11 Kasım 2011 Cuma
ADIYAMAN 3. KOĞUŞU
Mihrac Ural – 11 Kasım 2011
Bu fotoğraf 13 Mart 1980’de Adıyaman cezaevi 3. Koğuşunda alındı.
Sürgünlerimin 11. Cezaeviydi. Niğde cezaevinden Adıyaman’a sürgün olmak, üniversiteden ilkokula düşürülmek gibidir; Türkiye devrimci hareketinin üniversitesi, önderlerinin kadro ve militanlarının zindanından siyasi tutuklusu olmayan bir çöle gitmek gibiydi. Zindan zindan beraber gezdirdiğim ve en sonunda yurtdışı sürgünlere kadar birlikte taşıdığım, evimin duvarlarını süsleyen kitaplar olmasa o cehennemde bir an bile yaşanmazdı.
Bir iki hafta önce facebokta gezinirken rastladım. Mustafa Gür’e. fotoğrafta sol kolumda ki ilk kişiyi buldum. Coşkuya selamlaştık mutlu oldum. Bir de Paris’ten beni arayan bir değerli dost. Tesadüfler bizi bir kez daha ilişkiye geçirmiş oldu. Adıyaman’da dördüncü bir siyasi yoktu. Onlar da kitapsızlıktan, çölde susuz kalmış insanlar gibi benden çok kitaplarımla ilgilenerek, hoş geldin dediler. Aynı koğuşta değildik ama o kesitte koğuşlar arası ziyaretler vardı ve bu benim tek tesellimdi.
Adıyaman, sıkıntılarımın yaman olduğu bir yerdi. Kısa sürede geniş bir adli tutuklu çevrem oluşmasına rağmen bu zindan bir kuru yaprak gibiydi. Sürgünün tüm duraklarında siyasi eğitim çalışmaları yaparak ülkenin o kesitte oluşan saflaşmasında adli tutuklulardan devrimciler yetiştiriyorduk, komünlerimiz bile adil tutuklu devrimci kümünü olarak şekilleniyordu. Sürgün aldığımızda geride bu güçleri zindanın dinamik siyasi çevresi olarak bırakıyorduk. Bu, bir direnme örgütü olarak bizim zindandaki başarılı siyasal çalışmalarımızın bir sonucuydu. Kaç örgüt bunu yaptı başardı bilemiyorum, ama Türkiye devrimci harekete bu kanalda birçok militan yetiştirdiğimizi belirtmekle yetineceğim.
Niğde cezaevi gibi bir yerden Adıyaman’a sürgün gitmek çok ağır bir suç işlemiş olmakla eş değirdi. Öyleydi de. Niğde cezaevi 1. Koğuş temsilcisiydim. Bu koğuşta daha çok Acilciler, Devrimci-Sol, PKK kalıyorduk; değerli dostum Ali Rıza Aydın pankart asarken patlayan bubi tuzağı nedeniyle, bir elini ve diğer elinin birçok parmağını kaybetmişti. Korsan gibiydi bileğine sardığı bir deri parçasının altına soktuğu kaşıkla yemek yerdi. Yoldaşının durumda aynı biçimde ağırdı. Rıza Aydın dostum o gün bu gün sürekli sohbetin derinliklerinde olduğum bir yoldaşım. Yazdığı siyasi, kültürel inanç yazılarının içerikleri bir yana, kapsamlı bilgisiyle basit kelimeleri dolandırmadan işleyişiyle yazdığı her yazıyı zevkle okur dururum. Rıza Devrimci Sol’dan gelmişti.
Her zindanda ortak komün kurduğumuz PKK kadro ve militanlarından Dr. Ali Küçük’le (O zamanlar sadece Dursun Ali Küçük), bir yol önce farkında olmadan, uzun uzun yazıştığımızı anladım. Birkaç gün önce onu facebookta yakaladım. O kesitte (1979) okuma tutkusu çok yüksek olan bir yoldaştı. Bir PKK’li olarak, okumu listesinin başına Marks’ın Kapital’inden başlayacak birini bulmak güçtü.
Niğde cezaevinde siyasi mastır yapma şansınız vardı. Siyaset doktoru olmanın kapıları bile açıktı. Her bir tutuklu ve hükümlünün kendi kütüphanesi vardı ortak olanlarda az değildi. Dışarıdan Niğde cezaevine koli koli kitap hediyeleri gelirdi. En ünlü koliler ise “İşçinin Sesi” çevresinden geliyordu. Pırıl pırıl baskılı, sıfır hatalı, ince kağıtlı kitaplar okuma yanı sıra, görsel iştahı da okuma yönünde kışkırtıyordu. O kesitin devrimci mücadelesi içinde olan biri için Niğde cennetti. Ama her şeye rağmen orası da bir zindandı. Tutuklu ve mahkumlar olarak taleplerimiz ve protestolarımız vardı; koğuş temsilcileri olarak Cumhur Başkanı Fahri Korutürk’e hitaben taleplerimizle protestomuzu dile getiren bir yazıyı kale alarak Cumhurbaşkanlığına göndermiştik. 1. Koğuşun temsilcisi olarak adım, 1. sırada yer alıyordu. Osmanlı aklı bu sıralamada ilk kişiyi diğerlerinin lideri mi saydı ne, protestomuza cevap olarak ilk sürgüne gönderilen kişi oldum. Adıyaman’a, 11. Sürgünüme böyle yola çıktım.
Bu dönemde (Aralık 1979), örgütümüz ağır bir darbe daha yemişti. Malum bir itirafçı ve sonra ortaya çıkardığımız ortağı MİT ajanı, yakamızı bırakmamış örgüte ağır darbeler vuruyordu. Önemli oranda da silahımız yakalandı. Bu döneme denk gelen protestomuz, Adıyaman’a sürgünümün nedeni oldu gibi.
Çöle atılmıştım. Ama doğrularımın arkasında her yerde dik durma çabasıyla siyasi çalışmalarıma burada da hız verdim. Adıyaman’da 3-4ay kaldım. Sıkıntılıydım. Zindan içinde zindanı orada yaşadım. Adli tutuklularında siyasi çaba için bir heyecan yoktu. Ülke her alanda siyasi kaynamalarla çalkalanırken Adıyaman bunun çok gerisindeydi. Tünel kazma önerisi ve ilk adımı başladığı an idareye ihbar da edilmiştik: tüm gözler üzerimdeydi.
Böylesi sıkıntılı bir güde, TRT’nin meşhur Amerikan filmleri dizisinden bir olan İnsanlar Yaşadıkça filmini üçüncü kattaki ranzamdan seyrederken, başımın döndüğünü hissettim. Baygınlık geçirdim, kendime geldiğimde yerdeydim. Hastaneye kaldırdılar. Hatırladığım o ünlü filimdeki Amerikan askerlerini disipline etmek için sürgün edildikleri yerde yedikleri dayak sahnesiydi. Gardiyanın jopunu disiplin cezasını çeken askerin midesine sokarcasına vuruş sahnesi benim sıkıntılarım üzerine bir krize dönüştü.
“Sakın ikrah etmeyin, ikrah ettiğiniz şeyde bir hayır vardır”, derler ya işte öyle bir şey. Adıyaman hastanesinde beyin tomografisinin çekilmesi gerektiği kararı verildi. Adana Numune hastanesine sevk edilmem kararlaştırıldı. Bu kaz Adana’ya gidecek ringi arabasının bulunması beklendi, aradan özgürlüğüme kavuşacağım firar edeceğim Adana ceza evine böylece gitmiş odum.
12. Sürgün durağım Adana zindanı. Bu zinan, özgürlüğe ilk adımı atağım duraktı. Ama bunun tadını hiç çıkaramadım. 31 Temmuz 1980’de firar ettim, kısa bir süre sonra, küçük bir balıkçı teknesine binerek denizden yurtdışına çıktım. Firar, her zaman özgürlük değildi. Bende de öyle oldu. Sürmekte olan yurtdışı sürgünlerim geniş alanda bir zindan, ülke özlemleriyle örülü acılarımın başlangıcı oldu; buna siz Almanya, Libya (1981), Fransa (1988) ve Suriye’de (1999-2000) yattığım zindanları ekleyin, gerisini anlamakta zorlanmayacaksınız…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder