9 Kasım 2010 Salı
ABES BİR TARTIŞMA:DİL MESELESİ YA DA KÜRTÇE[*]
Değerli dostum Temel Demirer’in ülkemiz sorunlarının en yakıcı olanı anadille eğitim sorununa ilişkin yazısını siz okurlarımla paylaşıyorum. Anadille eğitim konusunu Kürtler için olduğu kadar ortak ülkemizin tüm farklılıkları için okumanız dileğiyle.
Temel Demirer
9 Kasım 2010
“Bizi insan kılan, dildir.
Doğanın ve tarihin anlamsız
gürültüsü ve sessizliği
karşısında dilde umar ararız.”[1]
Abes ile iştigal ediyorlar; “Ana dilde eğitim olur mu, olmaz mı?” diye…
Dil meselesini, belki de en iyi; Ludwig Wittgenstein’ın, “Dilimin sınırları, dünyamın sınırları demektir”; Emile M. Cioran’ın da, “İnsan bir ülkede yaşamaz, bir dilde yaşar. Ülkemiz, anayurdumuz dildir, başka bir ülke yoktur,” saptamaları betimlerken; tekrar ediyorum; bu tartışma nafiledir; abes ile iştigaldir…
İlhan Diken’in, “Dilini, kimliğini, kültürünü, aidiyetiyle kendini ifade edebilen insan” olarak tanımlanabileceği vurgusuyla, “İnsanın dilini yasaklarsanız, yaşamını da yasaklarsınız,” dediği kapsamda anadil ve anadilde eğitim hakkı tartışılmaz; onu tartışmaya açmak; “pazarlık konusu” yapmak da kimsenin haddi ve harcı değildir…
Anadili, anadilde eğitim hakkını, resmî ideolojinin “dayatma” ve “korkuları”yla gaspetmeye kalkışanlar; “iç barışı” tehdit edenin zorunlu tek dil olup, çok dillilik olmadığını asla unutmamalıyken; her düzeyde dilin yasaklanmasının da hiçbir düzeyde mümkün olmadığı göz ardı edilmemelidir…
DİL NEDİR?
Dil, her şeyden önce bir iletişim aracıdır.[2] Fakat bunun da ötesinde hayati öneme haiz bir toplumsal olgudur. Dilin gelişimi tıpkı varoluşsal gelişim gibi, her türden yaratım faaliyetlerinin bir sonucu olarak süreç içinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla dilin tarihsel gelişim ve değişimi, toplumun tarihsel gelişiminden soyut ele alınamaz. Esas olarak dil, toplumsal bir kimliktir.
Tam da bunun için “Dil, insanın vazgeçilmez, ayrılmaz, bölünmez, parçalanmaz bir unsurudur. Dil, insanla birlikte meydana gelen, insanla birlikte var olan bir varlık alanıdır. Aynı zamanda dil, tarihi varlık alanının kurucusudur. Çünkü, hiçbir dil kendiliğinden meydana gelmemiş, hiçbir dil yaratılmamıştır. Nasıl insan, kendi tarihinin bir ürünü ise ve kendi kültürünün geçmişten geleceğe uzanan bir bağlantısı ise, dil de tarihin ve geçmiş kültürün bir ürünüdür. Gerçekte, insan geçmişe ve kendisinden öncelere olan bağını ancak dili ile sağlayabilmektedir ve gene bugünü dili ile yaşamakta ve yaşatmakta, dili ile geleceği hazırlamaktadır. Bu yaklaşımla dil, dünü-bugüne-yarına bağlayan temeldir.
İnsan dili ile görür, dili ile düşünür, dili ile anlar ve ancak dili ile düşüncelerini, hislerini, duygularını anlatabilir. İnsanın maddi ve manevi, somut ve soyut varlık dünyası ile ilişkilerini ve bağını dil kurar, devam ettirir, geliştirir.”[3]
Özetle insan, doğası gereği kültürel bir varlıktır. Birey içinde bulunduğu toplumun davranış biçimini, kültürel özelliklerini edinerek zamanla toplumsallaşır. İnsanların toplumsallaşma süreci dil-kültür arasındaki kopmaz bağlar sayesinde hızlanmaktadır. Dil, kültürel zenginliğimizin taşıyıcısı, aynı zamanda havuzu rolündedir. Dil ve kültür birbirinden ayrı ele alınıp tanımlanamayacak denli iç içe geçmiş bir bütünün iki tamamlayanı niteliğindedir. Dilde ifadeye kavuşan tüm değerler kültürden gelmedir. Kültür dilde yaşar, gelişir ve yarınlara aktarılır.
Bu bağlamda Giorgio Agamben’in, Celan’ın, “Sadece anadilinde hakikâti söyleyebilir. Yabancı bir dilde şair yalan söyler,” sözünü aktarması boşuna ve durduk yere değildir.
Bu denli elzem olan dile ilişkin yasaklar ile “ulus-devlet” arasında bire bir ilişki söz konusudur. Mesela Amir Hassanpour’un ifade ettiği gibi, “Batı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş, devletin birey ve cemaatlerin dilsel yaşamına artan müdahalesiyle birlikte gerçekleşti. Pre-modern devlet, iktidarı merkezileştirememesiyle ayırdedilir; ekseri ulus-devlet olarak sınıflanan modern devlet ise, politik, ekonomik, kültürel ve dilsel iktidarı belirgin bir şekilde merkezileştirmeyi başarmıştır. Fransa, Britanya ve ABD gibi, ‘etnisite’den ziyade ‘vatandaşlık’ üzerine kurulu ulusal modellere sahip olduğu düşünülen devletlerde bile, ulusal dilin evrensel kullanımını kanunlaştıran ve öteki dilleri yasaklayan bir gelenek vardır. Bu nedenle, XIX. yüzyıl Avrupası’nın başlarında dilsel alanda eşit haklar için ilk mücadelelerin, dilsel ve politik iktidarın artan merkezileşmesine denk gelmesi sürpriz değildi...”
DİLİN AHVALİ
Dünyada belki 6 bin kadar dil, buna karşılık, ancak 200 ülke vardır. Bu da çokdilliliğin fiilen yeryüzündeki her ülkede bulunduğu anlamına gelirken; dünyada konuşulan 6 bin dilin yarısına yakınının yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Uzmanlar, dilleri korumak için eğitim politikaları oluşturmak ve o dillerde konuşmak gerektiğini söylüyor BM Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu UNESCO, Paris’te açıklanan, tehlike altındaki dillere ilişkin son atlasında, 200 dilin son üç kuşakta, yani 60-70 yıllık bir süreçte kaybolduğunu, 538’inin kaybolmak üzere olduğunu, 502’sinin ciddi tehlike altında, 623’ünün tehlike altında ve 607’sinin ise hassas durumda olduğunu vurguladı.
1996’da yapılan ilk atlasta 600, 2001’deki ikinci atlasta ise 900 dilin tehlike altında olduğunun belirtildiğini hatırlatan BM Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) Genel Müdür Yardımcısı Françoise Riviere ise bu sayısal artış hızının durumun vahimleştiği anlamına geldiğine dikkati çekti.
UNESCO 21 Şubat Dünya Anadili günü nedeniyle yayımladığı “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre, Türkiye’de 15 dil tehlike altında. Söz konusu Atlasa göre Türkiye’deki üç dil kayboldu. Kapadokya Yunancası, dünyada da son derece tehlike altında. Diyarbakır Lice’deki Kamışlı köyünde konuşulan Mlahso da kayboldu. Suriye’ye göçen köylülerden İbrahim Hanna’nın 1995’te ölümüyle bu dil de öldü. Ubıhça da Tevfik Esenç’in 1992’de ölmesiyle kayboldu.
Bunların yanında Dünyada 200’ü son üç kuşakta kaybolan, 2 bin 300’ü kaybolma riski altında bulunan, bilinen 6 bin dilden biri de Kürtçe...
T.“C”NİN TARİHSEL PRATİĞİ
Kaybolma riski altında bulunan dillerden birisinin de Kürtçe olmasında, T.“C”nin tarihsel pratiğinin ve ulus-devlet modelinin belirleyici katkıları vardır.
Bırakın Türkiye’yi, tüm ulus-devletlerin tarihi asimilasyonist düşünce ve pratikle doludur.
Örneğin köklü bir ulus-devlet geleneği olmayan ABD bile, “melting pot” (eritme potası) adı altında WASP (Beyaz, Anglosakson ve Protestan) yönünde asimilasyonu çağrıştıran politikalar uygulamıştır. Fransa, İsveç, Avustralya, Güney Afrika, Çin, Rusya gibi birçok ülke geçmişte eğitime asimilasyonist mantıkla bakmıştır. Almanya’nın Türk işçi çocuklarına karşı tutumu bir sır değil. Bu nedenle, öğrenilen (egemen, lingua franca) dil üzerinden asimilasyona gidilir. Asimilasyonun anti-demokratik, bir insan hakkı (kimlik, dil, kültür) gaspı olduğuna dair bir dolu literatür vardır. O yüzden entegrasyon (bütünleşme) terimine bile şüpheli yaklaşanlar var. Başka kavramlar (insertion gibi) önerenler de yok değil.
Türkiye, asimilasyonu hep bir devlet politikası olarak uyguladı. Resmî katlarda, okul ve günlük yaşamda “tek dil” kullanma zorunluluğu, bu politikanın en önemli göstergesidir. “Güneş Dil Teorisi” gibi bilim karşıtı, yer yer ırkçı-Turancı tezler bile üretildi. 1940’lı yıllarda gayri müslimlere “Vatandaş Türkçe Konuş”, 1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’ndeki politik Kürt tutuklulara “Türkçe Konuş, Çok Konuş” denildi. Bu konuda inanılmaz yasaklar üretildi. Kürtler kendi dillerini kullanmaktan çekinir, hatta korkar oldular; dilini konuştuğu için bir dolu insan eziyet çekti, işkence gördü. Sonuçta bu politika karşımıza silahlı bir Kürt isyanı çıkardı; bastırılan geri döndü. Kart-kurt hikâyesi geri tepti.
Lakin bu asimilasyonist politikanın eğitimde yeniden gözden geçirilip üyeliğine aday olduğumuz AB ülkelerinde en azından nasıl uygulandığını hiç olmasa bilmemiz gerekmez miydi? Bugün biz parlamentoda Kürtçe hitabı suçlarken, AB Parlamentosu’nda tüm Avrupa dilleri temsil hakkına sahiptir. Fransa Almanya’dan koparttığı Alsace-Lorraine’deki hiçbir yerleşim adını değiştirmezken biz çok çeşitli gerekçeler icat edip beğenmediğimiz yerleşim adlarını değiştirdiler.
Farklı dil ve lehçelerde TV ve radyo yayını hakkını verirken bir dolu kısıtlama getirdiler. Üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümü açacağım derken en sonunda YÖK başkanı ağzıyla Kürtçe diye özgün bir dil olmadığını, aslında Kürtçenin kırma bir dil olduğunu öğrendiler. Üniversitelerde kendi dilinde eğitim görmek isteyen üniversiteli Kürt gençleri okuldan alıp hapse attık. Kürtçe özel dil kurslarının yaşatılması için AB üyesi ülkeler gibi destekleyeceğimize bu kursların parasızlıktan kapatılmasını seyrettik. Küresel iletişim ve internet çağında sakıncalı harfler (Q,W, X) yarattık. Çocuğuna Kürtçe isim koyanları mahkemelere verdiler ya da nüfus müdürlüklerinden geri çevirdiler. Çokdilli belediyeciliğin bölgede sorun çözen yapısını görüp bundan yararlanmak yerine bir terör örgütü politikası diye bu uygulamaya son verdiler, başkanını görevinden aldılar.
En önemlisi de “Tek Dil”de ısrar ettiler ki, bu da Necmiye Alpay’ın dediği gibi, “Tek dil, asimilasyonda ısrardır.”
Nihayet T.“C”nin tarihsel pratiğinin bugündeki sürdürücüsü de AKP’dir…
AKP DİYOR Kİ!
W. Goethe’nin, “Karşı gelip tartışanlar bir ara şunu düşünmeli: Her dil herkes için ‘anlaşılır’ değildir,”[4] sözü; AKP’nin anadilde eğitim konusundaki tavrını anlatır sanki…
Örneğin ‘Die Zeit’e konuşan Başbakan, anadilin önemine dikkat çekerek, “Niçin Almanya’da Türk kolejleri olmasın? İnsanlar önce kendi anadillerine, yani Türkçe’ye hâkim olmalı,” derken; yine aynı “zatı muhterem” yani Recep Tayyip Erdoğan, anadilde eğitim isteklerine kesin bir dille karşı çıkmaktadır…
Örneğin Tayyip Erdoğan 1991 yılında yayınlanan ‘Kürt Raporu’nda, “Kürtçe kitle iletişim araçlarından yararlanılmalı,” gibi kocaman kocaman laflar ederken; Başbakanlığı döneminde statükocu söylemlere sarılarak, T.“C”nin tarihsel pratiğinin bugündeki sürdürücülüğüne soyunmuştur…
Anayasa paketiyle “büyük bir demokratikleşme adımı attığını”(?) savunan(!) AKP hükümeti anadilde eğitim konusunda 1982 Askerî Anayasa’nın öngördüğü maddeyi ısrarla savunarak, Anayasa’nın 42. maddesinde yer alan, “Türkçe’den başka hiçbir dil eğitim ve öğrenim kurumlarında Türk vatandaşlarının anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez,” ifadelerin değiştirilmeyeceğinin altını özenle çizdi…
Erdoğan’ın ağzından, “Hayır arkadaş, Kürtçe eğitim dili olamaz! Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin,” diye haykırdı…
SOMUTUN YANSIMALARI
Oysa coğrafyamızdaki somutun yansımaları hiç de Erdoğan’ın sürdürücüsü olduğu T.“C”nin tarihsel pratiğinin “varsaydığı” üzere değil; aksine ve tam da W. Goethe’nin, “Yabancı dilde yazan ya da şiir söyleyen, yabancı evde oturan gibidir,” sözlerindeki gibiydi…
İşte somutun yansımalarından veriler…
Yılmaz Güneş, yaklaşık 35 yıl önce Erzurum’un Ulucanlar Köyü’nde okula başladığında ‘İki Dil Bir Bavul’ filminin öğrencilerinden biri gibiydi. Çocukların Kürtçe konuştuğu, öğretmenin Türkçe ders anlattığı bir sınıfta eğitim aldı. Tek kelimesini bile anlamadıkları bir dilde duyduklarını anlamlandıramıyorlardı. Öğretmen ise boş sınıfa ders anlatır gibiydi…
Öğretmen soruyor: “Senin adın Zülküf mü?” Cevap yok. Öğretmen resimdeki arıyı göstererek soruyor “Bu ne?” Yine cevap yok. Sorduğu hiçbir sorunun karşılığı yok. Çünkü ne öğrenciler öğretmenin dilinden anlıyor, ne öğretmen onların dilinden. Şanlıurfa Siverek’e bağlı Demirci Köyü’ne atanmış Denizlili genç öğretmen Emre Aydın, Güneydoğu’ya giden öğretmenlerin dil sorunu karşısında yaşadığı çaresizliğin en somut örneklerinden biriydi. Türk bir öğretmenin Kürt köyünde geçirdiği bir yılı anlatan ‘İki Dil Bir Bavul’ filmiyle Emre öğretmenin ve öğrencilerinin yaşadığı sorunları yüz binlerce kişi izledi.
Filmin çekim tarihinin üstünden üç yıl geçti. Ancak manzara hiç değişmedi. Bu yıl Emre öğretmen köye veda edip Siverek merkezdeki bir okulda göreve başladı. Köy okulunun ise henüz öğretmeni yok. Genç öğretmen üç yıl önce yeni başladığında sınıftaki öğrencilerine soruyordu: “Anlamıyorsunuz di mi? Öyle gülüyorsunuz. Ben de sizi anlamıyorum zaten. Ne yapacağız?” Sorduğu sorunun hâlâ cevabı yok.
Hikâyenin devamında idealist bir öğretmenin başardıkları ve her öğretmen tayiniyle başa dönmek zorunda kalan çocukların dramı var. Emre öğretmenin anlattıkları bölgedeki dil sorununun boyutlarını ve fiziksel koşulların olumsuz etkisini sergiliyor:
“İlk sene sonunda 48 birinci sınıf öğrencimden 35’i okuma yazmaya geçti. Çocuklar ikinci sınıfa geçti ancak bu kez de anlama becerilerinin olmadığını fark ettim. ‘Araba’ diye yazabiliyorlardı, okuyabiliyorlardı. Ancak arabanın anlamını bilmiyorlardı. Bu kez de görsel olarak anlattım her şeyi. 3. sınıfa geçtiklerinde az çok diğer dersleri yapabiliyorlardı. Sınıfta muhabbet edebiliyorduk. İlk sene 123, ikinci sene 135, üçüncü sene 148 öğrencim vardı.”
Kürt illeri böyle de, başka yerler farklı mı? Asla!
Örneğin Dolapdere’nin sokaklarında çocukların Kürtçe oyun sesleri geliyor. Biraz önce çıktıkları okulda Türkçe konuşan öğretmeni “anlamadan” dinlemişler. Türkçeleri az, okulda yaşadıklarını Kürtçe anlatıyorlar: Soruyu bilsem de parmak kaldıramıyorum
“Sınıfta ben Kürtçe konuşuyordum, onlar Türkçe. Öğretmenin dilini anlamıyordum, başım ağrıyordu... Derste parmak kaldırmaya çekiniyordum, çünkü kendimi Türkçe ifade edemiyordum... Ben okulda iki şeyle mücadele ettim. Hem Türkçeyi az biliyordum, hem dersleri öğrenmem gerekiyordu. Ama çok çalıştım...”
“Tuvalete gidecektim, öğretmene söyleyemedim...” diyor çocuklar... Ve… Somutta durum bu; böyle!
KÜRTÇE
Türkiye’de Kürt sorunu, sadece bir dil sorunu değil. Ama dil, bu sorunun kendini açık ve en güçlü biçimde ifade ettiği alan. Cumhuriyet sonrasında Kürtlerin bir kısmının günlük hayatta kullandığı ama resmen “yok dil” konumunda olan Kürtçe, 1980 askerî darbesi sonrasında 10 yıla yakın bir süre, günlük yaşamda bile kullanılması “yasak dil” oldu. Daha önce kamu alanında görülmesi yasak olan bu dilin sokakta konuşulması bile yasaklandı.
Ancak Harold Pinter’in, ‘Dağlı Dili’ (1998) isimli oyununda, “Dinleyin şimdi. Siz dağlısınız. Duyuyor musunuz? Diliniz öldü. Yasaklandı. Dağlı dilinizi burada kullanamazsınız. Kendi dilinizi kocalarınızla konuşamazsınız. Yasak. Anladınız mı? Konuşamazsınız. Kanuna aykırı. Sadece başkentin dilini konuşabilirsiniz. Burada izin verilen tek dil o. Dağlı dilinizi burada konuşmaya kalkarsanız çok fena cezalandırılırsınız. Bu askerî bir emir... Kanun bu. Diliniz yasak. Ölü: Kimsenin sizin dilinizi konuşmasına izin yok. Sizin diliniz artık yok,” diye betimlediği tablodaki zorbalığa rağmen Kürtçe yaşıyor kararlılıkla…
Nihayet Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Selim Temo’nun deyiyle, “Kürdoloji alanı, kamuoyunun bildiği ya da özellikle emekli vali ve askerler ile alanında yükselmek için “bilimsel sabırları” olmayan akademisyenlerin dehşet verici bir bilim dışılıkla lanse ettiklerinin aksine, son derece geniş bir alan”ken; üstünde kurulan yüz yıllık baskıdan kurtulmaya çalışan Kürtçenin… konuşma dili olarak yaygınlığı yanında yazı dili olarak yaşadığı kısıtları çözmek, üstelik içeride çözülmesi gereken, en önemli sorunlar arasında yer almalıdır.
ANADİLDE EĞİTİM HAKKI
Tam da bunun için Kürtçe için anadilde eğitim hakkı vazgeçilemezdir!
Raymond de Saint Laurent, “Ana dilinizin bütün kelimelerini öğreniniz, göreceksiniz ki, ifade kabiliyetiniz fevkâlâde artacaktır,” derken çocukların anadillerindeki gelişim düzeyi, ikinci bir dilin gelişiminin de temel belirleyenidir ki; Goethe bu konuda şöyle der: “Yalnızca bir dil bilen aslında o dili de bilmiyordur.” Anadilinin yüreklendirilmesi, yalnızca çocuğun dilini değil, topluluk içindeki kimliğini/ kişiliğini de geliştirir; çocuğun dilinin reddi, kendisinin de reddidir...
Gerçekten de Eğitim Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç’ın, “Türkiye nüfusunun yüzde 17’si Türkçenin yanı sıra çeşitli dillere sahip. Kuşaktan kuşağa ciddi bir dil kaybı yaşanıyor. Başka bir ifadeyle, kuşaklar arasında anadilini kullanma oranı düşüyor. Ana-babaların yüzde 20.4 oranında anadillerini sürdürmelerine karşın mevcut nüfusun yüzde 16.9’u anadilini sürdürüyor. Araştırmamız, toplumumuzun anadilinde eğitime genel olarak olumsuz bakmadığını gösteriyor,” dediği tabloda bir dilin ancak kamusal alanda kullanıldığı zaman ayakta kalabileceğini belirten Yard. Doç. Dr. Ersin Erkan, “Anadilde eğitim verilmesi gereken bir haktır. Bir dil insanın varlık gerekçesidir. Her insan evini nasıl döşeyeceğine, nasıl dizayn edeceğine kendisi karar verme hakkına sahipse, dille ilgili olan tasarruf hakkına da her topluluk ve kişi kendisi karar verebilmelidir,” diyor…
Aslı sorulursa eğitimden söz ederken, aslında nasıl bir toplum yaratmak istediğimizi konuşuyoruz. Ana dilde eğitim tartışmasının altında yatan da toplumun geleceğine ilişkin düşlerimiz. Türkiye gibi kültürel çeşitlilik taşıyan bir ülkede, çeşitliliklerin ortadan kaldırıldığı, tek kültürlü, tek dilli, homojen, otoriter bir toplum mu istiyoruz, yoksa farklılıkların tanındığı, korunduğu, çoğulcu, demokratik bir toplum mu?
Konuya çocuğun çıkarları açısından bakabilmeliyiz. Ana dilde eğitim sorunu çocuğun eğitimi ile yakından ilgili. Çocuğun eğitim sistemi içinde marjinalize olması, sonradan toplum içinde de marjinalize olmasına yol açıyor.
UNESCO’nun “Herkes İçin Eğitim” programı çerçevesinde yayınladığı 2010 raporunda, çocuğun eğitim sistemi içinde marjinalize olmasına yol açan nedenlerin basında anadilinde eğitim görmemesi geliyor. Bu, yoksulluk ve toplumsal cinsiyette ayırım ile birleşince, eğitimde geri kalma riski büyüyor.
Raporun Türkiye ile ilgili istatistikleri çarpıcı. Buna göre, en yoksul hanelerden gelen Kürtçe konuşan kız çocuklarının yüzde 43’ü 2 yıldan az eğitim görüyor. Oysa Türkiye’de ortalama eğitim süresi 6 yıl.
Türkiye’nin en zengin yüzde 20’nin çocuklarının ortalama eğitim süresi 9.6 yıl. Yoksul ailelerin çocukları için bu ortalama 8.7. Yoksul Kürt erkek çocuklarında bu rakam 6.1 yıla iniyor. Yoksul Kürt kız çocuklarının ortalama eğitim süresi ise 3 yıl. Bu dünyanın en yoksul ülkelerinden Çad’daki ortalama ile aynı.
Anadilde eğitimden ne anlamalıyız? Her şeyden önce, Türkçe yerine başka bir dilde eğitim verilmesini anlamamalıyız. Devletin resmî dili Türkçe ve devlet Türkçeyi öğretmekle yükümlü... Ancak bunun yanında çocuğa anadilinde de eğitim verilebilir.
Bu böyleyken; “Anadilinde eğitim talebi, ulusal bir eğitim sistemi içinde yeniden ve farklı bir içerik ve biçimde düşünülemez mi? Düşünülebilir. Bunun en dikkate değer yöntemlerinden biri de, çiftdillilikdir,” diyen Gazi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Kemal İnal, önemli bir gereksinimi dillendiriyor…
YASAKÇI -TOTALİTER- KORKU(LAR)
Fakat “önemli gereksinim”in, egemenler için bir önemi yok! Çünkü onlar yasakçı -totaliter- korkuların esiri…
Mesela “liberal” denen Cüneyt Ülsever’in satırlarında, “Anadilde eğitim müfredatta okutulan tüm derslerin (tarih, edebiyat, matematik vb.) anadilde okutulması anlamına gelir. İşte bu talep bölünmenin bizzat kendisidir. Zira, eğitim sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması değildir. Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, değerlerin, örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların; kısacası bir toplumu bir arada tutan tüm öğelerin tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir… (…) Eğer, anadilde eğitim talebinde ısrar edilecekse, boşuna kaynak israfı yapmayalım, boşuna zaman kaybetmeyelim. Hemen bölünelim,” saptamalarını görürüz…
Tıpkı “ulusalcı” Özdemir İnce’nin, “1. Anadilde eğitim-öğretim hakkı üniter devletlerde mümkün değildir. 2. Anadili özgürce öğrenme hakkı: Bu hak Kopenhag kriterleri arasında bulunuyor. Bu nasıl gerçekleştirilip uygulanabilir. Çift dilli eğitim-öğretim bana fantezi gibi geliyor. Başlangıç olarak en basit ve en kabul edilebilir olanı: Seçmeli ders… Kürtlerin siyasal niyetini öğrenmek yukarıda açıkladığım iki haktan hangisini seçeceklerine bağlı,” saptamasındaki inkârcı dayatma gibi…
Ya akademi mi? Onlar da farksız!
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dilbilimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. İclal Ergenç de, “Tüm müfredatın Kürtçe yapılması olmaz. Ulusal dil ortak dildir. Ortak dil resmî, hukuk kurumlarında, pek çok yerde kullanılan bir dildir. Türkçe’nin yanı sıra anadil eğitimi verilebilir. Bir dili öğretmek ayrı bir şey. Anadille de eğitim verilecekse bunun apayrı bir eğitimini almış kişiler vermeli. Enstitüler kurulup bu eğitimler verilmeli,” diyor! (Vah akademi vah!)
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
TESEV’nin hazırladığı ‘Kürt Sorunu’nun Çözümüne Doğru Anayasal ve Yasal Öneriler’ başlıklı rapora göre anadilde eğitim hakkı önündeki engel Anayasa’nın 42. maddesiyle sınırlı değil; Milli Eğitim Kanunu, Yabancı Dil Eğitim ve Öğretim Kanunu ile Harf Kanununda değişiklik yapılması gerekiyor.
Raporda ana dilde eğitim hakkının önünde Milli Eğitim Kanunu’nda da engeller bulunduğu ifade edildi: “Kanun’un okul öncesi eğitime ilişkin maddeleri, okul öncesinde Türkçenin yanı sıra Kürtçe eğitim veren anaokullarının açılmasını engellemektedir. Kanunun 20. maddesine göre, ‘çocukların Türkçeyi doğru ve güzel konuşmalarını sağlamak öngörmektedir.”
Rapora göre Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu da ana dilde eğitim hakkının önündeki önemli engellerden biri . Kanunun 2. Maddesinin ilk fıkrasında “Eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına Türkçeden başka hiçbir dil, ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” şeklinde düzenlediği belirtiliyor.
Raporda, Harf kanununa muhalefetten çok sayıda dava açıldığı da vurgulanılarak şöyle denildi: “Türkiye’de konuşulan Türkçe dışındaki birçok anadilde Türk alfabesinde bulunmayan q, w, x gibi harflerin bulunduğu göz önüne alındığında, Harf Kanunu’ndaki kısıtlama ile TCK’daki cezai yaptırımın ne derece ayrımcı olduğu, isim ve dil hakkını ne ölçüde kısıtladığı açıktır.”
Verili soruna ilişkin çözüm önerileri de, Kürt meselesine bakıştaki farklılık gibi çeşit çeşit…
Mesela “Resmî dil Türkçe olmak kaydıyla, Anayasa’nın 42. ve 66. maddelerinin değişmesi anadilde eğitim sorununu çözer,”[5] diyen liberallerden inkârcılara dek!
Öncelikle şunu belirtelim; Kürtçe konusunda inkârcılık ile palyatif öneri arasında esas itibariyle, özde, nihai kertede bir fark yok…
Mesela Eyüp Can, “Erdoğan ‘Kimse bizden resmî olarak anadilde eğitim beklemesin, Türkiye’nin resmî dili Türkçedir’ dedi.
Anadilde eğitim talep edenler Türkiye’nin resmî dili Kürtçe olsun demiyorlar ki. Türkçe resmî dil olarak kalmaya devam edecek. Fakat isteyen, okulda tıpkı İngilizce ya da Fransızca gibi seçmeli ders olarak Kürtçe alabilecek,” derken iki dilli eğitimin önünü keserek, Kürtçe’yi “tali” konuma mahkûm ediyor!
Oysa Almanya Potsdam Üniversitesi’nden Dilbilimci Christoph Schroeder’in ifade ettiği gibi, “Bütün çiftdilli eğitim modellerinin temelinde, çocuğun iki dilinin birden kabul edilmesi ve ikisinin de birbiriyle bağlantılı ve karşılaştırmalı olarak öğretilmesi ve geliştirilmesi ilkesi yatar. Bu ilkenin, Türkiye’de şu an tartışıldığı gibi, çiftdilli çocukların anadillerini temelde Türkçe tekdilli eğitim veren okullarda seçimlik ek dil dersleriyle geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilmesi pek mümkün değildir.”
Kaldı ki Kürtçe eğitim talebi, salt “siyaset”in gölgesinde tartışılmamalı; bunun bir de “pedagojik” boyutu var.
Bu konuda Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fatma Gök, “Kişinin anadilinde eğitim temel, doğal bir haktır. Eğitim hakkı bağlamından kavramsallaştırdığımızda, devletlerin, hükümetlerin herkese bu hakkı nitelikli olarak ve demokratik şekilde sunması lazım. Anadil, kişilerin dünyalarını ve kendilerini anlamlandırdıkları dil. Çocuklar birden bire başka bir dille karşılaşınca birçok travmatik durum karşımıza çıkıyor. İki dil resmî dil olabilir. Dünyanın pek çok yerinde iki resmî dili olan ülke var,” derken; neyin nasıl ve neden olduğunun altını çiziyor…
Bunun yanında “yöresel resmî dil” kavramı üzerine de çalışılması gerekiyor.
Dünyadaki değişik modelleri gözden geçirdiğimizde, bir ülkedeki farklı resmî dillerin her zaman eşit statüde olmadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Örneğin “yöresel resmî dil” diye bir kavram var.
Belçika, İsviçre, Lüksemburg, İspanya, Kanada gibi “klasik örnekler”in dışında da birden fazla resmî dili olan birçok ülkenin olduğunu bu bağlamda hatırlamakta büyük yarar var. Örneğin İsrail’de üç resmî dil (İbranice, Arapça ve İngilizce) var.
Birden fazla resmî dili olan ülkeler arasında Norveç, Finlandiya, Beyaz Rusya gibi birçok örnek sayılabilir. Norveç’te üç farklı dil konuşulmasına rağmen bu dillerden sadece ikisi bütün ülke çapında resmî dil statüsünde. Güney Afrika’nın 11 resmî dili var.
Bu arada bir de topraklarının üzerinde konuşulan tüm dilleri “resmi dil” kabul eden Bolivya Anayasası örneğini[6] anımsamak ve anımsatma da çok önemlidir!
“SONUÇ YERİNE”: HATIRLATMA(LAR)
Amin Maalouf, ‘Ölümcül Kimlikler’ (2009) başlıklı çalışmasında, “Çağımızın en ağır basan özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık hâline getirmek değil mi? Hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız-, hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine kapılıyoruz,” sözleriyle “modern (denilen) zamanlar”ın soru(n)larından birisini altını çizerken; buraya kadar irdelediğimiz konu bize Ferdinand de Saussure’in, “Dil... Ön yüzü düşünce, arka yüzü ses olan bir kâğıt parçasına benzetilebilir; arka yüzü kesmeye kalkarsanız ön yüzü de kesersiniz,” saptaması anımsatır…
Artık, hiçbir şey eskisi gibi olamaz; bir ufka varılmıştır; bu ufukta da “Geçmişe hâkim olması gereken gelecektir, geçip gitmiş şeyler karşısındaki tavrımızı düzenleyecek buyruğu ondan alırız...”[7]
21 Ekim 2010 12:20:01, Ankara.
N O T L A R
[*] Esmer, No: 66, 1 Kasım 2010…
[1] Octavio Paz.
[2] Dil konusunda bkz: Noam Chomsky, Doğa ve Dil Üzerine, çev: Ayşe Banu Karadağ, Sözcükler Yay., 2010; Christian Marazi, Sermaye ve Dil, çev: Ahmet Ergenç, Ayrıntı Yay., 2010.
[3] A. Hicri İzgören, “Anadilde Eğitim”, Günlük, 23 Eylül 2010, s.15.
[4] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.144.
[5] “İki Madde Sorunu Çözer”, Taraf, 4 Ekim 2010, s.13.
[6] “Örneğin Bolivya’nın resmi dillerinden Yaminawa’nın Peru, Brezilya ve Bolivya’da toplam 1000 kadar konuşmacısı vardır (http://www.native-languages.org/yaminawa.htm). Weenhayek dilini konuşan halkın toplam nüfusu ise, 2860 kişidir ve Bolivya ve Arjantin topraklarında yaşamaktadırlar (http://globalrecordings.net/ language/18296). Hayatta kalan Pacawara sayısı ise 11 (onbir) olarak kaydedilmektedir!” (Sibel Özbudun, “… ‘Eşitlik’ ile ‘Özgürlük’, ‘Sınıf’ ile ‘Kimlik’, ‘İktisat’ ile ‘Kültür’ Bağdaşabilir mi? Ya da Nasıl Bir Anayasa (Bolivya Anayasası Örneği), Birgün, 7 Ekim 2009; Birgün, 8 Ekim 2009.)
[7] Jose Ortega Y Gasset, Kitlelerin Ayaklanması, Çev: Neyyire Gül Işık, İş Bankası Kültür Yay., 2010.
Temel Demirer
9 Kasım 2010
“Bizi insan kılan, dildir.
Doğanın ve tarihin anlamsız
gürültüsü ve sessizliği
karşısında dilde umar ararız.”[1]
Abes ile iştigal ediyorlar; “Ana dilde eğitim olur mu, olmaz mı?” diye…
Dil meselesini, belki de en iyi; Ludwig Wittgenstein’ın, “Dilimin sınırları, dünyamın sınırları demektir”; Emile M. Cioran’ın da, “İnsan bir ülkede yaşamaz, bir dilde yaşar. Ülkemiz, anayurdumuz dildir, başka bir ülke yoktur,” saptamaları betimlerken; tekrar ediyorum; bu tartışma nafiledir; abes ile iştigaldir…
İlhan Diken’in, “Dilini, kimliğini, kültürünü, aidiyetiyle kendini ifade edebilen insan” olarak tanımlanabileceği vurgusuyla, “İnsanın dilini yasaklarsanız, yaşamını da yasaklarsınız,” dediği kapsamda anadil ve anadilde eğitim hakkı tartışılmaz; onu tartışmaya açmak; “pazarlık konusu” yapmak da kimsenin haddi ve harcı değildir…
Anadili, anadilde eğitim hakkını, resmî ideolojinin “dayatma” ve “korkuları”yla gaspetmeye kalkışanlar; “iç barışı” tehdit edenin zorunlu tek dil olup, çok dillilik olmadığını asla unutmamalıyken; her düzeyde dilin yasaklanmasının da hiçbir düzeyde mümkün olmadığı göz ardı edilmemelidir…
DİL NEDİR?
Dil, her şeyden önce bir iletişim aracıdır.[2] Fakat bunun da ötesinde hayati öneme haiz bir toplumsal olgudur. Dilin gelişimi tıpkı varoluşsal gelişim gibi, her türden yaratım faaliyetlerinin bir sonucu olarak süreç içinde gerçekleşmiştir. Dolayısıyla dilin tarihsel gelişim ve değişimi, toplumun tarihsel gelişiminden soyut ele alınamaz. Esas olarak dil, toplumsal bir kimliktir.
Tam da bunun için “Dil, insanın vazgeçilmez, ayrılmaz, bölünmez, parçalanmaz bir unsurudur. Dil, insanla birlikte meydana gelen, insanla birlikte var olan bir varlık alanıdır. Aynı zamanda dil, tarihi varlık alanının kurucusudur. Çünkü, hiçbir dil kendiliğinden meydana gelmemiş, hiçbir dil yaratılmamıştır. Nasıl insan, kendi tarihinin bir ürünü ise ve kendi kültürünün geçmişten geleceğe uzanan bir bağlantısı ise, dil de tarihin ve geçmiş kültürün bir ürünüdür. Gerçekte, insan geçmişe ve kendisinden öncelere olan bağını ancak dili ile sağlayabilmektedir ve gene bugünü dili ile yaşamakta ve yaşatmakta, dili ile geleceği hazırlamaktadır. Bu yaklaşımla dil, dünü-bugüne-yarına bağlayan temeldir.
İnsan dili ile görür, dili ile düşünür, dili ile anlar ve ancak dili ile düşüncelerini, hislerini, duygularını anlatabilir. İnsanın maddi ve manevi, somut ve soyut varlık dünyası ile ilişkilerini ve bağını dil kurar, devam ettirir, geliştirir.”[3]
Özetle insan, doğası gereği kültürel bir varlıktır. Birey içinde bulunduğu toplumun davranış biçimini, kültürel özelliklerini edinerek zamanla toplumsallaşır. İnsanların toplumsallaşma süreci dil-kültür arasındaki kopmaz bağlar sayesinde hızlanmaktadır. Dil, kültürel zenginliğimizin taşıyıcısı, aynı zamanda havuzu rolündedir. Dil ve kültür birbirinden ayrı ele alınıp tanımlanamayacak denli iç içe geçmiş bir bütünün iki tamamlayanı niteliğindedir. Dilde ifadeye kavuşan tüm değerler kültürden gelmedir. Kültür dilde yaşar, gelişir ve yarınlara aktarılır.
Bu bağlamda Giorgio Agamben’in, Celan’ın, “Sadece anadilinde hakikâti söyleyebilir. Yabancı bir dilde şair yalan söyler,” sözünü aktarması boşuna ve durduk yere değildir.
Bu denli elzem olan dile ilişkin yasaklar ile “ulus-devlet” arasında bire bir ilişki söz konusudur. Mesela Amir Hassanpour’un ifade ettiği gibi, “Batı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş, devletin birey ve cemaatlerin dilsel yaşamına artan müdahalesiyle birlikte gerçekleşti. Pre-modern devlet, iktidarı merkezileştirememesiyle ayırdedilir; ekseri ulus-devlet olarak sınıflanan modern devlet ise, politik, ekonomik, kültürel ve dilsel iktidarı belirgin bir şekilde merkezileştirmeyi başarmıştır. Fransa, Britanya ve ABD gibi, ‘etnisite’den ziyade ‘vatandaşlık’ üzerine kurulu ulusal modellere sahip olduğu düşünülen devletlerde bile, ulusal dilin evrensel kullanımını kanunlaştıran ve öteki dilleri yasaklayan bir gelenek vardır. Bu nedenle, XIX. yüzyıl Avrupası’nın başlarında dilsel alanda eşit haklar için ilk mücadelelerin, dilsel ve politik iktidarın artan merkezileşmesine denk gelmesi sürpriz değildi...”
DİLİN AHVALİ
Dünyada belki 6 bin kadar dil, buna karşılık, ancak 200 ülke vardır. Bu da çokdilliliğin fiilen yeryüzündeki her ülkede bulunduğu anlamına gelirken; dünyada konuşulan 6 bin dilin yarısına yakınının yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Uzmanlar, dilleri korumak için eğitim politikaları oluşturmak ve o dillerde konuşmak gerektiğini söylüyor BM Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu UNESCO, Paris’te açıklanan, tehlike altındaki dillere ilişkin son atlasında, 200 dilin son üç kuşakta, yani 60-70 yıllık bir süreçte kaybolduğunu, 538’inin kaybolmak üzere olduğunu, 502’sinin ciddi tehlike altında, 623’ünün tehlike altında ve 607’sinin ise hassas durumda olduğunu vurguladı.
1996’da yapılan ilk atlasta 600, 2001’deki ikinci atlasta ise 900 dilin tehlike altında olduğunun belirtildiğini hatırlatan BM Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) Genel Müdür Yardımcısı Françoise Riviere ise bu sayısal artış hızının durumun vahimleştiği anlamına geldiğine dikkati çekti.
UNESCO 21 Şubat Dünya Anadili günü nedeniyle yayımladığı “Tehlike Altındaki Diller Atlası”na göre, Türkiye’de 15 dil tehlike altında. Söz konusu Atlasa göre Türkiye’deki üç dil kayboldu. Kapadokya Yunancası, dünyada da son derece tehlike altında. Diyarbakır Lice’deki Kamışlı köyünde konuşulan Mlahso da kayboldu. Suriye’ye göçen köylülerden İbrahim Hanna’nın 1995’te ölümüyle bu dil de öldü. Ubıhça da Tevfik Esenç’in 1992’de ölmesiyle kayboldu.
Bunların yanında Dünyada 200’ü son üç kuşakta kaybolan, 2 bin 300’ü kaybolma riski altında bulunan, bilinen 6 bin dilden biri de Kürtçe...
T.“C”NİN TARİHSEL PRATİĞİ
Kaybolma riski altında bulunan dillerden birisinin de Kürtçe olmasında, T.“C”nin tarihsel pratiğinin ve ulus-devlet modelinin belirleyici katkıları vardır.
Bırakın Türkiye’yi, tüm ulus-devletlerin tarihi asimilasyonist düşünce ve pratikle doludur.
Örneğin köklü bir ulus-devlet geleneği olmayan ABD bile, “melting pot” (eritme potası) adı altında WASP (Beyaz, Anglosakson ve Protestan) yönünde asimilasyonu çağrıştıran politikalar uygulamıştır. Fransa, İsveç, Avustralya, Güney Afrika, Çin, Rusya gibi birçok ülke geçmişte eğitime asimilasyonist mantıkla bakmıştır. Almanya’nın Türk işçi çocuklarına karşı tutumu bir sır değil. Bu nedenle, öğrenilen (egemen, lingua franca) dil üzerinden asimilasyona gidilir. Asimilasyonun anti-demokratik, bir insan hakkı (kimlik, dil, kültür) gaspı olduğuna dair bir dolu literatür vardır. O yüzden entegrasyon (bütünleşme) terimine bile şüpheli yaklaşanlar var. Başka kavramlar (insertion gibi) önerenler de yok değil.
Türkiye, asimilasyonu hep bir devlet politikası olarak uyguladı. Resmî katlarda, okul ve günlük yaşamda “tek dil” kullanma zorunluluğu, bu politikanın en önemli göstergesidir. “Güneş Dil Teorisi” gibi bilim karşıtı, yer yer ırkçı-Turancı tezler bile üretildi. 1940’lı yıllarda gayri müslimlere “Vatandaş Türkçe Konuş”, 1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’ndeki politik Kürt tutuklulara “Türkçe Konuş, Çok Konuş” denildi. Bu konuda inanılmaz yasaklar üretildi. Kürtler kendi dillerini kullanmaktan çekinir, hatta korkar oldular; dilini konuştuğu için bir dolu insan eziyet çekti, işkence gördü. Sonuçta bu politika karşımıza silahlı bir Kürt isyanı çıkardı; bastırılan geri döndü. Kart-kurt hikâyesi geri tepti.
Lakin bu asimilasyonist politikanın eğitimde yeniden gözden geçirilip üyeliğine aday olduğumuz AB ülkelerinde en azından nasıl uygulandığını hiç olmasa bilmemiz gerekmez miydi? Bugün biz parlamentoda Kürtçe hitabı suçlarken, AB Parlamentosu’nda tüm Avrupa dilleri temsil hakkına sahiptir. Fransa Almanya’dan koparttığı Alsace-Lorraine’deki hiçbir yerleşim adını değiştirmezken biz çok çeşitli gerekçeler icat edip beğenmediğimiz yerleşim adlarını değiştirdiler.
Farklı dil ve lehçelerde TV ve radyo yayını hakkını verirken bir dolu kısıtlama getirdiler. Üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı bölümü açacağım derken en sonunda YÖK başkanı ağzıyla Kürtçe diye özgün bir dil olmadığını, aslında Kürtçenin kırma bir dil olduğunu öğrendiler. Üniversitelerde kendi dilinde eğitim görmek isteyen üniversiteli Kürt gençleri okuldan alıp hapse attık. Kürtçe özel dil kurslarının yaşatılması için AB üyesi ülkeler gibi destekleyeceğimize bu kursların parasızlıktan kapatılmasını seyrettik. Küresel iletişim ve internet çağında sakıncalı harfler (Q,W, X) yarattık. Çocuğuna Kürtçe isim koyanları mahkemelere verdiler ya da nüfus müdürlüklerinden geri çevirdiler. Çokdilli belediyeciliğin bölgede sorun çözen yapısını görüp bundan yararlanmak yerine bir terör örgütü politikası diye bu uygulamaya son verdiler, başkanını görevinden aldılar.
En önemlisi de “Tek Dil”de ısrar ettiler ki, bu da Necmiye Alpay’ın dediği gibi, “Tek dil, asimilasyonda ısrardır.”
Nihayet T.“C”nin tarihsel pratiğinin bugündeki sürdürücüsü de AKP’dir…
AKP DİYOR Kİ!
W. Goethe’nin, “Karşı gelip tartışanlar bir ara şunu düşünmeli: Her dil herkes için ‘anlaşılır’ değildir,”[4] sözü; AKP’nin anadilde eğitim konusundaki tavrını anlatır sanki…
Örneğin ‘Die Zeit’e konuşan Başbakan, anadilin önemine dikkat çekerek, “Niçin Almanya’da Türk kolejleri olmasın? İnsanlar önce kendi anadillerine, yani Türkçe’ye hâkim olmalı,” derken; yine aynı “zatı muhterem” yani Recep Tayyip Erdoğan, anadilde eğitim isteklerine kesin bir dille karşı çıkmaktadır…
Örneğin Tayyip Erdoğan 1991 yılında yayınlanan ‘Kürt Raporu’nda, “Kürtçe kitle iletişim araçlarından yararlanılmalı,” gibi kocaman kocaman laflar ederken; Başbakanlığı döneminde statükocu söylemlere sarılarak, T.“C”nin tarihsel pratiğinin bugündeki sürdürücülüğüne soyunmuştur…
Anayasa paketiyle “büyük bir demokratikleşme adımı attığını”(?) savunan(!) AKP hükümeti anadilde eğitim konusunda 1982 Askerî Anayasa’nın öngördüğü maddeyi ısrarla savunarak, Anayasa’nın 42. maddesinde yer alan, “Türkçe’den başka hiçbir dil eğitim ve öğrenim kurumlarında Türk vatandaşlarının anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez,” ifadelerin değiştirilmeyeceğinin altını özenle çizdi…
Erdoğan’ın ağzından, “Hayır arkadaş, Kürtçe eğitim dili olamaz! Biz ne dedik? Tek millet dedik, tek bayrak dedik, tek vatan dedik, tek devlet dedik. Buna karşı çıktılar. Buna karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin,” diye haykırdı…
SOMUTUN YANSIMALARI
Oysa coğrafyamızdaki somutun yansımaları hiç de Erdoğan’ın sürdürücüsü olduğu T.“C”nin tarihsel pratiğinin “varsaydığı” üzere değil; aksine ve tam da W. Goethe’nin, “Yabancı dilde yazan ya da şiir söyleyen, yabancı evde oturan gibidir,” sözlerindeki gibiydi…
İşte somutun yansımalarından veriler…
Yılmaz Güneş, yaklaşık 35 yıl önce Erzurum’un Ulucanlar Köyü’nde okula başladığında ‘İki Dil Bir Bavul’ filminin öğrencilerinden biri gibiydi. Çocukların Kürtçe konuştuğu, öğretmenin Türkçe ders anlattığı bir sınıfta eğitim aldı. Tek kelimesini bile anlamadıkları bir dilde duyduklarını anlamlandıramıyorlardı. Öğretmen ise boş sınıfa ders anlatır gibiydi…
Öğretmen soruyor: “Senin adın Zülküf mü?” Cevap yok. Öğretmen resimdeki arıyı göstererek soruyor “Bu ne?” Yine cevap yok. Sorduğu hiçbir sorunun karşılığı yok. Çünkü ne öğrenciler öğretmenin dilinden anlıyor, ne öğretmen onların dilinden. Şanlıurfa Siverek’e bağlı Demirci Köyü’ne atanmış Denizlili genç öğretmen Emre Aydın, Güneydoğu’ya giden öğretmenlerin dil sorunu karşısında yaşadığı çaresizliğin en somut örneklerinden biriydi. Türk bir öğretmenin Kürt köyünde geçirdiği bir yılı anlatan ‘İki Dil Bir Bavul’ filmiyle Emre öğretmenin ve öğrencilerinin yaşadığı sorunları yüz binlerce kişi izledi.
Filmin çekim tarihinin üstünden üç yıl geçti. Ancak manzara hiç değişmedi. Bu yıl Emre öğretmen köye veda edip Siverek merkezdeki bir okulda göreve başladı. Köy okulunun ise henüz öğretmeni yok. Genç öğretmen üç yıl önce yeni başladığında sınıftaki öğrencilerine soruyordu: “Anlamıyorsunuz di mi? Öyle gülüyorsunuz. Ben de sizi anlamıyorum zaten. Ne yapacağız?” Sorduğu sorunun hâlâ cevabı yok.
Hikâyenin devamında idealist bir öğretmenin başardıkları ve her öğretmen tayiniyle başa dönmek zorunda kalan çocukların dramı var. Emre öğretmenin anlattıkları bölgedeki dil sorununun boyutlarını ve fiziksel koşulların olumsuz etkisini sergiliyor:
“İlk sene sonunda 48 birinci sınıf öğrencimden 35’i okuma yazmaya geçti. Çocuklar ikinci sınıfa geçti ancak bu kez de anlama becerilerinin olmadığını fark ettim. ‘Araba’ diye yazabiliyorlardı, okuyabiliyorlardı. Ancak arabanın anlamını bilmiyorlardı. Bu kez de görsel olarak anlattım her şeyi. 3. sınıfa geçtiklerinde az çok diğer dersleri yapabiliyorlardı. Sınıfta muhabbet edebiliyorduk. İlk sene 123, ikinci sene 135, üçüncü sene 148 öğrencim vardı.”
Kürt illeri böyle de, başka yerler farklı mı? Asla!
Örneğin Dolapdere’nin sokaklarında çocukların Kürtçe oyun sesleri geliyor. Biraz önce çıktıkları okulda Türkçe konuşan öğretmeni “anlamadan” dinlemişler. Türkçeleri az, okulda yaşadıklarını Kürtçe anlatıyorlar: Soruyu bilsem de parmak kaldıramıyorum
“Sınıfta ben Kürtçe konuşuyordum, onlar Türkçe. Öğretmenin dilini anlamıyordum, başım ağrıyordu... Derste parmak kaldırmaya çekiniyordum, çünkü kendimi Türkçe ifade edemiyordum... Ben okulda iki şeyle mücadele ettim. Hem Türkçeyi az biliyordum, hem dersleri öğrenmem gerekiyordu. Ama çok çalıştım...”
“Tuvalete gidecektim, öğretmene söyleyemedim...” diyor çocuklar... Ve… Somutta durum bu; böyle!
KÜRTÇE
Türkiye’de Kürt sorunu, sadece bir dil sorunu değil. Ama dil, bu sorunun kendini açık ve en güçlü biçimde ifade ettiği alan. Cumhuriyet sonrasında Kürtlerin bir kısmının günlük hayatta kullandığı ama resmen “yok dil” konumunda olan Kürtçe, 1980 askerî darbesi sonrasında 10 yıla yakın bir süre, günlük yaşamda bile kullanılması “yasak dil” oldu. Daha önce kamu alanında görülmesi yasak olan bu dilin sokakta konuşulması bile yasaklandı.
Ancak Harold Pinter’in, ‘Dağlı Dili’ (1998) isimli oyununda, “Dinleyin şimdi. Siz dağlısınız. Duyuyor musunuz? Diliniz öldü. Yasaklandı. Dağlı dilinizi burada kullanamazsınız. Kendi dilinizi kocalarınızla konuşamazsınız. Yasak. Anladınız mı? Konuşamazsınız. Kanuna aykırı. Sadece başkentin dilini konuşabilirsiniz. Burada izin verilen tek dil o. Dağlı dilinizi burada konuşmaya kalkarsanız çok fena cezalandırılırsınız. Bu askerî bir emir... Kanun bu. Diliniz yasak. Ölü: Kimsenin sizin dilinizi konuşmasına izin yok. Sizin diliniz artık yok,” diye betimlediği tablodaki zorbalığa rağmen Kürtçe yaşıyor kararlılıkla…
Nihayet Mardin Artuklu Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Selim Temo’nun deyiyle, “Kürdoloji alanı, kamuoyunun bildiği ya da özellikle emekli vali ve askerler ile alanında yükselmek için “bilimsel sabırları” olmayan akademisyenlerin dehşet verici bir bilim dışılıkla lanse ettiklerinin aksine, son derece geniş bir alan”ken; üstünde kurulan yüz yıllık baskıdan kurtulmaya çalışan Kürtçenin… konuşma dili olarak yaygınlığı yanında yazı dili olarak yaşadığı kısıtları çözmek, üstelik içeride çözülmesi gereken, en önemli sorunlar arasında yer almalıdır.
ANADİLDE EĞİTİM HAKKI
Tam da bunun için Kürtçe için anadilde eğitim hakkı vazgeçilemezdir!
Raymond de Saint Laurent, “Ana dilinizin bütün kelimelerini öğreniniz, göreceksiniz ki, ifade kabiliyetiniz fevkâlâde artacaktır,” derken çocukların anadillerindeki gelişim düzeyi, ikinci bir dilin gelişiminin de temel belirleyenidir ki; Goethe bu konuda şöyle der: “Yalnızca bir dil bilen aslında o dili de bilmiyordur.” Anadilinin yüreklendirilmesi, yalnızca çocuğun dilini değil, topluluk içindeki kimliğini/ kişiliğini de geliştirir; çocuğun dilinin reddi, kendisinin de reddidir...
Gerçekten de Eğitim Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç’ın, “Türkiye nüfusunun yüzde 17’si Türkçenin yanı sıra çeşitli dillere sahip. Kuşaktan kuşağa ciddi bir dil kaybı yaşanıyor. Başka bir ifadeyle, kuşaklar arasında anadilini kullanma oranı düşüyor. Ana-babaların yüzde 20.4 oranında anadillerini sürdürmelerine karşın mevcut nüfusun yüzde 16.9’u anadilini sürdürüyor. Araştırmamız, toplumumuzun anadilinde eğitime genel olarak olumsuz bakmadığını gösteriyor,” dediği tabloda bir dilin ancak kamusal alanda kullanıldığı zaman ayakta kalabileceğini belirten Yard. Doç. Dr. Ersin Erkan, “Anadilde eğitim verilmesi gereken bir haktır. Bir dil insanın varlık gerekçesidir. Her insan evini nasıl döşeyeceğine, nasıl dizayn edeceğine kendisi karar verme hakkına sahipse, dille ilgili olan tasarruf hakkına da her topluluk ve kişi kendisi karar verebilmelidir,” diyor…
Aslı sorulursa eğitimden söz ederken, aslında nasıl bir toplum yaratmak istediğimizi konuşuyoruz. Ana dilde eğitim tartışmasının altında yatan da toplumun geleceğine ilişkin düşlerimiz. Türkiye gibi kültürel çeşitlilik taşıyan bir ülkede, çeşitliliklerin ortadan kaldırıldığı, tek kültürlü, tek dilli, homojen, otoriter bir toplum mu istiyoruz, yoksa farklılıkların tanındığı, korunduğu, çoğulcu, demokratik bir toplum mu?
Konuya çocuğun çıkarları açısından bakabilmeliyiz. Ana dilde eğitim sorunu çocuğun eğitimi ile yakından ilgili. Çocuğun eğitim sistemi içinde marjinalize olması, sonradan toplum içinde de marjinalize olmasına yol açıyor.
UNESCO’nun “Herkes İçin Eğitim” programı çerçevesinde yayınladığı 2010 raporunda, çocuğun eğitim sistemi içinde marjinalize olmasına yol açan nedenlerin basında anadilinde eğitim görmemesi geliyor. Bu, yoksulluk ve toplumsal cinsiyette ayırım ile birleşince, eğitimde geri kalma riski büyüyor.
Raporun Türkiye ile ilgili istatistikleri çarpıcı. Buna göre, en yoksul hanelerden gelen Kürtçe konuşan kız çocuklarının yüzde 43’ü 2 yıldan az eğitim görüyor. Oysa Türkiye’de ortalama eğitim süresi 6 yıl.
Türkiye’nin en zengin yüzde 20’nin çocuklarının ortalama eğitim süresi 9.6 yıl. Yoksul ailelerin çocukları için bu ortalama 8.7. Yoksul Kürt erkek çocuklarında bu rakam 6.1 yıla iniyor. Yoksul Kürt kız çocuklarının ortalama eğitim süresi ise 3 yıl. Bu dünyanın en yoksul ülkelerinden Çad’daki ortalama ile aynı.
Anadilde eğitimden ne anlamalıyız? Her şeyden önce, Türkçe yerine başka bir dilde eğitim verilmesini anlamamalıyız. Devletin resmî dili Türkçe ve devlet Türkçeyi öğretmekle yükümlü... Ancak bunun yanında çocuğa anadilinde de eğitim verilebilir.
Bu böyleyken; “Anadilinde eğitim talebi, ulusal bir eğitim sistemi içinde yeniden ve farklı bir içerik ve biçimde düşünülemez mi? Düşünülebilir. Bunun en dikkate değer yöntemlerinden biri de, çiftdillilikdir,” diyen Gazi Üniversitesi’nden Doç. Dr. Kemal İnal, önemli bir gereksinimi dillendiriyor…
YASAKÇI -TOTALİTER- KORKU(LAR)
Fakat “önemli gereksinim”in, egemenler için bir önemi yok! Çünkü onlar yasakçı -totaliter- korkuların esiri…
Mesela “liberal” denen Cüneyt Ülsever’in satırlarında, “Anadilde eğitim müfredatta okutulan tüm derslerin (tarih, edebiyat, matematik vb.) anadilde okutulması anlamına gelir. İşte bu talep bölünmenin bizzat kendisidir. Zira, eğitim sadece dilin doğru öğrenilmesi, bazı bilgilerin kazanılması değildir. Eğitim aynı zamanda ortak kültürün, değerlerin, örflerin, inançların, ülkülerin, tasaların; kısacası bir toplumu bir arada tutan tüm öğelerin tartışıldığı ve hazmedildiği süreçtir… (…) Eğer, anadilde eğitim talebinde ısrar edilecekse, boşuna kaynak israfı yapmayalım, boşuna zaman kaybetmeyelim. Hemen bölünelim,” saptamalarını görürüz…
Tıpkı “ulusalcı” Özdemir İnce’nin, “1. Anadilde eğitim-öğretim hakkı üniter devletlerde mümkün değildir. 2. Anadili özgürce öğrenme hakkı: Bu hak Kopenhag kriterleri arasında bulunuyor. Bu nasıl gerçekleştirilip uygulanabilir. Çift dilli eğitim-öğretim bana fantezi gibi geliyor. Başlangıç olarak en basit ve en kabul edilebilir olanı: Seçmeli ders… Kürtlerin siyasal niyetini öğrenmek yukarıda açıkladığım iki haktan hangisini seçeceklerine bağlı,” saptamasındaki inkârcı dayatma gibi…
Ya akademi mi? Onlar da farksız!
Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dilbilimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. İclal Ergenç de, “Tüm müfredatın Kürtçe yapılması olmaz. Ulusal dil ortak dildir. Ortak dil resmî, hukuk kurumlarında, pek çok yerde kullanılan bir dildir. Türkçe’nin yanı sıra anadil eğitimi verilebilir. Bir dili öğretmek ayrı bir şey. Anadille de eğitim verilecekse bunun apayrı bir eğitimini almış kişiler vermeli. Enstitüler kurulup bu eğitimler verilmeli,” diyor! (Vah akademi vah!)
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
TESEV’nin hazırladığı ‘Kürt Sorunu’nun Çözümüne Doğru Anayasal ve Yasal Öneriler’ başlıklı rapora göre anadilde eğitim hakkı önündeki engel Anayasa’nın 42. maddesiyle sınırlı değil; Milli Eğitim Kanunu, Yabancı Dil Eğitim ve Öğretim Kanunu ile Harf Kanununda değişiklik yapılması gerekiyor.
Raporda ana dilde eğitim hakkının önünde Milli Eğitim Kanunu’nda da engeller bulunduğu ifade edildi: “Kanun’un okul öncesi eğitime ilişkin maddeleri, okul öncesinde Türkçenin yanı sıra Kürtçe eğitim veren anaokullarının açılmasını engellemektedir. Kanunun 20. maddesine göre, ‘çocukların Türkçeyi doğru ve güzel konuşmalarını sağlamak öngörmektedir.”
Rapora göre Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu da ana dilde eğitim hakkının önündeki önemli engellerden biri . Kanunun 2. Maddesinin ilk fıkrasında “Eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına Türkçeden başka hiçbir dil, ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” şeklinde düzenlediği belirtiliyor.
Raporda, Harf kanununa muhalefetten çok sayıda dava açıldığı da vurgulanılarak şöyle denildi: “Türkiye’de konuşulan Türkçe dışındaki birçok anadilde Türk alfabesinde bulunmayan q, w, x gibi harflerin bulunduğu göz önüne alındığında, Harf Kanunu’ndaki kısıtlama ile TCK’daki cezai yaptırımın ne derece ayrımcı olduğu, isim ve dil hakkını ne ölçüde kısıtladığı açıktır.”
Verili soruna ilişkin çözüm önerileri de, Kürt meselesine bakıştaki farklılık gibi çeşit çeşit…
Mesela “Resmî dil Türkçe olmak kaydıyla, Anayasa’nın 42. ve 66. maddelerinin değişmesi anadilde eğitim sorununu çözer,”[5] diyen liberallerden inkârcılara dek!
Öncelikle şunu belirtelim; Kürtçe konusunda inkârcılık ile palyatif öneri arasında esas itibariyle, özde, nihai kertede bir fark yok…
Mesela Eyüp Can, “Erdoğan ‘Kimse bizden resmî olarak anadilde eğitim beklemesin, Türkiye’nin resmî dili Türkçedir’ dedi.
Anadilde eğitim talep edenler Türkiye’nin resmî dili Kürtçe olsun demiyorlar ki. Türkçe resmî dil olarak kalmaya devam edecek. Fakat isteyen, okulda tıpkı İngilizce ya da Fransızca gibi seçmeli ders olarak Kürtçe alabilecek,” derken iki dilli eğitimin önünü keserek, Kürtçe’yi “tali” konuma mahkûm ediyor!
Oysa Almanya Potsdam Üniversitesi’nden Dilbilimci Christoph Schroeder’in ifade ettiği gibi, “Bütün çiftdilli eğitim modellerinin temelinde, çocuğun iki dilinin birden kabul edilmesi ve ikisinin de birbiriyle bağlantılı ve karşılaştırmalı olarak öğretilmesi ve geliştirilmesi ilkesi yatar. Bu ilkenin, Türkiye’de şu an tartışıldığı gibi, çiftdilli çocukların anadillerini temelde Türkçe tekdilli eğitim veren okullarda seçimlik ek dil dersleriyle geliştirmeleri yoluyla gerçekleştirilmesi pek mümkün değildir.”
Kaldı ki Kürtçe eğitim talebi, salt “siyaset”in gölgesinde tartışılmamalı; bunun bir de “pedagojik” boyutu var.
Bu konuda Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fatma Gök, “Kişinin anadilinde eğitim temel, doğal bir haktır. Eğitim hakkı bağlamından kavramsallaştırdığımızda, devletlerin, hükümetlerin herkese bu hakkı nitelikli olarak ve demokratik şekilde sunması lazım. Anadil, kişilerin dünyalarını ve kendilerini anlamlandırdıkları dil. Çocuklar birden bire başka bir dille karşılaşınca birçok travmatik durum karşımıza çıkıyor. İki dil resmî dil olabilir. Dünyanın pek çok yerinde iki resmî dili olan ülke var,” derken; neyin nasıl ve neden olduğunun altını çiziyor…
Bunun yanında “yöresel resmî dil” kavramı üzerine de çalışılması gerekiyor.
Dünyadaki değişik modelleri gözden geçirdiğimizde, bir ülkedeki farklı resmî dillerin her zaman eşit statüde olmadığını kolaylıkla görebiliyoruz. Örneğin “yöresel resmî dil” diye bir kavram var.
Belçika, İsviçre, Lüksemburg, İspanya, Kanada gibi “klasik örnekler”in dışında da birden fazla resmî dili olan birçok ülkenin olduğunu bu bağlamda hatırlamakta büyük yarar var. Örneğin İsrail’de üç resmî dil (İbranice, Arapça ve İngilizce) var.
Birden fazla resmî dili olan ülkeler arasında Norveç, Finlandiya, Beyaz Rusya gibi birçok örnek sayılabilir. Norveç’te üç farklı dil konuşulmasına rağmen bu dillerden sadece ikisi bütün ülke çapında resmî dil statüsünde. Güney Afrika’nın 11 resmî dili var.
Bu arada bir de topraklarının üzerinde konuşulan tüm dilleri “resmi dil” kabul eden Bolivya Anayasası örneğini[6] anımsamak ve anımsatma da çok önemlidir!
“SONUÇ YERİNE”: HATIRLATMA(LAR)
Amin Maalouf, ‘Ölümcül Kimlikler’ (2009) başlıklı çalışmasında, “Çağımızın en ağır basan özelliği, tüm insanları bir bakıma göçmen ya da azınlık hâline getirmek değil mi? Hepimiz köklerimizin dayandığı topraklara hiç benzemeyen bir evrende yaşamaya zorlanıyoruz; hepimiz başka diller, başka ağızlar, başka işaretler öğrenmek zorundayız-, hepimiz çocukluğumuzdan beri hayal ettiğimiz biçimiyle kimliğimizin tehdit altında olduğu izlenimine kapılıyoruz,” sözleriyle “modern (denilen) zamanlar”ın soru(n)larından birisini altını çizerken; buraya kadar irdelediğimiz konu bize Ferdinand de Saussure’in, “Dil... Ön yüzü düşünce, arka yüzü ses olan bir kâğıt parçasına benzetilebilir; arka yüzü kesmeye kalkarsanız ön yüzü de kesersiniz,” saptaması anımsatır…
Artık, hiçbir şey eskisi gibi olamaz; bir ufka varılmıştır; bu ufukta da “Geçmişe hâkim olması gereken gelecektir, geçip gitmiş şeyler karşısındaki tavrımızı düzenleyecek buyruğu ondan alırız...”[7]
21 Ekim 2010 12:20:01, Ankara.
N O T L A R
[*] Esmer, No: 66, 1 Kasım 2010…
[1] Octavio Paz.
[2] Dil konusunda bkz: Noam Chomsky, Doğa ve Dil Üzerine, çev: Ayşe Banu Karadağ, Sözcükler Yay., 2010; Christian Marazi, Sermaye ve Dil, çev: Ahmet Ergenç, Ayrıntı Yay., 2010.
[3] A. Hicri İzgören, “Anadilde Eğitim”, Günlük, 23 Eylül 2010, s.15.
[4] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.144.
[5] “İki Madde Sorunu Çözer”, Taraf, 4 Ekim 2010, s.13.
[6] “Örneğin Bolivya’nın resmi dillerinden Yaminawa’nın Peru, Brezilya ve Bolivya’da toplam 1000 kadar konuşmacısı vardır (http://www.native-languages.org/yaminawa.htm). Weenhayek dilini konuşan halkın toplam nüfusu ise, 2860 kişidir ve Bolivya ve Arjantin topraklarında yaşamaktadırlar (http://globalrecordings.net/ language/18296). Hayatta kalan Pacawara sayısı ise 11 (onbir) olarak kaydedilmektedir!” (Sibel Özbudun, “… ‘Eşitlik’ ile ‘Özgürlük’, ‘Sınıf’ ile ‘Kimlik’, ‘İktisat’ ile ‘Kültür’ Bağdaşabilir mi? Ya da Nasıl Bir Anayasa (Bolivya Anayasası Örneği), Birgün, 7 Ekim 2009; Birgün, 8 Ekim 2009.)
[7] Jose Ortega Y Gasset, Kitlelerin Ayaklanması, Çev: Neyyire Gül Işık, İş Bankası Kültür Yay., 2010.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder