2 Ocak 2012 Pazartesi
SURİYE’de ALTBENLİK MÜCADELESİ
Mihrac Ural – 27 Aralık 2011
Bu makalenin konusu Suriye’de kışkırtılmak istenen Alevi-Sünni çatışmasıyla ilgilidir. Sonuçta mezhep bilinçaltının, ortak vatan bilinçaltı tarafından hezimete uğratılmasını konu edinecektir. Bu konu ülkemizi de yakından ilgilendirmektedir.
Önce, şu haberi okuyun. Güler misiniz? Ağlar mısınız? Komşumuza bunca haksız tutum takınıp, elleri gençlerinin kanına bulanmışken "Türk Dışişleri Bakanlığı, Suriye'nin başkenti Şam'da dün iki istihbarat binasını hedef alan intihar saldırılarını kınadı.” Demenin bir kıymeti itibarı olur mu? Birlikte düşünelim. Haber kaynağı (http://www.haberturk.com/dunya/haber/700034-o-internet-sitesi-sahte)
Hani derler ya "katalu ve hamal bi cenaztu" ( katil, üstelik cenazeyi taşıyor) o misal...."Startejik derinlik" ve onun yarım akıl "komşularla sıfır sorun" tezleri iflas ettikçe, komşumuza yönelik yaptırımlar dönüp sile tokat suratlarını şişirdiği görülmüştür. Suriye’ye uygulanan yaptırımlar son iki ayda 8 milyar dolar zarara yol açmakla kalmamış, katlanarak etkisini sürdüren ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi sonuçlar yaratmaya başlamıştır. Hesapsız kararlar sahibine yıkıcı etkilerle dönmüştür. Bununda ötesinde Arap Birliği örgütü üyesi Araplar, kendi aralarındaki sorunlarında bir biçimde çıkış kanalları yaratarak barışma ihtimali olmasına karşın, aralarında ayrık otu olarak gördükleri Türkiye’nin yüzkarasıyla çıkması büyük bir ihtimal olarak belirmektedir.
Şam’da el Kaide- Müslüman kardeşler örgütünün yaptığı intihar eylemlerindeki vahşet tablosu, esasında Türkiye’nin uzun zamandan beri izlediği yıkıcı kanlı politikanın da bir unsuru olarak görülmelidir. Birbirinden bağımsız olmayan bu gelişmeler, göstermelik taziye mesajlarıyla üstü örtülmeyecek kadar derin yaraları temsil etmektedir. Ancak oyun bitmiştir. Erdoğan iktidarının Komşumuz Suriye üzerine on yıldır sürdürdüğü ve bir anda açık çehresiyle ortaya çıktığı kanlı oyunu teşhir olmuştur. Suriye halkı bu gerçeğin dehşetiyle, haklı bir refleks hali içindedir; Türkiye ihaneti, Osmanlının 400 yıllık zulmüne eşdeğer görülmüştür. Bu acı iz nasıl silinir bu günün konusu değildir. Ancak Şam’da maruz kalınan kanlı intihar saldırısının katlettiği 44 can ve yaraladığı 185 kişinin acısını istismardan başka bir anlama gelmeyen Türkiye Dışişleri bakanlığının taziyesi çirkin bir aldatmaca olarak görülmesi hiçte yanlış değildir. Komşu ülkenin yaşadığı bu kanlı kıyıma karşı, Cumhurbaşkanı ya da Başbakan olarak da değil de Dışişleri Bakanlığı adına bir sözcünün tazeyi ilanı yapması, utanılacak bir aymazlıktır. Suriye halkı bunu şu sözlerle karşıladı; “bu kötü devran bu gün bana, ama bir başka gün de sana dönecektir”
Hiç bir neden yokken, önceden planlanmış olduğu açık olan bir komployla, eli kanlı Müslüman Kardeşler şebekesine askeri, mali, teknik ve yönetici ( Yakalanan 42 MİT subayı dahil) destek sağlayarak, insanlık dışı katliamlarla eli kanlı hale gelen Erdoğan yönetimi, esasında komşuluk ilişkilerinde, sıradan bir emperyalist kukla refleksiyle hareket etmiştir. Türkiye halklarının iradesini de çiğneyen bu düşman politika, onurlu Suriye halkı tarafından daha çok manevi bir acı olarak hissedilmiştir.
Suriye bunu asla hak etmemişti. Yüz yıldır uzak kaldığı Ortadoğu siyasal ortamı ve çok yönlü ilişkilerini Türkiye’ye kendi elleriyle açan Suriye, hak etmediği bir ihanetle karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’yi bu ihanete götüren en gerçekçi tarihi neden, Türkiye’nin kimliksiz bir ülke olmasıdır. Kendi iç bütünlüğü, inançsal ve etnik dokusu bütünsel bir birlik arz etmemiş haliyle Türkiye, Osmanlıdan çıkıp geldiği kimliksizliğini sürdürmeye devam etmektedir. Bu durumu, kimi zaman, NATO uşaklığında anlam bulan tetikçiliğiyle, kimi zaman Avrupa kapılarında kölece bekleyişiyle çoğu zaman Bölgede Amerika’nın maşası askeri eğilimleriyle, ülke içinde kendi vatandaşına en kirli savaşları dayatarak yaşam sürdürebileceğini sanısında olmuştur. Bu tarz bir yaşamın ise, olmayan bir alt benlik ortamında, tarihsel örnekte yaşanan Sevr anlaşması sendromunu gerçek kılacak birçok gelişmeyi tetikleyeceğini belirtmek yanlış olmayacaktır. Uluslaşma sürecini ancak 20.yy başlarında başlatabilmiş olan bir ülkenin, hükümranlık alanları içindeki farklılıkları tarihsel süreçte özümseyememiş olması bu kimliksizliğin kaosudur. Bu ise, farklılıkları artan ölçüde merkez dışına çıkan özgürlük arayışlarına haklı olarak götürürken, birleştirici demokratik açılım dinamiklerinin de kısırlığını sergilemektedir; 135 yıldır bir sivil anayasa bile yapamamış olan Türkiye’de demokrasinin zerresinden söz etmek abes ve ahlaksızca bir yaklaşımdır, kendini aldatmaktır.
İşte böylesi bir ülke ve böylesi bir iktidarın komşularına ihanet etmeden durması, zaten düşünülmesi mümkün olmayan bir vakıadır. İhanet, tarihsiz, kimliksiz ülkelerin kaderidir. Türkiye, kimliksizliğiyle sadece emperyalist güçlerin kuklası olma konumundadır, gerisi her ilişki ihaneti seremonisine bir zemindir.
Suriye bu tür komplolara ve ihanetlere şerbetli bir ülkedir. Bu ülke üzerine yönelen ihanetler, en çok farklılıklarını birbirine düşürmek üzerine kurgulanmıştır. Kimi zaman etnik, kimi zaman inançsal açıdan yapılan kışkırtmalar her zaman iflasla sonuçlanmıştır. İhanetleri, kışkırtmaları aşan bu başarının kaynağı, Suriyeli olma bilincinin, vatan kimliği etrafında oturmuş tarihi algıların köklü olmasıdır. “TARİHSİZ ÜLKELER” başlıklı makalemde üzerinde durduğum bu konu, ülkelerin tarihli olması ile olmaması arasındaki farkı, tarihsiz ülkelerin her güç odağı karşısında kukla roller içinde olması ve tarihli ülkelere karşı kirli süreçlere sürüklenebildiklerini izah etmeye çalıştım. Bunu aynıyla kimliksiz ülkeler içinde tekrar etmek yanlış olmayacaktır. Türkiye bir kimliksiz ülkedir. Bu kimliksizliğin kaçınılmaz sürüklenişi ise, süper güçlerin çıkarlarına bir araç olmayı getirmektedir. Türkiye Suriye ilişkilerinin en doğru şekilde kavranmasının yolu da bu verilerde yatmaktadır. Kimliksizlerin kimlikli ülkelere vatanlara karşı dış güçlerle saldırısıdır demek yanlış olmayacaktır. Bu belirleme, İsrail’in bölgedeki rolü kadar, İran-Suriye gibi kimlikli ülkelere Türkiye gibi kimliksiz, Katar, Körfez Emirlikleri, Suudi-Arabistan gibi tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin tutumunu izah eder.
Suriye, 7000 yıllık tarihiyle vatanseverlik dokusu, farklılığının genlerine kadar işlemiştir; bu toprakların adı Suriye, bir ırk adı değil, bir millet adı değil bir vatan adıdır, bir toprak ve üzerinde oluşan yaşam birliği adıdır. Bu topraklarda bundan üç bin yıl öncesinden beri tarihin ve insanlığın ilk alfabesi keşfedilip kullanılmıştır. Yazılı tarihin bütünleştirdiği bir kültür örgüsü oluşmuştur. Bu toprakları vatan eden, kan değil kültürdür. Kiminin sandığı gibi vatanı ortak vatan yapan, katledilip “altında yatan” değil, üstünde üretilen yaşamdır, yaşama ait olan her şeydir kültürdür… Bu nedenle, içindeki tüm farklılıkları bir bütün yapan bu ortak algıyı parçalayıp birbirine düşürmek mümkün değildi. Bu olguyu, bilimin psikanalist dalı argümanlarıyla ele aldığımızda, durumu şöyle tanımlamak yanlış olmayacaktır; Suriye’de inanç bilinçaltı, vatan bilinçaltı karşısında ağır bir yenilgiye uğramıştır. Yani mezhep çatışmasını körükleyenler, ortak vatan algısıyla bütünleşmiş Suriye halkı önünde hezimete uğramıştır.
Hangi alt-benlik? Sorusunun Suriye’deki cevabı vatan birliği alt-benliği olarak cevaplanmıştır. Bu sorunun Türkiye’deki cevabı hala kritik noktada seyretmesi ise Türkiye’nin kimliksizliğinin bir ifadesidir. İki komşu arasındaki fark da tas tamam budur.
Buradan sonuçlara uzanmak, onları görmeye çalışıp yorumlamak, algılamak, zor değildir. Her boy ve soydan emperyalist komplonun “böl yönet, yaratıcı anarşi, temiz eller operasyonu” gibi cehennemi denklemlerle Suriye üzerine yığılmak istenmesine karşın, Suriye halkı, halkçı yönetimi ve demokratik reformların arkasında, milyonları milyonlara katarak meydanları coşkuyla doldurup, son sözünü söylemesi, işte bu tarihsel kimlik dokusunun ifadesidir.
Suriye alt-benliğinin verdiği güçle tarihi boyunca direndi. Şimdi de direniyor. Tel armana anlaşmasından bu yana (Hitit-Mısır Kadeş savaşları), bölge dış müdahalelere konu olmuş bir bölgedir. Bölgenin zenginliklerini, doğası, kıtalar arası köprü olan coğrafyası dış güçlerin egemenlik iştahlarını kabartmış durmuştur. Böylesi bir ülkenin kıtaların kilit ülkesi olması kadar bölgenin tüm direnen güçlerin de anavatanı olması doğaldır. Bu nedenle Suriye “devricilerin anavatanı” olmuştur. Bunun için de uluslararası şer güçlerin karşı-devrim saldırılarına maruz kalmaktadır. Ancak sona gelindi. Suriye zafere koşuyor. Suriye'nin başarılı direnişi ise sadece bu ülkenin kazancı olmayacaktır. Fas’tan Türkiye’ye kadar tek tek gerici iktidarların ve karanlık güçlerin sultası altına düşen bu ülkelerin kaderi, Suriye’nin başarısıyla değişecektir. Bu karanlık gidişi durduracak direnme bu ülkede sonuca bağlanacaktır.
Türkiye’de siyasal tablonun değişimi de Suriye’de kazanılacak başarılara bağlı olduğun iddia etmek abartılı olmayacaktır. Erdoğan iktidarının tüm kirli savaşları ve müdahaleci ihanetleri, Suriye’nin başarısıyla sona erecektir. Türkiye halklarının gerçek dostu olan Suriye bu yanıyla da ülkemizdeki demokratikleşme sürecinin itici güçlerinden biri olarak rol oynayabilecektir.
Bu dengeyi iyi algılamak gerek. Suriye başarırsa, ülkemizdeki gerici süreç ağır bir kırılmayla yüz yüze kalacaktır. Özgürlük ve demokrasiye önemli bir katkı sunacaktır. Bu verileri dış dinamik etkisi olarak görmemek gerek. Bölgemiz bir bütündür, birbirini etkileyen süreçlere sahiptir. Hiçbir ülke diğerinin iç işlerine karışmaksızın her bir ülkede ortaya çıkan gelişme diğerini etkileyen bir atmosfere sahiptir. Dolaysıyla, iç ve dış dinamik kıstasları, bölgenin bütün olarak ele almayı gerektiren tarihsel bir kesit içindeyiz. Bu nedenle Suriye konusunda alınacak tutum, ülkemiz demokrasi mücadelesi için de önem taşımaktadır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder