30 Ocak 2012 Pazartesi
THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması
30 Ocak 2012 / No: 37
ÜLKE BÜYÜK BİR ZİNDAN
ZİNDAN İÇİNDE İSE ACIMISIZ BİR YAŞAM VAR
İktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektiği acılara karşı duyarlı olmak, bir vatandaşlık bilinci ve görevidir.
Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmak, özgürlük ve demokrasi için hayatı bir adımdır.
***
Ülkemiz siyasal sistemi üzerinde vatandaşın derinlemesine bir algı oluşturması çoğu zaman güç. Bu ülkede sistemin en büyük handikabı seçilmemişlerin, seçilmişler ve halk üzerinde, halkın iradesine rağmen edinmiş oldukları egemenlikle izah edilebilir. Sistem böylesine oligarşik bir yapıyı, 20. Yy başlarından itibaren başlayan imparatorluk yıkıntıları arasından çıkıp gelirken milyonlarca Km² den gerileyip bu günkü alana sıkışmanın verdiği tarihsel korkularla örmeye başladı.
II. Viyana kuşatmasından (1683) bu yana, devlet düzeyinde hiçbir savaşta başarı kazanamadan düştüğü hasta adam konumu, Sevr anlaşması ardından, ancak Lozan anlaşmasıyla koparılabilen “misak-i milli” sınırları içinde de farklı inanç, etnik yapı ve ilhak edilmiş komşu ülke topraklarının bulunması, Cumhuriyetin farklı planda kuruluş tezini oluşturuyordu. Ancak bu Cumhuriyet, genetik olarak Osmanlının devamıydı ve içindeki canavar koşullar olgunlaşınca beklemeksiniz kendini dışa vuruyordu. Cumhuriyetteki Osmanlı bu ülkenin karanlık akıl algılarıyla yönetilmesinin ideolojik zemini olduğu kadar, cumhuriyeti ileri bir demokrasiye götürmenin de önünde en büyük engeldi; tipik bir yol kesen eşkıya gibiydi.
Osmanlının son kesitinde, pan-İslamlıktan, Turancılığa oradan da ulus devlete geçişte aynı kadroların bu ters yönelimlerin öncüsü olması, bu ülkenin kederinde halk iradesini ötekileştirmenin dinamiğini oluşturmuştur. Cumhuriyetin kirli tarihinde bunun akıl almaz bir kumpas olarak işlev gördüğünü anlamak için özel bir çabaya gerek yoktur.
Özür dilemenin tekrarı bitmez, bu günden yarına gösterdiği inatçı süreklilik,, bu ülkede devamlı yapılan bir üretimdir. Bu bir vahşet seremonisidir. Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamları, hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermeni kıyımı (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakı (23 Haziran 1939), Faşizan Varlık Vergisi mağduriyeti (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbeleri, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamları ve daha niceleri, devletin boynuna alameti farkadır. “Özür dilemek” bu ağır bilanço altında, “özrü kabahatinden büyük” bir cürümdür.
Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu, ama öyle olmadığı görüldü. Bunun da ötesi, sivil diktatörlük hezeyanı içinde iktidarı tekelleştirenler, yeni-Osmanlıcılıkla, yeni tahribatlar örmekte oldukları görüldü. Bu ise, ülkemiz halklarını, tarihsel ağır bilançolarla yüz yüze bırakan birer tehlike işaretidir; “Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan dış politika, iç politikanın kıyım denklemleri üzerinde kurulmuş olmasının başka bir sonuç üretmesi zaten mümkün değildi. Bunun ilk meyvesi “sıfır sorun” yerine çok sorunlu komşuluk ilişkisine dönüşmüştür. Haklı hiçbir gerekçe olmamasına, akılla kabul edilebilir bir nedeni olmaksızın, komşularımızla savaş konumuna sürüklenişimiz bunu anlatmaya yeterlidir. Bunun da ötesinde, komşu ülkelerde iç savaş kışkırtıcılığı yaparak, eli kanlı şebekelere sağlanan lojistik desteklerle ortak olmak ise, işini bir başka boyutudur. Barış ve birlikte paylaşım ilesi üzerinden geliştirilmesi gereken komşuluk ilişkisini ortaçağ kurallarıyla sürdürmeye çalışmanın maliyetini, kuşaklar boyu ödemek zorunda kalacağımız bilinmelidir.
Ülkemizin bu tarihsel verileri üzerinde, üç askeri darbenin hukuk dışı bir sistem kurmasının kaçınılmaz sonucu, atanmışların seçilmişler üzerinde ve halkın iradesi üzerinde ipotek koymasıyla sonuçlanmıştır. Bu gün 43 farklı üst kurulla ülkemiz halklarının siyasal iradesi bir yol kesme, bir barikat oluşturuldu;Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Askeri Yargıtay, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi gibi kurumlar oligarşinin sac ayakları olarak topluma dayatılmıştır. Toplumun gelişmesi önünde bu kurumlar bir barikat gibidir.
Ayrıca bu barikatlarda kıran kırana iktidar mücadelesi yürür durur. Bu paylaşım kavgasının sonuncusu ise Erdoğan iktidarı ile öncekiler arasında yürütüldü. Oligarşiyi oluşturan bu yüksek kurul manzumesini ele geçirip üstünlük sağlamak üzere, Ergenekon diye eski derin devlete karşı Fethullahçı Cemaatin imamlar ordusuyla Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairse Başkanlığından itibaren başlayan yeni derin devlet organize edildi. Paylaşım savaşı yüksek kurulların ele geçirilmesi üzerine yürüdü. Zira bu kurumlar iktidar olma kapılarını açıyordu. Seçimlerde beliren halkın iradesi ise, bu paylaşım kavgasının ikinci derecede yakıtı olmanın ötesinde değildi. Bu süreçte devam eden faşizan baskılar, yapılandırılmak istenen sivil diktatörlüğün köşe taşlarını oluşturdu.
Tarihsel ilerleme mantığı kıstaslarıyla, gittikçe açılan, derinliği ve genişliğiyle halkın katılımcı demokrasi yolunda özgürleşmesini sağlayan bir yönelim yerine, tersi yapıldı. Cumhuriyet, ilk andan itibaren içinde taşıdığı Osmanlı aklı virüsünün ağır baskısı altında, ilerlemek yerine karanlıklara daldı, iç bükey bir çürümeyle dinamiklerini yitirdi. Sonunda da halkın iradesini hiçe sayan, öteleyen mekanizmalar, yasa ve kurumlar tekelci faşizan bir sivil diktatörlüğün kapılarını açmış oldu.
Bu sürecin, cehennemi unsurlarından biri, suç ve ceza dengesini bozmaktı. Bunu yaptılar. Şüphe, kaygı, gibi elastiki söylemlerle herkesi, ilgili ilgisiz her konuda tutuklanıp işkence, zindan, mahkeme denkleminde ezilmesine kapı araladılar. Bunu da “hukuk” diye topluma dayattılar. Bitip tükenmez mahkeme üzerine mahkemelerle, uzun tutukluluk halleriyle, ölümcül hastalıklarda bile zindan içinde zindan yaşatarak sindirmeyi iktidarlarının var oluş koşulu yaptılar. Baskılardan nasibini en çok alanlar da gazeteciler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar öğrenciler ve düşünce adına en küçük üretim etkinliği olan toplumun zinde güçleri oldu. Bir sindirme, refleksleri olmayan, bu yöndeki duyargalarını yitirmiş, iktidarın kurgular alemi Medyasının, sersemletici tokatları altında bağışıklık sistemini yitirmiş bir toplum yaratmaya yöneldiler. İşte zindanlar da bu sürecin bir halkası olarak biçimlendirilip oturtulmaya çalışıldı. Önce devrimcilere yöneldiler, halkın çıkarlarını en çok onlar öz veriyle savunuyordu. Sonra sırasıyla, en ılımlı olanlara kadar ulaştılar. Farklı olan herkes “gayri meşru” ilan edilir hale geldi. Söz söyleyene, yazı yazana, itiraz edene zindanları gösterildi. Kamuoyunun askeri darbecilere duyduğu haklı tepkileri istismar edilerek, adaleti kuşkulu tasfiyelere yöneldiler; böylece ülke büyük bir zindana, cezaevleri ise zindan içinde zindan haline gelmiş oldu.
Halkımıza çağrımız da burada anlam bulmaktadır; iktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektikleri acılara karşı duyarlı olmak bir vatandaşlık bilinci ve görevidir. Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmaktır. Halkımızı duyarlı ve ilgili olmaya çağırıyoruz.
Zindanlarda, gözlerden uzak çekilen acıların, bir insanlık sorunu, insan olma onur ve erdem sorunudur. Çağrımız buna duyarlılık içindir. Zindan denilen ölüm denklemlerinde, hayvanların bile katlanamayacağı dayatmalar, bu devletin ayıbıdır. Buna sesiz kalınamaz; tecrit, taciz, tedavi olanaklarının kısıtlanması, haksız sevkler, bitip tükenmez arama-tarama baskıları, görüş yasakları idari cezalarla sindirme çabaları, azaba dönüşen avukat görüşmeleri, ölümcül hastalık hallerinde ölüme terk ediliş. Bu ve bunlara eklenecek onlarca baskı unsurunun dayatıldığı zindanlar, bir ölüm dehlizi haline gelmiştir; Ülkemizde zindanların bu günü, faşizan sivil diktatörlüğün sindirme araçları konumundadır. Bu konuda Kürt halk lideri Öcalan’a dayatılan tecrit, bu tablonun hangi insanlık dışı konumda olunduğuna önemli bir göstergedir.
Boş çuval dik durmaz. Dik durmak için orijinal olmak dolu olmak gerek. Oysa iktidarların tekrarla yaptığı içimizi boşaltarak, bizi boş çuval gibi yere sermektir. Bunun bir yolunu da zindanlara doldurarak adalet algılarımızı kirletmeye çalışarak yapmaktadır. Buna karşı bir refleks geliştirmekle yükümlüyüz.
Kendilerini iç zindanlarında esir edenlerin ise, dışta olan zindanları ve yaşanan acıları anlaması mümkün değildir. Çağrımız, kendi zindanlarımıza ve başkasına dayatılan zindan acılarına son verme çağrısıdır. Bu nedenle duyarlı olmaya ve etkin olmaya davettir.
THKP-C (Acilciler)
30 Ocak 2012
30 Ocak 2012 / No: 37
ÜLKE BÜYÜK BİR ZİNDAN
ZİNDAN İÇİNDE İSE ACIMISIZ BİR YAŞAM VAR
İktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektiği acılara karşı duyarlı olmak, bir vatandaşlık bilinci ve görevidir.
Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmak, özgürlük ve demokrasi için hayatı bir adımdır.
***
Ülkemiz siyasal sistemi üzerinde vatandaşın derinlemesine bir algı oluşturması çoğu zaman güç. Bu ülkede sistemin en büyük handikabı seçilmemişlerin, seçilmişler ve halk üzerinde, halkın iradesine rağmen edinmiş oldukları egemenlikle izah edilebilir. Sistem böylesine oligarşik bir yapıyı, 20. Yy başlarından itibaren başlayan imparatorluk yıkıntıları arasından çıkıp gelirken milyonlarca Km² den gerileyip bu günkü alana sıkışmanın verdiği tarihsel korkularla örmeye başladı.
II. Viyana kuşatmasından (1683) bu yana, devlet düzeyinde hiçbir savaşta başarı kazanamadan düştüğü hasta adam konumu, Sevr anlaşması ardından, ancak Lozan anlaşmasıyla koparılabilen “misak-i milli” sınırları içinde de farklı inanç, etnik yapı ve ilhak edilmiş komşu ülke topraklarının bulunması, Cumhuriyetin farklı planda kuruluş tezini oluşturuyordu. Ancak bu Cumhuriyet, genetik olarak Osmanlının devamıydı ve içindeki canavar koşullar olgunlaşınca beklemeksiniz kendini dışa vuruyordu. Cumhuriyetteki Osmanlı bu ülkenin karanlık akıl algılarıyla yönetilmesinin ideolojik zemini olduğu kadar, cumhuriyeti ileri bir demokrasiye götürmenin de önünde en büyük engeldi; tipik bir yol kesen eşkıya gibiydi.
Osmanlının son kesitinde, pan-İslamlıktan, Turancılığa oradan da ulus devlete geçişte aynı kadroların bu ters yönelimlerin öncüsü olması, bu ülkenin kederinde halk iradesini ötekileştirmenin dinamiğini oluşturmuştur. Cumhuriyetin kirli tarihinde bunun akıl almaz bir kumpas olarak işlev gördüğünü anlamak için özel bir çabaya gerek yoktur.
Özür dilemenin tekrarı bitmez, bu günden yarına gösterdiği inatçı süreklilik,, bu ülkede devamlı yapılan bir üretimdir. Bu bir vahşet seremonisidir. Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamları, hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermeni kıyımı (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakı (23 Haziran 1939), Faşizan Varlık Vergisi mağduriyeti (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbeleri, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamları ve daha niceleri, devletin boynuna alameti farkadır. “Özür dilemek” bu ağır bilanço altında, “özrü kabahatinden büyük” bir cürümdür.
Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu, ama öyle olmadığı görüldü. Bunun da ötesi, sivil diktatörlük hezeyanı içinde iktidarı tekelleştirenler, yeni-Osmanlıcılıkla, yeni tahribatlar örmekte oldukları görüldü. Bu ise, ülkemiz halklarını, tarihsel ağır bilançolarla yüz yüze bırakan birer tehlike işaretidir; “Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan dış politika, iç politikanın kıyım denklemleri üzerinde kurulmuş olmasının başka bir sonuç üretmesi zaten mümkün değildi. Bunun ilk meyvesi “sıfır sorun” yerine çok sorunlu komşuluk ilişkisine dönüşmüştür. Haklı hiçbir gerekçe olmamasına, akılla kabul edilebilir bir nedeni olmaksızın, komşularımızla savaş konumuna sürüklenişimiz bunu anlatmaya yeterlidir. Bunun da ötesinde, komşu ülkelerde iç savaş kışkırtıcılığı yaparak, eli kanlı şebekelere sağlanan lojistik desteklerle ortak olmak ise, işini bir başka boyutudur. Barış ve birlikte paylaşım ilesi üzerinden geliştirilmesi gereken komşuluk ilişkisini ortaçağ kurallarıyla sürdürmeye çalışmanın maliyetini, kuşaklar boyu ödemek zorunda kalacağımız bilinmelidir.
Ülkemizin bu tarihsel verileri üzerinde, üç askeri darbenin hukuk dışı bir sistem kurmasının kaçınılmaz sonucu, atanmışların seçilmişler üzerinde ve halkın iradesi üzerinde ipotek koymasıyla sonuçlanmıştır. Bu gün 43 farklı üst kurulla ülkemiz halklarının siyasal iradesi bir yol kesme, bir barikat oluşturuldu;Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Askeri Yargıtay, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi gibi kurumlar oligarşinin sac ayakları olarak topluma dayatılmıştır. Toplumun gelişmesi önünde bu kurumlar bir barikat gibidir.
Ayrıca bu barikatlarda kıran kırana iktidar mücadelesi yürür durur. Bu paylaşım kavgasının sonuncusu ise Erdoğan iktidarı ile öncekiler arasında yürütüldü. Oligarşiyi oluşturan bu yüksek kurul manzumesini ele geçirip üstünlük sağlamak üzere, Ergenekon diye eski derin devlete karşı Fethullahçı Cemaatin imamlar ordusuyla Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairse Başkanlığından itibaren başlayan yeni derin devlet organize edildi. Paylaşım savaşı yüksek kurulların ele geçirilmesi üzerine yürüdü. Zira bu kurumlar iktidar olma kapılarını açıyordu. Seçimlerde beliren halkın iradesi ise, bu paylaşım kavgasının ikinci derecede yakıtı olmanın ötesinde değildi. Bu süreçte devam eden faşizan baskılar, yapılandırılmak istenen sivil diktatörlüğün köşe taşlarını oluşturdu.
Tarihsel ilerleme mantığı kıstaslarıyla, gittikçe açılan, derinliği ve genişliğiyle halkın katılımcı demokrasi yolunda özgürleşmesini sağlayan bir yönelim yerine, tersi yapıldı. Cumhuriyet, ilk andan itibaren içinde taşıdığı Osmanlı aklı virüsünün ağır baskısı altında, ilerlemek yerine karanlıklara daldı, iç bükey bir çürümeyle dinamiklerini yitirdi. Sonunda da halkın iradesini hiçe sayan, öteleyen mekanizmalar, yasa ve kurumlar tekelci faşizan bir sivil diktatörlüğün kapılarını açmış oldu.
Bu sürecin, cehennemi unsurlarından biri, suç ve ceza dengesini bozmaktı. Bunu yaptılar. Şüphe, kaygı, gibi elastiki söylemlerle herkesi, ilgili ilgisiz her konuda tutuklanıp işkence, zindan, mahkeme denkleminde ezilmesine kapı araladılar. Bunu da “hukuk” diye topluma dayattılar. Bitip tükenmez mahkeme üzerine mahkemelerle, uzun tutukluluk halleriyle, ölümcül hastalıklarda bile zindan içinde zindan yaşatarak sindirmeyi iktidarlarının var oluş koşulu yaptılar. Baskılardan nasibini en çok alanlar da gazeteciler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar öğrenciler ve düşünce adına en küçük üretim etkinliği olan toplumun zinde güçleri oldu. Bir sindirme, refleksleri olmayan, bu yöndeki duyargalarını yitirmiş, iktidarın kurgular alemi Medyasının, sersemletici tokatları altında bağışıklık sistemini yitirmiş bir toplum yaratmaya yöneldiler. İşte zindanlar da bu sürecin bir halkası olarak biçimlendirilip oturtulmaya çalışıldı. Önce devrimcilere yöneldiler, halkın çıkarlarını en çok onlar öz veriyle savunuyordu. Sonra sırasıyla, en ılımlı olanlara kadar ulaştılar. Farklı olan herkes “gayri meşru” ilan edilir hale geldi. Söz söyleyene, yazı yazana, itiraz edene zindanları gösterildi. Kamuoyunun askeri darbecilere duyduğu haklı tepkileri istismar edilerek, adaleti kuşkulu tasfiyelere yöneldiler; böylece ülke büyük bir zindana, cezaevleri ise zindan içinde zindan haline gelmiş oldu.
Halkımıza çağrımız da burada anlam bulmaktadır; iktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektikleri acılara karşı duyarlı olmak bir vatandaşlık bilinci ve görevidir. Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmaktır. Halkımızı duyarlı ve ilgili olmaya çağırıyoruz.
Zindanlarda, gözlerden uzak çekilen acıların, bir insanlık sorunu, insan olma onur ve erdem sorunudur. Çağrımız buna duyarlılık içindir. Zindan denilen ölüm denklemlerinde, hayvanların bile katlanamayacağı dayatmalar, bu devletin ayıbıdır. Buna sesiz kalınamaz; tecrit, taciz, tedavi olanaklarının kısıtlanması, haksız sevkler, bitip tükenmez arama-tarama baskıları, görüş yasakları idari cezalarla sindirme çabaları, azaba dönüşen avukat görüşmeleri, ölümcül hastalık hallerinde ölüme terk ediliş. Bu ve bunlara eklenecek onlarca baskı unsurunun dayatıldığı zindanlar, bir ölüm dehlizi haline gelmiştir; Ülkemizde zindanların bu günü, faşizan sivil diktatörlüğün sindirme araçları konumundadır. Bu konuda Kürt halk lideri Öcalan’a dayatılan tecrit, bu tablonun hangi insanlık dışı konumda olunduğuna önemli bir göstergedir.
Boş çuval dik durmaz. Dik durmak için orijinal olmak dolu olmak gerek. Oysa iktidarların tekrarla yaptığı içimizi boşaltarak, bizi boş çuval gibi yere sermektir. Bunun bir yolunu da zindanlara doldurarak adalet algılarımızı kirletmeye çalışarak yapmaktadır. Buna karşı bir refleks geliştirmekle yükümlüyüz.
Kendilerini iç zindanlarında esir edenlerin ise, dışta olan zindanları ve yaşanan acıları anlaması mümkün değildir. Çağrımız, kendi zindanlarımıza ve başkasına dayatılan zindan acılarına son verme çağrısıdır. Bu nedenle duyarlı olmaya ve etkin olmaya davettir.
THKP-C (Acilciler)
30 Ocak 2012
THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması (30 Ocak 2012 / No: 37)
THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması
30 Ocak 2012 / No: 37
ÜLKE BÜYÜK BİR ZİNDAN
ZİNDAN İÇİNDE İSE ACIMISIZ BİR YAŞAM VAR
İktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektiği acılara karşı duyarlı olmak, bir vatandaşlık bilinci ve görevidir.
Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmak, özgürlük ve demokrasi için hayatı bir adımdır.
***
Ülkemiz siyasal sistemi üzerinde vatandaşın derinlemesine bir algı oluşturması çoğu zaman güç. Bu ülkede sistemin en büyük handikabı seçilmemişlerin, seçilmişler ve halk üzerinde, halkın iradesine rağmen edinmiş oldukları egemenlikle izah edilebilir. Sistem böylesine oligarşik bir yapıyı, 20. Yy başlarından itibaren başlayan imparatorluk yıkıntıları arasından çıkıp gelirken milyonlarca Km² den gerileyip bu günkü alana sıkışmanın verdiği tarihsel korkularla örmeye başladı.
II. Viyana kuşatmasından (1683) bu yana, devlet düzeyinde hiçbir savaşta başarı kazanamadan düştüğü hasta adam konumu, Sevr anlaşması ardından, ancak Lozan anlaşmasıyla koparılabilen “misak-i milli” sınırları içinde de farklı inanç, etnik yapı ve ilhak edilmiş komşu ülke topraklarının bulunması, Cumhuriyetin farklı planda kuruluş tezini oluşturuyordu. Ancak bu Cumhuriyet, genetik olarak Osmanlının devamıydı ve içindeki canavar koşullar olgunlaşınca beklemeksiniz kendini dışa vuruyordu. Cumhuriyetteki Osmanlı bu ülkenin karanlık akıl algılarıyla yönetilmesinin ideolojik zemini olduğu kadar, cumhuriyeti ileri bir demokrasiye götürmenin de önünde en büyük engeldi; tipik bir yol kesen eşkıya gibiydi.
Osmanlının son kesitinde, pan-İslamlıktan, Turancılığa oradan da ulus devlete geçişte aynı kadroların bu ters yönelimlerin öncüsü olması, bu ülkenin kederinde halk iradesini ötekileştirmenin dinamiğini oluşturmuştur. Cumhuriyetin kirli tarihinde bunun akıl almaz bir kumpas olarak işlev gördüğünü anlamak için özel bir çabaya gerek yoktur.
Özür dilemenin tekrarı bitmez, bu günden yarına gösterdiği inatçı süreklilik,, bu ülkede devamlı yapılan bir üretimdir. Bu bir vahşet seremonisidir. Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamları, hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermeni kıyımı (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakı (23 Haziran 1939), Faşizan Varlık Vergisi mağduriyeti (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbeleri, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamları ve daha niceleri, devletin boynuna alameti farkadır. “Özür dilemek” bu ağır bilanço altında, “özrü kabahatinden büyük” bir cürümdür.
Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu, ama öyle olmadığı görüldü. Bunun da ötesi, sivil diktatörlük hezeyanı içinde iktidarı tekelleştirenler, yeni-Osmanlıcılıkla, yeni tahribatlar örmekte oldukları görüldü. Bu ise, ülkemiz halklarını, tarihsel ağır bilançolarla yüz yüze bırakan birer tehlike işaretidir; “Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan dış politika, iç politikanın kıyım denklemleri üzerinde kurulmuş olmasının başka bir sonuç üretmesi zaten mümkün değildi. Bunun ilk meyvesi “sıfır sorun” yerine çok sorunlu komşuluk ilişkisine dönüşmüştür. Haklı hiçbir gerekçe olmamasına, akılla kabul edilebilir bir nedeni olmaksızın, komşularımızla savaş konumuna sürüklenişimiz bunu anlatmaya yeterlidir. Bunun da ötesinde, komşu ülkelerde iç savaş kışkırtıcılığı yaparak, eli kanlı şebekelere sağlanan lojistik desteklerle ortak olmak ise, işini bir başka boyutudur. Barış ve birlikte paylaşım ilesi üzerinden geliştirilmesi gereken komşuluk ilişkisini ortaçağ kurallarıyla sürdürmeye çalışmanın maliyetini, kuşaklar boyu ödemek zorunda kalacağımız bilinmelidir.
Ülkemizin bu tarihsel verileri üzerinde, üç askeri darbenin hukuk dışı bir sistem kurmasının kaçınılmaz sonucu, atanmışların seçilmişler üzerinde ve halkın iradesi üzerinde ipotek koymasıyla sonuçlanmıştır. Bu gün 43 farklı üst kurulla ülkemiz halklarının siyasal iradesi bir yol kesme, bir barikat oluşturuldu;Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Askeri Yargıtay, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi gibi kurumlar oligarşinin sac ayakları olarak topluma dayatılmıştır. Toplumun gelişmesi önünde bu kurumlar bir barikat gibidir.
Ayrıca bu barikatlarda kıran kırana iktidar mücadelesi yürür durur. Bu paylaşım kavgasının sonuncusu ise Erdoğan iktidarı ile öncekiler arasında yürütüldü. Oligarşiyi oluşturan bu yüksek kurul manzumesini ele geçirip üstünlük sağlamak üzere, Ergenekon diye eski derin devlete karşı Fethullahçı Cemaatin imamlar ordusuyla Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairse Başkanlığından itibaren başlayan yeni derin devlet organize edildi. Paylaşım savaşı yüksek kurulların ele geçirilmesi üzerine yürüdü. Zira bu kurumlar iktidar olma kapılarını açıyordu. Seçimlerde beliren halkın iradesi ise, bu paylaşım kavgasının ikinci derecede yakıtı olmanın ötesinde değildi. Bu süreçte devam eden faşizan baskılar, yapılandırılmak istenen sivil diktatörlüğün köşe taşlarını oluşturdu.
Tarihsel ilerleme mantığı kıstaslarıyla, gittikçe açılan, derinliği ve genişliğiyle halkın katılımcı demokrasi yolunda özgürleşmesini sağlayan bir yönelim yerine, tersi yapıldı. Cumhuriyet, ilk andan itibaren içinde taşıdığı Osmanlı aklı virüsünün ağır baskısı altında, ilerlemek yerine karanlıklara daldı, iç bükey bir çürümeyle dinamiklerini yitirdi. Sonunda da halkın iradesini hiçe sayan, öteleyen mekanizmalar, yasa ve kurumlar tekelci faşizan bir sivil diktatörlüğün kapılarını açmış oldu.
Bu sürecin, cehennemi unsurlarından biri, suç ve ceza dengesini bozmaktı. Bunu yaptılar. Şüphe, kaygı, gibi elastiki söylemlerle herkesi, ilgili ilgisiz her konuda tutuklanıp işkence, zindan, mahkeme denkleminde ezilmesine kapı araladılar. Bunu da “hukuk” diye topluma dayattılar. Bitip tükenmez mahkeme üzerine mahkemelerle, uzun tutukluluk halleriyle, ölümcül hastalıklarda bile zindan içinde zindan yaşatarak sindirmeyi iktidarlarının var oluş koşulu yaptılar. Baskılardan nasibini en çok alanlar da gazeteciler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar öğrenciler ve düşünce adına en küçük üretim etkinliği olan toplumun zinde güçleri oldu. Bir sindirme, refleksleri olmayan, bu yöndeki duyargalarını yitirmiş, iktidarın kurgular alemi Medyasının, sersemletici tokatları altında bağışıklık sistemini yitirmiş bir toplum yaratmaya yöneldiler. İşte zindanlar da bu sürecin bir halkası olarak biçimlendirilip oturtulmaya çalışıldı. Önce devrimcilere yöneldiler, halkın çıkarlarını en çok onlar öz veriyle savunuyordu. Sonra sırasıyla, en ılımlı olanlara kadar ulaştılar. Farklı olan herkes “gayri meşru” ilan edilir hale geldi. Söz söyleyene, yazı yazana, itiraz edene zindanları gösterildi. Kamuoyunun askeri darbecilere duyduğu haklı tepkileri istismar edilerek, adaleti kuşkulu tasfiyelere yöneldiler; böylece ülke büyük bir zindana, cezaevleri ise zindan içinde zindan haline gelmiş oldu.
Halkımıza çağrımız da burada anlam bulmaktadır; iktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektikleri acılara karşı duyarlı olmak bir vatandaşlık bilinci ve görevidir. Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmaktır. Halkımızı duyarlı ve ilgili olmaya çağırıyoruz.
Zindanlarda, gözlerden uzak çekilen acıların, bir insanlık sorunu, insan olma onur ve erdem sorunudur. Çağrımız buna duyarlılık içindir. Zindan denilen ölüm denklemlerinde, hayvanların bile katlanamayacağı dayatmalar, bu devletin ayıbıdır. Buna sesiz kalınamaz; tecrit, taciz, tedavi olanaklarının kısıtlanması, haksız sevkler, bitip tükenmez arama-tarama baskıları, görüş yasakları idari cezalarla sindirme çabaları, azaba dönüşen avukat görüşmeleri, ölümcül hastalık hallerinde ölüme terk ediliş. Bu ve bunlara eklenecek onlarca baskı unsurunun dayatıldığı zindanlar, bir ölüm dehlizi haline gelmiştir; Ülkemizde zindanların bu günü, faşizan sivil diktatörlüğün sindirme araçları konumundadır. Bu konuda Kürt halk lideri Öcalan’a dayatılan tecrit, bu tablonun hangi insanlık dışı konumda olunduğuna önemli bir göstergedir.
Boş çuval dik durmaz. Dik durmak için orijinal olmak dolu olmak gerek. Oysa iktidarların tekrarla yaptığı içimizi boşaltarak, bizi boş çuval gibi yere sermektir. Bunun bir yolunu da zindanlara doldurarak adalet algılarımızı kirletmeye çalışarak yapmaktadır. Buna karşı bir refleks geliştirmekle yükümlüyüz.
Kendilerini iç zindanlarında esir edenlerin ise, dışta olan zindanları ve yaşanan acıları anlaması mümkün değildir. Çağrımız, kendi zindanlarımıza ve başkasına dayatılan zindan acılarına son verme çağrısıdır. Bu nedenle duyarlı olmaya ve etkin olmaya davettir.
THKP-C (Acilciler)
30 Ocak 2012
30 Ocak 2012 / No: 37
ÜLKE BÜYÜK BİR ZİNDAN
ZİNDAN İÇİNDE İSE ACIMISIZ BİR YAŞAM VAR
İktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektiği acılara karşı duyarlı olmak, bir vatandaşlık bilinci ve görevidir.
Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmak, özgürlük ve demokrasi için hayatı bir adımdır.
***
Ülkemiz siyasal sistemi üzerinde vatandaşın derinlemesine bir algı oluşturması çoğu zaman güç. Bu ülkede sistemin en büyük handikabı seçilmemişlerin, seçilmişler ve halk üzerinde, halkın iradesine rağmen edinmiş oldukları egemenlikle izah edilebilir. Sistem böylesine oligarşik bir yapıyı, 20. Yy başlarından itibaren başlayan imparatorluk yıkıntıları arasından çıkıp gelirken milyonlarca Km² den gerileyip bu günkü alana sıkışmanın verdiği tarihsel korkularla örmeye başladı.
II. Viyana kuşatmasından (1683) bu yana, devlet düzeyinde hiçbir savaşta başarı kazanamadan düştüğü hasta adam konumu, Sevr anlaşması ardından, ancak Lozan anlaşmasıyla koparılabilen “misak-i milli” sınırları içinde de farklı inanç, etnik yapı ve ilhak edilmiş komşu ülke topraklarının bulunması, Cumhuriyetin farklı planda kuruluş tezini oluşturuyordu. Ancak bu Cumhuriyet, genetik olarak Osmanlının devamıydı ve içindeki canavar koşullar olgunlaşınca beklemeksiniz kendini dışa vuruyordu. Cumhuriyetteki Osmanlı bu ülkenin karanlık akıl algılarıyla yönetilmesinin ideolojik zemini olduğu kadar, cumhuriyeti ileri bir demokrasiye götürmenin de önünde en büyük engeldi; tipik bir yol kesen eşkıya gibiydi.
Osmanlının son kesitinde, pan-İslamlıktan, Turancılığa oradan da ulus devlete geçişte aynı kadroların bu ters yönelimlerin öncüsü olması, bu ülkenin kederinde halk iradesini ötekileştirmenin dinamiğini oluşturmuştur. Cumhuriyetin kirli tarihinde bunun akıl almaz bir kumpas olarak işlev gördüğünü anlamak için özel bir çabaya gerek yoktur.
Özür dilemenin tekrarı bitmez, bu günden yarına gösterdiği inatçı süreklilik,, bu ülkede devamlı yapılan bir üretimdir. Bu bir vahşet seremonisidir. Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamları, hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermeni kıyımı (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakı (23 Haziran 1939), Faşizan Varlık Vergisi mağduriyeti (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbeleri, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamları ve daha niceleri, devletin boynuna alameti farkadır. “Özür dilemek” bu ağır bilanço altında, “özrü kabahatinden büyük” bir cürümdür.
Cumhuriyet sözde farklı bir planla kurulmuştu, ama öyle olmadığı görüldü. Bunun da ötesi, sivil diktatörlük hezeyanı içinde iktidarı tekelleştirenler, yeni-Osmanlıcılıkla, yeni tahribatlar örmekte oldukları görüldü. Bu ise, ülkemiz halklarını, tarihsel ağır bilançolarla yüz yüze bırakan birer tehlike işaretidir; “Stratejik Derinlik” adı altında kurgulanan dış politika, iç politikanın kıyım denklemleri üzerinde kurulmuş olmasının başka bir sonuç üretmesi zaten mümkün değildi. Bunun ilk meyvesi “sıfır sorun” yerine çok sorunlu komşuluk ilişkisine dönüşmüştür. Haklı hiçbir gerekçe olmamasına, akılla kabul edilebilir bir nedeni olmaksızın, komşularımızla savaş konumuna sürüklenişimiz bunu anlatmaya yeterlidir. Bunun da ötesinde, komşu ülkelerde iç savaş kışkırtıcılığı yaparak, eli kanlı şebekelere sağlanan lojistik desteklerle ortak olmak ise, işini bir başka boyutudur. Barış ve birlikte paylaşım ilesi üzerinden geliştirilmesi gereken komşuluk ilişkisini ortaçağ kurallarıyla sürdürmeye çalışmanın maliyetini, kuşaklar boyu ödemek zorunda kalacağımız bilinmelidir.
Ülkemizin bu tarihsel verileri üzerinde, üç askeri darbenin hukuk dışı bir sistem kurmasının kaçınılmaz sonucu, atanmışların seçilmişler üzerinde ve halkın iradesi üzerinde ipotek koymasıyla sonuçlanmıştır. Bu gün 43 farklı üst kurulla ülkemiz halklarının siyasal iradesi bir yol kesme, bir barikat oluşturuldu;Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Askeri Yargıtay, Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Yüksek Askeri Şura (YAŞ), Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi gibi kurumlar oligarşinin sac ayakları olarak topluma dayatılmıştır. Toplumun gelişmesi önünde bu kurumlar bir barikat gibidir.
Ayrıca bu barikatlarda kıran kırana iktidar mücadelesi yürür durur. Bu paylaşım kavgasının sonuncusu ise Erdoğan iktidarı ile öncekiler arasında yürütüldü. Oligarşiyi oluşturan bu yüksek kurul manzumesini ele geçirip üstünlük sağlamak üzere, Ergenekon diye eski derin devlete karşı Fethullahçı Cemaatin imamlar ordusuyla Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairse Başkanlığından itibaren başlayan yeni derin devlet organize edildi. Paylaşım savaşı yüksek kurulların ele geçirilmesi üzerine yürüdü. Zira bu kurumlar iktidar olma kapılarını açıyordu. Seçimlerde beliren halkın iradesi ise, bu paylaşım kavgasının ikinci derecede yakıtı olmanın ötesinde değildi. Bu süreçte devam eden faşizan baskılar, yapılandırılmak istenen sivil diktatörlüğün köşe taşlarını oluşturdu.
Tarihsel ilerleme mantığı kıstaslarıyla, gittikçe açılan, derinliği ve genişliğiyle halkın katılımcı demokrasi yolunda özgürleşmesini sağlayan bir yönelim yerine, tersi yapıldı. Cumhuriyet, ilk andan itibaren içinde taşıdığı Osmanlı aklı virüsünün ağır baskısı altında, ilerlemek yerine karanlıklara daldı, iç bükey bir çürümeyle dinamiklerini yitirdi. Sonunda da halkın iradesini hiçe sayan, öteleyen mekanizmalar, yasa ve kurumlar tekelci faşizan bir sivil diktatörlüğün kapılarını açmış oldu.
Bu sürecin, cehennemi unsurlarından biri, suç ve ceza dengesini bozmaktı. Bunu yaptılar. Şüphe, kaygı, gibi elastiki söylemlerle herkesi, ilgili ilgisiz her konuda tutuklanıp işkence, zindan, mahkeme denkleminde ezilmesine kapı araladılar. Bunu da “hukuk” diye topluma dayattılar. Bitip tükenmez mahkeme üzerine mahkemelerle, uzun tutukluluk halleriyle, ölümcül hastalıklarda bile zindan içinde zindan yaşatarak sindirmeyi iktidarlarının var oluş koşulu yaptılar. Baskılardan nasibini en çok alanlar da gazeteciler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar öğrenciler ve düşünce adına en küçük üretim etkinliği olan toplumun zinde güçleri oldu. Bir sindirme, refleksleri olmayan, bu yöndeki duyargalarını yitirmiş, iktidarın kurgular alemi Medyasının, sersemletici tokatları altında bağışıklık sistemini yitirmiş bir toplum yaratmaya yöneldiler. İşte zindanlar da bu sürecin bir halkası olarak biçimlendirilip oturtulmaya çalışıldı. Önce devrimcilere yöneldiler, halkın çıkarlarını en çok onlar öz veriyle savunuyordu. Sonra sırasıyla, en ılımlı olanlara kadar ulaştılar. Farklı olan herkes “gayri meşru” ilan edilir hale geldi. Söz söyleyene, yazı yazana, itiraz edene zindanları gösterildi. Kamuoyunun askeri darbecilere duyduğu haklı tepkileri istismar edilerek, adaleti kuşkulu tasfiyelere yöneldiler; böylece ülke büyük bir zindana, cezaevleri ise zindan içinde zindan haline gelmiş oldu.
Halkımıza çağrımız da burada anlam bulmaktadır; iktidarın faşizan sivil diktatörlük girişimlerince mağdur edilen tutuklu ve hükümlülerin zindanda çektikleri acılara karşı duyarlı olmak bir vatandaşlık bilinci ve görevidir. Devletin mağdur ettiği vatandaşa, vatandaşlık bilinciyle sahip çıkmaktır. Halkımızı duyarlı ve ilgili olmaya çağırıyoruz.
Zindanlarda, gözlerden uzak çekilen acıların, bir insanlık sorunu, insan olma onur ve erdem sorunudur. Çağrımız buna duyarlılık içindir. Zindan denilen ölüm denklemlerinde, hayvanların bile katlanamayacağı dayatmalar, bu devletin ayıbıdır. Buna sesiz kalınamaz; tecrit, taciz, tedavi olanaklarının kısıtlanması, haksız sevkler, bitip tükenmez arama-tarama baskıları, görüş yasakları idari cezalarla sindirme çabaları, azaba dönüşen avukat görüşmeleri, ölümcül hastalık hallerinde ölüme terk ediliş. Bu ve bunlara eklenecek onlarca baskı unsurunun dayatıldığı zindanlar, bir ölüm dehlizi haline gelmiştir; Ülkemizde zindanların bu günü, faşizan sivil diktatörlüğün sindirme araçları konumundadır. Bu konuda Kürt halk lideri Öcalan’a dayatılan tecrit, bu tablonun hangi insanlık dışı konumda olunduğuna önemli bir göstergedir.
Boş çuval dik durmaz. Dik durmak için orijinal olmak dolu olmak gerek. Oysa iktidarların tekrarla yaptığı içimizi boşaltarak, bizi boş çuval gibi yere sermektir. Bunun bir yolunu da zindanlara doldurarak adalet algılarımızı kirletmeye çalışarak yapmaktadır. Buna karşı bir refleks geliştirmekle yükümlüyüz.
Kendilerini iç zindanlarında esir edenlerin ise, dışta olan zindanları ve yaşanan acıları anlaması mümkün değildir. Çağrımız, kendi zindanlarımıza ve başkasına dayatılan zindan acılarına son verme çağrısıdır. Bu nedenle duyarlı olmaya ve etkin olmaya davettir.
THKP-C (Acilciler)
30 Ocak 2012
29 Ocak 2012 Pazar
SURİYE ATEŞİNDEN TÜRKİYE YE AYDINLIK GELMEZ
Hasip Yiğitoğlu – 29 Ocak 2012
Ortadoğu’nun tarihi, siyah üzerine siyah ile yazılmaya devam ediliyor.Ayırabilirsen ayır,siyahla siyahı.Bu tek yönlü bir algı değil.Bölge insanlarının tamamının bilinçaltını yansıtıyor.Çok önceden planlanmış kara bir senaryo,yine kara renk kalemle yazılıyor.
Güncelleştirme yapacak olursak,bölge halkları tarihte hiç olmadığı kadar etnik ve din ekseninde birbirlerine bilenmişler,birbirlerini katletmeye mobilize olmuşlar.Hem de,bölge halklarının çok az zengini ve çok fazla fakiri,mazlumu olmasına rağmen.
Adalet,özgürlük,hak,hukuk,sosyal,ekonomik gibi yapılandırmalar yerine,öngörüler din-mezhep-milliyet referanslı olmaktadır.21.yüzyılın toplumsal-sosyal-siyasal kültürüne denk düşen hiç bir parametre göze çarpmıyor Ortadoğu’da.Terör algısı ortak duyguya dönüşmüş.Terör güvenlik algısı olunca da,zamanın parametrelerinin fazla bir önemi olmuyor maalesef.
Birde tarihsel boyutu var bu sürecin.Arap-İslam toplumlarının dogmatik gelenekçi zihinlerinin devrimci ortak duygu ve düşünce üretemeyeceği bir kez daha anlaşılmıştır.Tarih bir kez daha gösterdi ki, Devrimci düşünce algısını referans almayan süreçlere,devrimci süreç denilmeyeceğidir.Arap Baharı böyle bir süreç olmalıdır.
Şimdi Ortadoğu ,tarihin nitelikli en karmaşık sürecini yaşıyor.Küresel yozlaşma bölgede yaşayan halkların bilincini öğlesine kirletmiş ki,etnik ve inanç eksende bölge halkları birbirlerini kırıyor,öldürüyor.İnsansanlık katlediliyor.
İnsanlık,tarihin en büyük dezenformasyonu ile karşı karşıya.İnsani değer yargıları buharlaştırılarak halklar arası düşmanlık yağmuruna dönüştürülmektedir.Küresel işgalciler yüzlerce yazılı sözlü ve binlerce sosyal medya kuruluşlarıyla dezenformasyon amaçlı yayınlarla akılları karıştırarak beyaza yorumlanacak bir umut bırakmıyorlar.
Bu bağlamda ülkemiz malum medyaları her gün yeni bir strateji uzmanı üretiyorlar.Özellikle Suriye’de yaşanan süreçle birlikte “sözüm ona medya strateji uzmanı” diye lanse edilenlerin kullandıkları argümanlar,sosyal ve siyasi kültür değerlerinden uzak mezhep ve etnik nitelikli olmaktadır.
Entel görünümlü bu uşaklar,savaşçı subay edasıyla televizyonlara çıkıp ahkam kesiyorlar.Adeta savaş tamtamlığı yapmaktadırlar.Türkiye’nin askeri anlamda Suriye’ye müdahale etmesi gerektiği konusunda halkın bilinç altını kirleterek sanal kahramanlık duygularını kabartıyorlar.Başbakanın Suriye,Irak bizim iç meselemiz söylemi referans gösterilerek işgalci hevesleri körüklemektedirler.Komşu ülkelerin iç işlerine müdahale algısının toplumsal zeminini hazırlıyorlar.
Türkiye bu anlayışı devletiyle,iktidarıyla resmi bir söyleme dönüştürmüştür.Başbakanın ve dışişlerinin açıklamalarından anlaşılacağı gibi, Ortadoğu’da Şiilere karşı Sunni bir blok oluşturmak istenmektedir.Hangi güç parametrelerine dayanarak Türkiye bu senaryoyu kurguluyor,anlamak için fazla çabaya gerek olmamalıdır.Sadece kendi güç değerlerinin yetmeyeceği herkesin malumu olsa gerek.Anlaşılan Türkiye,ABD’nin dış politika maceralarına,bölge parametrelerine gözü kapalı kendini kaptırmıştır.Şimdi ise uykular kaçmışa benzemektedir.
Suriye’ye Uluslar arası doğrudan müdahalenin yakın zamanda görünmemesi Türkiye’nin telaşını daha da arttırmaktadır.Bu bağlamda Suriye muhaliflerine verilen müdahale umutlarının karşılanamaması ise bir başka telaş olmalıdır.
Yakın gelecekte Suriye’de gelişecek ciddi çatışmalara karşı Türkiye’nin tavrı konusunda yalnız kalacağı yada vaat ettiklerine karşı ciddi bir itibar kaybına uğrayacağını söylemek yanlış değildir.
Zaten Nato üyeliği ile Küresel emperyal güç koalisyonu içinde olan Türkiye’nin,bağımsız bir dış politikası olamayacağı ve yalnız başına Suriye’ye müdahale edemeyeceği aşikardır.Böylece de bir kısım Suriye muhaliflerine verdiği müdahale umutlarının gerçekleşmesi de mümkün olamayacaktır.
Bu durumun farkında olan Türkiye küresel güçlerin askeri bölgesel karargahı olma şansını açıkça zorlamaktadır.Bu durum Başbakan tarafından başka manalarla izah edilmeye çalışılıyorsa da,son günlerde ABD’li uzmanların konuyla ilgili Malatya’da geniş araştırmalar yaptıkları haberleri uluslar arası medya kuruluşları tarafından yayınlanmıştır.
Şimdilik Suriye’ye dışarıdan müdahale koşullarının imkanı görünmediğinden, Houndras örneğinde olduğu gibi sınır karargahları kurularak contra senaryosu uygulamaya konmuştur.Bilindiği gibi CİA,Hondras’ta Nikaragua’da savaşan Sandalista gerillalarına karşı contra karargahları kurdurmuştu.
Bu bağlamda Suriye’de çok kanın döküleceğini söylemek için falcı olmaya gerek yoktur.Türkiye büyük risk almaktadır.Suriye ateşinden Türkiye’ye aydınlanma çıkmaz.Suriye ateşi kan dehlizlerin dibinden yukarılara tırmandıkça her tarafı sarmalayacaktır.Onlarca yıl sürebilir,söndürülmesi zor olacaktır..Heveslerle yapılan siyasetin sonuçları hep başka heveslere yem olmuştur tarihte.
Başbakan’ın sık sık tekrarladığı “Suriye ve Irak bizim iç meselemiz “ in,ne emeller taşıdığı artık bilinmeyen olmaktan çıkmıştır.Bu anlayış,açık bir ifadeyle bölge ile birlikte Suriye’nin bölünerek din,mezhep ve milliyet temelinde koloni ülkelerin kurulmasını hedeflemektedir.Diğer bir ifade ile BOP denkleminin ta kendisidir.
Suriye’de ve bölgede ciddi bir kaos var.Yaşananlara bakıldığında adalet ve eşitlik taleplerinden çok bilinçaltı beklentileri sürece damgasını vurmuştur.Zamanın güncel beklentileriyle tamamen ters duran ideolojik paradigmalı bu sürece dahil olmak son derece güç olmaktadır.Yazımın başında belirttiğim gibi,siyahın üstüne siyahla yazılıyor.
Ortadoğu’nun tarihi, siyah üzerine siyah ile yazılmaya devam ediliyor.Ayırabilirsen ayır,siyahla siyahı.Bu tek yönlü bir algı değil.Bölge insanlarının tamamının bilinçaltını yansıtıyor.Çok önceden planlanmış kara bir senaryo,yine kara renk kalemle yazılıyor.
Güncelleştirme yapacak olursak,bölge halkları tarihte hiç olmadığı kadar etnik ve din ekseninde birbirlerine bilenmişler,birbirlerini katletmeye mobilize olmuşlar.Hem de,bölge halklarının çok az zengini ve çok fazla fakiri,mazlumu olmasına rağmen.
Adalet,özgürlük,hak,hukuk,sosyal,ekonomik gibi yapılandırmalar yerine,öngörüler din-mezhep-milliyet referanslı olmaktadır.21.yüzyılın toplumsal-sosyal-siyasal kültürüne denk düşen hiç bir parametre göze çarpmıyor Ortadoğu’da.Terör algısı ortak duyguya dönüşmüş.Terör güvenlik algısı olunca da,zamanın parametrelerinin fazla bir önemi olmuyor maalesef.
Birde tarihsel boyutu var bu sürecin.Arap-İslam toplumlarının dogmatik gelenekçi zihinlerinin devrimci ortak duygu ve düşünce üretemeyeceği bir kez daha anlaşılmıştır.Tarih bir kez daha gösterdi ki, Devrimci düşünce algısını referans almayan süreçlere,devrimci süreç denilmeyeceğidir.Arap Baharı böyle bir süreç olmalıdır.
Şimdi Ortadoğu ,tarihin nitelikli en karmaşık sürecini yaşıyor.Küresel yozlaşma bölgede yaşayan halkların bilincini öğlesine kirletmiş ki,etnik ve inanç eksende bölge halkları birbirlerini kırıyor,öldürüyor.İnsansanlık katlediliyor.
İnsanlık,tarihin en büyük dezenformasyonu ile karşı karşıya.İnsani değer yargıları buharlaştırılarak halklar arası düşmanlık yağmuruna dönüştürülmektedir.Küresel işgalciler yüzlerce yazılı sözlü ve binlerce sosyal medya kuruluşlarıyla dezenformasyon amaçlı yayınlarla akılları karıştırarak beyaza yorumlanacak bir umut bırakmıyorlar.
Bu bağlamda ülkemiz malum medyaları her gün yeni bir strateji uzmanı üretiyorlar.Özellikle Suriye’de yaşanan süreçle birlikte “sözüm ona medya strateji uzmanı” diye lanse edilenlerin kullandıkları argümanlar,sosyal ve siyasi kültür değerlerinden uzak mezhep ve etnik nitelikli olmaktadır.
Entel görünümlü bu uşaklar,savaşçı subay edasıyla televizyonlara çıkıp ahkam kesiyorlar.Adeta savaş tamtamlığı yapmaktadırlar.Türkiye’nin askeri anlamda Suriye’ye müdahale etmesi gerektiği konusunda halkın bilinç altını kirleterek sanal kahramanlık duygularını kabartıyorlar.Başbakanın Suriye,Irak bizim iç meselemiz söylemi referans gösterilerek işgalci hevesleri körüklemektedirler.Komşu ülkelerin iç işlerine müdahale algısının toplumsal zeminini hazırlıyorlar.
Türkiye bu anlayışı devletiyle,iktidarıyla resmi bir söyleme dönüştürmüştür.Başbakanın ve dışişlerinin açıklamalarından anlaşılacağı gibi, Ortadoğu’da Şiilere karşı Sunni bir blok oluşturmak istenmektedir.Hangi güç parametrelerine dayanarak Türkiye bu senaryoyu kurguluyor,anlamak için fazla çabaya gerek olmamalıdır.Sadece kendi güç değerlerinin yetmeyeceği herkesin malumu olsa gerek.Anlaşılan Türkiye,ABD’nin dış politika maceralarına,bölge parametrelerine gözü kapalı kendini kaptırmıştır.Şimdi ise uykular kaçmışa benzemektedir.
Suriye’ye Uluslar arası doğrudan müdahalenin yakın zamanda görünmemesi Türkiye’nin telaşını daha da arttırmaktadır.Bu bağlamda Suriye muhaliflerine verilen müdahale umutlarının karşılanamaması ise bir başka telaş olmalıdır.
Yakın gelecekte Suriye’de gelişecek ciddi çatışmalara karşı Türkiye’nin tavrı konusunda yalnız kalacağı yada vaat ettiklerine karşı ciddi bir itibar kaybına uğrayacağını söylemek yanlış değildir.
Zaten Nato üyeliği ile Küresel emperyal güç koalisyonu içinde olan Türkiye’nin,bağımsız bir dış politikası olamayacağı ve yalnız başına Suriye’ye müdahale edemeyeceği aşikardır.Böylece de bir kısım Suriye muhaliflerine verdiği müdahale umutlarının gerçekleşmesi de mümkün olamayacaktır.
Bu durumun farkında olan Türkiye küresel güçlerin askeri bölgesel karargahı olma şansını açıkça zorlamaktadır.Bu durum Başbakan tarafından başka manalarla izah edilmeye çalışılıyorsa da,son günlerde ABD’li uzmanların konuyla ilgili Malatya’da geniş araştırmalar yaptıkları haberleri uluslar arası medya kuruluşları tarafından yayınlanmıştır.
Şimdilik Suriye’ye dışarıdan müdahale koşullarının imkanı görünmediğinden, Houndras örneğinde olduğu gibi sınır karargahları kurularak contra senaryosu uygulamaya konmuştur.Bilindiği gibi CİA,Hondras’ta Nikaragua’da savaşan Sandalista gerillalarına karşı contra karargahları kurdurmuştu.
Bu bağlamda Suriye’de çok kanın döküleceğini söylemek için falcı olmaya gerek yoktur.Türkiye büyük risk almaktadır.Suriye ateşinden Türkiye’ye aydınlanma çıkmaz.Suriye ateşi kan dehlizlerin dibinden yukarılara tırmandıkça her tarafı sarmalayacaktır.Onlarca yıl sürebilir,söndürülmesi zor olacaktır..Heveslerle yapılan siyasetin sonuçları hep başka heveslere yem olmuştur tarihte.
Başbakan’ın sık sık tekrarladığı “Suriye ve Irak bizim iç meselemiz “ in,ne emeller taşıdığı artık bilinmeyen olmaktan çıkmıştır.Bu anlayış,açık bir ifadeyle bölge ile birlikte Suriye’nin bölünerek din,mezhep ve milliyet temelinde koloni ülkelerin kurulmasını hedeflemektedir.Diğer bir ifade ile BOP denkleminin ta kendisidir.
Suriye’de ve bölgede ciddi bir kaos var.Yaşananlara bakıldığında adalet ve eşitlik taleplerinden çok bilinçaltı beklentileri sürece damgasını vurmuştur.Zamanın güncel beklentileriyle tamamen ters duran ideolojik paradigmalı bu sürece dahil olmak son derece güç olmaktadır.Yazımın başında belirttiğim gibi,siyahın üstüne siyahla yazılıyor.
ZİNDANLAR KAPATILSIN - HASTA TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK
İHD.ADANA CEZAEVİ KOMİSYONU. TU HADER. ANADOLU HALKLARI KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ (ANADOLU –DER) . ADANA: YER.İNÖNÜ PARKI.TARİH.28.01.2012.
Mihrac Ural’ın notu. 29 Ocak 2012 / Pazar
ANADOLU-DER / ADANA Şubesi, ülkemizin demokrasi ve özgürlük mücadelesinin her etkinliğinde en ön safta olmaya kararlıca devam ediyor. Dünden bu gün, kesilmeden gelen direnişçi tutumun öncüleri, sayıların değil tutuların gerçekleri yansıttığı, niceliklerin değil niteliklerin halkın çıkarlarını temsil ettiği bu zorlu kesitlerde, sivil diktatörlüğün amansız saldırılarına İnsan Hakları Derneğinin ilan ettiği kitlesel basın açıklaması önemli bir adımdı. Demokratik kitle örgütleri olarak, zindanlarda çekilen acılara karşı, mahkum ve tutukluların mağduriyetlerini protesto etmek üzere düzenlenen etkinlikte ANADOLU-DER olarak her zamanki yerimizi aldık.
28 Ocak 2012 tarihi itibariyle yapılan etkinlikte okuna basın açıklaması ve katılım bu gerçeğe bir kez daha işaret etmiş oldu.
ANADOLU- DER başkanı Ahmet Pekyen, bir emekçi olarak hayatını kazanma mücadelesini sürdürürken, omuzlarında hepimiz adına yükselttiği mücadeleyi, safların en önünde yer alarak ifa ediyor. Hepimiz adına ona burada selamlıyorum.
BASINA ve KAMUOYUNA.
ZİNDANLAR KAPATILSIN-HASTA TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK.
Türkiye ve Akdeniz bölgesinde Hapishaneler gerçeği
Türkiye cezaevleri, bilinçli ve sistemli olarak yürütülen bir politika ile özel yerini korumakta.özellikle Adana ve çevresindeki hapishanelerinde her geçen gün artan hak ihlalleri bir insanlık suçu olan işkenceye dönüştürülmektedir.
Askeri yöntemlerin dayatıldığı, mahpusların tecrit edilerek darp edildiği,saç ve sakallarının zorla kazıtıldığı,keyfi bahanelerle açık görüş yasağı verilmesi yaz aylarında İçecek ,kış mevsiminde ise sıcak su sorunundan,tüm hapishanelerde ısınma yer,kapasite sorununa taciz vakalarından,sevk ve hastane gidiş gelişlerinde onur kırıcı aramalar dayatılmakta ve keyfi bir şekilde mahpusların mektuplarına el konulmaktadır.
Yazın içecek sularının kesilmesi kışın ise sıcak suyun olmaması ve tüm hapishanelerde kaloriferlerin yanmaması tesadüf olamaz.
Tüm bu hukuksuzluklara, keyfi uygulamalara,işkenceye ve tecrite karşı mahpuslar süresiz dönüşümsüz açlık grevi direnişine başlamışlardır.
Bizler hak savunucuları ve demokratik kitle örgütleri olarak yukarıda belirttiğimiz tüm bu olaylarla ilgili sorumluların açığa çıkartılarak haklarında idari ve yargısal soruşturmaların açılmasını,İMRALI CEZAEVİ BAŞTA.olmak üzere tüm f tipi hapishanelerinin kapatılmasını hasta tutsakların bir an önce serbest bırakılmasını insanlık dışı uygulamalara ve tecrite son verilmesini talep ediyoruz.
Ülkemizin insan temel hak ve özgürlüklerin yaşandığı insan haklarına dayalı sosyal bir hukuk devleti oluncaya dek mücadelemizi sürdürerek devam edeceğimizi belirtiyor.Tüm bu baskı ve zulüm politikalarına karşı hiç bir şartta geri adım atmayacağımızı buradan bir kes daha haykırıyoruz.
İNSANLIK ONURU İŞKENCEYİ YENECEK.
YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA.
ZİNDANLAR KAPATILSIN-HASTA TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK.
İHD.ADANA CEZAEVİ KOMİSYONU.
TU HADER
ANADOLU HALKLARI KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ (ANADOLU –DER)
ADANA: YER.İNÖNÜ PARKI.TARİH.28.01.2012.
28 Ocak 2012 Cumartesi
YALAN SÖYLEMEK MİT AJANLARININ VE İTİRAFÇILARIN DOĞASINDADIR
6 Aralık 1986 tarihli 39 - 40 sayılı Merkez Yayın Organı CEPHE dergisinin, 1. Kongre özel sayısıdır. İçerğiinin başlıkları şudur. Baş yazı; B. Mahir; Yaşasın 1. Kongremiz / Mihrac Ural yoldaşın 1. Kongre açış konuşması / kongre delegelerine; “İç Tüzük” / PKK. G.S Abdullah Öcalan’ın konuşması. / Filistin Halkının Kurtuluşu için Mücadele Cephesi’nden 1. Kongreye mesaj / 1. Kongrenin İşçi Sınıfına mesajı. / 1. Kongreden Faşizme ve Burjuvaziye Boyun eğmeyen tüm devrimcilere / 1. Kongreden cezaevlerine mesaj / 1. Kongreden SBKP’ye mesaj / 1. Kongreden Filistin Halkıyla Dayanışma Gününe Mesaj / MK. Kongre kapınış konuşması / Şehitler Onurumuzdur yazısı
250. DOSYA
YALAN SÖYLEMEK
MİT AJANLARININ VE İTİRAFÇILARIN DOĞASINDADIR
Mihrac Ural – 27 Ocak 2012 / Cuma
Bu dosyanın konusu söylediği her cümle, her kelime yalan olan MİT ajanının son iddiasına 1. Kongre belgelerinden bir cevaptır. Bundan önce ne demişti; “Kongrede tanıtım kartı yok uyduruyorlar” birde iddiayla takan varsa söylesin diye salladı. Cevabını belgeleriyle fotoğraflarla aldı. Bir tiyo daha vereyim. Bu namusuz ajanın kendi göğsü üzerinde tanıtım kartının olduğunu gösterir fotoğrafı da bulunuyor. Ama kongreyi daha fazla kirletmemesi için ve fotoğrafı alıp onu kuşatmış olduğumuz gerçeğine karşı bir veri olarak kullanmasını önlemek için yayınlamayı uygun görmedim.
Mit ajanı İbrahim Yalçın’ın yeni iddiası şu;
“Kongre’de 7 kişilik bir MK seçilecekti. Hal böyle olunca, normal bir prosedürde en az 14 kişinin MK adayı olarak kongrenin onayına sunulması ve gizli oy açık sayım yapılarak en çok oy alan 7 kişinin MK üyesi olması gerekirken, bizde böyle olmadı. Seçilecek olan 7 kişi için 7 tane aday gösterildi. Dolayısı ile adı geçen bu iki kişi (Salih ve Zafer) hiç oy almamış olsalar bile, yeniden seçilmiş olacaklardı. Öyle de oldu. Yeniden MK üyesi seçilmiş oldular.” (İtirafçı Engin’in sitesi, “Üç Belge ve…” Mit ajanı ibrahim’in yazısı)
Acilciler 1. Kongresi, iddiayla söylüyorum ki, Türkiye’de yapılan tüm illegal örgüt kongrelerinden çok daha kurallı, çok daha kurumsal algıyla gizli oy açık sayımla, muhalefet olanlara sonsuz konuşma hakkı tanıyarak bağlanmıştır. Tüm tutanakları, raporları eksiksiz basılarak, ilgili yoldaşlara iletilmiştir. Her biri 1,5 saatlik teyp kasetleri arşivde durduğu gibi, bunlardan yayınlanması gerekenler de Örgüt Merkez Yayın Organı CEPHE sayı: 39 – 40’da yayınlanmıştır. Bu belge, bu tarihi direnme örgütünün onurlu kongresine dil uzatmaktan, karalamaktan başka sermayesi olmayan, İlker Akman ve arkadaşlarını polise ihbar eden katil muhbir, İtirafçı Engin Erkiner’e kapak olsun diye aktarıyorum.
Sonra, Mit ajanı İbrahim’in, kongrede MK seçimi yalanına gelelim.
1. MK ile ilgili söylediği tüm rakamlar yanlış, 7 aday değil, 12 aday ortaya çıktığıdır. Belgede üstteki listede sıralama, aday önerme sırası esas alınmıştır. Seçim sonucunda ise oy sayısına gere yapılan sıralama altta gösterilmiştir.
2. 1. Kongrede oy hakkı olan kaç delege, oy hakkı olmayan kaç delege olduğunu bilmez. O kongreyi MİT’e ispiyonlamak için sadece kimin ne görev alacağıyla ilgiliydi. Örgüt bu adama karşı her önlemi de almıştı. Bu belgede bilinmesi gereken sadece MK için kaç kişinin aday olduğudur bunun için isimler ve sayılar karalanmıştır. MİT işine devam ederken hiçbir tiyo verilmeyecektir.
3. Belgede MK seçim tutanağını iki kişi kaleme almıştır; Levent Sami Sultan ve Şerif Yılmaz’dır. MİT ajanının bu yalanını Levent yoldaşa anlattım (göz kırparak, “MİT ajanı, senin adını ekibimizden özel olarak çıkarma çabası var, ne mutlu sana. bizim edebiyatçı ona çok iyi tiyolar veriyor, oda övmekten geri kalmıyor ya…” dedim ) Levent yoldaş her zamanki sakinliğiyle şöyle dedi; “beni ekipten çıkarmak zorundadır. Çünkü o ajanın ağzına ayağımı sokmuşum, konuşacak hali yoktur. MİT, karısına göz ameliyatı yaptıktan onu Sruiyeye göndermişti. Karısını karşılamaya beraberce sınır kapısına gitmiştik. Giderken de gelirken de ortaya sergilediği duruş, konuşmaları her şeyi açık etti. Yanındaydım, kaç kez yazdım, suratına tükürdüm, anlamıştır. Bu gün de komşu ülke Suriye’ye karşı gösterdikleri köpekçe emperyalist uşağı tutum onları bir kez daha açık etmiştir.” dedi.
4. Belgede Salih ve Zafer yoldaşların haklarıyla seçildikleri çok açıktır. Yusuf Ali Esat kendini aday göstermişti o da bir oy aldı (oyu kendi kendine veren de kendisi olmuş)
5. Belgede açıkça iki kişi oybirliğiyle seçildi. Biri Mihrac Ural diğeri bir bayan yoldaşımız.
6. Belge divanda tutulan tutanaktır. Seçim bitince alkışlarla Enternasyonal okundu. Bu da şerefsiz itirafçı-katil muhbir Engin bunağının suratına şamar olarak vurulur.
7. Bu belgede, alınan oy sıralamasına göre, altta küçük harflerle yapılan sıralamada İbrahim Yalçın 9. Kişidir. Divanda “CEMAL YAŞAR” kod adı yanına kare içinde “İbrahim Yalçın malum kişi ?!” diye bir not düşülmüştür. Bunu sonra detaylarıyla anlatacağım.
İşte bu kadar, her sözü yalan olmak zorunda olan bir ahlaksız MİT ajanına karşı belgeli cevaplar bitip tükenmeyecektir.
Bir tek şey bilin ey Acilci yoldaşlarım, teslim ettiğiniz emanet hakkıyla kurum ve kurallarıyla yükseldi ve hala bu ilkelerin arkasında sizin için var olmaya devam edecektir.
YORUMUM
Mit ajanı İbrahim Yalçın, sanırım devrimci hareketler içinde bu ölçüde belgeli kanıtlı ve kendi el yazısı itiraflarıyla MİT ajanı olduğu ispat edilmiş bir başka kışı yoktur.
Ama bu MİT ajanı gibi suratsız ve ahlaksız bir başkası da yoktur. Tıpkı ortağı itirafçı-katil muhbir Engin Erkiner gibi. Ahlaksız adama, MİT ajanı olduğunu kendi el yazısıyla itiraf ediyor ve hala konuşuyor. Herkes MİT ajanı olduğunu söylüyor ama hala konuşuyor. Acilciliğe en küçük emeği geçmiş insanlar bu şebekenin polis organizesi olduğunu biliyor ama o hala konuşuyor.
Bin kez söyledim, Bu fareleri esir ettim diye. Kapandan da çıkamazlar. Benim adım olmadan bunları kimse okumaz, bunun için adıma saldırarak yaşamaya mahkumlar. Ne ülke ne bölge ne de halkın mücadelesi bunları ilgilendirmiyor. Mit ajanının hayatında tek bir siyasi yazısı yok. Bu ne iş demek gerekmez mi ? Demeye gerek yok. Adam işini yapıyor. Bu karalamalar 4 yıldır sürdüğüne göre iki sonuçtan söz etmek yanlış değildir;
Birincisi, başaramamışlar hep iflas etmişler tekrarları oynuyorlar. Mihrac Ural adı etrafında dönüp duracaklar. Siyasal yazım performansına yetişemedikleri gibi çapları da yok ve tek yolları karalamadır. Bu polis organizesinin suratına aşk ettiğim ve onurlarını izmarit gibi ayaklarım altında ezdiğim itirafçı-katil muhbir ve ajan halleri ölene kadar onları bırakmayacaktır. İkincisi; bu nedenle de, iddiayla söylüyorum bunların yaptığı kin ve intikam değildir, teşkilatlarının görevdir. Bundan kurtulamazlar parası peşin ödenmiş işler yapıyorlar.
Bütün sır iki cümlede saklı kendi kendilerini nasıl tanıtıyorlar ona bakın her şeyi anlarsınız teferruata gerek yok…
MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın kendini anlatıyor;
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
İtirafçı-katil muhbir Engin Erkiner kendini anlatıyor;
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)
Doğruları arkasında duranlar, eşyayı kendi adıyla çağırmayı ihmal etmiyorlar, karalamalara verdikleri cevapta bir o kadar yerli yerindedir; “HASSİKTİR MİT AJANI KÖPEKLER DAHA ÇOK BEKLERSİN. HEM İFTİRACI HEM İTİRAFÇI NAMUSSUZLAR.
Bu söze bir şey eklemeye gerek yoktur.
İLKER AKMAN VE YOLDAŞLARININ ÖLÜMÜNE YOL AÇAN BEYLERDERESİ KATLİAMININ MUHBİRİ İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER’DİR
Mihrac Ural – 26 Ocak 2012 / Perşembe. Kurucu liderlerimiz İlker Akman ve yoldaşları anısına.
İlker Akman ve arkadaşlarının 26 Ocak 1976 Malatya Beylerderesi’nde, polis operasyonuyla katledilmesine yol açan ihbarı Engin Erkiner yaptı.
1.
İtirafçı Engin Erkiner, suç dosyası kabarık biri. 12 Mart 1971 darbesinde, göstermelik olsa da adı KURTULUŞ GAZETESİ yazı işlerinde gösterilmiş olmasına rağmen ne hikmetse sorulmamış bile; o dönem ilgili ilgisiz herkesin işkence ve zindan yattığı dönemdir. Mahir Çayan’nın, THKP-C’nin merkez yayın organı olan bir gazetede adı yazı işleri sorumluluğunda geçen birinin, aranıp sorulmaması bir sihir işi değilse başka bir şey olmalıdır. Sol çevrede de bu durum dikkat çekmemişti. Şimdi, bu itirafçının, suçları birikince ve filmin kareleri tek tek gözden geçirilip gerisin geriye gidilince her şey belirgin olarak anlam kazanmaya başladı.
İtirafçı Engin Erkiner, 12 Mart sonrası dönemde, THKP-C’den geriye kalan etkin güç ve şahsiyetlerin oluşturmaya başladığı yeni siyasal oluşumlarda da görülmedi. İtirafçı, Mahir Çayan geleneğinin ortaya çıkarttığı akımlar arasında yer almak yerine, ilginç biçimde bu geleneğin bilinmeyen, etkisi çok zayıf olan, ancak askeri mücadeleyi sürdürme kararlılığında olan çok dar bir grubun içinde beliriyor.
Bu yer alışın derin anlamını, 26 Ocak 1976 Malatya Beyler Deresi katliamı olunca anlıyoruz. İtirafçı Engin, örgütün Genel Komite üyesiydi.
2.
Örgütün, Genel Komite üyesi arkadaşlarının Malatya’ya gidişlerini bilen tek kişi kendisiydi. İlker’i katliamın olduğu postaneye yönlendiren, ihbarı adım adım takip eden kendisiydi. Örgütün tüm önder kadrosu katliamda öldürülürken, itirafçı-katil muhbir Engin Erkiner, Genel Komite üyesi olmasına rağmen aranmamıştır, sorulmamıştır. Üstelik İlker Akman’ın ablasıyla evliydi. TMMBO’da abisini yakın mühendis arkadaşlarından ( özellikle bu gün Anakara’nın ünlü bir ilçesinin belediye başkanı) İhbarı yapanın Engin Erkiner olduğunu öğrenen İlker Akman’ın ablası, kocası itirafçı Engin Erkiner’in suratına tükürüp, boşamıştır.
İtirafçi-katil muhbir Engin Erkiner’e bunun üzerine MİT’ten ödül olarak kısa süreli askeri hizmet layık görülmüştür. Bu kısa süre sonra örgütten geride kalanların tasfiyesi görevine bir kez daha dönmüştür. Acilciler örgütünün ölü ya da diri olarak tamamen tasfiye edilmesi için belirlenen tarih 1977 yılıdır. Bu tarihi Türkiye devrimci hareketi çok iyi bilir; 1 Mayıs 1977 de bu dönemin kıyımları arasındadır.
3.
Engin Erkiner, İlkerleri katleden ihbarı yaptıktan sonra, “kısa süreli askerlik” ödülüyle mükafatlandırılmıştır. Askerlik dönüşü ise, örgütün Ankara biriminden geriye kalan kadro ve militanları ölü ya da diri olarak tasfiye etmek için göreve koşuldu. Rıza Salman’ı ihbar etti; Rıza Salman onurlu bir yönetici olarak direndi, Acilci geleneğin dik duruşunu sergiledi, işkencede ser verdi sır vermedi. (Siyasi tüm ihtilaflar bir yana bu gerçeği tarihe teslim etmek gerek), Yüksel Eriş hoca Trabzon’da bomba patlaması sonucu şehit oldu. 24 Mart 1977’de Ömür Karamollaoğlu da bomba patlaması sonucu şehit oldu. Böylece örgütün ikinci kuşak yöneticilerini de tasfiye etti. Örgütte Rıza Salman ve Yüksel Eriş’le birlikte Genel komite üyesi olmasına rağmen ne arandı ne soruldu. Tersine örgütün İstanbul’da geride kalan kadro ve militanlarını yakalatmak için görevlendirildi.
4.
İstanbul’a gelir gelmez MİT ajanı İbrahim Yalçın’la tanıştırıldı. İstanbul önemli ve geniş bir alandı. Bu ikili, bin bir emekle yetiştirdiğimiz Güney bölgesi kadrolarını da yanlarına alarak banka soygununa girdi. 4 saat sonra da, herkes yakalanmış oldu. Silahlar, paralar, kadro, yönetici, militan sempatizan dost akraba herkesin tek tek adı verildi. 20 sayfalık itirafnamesiyle rüyalarını bile anlattı. Tarih 19 Ağustos 1977. Bu günüde bu itirafçı-Katil muhbirin doğum günü ilan ettik; İtirafçı, işine şu sözlerle başladı; “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)
“Reisler yalan söylemez” diyerek de devam etti… “kronolojik“ sıralamayı da ihmal etmedi (İtirafçı Engin’in polis itirafnamesindeki kendi deyimidir), her şeyi, akla hayale normal durumlarda bile gelmeyen şeyleri anlatıp örgütü yıkmaya çalıştı. Görevi de buydu.
Unuttuklarını da hatırladığında mazgal kapısını tıklayıp “ Unutmuştum, şimdi hatırladım. Bunları da yazın” dedi ele vermediği hiçbir şey bırakmadı. Tüm eylemleri ve ilgili herkesi, gelecekte yapılacak eylemleri ve olası eylem kadrolarını bile verdi. İtirafçılar olanı verirlerdi bu itirafçı başka tür biriydi ve olmayanı olması halinde kimlerin eylemi yapacağını da ele vermekle alamet-i farika yarattı. Tüm ev adresleri, beni ve Nebil Rahuma’yı yakalanmamamıza rağmen, ilk kez bu itirafçı polise verdi. Sıradan öğrencileri, İstanbul’da okuyan dayı oğlum İsmail Uluç’u bile ele verdi. Yoldan geçip selam atmış insan bile bu itirafçıdan kurtulamadı.
Soygun sırasında ve sonrasında MİT ajanı saat saat MİT İstanbul bölge başkanı Nuri Öndeş’e bilgi verdiğini ise, Öndeş’in yazdığı anılardan resmi bir biçimde tekrarla öğrenmiş olduk. İşte MİT İstanbul bölge başkanı Osman Nuri Öndeş her şeyi ortaya çıkaran sözleri; “MİT İstanbul bölgesi ilgilileri bu soygun kararını önceden haber almıştı ve bu soygun ekibinin hareketleri kontroldeydi ve nihai olarak Akbank Taksim şubesini soymaya karar verdiler… Emniyet Müdür yardımcısı Şükrü BALCI’ya, soygun yapılmadan bir gün önce soygunun sabah saatlerinde yapılacağı haberi iletilmişti… Olay MİT elemanları tarafından izleniyor ve devamlı olarak koordinasyon sağlanıyordu… Operasyon Şefi çalınan paranın saklandığı yeri ve adresinin belli olduğunu, şu anda Engin ERKİNER’in biri erkek diğeri kız, iki arkadaşıyla Şişli’de bir restoranda, kuru fasulye ve pilav yediklerini kendisine söyledi…” ( O.Nuri Öndeş, “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” s:283-85)
İşte bu itirafçının gerçeği budur. Bu gerçeği artık tüm yönleriyle biliyoruz. Bu adamın örgütümüz tarihinde yaptığı tahribatları da adım adım izlediğimizde, baştan itibarin MİT’in bu işte rol oynadığı açığa çıkmıştır.
5.
Konumuz itirafçı Engin’in ortağı değil. Ama bu kişiyi kendi el yazısıyla, bordrolu bir MİT ajanı olduğunu verdiği 12 sayfalık itirafnameyle açıkça ifade etmiştir. Bu bilgiyi, bir kez daha aktarıp bu dosyadaki anlam bütünlüğünü okura sunmakta yarar vardır.
İtirafçı-Katil muhbir Engin Erkiner’in ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın kendini tanıtan el yazısı itirafnamesi;
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
6.
Bu katil muhbir, anlına bir mühür gibi yerleşen bu suçları örtmek için, işkenceler, zindanlar, sürgünlerle tarihi direnme örgütümüzü yükselten kadro ve militanları, yöneticileri ve bir bütün olarak örgütümüzü “muhabarat”lıkla karalamaya çalışıyor, önüne gelini, örgütümüzle uzak yakın ilişkisi olmayan, hiç birimizi önceden tanımayan başka devrimci örgüt insanlarını bile “muhabarat” olmakla suçlayıp, dikkatleri başka yöne dağıtmaya çalışıyor.
Sanki ona katil muhbir dememizin nedeni, bize yaptığı “muhabarat” suçlamasıymış gibi göstermeye çalışıyor. Okuru aptal yerine koyarak bu demagojiye başvuruyor. Ama kimse yutmuyor. Onunu itirafçılığı koç kadimdir, katil muhbirliği de polis organizesi içinde olması da. Bütün bunları tek tek kendi el yazısıyla, itiraflarıyla belgeledik. Kurtuluşu da yoktur. Hesabını verene kadar da kurtulma şansı sıfırdır.
İtirafçı Engin Erkiner, Türkiye devrimce hareketini tüm kesitlerine en sinsi tarzda, en soğuk kanlıca ihbarcılık yapan bir ajandır. İddiayla söylüyorum kanıtlarım ve belgelerim de ortadadır.
İtirafçı-katil muhbir Engin Erkiner, Mahir Çayan ve Deniz Gezmişlerin, ODTÜ döneminden itibaren MİT ajanıdır.
Mahirler ve Denizlerin siyasal mücadeleleriyle ilgili ne tür ihbarlarda bulunduğu üzerine de çalışılması halinde çok şeyin ortaya çıkacağı kesindir. Bunu 68 kuşağı mutlaka yapmalıdır; bu çalışmaya başlayan birden çok kişinin olduğunu biliyorum. Bu adamın siyasal süreçteki çizelgesini takip etmek bile, MİT ajanı olduğu gerçeğine ulaşmak için yeterlidir.
Sonuç:
İtirafçı-katil muhbir Engin Erkiner, örgütümüzün kurucu liderleri olan, İlker akman ve arkadaşlarını Malatya Beylerderesi’nde katledilmesine yol açan ihbarı yapan kişidir. Bu kişi ODTÜ’de okuduğu sıralardan itibaren denizlerin ve mahirlerin döneminden itibaren MİT hesabına çalışan bir ajandır. İhbarlarıyla yaptığı yıkımların tümü, belge ve kanıtlarla ortaya konmuş oldu.
Şimdi ise Avrupa’da, tüm itirafçıların yaptığı gibi örgütsüzlüğü, dağınıklığı empoze ederek, devrimciliği kirletmeye çalışmaktadır. Bu çalışmasını ortağı MİT ajanıyla birlikte yapmaktadır. Özellikle Avrupa sahasında Kürt özgürlük hareketinin faaliyetlerini yakından takip ederek, ihbarlarını yapmaktadır. Bu bilgileri kanıt ve belgeleri devrimci kamu oyununa bir kez daha, bu günün anısına ilan ediyorum.
İlker Akman ve arkadaşlarının 26 Ocak 1976 Malatya Beylerderesi’nde, polis operasyonuyla katledilmesine yol açan ihbarı Engin Erkiner yaptı.
1.
İtirafçı Engin Erkiner, suç dosyası kabarık biri. 12 Mart 1971 darbesinde, göstermelik olsa da adı KURTULUŞ GAZETESİ yazı işlerinde gösterilmiş olmasına rağmen ne hikmetse sorulmamış bile; o dönem ilgili ilgisiz herkesin işkence ve zindan yattığı dönemdir. Mahir Çayan’nın, THKP-C’nin merkez yayın organı olan bir gazetede adı yazı işleri sorumluluğunda geçen birinin, aranıp sorulmaması bir sihir işi değilse başka bir şey olmalıdır. Sol çevrede de bu durum dikkat çekmemişti. Şimdi, bu itirafçının, suçları birikince ve filmin kareleri tek tek gözden geçirilip gerisin geriye gidilince her şey belirgin olarak anlam kazanmaya başladı.
İtirafçı Engin Erkiner, 12 Mart sonrası dönemde, THKP-C’den geriye kalan etkin güç ve şahsiyetlerin oluşturmaya başladığı yeni siyasal oluşumlarda da görülmedi. İtirafçı, Mahir Çayan geleneğinin ortaya çıkarttığı akımlar arasında yer almak yerine, ilginç biçimde bu geleneğin bilinmeyen, etkisi çok zayıf olan, ancak askeri mücadeleyi sürdürme kararlılığında olan çok dar bir grubun içinde beliriyor.
Bu yer alışın derin anlamını, 26 Ocak 1976 Malatya Beyler Deresi katliamı olunca anlıyoruz. İtirafçı Engin, örgütün Genel Komite üyesiydi.
2.
Örgütün, Genel Komite üyesi arkadaşlarının Malatya’ya gidişlerini bilen tek kişi kendisiydi. İlker’i katliamın olduğu postaneye yönlendiren, ihbarı adım adım takip eden kendisiydi. Örgütün tüm önder kadrosu katliamda öldürülürken, itirafçı-katil muhbir Engin Erkiner, Genel Komite üyesi olmasına rağmen aranmamıştır, sorulmamıştır. Üstelik İlker Akman’ın ablasıyla evliydi. TMMBO’da abisini yakın mühendis arkadaşlarından ( özellikle bu gün Anakara’nın ünlü bir ilçesinin belediye başkanı) İhbarı yapanın Engin Erkiner olduğunu öğrenen İlker Akman’ın ablası, kocası itirafçı Engin Erkiner’in suratına tükürüp, boşamıştır.
İtirafçi-katil muhbir Engin Erkiner’e bunun üzerine MİT’ten ödül olarak kısa süreli askeri hizmet layık görülmüştür. Bu kısa süre sonra örgütten geride kalanların tasfiyesi görevine bir kez daha dönmüştür. Acilciler örgütünün ölü ya da diri olarak tamamen tasfiye edilmesi için belirlenen tarih 1977 yılıdır. Bu tarihi Türkiye devrimci hareketi çok iyi bilir; 1 Mayıs 1977 de bu dönemin kıyımları arasındadır.
3.
Engin Erkiner, İlkerleri katleden ihbarı yaptıktan sonra, “kısa süreli askerlik” ödülüyle mükafatlandırılmıştır. Askerlik dönüşü ise, örgütün Ankara biriminden geriye kalan kadro ve militanları ölü ya da diri olarak tasfiye etmek için göreve koşuldu. Rıza Salman’ı ihbar etti; Rıza Salman onurlu bir yönetici olarak direndi, Acilci geleneğin dik duruşunu sergiledi, işkencede ser verdi sır vermedi. (Siyasi tüm ihtilaflar bir yana bu gerçeği tarihe teslim etmek gerek), Yüksel Eriş hoca Trabzon’da bomba patlaması sonucu şehit oldu. 24 Mart 1977’de Ömür Karamollaoğlu da bomba patlaması sonucu şehit oldu. Böylece örgütün ikinci kuşak yöneticilerini de tasfiye etti. Örgütte Rıza Salman ve Yüksel Eriş’le birlikte Genel komite üyesi olmasına rağmen ne arandı ne soruldu. Tersine örgütün İstanbul’da geride kalan kadro ve militanlarını yakalatmak için görevlendirildi.
4.
İstanbul’a gelir gelmez MİT ajanı İbrahim Yalçın’la tanıştırıldı. İstanbul önemli ve geniş bir alandı. Bu ikili, bin bir emekle yetiştirdiğimiz Güney bölgesi kadrolarını da yanlarına alarak banka soygununa girdi. 4 saat sonra da, herkes yakalanmış oldu. Silahlar, paralar, kadro, yönetici, militan sempatizan dost akraba herkesin tek tek adı verildi. 20 sayfalık itirafnamesiyle rüyalarını bile anlattı. Tarih 19 Ağustos 1977. Bu günüde bu itirafçı-Katil muhbirin doğum günü ilan ettik; İtirafçı, işine şu sözlerle başladı; “Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)
“Reisler yalan söylemez” diyerek de devam etti… “kronolojik“ sıralamayı da ihmal etmedi (İtirafçı Engin’in polis itirafnamesindeki kendi deyimidir), her şeyi, akla hayale normal durumlarda bile gelmeyen şeyleri anlatıp örgütü yıkmaya çalıştı. Görevi de buydu.
Unuttuklarını da hatırladığında mazgal kapısını tıklayıp “ Unutmuştum, şimdi hatırladım. Bunları da yazın” dedi ele vermediği hiçbir şey bırakmadı. Tüm eylemleri ve ilgili herkesi, gelecekte yapılacak eylemleri ve olası eylem kadrolarını bile verdi. İtirafçılar olanı verirlerdi bu itirafçı başka tür biriydi ve olmayanı olması halinde kimlerin eylemi yapacağını da ele vermekle alamet-i farika yarattı. Tüm ev adresleri, beni ve Nebil Rahuma’yı yakalanmamamıza rağmen, ilk kez bu itirafçı polise verdi. Sıradan öğrencileri, İstanbul’da okuyan dayı oğlum İsmail Uluç’u bile ele verdi. Yoldan geçip selam atmış insan bile bu itirafçıdan kurtulamadı.
Soygun sırasında ve sonrasında MİT ajanı saat saat MİT İstanbul bölge başkanı Nuri Öndeş’e bilgi verdiğini ise, Öndeş’in yazdığı anılardan resmi bir biçimde tekrarla öğrenmiş olduk. İşte MİT İstanbul bölge başkanı Osman Nuri Öndeş her şeyi ortaya çıkaran sözleri; “MİT İstanbul bölgesi ilgilileri bu soygun kararını önceden haber almıştı ve bu soygun ekibinin hareketleri kontroldeydi ve nihai olarak Akbank Taksim şubesini soymaya karar verdiler… Emniyet Müdür yardımcısı Şükrü BALCI’ya, soygun yapılmadan bir gün önce soygunun sabah saatlerinde yapılacağı haberi iletilmişti… Olay MİT elemanları tarafından izleniyor ve devamlı olarak koordinasyon sağlanıyordu… Operasyon Şefi çalınan paranın saklandığı yeri ve adresinin belli olduğunu, şu anda Engin ERKİNER’in biri erkek diğeri kız, iki arkadaşıyla Şişli’de bir restoranda, kuru fasulye ve pilav yediklerini kendisine söyledi…” ( O.Nuri Öndeş, “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” s:283-85)
İşte bu itirafçının gerçeği budur. Bu gerçeği artık tüm yönleriyle biliyoruz. Bu adamın örgütümüz tarihinde yaptığı tahribatları da adım adım izlediğimizde, baştan itibarin MİT’in bu işte rol oynadığı açığa çıkmıştır.
5.
Konumuz itirafçı Engin’in ortağı değil. Ama bu kişiyi kendi el yazısıyla, bordrolu bir MİT ajanı olduğunu verdiği 12 sayfalık itirafnameyle açıkça ifade etmiştir. Bu bilgiyi, bir kez daha aktarıp bu dosyadaki anlam bütünlüğünü okura sunmakta yarar vardır.
İtirafçı-Katil muhbir Engin Erkiner’in ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın kendini tanıtan el yazısı itirafnamesi;
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
6.
Bu katil muhbir, anlına bir mühür gibi yerleşen bu suçları örtmek için, işkenceler, zindanlar, sürgünlerle tarihi direnme örgütümüzü yükselten kadro ve militanları, yöneticileri ve bir bütün olarak örgütümüzü “muhabarat”lıkla karalamaya çalışıyor, önüne gelini, örgütümüzle uzak yakın ilişkisi olmayan, hiç birimizi önceden tanımayan başka devrimci örgüt insanlarını bile “muhabarat” olmakla suçlayıp, dikkatleri başka yöne dağıtmaya çalışıyor.
Sanki ona katil muhbir dememizin nedeni, bize yaptığı “muhabarat” suçlamasıymış gibi göstermeye çalışıyor. Okuru aptal yerine koyarak bu demagojiye başvuruyor. Ama kimse yutmuyor. Onunu itirafçılığı koç kadimdir, katil muhbirliği de polis organizesi içinde olması da. Bütün bunları tek tek kendi el yazısıyla, itiraflarıyla belgeledik. Kurtuluşu da yoktur. Hesabını verene kadar da kurtulma şansı sıfırdır.
İtirafçı Engin Erkiner, Türkiye devrimce hareketini tüm kesitlerine en sinsi tarzda, en soğuk kanlıca ihbarcılık yapan bir ajandır. İddiayla söylüyorum kanıtlarım ve belgelerim de ortadadır.
İtirafçı-katil muhbir Engin Erkiner, Mahir Çayan ve Deniz Gezmişlerin, ODTÜ döneminden itibaren MİT ajanıdır.
Mahirler ve Denizlerin siyasal mücadeleleriyle ilgili ne tür ihbarlarda bulunduğu üzerine de çalışılması halinde çok şeyin ortaya çıkacağı kesindir. Bunu 68 kuşağı mutlaka yapmalıdır; bu çalışmaya başlayan birden çok kişinin olduğunu biliyorum. Bu adamın siyasal süreçteki çizelgesini takip etmek bile, MİT ajanı olduğu gerçeğine ulaşmak için yeterlidir.
Sonuç:
İtirafçı-katil muhbir Engin Erkiner, örgütümüzün kurucu liderleri olan, İlker akman ve arkadaşlarını Malatya Beylerderesi’nde katledilmesine yol açan ihbarı yapan kişidir. Bu kişi ODTÜ’de okuduğu sıralardan itibaren denizlerin ve mahirlerin döneminden itibaren MİT hesabına çalışan bir ajandır. İhbarlarıyla yaptığı yıkımların tümü, belge ve kanıtlarla ortaya konmuş oldu.
Şimdi ise Avrupa’da, tüm itirafçıların yaptığı gibi örgütsüzlüğü, dağınıklığı empoze ederek, devrimciliği kirletmeye çalışmaktadır. Bu çalışmasını ortağı MİT ajanıyla birlikte yapmaktadır. Özellikle Avrupa sahasında Kürt özgürlük hareketinin faaliyetlerini yakından takip ederek, ihbarlarını yapmaktadır. Bu bilgileri kanıt ve belgeleri devrimci kamu oyununa bir kez daha, bu günün anısına ilan ediyorum.
İLKER AKMAN ACİLCİLERİN SİYASİ İRADESİDİR
Mihrac Ural – 26 Ocak 2012 / Çarşamba. Malatya Beylerderesi katliamı anısına(26 Ocak 1976)
Bu güne kadar, direngen kararlı duruşlarla, kesilmeden, günceli yakalama kaygı ve yönelimlerini belirlemekle devam eden Acilcilerin siyasal duruşu, örgütsel tarihin arka planında yer alan İlker Akman’ın siyasi iradesinin devamıdır, diyeceğim.
Biz Acilciler bu geleneğin dolaysız sonuçlarıyız. İlker’in bilince çıkarılması gereken yanı da budur.
İlker Akman sadece bir mücadele adamı değil, sadece kahraman ya da kanlı Beyler Deresinin bir şehidi de değil, ama aynı zamanda O, Acilcilerin de siyasi iradesiydi.
Geçin yıl yazdığım çözümlemeleri aynıyla tekrar ediyorum anıları önünde saygıyla eğiliyorum onlar bizim öncü kurucu liderlerimizdir.
Mihrac Ural - 24 Ocak 2010
Bu yazıda İlker Akman'ı farklı bir şekilde anmamız gerektiğine ilişkin kanaatlerimi ele alacağım. Uzun yazmayı seven biri olarak, elimden gediğince de kısa tutmaya çalışacağım.
Kararlı siyasi iradenin tarihte önemli rol oynadığını düşünüyorum. Her hedef kararlı bir iradenin ürünü olarak gerçekleşebilr. En kötü hedef için olduğu kadar, en insani hedefler için de bu gereklidir. Öznel algının tarihteki rolü, veriler üzerinde azımsanmayacak ölçektedir.
Kararlı bir iradenin olmadığı süreçlerde ısrar, hüsranla sonuçlanır. Siyasette bu çok daha öyledir. Ancak siyasal süreçlerin kendine özgü handikapları bulunuyor. Kırılma anında oluşan boşlukta siyasal iradeleri devam ettirmek o kadar mümkün olamamaktadır. Boşluk, gecikmelere rağmen, yine kararlı bir siyasal irade ile doldurulmazsa orada olumsuz bir final yaşanacak demektir. Nasıl ve nereden gelirse gelsin final, olumlu yada olumsuz anlamda boşluğu dolduran bir gerçek olur.
Acilciler, 26 Ocak 1976'da Malatya Beyler Deresi katliamı peşi sıra böylesi bir boşluğa düştü. Bu boşluk İlker Akman'ın şehit olmasıyla gündeme geldi.
İlker Akman kararlı bir siyasi iradeydi.
On yıllardır, İlker Akman'ı anarken onun cesareti, saldırıya karşı duruşu ve kahramanlığını anlatıp durduk. Ancak, bunlar birer sonuçtu. İlker Akman, şehit olmadan önceki bir sürecin ortaya koyduğu sonuçtu; bu sonuçları üreten gerçekler, İlker’i bize ve gelecek kuşaklara taşıyan gerçeklerdi. Bana göre İlker için yazılması gereken en gerçekçi satırlar bu noktadan itibaren başlamalı. Örgütümüzün kurucu şehitlerini anarken, bu sorumluluğun üzerimde olduğunu hissediyorum.
Geride yazılı iz bırakmayanlar için çok şey söylenebilir ama söylenecek hiç bir şey, yazılı veriler kadar gerçeğe yakın olamaz. İlker Akman’ın yıllardır övündüğümüz ve anısı yolumuzu aydınlatacak dediğimiz Beyler Deresi duruşunu yaratan bileşenleri; geride bıraktığı yazılarda ve bu yazıların arkasındaki dik duruşla belirginleşen, siyasal iradedir diyeceğim. Örgütümüzün siyasal iradesinin İlker Akman olma esprisi budur.
Bu güne kadar, ısrarla, direngen duruşlarla, kesilmeden, günceli yakalama kaygı ve yönelimlerini belirlemekle devam eden Acilcilerin siyasal duruşu, örgütsel tarihin arka planında yer alan İlker Akman’ın siyasi iradesinin devamıdır, diyeceğim Biz Acilciler bu geleneğin dolaysız sonuçlarıyız. İlker’in bilince çıkarılması gereken yanı da budur.
İlker Akman’ın, elimizdeki tüm veriler ve yönetici şehit yoldaşların anlatımlarınca, TDAS'ın yazarı ya da yazanlardan biri olduğunu biliyoruz. Ancak kendi imzasını taşıyan ve çok daha anlamlı ve bütünsel uyuma sahip olan "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" başlıklı yazısı bulunmaktadır. Bu yazının ilk paragrafında kendi mantık yönelimini güçlüce şu cümlede aktarır; "Her siyasal görüş, içinde bulunulan toplumu belli bir biçimde kavrayışın ifadesidir." (Age. I. Bölüm s:1). Toplumsal olayların algılanmasının, ülkeyi kavrama biçiminin bir sonucu olarak ele alınması gerektiğini dile getirerek, objektif olunacağını belirtir. Bu nedenle de, Marksın kapitalizmi irdeleme yöntemine uygun bir yöntemle, mücadelenin temel parametrelerini belirleyen felsefi açıklamalarla olayın düşüncedeki yerine açıklık getirir. Yazısının II. Bölümünde, içinden çıkıp geldiği siyasal harekete bağlılığının da bir ifadesi olarak; geçmişini onurluca taşımasının bir belirtisi olan "suni denge" kavramına, felsefi açıklamalar yapmaya girişir. Mevcut durumun düşünsel algılarda nasıl bir anlam taşıdığını, doğanın bu konudaki evrimini ve Engels’in bu konuyla ilgili düşüncelerini aktararak açıklık getirmeye çalışır. Bu noktada İlker, Mahir Çayan’ın açımlamaya zaman bulamadığı, suni denge kavramı üzerine, ülkenin verilerince netlik sağlamaya çalışmıştır. Geçmişi olanın gelecek oluşturma esprisidir bu. Biz Acilciler İlker Akman'dan bunu bilince çıkarttık.
Her Acilci, "Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz" adlı yazıyı birden çok kez okumuştur. 7 bölümden oluşan bu yazıda, İlker Akman’ın akıl sistemi, yazının tüm bölümlerinde kendini gösterir. O, devrimci mücadeleye aceleye gelmiş bir kalkışma olarak bakmaz. Belli bir metodun çizgilerini izler, mantık oluşturur ve bu mantığı doğruları arasına yükselterek, arkasında durmaya yönelir. Kişiyi kararlı yapan en temel ilke de budur. İçselleştirilmiş bilgi dönüşümüyle sentezlenen doğruların arkasındaki duruşu bu anlama gelir.
İlker Akman, yazısının üçüncü bölümünde; dün gibi bu gün için de büyük öneme sahip belirlemelerle, tezinin oturtulması gereken yeri gösterir. Siyasal zorun tarihte oynadığı devrimci rol ile emperyalizm çağındaki gerici rolünü belirterek, ülkemizde üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin mücadeledeki belirleyiciliği üzerinde durur. İlker bu anlatımla doğrularını oluştururken, heyecanlarıyla değil, militan ve kahramanlığıyla değil, çok ciddi bilimsel araştırmaların sonucuyla ilgili olduğunu gösterir.
Felsefi ve siyasal genel teorik belirlemelerin ardından, ülkemizdeki durumu ve siyasal sahnenin figüranlarını, dördüncü ve beşinci bölümde açıklar. Bölümlerin birbiriyle bağlantısı metodolojik açıdan hazmedilmiş bilgiyle olduğu kadar, seçilmiş hedef anlatımının alt yapısına dolgu olarak da aktarıldığı açıkça ortaya çıkar. Bu noktada İlker Akman'ın olgunlaşmış iradesiyle yüz yüze geliriz. Geçmişi kavrayışı ve gelecek için yönelimleri özümsemiş, bunun için gerekli araştırmaları yaparak, doğrularını şekillendirdiğine tanık oluruz.
İlker, altıncı ve yedinci bölümde; mevcut durumu ve devrimci taktiği belirlerken, böylesine etkin bir felsefi, siyasal dünya ve doğa algısından yola çıkmıştır. Bu kararlı algılar o günün verileriyle yapılabilecek, ortaya konacak en doğru tutumu ifade ediyordu. Tarihi hareket halindeki geçmiş olarak algılama hatasına düşmeden, dünü geleceğimiz için anlamlı kılacak bir dişli olarak, bu gün için de yerine oturtacak olursak, İlker Akman’ın, örgütümüzün siyasi iradesini temsil ettiğini ifade etmek, yanlış olmayacaktır.
Evet, İlker Akman sadece bir mücadele adamı değil, sadece kahraman ya da kanlı Beyler Deresinin bir şehidi de değil, ama aynı zamanda O, Acilcilerin de siyasi iradesiydi.
Bu tespit, bir yandan örgütümüz tarihinin doğru kavranması ve diğer yandan da İlker Akman'ın şehit olmasıyla yaşanan örgütsel boşluğun yarattığı kaos ortamını ve sonucunda 19 Ağustos 1977 İstanbul yakalanmalarıyla, silik bir itirafçınının yarattığı yıkımı anlamak için de önemlidir. Salt bu yanıyla da değil. Bu yıkımın aşılması ve örgütümüzün1. Kongreye kadar geçen sürede ortaya konan siyasi irade etkinliğinin, gerçekte İlker Akman’ın boşluğunu doldurma adına, ortaya koyduğu gerçekçi çözümü anlamak için de gereklidir. İlkerlerin mirasından söz etmek tam bu noktada anlamlıdır.
Siyasi irade her örgüt için yaşamsaldır. Mahirler yaşasaydı, ülkemiz siyasal ortamının aynı olmayacağını hepimiz biliriz. Dev bir halk kitlesinin alttan üste doğru, ciddi bir demokrasi mücadelesi atılımı içinde olacağını kestirmek zor değil. Bunu anlamak için Dev-Yol’un oluşturduğu küçümsenmez tabanını bilmek yeterlidir. Bunu tarih adına açıkça söylemek yanlış değlidir. Bu konuyu, yakın zamanda misafirim olan, Dev-Yol'un en önemli isimleriyle, tüm dönem boyunca birlikte mücadele etmiş bir yöneticiyle sohbetimde de dile getirdim; "Dev-Yol, siyasal eleştirilerimiz bir yana, Mahirlerin, kitlelerde devam eden belirtisiydi" dedim. G.E yoldaş, “bunu ilk kez Dev-Yol dışından bir örgüt sorumlusundan duyuyorum” deyince, O’na uzun uzun, Acilcilerin kitle çizgisi üzerine yaptıkları siyasal çalışmaları ve vardıkları evrimleri anlatmıştım. Bir Acilci olarak, benim siyasal bilinçaltımın şekillenmesinde İlker Akman’ın oynadığı rolü o an, bir kez daha bilince çıkartmıştım.
Siyasi irade, en olumsuz koşullarda bile bir örgütün dik durup, kararlı olmasına, hatalarını düzeltip bir kez daha çıkış yapmasına olanak verir. Siyasetin kural olarak her alanda aynı dinamiklerle işlediğine dayanarak, Demirel gibi bir demagoji dehasının, ülkemiz siyasal tarihindeki iniş çıkışlarına karşın, bitip tükenmeyen yeniden dönüşlerini hatırlayalım. Buna Erbakan sürecini ve diğerlerini sırasıyla katalım, siyasal iradenin varlığı çok önemli bir dinamiktir demek yanlış olmayacaktır.
Acilciler örgütü, İlker Akman’ın ölümüyle bunu yitirdi. Arka arkaya gelen darbeler, belirsizlikler, ipin iki ucunu bir araya getirememe sıkıntılarını o günleri yaşayan sorumlular çok iyi bilir. Ne daha üst bir mücadeleye ne de bir duruşa, toparlanmak için nefes almaya karar verecek kimse yoktu. Sürecin gelişimi, bilince çıkmış doğruların oluşturduğu siyasi iradenin arkasından gitmekten çok; İlker’in ortaya koyduğu doğru algılayışı, bilince yeterince çıkarmadan hayata geçirme gibi, ikinci el bir davranıştı.
Binboğa Tırmanışı başlıklı yazımda; örgütün, İlkerler sonrası yaşamakta olduğu kararsızlığı ve bunun askeri eğitim adı altında dile gelen, tırmanış enstantanelerini kişi çözümlemeleriyle dile getirdim (Bkz. DOSYA NO 5. Binboğa Tırmanışı. http//mirural.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/ ). O tırmanışta; Rıza Salman, Ömür ve Yüksel Eriş yoldaşlar da bulunuyordu. Güney Bölgesi olarak bizlerin İlker sonrası dönemde, özgün bir siyasi irade olarak, bu boşluk içinde etkin yer aldığımızı baştan itibaren fark etmiştim. Rıza’nın yakalanışı, Yüksel ve Ömür yoldaşın şehit olması, bu boşluğu öldürücü bir hale getirmişti. İstanbul bölgesinin eylemler için bir şoför bulamayarak, bölgemizden kadro transferi talebinde bulunması, örgüt içi dolaşım açısından çok doğal bir süreç gibi görünse de, tek tek birey istemlerine kadar yuvarlanmış durumları, aynı zamanda bir siyasi iradeninin çöküşüne de işaret ediyordu.
İlker Akman örgütümüzün siyasi iradesiydi. Bu iradeyi kaybetmemiz, Acil hareketinin en önemli kaybıydı. Örgüt tarihimizde kurucu şehit yoldaşın kaybından daha büyük bir kayıp olmamıştır. Ülkemiz siyasal tarihinin en önemli kesitindeki bu yara örgütte çok şeye mal oldu.
İlkerden sonra verilen şehitlerle, bu boşluk daha da derinleşti. HDÖ'nün sol sapma algısı, Hamdullah Erbil’in ayrılması ve Dev Savaş’ın çıkışı, bir örgütte siyasal irade kaybolunca nelerin olabileceğine önemli bir göstergedir. İlkerden sonra hiç kimse bir gelişmeye müdahale edecek ne bir takate, ne de siyasi bir iradeye sahipti. Böylesi kesitlerde var olanı bile elde tutmak büyük sorun. Kalanlarla yola devam etmek ise, sancılı olurdu. Nitekim öyle de oldu.
Tarihin her döneminde ve doğanın her evresinde aynı örneklerle karşı karşıya kalabiliriz. Boşluk mutlaka içten gelen birikimlerin sonucu doldurulur. Acilciler örgütünün, İlkerlerin şehit olmasıyla doğan boşluğunu, buna en çok hazır olan bölgenin ve şahısların atılımıyla doldurulması çok doğaldı. Başka türlü zaten olamazdı da.
1977 Ağustosundan, 1. Kongreye, oradan bu güne kadarki siyasal kararlarımız için irade beyanımızda boşluğun olmaması bunun ifadesiydi. Siyasal irade konmuştur. Buradan geriye doğru baktığımızda; beğensek de beğenmesek de, doğrularıyla yanlışlarıyla, örgütümüz istisnasız tüm temel konularda ve fiili olaylarda ikircimsizce irade ortaya koymuştur.
Bunun belirgin köşe taşları: 19 Ağustos 1977 sonrası ülke çapında, varılabilen her yerde, örgütün yeniden yapılandırılması, eylem kararları, kamulaştırmalar, Cephenin merkez yayın organı olarak yayınlanması, işkencelerde direniş, zindanlarda örgütün siyasal iradesinin yaptırım gücünün işlerliği, zindan gardiyanlarına karşı ülke çapında eylem kararları, firarlar, Nebilin Filistin’e gönderilmesi, bölgelerde temel merkezi siyasi kararlar dışında sağlanan, yerel kararları alıp uygulama ortamı, Filistin’de eğitim kamplarının açılması ilişkilerinin sağlanması, kamplar süreci, İsrail’e ve bölge gericiliğine karşı Beyrut ve Trablus savaşlarında etkin yer alış, Avrupa çalışmalarının merkezileşmesi, Cephe’nin yeniden yayın hayatına geçişi, Avrupa’da, Ortadoğu’da, Avustralya’da farklı isimler altında yayınların çıkarılması, Cephe Yayınları adı altında 60’ı aşkın broşür ve kitap yazım çalışması, 1-7 Mayıs 1982 genişletilmiş MK. Toplantısı, örgüt Program ve Tüzüğünün yazılması, Komünistlerin Birliği, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) ve Devrimci Birlik Platformunda yer alış, sosyalist ülkelerle ilişkiler, Filistin ve bölge devrimci güçlerinin 36 örgütü tarafından oluşan genişletilmiş topluluğunda yer alış, 1. Kongre, Konferans çalışmaları ve bu güne kadar kesilmeden süren örgütsel kurallara dayalı, kurumsal ilişkinin ve bunun ifadesi olan rapor düzeneğinin tüm yönleriyle işlemesi, istisnasız her siyasal, sosyal ve kültürel etkinliklere ilişkin, bildiri, açıklama, duyuru, makale ve broşür yazımları olarak belirlenebilir.
Bütün bunlar İlker Akman’ın bizlere bıraktığı mirasın, İlker Akman’da beliren siyasal iradenin 19 Ağustos 1977 yakalanmaları ardından, yeniden oturtulduğuna önemli birer işarettir.
Bu irade, Acilciler tarihinde onurlu direniş çizgisinin militan, kadro ve yöneticilerinin katkısıyla sağlanmıştır: sorumlulukta kimsenin kimseden üstün olmadığı bu irade var oldukça örgütümüz siyasal sorumluluklarını yerine getirmeye devam edecektir.
KÜRESEL YOZLAŞMA BİLİNCİMİZİ KİRLETİYOR
Hasip Yiğitoğlu – 25 Ocak 2012
Aymazlık ve kirliliğin tüm dünyayı sarmalaması küresel kavramın ortaya çıkmasıyla tavan yapmıştır. Yerel kirlilikler her tarafa yayılmış durumda.
Dünyanın her hangi bir yerinde yaşananlar kısa zamanda bizleri buluyor.İletişimin hızıyla da herhangi bir olay, değişim,artık hepimizi bir anda sarmalayarak bilincimizi etkiliyor.Bu bağlamda Toplumsal yozlaşma ve ahlaksızlık tüm insanlığı kuşatmıştır.
Bu durum aynı zamanda bireyi kendine yabancılaştırdı.Küresel kavram adeta bir toplumsal algı haline gelmiştir.Adalet,özgürlük kavramı ayaklar altına alınmış,adalet güçlülerin insafına kalmıştır.
Küresellik kavramı öğlesine hayatlarımıza etkileri oldu ki,şimdi insanlık ABD’nin Ortadoğu’yu işgalini seyrediyor.ABD istediği zaman ve şekilde her ülkeye müdahale ediyor.Katliamlar yapıyor.Karşı çıkanlar terörist ilan ediliyor, katlediliyor.Ve insanlık susuyor.Anlayacağınız,her şey kolayca bellenmiştir.
ABD’nin Irak’ı işgalini hatırlayacak olursak,her söylenenin yalan olduğu açığa çıkmasına karşın,Suriye işgali için söylenen yalanlara insanların kandığını görmekteyiz maalesef.Zamana göre değişen yalan söylemlere kanıyoruz. Birbirimizi boğazlıyoruz.Onlar ise seyirci oluyorlar.Ve halen bu durumun farkında değil insanlık.
Adeta Bir katliam senaryosu uygulanıyor Suriye’de.Bir yalan kurgusu senaryosu “sözüm ona demokrasi,insan hakları amaçlı ” uygulanıyor.Yalnızca Suriye değil tüm bölge ateşe veriliyor.Bu sürecin sonuçlarını kestirmek mümkün değildir.
Asırlardır birlikte yaşamış halkların birbirlerine karşı algıları,öğlesine insani olmaktan çıkartılmış ki,tam bir akıl tutulması.Halkların Besmeleli,Allahüekberli çığlıklarla birbirlerini öldürmeleri,küresel emperyal zihniyetin toplum algısını nasıl dizayn ettiğini izah etmeye yeterli olmalıdır.
Hani,hakkı adaleti dizayn edeceklerdi.İçlerini boşalttılar yalnızca.Hak adalet onların kasalarıymış meğer,ama insanlık yalancı rüyaların derin uykularında.
Din,mezhep,ırk gibi empoze edilen dogmatik halusünasiyonunlarla beyinleri dumura edildi insanların..Böylece de hak ve adaleti ayakta tutması gerekenler,hak ve adaleti yerle bir etmek için birbirleriyle yarışıyorlar.Adalet için direniş yerine,küresel ahlaksızlığın ve sömürünün çarkları çeviriliyor.
Küresel güçler,aymaz ve ahlaksız parçaları birleştirerek sefer tasımıza doldurdular.Sanki birimiz hepimiz,hepimiz birimiz olduk.Bu düşünce bizleri aynı tapınaklara topladı.Onların dogma putlarına tapıyoruz.
Bizim putlarımız başka olmalıydı.Evrensel dinamiklerle çelişen putlar olmamalıydı tapınaklarımızda.Eğer şart ise tapınmak,İnsani karakterli putlara tapınmalıydık halbuki.
Her şeye rağmen Küreselliğin karşısında,küresel bir duruş için vaktimiz var.Vakit her zaman olacak ayrıca.Yeter ki kukla olmamak için gayret edebilelim.Hiç şüphe olmasın ki,bu duyguyu belleklerimize,yüreğimize yazdıkça,hissettikçe başarabiliriz.İnanarak yolumuzu açabiliriz.
yigitogluhasip@hotmail.com
Aymazlık ve kirliliğin tüm dünyayı sarmalaması küresel kavramın ortaya çıkmasıyla tavan yapmıştır. Yerel kirlilikler her tarafa yayılmış durumda.
Dünyanın her hangi bir yerinde yaşananlar kısa zamanda bizleri buluyor.İletişimin hızıyla da herhangi bir olay, değişim,artık hepimizi bir anda sarmalayarak bilincimizi etkiliyor.Bu bağlamda Toplumsal yozlaşma ve ahlaksızlık tüm insanlığı kuşatmıştır.
Bu durum aynı zamanda bireyi kendine yabancılaştırdı.Küresel kavram adeta bir toplumsal algı haline gelmiştir.Adalet,özgürlük kavramı ayaklar altına alınmış,adalet güçlülerin insafına kalmıştır.
Küresellik kavramı öğlesine hayatlarımıza etkileri oldu ki,şimdi insanlık ABD’nin Ortadoğu’yu işgalini seyrediyor.ABD istediği zaman ve şekilde her ülkeye müdahale ediyor.Katliamlar yapıyor.Karşı çıkanlar terörist ilan ediliyor, katlediliyor.Ve insanlık susuyor.Anlayacağınız,her şey kolayca bellenmiştir.
ABD’nin Irak’ı işgalini hatırlayacak olursak,her söylenenin yalan olduğu açığa çıkmasına karşın,Suriye işgali için söylenen yalanlara insanların kandığını görmekteyiz maalesef.Zamana göre değişen yalan söylemlere kanıyoruz. Birbirimizi boğazlıyoruz.Onlar ise seyirci oluyorlar.Ve halen bu durumun farkında değil insanlık.
Adeta Bir katliam senaryosu uygulanıyor Suriye’de.Bir yalan kurgusu senaryosu “sözüm ona demokrasi,insan hakları amaçlı ” uygulanıyor.Yalnızca Suriye değil tüm bölge ateşe veriliyor.Bu sürecin sonuçlarını kestirmek mümkün değildir.
Asırlardır birlikte yaşamış halkların birbirlerine karşı algıları,öğlesine insani olmaktan çıkartılmış ki,tam bir akıl tutulması.Halkların Besmeleli,Allahüekberli çığlıklarla birbirlerini öldürmeleri,küresel emperyal zihniyetin toplum algısını nasıl dizayn ettiğini izah etmeye yeterli olmalıdır.
Hani,hakkı adaleti dizayn edeceklerdi.İçlerini boşalttılar yalnızca.Hak adalet onların kasalarıymış meğer,ama insanlık yalancı rüyaların derin uykularında.
Din,mezhep,ırk gibi empoze edilen dogmatik halusünasiyonunlarla beyinleri dumura edildi insanların..Böylece de hak ve adaleti ayakta tutması gerekenler,hak ve adaleti yerle bir etmek için birbirleriyle yarışıyorlar.Adalet için direniş yerine,küresel ahlaksızlığın ve sömürünün çarkları çeviriliyor.
Küresel güçler,aymaz ve ahlaksız parçaları birleştirerek sefer tasımıza doldurdular.Sanki birimiz hepimiz,hepimiz birimiz olduk.Bu düşünce bizleri aynı tapınaklara topladı.Onların dogma putlarına tapıyoruz.
Bizim putlarımız başka olmalıydı.Evrensel dinamiklerle çelişen putlar olmamalıydı tapınaklarımızda.Eğer şart ise tapınmak,İnsani karakterli putlara tapınmalıydık halbuki.
Her şeye rağmen Küreselliğin karşısında,küresel bir duruş için vaktimiz var.Vakit her zaman olacak ayrıca.Yeter ki kukla olmamak için gayret edebilelim.Hiç şüphe olmasın ki,bu duyguyu belleklerimize,yüreğimize yazdıkça,hissettikçe başarabiliriz.İnanarak yolumuzu açabiliriz.
yigitogluhasip@hotmail.com
TARİH YALAN KURGULARLA YAZILAMAZ
Mihrac Ural – 23 Ocak 2012 / Pazartesi
Abdullah Muradoğlu adlı biri 1980-90’lı yıllarda Suriyede olduğumuz bir kesit üzerine Kemal Burkay’ın da iddialarına dayanarak kurguladığı alsı astarı olmayan görüşlerini şu lilkten okumanızı tavsiye ederim;
http://www.timeturk.com/tr/makale/abdullah-muradoglu/turkiye-ve-suriye-deki-darbelerin-sifreleri.html
O dönemi Sayın Öcalan’la yaşamış biri olarak, konu edilen şahıslarla tanıştıran biri olmam nedeniyle de cevap hakkımın doğduğunu belirteceğim. Yazarın Türkiye ve Suriye’de yapılan askeri darbeler üzerine, çocukların bile güleceği karşılaştırmalar üzerinde durmayacağım. Tarih hataları, olay ve ilgili bağlantıları üzerine okuru aldatmak üzerine kurgulanmış, masa başında üretilen hikayelere değinmeyeceğim. Sadece içinde yer aldığım tanıklığını yaptığım anlatımlara kısaca cevap vermekle yetineceğim.
CEVABIMDIR
Bu makalede yazılan her şey abartma ve yalandır. O dönemi bire bir yaşayan biri olarak Hafız Esad'ın kardeşi Cemil Esad hakkında kurduğunuz kurgular üzerinden Öcalana yaptığınız saldırıların tümü geçersizdir. Ayrıca cevap vereceğim ama buradan belirtmem gereken şudur; Cemil Esad, ne devlet içinde ne dışında saygın bir yanı ya da ne de silahlı bir gücü bulunuyordu; inanmayacaksınız ama, Müslüman Kardeşlerin tehdidine kardeşi verilen korumanın dışında fazla bir silah korumaları bile bunu olunca kaygıyla sakladıklarını bilirim. O, sıradan bir insandı. Hafız’ın da Rıfat’ın da tepkilerini çeken evinden dışarı çıkmayan, çıkması istenmeyen, aile içi ölümlerde taziyeleri kabul eden sıradan biriydi. Devlet içinde de hiçbir yeri yoktu iç işleri bakanlığına bağlı bekçi kadrosundan emekli biriydi. Ne gücü ne de denetlediği bir şey vardı, çocukları üzerinde bile hükmü yoktu. Onunla tanışmanın tek nedeni kurduğu Murtaza derneğinin sivil bir halk etkinliği ve doğuşuna neden olan Müslüman Kardeşler Şebekesine karşı Arap-Kürt Alevi-Sünni herkesi birleştirme çabasıydı. Tamamen yasal ve barışçıl bir çaba veren bu dernek Suriye’deki Filistin hareketlerinin taşıdığı özgürlük kadar bile özgür değildi. Cemil Esad’ın oğlu Fuvvaz Esad ise ne dernek ne siyasal hiçbir şeyle ilgili biri değil. O zamanlar da yaşı çok küçük biriydi kısa pantolonluydu. Ama siz makalenizde ne cangaverler üretmiş sallayıp durmuşsunuz. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesini kuran Türkiyeli sol örgüt liderlerinin tümü Bu şahısla tanışıp selamlaşmıştır. Bu dernekte olaylar bitince kendi kendine çözülmüştür.. Dolaysıyla üzerine kurgulanan tüm hikayeler bir yalanadır.
Cemil Esad'ı Öcalan’a tanıştıran benim. Öcalan, 1979 da geldiği dönemden itibaren, 2 yıl boyunca kendi imkanlarıyla halkına dayanarak ve Lübnan’daki devlet boşluğundan yararlanarak ve önce Filistin örgütleri şemsiyesi altında kamplar kurdu. Bunda ne Suriye'nin ne de bir başka devlet ya da teşkilatın uzak yakın bir katkısı yoktur. Kürt halkının özgürlük mücadelesini küçümsemek isteyen siz gibi üçüncü sınıf yazarlar, belgesiz, kanıtsız karalamalarınızı yapabilirsiniz. Burkay gibi insanlarda, halkı için başarılı birin kıskanarak bunları söyleyebilir. Ama hakikati söyleyecek insanlar var oldukça bu çabalarınızın kıymeti itibarı olmaz.
Biz acilcilere gelince, tüm iddialar yine yalan ve abartmalarla örülüdür. Acilciler örgütünde yoğun olarak Hataylı, Adanalı Arap devrimcilerin olmasıyla Suriye’de var olan akrabalık ilişkileriyle daha aktif çalışabilme olanağı içinde olmamız ise bu kurgular için zemin olamaz; iyi Almanca, Fransızca ya da İngilizce bilen biri bu ülkelerde daha aktif çalışması ne ise bizim durumumuz da bundan ibaretti. Bunu da her zaman dile getiririz. Türkiyeli hangi ilticacı iltica ettiği ülkenin dilini bir an önce öğrenip daha rahat çalışmak istemez ki durum budur. Aynı şey Öcalan için de geçerlidir, Suriyeli Kürtler iyi Arapça ve Kürtçe bilirler bundan yararlanması kadar doğal ne olabilir ki. Bu verilerle karalama yapmak kadar ahlaksızca bir şey olamaz. Bu basit olanaklardan yola çıkarak, karanlık amaçlar, kurgular ve senaryolar için meze üretmek kimsenin işine yaramaz tarihi de izah edemez. Yazınızın kalitesini sıfırlayanda bu yalan seremonisidir. Okurun araştırma yapamayacağı geleneksel var sayıma dayanarak kurgular üretmek Türkiye medyasının kaderidir, bunu anlarız. Ama bunu, bu kadar aptalcasına uydurmak biraz da maharet ister. Bu maharette genellikle istihbaratçılarda vardır. medyanın bir kolunun istihbarat yönlendirmesinde olduğunu buradan çıkarmak zor değildir.
Makaleniz bir kumar masasından zar etmek gibidir. Gerçeklerin sahibi var ve bunlarla iletişim kurup gerçeği ulaşmak zor değildir. Ama gerçekleri bulmayı değil, karalamayı esas alanların buna ihtiyaç duymaması da eşyanın tabiatına uygundur.
Bu dönemi saat saat, santim santim bilen biri olarak şu açık adresimle gerçekleri konuşabileceğimi ifade ederim. İlgili olan, bu kanaldan geçmeli sonra kendi doğrularını oluşturmalıdır.
Ön yargılar tarih yazamaz. Bu makalede geçen bilgilerin kaynağı malumdur. Özel harp dairesi kuklaları İtirafçı-MİT ajanı Engin Erkiner ve İbrahim Yalçın adlı kuklalarıdır. Bunlar ise kimsenin tanıtımına ihtiyaçları yoktur kendi polis itirafnamelerinde kendilerini açıkça ifade etmiştir. Şu iki cümle bilgi kaynağınızın nereye dayandığını göstermeye yeter:
Engin Erkiner kendini anlatıyor;
“Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim” (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)
İbrahim Yalçın’ın el yazılı itirafı;
“Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " (İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)
Bu ikili bordrolu olarak MİT hesabına çalışıyorlar ve özel harp dairesinin yalanlarını sol içinde pazarlıyorlar. Öcalan’ın suçlanması da, Harp Dairesinin bu tür kuklalarını işidir: 26 Ocak 1976’da Malatya Beylerderesi’nde İlker Akman ve iki arkadaşının bir operasyonla kanlı biçimde katledilmesini organize eden kişi de bu İtirafçı, katil muhbir Engin Erkiner’dir. Bu kişi mahir Çayan’ın Kurtuluş gazetesinde son yazı işleri müdürü olarak gösterilmesine rağmen MİT tarafından korunmuş 12 Martta 1971 askeri darbesinde ilgili ilgisiz kişiler tutuklanırken o serbest dolaşarak, ODTÜ’lü devrimcileri ihbar etme işini sürdürmüştür. Örgüt genel komitesi içinde olmasına rağmen İlker Akman ve arkadaşlarını ihbar sonucu tutuklanmamış kısa dönemli askerliğe gönderilerek gözden uzak tutulmuştur. MİT tarafından bir daha görevlendirilerek, Ankara örgütünden geride kalanları ölü ya da diri yakalatmıştır (Genel komite üyesi Rıza Salman’ı ihbar etmiş, karısı Ömür Karamollaoğlu’nun patlayıcı yapımı sırasında ölümüne yol açmıştır). 19 Ağustos 1977’da de Acilciler örgütüne son darbeyi vurmak için MİT ajanı İbrahim Yalçın’la tanıştırılarak faaliyete geçirilmiştir; 20 sayfalık itirafnamesiyle hayallerini bile anlatmış, bildik bilmedik her tür adres, malzeme, militan kadro sempatizan eylem ve olası eylemlerle olası eylemcileri bile polise vermiştir ev ev dolaşıp örgüt yoldaşlarını yakalatmıştır. Parist’e, örgütümüze yapılan baskının ihbarcısı da MİT ajanı İbrahim Yalçın’dır. Milliyet gazetesi muhabiri Rafet ballıya uydurulan tüm yalanların kaynağı da bu ajandır.
Evlerimize yapılan baskında yasa dışı hiçbir şey bulunmamış anket (Soruşturma) sonuçlandığı an da tahliye edilmiş olduk. Siyasi mülteci statümüz bunun için hala geçerlidir ve hakkımızda hiçbir yasa dışı itham yapılamamış muhbir ajanı kara yüzüyle kalmıştır: bütün bu bilgileri, belge ve kanıtlarıyla http://acilciler-thkpc.blogspot.com / linkinden 248 dosyada bulabilirsiniz. Bu soytarıların ihbarlarıyla tarih yazmak ise tarihe kalmış bir komediden ibarettir.
Burkay’ın dayandığı verelerde bunlar kadar ciddiyetten uzaktır. Burkay, Türkiye dönüşü hiçte iç açıcı bir onursal dönüş sayılamaz. O, kendi tarihini eliyle yakmıştır, ama kendisini ilgilendirir. Bizleri ilgilendiren, bire bir yaşadığımız tarihi konularla ilgili konuşmasıdır. Diyeceğim ilk şey, bilmeden konuşmak ona da yakışmaz; Burkay’a karşı hiçbir ön yargım yoktur, başka halkların kendi iç işleri olan siyasi çekişmelerde taraf olmamayı tercih ettim her zaman. Ama yaşadığım bir kesiti, bile bile yanlış aktarma karşısında sorumsuzcu seyirci kalamam. Bu nedenle Burkay, Öcalan’ın anlattığı bir cümleden yola çıkarak kağıttan bir şato kurmaktadır. Abartma ve bilmeden anlamlandırmaya bu yolla hasıma karşı puan kazanmaya çalışmaktadır. Ancak anlattıkları gerçeğin çok uzağındadır. Öcalan Cemil Esad ilişkisi sosyal bir ilişki ötesi değildir. Bunun ötesinde hiçbir unsura sahip değildir: bunu iyi biliyor ve anlattığım çerçeve içinde sivil bir ilişkiden ibarettir; Burkay’ın kendisi bu tür ilişkileri Avrupa’nın dört bir köşesinde binlerce kez kurduğunu söylersem abartma olmayacaktır.
Öcalan bir halk lideridir halkının gücünden başka kimseye dayanmamaktadır. İddialarınız gerçeğin %0,1 bile olsaydı Suriye’den çıktıktan sonra Kürt özgürlük hareketinin bu güne kadar yok olması gerekirdi. Ama tersi oldu daha da büyüdü. Öcalan, Suriye devletiyle hiçbir zaman hiçbir biçimde hiç bir nedenle kendi doğrularının ortak kesişmesi dışında bir ilişki içinde olmadı. Bunun tarih önünde bire bir tanığıyım. Öcalan, halkın önderi sağlam karakterli biriydi. Kimsenin baskısına boyun eğmeyen ve ilkesizliği anında ret eden biriydi. Suriye devletiyle ilişkisi de öyleydi. Biz THKP-C (Acilciler) de aynı kararlılıkla davrandık. Suriye istihabaratına karşı ve dünyanın tüm devlet ve teşkilatlarına karşı devrimciler nasıl davranması gerekirse öyle davrandık. Yeri gelince bunun ayrıntısını belgelerle yazacağız. Ama herkes bilsin ki, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbenin yarattığı vahşet ortamından çıkışta tek güvenli ülke Suriye’de. Bu güvenli ülke on binlerce devrimciyi misafir ederek 12 Eylül rejiminden korumuştur. Bunun karşılığında bir tek şey istediğini duymadım görmedimdi. Bu makalede yapmak istediğiniz karalamalar bence Kürt halkına yöneliktir, Türkiye’de farklılıkların özgün örgütlenme ve özgür mücadelelerine yöneliktir onların yolunu derin devlet adına kasma amacındadır. Ama tarihi yalanlara yazamayacaksınız. Biz buradayız..
Yayınlanmak üzere kim nasıl bir diyalog kurmak isterse buna hazırım. Buyurun bu adresler açık iletişim kanallarımdır.
E - Adresim; mircihan@gmail.com
Blogumun linki; http://mirural.blogspot.com/
YÜKSEL ERİŞ HOCA SENİ UNUTMAYACAĞIZ
Yüksel Eriş (Tekirdağ Şarköy 1955 – Trabzon 21 Ocak 1977)
Mihrac Ural – 21 Ocak 2012 / Cumartesi
Yüksel Eriş hoca, kardeşi Hüseyin Erişe ““Hatay’ın Kültüründen ve insanlarından bahsederdi ve ola ki bir gün gidersen orada çok sevdiğim bir ailemin daha olduğunu bil ve onları mutlaka ziyaret et” demiş. Bu cümleler, benim ve örgütüm için büyük bir onurdur. Bu cümle aynı zamanda baba evimi bilen kendi evimi bilen her insan için her yoldaş içinde aynıyla geçerlidir. Baba evim dahil evime gelip süreklilik arz eden tüm misafirlerim ister yoldaş ister dost olsun, Yüksel Eriş hocanın duyumsadığı ve on yıllar sonra kardeşi vasıtasıyla duyduğum bu sıcaklığı duyar. Benim dostluğum da yoldaşlığımda tastamam budur.
Hüseyin Eriş bu cümleleri Yüksel Eriş adına açtığı bolgda şöyle dile getiriyor:
“Yüksel Erişin ölümünden 33 yıl sonra Hatay'a giden Hüseyin Eriş gezi dönüşünde "HATAY GEZİM VE İZLENİMLERİM" başlıklı bir yazı yazmış. Bu yazıda, "Yıllar önce ağabeyim Yüksel ERİŞ ile çok nadir görüşüp konuşmalarımda bana “Hatay ın Kültüründen ve insanlarından bahsederdi ve ola ki bir gün gidersen orada çok sevdiğim bir ailemin daha olduğunu bil ve onları mutlaka ziyaret et” demesiyle bunu kendime vasiyet kabul ederek Hataya gitmeye karar verdim. Hataya gidişimde hiçbir art niyetim ve bir yerlere görüntü vermek gibi bir niyetim asla yoktu ben bir VASİYETİ yerine getirdim ve vicdani olarak rahatladım”
(http://huseyinerisyazilari.blogspot.com/search?updated-min=2011-01-01T00:00:00-08:00&updated-max=2012-01-01T00:00:00-08:00&max-results=5 )
Bu ölçüde asil bir hocanın yolunda yürümek hepimiz için bir onurdur.
Yüksel Eriş, benim olduğu kadar tüm Acilcilerin onurlu şehit hocasıdır. Özverilerin en büyüğünü doğruları arkasında durarak vermiş bir önderdir. O bir örgütte yönetici olmak nedir öğretendi. Yönetici olmanın direnmek olduğunu, şehit olmasını bilecek kadar kararlı olunması gerektiğini ifade edendi.
Bu gün onu anarken, bir kez daha polis önünde dizleri çözülüp itirafçı, üç beş kuruş için MİT ajanı olan ahlaksızlarla karşı ser verip sır vermeyen gerektiğinde doğruları arkasında ölüme bile giden kararlı militan, kadro ve yönetici olmayı bilince çıkarıyoruz.
Biz üzerimize düşenleri yaparken Yüksel Eriş hoca örneğimizdi. Bu nedenle hep direndik, işkencede ser verdik sır vermedik. Teslim olanlara örgütü ve mücadeleyi bırakmadık.
Karanlık ağızların, karalamaların bitip tükenmez esareti altında Özel Harp Dairesi kuklalığı yapanlar, içine düştükleri bataklığın kapan içinde fare gibi hayatlarını sonuna kadar yaşamaya mahkumdurlar.
Yüksel hoca sana sözümüz var, kararlılığımızı hiçbir koşulda bırakmadan mücadeleyi sürdüreceğiz. Ruhun şad olsun.
İki yıl önce paylaştığım anma yazısını bir kez daha önemi üzerine tekrarla okurlarımla paylaşıyorum.
Mihrac Ural - 24 Ocak 2010
İlker Akman, Acilcilerin siyasal iradesi olduğu kadar, Yüksel Eriş'de hocasıdır. Acilcilerin hocası aynı zamanda, dengesi, genşi yüreği, olgunluğu, bilgi dönüşümümüzün de ifadesiydi.
Bu satırların yazarı ve Güney Bölgesinin Acilci olmasında temel rol Yüksel Hocanındır. O, gerek insani duruşuyla, gerekse devrimciliğin örnek ve simgesi olma vakurluğuyla, düzey ve bilgi birikimini her konuşmasında ifade etmesiyle bir öğretmendi. O'nu tanımam bu günlere gelişimin temel dinamiklerinden biri olmuştur. Yüksel Hocayı, Antakya'ya getiren ve O'nunla tanışmama vesile olan Dr. Mehmet Çelikel'dir.
Dr. Mehmet Çelikel'le Antakya TÖB-DER salonunda buluştuk. O dönemin Devrimci Sağlık İş sendikasında, örgütsel sürecin içinde yer alan bir yoldaştı. Memleketine gelmiş bizlerle buluşmuştu. O günün koşullarında Antakya, en aktif siyasal gelişme sürecini yaşıyordu. Ülke çapında her hangi bir örgütle resmi hiç bir bağımız olmamasına rağmen, kendi ölçeklerimizde özgün ve özgür bir örgütlenme içinde toparlanmıştık. Bu buluşmaya ise, sürecin biraz daha gerilerinden çıkıp gelen bir çabanın sonunda gelmiştik.
Okulumdan mezun olduktan sonra, Mahir Çayan'ın Kesintisiz Devrim adlı kendi el yazısı makalelerini Antakya'ya getirmiştim. Isparta'lı Yaşar Sarı yoldaş bu yazıları bana, kutsal kitap gibi gizlice ve önemli uyarılarla verdi. Kimseye gösterme, herkese okutma, yakalanırsa çok kötü sonuçları olur v.b. dedi. Antalya'da okul sürecimin önemli bir kesiti siyasal mücadelemin etkin dönemiydi. Antalya Gençlik Örgütü'nün (ANT-GÖR) kuruluş çalışmaları ve faşistlerle giriştiğimiz çatışmalar sonucunda, Isparta'ya naklimi yaptırmıştım. Isparta tarihinin ilk devrimci dernek kuruluş çalışmalarında etkin rol oynamış,çevre devrimcileriyle çok sıkı bağlar oluşturmuştum. Yaşar Sarı, 68'li kuşağın liderlerinden Mustafa Kaçaroğlu ile yakın ilişki içinde olan, çevre köylerden bir yoldaştı. Cezaevinden elle çoğaltılarak dışarı çıkarılan, sayısını bilmediğim, ancak çok az olduğu kesin olan, Kesintisizlerin ilk nüshalarından birini işte bu yiğit insanın elinden almıştım. Antakya'da THKP-C geçmişi üzerinde yükselen siyasal eğilimlerin hakim olmasının kaynağı, buraya kadar gider.
Antakya'da ileri düzeyde örgütlenmemiz, TEK YOL DEVRİM gibi dergi yayınlarımız, bildirilerimiz, duvar yazılamalarımız, eylemlerimiz, her mahallede kurulu olan derneklerimiz, kitlemiz ve yapılmış büyük kitlesel mitingimiz bulunuyordu. Askeri eylemlerimiz sürmekte, askeri eğitimlerimiz için her türden hazırlıklarımız da bulunuyordu. Bunlardan birinin arifesinde Yüksel Hoca da vardı. Yapacağımız askeri eylemlerin yoğunluğu ve etkinliği nedeniyle, gündeme gelecek baskıları örgütümüzün kaldıramayacağını, 26 Ocak 1976 Beyler Deresi katliamının yıkımını henüz onaramadıklarını belirterek bu eylemleri Hatay Kurtuluş Ordusu vb. farklı isimlerle üstlenmenin daha uygun olacağını ifade etmişti. Yüksel Hoca, hesaplı ve akıllı bir insandı, nazikçe ve olgunca bizlere bu eylemleri isim olarak üstlenmede gizliliği tavsiye ediyordu. Bu eylemler İskenderun Demir-Çelik fabrikasında gelişen işçi sorunlarıyla ilgili; baskılara, işten çıkarmalara, grev sorunlarına ilişkin bir tepki olarak hazırlanıyordu.
Yüksel Hocayla uzun siyasal sohbetlerimiz oldu, silahlar ve askeri konularda da konuştuk. O, silahlardan çok uzak bir insandı. Binboğa dağlarına yaptığımız tırmanışta da buna tanık oldum. Bir şehirliydi, şehir kimliğini taşıyan olgunluğuyla, olayları kavrayışıyla, sorunları aşmadaki genişliğiyle, kapsayıcılığıyla gerçek bir öğretmendi. O, İlker Akman'ın izinden gidebilecek. Örgüte siyasal bir irade kazandıracak, onun döneminden kalan bir yöneticiydi. O kesitte; akılalmaz saplantı derecesinde, insan ilişkilerindeki yanlışlarıyla sekterlik yapan ve o ölçekte silik bir duruş sergileyerek, sonunda itirafçı olan yöneticiler de bulunuyordu. Ancak Yüksel Hoca, bir örgütün gereksinim duyduğu olgunluk ve bilgi birikiminin tüm verilerini üzerinde taşıyordu.
Yüksel Eriş Hocayla son olarak, Ankara'da buluştum. Kızılay meydanındaki Gima mağazası binasında bir kafede oturduk, uzunca konuştuk. Bölgemizdeki çalışmaya başka bir yoldaşın geleceğini ifade etti. O'na neden başkası? diye sordum, bana; "bölgenizin yeterliliklerini göz önüne alarak, sizlerle birlikte çalışacak bir yoldaşı göndereceğiz. Ben daha çok çalışmayı gerektiren bir bölgeye gideceğim" dedi.
Hüzün doldum. Aramızda çok yoğun bir bağ oluşmuştu. Yüksel Hocayı bölgemizde görmek istiyorduk. Ancak o kesitte, bunların ne konuşulması ne de konusunun edilmesi söz konusuydu. Ankaradan ayrıldık, Ayşe yoldaş (Ömür Karamollaoğlu) gelmişti. O'da bizim içten bir sevgiyle sarıldığımız yoldaşımız olmuştu. Bölgemiz hep öyle, duygusal bir sevgiyle sarılırdı misafir yoldaşlara...
Yüksel Hoca örgütümüzün değerli bir şahsiyetidir. O, anılarımızda örnek aldığımız mütevazi bir yönetici olarak yaşadı durdu. O'na beslediğimiz saygı ve sevginin haklılığını dostumuz, yoldaşımız Kürt halkının lideri sayın Abdullah Öcalan'ın dilinden de duymak, bize moral ve dinamik katmıştı. Başkan Öcalan, bu sırrı 1. Kongremizde, delege yoldaşların ve misafirlerimizin önünde yaptığı konuşmada açıklarken, yaşadığımız coşkunun, bu konuşmayı her dinlediğimizde, kararlılığımızın, sorumluluğumuzun davamıza ve örgütümüze olan bağlılığımızın bir kez daha bilinçte doruklara ulaştığını hissederiz.
Başkan Öcalan 1. Kongremizde şunları dile getirdi:
"Değerli Yoldaşlar,
Değerli THKP-C Acilciler 1. Kongre delegeleri ve değerli misafirler. Sözlerime başlamadan önce içten selamlarımı sunar, böylesine değerli ve bir çok oluşuma yol açacağına kesinlikle inandığım 1. Kongrenizde bulunma imkanına kavuştuğum için siz yoldaşlarıma şükranlarımı iletiyorum.
Sizlere, partimiz PKK´nın kısmi de olsa ayağa kaldırdığı halkımızın mücadele selamlarını iletiyorum. Tarihinden gelen ve günümüzde, özellikle 1980 sonrasında son derece vahşi ve barbarca bir saldırıyla üzerimize gelen, başta sizler ve bizler olmak üzere vahşi hayvanlara özgü kudurganlıkla saldırarak çoğumuzu, zindanlarda görülmemiş iğrenç işkencelerden geçiren faşist TC´nin saldırıları altında böylesine görkemli bir ortamda kavuşmamız hiçbir kişisel, ulusal, hatta sınıfsal basit çıkar endişesine kapılmadan, yeninin doğuşunu tartışmamız, yeniyi doğuracak pek çok kararlara ulaşmanız sizin gibi. bizleri de son derece mutlu ediyor.
Sizlerin, hareketinizin, soylu bir geçmişe ve başkaldırışa sahip olduğunu bilmeyen yoktur. O günkü amansız zorluklar ne olursa olsun bu soylu başkaldırışın önderlerinden bizzat konuşmalarına tanık olduğum Mahir Çayan yoldaşın, milliyetçilik ve ulusal sorun konusunda söyledikleri sözler çağdaş Türkiye halk hareketlerinin temeli olacak derinliktedir. Hareketinizin bu çıkışı da, zaten bunu kanıtlar. Ve bizim de çıkışımız bunu kanıtlar.
Evet, daha sonra yine sizlerin önder yoldaşlarınızın soylu çıkışları vardır. Belirtmek gerekir. Şahsen tanıma imkanı bulduğum Yüksel Eriş yoldaşın candan, son derece insani yoldaşlığını asla unutmayacağım. 12 Mart´tan sonra, birlikte uzun bir süre aynı odada, uzun ve son derece candan, samimi tartışmalarımız oldu. Son derece enternasyonalist bir özü onda da bulduğumu belirteyim. Bu yoldaşa karşı, bu bir görevdir. Bunu belirtmek görevdir. Ve bu yoldaşlar, çıkışımızın temel cesaret kaynaklarıdır. Onlardan aldığımız cesaret, son derece yüreklendiriciydi. Ulusal sorunda da öyleydi, faşizme karşı soylu çıkışta da öyleydi. Belki onlar görmedi ama, bazı tartışmalara sizlerden de arkadaşlar katıldı. Birçok tartışmada bazılarının tasfiyecilik eğilimlerine karşı biz, sonuna kadar bu direnişçilerin anısını dayattık. Onlar her ne kadar bugün aramızda yoksa da, onların anısının böyle oynanacak anılar olmayacağını söyledik, kabul edeceksiniz dedik (....). Nitekim oralardaki ısrarlarımız, bizleri bu noktaya kadar getirdi..." (Abdullah Öcalan, THKP-C (Acilciler) 1. Kongresi açılış konuşması 21 Kasım -1 Aralık 1986)
Yüksel Hoca, 26 Ocak 1976 Malatya Beyler Deresi şehitleri anısına yapılan, askeri eylem hazırlığı sırasında şehit oldu. Yanında değerli bir yoldaş bulunuyordu; yazılarıyla, kitap ve eğitmenliğiyle en az Yüksel Hoca kadar değer verdiğimiz bir yiğit. Yener Orkunoğlu.
Yüksel Hocanın son günlerini, örgütsel tarih yazımı için Yener Orkunoğlu'nun anılarını yazmasını bekleyeceğiz. Yener Orkunoğlu'nun kaleminden, yazılarında ortaya koyduğu akademisyen kimliğiyle o dönemi anlatmasını bekleyeceğiz.
Yukarıda A. Öcalan’ın Yüksel Eriş için sarf ettiği sözleri, yok saymaya çalışan, ya da başkasına söylenmiş Öcalan, “onu Yüksel Eriş sanmış” diyen Boyacı, itirafçı ajan kuklalara söylenecek tek şey, Öcalan bunu yazılı, sözlü (1. Kongrede bant kaydı) olarak, Yüksel Erişi de fiziki olarak tanımlayıp, verdiği detaylı bilgilerle dile getirdi. Kaldı ki, Yüksel Eriş’in, insani ve devrimci kişiliğini anlatıp tanımlamak için, hiç kimseye ihtiyacı olmadığını ayrıca belirtirim.
Not: Yüksel Eriş Hocayı şehit oluşunun her yıl dönümünde İlker Akman ve arkadaşlarının Malatya Beylerderesi’nde, itirafçı katil muhbir Engin Erkiner’in ihbarıyla yapılan operasyon sonucu katledilmeleri anısına 26 Ocak ‘ta anıyordum. Bu yıl bir defalığını bunu Yüksel Hocanın ölüm haberinin basına yansıdığı 21 Ocakta anıyorum.
21 Ocak 2012 Cumartesi
HIRANT DİNK İÇİN ADANA’DA PROTESTO
Ahmet Pekyen
Adana Anadolu-Der başkanı - 20 Ocak 2012
Hrant Dink için, adaletsizliği protesto etmek için, karanlıklar dünyasında aydınlık için, insanlık için kendimiz için geleceğimiz için, bu gün (20 Ocak 2012) Adana Beş Ocak Meydanında saat 18.00 de bir araya geldik; hep bir ağızdan “BU DAVA BÖYLE BİTMEZ” dedik. “FAŞİZME İNAT HEPİMİZ HRANT “dedik.
Türkiye’nin onurlu tüm insanları Hrant Dink cinayetinde alınan karalara karşı tepkilerini isyanlarını haykırdı. Sivil kitle örgütleri, siyasal etkinlikler ve bu toplumun barış içinde bir arada yaşama sevdalıları ortak refleks gösterdi; adaletsizliğin önü almaz pervasızlığına, kirli adalet dağıtımına, hak arayışında sığınılacak son mevziin göğüslenmesi mümkün olmayan ihanet tuzaklarına karşı “bu dava burada” bitmez dedi.
Bu dava dosyalarda şahsi bir dava gibidir. Oysa bu dava şahsi olmanın çok ötesinde, toplumsal, etnik, siyasal, tarihsel bir özgürlük ve demokrasi davasıdır. Hrant’ın uğruna katledildiği tüm değerlerin davasıdır.
Devletin en derin köşeleri, ülkeyi yöneten oligarşiyi temsil eden tüm yüksek konsey ve kurumlarını, uzun yıllara yayılmış sinsi bir planla ele geçiren karanlık güçler, adaleti, adaletin kurum kuruluş ve vicdanı merhum yargıçlarını da ele geçirmiştir. Her hamlede artan oranda sivil diktatörlüğe yönelen bu güçler, bu coğrafyada bin yıldır süren karanlığın devamında ısrarlıdırlar. Bunu da çağdışı kalmış Irkça-milliyetçi saldırganlıkla zıvanadan çıkmış kovuşturmalarla ikame etmeye çalışmaktadırlar.
Bunun son halkasında, Hrınt Dink’in cinayetini adaletsizliğin en kaba biçimiyle buharlaştırması, bu ülkede devlete güvensizliğin geleneksel algılarına yeni bir veri daha katmış oldu. Kamu vicdanının acılarını bir kez daha depreştirdi. Bir kez daha bu sistemle, bu devletle ve bu akılla birlikte yaşamanın olanaksızlığını ifade etti.
Hrant Dink davasında, en sıradan hukuk kurallarıyla bile, kanıtları yeterince açığa çıkmış ölüm şebekesinin oluşturduğu organize suçu yok saymak ahlak ve vicdani açıdan bile hukuki bir suçtur. Bu eli kanlı şebekeler, ortak ülkemizin gasp edilmiş haklar manzumesinde dokunulmazlar olarak tescil edilmeleri, doğal olarak bu tür davaların bitmeyeceği anlamına gelecektir, Hrant Dınk’in davasının hiçbir güç taraf1ından böylesini hokkabaz yöntemlerle buharlaştırılacağını sanmak ise sadece kendini aldatmaktır.
Bu devlet, bu iktidar oligarşik kurumların elindeki güçle bu halklar üzerinde belki bir süre daha tepinebilecektir, ancak bu toprakların barışa susamış toprağı onları alt edecek insanlık gücünü üretmekte geç kalmayacaktır. Bu bir bayrak yarışı olarak, bizim kuşak üzerine düşeni yaptıkça gelecek kuşakların bu karanlık güçlerden kurtuluşu daha erken olacaktır.
Halklarımızın bu haklı davalarında bizler dünden bu güne taşıdığımız kararlı mücadelemizle en ön saflarda olmaya devam edeceğiz.
19 Ocak 2012 Perşembe
ELEŞTİRİNİN İLKELERİ
( Suriyecilik, Alevicilik, Hatay’cılık, Bölücülük, Üzerine, Eleştiri mi? Ötekileştiricilik mi? )
Mihrac Ural – 19 Ocak 2012 / Perşembe
Yakın zamanda tanıştığım, sıcak ve esprili olarak yakınlık duyduğum bir arkadaşım, Suriyeli sivil halk temsilcileri komitesinin Hacı Bektaşi veli 2. Büyük Alevi kurultayına gidişleriyle ilgili yazdığım bir makale üzerine, yorum yapan arkadaşları ve bir ölçüde de beni eleştirmiş (Ana yazı ve yorumların tümü duvarımda da duruyor
(http://www.facebook.com/photo.php?fbid=199127640183422&set=a.104968396266014.10234.100002585630850&type=1&theater ).
Arkadaşım şunları söylüyor; “şunu anladım sizin sol anlayışınız hatayı suriyeye baglanmasıyla sınırlı evet suriye emperyalizmin çirkin oyunları ile karsı ksrşıya bundan dolayı suriyenin yanında olmak gerekir ama şuna itirazım var suriye de demokrasi yoktur kürtlerin çogu kimliksiz yaşıyor alevi degil nasuridir alevilige yakın dır ama alevilik degildir zaten din mesep ve etnik kimlik üzerinden hareket edmiyorum ama bunların bilinmesi lazım. “( J.K)
J.K kardeşim, yukarıdaki yorumumu yeniden oku. Birilerinden aktardığın yorumlara sığınma; bana bir tek yerde, bir tek satır, bir tek cümle Hatay’ın Suriye'ye bağlanmasıyla ilgili bir belirleme koy ki sözün doğru olsun, ön yargılı olmasın. Bu bir. İkincisi, Alevilik de yapılmıyor, Nusayrilikte. Burada sende Sünni medrese gibi ve Osmanlı gibi kendini alevi bizi Nusayri olarak adlandırıyorsun. Kaynağını ikimiz de biliyoruz. Bunu bir suçlama gibi de yöneltmişsin. Milyonlarca insanı rencide edecek kıymeti kendinden menkul tanımlamalar yapıyorsun.
Bize Nusayri adını veren biz değiliz. Şii Şehristani'den ( Hicri 479 -548) Aleviler üzerine fetvalarıyla meşhur İbni Teymiye (Vahhabi cani) bunlardan da Osmanlıya kadar bizi sırf kötülemek için, kötüledikleri Hz. İmam Hasan el Askeri'nin yardımcısı Muhammed Bin Nusayr'i adına bizi anmak istediler: Tek neden kendi kötülemeleriyle bizi isimlendirmektir. Tekrar ediyorum Muhammed ibni Nusayri insan aklının almayacağı ölçekte kötülediler ve bizi onun adıyla andılar olay bu. Oysa bu kutsal insan Ehlibeytin en büyük savunucusu ve Hz İmam Hasan el Askeri’nin yardımcısıydı..
Oysa, Türkler ve Kürtler Aleviliğin A sını daha bilmezken, ne İslam ne Alevilikle ilgileri olmazken, bizler bir inanç topluğu olarak ALEVİ diye anıldık. Hz. İmam Ali Zeynel Abiddin (Hz Hüseynin kerbeladan kurtulan tek oğlu ve ehli Beytin tek imamı) der ki; "babama velayetim, ondan doğmuş olmamdan daha hayırlıdır". Bu da, Aleviliğin bir kan bağı olmasından çok, bir inanç topluluğu yani senin Alevilerinin de sonradan bağlı olduğu "velayet ve teberra" ilkeleriyle ilgili bir olaydır. Aleviler Hz. Ali'yle yürüyenlerdir. Bunun da tarihi İslam’la birlikte yükselmiştir. Bu gün Erdoğan çınar’ın giriştiği hayali çabalara, bölgenin tüm Alevilerinin ortak köken birliğini sarsan, Hıristiyan köklere götüren kimilerinin ise Bigi Bang (evrenini ilk oluşum patlaması) sürecindeki “ışık”a bağlayan ve Aleviliği alev, ışık gibi hiçte ciddi olmayan köklere ilintili göstermek bence Alevilik hiç değildir.
Alevilik için devamla, bu konuda Haşimi’lerin (hz. Muhammed’in sülalesi) iki kolu ya da evi olduğu belirtilir (Abbasi ve Aleviyun), aleviler(Arapçası Aleviyyun) Hz Ali'nin yolunda dünden bu güne yürüyenlerdir. Senin kaynak aldığın kişileri burada anmayacağım, sadece ayıplayacağım. Aleviliği başka bir şeye bağlamak ise gerçekçi değil. Bölgeye paraşütle gelmedik bu toprakların kültür evriminin bir ürünü olarak siz de bizde ALEVİ olarak bu güne geldik: Ama bu siyasetle ilgili çok cüzi bir yan taşır. Bunları birbirine karıştırma. Yazılarımda yoğun olarak işlememin nedeni açıkça ırkçı Sünni mezhep zülüm yapan bir Erdoğan iktidarı olduğu içindir, Suriye olaylarında bu teme çok işlendi içindir: dön bir yıl önceki yazılarıma bak bundan eser göremezsin. Kimsenin dinle, mezheple, siyaseti karıştırma derdi yok.
Gelelim şu onarılması mümkün olmayan Suriye düşmanlığına (senin değil), Suriye’de Kürtlerin kimlik meselesini kırk kez anlattım, 1962'de yapılan sayımda vergi vermemek ve askere gitmemek için Suriyeli yerli Kürtler değil, Türkiye’den göç eden, ama sadece göç eden Kürtler, Suriye vatandaşlık hakkını tanıdığı ve tescillerin yapıldığı 1962 sayımında, kendi istekleriyle, kendi isimlerini vatandaşlığa yazdırmadılar ve kimlik almadılar. Kürtlere kimlik vermeme olayı ne Hafızın ne de .Beşşar’ın işi değil bunu iyice bil. Hafız da Beşşar da Öcalan’ın açıkça dediği gibi Suriye’de Kürtlere en çok dost olan bunlardır (Beşşar Esad’a Mayıs 2011’de gönderdiği mektup, bu mektubu yayınladım, Son KCK baskınlarında ele geçmiş ve basına yansımıştı. Talabani ise “Suriye ebiya” (Suriye ebedidir, ölümsüzdür kucaklayan büyüklüktür) der ve bu gün “Suriye’ye bir saldırı olursa Beşşar Esad’ın ordusunda bir asker olarak çarpışmaya hazırım” der (Aktaran Ömer Osi, 22 Aralık 2011 Perşembe. Lazkiye/Suriye konferansı, ben de şahsen dinledim)
İşte son reformlarla birlikte Beşşar Esad istisnasız tüm Kürtlere vatandaşlık hakkı verdi. Bu da reform paketinin ilk eylemi oldu (Kürtlerin vatandaşlık hakkı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi no:49 7 Nisan 2011) Bu hakkı kullanan Kürtler de, derhal pasaport çıkardı, birçok insandan bundan yararlanarak yurt dışına çıkma hakkını kullandı, eğitim, mülk, evlilik gibi sorunlarını çözdü. Bunu bilmiyorsan buradan, benden öğren.
Suriye'de sistem elbette demokrasi değil, ama oraya gidiyor. Soğuk savaşın iki kutuplu dünyasında Suriye sistemi sosyalist sistemin yanında yer alan tek partili bir rejimdi. Bu Sovyetlerde de Küba’da da Kuzey Kore’de de öyleydi (Tüm sosyalist blok ülkelerinde de). Sovyetler yıkıldı, geriye bu üç ülke kaldı. Baas partisinin adı da o günlerden kalma Sosyalist Yeniden Doğuş Partisidir. Sosyalist sistem artık 21. yy yeterli değil ve değişmelidir. Bu değişim dünyanın çoğu yerinde yıkılmayla ve gerisin geriye kapitalizme dönüşmeyle tamamlandı. Ama bu üç ülke (Küba, Kuzey Kore ve Suriye) sorunları olmasına rağmen aynı doğrultuda kimi ilkeleri koruyarak yaşamaya ve son olaylarda içe evrimci biçimde değişerek, halkını kapitalizmin vahşi pençelerine terk etmeden reformlarla özgürlük ve demokrasiyi dengeli olarak ikame etmeye çalışıyor. Bunu doğru kavramazsın, elik kanlı Müslüman kardeşler Örgütü şebekelerinin karşı-devrim hareketini, bir halk hareketi olarak görmeye düşersin. Ki bu türden solcular da Siyonist sol olarak, ülkemizde solun perişan ve çirkin boyutunu temsil ediyorlar; bunlar, itirafçı ve devletin derin elemanları gibi, Suriye’ye NATO müdahalesi ya da BM Mavi Bereli askerlerinin sokulmasını istiyorlar.
Suriye, eksikleri olan, yetmezleri ve yanlışları olan bir ülkedir. Bunu illa tekrar etmemize gerek yok: Okurlarım da bu gerçeği iyi bilir. Ben ise 150 makalede bunları dile getirdim durdum. Ama bunları okumadan, alıntısız aktarmasız eleştiri yaparsan olmaz, ciddi ve samimi olmaz…Yaptığın yargısız infaz olmaması için, adil bir eleştiri yapman için, belgeye kanıta, alıntıya dayanacaksın. Tartışma da böylece kalite kazanacaktır.
Tekrar diyelim, Suriye eksiği çok olan bir ülkedir ve 50 yıldır emperyalist baskı altındadır. Buna rağmen, emperyalizme karşı mücadele eden bir ülke olarak tüm bölge direnme hareketlerine de ev sahipliği yapmıştır. Fas'tan, Türkiye'ye kadar haritayı bir gözden geçirin. Karşınıza olta gibi, çengel gibi bir hat çıkar. Bir tek Suriye halkası eksik. Bu hattın siyasal tablosunu takip edin, eli kanlı Müslüman Kardeşler Örgütü şebekelerinin, ABD desteğiyle iktidara geldiğini görürsünüz. Bir tek, bu kilit taşı eksik. Suriye, laikliğiyle, yarım asırdır süren direnişiyle, Emperyalizmin oyun ve komplolarına karşı duruşuyla. Saddam diktatörlüğüne karşı direnen tüm siyasal güçleri desteğiyle (Kürt hareketleri dahil), Irak işgaliyle ortaya çıkan 2 milyon Iraklıyı sesiz sitemsiz misafir etmesiyle (Güvenlik, eğitim, iş, barınak, sağlık, eğitim hakları mahfuz olmak üzere), Filistin davasını yarım asırdır desteklemesiyle (Halkından Filistin vergisi alan tek ülke olmak kadar, direnişçi örgütleri koruyup, kollamak ve her türden desteği sunmasıyla), Lübnan direme güçlerini koruyup desteklemesi ve İsrail saldırılarında göçmenleri misafir etmesiyle, 12 Eylül sürgünü tüm Türk-Kürt devrimcilerine güvenli liman olmasıyla ve bu gün yeryüzünün şer güçleri medyasının, yalanlarına, abartılarına, komplo ve uydurmalarına ve destekledikleri eli kanlı şebekelere karşı Katar, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri, İsrail-ABD (tüm emperyalistler adına) ve bu güçlerin ucuz tetikçisi Erdoğan yönetimine karşı bölge halklarının dik duruşunu temsil ediyor. Bu küçük ülke insanlık adına direniyor.
Biz ne eksiz-k ne fazla bunu söyledik. Ne Arap kökenli olduğumuz için kimse milliyetçi ayranını kabartmasın, düşman değil dost arıyoruz ve barışçıyız, üstelik bölücülüğe karşıyız ( bu “bölücü olmayacağız” belirlememizi ısrarla vurgulamamıza rağmen, “sizden şüpheleniyoruz Hatay’ı Suriye’ye katacaksınız bölücülük yapacaksınız” diyerek, bize şüpheyle, ötekileştirici tarzda yaklaşmanızı önce ayıplayacağız ve Kürtlere böyle diye diye nereye gelindiğini hatırlatmakla yetineceğiz).
Son olarak ve ısrarla, lütfen birlik ve dost olmanın yollarını bulalım, birbirimizi ötekileştirerek ne Irçı mezhepçilik ne de ırkçı milliyetçilik yapmayalım. Tek isteğimiz ülkemizi oluşturan tüm farklılıkların özgürlük ve demokrasi içinde, güvenceyle yaşamasıdır. Demokratik bir anayasa etrafında birlikte yaşamaktır. Bölücülüğün tek kaynağı egemen ulus milliyetçiliğidir ve bu, devletin akıl ve statülerinde, kurum ve kuruluşlarında yasa ve anayasasında olan şeydir.
Eleştirecekseniz, lütfen alıntı yapıp eleştirin. “Biz düşman değil dost arıyoruz” (bu cümle her yerde bana aittir) bunu iyi bilmelisiniz. Bize haksızlık yapmayın. Burada yazan çok insan, devrimci hareketin içinde yer aldı ve almaya devam ediyor. Bedel ödedi, bunları bilmeden herkesi “Suriyeci, Muhabarat, Hatay’ı Suriye’ye katmak isteyen, Alevici diye suçlamayın”, bölücülük bunu yapanlardır, bilgisizce, cahilce eleştirendir. İlgili iseniz, okuyor ve yorum yapma gibi bir dirsek teması içinde olmak istiyorsanız doğruyu yazmak ve doğru bilgiyle eleştirmek gibi ahlaki bir sorumlulukla karşı karşıya olduğunuzu bilmelisiniz. Bu sanal ortamda herkes en ahlaksızca herkesi her şeyle suçlayabilir; bu sol gelenekte çok yaygındır da. Ama bizim bu düzeylerde işimiz yok olmayacaktır da.
ÖNCEKİ YORUMA CEVAP - 18 Ocak 2012
J.K kardeşim, önce yazıyı iyi oku orada sosyalizmden ya da sosyalist şeyhlerden söz edilmiyor. Bu bir. Sonra, bu alevi şeyleri inançları gereği de Kerbela'dan bu güne gelen bir direnme çizgileri var, hiç bir zaman egemen mezhep olmadıkları için hep muhalefette kaldıkları için sık sık devrim hareketlerinde ilerici duruşlarda yer almışlardır. Bir de inancın içinden gelen bir laik duruşları vardır. Dolaysıyla sosyalizmle değil devrimcilikle ilgileri pek çoktur ve devrimleri sadece sosyalistler değil halkın her türden insanı yapar.
Sonra bunlar İran Şiileri de değil bunu unutma, bilmiyorsan sor. Sonra, bunlar bireydir şeyhlik kurumu adına gelmemişler birey olarak sivil etkinlik olarak gelmişler ki, devrimci burjuvalar olduğunu hatırlatırım, devrimci Latin Amerika papazları olduğunu hatırlatırım ve bunların birçoğu Latin devrimlerinde çok önemli roller oynadı. Bunu da benden öğren. Sonra, materyalizmle ne ilgisi var konunu onu anlamadım. Sosyalizmle ne ilgisi var konunun onu da anlamadım. Bu şeyhlerin Türkiye devrimiyle de ne ilgileri var. Sen yazı yerine, kendinden çıkardığın zar zar zar zar.. sesleri arasında kulakların sağır mı olmuş onun için yazılanı anlamıyorsun.
Birde şüphelisin işin içinde Alevicilik var diye, hiç ilgisi yok orijinalitemizi değerlendirmeyi öyle okuyorsan Türkiye solunun neden %1 bile geçmediğini daha iyi anlamış oluruz. Sorun ne biliyor musun sorun siyaseti çok yönüyle kavramamaktır, bütünsel ve kucaklayıcı olmayı bilmemektir, ithamdır karalamadır. yapma. Akıllı bir arkadaşımsın yazıyı tekrar oku, şaka yapma zamanı değil komşumuza askeri saldırı yapılmak üzere birlik olma herkesin gücünü aynı potada toplayım ülkemizde özgürlük ve demokrasi için çalışma zamanıdır. Sözü edilen ne devrim ne sosyalizm ne de materyalizmdir. Bunlar ayrı konular ki bunları da ayrıca tartışmak gerek.
Mihrac Ural – 19 Ocak 2012 / Perşembe
Yakın zamanda tanıştığım, sıcak ve esprili olarak yakınlık duyduğum bir arkadaşım, Suriyeli sivil halk temsilcileri komitesinin Hacı Bektaşi veli 2. Büyük Alevi kurultayına gidişleriyle ilgili yazdığım bir makale üzerine, yorum yapan arkadaşları ve bir ölçüde de beni eleştirmiş (Ana yazı ve yorumların tümü duvarımda da duruyor
(http://www.facebook.com/photo.php?fbid=199127640183422&set=a.104968396266014.10234.100002585630850&type=1&theater ).
Arkadaşım şunları söylüyor; “şunu anladım sizin sol anlayışınız hatayı suriyeye baglanmasıyla sınırlı evet suriye emperyalizmin çirkin oyunları ile karsı ksrşıya bundan dolayı suriyenin yanında olmak gerekir ama şuna itirazım var suriye de demokrasi yoktur kürtlerin çogu kimliksiz yaşıyor alevi degil nasuridir alevilige yakın dır ama alevilik degildir zaten din mesep ve etnik kimlik üzerinden hareket edmiyorum ama bunların bilinmesi lazım. “( J.K)
J.K kardeşim, yukarıdaki yorumumu yeniden oku. Birilerinden aktardığın yorumlara sığınma; bana bir tek yerde, bir tek satır, bir tek cümle Hatay’ın Suriye'ye bağlanmasıyla ilgili bir belirleme koy ki sözün doğru olsun, ön yargılı olmasın. Bu bir. İkincisi, Alevilik de yapılmıyor, Nusayrilikte. Burada sende Sünni medrese gibi ve Osmanlı gibi kendini alevi bizi Nusayri olarak adlandırıyorsun. Kaynağını ikimiz de biliyoruz. Bunu bir suçlama gibi de yöneltmişsin. Milyonlarca insanı rencide edecek kıymeti kendinden menkul tanımlamalar yapıyorsun.
Bize Nusayri adını veren biz değiliz. Şii Şehristani'den ( Hicri 479 -548) Aleviler üzerine fetvalarıyla meşhur İbni Teymiye (Vahhabi cani) bunlardan da Osmanlıya kadar bizi sırf kötülemek için, kötüledikleri Hz. İmam Hasan el Askeri'nin yardımcısı Muhammed Bin Nusayr'i adına bizi anmak istediler: Tek neden kendi kötülemeleriyle bizi isimlendirmektir. Tekrar ediyorum Muhammed ibni Nusayri insan aklının almayacağı ölçekte kötülediler ve bizi onun adıyla andılar olay bu. Oysa bu kutsal insan Ehlibeytin en büyük savunucusu ve Hz İmam Hasan el Askeri’nin yardımcısıydı..
Oysa, Türkler ve Kürtler Aleviliğin A sını daha bilmezken, ne İslam ne Alevilikle ilgileri olmazken, bizler bir inanç topluğu olarak ALEVİ diye anıldık. Hz. İmam Ali Zeynel Abiddin (Hz Hüseynin kerbeladan kurtulan tek oğlu ve ehli Beytin tek imamı) der ki; "babama velayetim, ondan doğmuş olmamdan daha hayırlıdır". Bu da, Aleviliğin bir kan bağı olmasından çok, bir inanç topluluğu yani senin Alevilerinin de sonradan bağlı olduğu "velayet ve teberra" ilkeleriyle ilgili bir olaydır. Aleviler Hz. Ali'yle yürüyenlerdir. Bunun da tarihi İslam’la birlikte yükselmiştir. Bu gün Erdoğan çınar’ın giriştiği hayali çabalara, bölgenin tüm Alevilerinin ortak köken birliğini sarsan, Hıristiyan köklere götüren kimilerinin ise Bigi Bang (evrenini ilk oluşum patlaması) sürecindeki “ışık”a bağlayan ve Aleviliği alev, ışık gibi hiçte ciddi olmayan köklere ilintili göstermek bence Alevilik hiç değildir.
Alevilik için devamla, bu konuda Haşimi’lerin (hz. Muhammed’in sülalesi) iki kolu ya da evi olduğu belirtilir (Abbasi ve Aleviyun), aleviler(Arapçası Aleviyyun) Hz Ali'nin yolunda dünden bu güne yürüyenlerdir. Senin kaynak aldığın kişileri burada anmayacağım, sadece ayıplayacağım. Aleviliği başka bir şeye bağlamak ise gerçekçi değil. Bölgeye paraşütle gelmedik bu toprakların kültür evriminin bir ürünü olarak siz de bizde ALEVİ olarak bu güne geldik: Ama bu siyasetle ilgili çok cüzi bir yan taşır. Bunları birbirine karıştırma. Yazılarımda yoğun olarak işlememin nedeni açıkça ırkçı Sünni mezhep zülüm yapan bir Erdoğan iktidarı olduğu içindir, Suriye olaylarında bu teme çok işlendi içindir: dön bir yıl önceki yazılarıma bak bundan eser göremezsin. Kimsenin dinle, mezheple, siyaseti karıştırma derdi yok.
Gelelim şu onarılması mümkün olmayan Suriye düşmanlığına (senin değil), Suriye’de Kürtlerin kimlik meselesini kırk kez anlattım, 1962'de yapılan sayımda vergi vermemek ve askere gitmemek için Suriyeli yerli Kürtler değil, Türkiye’den göç eden, ama sadece göç eden Kürtler, Suriye vatandaşlık hakkını tanıdığı ve tescillerin yapıldığı 1962 sayımında, kendi istekleriyle, kendi isimlerini vatandaşlığa yazdırmadılar ve kimlik almadılar. Kürtlere kimlik vermeme olayı ne Hafızın ne de .Beşşar’ın işi değil bunu iyice bil. Hafız da Beşşar da Öcalan’ın açıkça dediği gibi Suriye’de Kürtlere en çok dost olan bunlardır (Beşşar Esad’a Mayıs 2011’de gönderdiği mektup, bu mektubu yayınladım, Son KCK baskınlarında ele geçmiş ve basına yansımıştı. Talabani ise “Suriye ebiya” (Suriye ebedidir, ölümsüzdür kucaklayan büyüklüktür) der ve bu gün “Suriye’ye bir saldırı olursa Beşşar Esad’ın ordusunda bir asker olarak çarpışmaya hazırım” der (Aktaran Ömer Osi, 22 Aralık 2011 Perşembe. Lazkiye/Suriye konferansı, ben de şahsen dinledim)
İşte son reformlarla birlikte Beşşar Esad istisnasız tüm Kürtlere vatandaşlık hakkı verdi. Bu da reform paketinin ilk eylemi oldu (Kürtlerin vatandaşlık hakkı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi no:49 7 Nisan 2011) Bu hakkı kullanan Kürtler de, derhal pasaport çıkardı, birçok insandan bundan yararlanarak yurt dışına çıkma hakkını kullandı, eğitim, mülk, evlilik gibi sorunlarını çözdü. Bunu bilmiyorsan buradan, benden öğren.
Suriye'de sistem elbette demokrasi değil, ama oraya gidiyor. Soğuk savaşın iki kutuplu dünyasında Suriye sistemi sosyalist sistemin yanında yer alan tek partili bir rejimdi. Bu Sovyetlerde de Küba’da da Kuzey Kore’de de öyleydi (Tüm sosyalist blok ülkelerinde de). Sovyetler yıkıldı, geriye bu üç ülke kaldı. Baas partisinin adı da o günlerden kalma Sosyalist Yeniden Doğuş Partisidir. Sosyalist sistem artık 21. yy yeterli değil ve değişmelidir. Bu değişim dünyanın çoğu yerinde yıkılmayla ve gerisin geriye kapitalizme dönüşmeyle tamamlandı. Ama bu üç ülke (Küba, Kuzey Kore ve Suriye) sorunları olmasına rağmen aynı doğrultuda kimi ilkeleri koruyarak yaşamaya ve son olaylarda içe evrimci biçimde değişerek, halkını kapitalizmin vahşi pençelerine terk etmeden reformlarla özgürlük ve demokrasiyi dengeli olarak ikame etmeye çalışıyor. Bunu doğru kavramazsın, elik kanlı Müslüman kardeşler Örgütü şebekelerinin karşı-devrim hareketini, bir halk hareketi olarak görmeye düşersin. Ki bu türden solcular da Siyonist sol olarak, ülkemizde solun perişan ve çirkin boyutunu temsil ediyorlar; bunlar, itirafçı ve devletin derin elemanları gibi, Suriye’ye NATO müdahalesi ya da BM Mavi Bereli askerlerinin sokulmasını istiyorlar.
Suriye, eksikleri olan, yetmezleri ve yanlışları olan bir ülkedir. Bunu illa tekrar etmemize gerek yok: Okurlarım da bu gerçeği iyi bilir. Ben ise 150 makalede bunları dile getirdim durdum. Ama bunları okumadan, alıntısız aktarmasız eleştiri yaparsan olmaz, ciddi ve samimi olmaz…Yaptığın yargısız infaz olmaması için, adil bir eleştiri yapman için, belgeye kanıta, alıntıya dayanacaksın. Tartışma da böylece kalite kazanacaktır.
Tekrar diyelim, Suriye eksiği çok olan bir ülkedir ve 50 yıldır emperyalist baskı altındadır. Buna rağmen, emperyalizme karşı mücadele eden bir ülke olarak tüm bölge direnme hareketlerine de ev sahipliği yapmıştır. Fas'tan, Türkiye'ye kadar haritayı bir gözden geçirin. Karşınıza olta gibi, çengel gibi bir hat çıkar. Bir tek Suriye halkası eksik. Bu hattın siyasal tablosunu takip edin, eli kanlı Müslüman Kardeşler Örgütü şebekelerinin, ABD desteğiyle iktidara geldiğini görürsünüz. Bir tek, bu kilit taşı eksik. Suriye, laikliğiyle, yarım asırdır süren direnişiyle, Emperyalizmin oyun ve komplolarına karşı duruşuyla. Saddam diktatörlüğüne karşı direnen tüm siyasal güçleri desteğiyle (Kürt hareketleri dahil), Irak işgaliyle ortaya çıkan 2 milyon Iraklıyı sesiz sitemsiz misafir etmesiyle (Güvenlik, eğitim, iş, barınak, sağlık, eğitim hakları mahfuz olmak üzere), Filistin davasını yarım asırdır desteklemesiyle (Halkından Filistin vergisi alan tek ülke olmak kadar, direnişçi örgütleri koruyup, kollamak ve her türden desteği sunmasıyla), Lübnan direme güçlerini koruyup desteklemesi ve İsrail saldırılarında göçmenleri misafir etmesiyle, 12 Eylül sürgünü tüm Türk-Kürt devrimcilerine güvenli liman olmasıyla ve bu gün yeryüzünün şer güçleri medyasının, yalanlarına, abartılarına, komplo ve uydurmalarına ve destekledikleri eli kanlı şebekelere karşı Katar, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri, İsrail-ABD (tüm emperyalistler adına) ve bu güçlerin ucuz tetikçisi Erdoğan yönetimine karşı bölge halklarının dik duruşunu temsil ediyor. Bu küçük ülke insanlık adına direniyor.
Biz ne eksiz-k ne fazla bunu söyledik. Ne Arap kökenli olduğumuz için kimse milliyetçi ayranını kabartmasın, düşman değil dost arıyoruz ve barışçıyız, üstelik bölücülüğe karşıyız ( bu “bölücü olmayacağız” belirlememizi ısrarla vurgulamamıza rağmen, “sizden şüpheleniyoruz Hatay’ı Suriye’ye katacaksınız bölücülük yapacaksınız” diyerek, bize şüpheyle, ötekileştirici tarzda yaklaşmanızı önce ayıplayacağız ve Kürtlere böyle diye diye nereye gelindiğini hatırlatmakla yetineceğiz).
Son olarak ve ısrarla, lütfen birlik ve dost olmanın yollarını bulalım, birbirimizi ötekileştirerek ne Irçı mezhepçilik ne de ırkçı milliyetçilik yapmayalım. Tek isteğimiz ülkemizi oluşturan tüm farklılıkların özgürlük ve demokrasi içinde, güvenceyle yaşamasıdır. Demokratik bir anayasa etrafında birlikte yaşamaktır. Bölücülüğün tek kaynağı egemen ulus milliyetçiliğidir ve bu, devletin akıl ve statülerinde, kurum ve kuruluşlarında yasa ve anayasasında olan şeydir.
Eleştirecekseniz, lütfen alıntı yapıp eleştirin. “Biz düşman değil dost arıyoruz” (bu cümle her yerde bana aittir) bunu iyi bilmelisiniz. Bize haksızlık yapmayın. Burada yazan çok insan, devrimci hareketin içinde yer aldı ve almaya devam ediyor. Bedel ödedi, bunları bilmeden herkesi “Suriyeci, Muhabarat, Hatay’ı Suriye’ye katmak isteyen, Alevici diye suçlamayın”, bölücülük bunu yapanlardır, bilgisizce, cahilce eleştirendir. İlgili iseniz, okuyor ve yorum yapma gibi bir dirsek teması içinde olmak istiyorsanız doğruyu yazmak ve doğru bilgiyle eleştirmek gibi ahlaki bir sorumlulukla karşı karşıya olduğunuzu bilmelisiniz. Bu sanal ortamda herkes en ahlaksızca herkesi her şeyle suçlayabilir; bu sol gelenekte çok yaygındır da. Ama bizim bu düzeylerde işimiz yok olmayacaktır da.
ÖNCEKİ YORUMA CEVAP - 18 Ocak 2012
J.K kardeşim, önce yazıyı iyi oku orada sosyalizmden ya da sosyalist şeyhlerden söz edilmiyor. Bu bir. Sonra, bu alevi şeyleri inançları gereği de Kerbela'dan bu güne gelen bir direnme çizgileri var, hiç bir zaman egemen mezhep olmadıkları için hep muhalefette kaldıkları için sık sık devrim hareketlerinde ilerici duruşlarda yer almışlardır. Bir de inancın içinden gelen bir laik duruşları vardır. Dolaysıyla sosyalizmle değil devrimcilikle ilgileri pek çoktur ve devrimleri sadece sosyalistler değil halkın her türden insanı yapar.
Sonra bunlar İran Şiileri de değil bunu unutma, bilmiyorsan sor. Sonra, bunlar bireydir şeyhlik kurumu adına gelmemişler birey olarak sivil etkinlik olarak gelmişler ki, devrimci burjuvalar olduğunu hatırlatırım, devrimci Latin Amerika papazları olduğunu hatırlatırım ve bunların birçoğu Latin devrimlerinde çok önemli roller oynadı. Bunu da benden öğren. Sonra, materyalizmle ne ilgisi var konunu onu anlamadım. Sosyalizmle ne ilgisi var konunun onu da anlamadım. Bu şeyhlerin Türkiye devrimiyle de ne ilgileri var. Sen yazı yerine, kendinden çıkardığın zar zar zar zar.. sesleri arasında kulakların sağır mı olmuş onun için yazılanı anlamıyorsun.
Birde şüphelisin işin içinde Alevicilik var diye, hiç ilgisi yok orijinalitemizi değerlendirmeyi öyle okuyorsan Türkiye solunun neden %1 bile geçmediğini daha iyi anlamış oluruz. Sorun ne biliyor musun sorun siyaseti çok yönüyle kavramamaktır, bütünsel ve kucaklayıcı olmayı bilmemektir, ithamdır karalamadır. yapma. Akıllı bir arkadaşımsın yazıyı tekrar oku, şaka yapma zamanı değil komşumuza askeri saldırı yapılmak üzere birlik olma herkesin gücünü aynı potada toplayım ülkemizde özgürlük ve demokrasi için çalışma zamanıdır. Sözü edilen ne devrim ne sosyalizm ne de materyalizmdir. Bunlar ayrı konular ki bunları da ayrıca tartışmak gerek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)