7 Ocak 2012 Cumartesi
İLKER BAŞBUĞUN TUTUKLANMASI; DEVLETİ ELE GEÇİRMENİN SON DÜELLOLARI
Mihrac Ural – 7 Ocak 2012 / Cumartesi
Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 5 Ocak 2012 tarihi itibariyle, uzun bir sorgu sonunda tutuklanmıştır. Bu tutuklama, Türkiye siyasal sahnesi açısından oldukça önemli bir gelişmedir. İlk kez bir Genelkurmay Başkanı tutuklanmış olmaktadır. Tarihi boyunca askere tapınan bir milletin, en kutsal saydığı değerler yaka paça zindana atılmıştır. Buradan da anlaşılmıştır ki kanun kimin elindeyse, kılıçta onundur. İstediği gibi vurabilmekte, kesip doğramaktadır. Hukukun Genel Kurmay Başkanı da olsa herkese uygulanabilmesi ne kadar önemliyse, hukuku iktidarın bir zorbalığı, tamamlanmamış devleti ele geçirme çabalarının bir aracı olarak kullanmanın da tehlikesini görmek gerekir. Hukukun kullanılmasında gündeme gelecek hoyratlık, sivil ya da askeri diktatörlüklerin kapılarını sonuna kadar açacağını da hesaba katmak gerek. Türkiye’nin hızla karanlık bir tünele girişinin belirtileri de burada yatmaktadır.
Buna rağmen, kimse bu gelişmeleri halkın lehine olduğunu sanmamalı, hukukun çalıştığı, adaletin yerine gelmekte olduğu hayaline da kapılmamalıdır. Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğu bu ülkenin eli halkın, masum insanların, Kürt gençliğinin, devrimci kardeşlerimizin kanına bulanmış bir askeri diktatör paşasıdır. Ancak onu yargılayan iktidar da en az onun kadar ve daha da ötesi eli kanlı bir iktidardır; Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı sivil diktatörlük hezeyanının temel taşları arasında, devletin hassas güç kurumlarını ele geçirme çabasının bir boyutu olarak bu tutuklama yapılmıştır. Özel görevli mahkemelerin kuruluşundan bu güne yaptığı tüm çalışmalar böylesine karınlık bir amacın aracı olma özelliği taşımaktadır.
Devlet üzerinde egemenlik kavgası, eski derin devlet ERGENEKON ile yeni derin devlet İMAMLAR ORDUSU arasında süren ve dünden bu güne çıkıp gelmiş haliyle halkı temsil etmeyen bir kavga. Bu kavga, Türkiye’nin, dünya ve bölge güçler dengesinin yeni verilere göre dizayn edilmesi amacını taşımaktadır. Bu da tamamıyla emperyalist güçlerin dar ve karanlık çıkarlarıyla ilgili bir düzenlemedir. Bu düzenleme, Türkiye’nin ne ülke, ne ulus, ne de halklarının stratejik çıkarlarıyla uzak yakın bir ilişkiye sahiptir.
1990’lı yıllarla birlikte, Soğuk savaşın sona ermesi ve Sovyet sisteminin çözülüşüyle dünyanın tek kutuplu bur dünya haline gelerek demokratik dengesini kaybetmesi ardından, NATO üyesi ülkelere yükümlendirilen yeni roller, eski derin devlet sistemlerinin tasfiyesini ve yerine yeni ilişkileriyle derin devletlerin ve stratejik yönelimlerin oturtulması gündeme gelmiştir; bu süreç ülkemiz açısından Gladio aut İmam Ordusu in kavramlarıyla betimlenmesi yanlış olmayacaktır.
Böylesi bir yeniden düzenleme, 20 yy ait eski devlet yapısının köklüce yenilemeyi gerektiriyor. Bu yenilenme, 21. Yy emperyalist çıkarların kuklası olan tüm ülkeler için biçilen rollere uygun olacaktı. Bu rolü anlamak için, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “STARTEJİK DERİNLİK“ adlı kitabında belirlediği, halk dilinde Yeni-Osmanlıcılıkta anlam bulan yayılmacı siyasetin, esasında ülkeyi ve tüm etkinliklerini ( ekonomik, siyasal, kültürel ve askeri) “Uluslar arası dinamizmin potasında” (siz bunu “emperyalist potada” diye okuyun) eritmekten geçtiği tespitini bilmek yeterlidir. Davutoğlu “ Dinamik bir uluslar arası çevrede kendileri de dinamik bir değişim süreci içinde bulunan toplumların önünde… üç farklı alternatif var” diyerek “ Birincisi, kendi dinamizmini sınırlayan statik bir tavır benimseme” yolunu tutan ülkelerin tıkalı kalacağını, bunun özde “kendi dinamizminden korku” anlamına geleceğini belirtir. Devamla “İkincisi, kendi dinamizminin odaklandığı güç unsurlarını anlamlandırmaksızın kendini uluslararası dinamizmin akışına kaptırmaktır.” Diyerek bu yaklaşımı “kendini sıradan bir nesne olarak” konumlandırmak anlamına geleceğini belirtir. Davutoğlu, kendi tercihini ve yönelimlerini ise üçüncü şıkta belirterek şunları yazar “Üçüncüsü ise kendi dinamizminin potansiyelini uluslar arası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içene girmektir. Bu tercih her iki dinamizmin kaynaklarını da, mekanizmasını da, akış seyrini de resmedebilen, açıklayabilen, anlayabilen ve anlamlandırabilen bir yaklaşım ürünü olabilir” diyerek noktalıyor (Ahmet Davutoğlu, SATRATEJİK DERİNLİK (Türkiye’nin Uluslar arası konumu) Küre Yayınları 46. Baskı sayfa 10)
Türkiye’nin 21.yy stratejisi tamamen bu satırlarda işlenmiştir. Türkiye’nin gücünü emperyalist güç potasında eritip yayılmacı amaçları için her iki gücün kullanılarak nüfus alanları, ekonomik pazarların ele geçirilmesi hedeflenmiştir. Çokça övündükleri içte ve dıştaki dışa “açılım” politikaları bunun sonucudur. Bu politikaların sonucu ise çok açıktır iflas üzerine iflastır. İç açılımda sözü edilen özgürlük ve demokrasi daha çok despotluk, daha çok kanlı ve toplu kıyım, aydınların farklı düşünce taşıyanların, sanatçı ve edebiyatçıların, sivil toplum kurum yöneticilerinin, seçilmiş belediye başkan ve belediye meclis üyelerinin, seçimleri kazanmış milletvekillerinin zindanları doldurmasıyla sonuçlanmıştır. Dış açılımın “komşularla sıfır sorun” tezi, komşularla ülke tarihimizin en kanlı savaş eşiğinde duran gerginliklerin tırmandırılmasına gidilmiştir; Libya arkadan hançerlenmiş, Irak’ın iç işlerine karışmaya devam edilmiş, Suriye’de kanlı kardeş kavgasının tezgahlanması ve toplu katliamların yapılmasına fiili olarak ortak olunmuş iç savaş için eli kanlı Müslüman Kardeşler Örgütü şebekelerine her türlü lojistik destek sağlanmıştır, Irana karşı çok boyutlu düşmanlık politikaları füze kalkanı konumlandırmaları sürmüş, İsrail’le göstermelik gerginlik yaratılmasına karşın, alttan alta Suriye ve İran’ın vurulması için her türden askeri, istihbarat teknik paylaşımlara gidilmiştir.
Bu süreç, seçimlerden de alınan güçle başkanlık sistemi için önermeler bir yana devletin tüm kurumlarında sivil diktatörlük için her türden girişim at başı yürümüştür.
Türkiye devleti yapısal olarak oligarşik bir devlettir. Yani iktidar olmak demek Yüksek Komisyonlar bileşkesinde çoğunluğu ele geçirmeyi gerektirir. Türkiye’ye onlarca Yüksek Konsey bulunur; hükümet, Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Yüksek Öğrenim Konseyi (YÖK), Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Hakimler ve Savcılar Üst Kurulu (HSYK), Dil Tarih Yüksek Kurulu (DTK) Yüksek Seçim Kurulu (YSK)…gibi onlarca kurul ağırlıklı olarak atamalarla şekillendirilir. Yani Türkiye’de oligarşik yapı, atanmışların seçilmişler üzerindeki hükümranlığı olarak tecelli eder. Bu sözde parlamenter cumhuriyet, en gerici, en bağnaz, en ilkel üçüncü dünya ülkelerindeki demokrasiyi bile aratacak konumlanışı içinde kendini ifade eder. Demokrasi güçlerinin “sözde demokrasi” söylemlerinin de kaynağı budur. Sürekli baskıcı yönetimin de mahiyeti buradadır. Bu aynı zamanda Cumhuriyetteki Osmanlının bataklığıdır. Halk hiçbir zaman seçtiği temsilcilerle normal bir parlamenter cumhuriyetteki gibi, biçimsel olsa da iktidar olamaz. Bu yüzden, Türkiye’de hükümet olmak, iktidar olmak anlamına gelmez. İktidar olmak ise bu Yüksek Kurumların çoğunluğunda etkin olmak demektir ki o da, ya askeri darbeler ardından gelen süreçlerde faşist rejimler kurularak sağlanır (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ardından oluşan rejimler) ya da bu g2ün Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı sivil diktatörlük ortamında sağlanır.
İşte bu verilerin ışığında olayları okumaya çalışırsak görürüz ki, tasfiye edilen güçler ve kurumlar ve etkinlikler esasında geçmiş dönemin despotları, zülüm ve işkence, kanlı katliamlar ve baskılar sürecinin temsilcileridir. Eskileri tasfiye etmek isteyenler ise halk için değil kendi iktidarları için devleti bütünsel olarak ele geçirmeye çalışanlardır; Erdoğan’ın sivil diktatörlük hezeyanı da burada başlar.
Bu kavga, son halkasında ordu üzerinde egemenlik kavgası olarak belirdi. Ergenekon tasfiyesi ve yerine İmamlar Ordusunun derin devletini kurumlaştırma ve konumlandırma çabası burada anlam bulur. Türk ordusu, içte yer yüzünün en despot ordusu olduğunu binlerce kez göstermiştir; toplu katliamdan, askeri darbelere kadar, özgürlük ve demokrasinin anıldığı her çabada baskı ve zülüm yağdıran vurucu askeri güç olarak gerici faşist rolünü oynamıştır. Laiktir, bu laiklikle öylesine aldatıcı, öylesine insafsız bir gazap unsuru olmuştur ki, laik aydınlarla zaman zaman girdiği dirsek teması, aydınlara bir felaket olarak geri ödetilmiştir. Bu ordunun faşist despot karakteri halkına kan kustururken, özellikle Kürt halkına karşı ölüm denklemleri kurgularken, Amerika’nın kuklası, ABD askeri üslerinin bekçiliğini de yaparak hiçbir ulusun kabul etmeyeceği onursuzluk içinde olmuştur; Ordu, kendi vatandaşına sınır dışı operasyon düzenlemek üzere, dış güçlerden (Amerika ve İsrail başta olmak üzere) her türlü askeri yardım, teknik bilgi ve istihbarat alarak ölüm saçmış, dünyanın ender ordularındandır. Bu ordu, Amerikalıların tabiriyle “yeryüzünde en ucuzu malı askeri olan ordu“ olduğunu, NATO uşaklığı yapmak için on binlerce km uzaktaki halkların kanlı iç kavgalarına taraf olarak göstermiştir. Halkına karşı düşmanlıkta bu ordunun bir benzeri yoktur. Ancak bu ordunun hakkını yememek gerek, büyük korkularla kurulan, milyonlarca Km² den arta kalan “Misak-i Milli” sınırları içindeki Cumhuriyetin ordusu olarak, II. Viyana kuşatmasından bu yana (1683), girdiği her devletlerarası savaşta hezimete uğrayarak gerilemiş olmanın kaygılarıyla “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tezi arkasında sadece denetlediği sınırlarda despotluğunu sürdürebilmiştir.
İşte Erdoğan’ın orduyla sorunu da burada başlıyor. Davutoğlun’un Stratejik Derinliğine göre bu orda artık şanlı Osmanlı ordusu olmalı, yayılmalı müdahale etmeli, gücünü emperyalist güçlerin potasında eriterek açılmalıdır. Yani, komşulara, çevreye saldırmalı, savaşa girişmeli, işgal ve ilhak etmeli. Ekonomik pazarları denetleyecek bir askeri güç haline dönüşmelidir. Erdoğan bu hedefler için, Ordu kurumu üzerinde sultasını derinleştirmek istiyor; bu sürecin doğal uzantısı olarak, Osmanlı teokratik kültürünün de orduda egemen olması gibi binlerce detayın hükümranlığını dayatıyor.
Bu kavgada halka ait hiçbir değer yoktur. Kimi yarım aydınların tarihsel aptallığı, Erdoğan’a karşı orduyu laik ve cumhuriyet değerlerinin koruyucusu olarak lanse etmeleri esasında ülkemiz aydınının çapını ve halkla olan doldurulmaz uçurumlarını gösterin bir belirtidir. Kimse kimseyi aldatmasın, vuruşan güçlerin tablosun da halka ait hiçbir şey yoktur. Tarihsel olarak kanlı sürecini dolduran güçlerin yerini yeni kanlı güçler alıyor. Olay budur.
Halkın özgürlük ve demokrasisi ise, bu devletin bir bütün olarak, köklü ve tarihsel biçimde değişiminin ürünü olacaktır. Bu da sadece halkın gücüyle gerçekleşecek bir dönüşümüdür.
Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, 5 Ocak 2012 tarihi itibariyle, uzun bir sorgu sonunda tutuklanmıştır. Bu tutuklama, Türkiye siyasal sahnesi açısından oldukça önemli bir gelişmedir. İlk kez bir Genelkurmay Başkanı tutuklanmış olmaktadır. Tarihi boyunca askere tapınan bir milletin, en kutsal saydığı değerler yaka paça zindana atılmıştır. Buradan da anlaşılmıştır ki kanun kimin elindeyse, kılıçta onundur. İstediği gibi vurabilmekte, kesip doğramaktadır. Hukukun Genel Kurmay Başkanı da olsa herkese uygulanabilmesi ne kadar önemliyse, hukuku iktidarın bir zorbalığı, tamamlanmamış devleti ele geçirme çabalarının bir aracı olarak kullanmanın da tehlikesini görmek gerekir. Hukukun kullanılmasında gündeme gelecek hoyratlık, sivil ya da askeri diktatörlüklerin kapılarını sonuna kadar açacağını da hesaba katmak gerek. Türkiye’nin hızla karanlık bir tünele girişinin belirtileri de burada yatmaktadır.
Buna rağmen, kimse bu gelişmeleri halkın lehine olduğunu sanmamalı, hukukun çalıştığı, adaletin yerine gelmekte olduğu hayaline da kapılmamalıdır. Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğu bu ülkenin eli halkın, masum insanların, Kürt gençliğinin, devrimci kardeşlerimizin kanına bulanmış bir askeri diktatör paşasıdır. Ancak onu yargılayan iktidar da en az onun kadar ve daha da ötesi eli kanlı bir iktidardır; Erdoğan’ın kurmaya çalıştığı sivil diktatörlük hezeyanının temel taşları arasında, devletin hassas güç kurumlarını ele geçirme çabasının bir boyutu olarak bu tutuklama yapılmıştır. Özel görevli mahkemelerin kuruluşundan bu güne yaptığı tüm çalışmalar böylesine karınlık bir amacın aracı olma özelliği taşımaktadır.
Devlet üzerinde egemenlik kavgası, eski derin devlet ERGENEKON ile yeni derin devlet İMAMLAR ORDUSU arasında süren ve dünden bu güne çıkıp gelmiş haliyle halkı temsil etmeyen bir kavga. Bu kavga, Türkiye’nin, dünya ve bölge güçler dengesinin yeni verilere göre dizayn edilmesi amacını taşımaktadır. Bu da tamamıyla emperyalist güçlerin dar ve karanlık çıkarlarıyla ilgili bir düzenlemedir. Bu düzenleme, Türkiye’nin ne ülke, ne ulus, ne de halklarının stratejik çıkarlarıyla uzak yakın bir ilişkiye sahiptir.
1990’lı yıllarla birlikte, Soğuk savaşın sona ermesi ve Sovyet sisteminin çözülüşüyle dünyanın tek kutuplu bur dünya haline gelerek demokratik dengesini kaybetmesi ardından, NATO üyesi ülkelere yükümlendirilen yeni roller, eski derin devlet sistemlerinin tasfiyesini ve yerine yeni ilişkileriyle derin devletlerin ve stratejik yönelimlerin oturtulması gündeme gelmiştir; bu süreç ülkemiz açısından Gladio aut İmam Ordusu in kavramlarıyla betimlenmesi yanlış olmayacaktır.
Böylesi bir yeniden düzenleme, 20 yy ait eski devlet yapısının köklüce yenilemeyi gerektiriyor. Bu yenilenme, 21. Yy emperyalist çıkarların kuklası olan tüm ülkeler için biçilen rollere uygun olacaktı. Bu rolü anlamak için, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “STARTEJİK DERİNLİK“ adlı kitabında belirlediği, halk dilinde Yeni-Osmanlıcılıkta anlam bulan yayılmacı siyasetin, esasında ülkeyi ve tüm etkinliklerini ( ekonomik, siyasal, kültürel ve askeri) “Uluslar arası dinamizmin potasında” (siz bunu “emperyalist potada” diye okuyun) eritmekten geçtiği tespitini bilmek yeterlidir. Davutoğlu “ Dinamik bir uluslar arası çevrede kendileri de dinamik bir değişim süreci içinde bulunan toplumların önünde… üç farklı alternatif var” diyerek “ Birincisi, kendi dinamizmini sınırlayan statik bir tavır benimseme” yolunu tutan ülkelerin tıkalı kalacağını, bunun özde “kendi dinamizminden korku” anlamına geleceğini belirtir. Devamla “İkincisi, kendi dinamizminin odaklandığı güç unsurlarını anlamlandırmaksızın kendini uluslararası dinamizmin akışına kaptırmaktır.” Diyerek bu yaklaşımı “kendini sıradan bir nesne olarak” konumlandırmak anlamına geleceğini belirtir. Davutoğlu, kendi tercihini ve yönelimlerini ise üçüncü şıkta belirterek şunları yazar “Üçüncüsü ise kendi dinamizminin potansiyelini uluslar arası dinamizmin potasında bir güç parametresi haline dönüştürebilme çabası içene girmektir. Bu tercih her iki dinamizmin kaynaklarını da, mekanizmasını da, akış seyrini de resmedebilen, açıklayabilen, anlayabilen ve anlamlandırabilen bir yaklaşım ürünü olabilir” diyerek noktalıyor (Ahmet Davutoğlu, SATRATEJİK DERİNLİK (Türkiye’nin Uluslar arası konumu) Küre Yayınları 46. Baskı sayfa 10)
Türkiye’nin 21.yy stratejisi tamamen bu satırlarda işlenmiştir. Türkiye’nin gücünü emperyalist güç potasında eritip yayılmacı amaçları için her iki gücün kullanılarak nüfus alanları, ekonomik pazarların ele geçirilmesi hedeflenmiştir. Çokça övündükleri içte ve dıştaki dışa “açılım” politikaları bunun sonucudur. Bu politikaların sonucu ise çok açıktır iflas üzerine iflastır. İç açılımda sözü edilen özgürlük ve demokrasi daha çok despotluk, daha çok kanlı ve toplu kıyım, aydınların farklı düşünce taşıyanların, sanatçı ve edebiyatçıların, sivil toplum kurum yöneticilerinin, seçilmiş belediye başkan ve belediye meclis üyelerinin, seçimleri kazanmış milletvekillerinin zindanları doldurmasıyla sonuçlanmıştır. Dış açılımın “komşularla sıfır sorun” tezi, komşularla ülke tarihimizin en kanlı savaş eşiğinde duran gerginliklerin tırmandırılmasına gidilmiştir; Libya arkadan hançerlenmiş, Irak’ın iç işlerine karışmaya devam edilmiş, Suriye’de kanlı kardeş kavgasının tezgahlanması ve toplu katliamların yapılmasına fiili olarak ortak olunmuş iç savaş için eli kanlı Müslüman Kardeşler Örgütü şebekelerine her türlü lojistik destek sağlanmıştır, Irana karşı çok boyutlu düşmanlık politikaları füze kalkanı konumlandırmaları sürmüş, İsrail’le göstermelik gerginlik yaratılmasına karşın, alttan alta Suriye ve İran’ın vurulması için her türden askeri, istihbarat teknik paylaşımlara gidilmiştir.
Bu süreç, seçimlerden de alınan güçle başkanlık sistemi için önermeler bir yana devletin tüm kurumlarında sivil diktatörlük için her türden girişim at başı yürümüştür.
Türkiye devleti yapısal olarak oligarşik bir devlettir. Yani iktidar olmak demek Yüksek Komisyonlar bileşkesinde çoğunluğu ele geçirmeyi gerektirir. Türkiye’ye onlarca Yüksek Konsey bulunur; hükümet, Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Yüksek Öğrenim Konseyi (YÖK), Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Hakimler ve Savcılar Üst Kurulu (HSYK), Dil Tarih Yüksek Kurulu (DTK) Yüksek Seçim Kurulu (YSK)…gibi onlarca kurul ağırlıklı olarak atamalarla şekillendirilir. Yani Türkiye’de oligarşik yapı, atanmışların seçilmişler üzerindeki hükümranlığı olarak tecelli eder. Bu sözde parlamenter cumhuriyet, en gerici, en bağnaz, en ilkel üçüncü dünya ülkelerindeki demokrasiyi bile aratacak konumlanışı içinde kendini ifade eder. Demokrasi güçlerinin “sözde demokrasi” söylemlerinin de kaynağı budur. Sürekli baskıcı yönetimin de mahiyeti buradadır. Bu aynı zamanda Cumhuriyetteki Osmanlının bataklığıdır. Halk hiçbir zaman seçtiği temsilcilerle normal bir parlamenter cumhuriyetteki gibi, biçimsel olsa da iktidar olamaz. Bu yüzden, Türkiye’de hükümet olmak, iktidar olmak anlamına gelmez. İktidar olmak ise bu Yüksek Kurumların çoğunluğunda etkin olmak demektir ki o da, ya askeri darbeler ardından gelen süreçlerde faşist rejimler kurularak sağlanır (27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbeleri ardından oluşan rejimler) ya da bu g2ün Erdoğan’ın yapmaya çalıştığı sivil diktatörlük ortamında sağlanır.
İşte bu verilerin ışığında olayları okumaya çalışırsak görürüz ki, tasfiye edilen güçler ve kurumlar ve etkinlikler esasında geçmiş dönemin despotları, zülüm ve işkence, kanlı katliamlar ve baskılar sürecinin temsilcileridir. Eskileri tasfiye etmek isteyenler ise halk için değil kendi iktidarları için devleti bütünsel olarak ele geçirmeye çalışanlardır; Erdoğan’ın sivil diktatörlük hezeyanı da burada başlar.
Bu kavga, son halkasında ordu üzerinde egemenlik kavgası olarak belirdi. Ergenekon tasfiyesi ve yerine İmamlar Ordusunun derin devletini kurumlaştırma ve konumlandırma çabası burada anlam bulur. Türk ordusu, içte yer yüzünün en despot ordusu olduğunu binlerce kez göstermiştir; toplu katliamdan, askeri darbelere kadar, özgürlük ve demokrasinin anıldığı her çabada baskı ve zülüm yağdıran vurucu askeri güç olarak gerici faşist rolünü oynamıştır. Laiktir, bu laiklikle öylesine aldatıcı, öylesine insafsız bir gazap unsuru olmuştur ki, laik aydınlarla zaman zaman girdiği dirsek teması, aydınlara bir felaket olarak geri ödetilmiştir. Bu ordunun faşist despot karakteri halkına kan kustururken, özellikle Kürt halkına karşı ölüm denklemleri kurgularken, Amerika’nın kuklası, ABD askeri üslerinin bekçiliğini de yaparak hiçbir ulusun kabul etmeyeceği onursuzluk içinde olmuştur; Ordu, kendi vatandaşına sınır dışı operasyon düzenlemek üzere, dış güçlerden (Amerika ve İsrail başta olmak üzere) her türlü askeri yardım, teknik bilgi ve istihbarat alarak ölüm saçmış, dünyanın ender ordularındandır. Bu ordu, Amerikalıların tabiriyle “yeryüzünde en ucuzu malı askeri olan ordu“ olduğunu, NATO uşaklığı yapmak için on binlerce km uzaktaki halkların kanlı iç kavgalarına taraf olarak göstermiştir. Halkına karşı düşmanlıkta bu ordunun bir benzeri yoktur. Ancak bu ordunun hakkını yememek gerek, büyük korkularla kurulan, milyonlarca Km² den arta kalan “Misak-i Milli” sınırları içindeki Cumhuriyetin ordusu olarak, II. Viyana kuşatmasından bu yana (1683), girdiği her devletlerarası savaşta hezimete uğrayarak gerilemiş olmanın kaygılarıyla “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tezi arkasında sadece denetlediği sınırlarda despotluğunu sürdürebilmiştir.
İşte Erdoğan’ın orduyla sorunu da burada başlıyor. Davutoğlun’un Stratejik Derinliğine göre bu orda artık şanlı Osmanlı ordusu olmalı, yayılmalı müdahale etmeli, gücünü emperyalist güçlerin potasında eriterek açılmalıdır. Yani, komşulara, çevreye saldırmalı, savaşa girişmeli, işgal ve ilhak etmeli. Ekonomik pazarları denetleyecek bir askeri güç haline dönüşmelidir. Erdoğan bu hedefler için, Ordu kurumu üzerinde sultasını derinleştirmek istiyor; bu sürecin doğal uzantısı olarak, Osmanlı teokratik kültürünün de orduda egemen olması gibi binlerce detayın hükümranlığını dayatıyor.
Bu kavgada halka ait hiçbir değer yoktur. Kimi yarım aydınların tarihsel aptallığı, Erdoğan’a karşı orduyu laik ve cumhuriyet değerlerinin koruyucusu olarak lanse etmeleri esasında ülkemiz aydınının çapını ve halkla olan doldurulmaz uçurumlarını gösterin bir belirtidir. Kimse kimseyi aldatmasın, vuruşan güçlerin tablosun da halka ait hiçbir şey yoktur. Tarihsel olarak kanlı sürecini dolduran güçlerin yerini yeni kanlı güçler alıyor. Olay budur.
Halkın özgürlük ve demokrasisi ise, bu devletin bir bütün olarak, köklü ve tarihsel biçimde değişiminin ürünü olacaktır. Bu da sadece halkın gücüyle gerçekleşecek bir dönüşümüdür.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder