1” adlı kitabı bulabilirseniz, okur ve inanırsınız. Bir de, askerî savcının “Kürt kelimesi, sertleşmiş karlara basmaktan çıkan kart-kurt seslerinden gelmektedir” diye yazdığını, fakat komutanın müdahalesi sonucu saçmalığın artık bu kadarının mahkemede okunmadığını da ilave edeyim.
Sonuç çok kaygı verici
1971 DDKO davası, Kürtlerin Türklükten koparak “Türkiyeli Kürt” olmaları olayıydı. 2010 KCK davası ise, korkarım ki, Türkiye’den kopmaları sürecinin büyük baklası.
Çünkü KCK sanıkları, Av. Sezgin Tanrıkulu’nun deyişiyle (muazzam bir tarihsel) “ironi”ye imza attılar: Mahkemede Kürtçe konuşmayı, başka hiçbir şeye değil, Sevr’le (md. 62 ve 64) kurulmak istenen Kürdistan’ı bir kenara bırakarak Türkiye’yi kuran Lozan’a dayandırdılar. Böylece, Kürtçe konuşurum-konuşturmam gibi bir açmazdan hem kendilerinin hem de devletin onurlu biçimde çıkmasının tek yolunu seçtiler. Mahkeme bu muazzam fırsatı tahrip etti. “Türkiye’yi kurtarmak” hevesi yüzünden.
Eğer Türk yargısı, görevinin bu değil de TC kanunlarını uygulamak olduğunu DERHAL anlamazsa, Türkiye’nin bütünlüğüne vereceği zarar bir noktadan sonra artık telafi edilemez olacak. Bir kenara not ediniz
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder