30 Ocak 2012 Pazartesi
THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması
30 Ocak 2012 / No: 37
ÜLKE BÜYÜK BİR ZİNDAN
ZİNDAN İÇİNDE İSE ACIMISIZ BİR YAŞAM VAR
İktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektiği acılara karşı duyarlı olmak, bir vatandaşlık bilinci ve görevidir.
Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmak, özgürlük ve demokrasi için hayatı bir adımdır.
***
Ülkemiz siyasal sistemi üzerinde vatandaşın derinlemesine bir algı oluşturması çoğu zaman güç. Bu ülkede sistemin en büyük handikabı seçilmemişlerin, seçilmişler ve halk üzerinde, halkın iradesine rağmen edinmiş oldukları egemenlikle izah edilebilir. Sistem böylesine oligarşik bir yapıyı, 20. Yy başlarından itibaren başlayan imparatorluk yıkıntıları arasından çıkıp gelirken milyonlarca Km² den gerileyip bu günkü alana sıkışmanın verdiği tarihsel korkularla örmeye başladı.
II. Viyana kuşatmasından (1683) bu yana, devlet düzeyinde hiçbir savaşta başarı kazanamadan düştüğü hasta adam konumu, Sevr anlaşması ardından, ancak Lozan anlaşmasıyla koparılabilen “misak-i milli” sınırları içinde de farklı inanç, etnik yapı ve ilhak edilmiş komşu ülke topraklarının bulunması, Cumhuriyetin farklı planda kuruluş tezini oluşturuyordu. Ancak bu Cumhuriyet, genetik olarak Osmanlının devamıydı ve içindeki canavar koşullar olgunlaşınca beklemeksiniz kendini dışa vuruyordu. Cumhuriyetteki Osmanlı bu ülkenin karanlık akıl algılarıyla yönetilmesinin ideolojik zemini olduğu kadar, cumhuriyeti ileri bir demokrasiye götürmenin de önünde en büyük engeldi; tipik bir yol kesen eşkıya gibiydi.
Osmanlının son kesitinde, pan-İslamlıktan, Turancılığa oradan da ulus devlete geçişte aynı kadroların bu ters yönelimlerin öncüsü olması, bu ülkenin kederinde halk iradesini ötekileştirmenin dinamiğini oluşturmuştur. Cumhuriyetin kirli tarihinde bunun akıl almaz bir kumpas olarak işlev gördüğünü anlamak için özel bir çabaya gerek yoktur.
Özür dilemenin tekrarı bitmez, bu günden yarına gösterdiği inatçı süreklilik,, bu ülkede devamlı yapılan bir üretimdir. Bu bir vahşet seremonisidir. Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamları, hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermeni kıyımı (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakı (23 Haziran 1939), Faşizan Varlık Vergisi mağduriyeti (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbeleri, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamları ve daha niceleri, devletin boynuna alameti farkadır. “Özür dilemek” bu ağır bilanço altında, “özrü kabahatinden büyük” bir cürümdür.
Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu, ama öyle olmadığı görüldü. Bunun da ötesi, sivil diktatörlük hezeyanı içinde iktidarı tekelleştirenler, yeni-Osmanlıcılıkla, yeni tahribatlar örmekte oldukları görüldü. Bu ise, ülkemiz halklarını, tarihsel ağır bilançolarla yüz yüze bırakan birer tehlike işaretidir; “Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan dış politika, iç politikanın kıyım denklemleri üzerinde kurulmuş olmasının başka bir sonuç üretmesi zaten mümkün değildi. Bunun ilk meyvesi “sıfır sorun” yerine çok sorunlu komşuluk ilişkisine dönüşmüştür. Haklı hiçbir gerekçe olmamasına, akılla kabul edilebilir bir nedeni olmaksızın, komşularımızla savaş konumuna sürüklenişimiz bunu anlatmaya yeterlidir. Bunun da ötesinde, komşu ülkelerde iç savaş kışkırtıcılığı yaparak, eli kanlı şebekelere sağlanan lojistik desteklerle ortak olmak ise, işini bir başka boyutudur. Barış ve birlikte paylaşım ilesi üzerinden geliştirilmesi gereken komşuluk ilişkisini ortaçağ kurallarıyla sürdürmeye çalışmanın maliyetini, kuşaklar boyu ödemek zorunda kalacağımız bilinmelidir.
Ülkemizin bu tarihsel verileri üzerinde, üç askeri darbenin hukuk dışı bir sistem kurmasının kaçınılmaz sonucu, atanmışların seçilmişler üzerinde ve halkın iradesi üzerinde ipotek koymasıyla sonuçlanmıştır. Bu gün 43 farklı üst kurulla ülkemiz halklarının siyasal iradesi bir yol kesme, bir barikat oluşturuldu;Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Askeri Yargıtay, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi gibi kurumlar oligarşinin sac ayakları olarak topluma dayatılmıştır. Toplumun gelişmesi önünde bu kurumlar bir barikat gibidir.
Ayrıca bu barikatlarda kıran kırana iktidar mücadelesi yürür durur. Bu paylaşım kavgasının sonuncusu ise Erdoğan iktidarı ile öncekiler arasında yürütüldü. Oligarşiyi oluşturan bu yüksek kurul manzumesini ele geçirip üstünlük sağlamak üzere, Ergenekon diye eski derin devlete karşı Fethullahçı Cemaatin imamlar ordusuyla Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairse Başkanlığından itibaren başlayan yeni derin devlet organize edildi. Paylaşım savaşı yüksek kurulların ele geçirilmesi üzerine yürüdü. Zira bu kurumlar iktidar olma kapılarını açıyordu. Seçimlerde beliren halkın iradesi ise, bu paylaşım kavgasının ikinci derecede yakıtı olmanın ötesinde değildi. Bu süreçte devam eden faşizan baskılar, yapılandırılmak istenen sivil diktatörlüğün köşe taşlarını oluşturdu.
Tarihsel ilerleme mantığı kıstaslarıyla, gittikçe açılan, derinliği ve genişliğiyle halkın katılımcı demokrasi yolunda özgürleşmesini sağlayan bir yönelim yerine, tersi yapıldı. Cumhuriyet, ilk andan itibaren içinde taşıdığı Osmanlı aklı virüsünün ağır baskısı altında, ilerlemek yerine karanlıklara daldı, iç bükey bir çürümeyle dinamiklerini yitirdi. Sonunda da halkın iradesini hiçe sayan, öteleyen mekanizmalar, yasa ve kurumlar tekelci faşizan bir sivil diktatörlüğün kapılarını açmış oldu.
Bu sürecin, cehennemi unsurlarından biri, suç ve ceza dengesini bozmaktı. Bunu yaptılar. Şüphe, kaygı, gibi elastiki söylemlerle herkesi, ilgili ilgisiz her konuda tutuklanıp işkence, zindan, mahkeme denkleminde ezilmesine kapı araladılar. Bunu da “hukuk” diye topluma dayattılar. Bitip tükenmez mahkeme üzerine mahkemelerle, uzun tutukluluk halleriyle, ölümcül hastalıklarda bile zindan içinde zindan yaşatarak sindirmeyi iktidarlarının var oluş koşulu yaptılar. Baskılardan nasibini en çok alanlar da gazeteciler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar öğrenciler ve düşünce adına en küçük üretim etkinliği olan toplumun zinde güçleri oldu. Bir sindirme, refleksleri olmayan, bu yöndeki duyargalarını yitirmiş, iktidarın kurgular alemi Medyasının, sersemletici tokatları altında bağışıklık sistemini yitirmiş bir toplum yaratmaya yöneldiler. İşte zindanlar da bu sürecin bir halkası olarak biçimlendirilip oturtulmaya çalışıldı. Önce devrimcilere yöneldiler, halkın çıkarlarını en çok onlar öz veriyle savunuyordu. Sonra sırasıyla, en ılımlı olanlara kadar ulaştılar. Farklı olan herkes “gayri meşru” ilan edilir hale geldi. Söz söyleyene, yazı yazana, itiraz edene zindanları gösterildi. Kamuoyunun askeri darbecilere duyduğu haklı tepkileri istismar edilerek, adaleti kuşkulu tasfiyelere yöneldiler; böylece ülke büyük bir zindana, cezaevleri ise zindan içinde zindan haline gelmiş oldu.
Halkımıza çağrımız da burada anlam bulmaktadır; iktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektikleri acılara karşı duyarlı olmak bir vatandaşlık bilinci ve görevidir. Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmaktır. Halkımızı duyarlı ve ilgili olmaya çağırıyoruz.
Zindanlarda, gözlerden uzak çekilen acıların, bir insanlık sorunu, insan olma onur ve erdem sorunudur. Çağrımız buna duyarlılık içindir. Zindan denilen ölüm denklemlerinde, hayvanların bile katlanamayacağı dayatmalar, bu devletin ayıbıdır. Buna sesiz kalınamaz; tecrit, taciz, tedavi olanaklarının kısıtlanması, haksız sevkler, bitip tükenmez arama-tarama baskıları, görüş yasakları idari cezalarla sindirme çabaları, azaba dönüşen avukat görüşmeleri, ölümcül hastalık hallerinde ölüme terk ediliş. Bu ve bunlara eklenecek onlarca baskı unsurunun dayatıldığı zindanlar, bir ölüm dehlizi haline gelmiştir; Ülkemizde zindanların bu günü, faşizan sivil diktatörlüğün sindirme araçları konumundadır. Bu konuda Kürt halk lideri Öcalan’a dayatılan tecrit, bu tablonun hangi insanlık dışı konumda olunduğuna önemli bir göstergedir.
Boş çuval dik durmaz. Dik durmak için orijinal olmak dolu olmak gerek. Oysa iktidarların tekrarla yaptığı içimizi boşaltarak, bizi boş çuval gibi yere sermektir. Bunun bir yolunu da zindanlara doldurarak adalet algılarımızı kirletmeye çalışarak yapmaktadır. Buna karşı bir refleks geliştirmekle yükümlüyüz.
Kendilerini iç zindanlarında esir edenlerin ise, dışta olan zindanları ve yaşanan acıları anlaması mümkün değildir. Çağrımız, kendi zindanlarımıza ve başkasına dayatılan zindan acılarına son verme çağrısıdır. Bu nedenle duyarlı olmaya ve etkin olmaya davettir.
THKP-C (Acilciler)
30 Ocak 2012
30 Ocak 2012 / No: 37
ÜLKE BÜYÜK BİR ZİNDAN
ZİNDAN İÇİNDE İSE ACIMISIZ BİR YAŞAM VAR
İktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektiği acılara karşı duyarlı olmak, bir vatandaşlık bilinci ve görevidir.
Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmak, özgürlük ve demokrasi için hayatı bir adımdır.
***
Ülkemiz siyasal sistemi üzerinde vatandaşın derinlemesine bir algı oluşturması çoğu zaman güç. Bu ülkede sistemin en büyük handikabı seçilmemişlerin, seçilmişler ve halk üzerinde, halkın iradesine rağmen edinmiş oldukları egemenlikle izah edilebilir. Sistem böylesine oligarşik bir yapıyı, 20. Yy başlarından itibaren başlayan imparatorluk yıkıntıları arasından çıkıp gelirken milyonlarca Km² den gerileyip bu günkü alana sıkışmanın verdiği tarihsel korkularla örmeye başladı.
II. Viyana kuşatmasından (1683) bu yana, devlet düzeyinde hiçbir savaşta başarı kazanamadan düştüğü hasta adam konumu, Sevr anlaşması ardından, ancak Lozan anlaşmasıyla koparılabilen “misak-i milli” sınırları içinde de farklı inanç, etnik yapı ve ilhak edilmiş komşu ülke topraklarının bulunması, Cumhuriyetin farklı planda kuruluş tezini oluşturuyordu. Ancak bu Cumhuriyet, genetik olarak Osmanlının devamıydı ve içindeki canavar koşullar olgunlaşınca beklemeksiniz kendini dışa vuruyordu. Cumhuriyetteki Osmanlı bu ülkenin karanlık akıl algılarıyla yönetilmesinin ideolojik zemini olduğu kadar, cumhuriyeti ileri bir demokrasiye götürmenin de önünde en büyük engeldi; tipik bir yol kesen eşkıya gibiydi.
Osmanlının son kesitinde, pan-İslamlıktan, Turancılığa oradan da ulus devlete geçişte aynı kadroların bu ters yönelimlerin öncüsü olması, bu ülkenin kederinde halk iradesini ötekileştirmenin dinamiğini oluşturmuştur. Cumhuriyetin kirli tarihinde bunun akıl almaz bir kumpas olarak işlev gördüğünü anlamak için özel bir çabaya gerek yoktur.
Özür dilemenin tekrarı bitmez, bu günden yarına gösterdiği inatçı süreklilik,, bu ülkede devamlı yapılan bir üretimdir. Bu bir vahşet seremonisidir. Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamları, hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermeni kıyımı (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakı (23 Haziran 1939), Faşizan Varlık Vergisi mağduriyeti (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbeleri, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamları ve daha niceleri, devletin boynuna alameti farkadır. “Özür dilemek” bu ağır bilanço altında, “özrü kabahatinden büyük” bir cürümdür.
Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu, ama öyle olmadığı görüldü. Bunun da ötesi, sivil diktatörlük hezeyanı içinde iktidarı tekelleştirenler, yeni-Osmanlıcılıkla, yeni tahribatlar örmekte oldukları görüldü. Bu ise, ülkemiz halklarını, tarihsel ağır bilançolarla yüz yüze bırakan birer tehlike işaretidir; “Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan dış politika, iç politikanın kıyım denklemleri üzerinde kurulmuş olmasının başka bir sonuç üretmesi zaten mümkün değildi. Bunun ilk meyvesi “sıfır sorun” yerine çok sorunlu komşuluk ilişkisine dönüşmüştür. Haklı hiçbir gerekçe olmamasına, akılla kabul edilebilir bir nedeni olmaksızın, komşularımızla savaş konumuna sürüklenişimiz bunu anlatmaya yeterlidir. Bunun da ötesinde, komşu ülkelerde iç savaş kışkırtıcılığı yaparak, eli kanlı şebekelere sağlanan lojistik desteklerle ortak olmak ise, işini bir başka boyutudur. Barış ve birlikte paylaşım ilesi üzerinden geliştirilmesi gereken komşuluk ilişkisini ortaçağ kurallarıyla sürdürmeye çalışmanın maliyetini, kuşaklar boyu ödemek zorunda kalacağımız bilinmelidir.
Ülkemizin bu tarihsel verileri üzerinde, üç askeri darbenin hukuk dışı bir sistem kurmasının kaçınılmaz sonucu, atanmışların seçilmişler üzerinde ve halkın iradesi üzerinde ipotek koymasıyla sonuçlanmıştır. Bu gün 43 farklı üst kurulla ülkemiz halklarının siyasal iradesi bir yol kesme, bir barikat oluşturuldu;Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Askeri Yargıtay, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi gibi kurumlar oligarşinin sac ayakları olarak topluma dayatılmıştır. Toplumun gelişmesi önünde bu kurumlar bir barikat gibidir.
Ayrıca bu barikatlarda kıran kırana iktidar mücadelesi yürür durur. Bu paylaşım kavgasının sonuncusu ise Erdoğan iktidarı ile öncekiler arasında yürütüldü. Oligarşiyi oluşturan bu yüksek kurul manzumesini ele geçirip üstünlük sağlamak üzere, Ergenekon diye eski derin devlete karşı Fethullahçı Cemaatin imamlar ordusuyla Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairse Başkanlığından itibaren başlayan yeni derin devlet organize edildi. Paylaşım savaşı yüksek kurulların ele geçirilmesi üzerine yürüdü. Zira bu kurumlar iktidar olma kapılarını açıyordu. Seçimlerde beliren halkın iradesi ise, bu paylaşım kavgasının ikinci derecede yakıtı olmanın ötesinde değildi. Bu süreçte devam eden faşizan baskılar, yapılandırılmak istenen sivil diktatörlüğün köşe taşlarını oluşturdu.
Tarihsel ilerleme mantığı kıstaslarıyla, gittikçe açılan, derinliği ve genişliğiyle halkın katılımcı demokrasi yolunda özgürleşmesini sağlayan bir yönelim yerine, tersi yapıldı. Cumhuriyet, ilk andan itibaren içinde taşıdığı Osmanlı aklı virüsünün ağır baskısı altında, ilerlemek yerine karanlıklara daldı, iç bükey bir çürümeyle dinamiklerini yitirdi. Sonunda da halkın iradesini hiçe sayan, öteleyen mekanizmalar, yasa ve kurumlar tekelci faşizan bir sivil diktatörlüğün kapılarını açmış oldu.
Bu sürecin, cehennemi unsurlarından biri, suç ve ceza dengesini bozmaktı. Bunu yaptılar. Şüphe, kaygı, gibi elastiki söylemlerle herkesi, ilgili ilgisiz her konuda tutuklanıp işkence, zindan, mahkeme denkleminde ezilmesine kapı araladılar. Bunu da “hukuk” diye topluma dayattılar. Bitip tükenmez mahkeme üzerine mahkemelerle, uzun tutukluluk halleriyle, ölümcül hastalıklarda bile zindan içinde zindan yaşatarak sindirmeyi iktidarlarının var oluş koşulu yaptılar. Baskılardan nasibini en çok alanlar da gazeteciler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar öğrenciler ve düşünce adına en küçük üretim etkinliği olan toplumun zinde güçleri oldu. Bir sindirme, refleksleri olmayan, bu yöndeki duyargalarını yitirmiş, iktidarın kurgular alemi Medyasının, sersemletici tokatları altında bağışıklık sistemini yitirmiş bir toplum yaratmaya yöneldiler. İşte zindanlar da bu sürecin bir halkası olarak biçimlendirilip oturtulmaya çalışıldı. Önce devrimcilere yöneldiler, halkın çıkarlarını en çok onlar öz veriyle savunuyordu. Sonra sırasıyla, en ılımlı olanlara kadar ulaştılar. Farklı olan herkes “gayri meşru” ilan edilir hale geldi. Söz söyleyene, yazı yazana, itiraz edene zindanları gösterildi. Kamuoyunun askeri darbecilere duyduğu haklı tepkileri istismar edilerek, adaleti kuşkulu tasfiyelere yöneldiler; böylece ülke büyük bir zindana, cezaevleri ise zindan içinde zindan haline gelmiş oldu.
Halkımıza çağrımız da burada anlam bulmaktadır; iktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektikleri acılara karşı duyarlı olmak bir vatandaşlık bilinci ve görevidir. Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmaktır. Halkımızı duyarlı ve ilgili olmaya çağırıyoruz.
Zindanlarda, gözlerden uzak çekilen acıların, bir insanlık sorunu, insan olma onur ve erdem sorunudur. Çağrımız buna duyarlılık içindir. Zindan denilen ölüm denklemlerinde, hayvanların bile katlanamayacağı dayatmalar, bu devletin ayıbıdır. Buna sesiz kalınamaz; tecrit, taciz, tedavi olanaklarının kısıtlanması, haksız sevkler, bitip tükenmez arama-tarama baskıları, görüş yasakları idari cezalarla sindirme çabaları, azaba dönüşen avukat görüşmeleri, ölümcül hastalık hallerinde ölüme terk ediliş. Bu ve bunlara eklenecek onlarca baskı unsurunun dayatıldığı zindanlar, bir ölüm dehlizi haline gelmiştir; Ülkemizde zindanların bu günü, faşizan sivil diktatörlüğün sindirme araçları konumundadır. Bu konuda Kürt halk lideri Öcalan’a dayatılan tecrit, bu tablonun hangi insanlık dışı konumda olunduğuna önemli bir göstergedir.
Boş çuval dik durmaz. Dik durmak için orijinal olmak dolu olmak gerek. Oysa iktidarların tekrarla yaptığı içimizi boşaltarak, bizi boş çuval gibi yere sermektir. Bunun bir yolunu da zindanlara doldurarak adalet algılarımızı kirletmeye çalışarak yapmaktadır. Buna karşı bir refleks geliştirmekle yükümlüyüz.
Kendilerini iç zindanlarında esir edenlerin ise, dışta olan zindanları ve yaşanan acıları anlaması mümkün değildir. Çağrımız, kendi zindanlarımıza ve başkasına dayatılan zindan acılarına son verme çağrısıdır. Bu nedenle duyarlı olmaya ve etkin olmaya davettir.
THKP-C (Acilciler)
30 Ocak 2012
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder