19 Kasım 2010 Cuma
AHMET KAYA ANISINA... ÖZLEDİK İKİ GÖZÜM
Mihrac Ural
İki gözüm Ahmet Kaya anısına 16 Kasım 2010
Derler ki,
Picasso Paris'e ilk ayak bastığında tren garında piştovunu çekerek üç el ateş eder ve "Parisss Parisss Parisss duy sesimi, ben geldim işte buradayım" diye bağırmaya başlar. Kimse umurunda değildi ve kimse de o mahşeri kalabalıkta bu haykırışla ilgilenmedi. Picasso, Paris gibi sanat merkezindeki değirmenlerin öğütücü etkinliğine karşı bir meydan okuyuş olarak ortaya bir tavır sergilemişti. Koyduğu bu tavrının hep arkasında da kalmıştı. Sonra ülkesini büyük elçi olarak temsil edecek ve dünyanın önünde saygıyla eğildiği resimlerin ressamı olacaktı.
Ben de, Ahmet Kaya'nın benzer bir haykırışına tanık oldum. Onu sizinle paylaşacağım.
Paris'teki ilk buluşmamız ve uzun süre bir arada oluşumuzun üzerinden bir kaç yıl geçmişti. Ortadoğu’dan yola çıkıp Almanya’ya gelmiştik.1992 Kasım ayının son günleri, Frankfurt’ta buluşuyorduk. Hava alanından çıkar çıkmaz Şehir merkezinde bir yerde buluşacaktık. Yılların özlemlerle dolu buluşmasıydı.
Şehrin merkezinde dört yol kavşağı ve insan selinin ortasında bir araya geldik. Caddenin karşıt kaldırımlarındaydık, trafiğinin korkunç akışına bakmadan, Almanya'da olması asla düşünülmeyecek tarzda yolu keserek hızla birbirimize koştuk! Sarıldık sıkıca, sıvazladık sırtlarımızı etkince…
O an ne olduysa, Ahmet aniden geri çekildi. Tedirgin oldum, nedir demeye kalmadan elini beline götürdü, şaşkınlığımı üstümden atamadan, silahını çekip elini havaya kaldırdı; 14’lü Browning. Bir tarakta 14 birde ağızda etti 15 kurşunu o mahşerin ortasında boşalttı.
Karışımda Picasso'nun yaptığını aynıyla yapan, haykırarak sevincini dile getiren bir Ahmet Kaya vardı. Sevincin böylesi ancak ona ait olabilirdi. O sevincini böylesine farklı dile getiren bir dost bir kardeş bir candı.
Dehşete düşmüştük. Çevreden bize ne oluyoruz diye bakanlar az değildi. "İşte biz buradayız. Dünya alem sesimizi duysun biz buradayız direnmeye de devam edeceğiz" diye coşkuyla bağırdı.
Aniden gerginliğim kayboldu. Picasso’yu hatırladım, Ahmet zulme karşı, ülkesinde uğradığı haksızlığa karşı bir direnme duruşu sergilemişti. Bize ve bizim kanalımızla herkese bu insanca mesajını refleksleriyle veriyordu; tıpkı Picasso gibi.
Sonra hep bir aradaydık. Sürekli haberleşip buluşarak, okuduklarımızı tartışarak, gelecek siyasal yönelimler üzerinde sohbetler yaparak güçlenip derinleşerek yürüdük.
O dostluğun erdemiydi, vefanın ikircimsiz algısıydı.
1998 tarihi bölgemiz için ve 12 Eylül rejiminin mağdurları siyasi sürgünler için kasvetli bir tarih. Türkiye Ortadoğu’da savaş arayışının şaşkınlığıyla komşularına saldırıyor. İç sorunlarını komşularının sırtına yıkma, onları sorumlu gösterme gibi, bu gün tüm çıplaklığıyla ortaya çık bir hatanın arkasından yuvarlanıyordu.
Bu karanlık kesitte birilerimiz bölgeden çıkmak zorunda kalmıştı (9 Ekim 1998). Ama 12 Eylül rejiminin paşaları, Ergenekoncu savaş telaları kendini bir adım önde sanmanın dengesizliğiyle ve ısrarla beni teslim almak için baskılara başladı. “Adana Mutabakatı” olarak bilinen (20 Ekim 1998) iki ülke arasında suçluların iadesiyle ilgili güvenlik anlaşması siyasileri içermemesini rağmen bu ısrar sürdü. Olaylar da tazeydi, keskin bir sürecin tırmanışı durdurulmak isteniyordu. Mısır, Türkiye Suriye arasında arabuluculuk yaptı. Mısır, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek bunun karşılığında Atatürk ödülüyle de taltif edildi.
Bölge her alanda gergin bir süreçten geçiyordu. 1999’da interpolün kırmızı bültenle aradığını açıkladığı siyasiler aranmaya başladı. Bunun üzerine 1999 sonunda tutuklandım. Hiçbir gerekçe öne sürülmedin siyasi mülteci olan bir insan tutuklanıyordu.
Bir yıl güneş yüzü görmeden, tuvaleti başucunda olan bir hücrede yattım. İki ülke arasında bozgunculuk yapmak gerekçesiyle zorunlu ikametim bu hücre olmuştu. Boyun eğmedim doğrularımdan taviz vermedim bunun kefareti ne ise onu çekecektim; ben demokrasi mücadelesinde kararlı olduğum kadar Kürt halkının hakları için bir dost olarak mücadelemde kararlılığımda dik durdum. Bedel bu ise hoş geldi sefa geldi dedim. Alnımın akıyla yattım, anlımın akıyla çıktım. Yurtdışında, Libya, Almanya ve Fransa’dan sonra dördüncü kez bir ülkede siyasi irademin bedelini ödüyordum.
2000 Kasımında serbest bırakıldım. Henüz evime arkadaşlarıma, çocuklarıma yeni kavuşmuştum. Yer sofrasında yemek yiyordum. Telefon çaldı. İki gözüm Ahmet Kaya hattın diğer ucunda "geçmiş olsun iki gözüm diyordu" . Uzaktan dostluk elini, ruhunu, nefesini iletiyordu.
Ben de iki gözüm Ahmet’i hiçbir yerde ve hiçbir zaman yalnız bırakmadım. O hala içimizde, derinliklerimizde tüm canlılığıyla yaşamaya devam ediyor.
Bu yılın Ahmet kaya anısını, her defasında olduğu gibi Gülten Kaya’nın onurlu ve dik duruşunu selamlayarak noktalayacağım. Gülten, Ahmet Kaya’yı her defasında yeniden bizlere, dinleyicilerine halkına kazandırmakla hepimiz adına çok önemli bir sorumluluğu yerine getiriyor.
Gülten, bir kez daha her kahramanın arkasında dev bir kadın olduğunu ortaya koyuyor.
Duygularım:
Ahmet kaya’nın anısına, içimden geldiği gibi 15 Ekim.2002
Neyini Anlatayım
Mihrac Ural
Ben Ahmed’i anlatamam
Duygularım kalem tutamayacak kadar taraflı
Yüreğim hüzünle yaralı
Şair de değilim
Nasıl anlatayım
Yalın kılıç gibi dizili mısraları
mitralyöz ateşine dönüştüren sesini mi
Yoksa Anadolu dervişleri gibi sesiz dururken
fütuhata atılmış uç beyi narası gibi türkü haykırışını mı
Hangi birisini
Aranan “hükümsüz” kimliklerimize
Kod adı takışını
İşkencelerin paslı prangalarını
Zindanların zifiri karanlığında yatırılan aydını
Zulaları, martavalları, erketeleri,
Nöbet gecelerinden kalma yorgun demokratları
Kokusuna doyamadığımız anayı
Hasretlerin boğucu ıstırabını
Mustantık sorgusunda ispiyon yemiş aslanları
Sürgünde lime lime doğranmış hasretleri, vurgunları
Renksiz dostları
Arkadan vuran hançerleri
Cehennem gibi düşmanlıkları anlatmadı mı türküleri
başka ne anlatayım
Sürgünde, hakkın başka türlü gelmeyen rahmetini mi,
Nazımı, Yılmazı, sırada bekleyen bizi mi,
Kuşak kuşak, yaman ayrılıkta toprak olanları mı
zindan çıkışımda uzanan ilk dost eli kimindi
bir ucundan dünyanın
Ben daha neyini anlatayım
Hey, ayaklar altına düşürülen sanat
artık onurunu kim kurtaracak
Unutun mu,
o makus gecedeki haykırışı; kral çırılçıplak
Tabak,çatal, bıçak
Onuncu Yıl Marşı okunacak
Renksiz dostlar,
size hep bir lanet borcum kalacak
Allah aşkına, daha neyi anlatayım
İki gözüm Ahmet Kaya anısına 16 Kasım 2010
Derler ki,
Picasso Paris'e ilk ayak bastığında tren garında piştovunu çekerek üç el ateş eder ve "Parisss Parisss Parisss duy sesimi, ben geldim işte buradayım" diye bağırmaya başlar. Kimse umurunda değildi ve kimse de o mahşeri kalabalıkta bu haykırışla ilgilenmedi. Picasso, Paris gibi sanat merkezindeki değirmenlerin öğütücü etkinliğine karşı bir meydan okuyuş olarak ortaya bir tavır sergilemişti. Koyduğu bu tavrının hep arkasında da kalmıştı. Sonra ülkesini büyük elçi olarak temsil edecek ve dünyanın önünde saygıyla eğildiği resimlerin ressamı olacaktı.
Ben de, Ahmet Kaya'nın benzer bir haykırışına tanık oldum. Onu sizinle paylaşacağım.
Paris'teki ilk buluşmamız ve uzun süre bir arada oluşumuzun üzerinden bir kaç yıl geçmişti. Ortadoğu’dan yola çıkıp Almanya’ya gelmiştik.1992 Kasım ayının son günleri, Frankfurt’ta buluşuyorduk. Hava alanından çıkar çıkmaz Şehir merkezinde bir yerde buluşacaktık. Yılların özlemlerle dolu buluşmasıydı.
Şehrin merkezinde dört yol kavşağı ve insan selinin ortasında bir araya geldik. Caddenin karşıt kaldırımlarındaydık, trafiğinin korkunç akışına bakmadan, Almanya'da olması asla düşünülmeyecek tarzda yolu keserek hızla birbirimize koştuk! Sarıldık sıkıca, sıvazladık sırtlarımızı etkince…
O an ne olduysa, Ahmet aniden geri çekildi. Tedirgin oldum, nedir demeye kalmadan elini beline götürdü, şaşkınlığımı üstümden atamadan, silahını çekip elini havaya kaldırdı; 14’lü Browning. Bir tarakta 14 birde ağızda etti 15 kurşunu o mahşerin ortasında boşalttı.
Karışımda Picasso'nun yaptığını aynıyla yapan, haykırarak sevincini dile getiren bir Ahmet Kaya vardı. Sevincin böylesi ancak ona ait olabilirdi. O sevincini böylesine farklı dile getiren bir dost bir kardeş bir candı.
Dehşete düşmüştük. Çevreden bize ne oluyoruz diye bakanlar az değildi. "İşte biz buradayız. Dünya alem sesimizi duysun biz buradayız direnmeye de devam edeceğiz" diye coşkuyla bağırdı.
Aniden gerginliğim kayboldu. Picasso’yu hatırladım, Ahmet zulme karşı, ülkesinde uğradığı haksızlığa karşı bir direnme duruşu sergilemişti. Bize ve bizim kanalımızla herkese bu insanca mesajını refleksleriyle veriyordu; tıpkı Picasso gibi.
Sonra hep bir aradaydık. Sürekli haberleşip buluşarak, okuduklarımızı tartışarak, gelecek siyasal yönelimler üzerinde sohbetler yaparak güçlenip derinleşerek yürüdük.
O dostluğun erdemiydi, vefanın ikircimsiz algısıydı.
1998 tarihi bölgemiz için ve 12 Eylül rejiminin mağdurları siyasi sürgünler için kasvetli bir tarih. Türkiye Ortadoğu’da savaş arayışının şaşkınlığıyla komşularına saldırıyor. İç sorunlarını komşularının sırtına yıkma, onları sorumlu gösterme gibi, bu gün tüm çıplaklığıyla ortaya çık bir hatanın arkasından yuvarlanıyordu.
Bu karanlık kesitte birilerimiz bölgeden çıkmak zorunda kalmıştı (9 Ekim 1998). Ama 12 Eylül rejiminin paşaları, Ergenekoncu savaş telaları kendini bir adım önde sanmanın dengesizliğiyle ve ısrarla beni teslim almak için baskılara başladı. “Adana Mutabakatı” olarak bilinen (20 Ekim 1998) iki ülke arasında suçluların iadesiyle ilgili güvenlik anlaşması siyasileri içermemesini rağmen bu ısrar sürdü. Olaylar da tazeydi, keskin bir sürecin tırmanışı durdurulmak isteniyordu. Mısır, Türkiye Suriye arasında arabuluculuk yaptı. Mısır, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek bunun karşılığında Atatürk ödülüyle de taltif edildi.
Bölge her alanda gergin bir süreçten geçiyordu. 1999’da interpolün kırmızı bültenle aradığını açıkladığı siyasiler aranmaya başladı. Bunun üzerine 1999 sonunda tutuklandım. Hiçbir gerekçe öne sürülmedin siyasi mülteci olan bir insan tutuklanıyordu.
Bir yıl güneş yüzü görmeden, tuvaleti başucunda olan bir hücrede yattım. İki ülke arasında bozgunculuk yapmak gerekçesiyle zorunlu ikametim bu hücre olmuştu. Boyun eğmedim doğrularımdan taviz vermedim bunun kefareti ne ise onu çekecektim; ben demokrasi mücadelesinde kararlı olduğum kadar Kürt halkının hakları için bir dost olarak mücadelemde kararlılığımda dik durdum. Bedel bu ise hoş geldi sefa geldi dedim. Alnımın akıyla yattım, anlımın akıyla çıktım. Yurtdışında, Libya, Almanya ve Fransa’dan sonra dördüncü kez bir ülkede siyasi irademin bedelini ödüyordum.
2000 Kasımında serbest bırakıldım. Henüz evime arkadaşlarıma, çocuklarıma yeni kavuşmuştum. Yer sofrasında yemek yiyordum. Telefon çaldı. İki gözüm Ahmet Kaya hattın diğer ucunda "geçmiş olsun iki gözüm diyordu" . Uzaktan dostluk elini, ruhunu, nefesini iletiyordu.
Ben de iki gözüm Ahmet’i hiçbir yerde ve hiçbir zaman yalnız bırakmadım. O hala içimizde, derinliklerimizde tüm canlılığıyla yaşamaya devam ediyor.
Bu yılın Ahmet kaya anısını, her defasında olduğu gibi Gülten Kaya’nın onurlu ve dik duruşunu selamlayarak noktalayacağım. Gülten, Ahmet Kaya’yı her defasında yeniden bizlere, dinleyicilerine halkına kazandırmakla hepimiz adına çok önemli bir sorumluluğu yerine getiriyor.
Gülten, bir kez daha her kahramanın arkasında dev bir kadın olduğunu ortaya koyuyor.
Duygularım:
Ahmet kaya’nın anısına, içimden geldiği gibi 15 Ekim.2002
Neyini Anlatayım
Mihrac Ural
Ben Ahmed’i anlatamam
Duygularım kalem tutamayacak kadar taraflı
Yüreğim hüzünle yaralı
Şair de değilim
Nasıl anlatayım
Yalın kılıç gibi dizili mısraları
mitralyöz ateşine dönüştüren sesini mi
Yoksa Anadolu dervişleri gibi sesiz dururken
fütuhata atılmış uç beyi narası gibi türkü haykırışını mı
Hangi birisini
Aranan “hükümsüz” kimliklerimize
Kod adı takışını
İşkencelerin paslı prangalarını
Zindanların zifiri karanlığında yatırılan aydını
Zulaları, martavalları, erketeleri,
Nöbet gecelerinden kalma yorgun demokratları
Kokusuna doyamadığımız anayı
Hasretlerin boğucu ıstırabını
Mustantık sorgusunda ispiyon yemiş aslanları
Sürgünde lime lime doğranmış hasretleri, vurgunları
Renksiz dostları
Arkadan vuran hançerleri
Cehennem gibi düşmanlıkları anlatmadı mı türküleri
başka ne anlatayım
Sürgünde, hakkın başka türlü gelmeyen rahmetini mi,
Nazımı, Yılmazı, sırada bekleyen bizi mi,
Kuşak kuşak, yaman ayrılıkta toprak olanları mı
zindan çıkışımda uzanan ilk dost eli kimindi
bir ucundan dünyanın
Ben daha neyini anlatayım
Hey, ayaklar altına düşürülen sanat
artık onurunu kim kurtaracak
Unutun mu,
o makus gecedeki haykırışı; kral çırılçıplak
Tabak,çatal, bıçak
Onuncu Yıl Marşı okunacak
Renksiz dostlar,
size hep bir lanet borcum kalacak
Allah aşkına, daha neyi anlatayım
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder