HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

30 Kasım 2011 Çarşamba

KADIN ve BÖLGEYİ SARAN KARANLIK

Mihrac Ural - 30 Kasım 2011

Değerli dostum Temel Demirer, değerli Sibel Özbudun’nun “Kadın Cinayetleri Muhafazakarlık İkliminden Soyutlana Bilir mi?” başlıklı son makalesine diğer gönderimleriyle birlikte özel mail adresime iletti. Bu son makale üzerine kısa bir yorum yapma gereği duydum. Makalenin başlığından da anlaşılacağı gibi, kadına yapılan tecavüzler, saldırılar, öldürmeler ardı arkası bitmeden devam etmektedir. Bu gelişmelerin muhafazakar bir ilklime denk düşmesi, bölgemizdeki gelişmelerin iklimiyle ele alınması gerektiğini çağrıştırıyor. Son gelişmeler, Fas’tan Türkiye’ye uzanan karanlık bir zincirin son halkası Suriye’de Aydınlanma güçleriyle karanlık güçleri yüz yüze getirdiğini düşünüyorum. Konu kadın konusu, ancak tüm konular için de geçerli olan bu alandaki yüzleşme, bölgemizin ve gelecek kuşaklarımızın kaderini çizen bir yüzleşme olarak tecelli etmektedir diyeceğim. İnsanlık onuru ve erdeminin büyük sınavı burada sonuçlanacaktır. Sorumluluk duyanların yapması gerek her şey burada ikame edilecektir. Yaptığım yorumu okurlarımla paylaşıyorum…

“Değerli Sibel Özbudun, Değerli Temel Demirer,

Öncelikle, düzenli takip etme fırsatı yaratmış olduğunuz anlamlı, kapsamlı aydınlanmacı yazılarınız için her ikinize de tekrarla teşekkür ederim.

Bu makalenizde Kadının maruz kaldığı şiddetle ilgili önemli mesajlar vermişsiniz. Kadın konusunun önemi özellikle bölgemizdeki son gelişmelerin ışığında da bir başka anlam kazanıyor düşüncesindeyim.

Konuyla ilgili dikkatinizi çekmek istediğim kimi gelişmeler bulunmaktadır. Fas'tan Türkiye'ye, haritada bir çengel gibi ya da olta gibi beliren bir coğrafi alanda ( siz buna, güney Avrupa'nın geleneksel tarıma dayalı sosyo-kültür kuşaklarının özgün geri algılarını da ekleyebilirsiniz) dini bağnazlığın en süfli boyutunun hızla, kitlesel bir taban bulduğunu izlemekteyiz. Bu gelişmenin Arap ideologları, dini eğilimlerin geleneksel demagojileriyle “halkın artık İslam’ı denemek istediğini çünkü denenen tüm ideolojilerin çöktüğü bir yerde halkın vicdanının İslam’ın temsil edeceğine inandığını” ifade ediyorlar; Fas seçimlerini (Hizbul Adale va-Tenmmiye - Adalet ve Kalkınma Partisi) “AKP” adını taşıyan bir parti kazandı. Cezayir ha patladı ha patlayacak, Tunus'ta seçimleri İslami Gannuşi aldı, Libya'da liberallerin her türü tasfiye edilerek şeriat ikamesi başladı, Mısır ilk tur seçimlerini Müslüman kardeşler Örgütü önde götürüyor (Selefilerin beklenenin üzerinde oy aldığı gözlemlendi), Suudi’yi söylemeye gerek yok, Ürdün’de etkin bir Müslüman kardeşler hareketi iktidara her zaman ortak, İsrail, akıl almaz bir Yahudi tutuculuk timsali olan Netanyahu hükümeti başta, Ülkemizde ise %50 oy oranıyla bu karanlık zincirin halkası iktidarda.

Son halka Suriye.

Suriye laik bir yönetim altında, soğuk savaş dönemi bakiyesi olumsuzluklarına (tek pati egemenli, etnik sorunlara yaklaşım vb) rağmen, Esad’ın Resmi gazetede yayınlayarak halkın kazanımları arasına kattığı, sistemi tümden yenileyen, demokratik ve özgürlük alanına yükselten atılımlarının önü kesilmek isteniyor. Suriye halkının bu kazanımları kullanma fırsatını engellemek üzere, evrensel bir haydutlukla resmen yol kesiciliği yapılıyor. Suriye, bölgede oynadığı anti-emperyalist siyası duruşuna bedel ödetmek isteyen bu baskılar, medya ve basının akıl almaz ölçekte abartma, yalan, uydurmalarıyla, kışkırtılan bir iç savaşın içine sürüklenmek isteniyor. Bu noktada yapılan hiçbir reforma, anlam taşıma olanağı bırakılmadan kin ve nefret üzerine kurulu ( şu saate kadar muhaliflerin hiçbir öbeği tek bir konuda ortak, siyasal, alternatif program ortaya koymamıştır) saldırılar sürmektedir. Bu süreçte dile gelen, “insan hakları, özgürlük, demokrasi” gibi söylemler ise, içi kof, halkı aldatmak için öne sürülen eli kanlı Müslüman kardeşler şebekesinin aldatmacalarından başka bir şey olmamaktadır. Emperyalistlerin bu kavramları nasıl iğdiş ettiğini ise burada ayrıca belirtmeye gerek yoktur sanırım.

Belirtmek istediğim Suriye, yükselen dini gericiliğin kopuk halkası olarak, dünyanın tüm gerici güçleri için bir kilit alan haline gelmiş bulunmaktadır. Karınlık inanç zincirinin bu halkasının tamamlanması için ortaya konan çırpınışlar, bölgemizi ölüm denklemlerine yönelten gerginliklerini de nedenidir. Bu karanlıklar zincirinin batıdan doğuya uzanan haklarını birbirine ekleyecek son halka olarak Suriye’yi görmeleri, bu alanda uzun süredir dayatılan karşı-devrimin de ifadesidir.

Suriye düşerse söz konusu çengel tamamlanmış olacak. Okyanuslardan iç denizlere kadar bu sahada kadının adı yok olacak…

Bu aynı zamanda 1400 yıldır, özgürlük adına karınca kadarınca süren, büyük acılara muhatap olup gel gitlerle ayakta kalmaya çırpınan tüm aydınlanma güçlerinin bir kez daha tırpanlanması demektir. Kadın, acıların en büyüğünü, baskıların en yoğununu, tanrının kutsal kitapları aracılığıyla ya da yorumcuların uydurmalarının da katkısıyla erkeğe sunduğu bir meze olarak bundan sonra da acı çekeceğini iddia etmek abartılı olmayacaktır.

Bu aynı zamanda, okyanus ötesi süper güçlerin Akdeniz üzerinden Kafkaslara doğru enerji alanları ve yollarının denetlenmesine ilişkin stratejilerinin kilit noktası Suriye'nin çökertilmesiyle birebir ilişki halindedir; Akdeniz, Lübnan, Suriye, Irak, İran Pakistan... diye devam eden güzergah için açılması gereken kilit Suriye olarak karşımıza çıkmaktadır.

Dikey olduğu kadar, yatay koordinatlarıyla Suriye bu nedenle dünya şer güçleri medyası tarihinin en kapsamlı, en programlı saldırılarına maruz kalmaktadır. Rus, Çin ve Hindistan'dan oluşan kıtaların yükselen güçleri, doğudan batıya Ak denize uzanan gelişme çizgilerinin Suriye üzerinde okyanus ötesi süper güçlerle yüz yüze gelmesine de dikkat çekmek gerek. Bu yanıyla Suriye, bölgemizde gelişmekte olan tüm olayları izah edecek bir alan olarak öne çıkıyor denilebilir.

Kadın konusuyla ilgili olarak yazınıza ilişkin böylesi bir yorumu yapmayı ve sizinle paylaşmayı uygun gördüm.

Sevgi ve saygılarımla başarı dileklerimi iletiyorum.
Baki selamlar.

Mihrac Ural - 30 Kasım 2011”

29 Kasım 2011 Salı

THKP-C(Acilciler) 35. Duyuru (Dersim Katliamı)



THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması

29 Kasım 2011 / No: 35

DERSİM KATLİAMI ve TARİHLE CESURCA YÜZLEŞMEK

Ülkemiz tarihi, tarihi siyasal çıkarlar için kullanmanın tarihi olmaya devam ediyor. Bu ülkeye ne gerekiyorsa onu sadece hükümran olanların getirebileceği iddiası zorla hüküm sürmeye devam etmekte. Kendileri katlediyorlar, kendileri özür diliyorlar ve özür diledikleri an yeni katliamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Bir sırat köprüsü gibi içinden çıkılmayan bir ölüm kapanı gibi aynı akıl, halkın kendine ait hak ve taleplerini dile getirip kazanma kanallarını kapatmaya devam ediyor.

Bir “özür” kelimesiyle, hokkabazca tarihin kirli sayfalarını aşabileceğini sanan Başbakan, ortak yaşam coğrafyamızın en acımasız, en haksız ve en zalim katliamlarından biri olan Dersim Katliamından özür dilediğini açıklayarak, bir taşla birkaç kuş vuracağı siyasal bir manevra yaptığı sanısındadır. Bir yandan hiçbir ilaçla temizlenmesi mümkün olmayan kirli tarihi aşmak, diğer yandan söz konusu tarihin mimarı olan rakip parti CHP’yi nakavt etmek. Diğer yandan, asla barışık olamadığı, olmasının da mümkünü olmayan Alevi toplumuna mavi boncuk uzatma taktiğinden başka bir anlamı olmayan “özür” aldatmacasıyla, artık yürümesi mümkün olmayan gerici, baskıcı siyasal sisteme nefes aldırmaya çalışmaktadır.

Dersim Katliamı, ne özürle geçiştirilebilecek bir kıyımdır ne de Başbakan ya da Cumhurbaşkanının bir hitabında dile gelen özürle aşılabilecek ölçekte bir sorun değildir. Yakın tarihin Ermeni katliamı gibi (24 Nisan 1915), Osmanlıdan günümüze kesilmeden sürmekte olan Kürt katliamlarının tümü için (Koçgiri’den, Şeyh Sait ayaklanmasına, Ağrı’dan Dersim katliamına ve 1984’ten bu yana, sınır dışı operasyonlarla sürmekte olan son Kürt kıyımına kadar), hatırlanmak istenmeyen Cumhuriyet dönemi Kilikya Ermenileri kıyımına (20 Ekim 1921 – 23 Haziran 1939), Hatay’ın ilhakına (23 Haziran 1939), Menemen olaylarına, Faşizan Varlık Vergisi mağdurlarına (11 Kasım 1942-15 Mart 1944), 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 Askeri faşist darbelere, 1 Mayıs 1977, Maraş (19 Aralık 1978), Çorum (28 Mayıs-Temmuz 1980), Sivas (2 Temmuz 1993), katliamlarına ve daha nicelerine uzanan kirli tarihi bu devletin boynunda açıklık bekleyen, özür kadar ilgili tüm hukuki sonuçlarının ikamesini bekleyen derin toplumsal yaralardır. Bu topraklarda birlikte barış içinde yaşamanın en büyük handikapları bu tarihsel toplum bilinçaltıdır. Bunu aşamayan bir devlet çatısı altında birlikte yaşama şansı olacağını sananlar kendini aldatmaktadır. Bu nedenle Başbakanın özür dilemesiyle yüreklerine su serpildiğini sananlar, bu suyun bir kezzap suyu olduğunu kısa sürede fark edeceklerdir.
Böylesi toptancı yaklaşım hiç bir şey yapmamak, yapılanı ret etmek demek değildir. Bu gerçeklerin tümü önümüze bir görev olarak yükümlendirdiği gerçeklerle ilgili olunmaksızın her zamanki yarım yamalak çözümlerle, gelecek kuşakların yaşamını karartacak mirasları bırakmaya devam etmiş oluruz. Ancak bu süreçte, toplum vicdanını ve mağdurların hak taleplerini bir biçimde tatmin edecek çözümler de ertelenmeden yerine gelmelidir. Bu görev öncelikle ve dolaysızca bu devletin görevidir.

Bu kirli tarih, bu devletin öğünerek devraldığını açıkladığı bir mirastır ve yaşayan kendi tarihidir. İktidarlar devlet adına bu sorumluluğun altındadır.
Bu karanlık tarihin belgeleri devletin kurumlarında durmaktadır. Bunların kamuoyuyla paylaşılması hiçbir gerekçeyle artık geciktirilemez. Üzerinden bir asır geçmiştir. Büyük korku ve kaygıları yaratan karanlık akılların Osmanlıdan Cumhuriyete süren maceraları bu kirli tarihin de üreticisidir: Cumhuriyetteki Osmanlının devamla oluşturduğu kıyımların, bu günde sürmekte oluşu tarihle yüzleşmenin bu devlet ve iktidarlarıyla çözülebilecek bir sorun olmadığını göstermeye yeterlidir.
Gerçekçi çözüm özgürlük ve demokrasinin derinlemesine ve genişlemesine ikamesinden geçecektir. Ancak, böylesine kapsamlı dönüşümler, hemen şimdi yapılabilecek hiçbir görevi aksatma açısından gerekçe olmamalıdır.

Bu karanlık tarih kamu vicdanının kimyasını bozmaya devam ettikçe, kaosları kimlik bunalımlarımızı ve birlikte yaşama algılarımızı da zedelediği açıktır. Bu nedenle vakit kaybetmeksizin, Anayasa çalışmalarına paralel ve bu çalışmaların içeriğinde de yer alacak önermelerle birlikte, parlamento üyesi ve bağımsız tarih, hukuk, toplum bilim gibi heyetlerden kurulacak komisyon ya da komisyonlarla, öncelikler üzerine kabul edilebilir ortak bir payda oluşturularak, söz konusu kirli tarih tek tek ele alınmalıdır. Sınır ötesi operasyonları bir oylamada onaylayanların bu adımı da bir oylamada onaylamaları inandırıcılıkları için bir ön koşuldur. Daha da doğrusu bir fırsattır.

Bu amaçla Osmanlı arşivleri dahil, Genelkurmay, Başbakanlık, Teşkilat-ı Mahsusa ve ardılı Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), Meclis, Türk Tarih Kurumu (TTK), İskan’la ilgili bakanlıklar, Devlet İstatistik vb istisnasız ilgili tüm kurum ve kuruluşların arşivleri bu komisyonlara açılarak araştırmaların tamamlanması gerekmektedir. Belli bir takvime bağlanması gereken bu çalışmaların hiçbir nedenle uzatmaları oynayarak siyasi ortamın hükmü altında olmamalıdır. Tüm çalışmalar ve sonuçları kamuoyuna açıkça ilan edilmelidir.

İlan edinecek bu sonuçların yükümlendirdiği, tüm yaptırımların infazı (yerine getirilmesi) haksızlıkların kabul edilebilir biçimde, hak sahiplerinin ve toplum vicdanının razı edilmesi biçiminde tarihle yüzleşmenin cesurca yapılarak sonuca bağlanmasını gerektirir.

Bu çerçevede, CHP, Atatürk, İnönü, Bayar, Menderes, Erdoğan ve AKP iktidarının sorumluluklarının belirlenerek kamuoyuna açıklanması ve gerekli özrün bu çerçevede kabulüyle noktalanmalıdır.

Bu acil çerçeve, bir adımdır bundan sonrası ise yeniden özgü ve demokratik siyasi yapılanmanın ikame edilmesidir.

Örgütümüz, bu sürecin bir parçası olarak tüm kamuoyunu uyarmayı bir görev olarak bilir ve halkımıza açıklar.

THKP-C (Acilciler)
29 Kasım 2011

24 Kasım 2011 Perşembe

DERSİM

“Evladı Kerbelayık! Bîhatayık! Ayıptır, zulümdür, cinayettir!".

"Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, Bu bana dert oldu. Siz de bana diz çöktüremediniz, bu da size dert olsun"


DERSİM’DEN “ÖZÜR” DİLEMEK

Mihrac Ural – 24 Kasım 2011 / Mustafa Elveren hocanın yazısına yorum.

Yazımın özeti şöyle olabilir; Dersim katliamı, ortaçağlarda anlamını bulan, Cumhuriyetteki Osmanlı sisteminin, akıl algılarının bir katliamadır. Olayın tarihi nesnel ve öznel yanlarıyla ele alınması, tarihle gerçekçi anlamda ve cesurca yüzleşmenin tek yoludur. Kuru özürler gerçekleri ve gereklerini örtmektir. Bu sistem, tarihten gelen büyük korkuların esiri olduğunu düşünüyorum. Türkiye Cumhuriyetinin büyük korkuların altında kurulmasıyla yakından ilgilidir. Göçebe bir toplumun, gasp ettiği topraklar üzerinde kılıç zoruyla hüküm sürmesinin yarattığı kaygıdır. Barbar topluluklarının Anadolu gibi insanlığa ışık saçan uygarlıklar diyarında kılıç zoruyla tutunma girişimidir. Taşıdığı bir medenileşme düzeyi olmayan, medeni milletler üzerindeki hükümranlık denemesidir. Gaspçının, elinde kalan son çalıntılara sertçe sarılmasının, kanlı tepkilerle refleks göstermesinin, tekçi ırkçı-milliyetçilik esprisidir. Büyük yenilgilerle gerisin geriye, Anadolu’ya sıkışmış olan, kendine ait olmayan bu topraklarda bir tarih yaratmak isteyen aklın duruşudur. Başka milletlerin ilk kez tarıma açarak yaşanabilir kıldığı ve bunu sürekli emekleriyle tekrar ettiği ve medenileşerek anavatan haline getirdiği toprakları, kılıç zoruyla gasp edenlerin tedirginliğidir. Kendine ait olmayan bir coğrafyayı, emek vermeden sahiplenme şaşkınlığıdır. Farklılığı korkularının baskısı altında düşman gören bu akıl, diyalog yerine her zaman “katli vacip” mekanizmasını çalıştırmıştır. Farklı etnik topluluklar yanı sıra bitip tükenmez bir biçimde farklı inançları da tasfiye eden bu aklın elinden, kendi etnik ve inanç çevresini bile farklı düşüncelerinden dolayı kanlı kırımlara uğratmıştır; Anadolu tarihinin bir ölçüde Türkmen aşiretlerinin katlediliş tarihi olması bundandır. Türk halkına hakaret eden bu akıl “etraki bila idrak” diye özdeyişler üretmiştir. Dersim’ de yaşanan acılar, bu nesnel veriler üzerinde Avrupa’da ırkçı faşizmin düşün izleriyle, Osmanlı aklının, ulus devlet tekçiliğinde sentezleşmiş militarist milliyetçiliğin saldırganlığıdır. Cumhuriyetteki Osmanlıdır. Dersim, nesnesi böylesi bir kirli tarih öznesi de kanlı bir siyasal yönelim olan aklın yarattığı cehennemin adıdır.

Sayın Mustafa Elveren “Takunyacılar ile Postalcıların Dersim Çekişmesi” başlıklı yazısını okudum. Dostumun bu anlamlı yazısı üzerine yaptığı yorumu sizlerle paylaşıyorum (Mustafa Elveren hocanın yazısının linki şudur: http://www.gomanweb.net/index.php?option=com_content&view=article&id=11066:takunyaclar-ile-postalclarn-dersim-cekimesi&catid=43:mustafa-elveren&Itemid=106)

Değerli Mustafa Elveren hocam,

Ortak ülkemizde oynana tiyatral oyunları hüzünle, acıyla izliyor, onurumuza bir saldırı olarak görüyorum.

Başlığınız oldukça yerinde takunyacılarla postalcılar...

Bu ikili bu ülkenin ve bu coğrafyada yaşayan tüm halkların karanlık kadiridir. Cehennem zebanileridir.

Yazımı hazırlıyorum. Ama Seyit rızanın sözleri aklıma geldikçe bu insanlık evrim sürecini tamamlamamış olanlara yazıyla cevap vermenin yeterli olup olmayacağı tereddütleri içindeyim.

“Özür” böyle mi olur, tarih karşısında, hukuk bu mudur? Gerçek belgeler nerede?

Bu gün bile benzer bir tarihin içinde, Kürt halkının katlediliş sürecinde yaşarken bu özrün kıymeti itibarı nedir?

Kürt halkı 30 yıldır 60 bini aşkın insanı açıkça ve resmi kararla katledildi, 17 bin faili meçhulü, 4 milyon insan evinden mezrasından sürgün edildi, 100 bin yaralı, on binler zindanda. AKP iktidarı döneminde, Erdoğan başbakanlığı sürecinde son on yılda yaklaşık 7 000 insanı resmi kararla katledildi. Bu vahşet tablosu içinde, tarihten ders çıkarmak, tarihle yüzleşmek bumudur. 4 harften oluşmuş bir “özür” kelimesiyle, yüz binlerin doğrandığı, derelerin kan aktığı bir kıyımı geçiştirmek kimin haddine?

İşte Osmanlı aklı budur. Bu işin hukuku boyutları nedir, yapılan zararların telafisi nasıl olacaktır, gasp edilen toprakların, kıyıma uğrayanların hakkı nerededir. Devletin tarihle yüzleşmesi ve özrü bu mu olacak? “Hırsıza yemin et” demişler, “Allaha şükür kurtuluşum gözüktü” demiş. Bu mizansen kimi aldatır…

Değerli hocam,

Dersim yazımı hazırlayacağım. Olayın tüm yönlerine vakıf olmaya çalışıyorum köşeli sözlerimi azaltmak için duygularımın dinmesini bekliyorum.

Rahmetli babam, 100 yaşında vefat etti. Ebeveynlerim, sürgünlerimin acısıyla kıvranıp durdular. Beni özleyip telefonla ararlarken, özellikle babam, hep Seyit Rıza’nın sözünü tekrar eder dururdu; ““Evladı Kerbelayık! Bîhatayık! Ayıptır, zulümdür, cinayettir!". Babam dünden bu güne Alevilere yapılan zulmün acısıyla yaşayıp öldü. Bana yapılanları da bunun bir parçası olarak gördü.

Babamın bu algısı belki biraz abartılıydı. Ama bu gün düşünüyorum da Mazlum Doğan’ı katleden akıl aynı akıl değil mi? Binlerce Kürt gencini resmi kararlarla katleden akıl aynı akıl değil mi? Seyit Rıza’nın özgürlük talebiyle Kürt halkının 30 yıldır sürdürdüğü mücadelenin amacı aynı değil mi. Bu amaç insani olduğu kadar bir hak değil mi?

Buradan bakalım olaylara, bu hakkı bu gün yeniden katletmeye çalışan kim? Dünyanın tüm dış güçlerinden yardım dilenerek, teknoloji, istihbarat bilgisi alarak, pilotsuz uçaklar satın alıp takibat yaparak, askeri aparatını, tanklarını, uçaklarını İsrail’de onararak, ülke içi bombardımanları yetmiyor gibi sınır ötesi askeri harekatlarla ölüm saçarak, özgürlük talebini yok etmeye çalışan kim? Aynı akıl değil mi. Dersimden özür dileyen bir katil değil mi? Eli Kürt kanına bulaşmış bir meczup değil mi?

Bu eli kanlı başbakanın, komşumuz Suriye’ye ilişkin politikanı aynı akıl Saikleriyle gündeme gelmiyor mu/? Laik Suriye, halkçı yönetimiyle bölgemizin tek direnme gücü, olumsuzluklarıyla da olsa bağımsız bir ülkenin evlatlarını katletmek için, eli kanlı ve silahlı Müslüman kardeşle örgüttü şebekesini sokaklara salan bu başbakan değil mi? Suriye’de “Alevi yönetimi var” yalan yanlış yaygara yaparak, abartarak, uydurarak ithamlar gündeme getirim, hiçbir zararını görmediğimiz komşumuz Suriye’ye sonu bilinmeyen bir macerayla saldırmaya çalışan bu akıl değil mi? On yıldır, Suriye yönetimiyle içli dışlı olduğunu unutup, birden bir emir eri gibi ABD ve İsrail’in çıkarları için Suriye’de Alevi oldukları için bir günde, 120 genci, Cisir el Şuğur’da satırlarla doğrayanların bire bir destekçisi bu başbakan değil mi?

Bu bölgeyi, Alevi kırım sahası yapmak isteyen, Osmanlıdan bu yana bitip tükenmez dehşetleri yaşatanların, esasında derdi ne tek başına Alevilik ne de tek başını Kürtlerdir. Bunlar, bu gün bölgemizi akıl almaz bir gerginliğe yuvarlayan, savaşın eşiğine getiren, dış güçlerin birer kuklası olan Arap gericiliğinden, Türk gericiliğine, Kürt gericiliğine,Fars gericiliğine kadar uzanan ortak bir karanlık aklın bileşkesidir. Bu aklın düşman olduğu şey, özgür akıldır, demokrat akıldır, haklı taleptir. Bu nedenle bunların bir aldatmacadan öteye geçmeyen “özür”leri asla kabul değildir.

CHP, aynı akıl madalyonunun diğer yüzüdür. Bu işlerin tetikçiliğinde ondan üstünü yoktur. İttihatçılığın, Teşkilat-ı Mahsusiye’nin yolu haritası üzerinde yürüyen, 20. Yy ait ülkemizin tüm katliamlarının, savaşlarının mimarıdır; I. Dünya savaşı, toplam 19 Kürt halk ayaklanmasının ( Şeyh Sait… Dersim…1984 Eruh Şemdinli) kanla batırılmasının öncüsüdür. Başında bir Kürt ve Alevinin olması bu gerçeği asla değiştirmez. Tersine kabahatini suçundan da büyük yapar. Kendi kimliğiyle bağımsız ve özgür bir akıl taşımayan, sadece egemen ulus ve aklın kimliğine sahip olur unun emrettiği yönelimler ve eylemlerle var olur. Kılıçdaroğlu bu kadardır. Ötesi değil.

Konumuz Dersim. Dersim aşılması mümkün olmayan bir tarih olduğu artık bu gün açıkça ortaya çıkmıştır. Bu tarihi yok edeceğini sananlar yenilgiye uğramıştır. İdam sehpasında başı dik ölüme giderken Seyit Rıza’nın sözleri haklılığını göstermiştir "Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, Bu bana dert oldu. Siz de bana diz çöktüremediniz, bu da size dert olsun"

İşte budur. Seyit Rıza’nın laneti, gelip haksızların boynuna böyle yapışır ve hakkını arar. Bu bir insanlık dersidir.

Sözlerimi, Dersim konusunda yazılanlar arasında en dikkate değer ve en kısa notu dile getiren Oya Baydar’ın sözleriyle noktalıyorum.

Oya Baydar’ın dersim yorumu:


"Boşuna gürültü, boşuna zahmet: CHP, CHP olarak kaldığı sürece Dersim’le yüzleşemez. Bu yüzleşmeyi, şu sırada CHP’yi yıpratmak için Dersim konusuna mal bulmuş Mağribi gibi sarılan AKP de başaramaz. “Arşivler açılsın, belgeler saçılsın, tarihçiler konuşsun” sakızını çiğneyip sûret-i haktan görünse de, içinden çıktığı Sünni Müslüman gelenek ve buna eklenen milliyetçilik bu türden bir sorgulamanın sonuna kadar götürülebilmesinin önünde engeldir. Dersim tertelesi ile (1937-38 soykırımı) CHP gibi konunun üstünü örtmeye çalışarak, AKP gibi sorunu araçsallaştırıp “mış gibi” yaparak yüzleşilemez. Çünkü Dersim’le yüzleşmek, temeli yüz yıl önce atılmış egemen ideolojiyle, Sünni Türk ulus - devlet ideolojisiyle yüzleşmektir."

MISIR DEVRİMİNİN HANDİKABI ORDU ve MÜSLÜMAN KARDEŞLER

Mısır devrim süreciyle ilgili 23. Makale



Mihrac Ural – 24 Kasım 2011

Mısır devrimi I. Aşamasında tıkandı. Diktatörlük rejiminin simgesi Hüsnü Mübarek istifaya zorlanmış, yargı önüne çıkarılmıştı. Mısır devrimi, I. Aşaması başarıyla geçmişti; 11 Şubat 2011 “Tufan Cuması”.

Bu aşama geçilmiş ancak, diktatörlük sistemi tüm kurum ve kuruluşlarıyla ve bu sistemin ana kadroları olduğu gibi egemenliklerine devam ediyorlardı. Yönetimi Askeri konsey geçici olarak ele almıştı. Bu konsey eski sistemin temel dayanağıydı. Sistemin beyni olan Emniyet Genel Müdürlüğü ise kitlelerin bilgisi dışında kalan, geleneksel sinsiliğiyle ülkenin her taşının altında faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyordu.

Mısır devrimini izleyen onlarca makale kaleme aldım. Her makalemde, Mısır devriminin en büyük handikabının ordu olduğunu dile getirdim. Halkın orduyla yüzleşmesi tamamlanmadan, bu devrimin ileri aşamalarına gidilemeyeceğin belirttim. Buna, Müslüman kardeşler örgütünün kaypaklığını ve devrim düşmanlığını, Amerika’yla sürdürdüğü dirsek temasına işaret ederek, bu güçlerle hesaplaşmayan bir devrimin, Mısır’a hiç bir yenilik getiremeyeceğini ifade ettim.

MISIR ORDUSU

Mısır ordusu, bölgenin en işbirlikçi ordusudur. Amerika’nın mali desteği ve silahlandırmasıyla ayakta kalan bu ordu bölgede İsrail ve Amerikan çıkarlarının bekçisi gibidir. Asya-Afrika kıtalarında CİA ve MOSAD’ın tüm kirli işlerinin de taşeronudur. NATO üyesi kukla ülkelerin ordularından da çok daha bağnazca, bu çıkar çevrelerinin egemenliği altında bulunmaktadır.

Bu nedenle Mısır devriminin er ya da geç orduyla yüz yüze geleceğini belirttim durdum. Başlangıçta ordu gençlik el ele diye atılan sloganlara aldanmamak gerektiğini, ordu gençlik yüz yüze gelmesinin kaçınılmaz olduğunu ifade ettim.

Bu süreçte, hükümetlerin kurulması, vaatlerin yine uçuk haliyle medyatik balonlar olarak dile gelmesinin hiçbir anlam olmadığı her geçen gün daha da belirgin biçimde ortaya çıkmış oldu. Orda halkla yüz yüze, gençlikle çatışa çatışa karşı karşıya gelmiş oldu. Bu sürecin Mısırda yarattığı tedirginlik ve yıkıcı etkilerin sık sık büyük çatışmalarla ortaya çıkmasını oldukça anlamlıydı. Büyük oyunlar oynanmakta, emperyalist müdahale devrimin önünü kesmek, yönünün saptırmak için özellikle de dış politikada İsrail’e yönelik derin ve büyük öfkeyi sindirmek için elinden gelini yapmaya çalışıyordu.

DEVRİMİN ARTÇI AYAKLANMALARI


Ancak Mısır devrimi, devam eden eski rejimin her boyuttaki olumsuzluğunun derin izleri altında ezilmişliğinin verdiği enerji birikimiyle gençliğin artçı devrimci girişim potansiyellerine sahipti. Bu enerji, zaman zaman gerilese de bir biçimde kendini ifade etmekten çekinmiyordu. Devrim, karşı devrimin kuşatma ve saldırılarına karşı direnişini ortaya koymaktan geri kalmıyordu.

Bu artçı devrimci kalkışmaların en önemlisi 10 Eylül 2011 tarihinde gerçekleşen İsrail Büyükelçiliği baskınıydı. Mısır onursuzlaştıran, gerici rejiminin simgesi olan İsrail ilişkilerine karşı devrimin bu haklı tepkisi, İsrail’in Mısır’da artık yeri olmadığına bir işaretti.

Buna 9 Ekim 2011 Maspiro olaylarını eklemek gerek. Bu olaylarda ortaya çıkan enerji, devrimin nabız atışları gibiydi; olay, Mısır Emniyet Genel Müdürlüğünün tarihi boyunca oynadığı provakatif oyunlardan birinin Hıristiyanları (Kıpti) Müslümanlara kışkırtmak için girişilmiş kilise yakma olayı ve katliamla sonuçlanan gelişmeler. Bu olay Emperyalistlerin yeni argümanlarla Mısır’a müdahalesi için bir kapı aralaması gibiydi. “sivil halkı koruma, Hıristiyanların yüz yüze kaldığı kıyımın engellenmesi” adı altında müdahaleleri başladı. Sudan bölünmüştü, Darfur bölgesinin de bölünme ihtimali yürürlüktedir. Libya yerle bir edilmiştir, Mısır’da bölünmeli, Cezayir de karıştırılmalı gibi ardı arkası gelmez projelerin bir ucunda yeri ve zamanı geldikçe ortaya çıkarılarak işleme sokulmaktaydı.

Son olay 19 Kasım 2011 tarihiyle patlak veren ve Ordu siyaseti terk et iktidarı bırak diyen, büyük artçı patlamadır. Başlangıç bilançosu 40 ölü olarak hala, bu satırların yazıldığı saatlerde de devam etmektedir. Tahrir meydanı devrimci gençler tarafından tutulmaya, çadırlar bir kez daha kurulmaya başlandı. Bu makalenin yazılmasına yol açan itimde bu olaylar oldu.

İşte bu gün gelinen yer burasıdır.

GELİNEN SON YER

Ordu, halk ve gençlikle yüz yüze kalmıştır. Meydanlarda sokaklarda ölü yaralılarla çatışma halindedir.

Bu gün Mısır devrimini bir kez daha okumak gerek derim. 25 Ocak 2011 başlayan devrim, Pandora’nın Kutusu’nu açtı, tüm şer unsurları ortaya dökülüp saçıldı. Her siyasal etkinlik her kurum her güç gerçek çehresiyle ortaya çıktı. Devrim I. Aşamasını geçti, ancak II. Aşamaya yönelemedi. Önü kesildi, yönü saptırıldı. Buna rağmen, devrim dayandığı haklı talepler üzerinde, bir halk hareketine yol açan ekonomik, toplumsal, siyasal nedenler dolaysıyla, bir biçimde kendini ifade edecekti. Kendine çıkış kanalları bulacak, emperyalist dayatma, kuşatma ve komplolarına direnecekti. Bu gün olan da budur.

Mısır devrimi orduyla hesaplaşmalıdır. Bu muhasebe bitmeden devrimin sürmesi mümkün değildir, sonuç alması olanaksızdır. Arap baharını, sonbahara dönüştürmeyi yaşamsal çıkarları açısından gerekli bulan emperyalist müdahaleye karşı başarının yolu Mısırda halkın orduyla tamamlaması gereken muhasebeden geçmektedir.

Bu muhasebenin çok daha önemli sonuçları da bulunmaktadır. O da, orduyla birlikte, Emniyet Genel Müdürlüğünün siyasetin kaderinde oynadığı role son vermektir. Bu kurum Mısırdaki tüm melanetlerin, baskı ve zulmün, uluslar arası kirli irtibatların aklıdır, planlayıcısıdır, senaristidir. Bu kurum ve kadrolarından kurtulmadan devrimin yolu hep sorunludur. Bun için, Mısır devrimi orduyla köklü bir muhasebeye girişmelidir.

Bu muhasebenin çok daha önemli bir boyutu da Müslüman Kardeşler Örgütüyle hesaplaşmaktır.

İHVAN-I MÜSLİMİN


Bu örgüt, çağdaş Arap tarihinin en kirli örgütüdür. En gerici gücüdür. Müslüman kardeşler örgütü tarihi boyunca ortaya çıktığı her ülkede, bir başka ülkenin kuklası olarak kendini konumlandırmıştır, eli halkın kanına bulaşmıştır. Hiçbir ölçekte özgürlük ve demokrasi yanlısı olmamıştır. Soğuk savaş dönemi boyunca demokrasi güçleri ve ülkelerini kuşatmak için Amerika’nın önerdiği “Yeşil kuşak Projesi”nin paramiliteri olarak işlev görmüştür. Ülkemizde, Fehullah Gülen’in aynı dönemdeki konumlanışı gibidir. Müslüman Kardeşler Örgütü, 1990 sonrası dönemde şeriat devleti söylemi yerine, hukuk devleti, vatandaşlık temelinde birlik, medeni devlet, çoğulcu-katılımcı demokrasi gibi söylemlere yönelmesi, geleneksel takiye yöntemlerinin bir tecellisidir. İnandırıcı hiçbir verileri yoktur. Müslüman Kardeşlere göre, “Şeriat, tanrı sözüdür o ne tartışılır ne de değiştirilir; hiçbir insanı önerme bunun yerini alamaz”. Bu nedenle çağdaş dünyanın hiçbir önermesine gerçekçi biçimde onay vermezler. Onlar iktidara gelmek için bu argümanları geçici olarak kullanmayı, savaş hilesinin bir taktiği olarak görürler.

İşte Mısır devriminin en büyük belası da budur. Bu çevreler, Mısırda iktidarı devralan askeri konseyle de sıkı bir işbirliği içindedir. Sinsice, kurnazca, ayak oyunlarıyla, seçim sandıklarında üstünlük sağlamayacaklarını bilmenin tedirginliğiyle, iktidarı bir biçimde gasp etmenin yollarını aramaktadırlar. 25 Ocak 2011 devrimi Mısır’da patlak verdiğinde, halk ayaklanmalarına sıcak bakmayan, ancak olayların aldığı boyutun büyümesi üzerine, hayır hah tavırlarla sürece katılan bu oportünistler, bu gün aynı şeyi tekrar etmektedirler. Halkın ve devrimci gençliğin orduyla yüz yüze geldiği bu koşullarda, eylemlere katılmayacağını ilan ederek, Ordudan yana, seçimlerin ertelenmesinden yana, iktidarın gasp edilmesinden yana tutum takınmışlardır.

SONUÇ


Bu verilerin ortaya koyduğu tabloda Mısır devrimi, Ordu (ve onunla birlikte Emniyet Genel müdürlüğü), Müslüman kardeşler ve onların destekçisi Amerika’yla bir hesaplaşma sürecindedir demek yanlış değildir. Mısır devrimi, bu karşı devrim güçleriyle mücadelede II. Aşamasını tamamlayıp tamamlamayacağı belli olacaktır.

ŞEHİTLERİMİZ

THKP-C (Acilciler)

ŞEHİTLERİMİZİ ANIYORUZ





24 Kasım 1983 Şehitlerimiz birliğimiz, onur ve gururumuzdur

Mihrac Ural – 24 Kasım 2011 şehitler günü anısına

Bu gün örgütümüzün şehitler günüdür. Bu gün, Örgütümüz Merkez Komitesi Üyesi Hanna Maptunoğlu’nun da aralarında olduğu yoldaşların Filistin davası uğruna şehit oldukları gündür (24 Kasım 1983). Bu gün örgütümüzün, ülkemiz ve halklarımız kadar bölge halkları ve haklı davaları uğruna mücadelede şehit verdiği günlerden biridir. Enternasyonalist dayanışmada şehit düşen yoldaşların anısına bu güne her yıl örgütümüzün şehitler günü olarak kutluyoruz.

12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi ve ardından gelen karanlık rejime karşı mücadelenin, enternasyonalist bir boyut aldığı, haklı Filistin davası uğruna mücadelede ön saflarda yer almanın bedellerinin onurluca ödendiği gündür. Şehitlerimiz, tarihi bir direnme örgütü olan Acilcilerin kararlılığının, direngenliğinin, özveride sınırsın olmanın tecelli ettiği gündür.

Dünya ve bölge saflaşmasının aynı zamanda ülkemizdeki saflaşmanın bir ifadesidir. Dün olduğu gibi bu günde bu saflaşma yanı güçlerin gergin ilişkileriyle, zaman zaman savaşlarla devam etmektedir. 1980’li yıllar dünyada büyük değişimlerin gerginliklerin ve çatışmaların yıllarıydı. İki kutuplu dünyanın çözülmeye başladığı, dolaysıyla emperyalist güçlerin saldırganlığının arttığı bir kesitti. Soğuk savaşın bittiği 1990’lı yıllara giderken, bölgemizin siyasal dizaynı için kanlı çatışmalar dayatılmıştı. Ölüm denklemleri kurgulanmıştı. Akdeniz’den Kafkaslara uzanan bu güzergah, dünya enerji kaynaklarının en önemli güzergahıydı. Bu alanı ele geçirme ya da nüfus alanları arasına katmak için Emperyalist güçler akıl almaz bir çılgınlıkla saldırılarını yoğunlaştırmıştı. Bir tarafta Amerika-İsrail-batılı emperyalistler- Gerici Arap ülkeleri ve ülkemizin 12 Eylül askeri faşist rejimi yer alıyordu. Bu şer güçlerine karşı ise ülkemiz devrimci hareketi doğal müttefikleriyle omuz omuza olmuştu; Suriye bu dönemde bölge devrimci güçlerinin güvenli limanıydı. Halkçı yönetimiyle direnen halkların, ilerici, sosyalist devrimci hak sahibi tüm halkların ve örgütlerin sığınağıydı. Irak’ta Saddam diktatörlüğüne karşı mücadele eden tüm siyasal etkinlikler, Türkiye’de 12 Eylül rejimine karşı mücadele eden tüm siyasal güçler, Lübnan direnme hareketleri ve Filistin halkının tüm siyasal güçleri bir safta yer alıyordu.

1980’li yıllar, bu iki safın bölgemizin her alanında, her olayında, her tavır alışında yüz yüze geldiği bir kesitte yaşanıyordu. Örgütümüz, bu saflaşmada doğal yerini almıştı. Gerici güçlere karşı devrimci güçlerin safındaydı; Suriye halkçı yönetimiyle, Filistin direnme örgütleriyle, Lübnan direnişi ve Türkiye ve Irak Kürt özgürlük hareketiyle bir aradaydı. Bu saflaşmanın Türkiye boyutu 1 Haziran 1982’de kurulan Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) adı altında örgütlenip yerini almıştı.

İşte böylesi bir atmosferde örgütümüz, yer yer büyük savaşlar (1982 Haziran savaşı; İsrail’in Lübnan’a karşı açtığı savaş), yer yer irili ufaklı çatışmalar ortamında yer aldığı saffın yükümlülüklerini yerine getirdi. Bu gelişmelerin yükümlülüklerinden kaçmak isteyenlerin bin bir bahaneyle yarattığı olumsuzlukların da yaşandığı kesitte, şehit olmasını bilen kararlı bir direnme örgütü olarak görevimizi sonuna kadar yaptık. İşte bu şehitler, bu onurlu duruşun adıdır. Dünü bu güne bağlayan en anlamlı onursal değerde tastamam budur.

THKP-C (Acilciler) 1. KONGRESİ

Bu gün, aynı zamanda 1. Kongremizin bağlandığı gündür (24 Kasım -1 Aralık 1986). Bir yükseliş döneminin taçlandığı bu kongre. Türkiye devrimci hareketinde benzeri az olan bir atılım olarak gündeme geldi ve tarihin o kesitindeki siyasal dokunun anlamlı bir ifadesi oldu. Örgütümüzün dünya, bölge ve ülke gelişmeleriyle birebir etkileşiminin de ifadesi olan 1 Kongremiz, kapalı oy açık sayım usulüyle demokrasiyi en karanlık dönemlerde bile içselleştirdiğini göstermiştir. Bu kongre şehitlerimizin aydınlattığı mücadele yolunun gerçek anlamda yaşama geçirilmiş bir ileri adımıydı.

Bu kongrenin anlam ve önemi üzerinde yazılacak çok şey bulunuyor. Yüzlerce belgesi, teyp kayıtları, demokratik yapıcı iç muhalefeti, yenilenen siyasi programı, tüzük ve çalışma tarzı üzerine yapılacak yorumlar da çok olacaktır. Bu tarihi bilmeyen, ona düşman olan, kirletmeye çalışanların suratına birer şamar olan bu veriler, bir onurlu çalışmanın, bir devrimci ilkeli duruşun ifadesidir. Bu tarihle hiçbir bağı olmayanların, buldukları ilk fırsatta kaçıp başka alan ve örgütlere sığınanların, bu tarih üzerinde tek kelime söz söyleme hakları olmayacaktır. Acilciler, 1. Kongrelerini bağladıklarında ortaya koydukları verilerle, tüm birimlerin sunduğu çok boyutlu raporlarla örnek bir çalışma azmi içinde olduklarını yetirince açık gösterdiler. Bunun da kapalı oy açık sayım ilkesine dayalı kongre seçimleriyle taçlandırdılar. Bu örnek davranışın mimarları, emektarları bu tarihin yaratanlardır. Bu tarih şehitlerin tarihidir. Bu tarihe yönelen en küçük bir yanlış ahlaksızlıktır. Bu saldırganlığa karşı sesiz kalmak da bir o kadar yanlıştır. Bunu yapanların bu tarihle bir bağı olmayacağı açıktır. Bundan sonrası II. Kongredir. Ne kadar geç kalınmış olsa da kurallara bağlı olmak ve bunun gerektirdiği gelişmeleri, değişimleri, yönelimleri ve bütünsel muhasebeyi de bu kural çerçevesinde yapacaktır.


THKP-C(Acilciler) MK üyeleri Kemal Bayram - Ali sönmez - Mihrac Ural - Zafer Gündoğdu yoldaşlar Kongre divan başkanlığı masasında. 24 Kasım 1986...



Onlarca delege, Ülkemizi, halklarımızı, temsil etmek için 1. Kongredeydiler. Böylesi bir organizasyonu başarmak, hiç bir hata olmadan, güvenlik önlemleriyle birlikte koruyarak gelip gidişlerini sağlayarak gösterilen başarı, kongrenin demokratik havasıyla bir bütünlük içinde olmuştur. Bu başarıda emeği geçenler bu tarihin sahibidir.

23 Kasım 2011 Çarşamba

GÜLTEN KAYA

GÜLTEN KAYA
MESAJI

Ergun Bey, Erol Uygur, Aydın Yavuz, Mihrac Ural ve diğer değerli grup dostları;

Paris'ten yazamadım, teşekkür edemedim ama hepinizin selamını ve sevgisini Ahmet'in başucuna bıraktım.

Paris Pere-Lachaise'deki yapı üzerinde sevenlerinin yazdığı yazılar, Türkiye'de "Ahmet Kaya'nın mezarı tahrip ediliyor" biçiminde haber yapılmış.

Kısaca değinmek/paylaşmak isterim:

Sevenleri onu bir an bile yalnız bırakmıyor. Ve/fakat her kültürün bir 'sevgisini gösterme biçimi' var. Bu da bir çeşit 'dışavurum' sanırım. Zira Ahmet'in o bembeyaz evi üzerinde de muhtelif yazılar, isimler, sevgi sözcükleri, duygu paylaşımları var. Fransız kadınlar Oscar Wilde'ı ziyaret ettiklerinde ona kırmızı rujlarıyla bir öpücük izi bırakıyorlar. Oscar Wilde'ın üzerinde binlerce kırmızı dudak izi var (bu da onların dışavurum biçimi). Başlangıçta uyarı tabelası vs gibi yöntemlerle bir hassasiyet oluşturmak istedik ama baktık ki önüne geçemiyoruz. Marmara mermeri gibi dayanıklı bir malzeme kullandığımız halde, renkli ve ispirtolu kalemlerle yazılan/bazen de kazılan yazıları o mermerden temizlemek asla mümkün olmuyor. Aynı dışavurum Yılmaz Güney'in anıtı için de geçerli ama o çelik bir yapı olduğu için yazılar Ahmet'in beyaz evindeki kadar belli olmuyor.

Giderek, bu yazılar o yapıların bir özelliği/parçası olmaya başladı adeta.

Jim Morrison'a içki-ot bırakılması, Oscar Wilde için oluşan öpücük geleneği bizim insanlarımız için de böyle bir hâl almış durumda. Yapacak bir şey yok!

Ahmet'e getirilen acı biber saksıları, başucuna bırakılan sigaralar, çeşitli sembolik objeler, Fransız şarapları, mevlüt şekerleri, çiçekler, mumlar, Che simgeleri, hatta bebek patiği dahil, tümünü sevgi hanesine yazıyoruz. Gönlümüz o yapının bembeyaz kalmasından yana olsa da, yazıları da böyle algılıyoruz artık...

İnsanlarımızın bu konudaki davranış ya da dışavurum biçimini değiştirmesi nasıl sağlanır? Ağaçları ya da park banklarını kazımak nasıl bir refleks bilemem ama, hiç değilse Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney'in mekanlarına isim kazımak yerine belki sadece sevgi sözcükleri yazmayı daha şık bir sevgi gösterisi olarak algılayabilirim.

Sevgilerle...
Gülten Kaya

22 Kasım 2011 Salı

YORUMDA YORUM


Mihrac Ural ----- Hasan Karslı

Mihrac Ural - Hasan Karslı / 20-21 Kasım 2011

CENGİZ ÇANDAR’IN DEĞİŞMEYEN KİNLERİ” (http://mirural.blogspot.com/2011/11/cengiz-candarin-degismeyen-kinleri.html) Başlıkla makaleme yapılan yorumla başlayan sohbet, okurlar için bilgi paylaşımı düzeyinde bir makaleye dönüştü. Paylaşıyorum. Bu yazışma sürecinde Zuhren Mansuroğlu arkadaşım, her zamanki gibi doğrunda bir soruyla beni yüz yüze bıraktı;

Yarım yüzyıl mücadele etin ne anladın bu yaşamdan?"

Cevap olarak şunu ifade ettim; “Bir kez dengeler kurulunca sonuna kadar korunması gerektiğini, aksi takdirde kimliksiz, içeriksiz bir bukellemun olunacağını”


YORUMDA YORUM

Hasan Karslı; 68 lilerin birçoğu işe devrim yapmakla başladılar ama şimdi reklamcı oldular,medya da köşe tuttular hasan cemal ve birçoğu..

Mihrac Ural; Değerli Hasan Karslı, önce ilginize teşekkür ederim. Sonra belirlemenize eklemem gereken şey belki felsefenin temel konularından biri olan, var oluş ya da ölüm denklemiyle ilgili olacaktır. Bu çevreleri, siyasi, kültürel, toplumsal, ekonomik, sanat her daldaki görüşleri itibariyle anlayabiliriz, diye düşünüyorum. Saygı da duyarız. Bir bakış açısıdır der eleştiririz de. Ama inatla, ısrarla kan üzerinden, ucuz söylemlerle insan katletme teorilerinden yola çıkarak kurguladıkları iddia ve tezleri anlamamız, bana göre çok güç. Mide krampı gibi bir şey, Haykırmak isterken soluğunun kesilmesi gibi, boğucu bir şey. Bu açıdan tahammül edemiyorum. Bu da geldiğim kuşağın özelliği olsa gerek... Selamlarımla.

Hasan Karslı; inatla, ısrarla kan üzerinden, ucuz söylemlerle insan katletme teorilerinden yola çıkarak kurguladıkları iddia ve tezleri anlamamız, bana göre çok güç........neden size göre bunu benim anlamam çok güç sayın ural….

Ben şöyle anlıyorum sayın ural.bu durumun sosyal,siyasal,ekonomik boyutu ve felesefi bir derinliği var.eskiden sınıf savşları vardı şimdi sınıf atlama savaşları buda insan egoizminin boyutlarını gösteriyor snıf atlama savaşı toplumun tüm hücrelerini bir kanser gibi sardı herkes bir gün sınıf atlayacağı hayalıyle yaşıyor...

Mihrac Ural; R. Dawkings’in “Gen bencildir” kitabını okuduğumda, çok önceden yakalayıp da yazmaktan çekindiğim bir çok şey akıp dökülmeye başladı; “Çağdaş insanın evrimini anlayabilmek için, geni, evrim konusundaki düşüncelerimizin tek temeli olarak almaktan vazgeçmeliyiz.” (308)

“Genleri özel yapan eşleyici olmaları. Fizik yasalarının erişilebilir evren için geçerlidir” (308)

Dawkings devamla, “bizim gezegenimizde, son zamanlarda, yeni bir tür eşleyici ortaya çıktığını düşünüyorum, hemen yanımızda, yüzümüze bakıyor Henüz çocukluk çağında, ilksel çorbasının içinde çalkalanıp sürükleniyor; yine de soluk soluğa olan eski genimizi arkada bırakarak bir evrimsel değişim hızına ulaştı bile

Bu yeni çorba,insan kültürünün çorbası.” (390) Yeni eşleyici ise diyor yazar “Bir kültür iletim birimi” anlamında olmalı o da buna “mem” diyor. Biraz da bellek çağrışımı yapmasına işaret ediyor.

İşte çağdaş insanın kültür evrim birikimleriyle ilgili yanı benim konumu oluşturuyor, mutasyona bile uğramadan bencil genin süreçlerinde yuvarlananları bunun için anlamakta güçlük çekiyorum. Siz kendi açınızdan nasıl anladığınızı güzel ifade ediyorsunuz: ben bir adım ileriye gittim değerli Hasan Karslı, bir adımcık ileriye.

Bu adımı şöyle özetleyebilirim, bilgi çağını yakalamak bu çağın devrimcisi olmak, tarihini dolduran sistemden çıkarken (yadsırken) bu gün tüm verileri ortaya çıkmamış olsa da yeniyi temsil eden gelecek uygarlığın temel donelerini yakalayıp iletişimin açtığı ufuklarda bilgi paylaşımını (eşleşim olayı) sürdürmek olarak ifade edebilir. Bu ayrıntıda binlerce öğeyi içeren bir belirleme. Dolaysıyla, sistem içinde kalan her akıl beni rahatsız ediyor. Bunu siz kavrarken korkarım ki aynı fasit dairenin parametreleriyle kavramamanızdır. Bu kaygıma yol açan, ‘sınıf algınızı’ ifade eden “sınıf savaşı “ ile “sınıf atlama savaşı” denkleminizdir; bu zıt gibi gelen her iki tanımlamanın, esasında aynı sistemi tekrar üretmekten en ehveni şer halıyla reforme etmekten öte bir anlamı olmadığını belirteceğim. “Genlerin bilgeliği” (C. Wilis) ne olursa olsun, bilgi çağının kültür çorbasında “mem” (R.D) arkasında nal toplayacak gibidir. Bu nedenle “Şaşırtan Varsayım” (F. Crick) üzerinde, yabancılaşmada derinleşmemiz gerek; bu da yabancılaşma üzerine olan görüşlerimi özetler. “Yabancılaşma tarihin en devrimci dinamiğidir” (M. Ural). Selamlarımla….

Not: Duvarımda olacak “BİLİM VE TEKNİK OKUMAK” adlı makalemde bu konuyu daha ayrıntılı anlattım. Sınıf konusunu ise bir dostum yayınladı “PARAMETRELERİM”

Hasan Karslı; diyalektiğin temel yasası değişim ve dönüşümdür bu yadsınamaz bir gerçektir.bilgi çağını yakalamak son yılların moda deyımidir ve hala içinin doldurulması grekmektedir.yazınızı okudum gayet bilimsel ve akademik bir yazı ama mutlak doğrular değiller mutlak olamayacağında iddia etmek bilimselliğe aykırıdır ama mutlak doğrular olduğunuda söylemek bilimselliğe aykırıdır.teori olarak adlandırabilriz yada öngörü.insanın değişmezleri vardır ve evrim sürecinden bügüne kadar bu değizmezler değişmedi.bir kaç yüzyıl sonrasının yada 1000 yıl sonrasının insanı ve onun uygarlığının nasıl olacağını şimdiden mutlak olarak belirtmek te bilimselliğe ters düşer ha bilimin ışığında öngörülerde bulunulabilir bunu reddetmekte rasyonel akla aykrıdır.yazının bütünlüğüne bakınca düşünce aşamasında diyeliriz ve bu yazının içeriğine de freud u nereye oturtacağız?

Mihrac Ural; Freud konusunu yazmam gerek. Bu konu bende hep açık kaldı. Bunun nedeni tedirginlik, Freud’un bile sık sık arayıp kaynağını bulamadığı tedirginlik. Determinizmin derin etkileri de olabilir, bilinmeyeni arama zamansızlığı da… Bu alanı hep uzaktan izledim okudum. Bu konuda etkilendiğim bir çok alan kaynak ve çevre var. Reenkarnasyon gibi. Geldiğim toplumda çok anlamlı bir yeri var. Dünya ilk ve son yer, arınarak yeni donlarda gelinir diye düşünürler. Cennet bilgili olmak, cehennem cahil olmak diye yorumlarlar. Dolaysıyla, düşüncenin maddi sonuçlar yaratması yönünde benim de gittikçe olgunlaşan algılarım olduğunu söyleyeceğim. Bu cümle esasında benim de tarihsel algı evrimimin bir sentezidir. Tarihi fotoğrafları bol bir aileden geliyorum. Ailenin fotoğraf makinesiyle çekilmiş 100 yılı aşkın kareleri var. Arşivimi süsleyen. Bunları zaman zaman yorumlayarak yayınlıyorum ( bu ara zindan fotolarını yayınlıyorum). Bu yorumlarımdan birinde Samandağ Hz Hıdır türbesi önünde çocukken çekilmiş fotolarımızın yorumunda bu konuyu işlemeye çalıştım. Kültür algılarımız ve onların eşleyici birimleri “mem” (R.Dawkings) bir yandan çoğalarak yaygınlaştırdığı kültür birikimlerimizi diğer yandan bunların kimliğimizin oluşumundaki etkilerini şekillendiren verilerdir. Diye düşünüyorum. Bu verile baktığımda da hala çözümlenmemiş olsa da beynimizdeki nüronların yarattığı ve algıladığı tüm etkiler kimliğimizin oluşumunda derin izlere sahip olduğu görülür. Ben buna düşüncenin maddi etki yaratması olayı diyorum (ciddi bir yanılgı da olabilir benimki). Nerede ne zaman hangi dürtüler ve psişik haller ne tür takıntıların kalıntıları olarak neyi şekillendiriyor bunlar üzerinde yazmam gerek. Arşivim notlarım hazır ama cesaretim ve zamanım olmadı. Şiir gibi, o yüksek sınıfa hiç uzanamadım saygımdan, erbabına bıraktım. Bilim ve teknik okumalarımda Freud’a kimse yer vermiyor, herkesin kafası deneysel analizle, kimya ve fiziğin elle tutulur öğeleriyle ilgili, ama bir yeri olmalı derim (kendimi çok şey yazdı ama hiçbir şey anlatamadı gibi hissediyorum. Bu da benim bu konuya yaklaşımımdaki tedirginliği göstermeye yeterlidir) Bilgi çağında, Psikanalizin artan önemini izliyorum…

Sosyalist Tartışma Platformu; Bu yazıyı sayfamızda paylaştık, izninizle, saygılar...

CENGİZ ÇANDAR’IN DEĞİŞMEYEN KİNLERİ

Mihrac Ural – 20 Kasım 2011

Suriye konusunda yüzlerce makale yazdım. Tartıştım, eleştirdim, eleştirildim. Ancak Cengiz Çandar gibi bir onursuza, kanı donmuş kin ve intikam serserisine hiç rastlamadım.

İnanılmaz bir Suriye düşmanlığı, akıl almaz bir Alevi nefreti ile kıvranıp duran biri. Üstelik ciddi hiçbir gerekçesi, bilgiye dayanan hiçbir verisi, belge ve kanıtı olmadan bu feveran içinde okurlarını aldatıyor. Bu adam okuruna yalan söylemekten da utanmıyor. Nasıl olsa okur oturup saatlerce günlerce araştırma yapmayacak, nasıl olsa olayları bütünsel olarak görme gibi bir sorumlulukla yazılanı okumayacak diyerek yalan yanlış abartma kurgu iç dünyasının denklemleriyle bölge üzerine gerçek bir cahil olmasına rağmen yazıp duruyor. Suriye üzerine yazdığı son yazısında bir de kehanet yaparak, iddialarda bulunuyor. Suriye çökecek diyor, iç savaş kaçınılmaz diyor, halka hiçbir bağı olmayan, ne desteği ne de siyasi bir alternatif programı olmayan, eli kanlı şebekelerin, paramiliter asker kaçaklarını ve onların İstanbul meclislerini (İstanbul’da, Erdoğan’ın desteğiyle kurulan Suriye Ulusal meclisi ) ha kazandı ha kazanacak taraf olarak ilan ediyor.

Cengiz Çandar Yazsında özetle şunları söylüyor;

“Türkiye-Suriye: Polis rejimi ile aşktan nefrete...

Cengiz Çandar.
Hürriyet / 16 Kasım 2011

Türkiye ile Amerika'nın çıkarları, şimdi, Irak ve Suriye üzerinde örtüşüyor. Obama, o yüzden Tayyip Erdoğan'ı arkalıyor. Bütün bunlar politikanın cilveleri. Realpolitik'in karşı konulmaz hükümleri.

Batı basınında yer alan “ABD'nin taşeronluğunun yapıldığı”na dair, “sub-contractor” sözcüğünün kullanıldığı değerlendirmeler yapıldı.

Suriye konusunda hiç hayal kurmadım. O rejimin doğası gereği “reforma gelmeyeceğini” gayet iyi biliyordum. Hafız Esad dönemi ile Başşar Esad dönemi arasında, esasta, bir fark görmedim. Suriye'ye ilişkin düşünceleri değişen ben olmadım. İlişkilerini ve siyasetini değiştiren bizim hükümet oldu.” (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=19253146&yazarid=215)


Bu yaklaşımın üzerinde fazla durmayacağım. Kendi diliyle anlattığı ve Türkiye’yi, Erdoğan’ı ve kendini nasıl tanımlıyorsa o kadarıyla yorumlamayı tercih edeceğim. En altta da önceki yazılarına yaptığım kapsamlı eleştirilerimin linklerini aktaracağım.

Birincisi;

Diyor ki, “…Politikanın cilveleri. Realpolitik'in karşı konulmaz hükümleri”. Yani kör gözlü, dar çıkar politikasının hükümleriyle Türkiye-Amerikan ilişkileri örtüşüyor. Yani, Erdoğan, “Suriye’yle dostluk ve kardeşlik kurduk, anlaşmalar imzaladık, olmalar olunca da uyardık” yönündeki tüm sözleri yalandan ibarettir. Erdoğan Amerikan’ın çıkarları yönünde, kendisine düşebilecek, gerçekte asla verilmeyecek kırıntıların umuduyla, Suriye’yle tarihi, kültür, inanç, coğrafya birliğini ayaklar altına almayı kararlaştırmıştır. Bunu uzun süreden beri de Suriye olaylarının tek nedeni olan eli kanlı şebekelerin desteklenmesiyle yürürlüğe koymuştur. Suriye’nin son on yıldır inanılmaz bir açık yürekle, sevgiyle barışla, örülü yaklaşımları ayaklar altına almıştır. Cengiz Çandar’ın sözünü ettiği , “…Politikanın cilveleri. Realpolitik'in karşı konulmaz hükümleri”. Bundan ibarettir. Bu hükümlerde ne Türkiye halkının iradesi nede çıkarlarının zerresi bulunmaktadır. Erdoğan işte budur, bu aynı zamanda Cengiz Çandar’ın umutlarıdır.

Yani, iki yüzlülük ve kandırmaca komşuluk ve dostluk ilişkisinin esasını oluşturmaktadır. Amerika’nın çıkarlar bunu gerektirdiğine göre de normaldir. İşte bu ilkesiz, bu omurgasız, bu tarih, kültür coğrafya bilmez ahlaksızlık bize politika diye yutturulmaya çalışılmaktadır. Bu densizliğin özeti de Cengiz Çandar’ın ağzında şu satırlarda gelmiş olmaktadır; “Türkiye ile Amerika'nın çıkarları, şimdi, Irak ve Suriye üzerinde örtüşüyor. Obama, o yüzden Tayyip Erdoğan'ı arkalıyor. Bütün bunlar politikanın cilveleri.”

Buradan bir kez daha anlıyoruz ki, Amerika’nın çıkarları, Türkiye’nin dış politikasını belirleyen temel ölçüdür. Libya’da olduğu gibi, Behreyn olaylarını görmezden gelindiği gibi. Türkiye’nin komşularıyla sıfır sorun dediği de işte böylesi bir aldatmacadır. Bu gelişmeyle, Türkiye Suriye ilişkileri ve genelde bölgedeki ilişkileri Osmanlıdan bu yana yani 500 yıllık bir tarihi süreçte en derin olumsuzluğu ve düşmanlık noktasına gelmiş olmaktadır. Bu derin ve kapsamlı düşmanlık I. Dünya savaşı ve sonuçlarında bile bu ölçüde olmamıştı.

Diğer yandan, aklı başında batılı yazarlar bile, bir ülkenin politik duruşu açısından utanç verici Amerikan taşeronluğunu açıkça dile getirmeye başlamalarını oldukça manidardır. Cengiz Çandar bu gerçeği utanma duymadan aynı yazısında; “Batı basınında yer alan “ABD'nin taşeronluğunun yapıldığı”na dair, “sub-contractor” sözcüğünün kullanıldığı değerlendirmeler yapıldı.” Dile getirmektedir.

Bu verilerin ışığında, Türkiye’nin bu kirli macerada, bilinen Ortadoğu kaoslarının girdaplarında, labirentlerinde elde edebileceği bir çıkar var mıdır? Diye sormayacağım

Amerika’nın çıkarlarının olduğu yerde kimseye pay verir mi? Diye de sormayacağım.

100 yıldır süren bölge sorunlarında, onlarca savaşa, milyonlarca sivilin katledilmesine rağmen hiçbir sorunun çözülmediğinin bilinip bilinmediğini de sormayacağım?

Soracağım tek şey, Erdoğan iktidarı, danışmanları, yol haritaları bu bölgede mi yaşıyor Merih gezegeninde mi? Bunu şiddetle ve acilen bilmemiz gerek.

İkincisi;

Diyor ki; “Suriye konusunda hiç hayal kurmadım. O rejimin doğası gereği “reforma gelmeyeceğini” gayet iyi biliyordum.”

Cengiz Çandar 30 yıldır bölgede dolaşır. Bu on yıllar içinde Suriye’nin, kaç savaş, kaç ambarfo, kaç kuşatma, diplomatik, siyasi ekonomik baskıya uğradığını biliyor mu. Yazısından anlaşılıyorki hiç bir şey bilmiyor. O ne yapıyor içinde büyüttüğü kinlerle bekliyor ha düştü ha düşecek diye bekliyor. Ama neden düşmediğini anlamıyor. Öyleki bu son olaylarda da yine bekliyor, olmazsa dış askeri müdahele olsada bu beklentisi bitsin diye tanrılarına yalvarıyor. Ama bier türlü olmuyor. Türkiye’deki medya temsilcisi olduğu Saad hariri de ülkesini terk ederek “Beşşar Esad yıkılmadan geri dönmem “dedi ve bekledi. Bir ara “Ramazan ayında düşmezse köpeklerle yemek yerim “dedi yine bekledi. Hep bekliyorlar. Otuz yıl bekleyeceğinizi bu ülke neden düymüyor neden halkı milyonları milyonlara ekleyered desteğe devam edilyor diye düşünselir işin sırını bulacaklar ama kim gözleri kör etmiş bakamıyornlar bile…

Sahib ve köpeği birlikte bekliyorlar “ha düştü ha düşecek” diye. Ama düşmüyor tersinde muhalifler dış müdahale dedikçe Suriye halkının sabrı taşıyor daha çok kenetlenerek bunları vatan hainleri olarak tanımlamayı derinleştiriyor ve genişletiyor. Kin ve ön yargılarla birikmiş bilinçaltı refleksler bu beklentileri yapılan her şeyi karalama kadar götürüylor. Bunun için Cengiz Çandar, Suriye’de olan reformları duymuyor, bilmiyor görmüyor. Resmi gazetede yayınlanıp halkın kazanımları arasına katıldığını anlamak istemiyor. Bununla da kalmıyor, Suriye halkının kazandığı bu reformları kullanmasının önünü kesmek için Türkiyenin suriyeye müdahelesini kışkırtıyor, körüklüyor şovenlik yapıyor talancı güspçi geleneğini depreştiriyor.

“O rejimin doğası gereği “reforma gelmeyeceğini” gayet iyi biliyordum.” Diyerek Surniye’de resmişeşen şu reformları ge-örmek istemediğini cehaletiyle harmanlayarak ifede ediyor:

AF PAKETİ


5. Genel Af ( uyuşturucular, katiller, kadın tüccarları, gibi suçlar hariç) 7 Mart 2011
6. Devlete ait borçlar, vergiler, faturaların ödenmesindeki gecikmelerden doğan tüm faizlerin ilgası, Ücretler ve aylıkların %25 oranında artırılması 24 Mart 2011 Cumhur Başkanlığı kararnamesi
7. Genel siyasi af 31 Mayıs 2011
8. Genel siyasi af’a ek 20 Haziran 2011
9. Genel siyasi af 1 Kasım 2011 (Yasa dışı gösterilere katılan ancak eli kana bulaşmayan tüm siyasi tutuklulara af)
10. 4 Kasım 2011 İnsan katli ve kanlı işlere bulaşmamış olmak kaydıyla, kanunun diğer hallerde suç saydığı silah taşıma, satma, dağıtma, taşıma, satın alma ve satın alınması için maddi katkı yapan vb suçları işlemiş olsa da kendini ve silahını en yakın güvenlik kurumuna teslim etmesi halinde anında serbest bırakılacaktır. Bu karar genel bir af olarak işlem gerecektir.

REFORM PAKETİ
1. Kürtlerin vatandaşlık hakkı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi no:49 7 Nisan 2011
2.Sıkıyönetimin ilgası 21 Nisan 2011
3.DGM kaldırıldı 21 Nisan 2011
4. GÖSTERİ VE YÜRÜYÜŞLERİN DÜZENLENMESİ YASASI 21 Nisan 2011
5. PARTİLER YASASI ( 100 nolu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, 5 Ağustos 2011 Resmi gazetede yayınlanış tarihi)
6. SEÇİM KANUNU 4 Ağustos 2011 (Resmi gazetede yayınlanış tarihi)
7. MAHALLİ İDARE KANUNU ( 107 nolu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi 24 Ağustos 31 Temmuz 2011
8. BASIN YAYIN YASASI ( 108 nolu C.Başkanlığı kararnamesi. 28 Ağustos 2011)
9. Genel seçimlerin denetim ve izlenmesiyle ilgili bağımsız adli heyet kararnamesi ( 374 nolu kararname 28 Eylül 2011)
10. Anayasa oluşturma komisyonu (33 Nolu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, 29 kişilik heyeti Mazhar el Amberi başkanlığında. 4 ay içinde yeni anayasa oluşturulması)

Cengiz çandar okurunu aldatıyor. Gerçekten takip etmiyor kin gözlerini bürümüş bilse bile yalan söylüyor. Suriye reformları yaptı ama o ve sahipleri, BOP gütçleri Suriye halkının bu haklarını kolanmasının önünü kesmeye devam ediyor. Rahat bırakmıyor elikanlı şebekeleri silahlandırıp salıyor, gasp talan kıyım yürütüylor.
Sonra Erdoğan’a sitem ederek “Suriye'ye ilişkin düşünceleri değişen ben olmadım. İlişkilerini ve siyasetini değiştiren bizim hükümet oldu.” diyor.

Cengiz, bırak şu ali Cengiz oyununu. Ne sen değiştin nede başbakanın. Siz bayştan beri kin ve intikam üzerine kurulu, kan estekli ikiyüzül politkalarınızla Bölgede size biçilmiş rolü oynuyorsunuz. Pragamatizmin azizliği bu ise, evinizin camdan olduğunu öğrdrenin , bu gün komşuna yarın sezin başınıza yıkılacak her şey.

Suriye 40 yıldır bundan çok danha-ha acımlasiz baskılar altından çıktı. 20 yıldır doların fiatı değimeden ekonomisini dik tutu. Enküçük sbalantıda diz bağları çözülen, bir kaçparçaya bölünmek üzerei olan ve bu sorunlarını çözemenmenin sıkıntısıyla koıvranan siz siniz. Kendini tınamadan başkası için nasihatlar varmenin ayıbını da yapan sizisinz.

Suriye, bu sorunlarını aştıında yine bekleşyeceksiniz bu belli. Ama bu bekleyiz ezelden ebede kadar sizi esir edecek bekleyin….

Sonra Cengiz Çandar’la ilgili iki yazımı okuyun

1. “Cengiz Çanda’ın Bitmeyen Yalan Kurguları”
http://mirural.blogspot.com/2011/06/cangiz-candarin-bitmeyen-yalan.html
2. “Bölgemizin Cahili Bir Kirli Kalem”
http://mirural.blogspot.com/2011/05/cengiz-candar.html

19 Kasım 2011 Cumartesi

BOP UN BÜYÜK BALIĞI TÜRKİYE

Hasip Yiğitoğlu
19 Kasım 2011

Büyük balık Türkiye.BOP denkleminin son raundu Türkiye olabilir değil,olacak diyorum.Umarım yanılırım.
Umarım Ekonomik kriz derinleşerek küresel emperyalist sistemin paradigmasını değiştirmesine neden olacaktır.Bu durum küresel bir sürece yayılır ki,sosyo-ekonomik açıdan yeni bir dünya ya adımlar atılmış olacaktır.Belki sürecin beklentisi emperyal olmaktan çok adil demokratik,özgürlükçü,eşitlikçi bir dünya iklimine eğrilir.
Bu durumu anlamak kehanet değildir.40 yılı aşkın bir süredir diyalektik zihnimle, zaman içinde bazen aktif,bazen izleyici olarak siyaset öngörümle ,Türkiye siyasetinde U dönüşü yapmaması halinde ciddi bir savaş sürecine gireceğini tahmin ediyorum. Tahminlerimi doğrulayacak bir çok parametre olmasına karşın,sadece sıcak birkaç veri bu durumu izah etmeye yeterli olacaktır.
Veri 1,Suriye”de başlayan sürecin yalnızca Suriye”yi hedeflemediği bilinmeyen bir durum değildir.Hedef Suriye”nin yanında,Irak,İran,Lübnan ve Filistin.Zaten aklı selim herkesin hem fikir olduğu bir teoremdir.
Bu sıralama bitince ne olacak sorusu akla takılıyor.Hiç şüphe yok ki,içerdiği parametrelerden dolayı sırada Türkiye olacaktır.
Bir hatırlatma olarak,Türkiye “de Kürt sorunu,Alevi sorunu,Laik Sunni”lerin yaşam tarzı endişeleri sorunu,demokrasi sorunu gibi sorunlar bıçağın keskin ucu örneği Türkiye”nin boynunda duruyor.
Savaş durumunun bu parametreleri tetikleyerek yeni bir sürece neden olacağını tahmin etmek zor olmamalıdır..Bu süreci bölgenin diğer ülkelerinin benzer parametreleriyle harmanlanması kaçınılmaz olacaktır.Ortaya yeni bir parametrik durum çıkarak son derece tehlikeli ayrıştırıcı güç odaklarına dönüşecektir.Sonrasında da Türkiye bölünme sürecine adımlar atmış olacaktır.BOP denkleminin öngörü beklentisi karşılığını da bulmuş olacaktır.
Veri 2, Son günlerde İsrail”in Iran”a yönelik,İtalya kıyılarında yaptığı tatbikatlar ve Fransa”nın ABD “den aldığı referansla Türkiye”yi öne çıkartan tutumu Ortadoğu savaşının kapıya dayanması anlamındadır.Türkiye bu günkü görüntüsü ile bu duruma hazırlanmaktadır.Tarihinde bir ilk olarak komşu bir ülkenin iç işlerine bu derinlikte müdahale eden bir Türkiye ile karşı karşıyayız.Başbakanın dünkü konuşmasında ,Libya örneğinde olduğu gibi emperyal şer güçlerine Suriye”ye müdahale çağrısı bu durumu işaretlemektedir.
Başbakan”nın tepkisi anında karşılığını bulmuştur.Aynı gün Guardian gazetesinde Türkiye”nin bölgede artan önemini işleyen bir yazının çıkması tesadüf olmamalıdır.Gazete,Başbakan Erdoğan ile Dışişleri bakanı Davutoğlu”nun Esat sonrası hazırlıklarına vurgu yaparak,açıkça mezhep çatışmasına neden olabilecek tespitlerde bulunmuştur.
Ülkemizin etnik,inanç mozaik durumu dikkate alınırsa,bu sürecin bize sıçrama yapmayacağını beklememek saflık olacaktır.Toplumsal cinnete dönüşecek ayrıştırıcı bir süreci tetikleyeceği bile bile bu politikaların anlamı,yazımın başında belirttiğim gibi BÜYÜK BALIK olmaya davetiyeden başka bir anlamı olmamalıdır.
Gazete şöyle diyor;Türkiye çoğunluğu oluşturan SUNNİ nüfusuyla ülkelerinden usanmış Suriye”li SUNNİ vatandaşlarına ve diğer Arap Baharı ülkelerine model sunmaktadır.
Bu yayınların batı basınında giderek arttığı tesadüf olmayacağına göre ,ülkemizi bekleyen savaş tehlikesini anlamaya yeterli olmalıdır.Yani Türkiye savaşın başını çekiyor izlenimi verilmektedir. Müslüman Kardeşler örgütü liderinin aynı gün,Türkiye”ye Suriye”ye fiili müdahale çağrısı bu durumu izah etmeğe yetmektedir.
Veri 3;Amerika”nın Irak”tan 45 gün sonra çekilmesi üzerine Körfeze yaptığı askeri güç yığınağı,Washington şeytani düşünce çevrelerinin hararetle tırmandığı yeni tartışmalar dikkat çekici olmalıdır.
Esat iktidarda iken ve İran faktörü ortada dururken bu güçlerin, ABD Irak”tan nasıl çekilebilir tartışmaları başlı başına savaş işaretidir.
Batının acıması olmadığı gerçeği,durumu daha vahim kılmaktadır.Şii denklemi gibi bir beklentiyi ileri sürerek ,Suudi Arabistan ve Katar”ı devreye sokarak ,Türkiye”nin savaşın içine çekebileceği akılda olmalıdır.Türkiye Katar ve Suudi Arabistan ilişkilerinin derinliği bu sürecin önemli parametresidir.Sıcak para akışının bu ülkeler tarafında durdurulması tehdidi beklenmeyen bir durum değildir.
Bu verilerden anlaşılacağı gibi BOP sürecinin son hamleleri yaşandığı konusunda şüpheye yer kalmamıştır.
BOP konsepti öngörüsü içinde ülkemizi nasıl bir tehlike bekliyor sorusunun bilinen cevabı,Ortadoğu”nun etnik ve inanç temelde Emirlik ülkeler içinde açıkça belirtilmektedir.Bu anlamda Türkiye coğrafyasından birkaç ülke,toplumlar tarihi envanterinde tescil bulacaktır.
BOP hedefinde Türkiye sırasını bekliyor şimdi.

ERDOĞAN KİMİN TETİKÇİSİ


Hillary Clinton; "Suriye'ye baskı süreci, Arap Birliği ve Türkiye'nin öncülüğüyle yürütülmelidir” Bakan Clinton, Amerikan ABC televizyonuna verdiği mülakatta da bir soruyu yanıtlarken, ABD'nin Suriye ile bağlarının ve ticaretinin çok az olduğuna dikkati çekerek, "Suriyelilerin kulak vereceği bir ses olmadığımızın farkındayız. Dolayısıyla, Suriye'nin gözardı edemeyeceği, giderek büyüyen ve şu anda Arap Birliği ve Türkiye'den oluşan bir koronun çağrısında bulunduk" diye konuştu.


(http://www.haber3.com/clinton-turkiye-ve-arap-birligi-daha-etkili-1082047h.htm)

Mihrac Ural - 19 kasım 2011

“Suriye halkıyla dayanışma” adı altında birkaç hokkabaz bir araya gelmiş. Moderatör de Star gazetesi yazarlarından Mustafa Akyol. Konu Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi olayına gelip dayanmış. Osmanlı söz konusu edilerek 400 yıllık “şanlı tarih konuşulmuş. Muhalifte olsa, bu tarihi bilen Suriyeliler Osmanlı’yı sömürgeci barbar bir imparatorluk diye eleştirmiş ve Dış müdahalenin her türüne karşı halkın tepki göstereceğini dile getirmiş. Moderatör buna utanmadan itiraz etmiş “Osmanlı atalarımız sömürgeci değildi diye düşünüyoruz” demiş.

İşte bu akıl almaz aptalların, yayılmacı, müdahaleci, maceracı soytarıların it dalaşı üzerine bir açıklama yapma gereği duydum. Bu açıklamayı, Erdoğan’ın bu günkü yaptığı Suriye karşıtı açıklamaları yorumlayarak poylaşmak istedim.

ÖNCE KISA BİR TARİH

400 yıllık Osmanlı sömürgeciliği, Arap ülkelerine ve halkına kaba bir barbarlık olarak ikame edildi. Osmanlı göçebe toplum yapısıyla, uygarlıktan nasibini almamış, çadır kültürüyle, “kılıç hakkı” adı altında kıyım ve yıkım yaparak, gelişen Şam ülkeleri küçük sanayi çabalarını da işlevsiz kılarak, Arapları 400 yıl geri bıraktı. İstanbul’un fethi bile batıdan Hindistan’a giden ticaret yollarını kapattığı için tüm bölgede her türden yaşamsal gelişmeyi, kültür alışverişlerini yıktı. Batılılar da bu yüzden, girdikleri arayışlarla Amerika’yı fethetti, Umut Burnu’nu dolaşarak, Kafkaslar üzerinden inerek Hindistan’a ulaştı. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için Avrupa’nın 18.yy Aydınlanma çağına yükselişini ve sanayi devrimini hatırlamak yeterli olacaktı. Aynı kesitte Osmanlı, talan edeceği başka milletlerin topraklarına saldırıyor içte ise tüm halklara ve özeli olarak Türkmenlere ölüm yağdırıyordu. Üreten değil, gasp eden bir yapıydı. Bunu Atatürk şu sözlerle çok iyi özetler;

“Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Rumlar sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişlerdir. Bizim milletimiz de böyle fetihlerin akasından serserilik etmiş ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir. Bu böyle bir gerçektir ki, tarihin her devrinde ve dünyanın her yerinde aynen olagelmiştir.” (Aktaran, Cemal Kutay, Türkçe İbadet, s;154)
“Osmanoğulları, zorla Türk Ulusunun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk Ulusu bu saldırganlara, artık yeter diyerek ve bunlara karşı ayaklanarak egemenliğini eline almış bulunmaktadır.” (Nutuk.II, s:475)

Osmanlı budur: Bu aptal moderatör, Star gazetesi yazarı Mustafa Akyol, bunları bilmeyecek kadar cahildir.
Oysa 8. yy da başlayan Arap uygarlığının, Roma sonrası dünyanın en gelişmiş gerçek anlamda bir uygarlığı olarak yükselirken (bilim, sanat, kültür, yapı, ulaşım, cebir, müzik, edebiyat, iletişim, kimya, astronomi, tıp, sosyoloji, v.b bu gün bilinen tüm bilim dallarının ilk kuruluşunu yaparak) Osmanlı ilkelliği gelip yol kesti.

Tarihte uygarlıkları hep barbarlar yıkar, ama eskiden alır kendinden katar yeni uygarlıkla yola devam ederler. Osmanlı yıktı kendinde bir şey olmadığı için de olduğu yerde saydı. Daha ileri bir uygarlığa gidemedi. Çok övündükleri Mimar Sinan’ın eserleri, camiler bile nitelik değil nicelik bir adımdı; tümü eski kilise yöntemiyle ( teknik, mimari, harç oyma v.b) tekrardan başka bir şey değildi. Osmanlıya ait tek bir uygarlık belirtisi yoktur. Oysa yeni uygarlık yaşamın her alanındaki nitelik ilerlemedir, farklılaşmadır; bunu anlamak için şu basit örneği akılda tutmak yeter, kağnı arabası ortaçağ uygarlığıdır, motorlu araç batı uygarlığını temsil eder, dumanla haberleşme bir ortaçağ uygarlığıdır, Posta Telefon telgraf (PTT) bir batı uygarlığı haberleşmesidir, internet iletişimi ise batı uygarlığını aşmaya başlayan yeni bir uygarlık belirtisidir… birileri uygarlıktan söz ederse böylesine nitelik farkı ortaya koymalıdır. Osmanlı var olanın üzerine oturmuş bir barbarlıktır: bunun için tüm insanlık gelişti ilerledi o bir adım ileri gidemedi… Osmanlı, kuramadı sadece yakıp yıktı katletti; padişahlar bile çocuklarını kardeşlerini boğazlatmakla öğünüp durdu… İşte bu barbarlar ve onların doğal mirasçıları aynı akılla olaylara yaklaşıyorlar; istila, talan, gasp, arkadan hançerleme. “Yeni Osmanlı”cı Erdoğan’ın akıl parametreleri, bundan ibarettir. Bu akılla, Suriye’ye kurulan dostluk sahta bir dostluk olduğu anlaşılmıştır. Bu da uzun sürmeden maskelerin düşmesiyle ortaya çıkmıştır.

KENDİNİ BİLMEK

Bu gün 19 Kasım 2011 Cumartesi, soytarı başbakan Erdoğan yine köpürmüş Suriye üzerinde konuşmuş, “çok iyi dosttuk, kardeştik, ekonomik ilişkilerimiz de çok iyiydi, ama onlar sözümüzü dinlemediler” demiş. Evet, Suriye tam bir kardeşçe, tam bir dostça, tam bir eşitlerin paylaşımı çerçevesinde Türkiye’yle ilişki kurdu. Hiçbir art niyeti olmadın. Geçmişin sürtüşmelerini olgunca aşarak bunu yaptı. Suriye bunu yaparken Erdoğan, hangi haklı, henüz olaylar hiçbir gelişme eğilim göstermemişken, eli kanlı şebekeleri ülkesinde toplayıp onları organize eder, lojistik destek sunar, silahlandırır ve öbek öbek Suriye’ye salar. Gelişmeleri bilmeyen, saat saat kimin ne yaptığını bilmeyen, bu demagojiler içinde kafası karışır gerçeği anlayamaz. Belgeler, akıllar, izlemeler ciddi araştırmalar her şeyi açıkça ortaya koyuyor. Erdoğan, Suriye ilişkilerinde iki yüzlülük yaptı, bunu bilinçlice ve BOP eş başkanı yükümlülükleriyle yaptı. Eğri oturup düzgün konuşalım derler, soruyorum, Suriyeli mülteciler gündemde yokken, bir ay öncesinden çadır kentler neden kuruldu? Bunu bir akıllı açıklayabilir mi? Suriye’de yakalanın silahların %90 Türkiye menşeli olmasını açıklayabilir mi? Alman patentli MP 5 otomatik silahları bölgemizde sadece Türk polisi kullanır. Yüzlerce MP 5 kullanılmış silah Suriye’de eli kanlı Müslüman kardeşler örgütü şebekelerinin elinde bulunmasını izah edecek kimse var mı? Bu silahlar kullanılmış silahlar olduğuna göre, acaba Türkiye’de faili meçhul cinayetlerde kullanılan silahlar mıydı, bu şebekelere hediye edilerek bir şeyler mi örtülmek istenmiş? Türk malı Pompalı tüfeklerin on binlercesi Suriye’ye, bu şebekelere nasıl ulaştırıldı, kim sattı ? Komşumuzun gençliğini katledin, anaları ağlatın bu kana eli bulaşmış bir soytarı başbakanın insanlık adına konuşma hakkı var mıdır? Soruyorum… İnsanlık bu mudur?…

Erdoğan, “insanlıktan, dostluktan söz ediyor”, halkı aptal yerine koyuyor, Komşumuz Suriye’nin eli kanlı şebekelerine Antalya’da, İstanbul’da toplayıp, konferans yaptıran, iki ülke arasında onlarca suçlu iadesi anlaşmasına rağmen, Suriyeli asker kaçaklarını toplayın silahlandıran, sınırlarını açan, kardeş kanı akıtılsın diye azgın köpekler gibi salan kim? Bu şebekeleri Türkiye’de konuşlandıran, kamp açan, eğiten, basın açıklamalarıyla komşusuna tehdit yağdırtan kim? Bu vicdansızlık, bu hayasızlık açıkça yapılırken her gün askeri sivili katledilen Suriye’ye Erdoğan’ın söylediği sözler insanlıkla ilgili olabilir mi? Bu ölçekte iki yüzlülükle, Türkiye nereye gidebilir?

Kendi halkını her gün katleden, sınır ötesi operasyonlarla bombalayan, yüz binlerce insanı köyünden mezrasından göçe zorlayan, on binlerce sivil, aydın yazar, gazeteci dahil vatandaşını zindanlara dolduran, sadece iktidarı döneminde 7 000 bin vatandaşın katledilmesi nasıl izah edilebilir? Son 30 yıldı, 4 milyon kişi göçe zorlandı, 100 bin yaralı, 65 000 ölü, 17 000 faili on binlerce tutuklu, acı çekmeye ülkenin temel sorunu olarak duruyor.

Suriye’ye tarihte yapılan en kapsamlı en vicdansız ve bir o kadar ahlaksız arkadan vurma harekatının başında olan Erdoğan, kendi ülkesine dönüp bakmaz mı? Kendini tanımadan, başkasına ne yaptığını düşünmeden, “kardeşlikten, dostluktan, insanlıktan” söz etmek utanılacak bir şey değil mi?

Suriye, Türkiye’ye karşı hiç hata yapmadı. Suriye tarihi boyunca dostuna dost dedi, düşmanında düşman dedi. Boyun eğmedi. 50 yıldır İsrail’le süren mücadeledeki kararlılık, İran’la 40 yıldır süren dostluktaki kararlılığın ilkesiyle aynıdır. Bu, tutarlı olmaktır. Türkiye’nin bu akılsız yöneticilerle 10 ebedi komşusuyla on yıllık bir dostluk sürdüremedi. Bu akıl Osmanlı aklıdır, gasp ve talan aklıdır, dar çıkarcı, şoven, yayılmacı akıldır. Bu akıl, eşitliği sevmez, paylaşmayı bilmez, güç karşısında köle olur, zayıfın kanını emmeye çalışır. Kimliksizliktir bu, kendini bilmez densizliktir bu. Erdoğan işte tas tamam budur.

Ama bunun bir hesabı olacak. Bu gün değilse gelecek kuşaklar bunu hiç unutmayacak. 400 yıllık Osmanlı barbarlığı unutulmadığı gibi. Suriye bu zor koşullarından mutlaka çıkacaktır; Halkın iradesine rağmen komşularına ikiyüzlüce yaklaşanlar hak ettikleri cevabı alacaktır. Türkiye halkı bunu mutlaka başaracaktır da…

Yüzlerce kez yazdım, bu adamlar Suriye’yi bilmiyorlar. Suriye, siyasallaşmış uygar bir halkın yaşadığı coğrafyanın adıdır. Ülkesine yönelik ihanetlere karşı direnecek, bunu tarihsel deneyleriyle göstermiş bir halk bulunuyor. Bu halk, milyonları milyonlara katarak liderini, halkçı yönetimini desteklediğini her gün meydanlarda haykırıyor, kendi iradesini ortaya koyuyor. Hangi ahlaksız dış güç, hangi ikiyüzlü komşu bu bağımsız ve özgür iradeyi çiğneyerek, tehdit savurabilir ki? Kendini mahallenin namus bekçisi sananlar, öncelikle kendi halkına karşı işledikleri namussuzlukları temizlemeye baksınlar.

Dost olmak, birlikte kazanmak, barış içinde bir arada yaşamak varken, eli silahlı şebekeleri örgütleşip komşuya salmanın hesabını Erdoğan bir biçimde ödemeye mahkum olacaktır. Erdoğan, Amerika’nın, İsrail ve Arap Siyonistlerinin bölge üzerindeki planlarının basit bir tetikçisidir, satın alındığı gibi tüketilecektir buna mahkumdur. Geriye kalacak olan ise halkımıza bıraktığı kirli düşmanlıklar, acılar, anaların gözyaşı olacaktır. Halkımız bunu kabul etmesi mümkün değildir.

SONUÇ

Erdoğan yönetimi, kendi ulusuna bile saygılı değildir; Türk bayrağının ayaklar altına alınmasının da tek nedeni, bu ikiyüzlü ihanet zinciridir. Başka halkları iç savaşa sürmek, kardeşkanı akması için bir tarafı örgütlemek, anaları ağlatmanın vebali bu tepkilerin de sorumlusudur. Suriye halkı ise hala Türkiye halkını seven bir halktır. Bire bir biliyorum halk ile iktidarları birbirinden ayırarak tutum almasını bilecek kadar uygar ve düzeyli bir halktır: Bunu da her defasında tekrarla ifade etmiştir. Erdoğan’ın bu kaba ihanetinin etkisi ağır olmasını karşın bu ilkeli duruşundan vazgeçmemiştir. İşte bu gerçekleri yeni Osmanlıcıların b.ilmesi mümkün değildir. Bu, bir uygarlık olayıdır, bu orijinal olmaktır. Kimlik sahibi olmak ve bunun sorumluluğunu taşımaktır.-

Bu akıl karınlık Osmanlı aklıdır. Bu akıl I. Dünya savaşı macerasına götüren akıldır. Bu akıl Sevr’i çağıran akıldır. Bu akıl dün Sevr’i Lozan’la atlattığını sanan ama böyle devam ederse, arasa da Sevr’i bulamayacak akıldır. Dikkatinizi çekiyorum…

17 Kasım 2011 Perşembe

CHP DE DERSİM HEZAYANI VE SİSTEM ÜZERİNE

Hasip Yiğitoğlu
16 Kasım 2011

Son milletvekili seçimlerinde CHP”nin aday listesinin yayınlanmasından hemen sonra Hatay Denge gazetesine yazdığım makalede,CHP”de seçimden sonra istifaların olacağını belitmiştim.Hatta bu istifaların yeni siyasi partilerin oluşumuna neden olabilir demiştim.
Öngörüme göre gecikmeli başladı bu süreç.Gerçi seçim sonuçları henüz açıklanırken Baykal”ın Kurultayı seslendirmesi öngörümü doğrulamıştır.
Bu durumu anlamak için kehanet gerekmiyor.Bir paragrafla izah edilecek kadar basit.Milletvekili aday listesi,kelimenim tam anlamıyla,ne bulursan at sepete anlayışına uygun şekilde hazırlandığı ilk bakışta anlaşılıyordu.Diğer bir anlatımla Yamalı bohçayı andırıyordu.
Ergenekoncular,Kemalistler,Sosyal Demokratlar,Liberaller,Muhafazakarlar,Sosyalistler,Çevreciler,Özgürlükçüler.
Dünya görüşleri,siyasi beklentileri,öngörüleri birbiriyle zıt birçok unsuru bir araya getiren ve önceden planlandığı tartışma konusu olan Ne bulursan at sepete zihniyetli bir liste oluşturulmuş gördüğünüz gibi..Hatta Kılıçdaroğlu”nun genel başkanlığı bu planlamanın ilk adımı denebilir.
Yani istifaları ve bölünmeyi beklemek için kahin olmak gerekmiyor değil mi…
Yol ayırımına neden olabilecek çok parametreli ülkemizde bu unsurların ayrışmayacağını beklemek hayal olmalıdır zaten.
KCK,Ergenekon,Kürt sorunu,Alevi sorunu,Ekonomik beklentiler,Küresel öngörüler,Yeni Anayasa,Demokratikleşme,Sosyal parametreler,Gelir Adaleti,Fırsat eşitliği daha bir çok parametrik veri sayabiliriz.
Evet ayrışma başladı. Hem de CHP nin kuruluş felsefesi üzerinden.Bu durum çok önemsiyorum.Sistemi sorgulayacak en temel veri bu olmalıdır.Zira bu sistemin ruhu,iklimi CHP dir.
Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün”ün Dersim de yaşananların bir soy kırımı olduğunu va CHP”nin politik zihni refleksi anlamında açıklamaları, Cumhuriyet sistemini sorgulayıcı nitelikli olduğu kanaatindeyim..Bu veri CHP”nin kuruluş felsefesini tüm çıplaklığıyla izah etmeğe yeterli olmalıdır.Ortada bir soykırım var.Daha ötesi ne olabilir bu durumu izah için.
Gerçi bu süreç daha önce birkaç kez başlamıştı.Son olarak seçimlerin araya girmesiyle kesintiye uğradı.
CHP Milletvekili Onur Öymen”in Dersim katliamıyla ilgili insanlık etiği dışına taşan yorumları belleklerde olmalıdır.
Ama bu kez kesintiye uğramayacak gibi görünüyor bu süreç.
Uğramamalıda.
Toplum olarak bu şansa ihtiyacımız var.
Sistemin panorama kutusu açılabilir ve gerçekler ortaya çıkabilir.Böylece de kirli oyunların nedeni ayrıştırıcılığın esaretinden,toplumsal kurtuluşumuz olur belki.Kimin yerli kimin işgalci olduğu da daha iyi anlaşılır belki de.
Ayrıca Toplumsal geleceğimizin önünü açabilecek ve bir çok kirli düşünceler ifşa olabilir..Belki siyasi rafinerasyon sürecini başlatarak sistemin gerçek zihniyeti ve öngörüsü üzerindeki sis perdesi tamamen dağılacaktır.
Ve toplumun Karanlık tabularla nasıl ayrıştırıldığı su yüzüne çıkacaktır.
Hüseyin Aygün”nün açıklamaları üzerine Ergenekoncuların,ulusalcıların şahlanacağı bir bilinmeyen değildir.
Savunma istiyorlar şimdi.Efendim CHP nin resmi düşüncesi değilmiş Aygün”nün ifadeleri,açıklama istiyorlar Genel Başkandan.Galiba böyle olduğunu söyleyecek aklı yerinde kimse olmaz bu ülkede.
Karga kafalarıyla Dersim”i sıvayarak bir asır daha insanları oyalayacaklarını düşünüyorlar.
Kardeşi kardeşe kırdıran zihniyetlerinden utanacaklarına hesap istiyorlar.
Dersim”in hesabını verecek olanların kendileri olduğunu örtmeye çalışıyorlar.Ama nafile.Bir gün bu hesabı vereceklerdir.

SURİYE BERMUDA ÜÇGENİ GİBİ - DÜŞEN ZOR ÇIKAR

Hasip Yiğitoğlu
16 Kasım 2011
“Baltayı taşa vurmak,Dimyat”a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” gibi sıkça kullandığımız değimleri hatırlatan siyasi zihniyetli politikalarla karşı karşıyayız.
Kendi halkının çıkarları yerine başkalarının çıkarları uğruna kavga ediliyor ,savaş yapılıyor.
Başbakan,Dışişleri Bakanı,siyasilerin nerdeyse hepsi ülkeyi germenin yarışı içindeler.Hep kavga yaparak sorunları sıvamak istiyorlar..Sorunların çözüm yollarını tartışma yerine,toplumun hassas algıları üzerinde politika yapılıyor.
Zannedilmesin ki,bu ülkede herkes aptaldır.Kullanılan kavgacı argümanların arkasından ne geleceği,nelerin kurgulandığı bilinmiyor olmaktan çıkmıştır artık.
İçte ve dışta uygulanan politikaların öngörüsü sır değildir.Maalesef halkımızın değil,başkalarının beklentileri yönünde bir zihniyet algısıyla toplumsal geleceğimiz tehlikelere savruluyor.
Arka bahçe teoremi, Yeni Anayasa sürecini dondurmak,Suriye”ye müdahale gibi ilk akla gelenler.Her iki teorem de çılgınlık olacaktır.
Şimdi toplumun ciddi bir bölümünün kanaati,bu parlamento ve bu siyasi partiler zihniyetiyle Demokratik anayasa üretilemeyeceği yönündedir.
Hele,hele Parlamentoya hakim Yeni Osmanlılık zihniyetinin demokratik Anayasa üreteceğini düşünmek saflıktan başka ne olabilir….
Bu günlerde Sultan Abdülmecid”i anma toplantıları yapılarak Osmanlının ruhu diriltilmeye çalışılmaktadır. Seçilen 17 Kasım anma tarihi son derece manidardır.17 Kasım 1922 de,bildiğiniz gibi son Padişah Vahdettin”in İstanbul”u terk ediş tarihidir.
Konu Suriye”den açılmışken ve Suriye Arap Ligi ülkeleri arasında yaşanan kritik süreç üzerine birkaç şey söylemek lazım.
2 Kasım tarihinde Arap Birliği ile Suriye arası varılan mutabakat üzerine, ABD dışişleri sözcüsünün dünyanın gözü önünde Suriyeli muhaliflere, sakın silahlarınızı teslim etmeyiniz açıklamaları ve ülkemizin aldığı pozisyon yeni bir sürecin işaretlerini veriyor.
Bu açıklamalardan sonra,Türkiye”nin Suriye muhaliflerine verdiği desteğin insani olup olmayacağı konusunda endişe verici bir hal alacağını söylemek ne kadar yanlış olur.
Bu açıklama üzerine,anlaşmanın ertesi günü Suriye”de yaşanan çatışmalı süreç hız kazanmış ve Suriye Arap ligi arasında ilişkiler kopma noktasına gelmiştir.
Arap Birliğinin aldığı Suriye”ye yaptırım kararı üzerine halkın tepkisi kontrolden çıkarak Elçilik saldırılarına neden olmuştur.
Ülkemiz açısından,bu noktada yapılması gerekenlerin aksine,milyonlarla ifade edilen rejimi destekleyen halk tepkisini hiçe sayan bir refleks ile yangının üzerine benzinle giden bir anlayış ortaya konmuştur.
Sahaya inen haklın tepkileri üzerine,başta Mısır olmak üzere ağız değiştirildiği gözlenmiştir.
Bir başka tehlikeli süreç,tıpkı Libya işgal sürecinde olduğu gibi,Fransa ile yeni bir rekabet başlatıldığı izlenimi veriyor.Bildiğiniz gibi,Suriye muhalifleri yalnızca,Fransa ve Türkiye de konuşlanmışlardır.
Açık söylemek gerekirse balta taşa vuruluyor..
Suriye denkleminin içerdiği sırlar,Bermuda şeytan üçgeni misali,içene düşen zor çıkar.
Ortadoğu”nun siyasi ruhu,iklimi Suriye”dir.Tarih algısı olanlar bu durumu iyi bilmelidir.
Suriye”nin siyasi,askeri anlamda nizami olmayan farklılıkları vardır. İdeolojik duruşu,sosyo-politik refleksleri,tahmin edilmesi güç. Lübnan iç savaşında oynadığı rol hatırlarda olmalıdır.
ABD donanmasına yapılan intihar saldırısından sonra,ABD başta olmak üzere Fransa”nın ve diğer batılı şer odaklarının bir gece ansızın Lübnan”ı terk etmeleri ve Lübnan”ı Suriye”ye teslim etmeleri hiç akıllardan çıkartılmamalıdır.
Şimdi Suriye Lübnan”da yok.Ama Lübnan siyaseti Suriye endeksli olduğu hiç unutulmamalıdır.İsrail”in şeytani palanları bile bu gerçeği değiştirememiştir.
Arap birliği ülkelerinin yaptırımlarının Suriye açısından fazla anlam taşımayacağı daha ilk günden anlaşılmıştır.Hatta yukarıda belirttiğim gibi bu ülkelerin bir kısmının daha ilk günden ağız değiştirdikleri görülmüştür.Bu ülkelerin kendi halkları nezdinde itibarlı olduklarını söyleyecek bir Allahın kulu da bulunamaz zaten.
Bu durumun bilinmesine rağmen hükümetimizin Arap Birliğinden kaynaklı heyecanlarını anlamak gerçekten zordur.Hatta,liderlik hevesleri oldukça öne çıkmış görünmektedir.
Genel insanlık nezdinde önemsenmeyen bu köle zihniyetlilerden medet beklemek gerçekten Türkiye açısında kafa karıştırıcıdır.
Bunların arka bahçeleri kirlidir.İnsan hakları,hukuk,demokrasi gibi kavramlara karşı amansızca mücadele vermiş zihniyetli bu odaklarla aynı düzlemde içinde yürümek,nasıl bir durum,anlamak bayağı güç.
Tarihlerinin hiçbir döneminde halklarına karşı demokratik uygulamaları olmayan bu ülkelerin Liginde yer almak ne kadar akıllıca olur.
İddia ediyorum,özellikle de Suudi Arabistan ve Katar”dan yakın zamanda ülkemize karşı satış tepkileri gelecektir.Biraz öngörü biraz empati yapacak olursak bu durumu anlayabiliriz.Bu ülkelerin siyasi refleksleri emperyal şer odaklarına endekslenmiş çünkü.
Bir veri olarak,İran Türkiye ilişkileri bir adım daha ilerleyecek olursa,göreceksiniz ki, bu ülkeler U dönüşü yapacaklardır.
Dalgalanarak kabaran,gerginlik üreten çok şey var arka bahçelerinde bu ülkelerin.Bu ülkelerin Irak”ın işgalinde oynadıkları rol hatırlanmalıdır.
Irak”ta,on binlerce kadının ırzına geçen bu güçlerden medet umarak yaşayabilirler ancak.Milyonlarla ifade edilen babasız çocukların hallerine bakılmaksızın hemde.
Hem de,Bir milyon Müslüman insanın öldürülmesine rağmen.

15 Kasım 2011 Salı

AHMET KAYA ANISINA; ÖZLEDİK İKİ GÖZÜM


Paris Louver Müzesi Camlı Ehram sahası 1988 Ahmet Kaya –Mihrac Ural

Mihrac Ural

İki gözüm Ahmet Kaya anısına 16 Kasım 2011

2010 anmasında şunları yazmıştım; “Derler ki, Picasso Paris'e ilk ayak bastığında tren garında piştovunu çekerek üç el ateş eder ve "Parisss Parisss Parisss duy sesimi, ben geldim işte buradayım" diye bağırmaya başlar. Kimse umurunda değildi ve kimse de o mahşeri kalabalıkta bu haykırışla ilgilenmedi. Picasso, Paris gibi sanat merkezindeki değirmenlerin öğütücü etkinliğine karşı bir meydan okuyuş olarak ortaya bir tavır sergilemişti. Koyduğu bu tavrının hep arkasında da kalmıştı. Sonra ülkesini büyük elçi olarak temsil edecek ve dünyanın önünde saygıyla eğildiği resimlerin ressamı olacaktı.

Ben de, Ahmet Kaya yoldaşımın benzer bir haykırışına tanık oldum. Onu sizinle paylaşacağım.1992 Kasım ayının son günleri, Frankfurt’ta buluşuyorduk. Yıllardır kopmuş bir ilişkinin buluşmasıydı; özlemlerle dolu…

Şehrin merkezinde dört yol kavşağı ve insan selinin ortasında bir araya gelecektik. Saatler gelip çattığında bir anda birbirimizi karşımızda gördük ve bizi ayıran caddenin trafiğinin korkunç akışına bakmadan, Almanya'da olması asla düşünülmeyecek tarzda yolu keserek hızla birbirimize koştuk! Sarıldık sıkıca, sıvazladık sırtlarımızı etkince…

Ahmet aniden geri çekildi. Tedirgin oldum, nedir demeye kalmadan elini beline götürdü, şaşkınlığımı üstümden atamadan silahını çekti. Havaya doğru tuttu ve 14'lüsünün şarjörünü boşaltana kadar sıktı. Dehşete düşmüştük. Çevreden bize ne oluyoruz diye bakanlar az değildi. "İşte biz buradayız. Dünya alem sesimizi duysun biz buradayız direnmeye de devam edeceğiz" diye coşkuyla bağırdı. Aniden gerginliğim kayboldu. Picasso’yu hatırladım, Ahmet devrimciliğini, yoldaşlığını ve direncini haykırıyordu; tıpkı Picasso gibi.

Sonra hep bir aradaydık. Sürekli haberleşip buluşarak, okuduklarımızı tartışarak, gelecek siyasal yönelimler üzerinde sohbetler yaparak güçlenip derinleşen yoldaşlıkla yürüdük. O dostluğun erdemiydi, vefanın ikircimsiz algısıydı.

Bölge her alanda gergin bir süreçten geçiyordu. 1999’da interpolün kırmızı bültenle aradığını açıkladığı siyasiler aranmaya başladı. Bunun üzerine 1999 sonunda tutuklandım. Hiçbir gerekçe öne sürülmeden siyasi mülteci olan bir insan tutuklanıyordu. Bir yıl güneş yüzü görmeden, tuvaleti başucunda olan bir hücrede yattım. İki ülke arasında bozgunculuk yapmak gerekçesiyle zorunlu ikameti bu hücre olmuştu.

2000 Kasımının ilk haftasında serbest bırakıldım. Henüz evime yoldaşlarıma çocuklarıma yeni kavuşmuştum. Yer sofrasında yemek yiyordum. Telefon çaldı. İki gözüm Ahmet Kaya yoldaş hattın diğer ucunda, “geçmiş olsun” dileklerini iletiyordu. Uzaktan dostluk elini, ruhunu, nefesini iletiyordu.

Ben de iki gözüm Ahmet’i hiçbir yerde ve hiçbir zaman yalnız bırakmadım. O hala içimizde derinliklerimizde tüm canlılığıyla yaşamaya devam ediyor.”

Bu Gün 16 Kasım 2011 itibariyle Ahmet’i, çok daha fazla özlüyoruz. Bir yanımız eksik kalmış hallerdeyiz. O davudi sesiyle, inci gibi dizili güftelerin duygu seliyle, ülkemiz üzerinde yoğunlaşan karanlıkların, gericiliğin, ırkçı-milliyetçiliğin puslu havasında bir müzik pusulası gibiydi. Karanlıklar çöktükçe ona ihtiyacımız bir kat daha artıyor. 12 Eylül karanlıklarından çıkmışın yol haritasıydı; “Yorgun demokrat”ı söylerken hepimizin yüreklerin, akıllarına seslenmişti, “uyanın artık, susma zamanı bitti, yola koyulun…” bu çağrıyla bir dönemin karanlıklarından çıkılmaya çalışıldı. Yazımın başlığını, onun severek tekrar ettiği “iki güzüm” hitabını başlık yaptım. Evet özlemişiz Ahmet’i hem de çok….

Ahmet Kaya, sevinciyle tasasıyla bizden biriydi. Başına gelenlerin tümü de bununla ilgiliydi. Halk olması, halkının haklı davası için haykırmasıydı. Paris’te birlikte geçirdiğim o mitingli yürüyüşlü yıllarda, Demokrasi mücadelesindeki algımızın görevlerini eksiksiz yerine getirmeye çalıştık. Halkımızın hak ve talepleri için ileriye dönük planlarımız vardı. Bunun için özgün toplantılarda aldığımız kararlar vardı. Bunları da yeri geldikçe tek tek okurlarla paylaşacağım.

Bu yılın Ahmet Kaya anısına ilişkin yazımı, her defasında olduğu gibi, Gülten Kaya’nın onurlu ve dik duruşunu selamlayarak noktalayacağım. Gülten, Ahmet Kaya’yı her defasında yeniden bizlere, dinleyicilerine halkına kazandırmakla hepimiz adına bir çaba verdi. Bu yiğit kadının, kararlılıkla, zorluklara göğüs gere gere verdiği mücadeleyi selamlıyorum.

Gülten, bir kez daha her kahramanın arkasında dev bir kadın olduğunu gösterdi. Onu bu satırlardan bir kez daha selamlarım.

İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER’İN KİNLERLE ÖRÜLÜ CEHALETİ



244. DOSYA
İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER’İN
KİNLERLE ÖRÜLÜ CEHALETİ


Mihrac Ural
12 Kasım 2011

Önce son dönemde ortaya çıkan kimi konulara açıklık için kısa notlar aktarayım…

- İtirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın 3,5 yıldır adımı başlık yaparak yazdıkları karama yazılarının esiri olmaya devam ediyorlar. Onlara “sizi esir ettim” dedim anlamadılar. Tekrar diyorum, adımın geçmediği yazılarını okuyacak bir Allahın kulu bulamazlar. Mihrac Ural adı altında ezilmelerinin ve adıma esir olmalarının nedeni bu sonuçla belli olmuştur. Ben bu şebekenin yazdıklarını kin olarak görmüyorum. Bu bir iştir. MİT hesabına çark çevirmektir, Özel harp Dairesi çabasıdır. Ülkemiz farklılıklarının özgün örgütlenme ve özgür mücadelesi yükseldikçe bunun böyle devam etmesi normaldir; 3,5 yıl kesintisiz her gün tek bir isim üzerinden karalama yapmak başarılmamış karanlık amaçların, iflasın adıdır. Bu dağı iğnelerle yontmanın imkanı yoktur…

- Uzun süredir bu ikili şebekeye cevap vermiyorum. Herkesi kullanmakla övünen ancak kullanılan tek tarafın kendileri olduğunu unutan, itirafçı Engin Erkiner ve MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı belgeleriyle, kanıtlarıyla polis organizesi oluklarını kanıtladıktan sonra aynı şeyi tekrar etmenin bir gereği kalmadı. Onlar, önemsemediklerini iddia ettikleri bana karşın 3,5 yıldır ölüm kalım savaşı veriyorlar. Birileri, bu aptallara “iliklerinize kadar Mihrac Ural tedirginliği yaşamıyor olsaydınız, bu kadar önem verir miydiniz”, diye sormalı? Derim…

“Bir de Mihrac Ural’ın yazılarını okumuyoruz” demeleri var ya…
Yazılarım yaklaşık günü birlik makaleler halinde devam ediyor; ülke, bölge ve dünya olayları yorumu olan bu yazılar düşmanlarıma bile fayda verir okumaları çok normal, onun da ötesinde satır aralarında kirli amaçları için bulgular bile bulabilirler, okumaya devam…

Okumaya devam… Adımın geçmediği bir yazıyı kimse okumaz, kimsenin önemsemesi de mümkün değil. Cahilleri kim okur, yalancıları kim okur, ölü konuşturucularını, boyacıları, jokerleri kim okur. Hayatları boyunca bir tek siyasi yazı yazamamış bu muhbirleri kim okur?...

- Bu tartışmalarda el yazılı, altında imzaları olan resmi belgeleri ortaya biz koyduk; 1977-1984 dönemi İstanbul MİT Bölge Başkanı O. Nuri Öndeş’in anılarıyla da İbrahim Yalçın’ın kendi hakkındaki itiraflarını doğrulatarak, hukukun gerektirdiği tüm verilerle bir MİT ajanını deşifre etmiş olduk; Bundan da önemlisi Acilcilerin, açıklanan bu gerçekleri teslim ettiler. Türkiye devrimci hareketi tarihinde ilk kez bir MİT ajanını bu kadar açık delilleriyle gösterilmiş oldu. Bu kirli işlerde ortağının İtirafçı Engin Erkiner olduğu artık tartışma götürmez bir gerçek oldu; Buradan Malatya’da, İlkerlerin katledilmesini, Ankara bölgesi örgüt biriminin ölü ya da diri tasfiyesini ve İstanbul’un 19 Ağustos 1977’darbesiyle imha edilmesini anlamak güç değildir. Engin Erkiner ve İbrahim Yalçın MİT hesabına çalışan birer ajandır. Bu tescil edilmiş oldu;3,5 yıldır, Acilcilere karşı yürüttükleri karalama kampanyasının nedeni de budur.

- Adil Okay’ı hiç muhatap almak istemiyorum. Onu çok iyi tanıyorum, o da beni. Yazdığı kitapların neme nem olduğunu söylememe gerek yok. Belgeler Örgüt arşivinde, bir tarih belgelerle yazılır sallamalarla değil; savaştan ilk kaçanlar, bırakın savaşı anlatmayı, Filistin davasıyla ilgili bir tek günü bile anlatma hakkına sahip olamazlar. MİT ajanı malum şark dansözü kıvırmalarıyla, Beni Adil Okay’a, Adil Okay’ı bana karşı kışkırtma provokatörlüğünü anlıyorum. Onun işi bu. Adil Okay olayı benim için bitmiştir. Uyarımı baştan itibaren yaptım, yazmam gerekeni de yazarak noktayı koydum. Bundan sonrası, verili dengenin sürmesinden ibarettir. MİT ajanının Adil Okay adına, yazılı olmayan sözler aktarmasının ayak altı kiri kadar önemi yok. Bu ahlaksızın kurgularını artık herkes biliyor. Adil Okay’ın, MİT ajanının adına söylediklerini yazılı hale getirmedikçe benim için geçerliliği yoktur. Yazılı hale geldiğinde ise söyleyecek bir çift sözümüz olur.

Ama herkes bilsin ki, THKP-C (Acilciler) örgüt militanı olan biri, anı kitabı yazıyorsa bazı isimleri atlaması halinde yazdığının beş paralık değeri olmayacağını bilmelidir. İyi ya da kötü ya da bir biçimde, bazı isimlerin anılmaması halinde, o dönemin örgütsel hiçbir faaliyetin kararlarını kimin aldığı sorusuna cevap verilmemiş olur. En basitinden, örgütsel yazılı raporların ortaya koyacağı belgelerin de ifade ettiği gibi, Adil Okay’ın yaza yaza bitiremediği birkaç aylık Lübnan’daki Filistinli örgüt kamplarında kalışı dahil, bir yerden bir yere tayinini bile izah etmesi mümkün değildir: Bu kararlar benim bilgim, onayım olmadan olamazdı. Lübnan’dan Apar topar savaş çıkma arifesinde (1982 Haziran savaşı) Avrupa’ya kaçmak için sorun yaratma girişimlerini bir kenara bırakıyorum; bu dönemle ilgili gizlice yaptığı el yazımı tüm mektuplar örgüt arşivindedir. Yazdığı “Filistin Günlüğü” kitabının, başlığı dahil, anlatılan konularda akıl almaz yalan yanlışlara burada değinmeyeceğim. Zamanı gelecek ( Hangi Filistin’de olduğunu hala anlamış değiliz, söz konusu olan, Filistinlilerin, Lübnan kampları ise ayrı bir konudur. Burada soysuz cahil İtirafçı Enginin, Ali Yıldırım’ın “Deniz Gezmiş’in Günlüğü” başlıklı kitabına, yazarı dostum diye saldırmasını hatırlatmakta sakınca yok, Adil Okay’ın “Filistin Günlüğü” kitabındaki Filistin’in neresi olduğunu sorgulamamak kolay olmasa da ama tarih yazılınca, bunu adamın kursağından çıkarmak hiçte zor olmayacaktır)

Sadece Filistin günleri değil, Adana cezaevinden kaçış kararından, Suriye ve Lübnan alanındaki her türden konumlanışına kadar, örgütü bölmek için işlediği suçlardan dolayı yoldaşlar tarafından tutuklandığında, ölüm korkusuyla elimi öpüp “canimiz senin elinde ve sana inanıyoruz, sana güveniyoruz” diyene ve bir tutanakla başka örgüte ilticasının kabulüne onay vermeme kadarki tüm süreçlerin tek karar sahibini bu tarihte yok sayman sadece kendini yok saymaktır. Burada yazdığım her kelimenin kanıtı ve belgesi el yazılı tutanaklar, örgüt arşivinde durmaktadır.

Son olarak, bir kez daha açık söyleyeyim; Ali Çakmaklı, Ahmet Çolak ve Müntecep Kesici olayını Mihrac Ural’dan çok daha iyi bilen Adil Okay’dır. Kendi adıma yapmam gereken açıklamaları uzun uzun yaptım. Örgüt adına herkese meydan okuyarak üstlenmem gerekeni üstlendim. Adil Okay, gelsin tersini söylesin, alnını karışlarım. Benim bilmediğim şeyi ise, o çok iyi biliyor. Bunun ne olduğunu el yazılı itiraflarında açıkça söyledi.

Bunun ötesi ise, bu satırları okuyan MİT ajanı İbrahim Yalçın’ın uygun bir provokatör senaryosuyla tamamlanır, Hadi bakayım iş başına….

Küçük bir not daha, yayınlamadım çünkü etik görmedim, ne olursa olsun yayınlamayacağım da (kimse çıkıp şantaj demesin); o da, Adil Okay’ın el yazılı mektuplarındaki şahıslar hakkındaki dedikodularıdır. (özellikle “Yoldaş Cemal,…” diye başlayıp “Yeni adresim: mr. OKAY FOYER ALST (Chamber No:910) 29 Rue des Raguenets 95210 SAİNT GRATİEN / FRANCE” diye biten mektuplar)

- Hasan Balcı. 600 sayfa yazıştık. Ben bu yazışmada geçen her cümlemin arkasındayım. Sadece bu yazışmada değil, bin bir isimle bana yazanlara karşı bile her yerde açıkça yazdığım her cümlenin arkasındayım. İmzamın altında olduğu, basılı yayınımız olan ATAK Dergisi ve internet yayını sitesi, AYRI VARLIK blogu (http://mirural.blogspot.com/), Facebook sayfam, Diyarbakır grup, Gomanweb vb grup ve sitelerde süreklilik arz eden altında imzamın olduğu yazılar beni siyasal olduğu kadar her yönümle tanımlar. Uyduruk yazılar, alıntısız imalar, tırnak içinde olmayan aktarmalar ise sahiplerine iadeli olarak teslim edilir. Bu algıyla Hasan Balcı’yla yazıştım. Karşımdakinin niyetini, amacını, çıkaracağı sonuçları hiç hesaba katmadım. Buna tenezzül etmedim. Benim açımdan dostluk bitince de yazışma bitmiş olur. Bunu yaptım. Bu duruş benim için ebede kadar bir duruştur. Hasan Balcı’yla ebede kadar işim yok, olmayacak da. Sanırım tutarlılık açısından onu da öyle düşünüyor olması gerek.

Hayatım boyunca kanıtı, belgesi olmadan kimseyi suçlamadım. İtirafçıyı ve MİT ajanını suçladığımda hiçbir araştırmaya gerek duymadım. Sadece kendilerini nasıl tanımlamışlarsa kendi el yazılı belge ve itirafnamelerinden aktardım. Bu şebekeyi tanımladıktan sonra, onlara hep o adla hitap ettim. Hiçbir neden hiçbir güç bu tanımlamayı iki de bir değiştirmeme neden olamadı. “Aptal”a aptallığını kendi dilinden aktardım, “Joker”e de “Boyacı”ya da aynı şekilde isim verdim. İti, köpeği, kendine layık gördüğü isimle çağırdım. Bu tartışmanın tüm yazıları belge olarak ortadadır, yalan, abartma, ihbar, uydurma, yalancı tanıklık, ölü konuşturuculuğu, çirkef bataklığı sadece ve sadece bu ikili şebeke ve çevrelerindeki ahlaksızlara aittir. Sahibi varken köpekleri hiç muhatap almadım. Hasan Balcı’nın bu köpeklere saldırısını ise hiçbir biçimde fırsat olarak görmedim görmeyeceğim de. Mihrac Ural budur.

Hasan Balcı’nın aleyhimde yazdığı çok şey oldu. Cevabımı verdim noktamı koydum. Dostluk kıstasım farklı, ben olaylara sadece sınıf ve siyasi açıdan bakmam. İnsanı açılar benim için sınıf bakışından da inanç açısından çok daha önemlidir. Sınıf algımı binlerce sayfayla dile getirdim yeri burası değil. Devrimciliğim, sistem içine mahkum olan sınıf mücadelesi adlı reformist mücadeleden gelmez. Devrimciliğim, tarihsel bir algıyla, uygarlıktan uygarlığa geçiş olarak tanımlanır. Bunun için insan öğesi, sınıf öğesinden çok daha önem taşır. Sınıf algısı dardır insan algısı geniştir. İnsan algısı ise aynı yönelimin kültürel algılarıyla saflaşır. Bu yüzden kültür buluşmasını sağlayamayanlarla dost olmam, başladığı gibi mutlaka bir sürtüşmede kırılıp biter: hasan balcıyla olan da tamamen budur.

Sonuçta, benim eleştirilerim bire bir kaynak oldu. Bu normal çünkü belge tutkunu olduğu iddiasında olan Hasan Balcı bu hengamede bulduğu temel belgeler benim sunduğum belgelerdir. Bu bile, beni hiç ilgilendirmiyor. Birine itirafçı dediğimde bunu kanıtlarla söylerim, bu nedenle üç yazıda itirafçı beşincisinde bu sıfatını kaldırıp atmam. Bu tutarlılık açısından da güvenilir olma açısından da önemlidir. Dolaysıyla hiçbir zikzag, hiçbir tutum beni ne uzaktan ne yakından ilgilendirmiyor. Bu tutumum aynı davadan yargılanıp yargılanmamamla ilgili değildir. yüzlerce sayfadan oluşa, ayrıntılı tuttuğum not ve belgelerden oluşan veriler, tek tek her kişiyle aramdaki tarihin kanıtları olacaktır.

Gerçekleri kim hangi gözlükle görürse görsün, bu onu ilgilendirir. Sonuçta haklı görülüp görülmemenin de bir önemi yoktur. Benim dostluğum hiçbir ikircimlik olmadan başlar ve öyle biter. İkili yazışmalar sadece aynı kişilerin onayıyla herkese açık olur; bu yazışmalardan tek taraflı aktarımlar ise diğeri aleyhinde kullanılır olamaz. Tersi ise ahlaksızlık olur. Bu ahlaksızlığı yapanlar, ikili şebekedir. Elma şekerinin sapı, her defasında olduğu gibi, kendilerine batmıştır. Dost oldukları sürede yaptıkları gizli yazışmaları çarşaf çarşaf ilan etmeleri ise suratlarına tükürülmeyi hak eder. Onlar bu açıklamalarla vermek istedikleri tiyolara, ben ve benim düşünce yoldaşlarım, yani Acilcileri hiç etkilemez. Bu ahlaksızların yaptıkları ifşaatlar( kimi yazışmalarımı Hasan Balcın’ın onlara verip vermemesi gibi aptalca tiyolar) sadece ahlaksızlıklarına bir veri olur. Bu işin uzmanı MİT ajanı İbrahim yalçın her zamanki gibi işini yapmış oluyor. İtirafçıda tartışmada her şey mubah diye ondan geri kalmıyor…Şimdi hnerkes eğri oturup düzgün düşünsün, ve kendi kendine “bu şebeke, neden 30 yıl sonra Acilcilere karalama yapmaya başladıklar” diye sorsun. Acilcilere duydukları kini burada anlamak zor değil. Mihrac Ural ve yoldaşları böylesi çirkin işlere asla tenezzül etmeyecektir.

Kin ya da karanlık bağlantılı işleri olmayanlar, tartışmalar belli bir doyuma ulaşınca, anlamsız tekrarlara iltica etmez. Herkes kendi kanaatlerini muhafaza ederek, nokta koyar. Hasan Balcı’yla olun durumumuz bu oldu. En azından benim için durum buydu.

İlişkilerinde insan kullananlar, bu ikili şebekenin yaptığı gibi bunu itiraf etmekte gecikmiyorlar. İşin traji-komik yanı ise, MİT’in kullandığı kişi olmalarıdır. Elma şekeri mi? Sapı mı? her ne ise, insan ilişkisindeki ahlaksızlık, mide bulandıran tutumlar, cevapsız kalmamaktadır. Aldıkları cevapların şamarları altında içine düştükleri şaşkınlık ise benzerlerine örnek olsun diyorum.


İTİRAÇI ENGİN ERKİNER’E GELİNCE


İtirafçı Engin Erkiner bir kez daha Suriye’ye kin kusmuş. Ülkemiz solunda böylesi bir kinle yazı yazına rastlamak çok güç; Negahan Alçı bile bu kadar değil…
Bölge hakkında zerre kadar bilgisi olmayan bu cahil itirafçının, Suriye düşmanlığı malumdur. Çünkü o Mihrac Ural’a düşmandır. Mihrac Ural’ın Suriye’ye yönelik emperyalist askeri saldırı karşısında şiddetle durduğunu bilmektedir. Tarafa olduğunu da açıkça da yazmıştır. Bu nedenle İtirafçı Enginin Suriye düşmanı olmasının nedenini anlamak güç değildir. Çünkü Mihrac Ural, bu ahlaksızın bir polis işbirlikçisi itirafçı olduğunu belgeleriyle ortaya koymuştur.

İtirafçı gelenek haline getirdiği herkese saldırma abesini, bu kez Suriye’ye gelen CHP heyetlerine, farklı devrimci etkinliklerine ve temsilcilerine karşıda tekrar etmektedir. Suriye’ye desteğin dünyanın gerçek tüm devrimci güçleri tarafından yoğunlaşarak ortaya konduğu bir dönemde, bu tür cahillerin iç dünyalarındaki kini kusmaları normaldir. Devrimcileri doğruları arkasında durmalarından dolayı Muhabarat ya da “Muhabarat ağızlı” diye suçlamaları bu kinle alakalıdır. Tüm itirafçıların ikiyüzlü olduklarını ve birbirlerine benzediklerini hatırlatmakla yetineceğim.

Bu güne kadar siyasi diye yazdığı hiçbir yazısı kendi soyutlamalarına ait olmayan bu cahilin, medya bilgisiyle kaleme aldığı yazıların, doğal olarak uluslararası medyanın Suriye düşmanlığıyla kesişmesini anlamak zor değildir. Bu türlerin itirafçılığı bir yana, Siyonist solcular olarak da tanımlanması gerektiğini sık sık yazdım. Ak denizden Kafkaslara kadar uzanan bu bölgenin enerji yollarını güvence altına almak, nüfus alanı haline getirmek için ABD ve İsrail’in çılgın çabalarını dünyada bilmeyen kalmamıştır. Rus, Çin ve Hindistan’ın yükselen bir güç olarak Ak denize, yani sıcak denizlere ulaşmasını istemeyen ABD-İsrail ve ortakları, İran ve Suriye’yi mutlaka çökertilmesi gereken engel olarak görmektedirler. Bölgenin kilit taşı olarak Suriye’nin bir an önce diz çökmesi en azından bir ilk adım olarak ısrarla istenmektedir. Son olarak ABD kongresinde konuşan, ABD Dış İşleri Bakanlığı bölgeden sorumlu diplomatı (eski Lübnan büyükelçisi ve Lübnan’daki tüm kirli işlerin baş sorumlusu) Jeffery Feltman konuyu bir cümleyle özetledi; “Amerika’nın bölgedeki çıkarları için Suriye’de Esad yönetiminin çökmesi gereklidir” .

Bütün itirafçılar herkese kin tutar, ezilmişliklerini örtmek için herkesi eleştirip, küçümsemeye çalışırlar. Bu bir psikolojik vakadır, doktor ya da klinik destek gerektirir. Ancak yüz binlerce insanın katledilmesini arzulayacak kadar kin taşıyanı tedavi için, klinik destek de yeterli olmaz.

Mihrac Ural’ın yazdıkları karşısında şamar oğlanına dönen bu aptalın şaşkınlığını normal görüyorum. Bu ara, “kullandık” dedikleri birinden şamar üzerine yedikleri şamalarla, bir tepsi dolusu elma şekerini sapıyla yuttukları görülmektedir.

Bunak adam buna rağmen Suriye denince, akan sular duruyor, kin ve intikam kusuyor. Ortağı MİT ajanı İbrahim Yalçın ise bu konuda her zamanki sinsiliğini göstermekten geri kalmıyor; ortağına destek için ucunda dokundurmakla, bir ayağı karada bir ayağı derede dokundurmalar yapıyor. Adam sinsi yılın ya, işini biliyor.

Suriye halkçı yönetimiyle milyonları milyonlara katarak meydanları dolduran halkıyla bu karşı devrimi yenilgiye uğratacağı kesindir. Bu yenilgi, bölge halklarına düşman olanların yenilgisi olacaktır. İtirafçının yüzüne her defasında tükürdüğüm gibi, bir kez daha Suriye’nin onurlu halkı adına da tükürüyorum. Bu ahlaksız söylediklerinin arkasında durmasını bilmeyecek kadar da erdemsizdir; gitsin Erdoğan’ın beslediği eli kanlı Müslüman Kardeşler Örgütü şebekesi komutanının emir eri olsun. Suriye halkına karşı şanlı ordusuyla birlikte savaşsın. Mihrac Ural böylesi bir savaşta, düşüncesini paylaşan yoldaşlarıyla birlikte emperyalist saldırılara karşı savaşacaktır. 1980’de Türkiye ve Kürt devrimcileriyle omuz omuza, bu gerici hamleye karşı savaştığı gibi (Detayları, konuyla ilgili yazdığımda vereceğim).

Bu yanıyla Mihrac Ural kendi içinde tutarlılığını sürdürüyor. 1980’de de bu gün de savaşın ön cephesinde yerini alıyor. Ya sen aşağılık itirafçı, cahil soytarı, pis adam, kendi doğrularının arkasında durup, olası bir savaşta Suriye’ye saldıracak emperyalist gücün gurkası olacak mısın? Belki bu savaşın bir cephesinde, Mihrac Ural’la yüz yüzse gelirsin, ortağın MİT ajanı İbrahim Yalçın’ı da birlikte getirmeni tavsiye ederim….