9 Kasım 2011 Çarşamba
SÜPER GÜÇLERİN BÖLGE ALGISI
Mihrac Ural – 9 Kasım 2011
Bu tez yeni.
Amerika batıyla birlikte okyanus ötesi süper güç olarak tanımlanabilir. Rusya Çin ve Hindistan ise karaların süper gücü.
Bu iki gücün yüz yüze geldiği, dolaysıyla çatışmalarının en doruğa yükseldiği yer Suriye oldu. Himalaya dağlarının oluşumu gibi, yer kabuğunun iki farklı parçası burada çatıştı Everest tepesi böylece oluştu; halada yükseldiği belirtiliyor. Büyük güçlerin düello alanı, kubbelerin kilit taşı Suriye üzerinde gerginliklerini tırmandırmaya devam ediyor.
Rusya, Çin, Hindistan Ak denize gidişte, sıcak sulara kavuşmak için yürüyüşlerinde, Pakistan, İran, Irak Suriye ve Lübnan güzergahını bir biçimde etkinlik alanı olarak kazanmaya çalışıyor. Karaların süper güçleri bu hattı mümkün olan en sorunsuz hat olanak nüfus alanları içinde tutmak istiyor.
Okyanus ötesi güçler ise, Ak denizi tekellerinde tutmak, enerji yollarını güvenceye alıp denetlemek için aynı hat üzerinde ölümüne bir mücadele yürütüyor. Ak deniz, Lübnan, Suriye, Irak, İran ve Kafkaslar güzergahının denetlenmesi için yakıp yıkmadıkları, katletmedikleri, işgal etmedikleri yer kalmadı. 11 Eylül gerekçesiyle Afganistan (7 Ekim 2001), Kimyasal silah tehdidi adı altında tarihin en büyük yalanıyla Irak yakılıp yıkıldı (20 Mart 2003) milyonlarca insan öldü, devletler, ordular kamu kurum ve kuruluşları yerle bir edildi. Bu sürecin ayrılmaz bir halkası olarak Arap baharı, Arap halkının 21. Yüzyıla armağan etmeye çalıştığı özgürlük ve demokrasi uğruna ayaklanışının önü kesildi. Bahar son bahara dönüştürüldü; Kuzey Afrika’nın işi de Libya’nın yerle bir edilmesiyle birlikte noktalamış oldu (18 Mart 2011 – 31 Ekim 2011).
İki dev gücün oluşturduğu çatışma aynı zamanda bir algıdır ve bu algının bitip tükenmez medya savaşları,tezleri iddiaları olması da normaldir.
Bu algının alt kollarında, İran’ın “bölgesel güç olması, nükleer güce erişmesi ve karşısında oluşan Şii hilali tehlikesinin engellenmesi” tezleri yer alır. Diğer taraftan “Suriye yönetiminin protestolara ateş açtığı insan hakları ihlali yaptığı, devrilmesi gerektiği“ iddiaları da medya savaşının önemli bir gerekçesi haline gelir.
En yenisi ise çok ilginç; ilk kez ben mi yazıyorum bilemem, ama aktarayım Suudi Arabistan’ın strateji uzmanları aynen şunu söylüyor; “Sünnilerin tarihi iki başkenti, Emevilerin Şam, Abbasilerin Bağdat’ı Alevilerin hükmü altında kalmaya devam edemez ” Medya savaşının bu yeni jargonu sanki son barışçıl araçların salvosu gibi bölgede yankılandığından söz etmek abartılı olmayacaktır. Aslı astarı olmayan bu iddialar gerçek anlamda bir Pazar bir nüfus alanları savaşı olduğu ise çok açıktır. Ne Suriye’de bir Alevi yönetimi var ne de Irak’ta; var olan iktidarların tasnifi Amerika-İsrail çıkarlarına göre bir tasniften ibarettir. Irak’ta Amerika’nın isteği dışında bir iktidardan söz etmek ise ciddiye alınacak bir iddia olamaz.
Bu düellolar arasında ilginç bir söylem daha medya tekerlemeleri arasına girdi. O da “Amerika’nın hızla Sünnileşiyor”
Bu iddia kendine akil yazarlar, stretejistler arasında da hızla yer bulmaya başladı. İddia şuna dayanıyor; “ bu bölgeler Sünni İslam’ın yoğun olarak yaşadığı bölgelerdi. Burada yeni bir din, yeni bir algı gelip tarihsel kökleri olan bu varoluşla mücadele edemez. Ilımlı İslam söylemiyle örgütlenmek, kendi çıkarlarını korumanın en akıllı yoludur. Bu nedenle Libya’nın şeriat düzenine girmesi, Tunus’un Gannuşi ile şeriatı ilan etmesi, mısırda Müslüman Kardeşlerle dirsek teması başarıyla yürüyor. Eksik halka Suriye. Böylece, Sünni Türkiye, Sünni Suudi ve Körfez emirlikleriyle birleşen Sünni Mısır ve Sünni Kuzey Afrika, Suriye’nin düşmesiyle birlikte halka tam anlamıyla kapanmış olur. Rus, Çin ve Hindistan’ın 21. Yy boyunca Ak denize ulaşma olanakları da tam anlamıyla kapatılmış olur “
Bu tez, esasında bölgemiz açısından önemle irdelenmesi gereken bir tezdir. Bu tezin ısrarla uygulamaya konulmak istendiğini gösteren vereler de az değildir. Suriye, diğer tezlerde olduğu gibi burada da hedef ülkedir.
Batılı güçler, Ortadoğu, Lübnan, Suriye, Irak ve İran’la devam eden, Pakistan ve Hindistan’a uzanan bu hattın, sükunet içinde olması istenmemektedir. Çünkü istenilen ölçekte denetim altında değildir. Bu bölgede ülkeler ve halklar ulusal çıkarları yönünde nispeten bağımsız kararlar alabilme eğilimi göstermektedir. Bu, olayların hızla farklı bir boyut alabileceği bölgemiz için istenilen bir durum değildir. Bu durum Ruslar, Çinliler Hintliler için bir avantaj olmasına karşı Batılılar için değildir. Özellikle Fransa, 1990’dan itibaren bölgedeki tüm etkinliğini kaybetmiş bir Batılı ülke olarak bu alanlara dönmek için akıl almaz senaryolar peşinde olduğu görülmektedir; Suriye konusunda yaptıkları, basında günü birlik yankılanıp duruyor.
Bu çabalar aynı zamanda, Rusya, Çin ve Hindistan’ının Orta-doğuda yükselen prestijlerinin bir yerde tıkanması istenmektedir. Suriye aleyhine alınacak BM Güvenlik Konseyi yaptırım kararlarını veto eden Rus ve Çin yanı sıra olumlu tutumlarıyla Hindistan bölge halkları nezdinde güvenilecek bir dost, batılıların pervasız saldırı karşısında bir korunma gücü olarak önemli bir imaj bırakmış bulunmaktadırlar. Suriye ‘de milyonlarca kişi, bu ülkelerin bayraklarıyla meydanları teşekkür için doldurdu.
Batılı güçler, Suriye halkasının kırılması halinde, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır ılımlı İslam’ı (!) söz konusu Rus, Çin, Hint kara gücünün sıcak denizlere ulaşmasının önünü de kesecek en önemli faktör olacağını hesap etmektedirler. Bu amaçla da durmadan “Fars (İran) yayılmacılığı” heyulasıyla “Şii Hilali” korkularıyla, bölgenin çoğunluğunu oluşturan ve tarihleri boyunca direnmeyi temsil eden halklar ürkütülmeye çalışılmaktadır; Bölge tarihinin tüm anti-sömürgeci, anti- emperyalist ve anti- Siyonist mücadelenin önderliğini Sünni mezhebinden halk yığınlarının çektiği tarihi bir gerçektir.
Suriye bir kilit taşıdır. Bu taş sökülmeden bu kubbe çökmez. Ucu açık bir savaş kaygısı olmasa, savaşın sadece belli bir ülke sınırları içinde kalacağına kanaat getirilse bir an durmadan, BM kararlarını beklemeden vurulacak bir askeri hedef olduğu ilan edilerek vurulurdu. Bunun için, ABD Suriye’ye on yıllardır baskı yapmaktadır; özellikle Irak savaşı öncesi Colin Powell’in açıkça tehdit ederek dayattığı şartlara uyması için yaptığı uyarılar, artık basının yakında bildiği gerçekler haline geldi. Suriye bu dayatmaları ret ettikçe Birbiri arkası gelen baskılara maruz kaldı; Lübnan’dan çıkarılması, refik hariri cinayetiyle suçlanması, Gazze savaşında tehdit edilmesi ve sonunda yaratıcı anarşinin kurbanı olarak bu gün başına gelenler bu sürecin bir halkası olarak ortaya çıktı.
Batılı ülkelerin baskıları sonuç almayınca, Suriye Arap Baharı süreciyle birlikte, eli kanlı şebekelerin estirdikleri terörle teslim alınmak istendi. Haklı halk talepleri, kapsamlı bir rejim değişikliği anlamına gelen Reform Paketinin Resmi Gazetede de ilan edilerek, yürürlüğe geçmesine rağmen, Suriye yönetimi gelişmeleri durduramadı. Artık haklı talepler, Arap baharının diğer ülkelerde son bahara dönüştürülmesi gibi, komplonun bir aracı haline geldi. Her şeyi ret eden muhalefet dış güçlerin ülkelerine askeri operasyon dahil her yolun denenmesini ister oldu. Kendini toparlayamamış, siyasi bir ortak program oluşturamamış muhalefetin bu inkarcı tutumu, bölgeyi ateş çemberine atacak bir girişim olarak dış güçlerin komplolarına araç olmaya başladığı gösterir oldu.
Suriye bir kez daha tarihinin önemli dönemeçlerinden biriyle yüz yüze kalmış oldu. Bu dayatmaların tarihi bir ölçüye kadar Suriye’nin siyasi tarihi olarak da bilinir. Aynı komplolar, 1975 Lübnan iç savaşıyla, 1980 Müslüman kardeşler Örgütü şebekesiyle, 1982 İsrail’in Lübnan’a açtığı istila savaşıyla ve son olarak 15 Mart 2011’de başlayan olaylarla dayatıldı. Bu sonuncusun da dünya şer güçleri bir araya geldi ve mali, askeri ve medya etkinlikleriyle boy gösterdiler.
Suriye yönetimi beğenip beğenmemek ayrı bir konu. Ancak bölgeyi ucu açık bir savaşa sürükleyecek dış güçlerin bin bir isim atında askeri savaşlarını kışkırtacak, Amerika, Fransa, İsrail ya da NATO güçlerinin yıkım savaşlarına yol açacak her girişim, gerçekte özgün bir Suriye sorunu olarak ele alınamayacağı açıktır. İki dev güç topluluğunun bölgemizde girişeceği böylesi bir çatışmada hiçbir halk, hiçbir ülke karlı çıkmayacaktır. Bu sadece bir ölüm denklemidir; kazananı olmayan bir yıkımdır.
Bu yıkıma karşı çıkmak hiçbir biçimde eskinin devamı anlamına gelmeyecektir. Bu anlamda, Suriye eskisi gibi olmayacaktır demek yanlış değildir. Bu kesin.
Bu satırları yazarken, Arapların ünlü Ressamlarından dostum Ahmet Mualla, TV’de canlı yayında sorulara cevap veriyordu. Son soru, Suriye’nin durumuyla ilgiliydi. Şu cevabı verdi “dün güvenlik içinde yaşıyorduk ve bundan mutluyduk ama bu gün bizi hızla çatışmaya. kaosa sürüklediler. Bu durumda eskiyi getirebilir miyiz? Hayır, peki daha iyi bir gelecek kurabilir miyiz? Evet, barışla, diyalogla, dayanışmayla sevgiyle bunu başarabiliriz” dedi. Olay bu, Diyalogun önünü kesmek isteyen Amerika ve şürekası Arap Birliğinin barış girişimini bile baltalamak için, çıkarılan genel affı işlevsiz kılmak için çılgınca uğraşıyor müdahale ediyor yolları kesiyor. Suriye olaylarını özeti de budur. Bununla eski sistemi savunmak değil değiştirilmesi gerektiğini, değiştirilmesi için en önemli yasal düzenlemelerin yapıldığını, bundan sonrası ise halkın bu kazanımlarla kendi deneyleri ve birikimleriyle geleceği barış içinde, diyalogla sevgiyle kurulması gerektiğine işaret etmek istiyorum. Önü kesilen de tas tama budur.
Bu nedenle Arap Baharı denilen olay, Mısır ve Tunus’ta çiçek açmadan, Libya’da tomurcuklar patlamadan, Bahreyn’de nefes almadan sonbahara dönüştü. Suudi Arabistan’a, Körfez Emirliklerine ise hiçbir biçimde ulaşmadı ulaşması engellendi. Konu ne halkın özgürlük ve demokrasi talebi ne de bölgenin çıkarları; konu İsrail’in güvenliği, Okyanus ötesi güçlerin enerji kaynakları üzerindeki hükmün güvencesidir. Bu kavganın derinliklerinde süper güçlerin, nüfus alanları mücadelesi yer alıyor; ne Şiilik ne de Sünnilikle alakalı zerre kadar bir dayanağı yoktur. İnançlı insanların aldatmak için kullanılan mezhep ve din söylemleri ise, çıkar kavgasına kitle tabanı oluşturmaktan başka bir anlamı yoktur.
Bu açında Erdoğa’nın kulağına üflenen “bölgenin Yeni Nasır’ı” rolü ya da ardından gelen “bölgenin Sünni liderliği” doğuşuyla iflası bir olmuştur. Mısır’ın kararsızlık içinde kıvrandığı bir yerde ise, bölge üzerinde ister Arap ulusalcılığı adı altında ister El Ezher şemsiyesi altında Sünni liderliğinin edimsel bir yanı olmayacaktır. Ancak alt tezler bitip tükenmez biçimde üremeye, bölge gerginlikleri de bu tezlerin salvo atışları altında çok daha büyük çatışmalara zemin olmaya devam edecektir.
Bu tezler, birçok alt teze bölünüp piyasada medya savaşının füze rampası olarak işlev görüyor. Gerçek savaşlar da her zaman böylesi rampaların atışlarıyla başladığını söyleyeceğim. Carl Von Clausewitz ne diyordu “Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir”
Bu tez yeni.
Amerika batıyla birlikte okyanus ötesi süper güç olarak tanımlanabilir. Rusya Çin ve Hindistan ise karaların süper gücü.
Bu iki gücün yüz yüze geldiği, dolaysıyla çatışmalarının en doruğa yükseldiği yer Suriye oldu. Himalaya dağlarının oluşumu gibi, yer kabuğunun iki farklı parçası burada çatıştı Everest tepesi böylece oluştu; halada yükseldiği belirtiliyor. Büyük güçlerin düello alanı, kubbelerin kilit taşı Suriye üzerinde gerginliklerini tırmandırmaya devam ediyor.
Rusya, Çin, Hindistan Ak denize gidişte, sıcak sulara kavuşmak için yürüyüşlerinde, Pakistan, İran, Irak Suriye ve Lübnan güzergahını bir biçimde etkinlik alanı olarak kazanmaya çalışıyor. Karaların süper güçleri bu hattı mümkün olan en sorunsuz hat olanak nüfus alanları içinde tutmak istiyor.
Okyanus ötesi güçler ise, Ak denizi tekellerinde tutmak, enerji yollarını güvenceye alıp denetlemek için aynı hat üzerinde ölümüne bir mücadele yürütüyor. Ak deniz, Lübnan, Suriye, Irak, İran ve Kafkaslar güzergahının denetlenmesi için yakıp yıkmadıkları, katletmedikleri, işgal etmedikleri yer kalmadı. 11 Eylül gerekçesiyle Afganistan (7 Ekim 2001), Kimyasal silah tehdidi adı altında tarihin en büyük yalanıyla Irak yakılıp yıkıldı (20 Mart 2003) milyonlarca insan öldü, devletler, ordular kamu kurum ve kuruluşları yerle bir edildi. Bu sürecin ayrılmaz bir halkası olarak Arap baharı, Arap halkının 21. Yüzyıla armağan etmeye çalıştığı özgürlük ve demokrasi uğruna ayaklanışının önü kesildi. Bahar son bahara dönüştürüldü; Kuzey Afrika’nın işi de Libya’nın yerle bir edilmesiyle birlikte noktalamış oldu (18 Mart 2011 – 31 Ekim 2011).
İki dev gücün oluşturduğu çatışma aynı zamanda bir algıdır ve bu algının bitip tükenmez medya savaşları,tezleri iddiaları olması da normaldir.
Bu algının alt kollarında, İran’ın “bölgesel güç olması, nükleer güce erişmesi ve karşısında oluşan Şii hilali tehlikesinin engellenmesi” tezleri yer alır. Diğer taraftan “Suriye yönetiminin protestolara ateş açtığı insan hakları ihlali yaptığı, devrilmesi gerektiği“ iddiaları da medya savaşının önemli bir gerekçesi haline gelir.
En yenisi ise çok ilginç; ilk kez ben mi yazıyorum bilemem, ama aktarayım Suudi Arabistan’ın strateji uzmanları aynen şunu söylüyor; “Sünnilerin tarihi iki başkenti, Emevilerin Şam, Abbasilerin Bağdat’ı Alevilerin hükmü altında kalmaya devam edemez ” Medya savaşının bu yeni jargonu sanki son barışçıl araçların salvosu gibi bölgede yankılandığından söz etmek abartılı olmayacaktır. Aslı astarı olmayan bu iddialar gerçek anlamda bir Pazar bir nüfus alanları savaşı olduğu ise çok açıktır. Ne Suriye’de bir Alevi yönetimi var ne de Irak’ta; var olan iktidarların tasnifi Amerika-İsrail çıkarlarına göre bir tasniften ibarettir. Irak’ta Amerika’nın isteği dışında bir iktidardan söz etmek ise ciddiye alınacak bir iddia olamaz.
Bu düellolar arasında ilginç bir söylem daha medya tekerlemeleri arasına girdi. O da “Amerika’nın hızla Sünnileşiyor”
Bu iddia kendine akil yazarlar, stretejistler arasında da hızla yer bulmaya başladı. İddia şuna dayanıyor; “ bu bölgeler Sünni İslam’ın yoğun olarak yaşadığı bölgelerdi. Burada yeni bir din, yeni bir algı gelip tarihsel kökleri olan bu varoluşla mücadele edemez. Ilımlı İslam söylemiyle örgütlenmek, kendi çıkarlarını korumanın en akıllı yoludur. Bu nedenle Libya’nın şeriat düzenine girmesi, Tunus’un Gannuşi ile şeriatı ilan etmesi, mısırda Müslüman Kardeşlerle dirsek teması başarıyla yürüyor. Eksik halka Suriye. Böylece, Sünni Türkiye, Sünni Suudi ve Körfez emirlikleriyle birleşen Sünni Mısır ve Sünni Kuzey Afrika, Suriye’nin düşmesiyle birlikte halka tam anlamıyla kapanmış olur. Rus, Çin ve Hindistan’ın 21. Yy boyunca Ak denize ulaşma olanakları da tam anlamıyla kapatılmış olur “
Bu tez, esasında bölgemiz açısından önemle irdelenmesi gereken bir tezdir. Bu tezin ısrarla uygulamaya konulmak istendiğini gösteren vereler de az değildir. Suriye, diğer tezlerde olduğu gibi burada da hedef ülkedir.
Batılı güçler, Ortadoğu, Lübnan, Suriye, Irak ve İran’la devam eden, Pakistan ve Hindistan’a uzanan bu hattın, sükunet içinde olması istenmemektedir. Çünkü istenilen ölçekte denetim altında değildir. Bu bölgede ülkeler ve halklar ulusal çıkarları yönünde nispeten bağımsız kararlar alabilme eğilimi göstermektedir. Bu, olayların hızla farklı bir boyut alabileceği bölgemiz için istenilen bir durum değildir. Bu durum Ruslar, Çinliler Hintliler için bir avantaj olmasına karşı Batılılar için değildir. Özellikle Fransa, 1990’dan itibaren bölgedeki tüm etkinliğini kaybetmiş bir Batılı ülke olarak bu alanlara dönmek için akıl almaz senaryolar peşinde olduğu görülmektedir; Suriye konusunda yaptıkları, basında günü birlik yankılanıp duruyor.
Bu çabalar aynı zamanda, Rusya, Çin ve Hindistan’ının Orta-doğuda yükselen prestijlerinin bir yerde tıkanması istenmektedir. Suriye aleyhine alınacak BM Güvenlik Konseyi yaptırım kararlarını veto eden Rus ve Çin yanı sıra olumlu tutumlarıyla Hindistan bölge halkları nezdinde güvenilecek bir dost, batılıların pervasız saldırı karşısında bir korunma gücü olarak önemli bir imaj bırakmış bulunmaktadırlar. Suriye ‘de milyonlarca kişi, bu ülkelerin bayraklarıyla meydanları teşekkür için doldurdu.
Batılı güçler, Suriye halkasının kırılması halinde, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır ılımlı İslam’ı (!) söz konusu Rus, Çin, Hint kara gücünün sıcak denizlere ulaşmasının önünü de kesecek en önemli faktör olacağını hesap etmektedirler. Bu amaçla da durmadan “Fars (İran) yayılmacılığı” heyulasıyla “Şii Hilali” korkularıyla, bölgenin çoğunluğunu oluşturan ve tarihleri boyunca direnmeyi temsil eden halklar ürkütülmeye çalışılmaktadır; Bölge tarihinin tüm anti-sömürgeci, anti- emperyalist ve anti- Siyonist mücadelenin önderliğini Sünni mezhebinden halk yığınlarının çektiği tarihi bir gerçektir.
Suriye bir kilit taşıdır. Bu taş sökülmeden bu kubbe çökmez. Ucu açık bir savaş kaygısı olmasa, savaşın sadece belli bir ülke sınırları içinde kalacağına kanaat getirilse bir an durmadan, BM kararlarını beklemeden vurulacak bir askeri hedef olduğu ilan edilerek vurulurdu. Bunun için, ABD Suriye’ye on yıllardır baskı yapmaktadır; özellikle Irak savaşı öncesi Colin Powell’in açıkça tehdit ederek dayattığı şartlara uyması için yaptığı uyarılar, artık basının yakında bildiği gerçekler haline geldi. Suriye bu dayatmaları ret ettikçe Birbiri arkası gelen baskılara maruz kaldı; Lübnan’dan çıkarılması, refik hariri cinayetiyle suçlanması, Gazze savaşında tehdit edilmesi ve sonunda yaratıcı anarşinin kurbanı olarak bu gün başına gelenler bu sürecin bir halkası olarak ortaya çıktı.
Batılı ülkelerin baskıları sonuç almayınca, Suriye Arap Baharı süreciyle birlikte, eli kanlı şebekelerin estirdikleri terörle teslim alınmak istendi. Haklı halk talepleri, kapsamlı bir rejim değişikliği anlamına gelen Reform Paketinin Resmi Gazetede de ilan edilerek, yürürlüğe geçmesine rağmen, Suriye yönetimi gelişmeleri durduramadı. Artık haklı talepler, Arap baharının diğer ülkelerde son bahara dönüştürülmesi gibi, komplonun bir aracı haline geldi. Her şeyi ret eden muhalefet dış güçlerin ülkelerine askeri operasyon dahil her yolun denenmesini ister oldu. Kendini toparlayamamış, siyasi bir ortak program oluşturamamış muhalefetin bu inkarcı tutumu, bölgeyi ateş çemberine atacak bir girişim olarak dış güçlerin komplolarına araç olmaya başladığı gösterir oldu.
Suriye bir kez daha tarihinin önemli dönemeçlerinden biriyle yüz yüze kalmış oldu. Bu dayatmaların tarihi bir ölçüye kadar Suriye’nin siyasi tarihi olarak da bilinir. Aynı komplolar, 1975 Lübnan iç savaşıyla, 1980 Müslüman kardeşler Örgütü şebekesiyle, 1982 İsrail’in Lübnan’a açtığı istila savaşıyla ve son olarak 15 Mart 2011’de başlayan olaylarla dayatıldı. Bu sonuncusun da dünya şer güçleri bir araya geldi ve mali, askeri ve medya etkinlikleriyle boy gösterdiler.
Suriye yönetimi beğenip beğenmemek ayrı bir konu. Ancak bölgeyi ucu açık bir savaşa sürükleyecek dış güçlerin bin bir isim atında askeri savaşlarını kışkırtacak, Amerika, Fransa, İsrail ya da NATO güçlerinin yıkım savaşlarına yol açacak her girişim, gerçekte özgün bir Suriye sorunu olarak ele alınamayacağı açıktır. İki dev güç topluluğunun bölgemizde girişeceği böylesi bir çatışmada hiçbir halk, hiçbir ülke karlı çıkmayacaktır. Bu sadece bir ölüm denklemidir; kazananı olmayan bir yıkımdır.
Bu yıkıma karşı çıkmak hiçbir biçimde eskinin devamı anlamına gelmeyecektir. Bu anlamda, Suriye eskisi gibi olmayacaktır demek yanlış değildir. Bu kesin.
Bu satırları yazarken, Arapların ünlü Ressamlarından dostum Ahmet Mualla, TV’de canlı yayında sorulara cevap veriyordu. Son soru, Suriye’nin durumuyla ilgiliydi. Şu cevabı verdi “dün güvenlik içinde yaşıyorduk ve bundan mutluyduk ama bu gün bizi hızla çatışmaya. kaosa sürüklediler. Bu durumda eskiyi getirebilir miyiz? Hayır, peki daha iyi bir gelecek kurabilir miyiz? Evet, barışla, diyalogla, dayanışmayla sevgiyle bunu başarabiliriz” dedi. Olay bu, Diyalogun önünü kesmek isteyen Amerika ve şürekası Arap Birliğinin barış girişimini bile baltalamak için, çıkarılan genel affı işlevsiz kılmak için çılgınca uğraşıyor müdahale ediyor yolları kesiyor. Suriye olaylarını özeti de budur. Bununla eski sistemi savunmak değil değiştirilmesi gerektiğini, değiştirilmesi için en önemli yasal düzenlemelerin yapıldığını, bundan sonrası ise halkın bu kazanımlarla kendi deneyleri ve birikimleriyle geleceği barış içinde, diyalogla sevgiyle kurulması gerektiğine işaret etmek istiyorum. Önü kesilen de tas tama budur.
Bu nedenle Arap Baharı denilen olay, Mısır ve Tunus’ta çiçek açmadan, Libya’da tomurcuklar patlamadan, Bahreyn’de nefes almadan sonbahara dönüştü. Suudi Arabistan’a, Körfez Emirliklerine ise hiçbir biçimde ulaşmadı ulaşması engellendi. Konu ne halkın özgürlük ve demokrasi talebi ne de bölgenin çıkarları; konu İsrail’in güvenliği, Okyanus ötesi güçlerin enerji kaynakları üzerindeki hükmün güvencesidir. Bu kavganın derinliklerinde süper güçlerin, nüfus alanları mücadelesi yer alıyor; ne Şiilik ne de Sünnilikle alakalı zerre kadar bir dayanağı yoktur. İnançlı insanların aldatmak için kullanılan mezhep ve din söylemleri ise, çıkar kavgasına kitle tabanı oluşturmaktan başka bir anlamı yoktur.
Bu açında Erdoğa’nın kulağına üflenen “bölgenin Yeni Nasır’ı” rolü ya da ardından gelen “bölgenin Sünni liderliği” doğuşuyla iflası bir olmuştur. Mısır’ın kararsızlık içinde kıvrandığı bir yerde ise, bölge üzerinde ister Arap ulusalcılığı adı altında ister El Ezher şemsiyesi altında Sünni liderliğinin edimsel bir yanı olmayacaktır. Ancak alt tezler bitip tükenmez biçimde üremeye, bölge gerginlikleri de bu tezlerin salvo atışları altında çok daha büyük çatışmalara zemin olmaya devam edecektir.
Bu tezler, birçok alt teze bölünüp piyasada medya savaşının füze rampası olarak işlev görüyor. Gerçek savaşlar da her zaman böylesi rampaların atışlarıyla başladığını söyleyeceğim. Carl Von Clausewitz ne diyordu “Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir”
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder