HER FIRSATTA DEVLETİMİZİ TEHTİD EDEN MİHRAC URAL HACKED ! BİZ GELDİK ! KEREM ŞAH NOYAN & ZENCİ MUSA


ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

ÜÇ HARFLİLER GELDİ !

Mihrac Ural’la BBC’nin yaptığı röportaj;

http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/09/120907_mihrac_ural_int.shtml

“Suriye'de isyancılara karşı savaşan Türkiyeliler”

Mahmut Hamsici

BBC Türkçe

Suriye'de yaşanan gelişmelerin, önemli oranda Arap nüfusa sahip Hatay ve çevresindeki yansımaları son dönemde Türkiye basınında geniş yer buldu.

Bazı basın organları yerel halkın, Beşar Esad yönetimi karşıtı isyancıların Hatay'daki varlığından rahatsız olmasını öne çıkarırken bazılarıysa ortada bir rahatsızlığın değil, Esad yanlılarının kışkırtmalarının olduğunu öne sürdü.

Hatay'da son dönemde gerçekleştirilen iki önemli etkinlik de farklı basın organları tarafından bu iki farklı tavır doğrultusunda değerlendirildi.

25-26 Ağustos'ta Hatay'a bağlı Yeşilpınar Belediyesi tarafından düzenlenen 'Barışa Çığlık' etkinliğiyle, 1 Eylül'deki barış mitingini, kimi basın organları Suriye'deki savaşa tepki olarak kamuoyuna yansıtırken kimileriyse provokasyon olarak aktardı.

Yeni Şafak ve Sabah onu manşetlerine taşımıştı

Bu ikinci kesimdeki basın oranlarından Yeni Şafak ve Sabah gazeteleri, manşetten verdikleri haberlerde 'bu provokasyonları THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) Acilciler örgütünün lideri Mihraç Ural yürütüyor' iddiasında bulundu.

Bu haberler Hatay’da Suriyeli muhaliflerin sokaklarda karşılıklar çıkardığı ve halın da bundan tedirgin olduğu yönündeki haberlerle, içinde muhaliflere silahlı eğitim verildiği iddia edilen Apaydınlar kampıyla ilgili olarak Türkiye basınında yayımlanan haberleri takiben yayımlandı.

BBC Türkçe'nin Suriye üzerinden telefonla ulaştığı Mihraç Ural, hakkındaki suçlamaları yanıtlamanın yanısıra kendisinin aktif olarak yer aldığını söylediği çatışma alanına ilişkin gözlemlerini ve içinde yer aldığı yeni örgütü Mukaveme Suriye'yi anlattı.

'Lazkiye'deyim, 32 yıldır Hatay'a gelmedim'

Ural, Alevileri kışkırttığı ve Hatay'a gelip gittiği iddialarını yalanlarken, 'Lazkiye'de olduğunu', 32 yıldır da Hatay'a ayak basmadığını, Türkiye'ye dönmek istediğini, ancak hakkındaki soruşturmaların zamanaşımından düşmesini önlemek için sürekli davalar açıldığı için dönemediğini belirtiyor.

Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat'a yakın olduğu iddialarını da reddeden Ural, "Tam tersine Suriye zaman zaman bize baskı yaptı, 'Türkiye bizim komşumuz, bu topraklardan Suriye'ye zarar veremezsiniz' dedi. Ve biz sorumluluklarımızı üstlenmek için zaman zaman Suriye'nin dış politikasını zorlayan işlere kalkıştık çünkü halkımızı yalnız bırakmayacaktık" diyor.

Ural, Suriye'de rejimin sıkı bir savunucusu izlenimi verdiği konusunda ise, durumun pek de göründüğü gibi olmadığını söylüyor.

Anlattıklarına göre, Suriye kendisini dört kez tutuklamış.

1999'da Öcalan Suriye'yi terkettikten sonra Türkiye'nin talebi üzerine tutuklandıktan sonra bir yıl hücrede kaldığını söylüyor.

2000'de hücreden çıkttığını ama "Türkiye'yle biz bugün dostuz. Artık Türkiye'ye karşı topraklarımızdan herhangi bir yanlış istemiyoruz" uyarısına maruz kaldığını anlatıyor.

'Apo'yla 19 yıl birlikte yaşadım'

Öcalan'la yakın bağına ilişkin haberler, Ural'ın yalanlamadığı iddialardan.

"Apo'yla 19 yıl boyunca Suriye'de birlikte yaşadım'' diyor Öcalan için ve ''Aynı sofrada yedik, aynı evde yatıp kalktık. Dünyada tanıdığım en az milliyetçi olan adamıdır'' diye kendisinden bahsediyor, 'bölücü' olmadığını savunuyor Öcalan'ın.

Bölünme konusu, başka bir bağlamda, ama bu kez de Nusayrileri hedef alan bir suçlamayla gündeme gelmişti.

'Alevi devleti iddiası cahillik'

AKP Gaziantep milletvekillerinden Şamil Tayyar, Hatay ve civarında Suriye'ye olası müdahaleye karşı çıkanları ve bu yöndeki protesto gösterilerini Nusayri devleti kurma planlarının bir parçası olarak nitelemişti.

Ural, iddiayı en basit ifadeyle coğrafya ve kültür bilmemek olarak değerlendiriyor ve "Bunu iddia etmek cahilliktir. Asi nehrinin geçtiği bütün ova, Sünni ovasıdır. Aleviler dağdan itibaren sahile doğru uzanırlar. Alevilerin dağın alt kısımlarıyla bir ilgileri yok, bağlantıları yok. Dünyada en son olarak devlet kurmak isteyecek birileri olursa onlar da Alevilerdir. Alevilikte şeriatçılık yoktur. Alevilik insan merkezli evrimci bir inanç topluluğudur. Şeriat ne anlama gelir? Kanun yapmak, yani anayasa... Peki yeryüzünde bir akıllı var mıdır ki şeriat yapınca savcı, kolluk kuvveti cezaevi olmadan yönetebilsin? Oysa Alevi'nin böyle bir derdi yok. Alevi'nin derdi Tanrısına, insana hürmet etmektir, saygı göstermektir. Böylesine Sünni bir şeriat algısı olmayanbir topluluğun devlet kurma iddiası olamaz'' görüşünü dile getiriyor.

'THKP-C Acilciler örgütünün genel sekreteriyim'

THKP-CAcilciler, Mahir Çayan ve arkadaşlarının kurduğu THKP-C örgütünün, hemen hemen tüm liderlerinin 1972’de Kızıldere olayında öldürülmesini takip eden yıllarda bu hareketi izleyerek kurulan örgütlerden biriydi.

Silahlı mücadeleyi benimseyen örgüt, çıkışında yayımladığı ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ broşürü nedeniyle THKP-C Acilciler adıyla anıldı.

Ural, Türkiye'de bazı yayın organlarında gündeme getirilen ‘Acilciler’ bağını inkar etmiyor.

1986'da örgütün genel sekreterliğine getirildiğini, Soğuk Savaş’ın bitimine paralel bir şekilde siyasi evrilmenin yaşandığını anlatıyor.

''Bu siyasi evrimin sonucunda Acilciler örgütü barışçı, demokratik mücadeleyi esas alan bir yol izlemeye çalıştı. 22 yıldır Acilciler örgütü, dünyanın hiçbir yerinde ve ülkemizde kayıtsız, şartsız bir biçimde herhangi bir silahlı mücadeleye girişmedi. Ama halkımızın haklaı için hukuk çerçevesinde, bir demokrasi, hukuk, insan hakları mücadelesi yürütmektedir" görüşlerini savunuyor Ural.

'Mukaveme Suriye' sınırdan sızmalara karşı mücadele ediyor'

Ural, Suriye'de şu anda faaliyette bulunan örgütün ise Acilciler olmadığını, 'yeni bir direniş hareketi' olduğunu kaydediyor.

Mukaveme Suriye'’ adlı hareketin kurucuları arasında Türkiyelilerin de bulunduğunu vurgulayan Ural, örgütün özellikle ‘Türkiye'den ayrıldıktan sonra bölgede giden ve geri dönemeyen Türkiyeli devrimcilerin öncülüğünde’ kurulduğunu aktarıyor.

''Türkiyeli Kürt, Suriyeli Kürt, Türkiyeli Sünni, Suriyeli Sünni, Türkiyeli Şii, Suriyeli Şii, Türkiyeli Arap, Suriyeli Arap hepimiz elbirliğiyle Mukaveme Suriye'yi inşa ettik."

Ural'ın anlatımlarına göre, hareket Suriye'nin içişlerine karışmıyor, muhalefetle de sorunları yok, ama vatansever oldukları sürece.

Örgütün sınırdan sızdırıldığını iddia ettiği yabancılara ve kendi ifadesiyle 'vatan hainlerine' karşı bir mücadele çizgisine sahip olduğunu belirtip hareketin başında kendisinin de bulunduğunu vurgularken, ''Mihraç Ural'ın başında bulunduğu Mukaveme Suriye'nin savaşı bütün bölge halkı adına bir savaştır. Şu anda sadece sınır bölgelerinde faaliyetteyiz" diyor.

'Adana, Hatay ve Mersin'den gençler savaşmak için Suriye'ye gelmek istiyor'

Ural'ın bir iddiası da, Adana'da Nusayri nüfusun yoğun olduğu Adana, Hatay ve Mersin'den gençlerin bölgeye savaşmak için gitmeye çalıştıkları.

Bu iddiayı bağımsız kaynaklarca doğrulamak mümkün değil.

Ural, bu gençleri geri çevirdiklerini belirterek, şu görüşleri dile getiriyor: "Biz böyle bir çağrı yapmadık. Gelip katılmak isteyen binler var. Bölgemizin sınırları suni sınırlarla birbirinden ayrılmıştır. Bu harita gerçekçi bir harita değildir. Bu haritanın yaşaması mümkün değildir. Biz hiç kimseye herhangi bir çağrı yapmadık. Gelmek isteyenler sürekli heyetler göndererek yanımıza gelerek gelmek istediklerini belirtiyorlar. Adana, Mersin, Hatay yörelerinden gençler arasında çok yoğun bir talep var. Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve İsveç'ten buraya gelmek için çok yoğun bir talep var. Yoğun olarak Arap Alevileri gelmek istiyor, ama sadece onlar değil. Biz buna şu anda olumlu yanıt vermiyoruz. Suriye halkı kendi gücüyle zafer kazanacaktır. Onlara bulunduğunuz ülkelerde Suriye dostları olarak etkinliklere katılmanız yeterlidir diyoruz."

'Esad yönetimiyle resmi ilişkimiz yok'

Ural, örgütün Esad yönetimiyle ilişkisine ilişkin iddialarıysa yalanlıyor.

Ancak, örgüt üyelerinin arkasında Beşar Esad posterleriyle çekilmiş görüntüleri hatırlatıldığında ise ''Biz burada tamamen halk komiteleri olarak varız. Bu, emperyalizme karşı tavır alma refleksiyle ortaya çıkmış bir siyasi yapıdır ve bu siyasi yapı çok geniş bir çevrede onay göremeye başladı. Ve devletin bize zaman zaman burada bunu yapın, şurada şunu yapmayın gibi müdahalelerine karşı tavır aldığımızda halk da bizim yanımızda oldu. Şu 2000'e yakın militanımız var. Bu örgüt, İdlib'in ilçesi olan Serkin'den, Kesab'ın en uç noktasına kadar bu sınır boyundaki sızmalara karşı savunma hareketi olarak yerini almaktadır" görüşünü savunuyor.


YALAN ADILI TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

YALAN ADILI  TANRIYA TAPAN BASIN BUDUR

MİHRAC URAL'I HEDEF ALMIŞLAR...

Mihrac Ural - 31 Ağustos 2012 / Cuma - Lazkiye.

Siyasal mücadelem boyunca haksızlığa uğradım, yalan ve kurguların saldırısına maruz kaldım. Bu gün aynı senaryolar devam ediyor. Bu ahlaksız basın her zaman yalanların kurgu ve abartmaların basını provokasyonların basını oldu. Bunun için şaşırmadım. Ahlaksızlık üzerine kurulu bir basın başka bir şeyi başarması mümkün değil. Bu basın yalan adlı bir tanrıya tapıyor dini inançlarının esası budur. Bu açıdan hesap verecekleri merciinin sırat köprüsündeki kararına güveniyorlar. Oysa yeryüzünü ve göklerin gerçek kutsal güçleri, bunların tanrılarıyla savaş halindedir ve insanlığı barışı için inanç gücünü destekliyor. Yalan tanrılarının köleleri evveli yalan ahiri yalan bir bataklıkta gerçekleri çarpıtma abesiyle uğraşıyor.

YENİ ŞAFAK her zaman olduğu gibi karanlıkların basınıdır. ilkelliğin, gericiliğin insan haysiyeti ve onurunun karşısında olandır. Adımı sütunlarında konu ederken herkesin bildiği ya da kolayca öğrenebileceği gerçekleri bile pervasızca çarpıtmaktan çekinmiyor;

1)-Suriye'de Lazkiye'de yaşadığımı bilmeyen kimse yoktur ama onlar beni Fransa’da yaşıyor diye lanse ediyorlar.
2)- uzun yıllar olduğu gibi bu günlerde de ikametim dışında hiçbir yere gitmememe rağmen, Hatay’a eylem için geçtiğimi yazıyorlar.
3)- hayatım boyunca devlet dinilen yapılarla uzak yakın hiçbir ilişkim olmamasına rağmen, Suriye Mahabartıyla ilgili çabalarım olduğu yalanını iddia ediyorlar; doğrularım arkasında duran biri olarak Suriye dahil bir çok ülkede siyasi nedenlerle zindan yattığımı bilmemeyi tercih ediyorlar.

Bütün bu yalan makinesi on yıllardır çalıştırılıp duruyor. Bunun için bir itirafçı soysuz olan Engin Erkiner adlı polis işbirlikçisi ve MİT ajanı olan İbrahim Yalçın adlı biri bu yalanları bir provokasyon senaryosu olarak üretim basına pazarladıkları bilgisi elimize geçmiş bulunmaktadır. Bu açıdan bu yalanları önemsemediğimi Suriye’yi anti emperyalist direnişinde sonuna kadar savunacağımı, bu savunumu sadece Suriye topraklarında yürüttüğümü kamuoyuna deklare ederim.


THKP-C (Acilciler) Basın Açıklaması 30 Ağustos 2012 / No: 44

BARIŞA OMUZ VERELİM

Barış insanın doğasına en uygun ortamdır. İnsan toplumsal bir varlık olarak güven içinde anlamlı bir yaşam sağlayabilir, uygarlıklar da bu ortamların ürünüdür. Rekabet gelişmenin önemli bir verisi olsa da savaş rekabet değil tahriptir, üretmez. Yakar ve yıkar.

İki yıla yakındır bölgemizde savaş tamtamları çalıyor. Tüm savaşlar gibi bölgemizde kurgulanan savaş kirli bir savaştır; sadece ölüm, gözyaşı, yıkım ve parçalanmayla sonuçlanacak barbarlıktır. Böylesi bir yıkımı bölgenin hiçbir halkı hiç bir gerekçeyle kabul etmez. Binlerce yılın komşuluk ilişkisi, kardeşlik ve barış erdemi içinde yaşamış toplulukların, savaşla ilgili hiç bir girişme onay vermesi düşünülemez.

Savaş bir dayatmadır. Bölgemize talan amaçlı çıkarlar için dıştan yapılan bir dayatmadır. Dünyanın her köşesinde talan yapan emperyalist güçler bu dayatmanın kirli tarafıdır. Erdoğan yönetimiyle; Katar, Suudi Arabistan ve Körfez Emirlikleri gibi Arap gericiliğini temsil eden ülkeler bu dayatmanın yerli uzantılarıdır. Ülkelerinde barış içinde yaşayan farklılıkları, yer yer milliyet farklılıklarına, yer yer din ve mezhep kışkırtmalarıyla kardeş kanına sürüklemektedirler. Kaos ve iç savaş sonunda kimsenin kazanmadığı düşman kardeşler arenasında tek zararlı taraf, birbirine kırdırılan kardeşler olacaktır. Bunun tek anlamı ise, barış ve güvenli yaşamın katlidir.

Bölgemiz ve komşumuz bu ağır süreçten geçerken evi camdan olan ülkemizin göreceği zarar korkunç bir boyutta olacaktır. Bir yandan organik bağlarla örülü ilişkiler, diğer yandan bölünmesi mümkün olmayan coğrafyaların etkisi altında savaş, ülkemizi bir boydan bir boya kana bulayacak vahşet olarak ikame edilecektir. Enerji kaybı, yaralı düşmek takati kesilmek savaşan kardeşlerin kaderi olurken, hükümranlık bu savaşı körükleyen ve seyredenlere ait olacaktır. İstenen de budur.

Onlar yıkım istiyor, ölüm istiyor, talan istiyor. Ama halklarımız barış ve güvenlik istiyor, gelecek kuşakların barış içinde bir arada yaşama hakkını istiyor.

Bunun için ülkemizin dört bir yanında SAVAŞA KARŞI BARIŞ panelleri, miting ve yürüyüşleri, basın açıklamaları, bir vicdan sesi olarak yükseliyor. Antakya bu vicdanın adıdır. Dünya şer güçleri bu küçük kenti, bu barış ve kardeşlik alanını cehenneme çevirmek için, savaş ve istihbarat bürosu haline getirmek istiyor. Bölgenin gerçek düellosu da bir biçimde burada başlıyor. Bu kentin önemi, yeryüzünün tüm azılı katillerine karşı gösterdiği haklı refleksle anlam kazanıyor. Bu kadim Roma kenti, evlatlarının duyarlı duruşuyla dünya şer güçlerine ve onların savaş tamtamcılarına geçit vermeyeceğini böylece ilan ediyor.

Buradan çağrımız bölgede savaşa karşı daha bir dirençle durmak için, tüm barış güçlerini daha çok etkinlik yapmaya davet ediyoruz. Bu ülkemiz ve halklarımız için öncelikli olan barış içinde bir arada yaşama için gereklidir.

THKP-C(Acilciler)

30 Ağustos 2012


SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

SURİYE'Yİ KORUYALIM ÜLKEMİZİ KOLLAYALIM...

HEPİMİZ ORADAYIZ...MİTİNGTEYİZ...

Mihrac Ural - 24 Ağustos 2012 / Cuma

SAVAŞA KARŞI BARIŞ İÇİN... SURİYE'Yİ KORUMAK, ÜLKEMİZİ KOLAMAK İÇİN, 26 AĞOSTOS 2012 / PAZAR GÜNÜ ANTAKYA-YEŞİLPINAR (3AYNİL CAMUS) BELDESİNDE, MİTİNGTE OLACAĞIZ...

Ölüm örgülerinin gelip kapımıza dayandığı bir koşulda kendimizi korumanın tek yolu komşumuz, ikinci anavatanımız Suriye’de bilinçlice, haince ve vicdansızca kışkırtılap desteklenin kıyımı durdurmak, savaşı engellemek gerek. Savaşa karşı barış şiarını bu günün en gerçekçi çağrısı yapan da budur. Bunun adı acil önlemdir.

Yeşilpınar Belediyesinin duyarlı çabaları böylesi bir mitingide anlam bulmulmuştur. Hepimiz adına önemli hayati bir önem kazanan bu girişim, bölgemiz olaylarına olduğu kadar ülkemizdeki etkilerine karşıda duyarlıca bir davranıştır. Bu mitinge katılım aynı zamanda, savaşa karşı kararlı bir tavır alıştır.

Unutulmasın ki, bir tehlike anında hayvanlar bile kendince önlem alır, refleks gösterirler. İnsanlar bunu bilinçle, önlem kadar savunma hazırlıklarıyla birlikte ele alırlar. İflas etmiş dış politikaların sonucu, Erdoğan iktidarı, yeryüzü oranlamasına göre şehrimizde m² başına düşen azılı katil sayısını birinci sıraya oturtmuştur. Bu durum önlem algılarımızı daha da kapsamlı hale getirmemizi gerekli kılıyor. Bu miting, alacağımız önlemlerin en demokratik olanı, en doğal, en haklı, en toplumsal ve en siyasal olanıdır. Bu hakkı kullanmayanlar, eli kanlı şebekelerin kıyımı gelip dayattığında kimseden hiç bir yardım beklemesinler.

Hiç bir gerekçe geçerli değildir, hepimiz, çevremizle birlikte bu mitinge katılmayı görev sayacağız...



FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

FAŞİZAN REJİM ÇÖKECEK. BARIŞ KAZANACAK

SİZİNLE BİR HESABIM OLACAK BUNU BÖYLE BİLİN

Mihrac Ural - 23 Ağustos 2012 Perşembe

ANTAKYAM, KADİM ROMA KENTİ. UYGARALIK VE BARIŞ ŞEHRİ...

EVLATLARIN SAVAŞA KARŞI BARIŞI HAYKIRIYOR, SAVAŞ TELLALLARI İKTİDAR OLMANIN HOYRATLIĞIYLA BASKI ÜZERİNE BASKI, SALDIRI ÜZERİNE SALDIRI DÜZENLEYEREK BARIŞ STANDINI YIKIYOR, KIRIYOR DÖKÜYOR...

Bu bir siyasal yönetim tarzıdır. Tarihte de öyle yapıp bu güne geldiler. Osmanlının devamı olmak Yeni-Osmanlı olmak budur. Buna karşı tarihin her kesitinde halkın direnmesi olmuştur. Bu da halkın haklı duruşunun refleksidir.

Bugünün verileri ve gelişmeler çok farklı. Artık halk direnişi son sözü söylemeye yönelmiştir. Osmanlının yeni versyonları bu kaderle yüzleşmekten kurtulamayacak.. Despotluk yıkılacak demokrasi egemen olacaktır. Suriye olayları bunun ilk kıvılcımı sayılabilir.. Bu aynı zamanda, tarihin kirli cilveleriyle iki ayrı devlette yaşamaya mahkum edilen aynı halkın kader birliği içindeki davranışını da içeriyor. Bölge siyasal yeniden dizayn sancıları çekerken, halkın iradesi dış güçlerin kirli amaçlarla oluşan senaryolarına karşı böylesi bir birlik içinde zafer kazanacaktır. Tarih hep öyle yazılmıştır, haklı davaların sahipleri bu toprakların yerli halkı olarak kendi toprakları üzerinde özgür ve demokratik koşullarda yaşayacaktır. Kazanacak olan da bu güçtür. Kimse arada kalmasın, insan olmanın, yerli olmanın ölçütü ve vicdanı halkın yanında tutum almayı gerektiriyor. Beklenen de budur.


.

BUNLAR NEDİR?




Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi

Biri Türkiye’den diğeri Libya’dan. Eli kanlı şebekelerin Suriye halkının kanına girmek için eli kanlı şebekelere sunduğu lojistik destek artıkları. Alttaki fotaya bir göz atın…

...


Türk Kızılay’ının İlk yardım çantası bir de BKS adlı şerit tarama silah şarjörü ; Ferdi silahların en ağırı, ormanda bir tarama yapınca ağaçlar testere kesiği gibi ardı ardına devrilir. Bu şarjörün rengine iyi bakın YEŞİL…

Bu malzemeler, Erdoğan’ın tetikçisi eli kanlı şebekelerin Türkmenleri vatan haini haline getirmek isteyen, Suriye’deki sorunları daha da derinleştirme amacı taşıyan çabalarının araçlarıdır. Son çatışmalarda ele geçirildi.

Önceki yazım “SAHUR” da bu çatışmaları anlattım. Kıran kırana yürüyen mücadelede eli kanlı şebekelerin istila etmeye çalıştıkları alandan arındırıldılar. Son taramalarda ise geride bıraktıkları seyyar hastane ve kaçarken düşürdükleri BKS Şarjörü. Önemli bir ayrıntı gibi gelmeyebilir. Ama üzerindeki YEŞİL boya çok şey anlatır.

Malumunuz, Kaddafi Libya’sının bayrağı yeşildi; Kaddafi her yeri yeşile boyamaktan da zevk duyardı. 1982’de Libya’ya gittiğimde “YEŞİL SAHA” diye gösterdikleri geniş bir sahanın yeşile boyanmasından ibaretti… Silahlarda tabi bu arada yeşile boyanıp dururdu. Kaddafi devrildi, silahlar eli kaide’nin eline geçti. Aynı silahlar Akdeniz üstünden Suriye’ye doğru yola çıktı. Suriye halkının katledilmesinin bir aracı oldu.

Okura ve kamuoyuna Erdoğanın kirli çabalarının, Suriye halkına düşmanlığının iç yüzünü yansıtan bu artıkları sunuyorum.

11-12 Ağustos 2012 tarihleri arasında Kastal Maaf nahiyesi, Mazraa, Beyt Subyra, Beyt Mılk köyleri korusunda, MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin, eli kanlı şebekelere verilen ağır kayıplar ardından ele geçirilen bu artıklar, bir kez daha Türkiye’nin dünya şer güçleri adına neler yapmaya çalıştığını göstermeye yeter.




SAHUR



Mihrac Ural – 13 Ağustos 2012 / Pazartesi. Lazkiye – Beyt Mılk korusu.



Bir sahur vakti, Malatya’da linç edilmek istenen insanları, Suriye’de linç edilen halka nasıl bağlar bilir misiniz? Birbirini hiç tanımayan insanları kader birliği paydasına nasıl taşır tahmin edebilir misiniz? İşte böylesi bir sahur vaktinde, ekmek arasına sokuşturulan kızarmış patatesle linç edilmek istenen bir halkın savunması için, karanlık ormanların, tepelerin, vadi ve derelerin yol geçit tanımaz çamlıkların içinde, yok edilmek istenen bir halkın savunusu için, yaşam hakkını koruması için, hepimiz adına, sahurdan sahura, bitip tükenmeyen bir mücadele var farkında mısınız?



Anlatayım;



Erdoğan ve Barzani anlaştı. Suriye kaosunu derinleştirmek için biri ayrılıkçı, aşiretçi İsrail destekli sözde Kürt şiddet eylemlerine başlayacak diğeri ise tarihinde hiç anmadığı Türkmenler üzerinden aynı yolu döşeyecek.



Barzani'ye karşı vatansever Kürtler gereken cevabı verdi. "Ortak ülkemiz Suriye'de tahribe, yıkıma, kıyıma geçit yok" dedi. Halk komitelerine tanınan yerel güvenlik gücü olarak bölgelerini sızmalara karşı korumaya başladı.



Türkmenler ise Erdoğan’a karşı ezici çoğunlukla geçit vermedi. Vatan hainleri tetikçi kuklalar, sınır bölgelerinin askeri avantajlarıyla, Erdoğan yönetiminin Amerikan-Katar-Suudi destekli mali ve askeri katkılarıyla, kesif ormanlık alanda kıyım üretmeye devam etti. Asimetrik savaşın bildik vur kaç taktikleri, dehşet ve kaos yaratan gerginlikleri Suriye’nin en güvenli bölgelerini sarsmaya başladı. Ama her şey hesap ettikleri gibi yürümedi.



MUKAVEME SURİYYİ güçleri oyunu ters yüz etti. Gerilla savaşına başlardı. Eli kanlı şebekeleri ne zaman nerede nasıl vuracağı belli olmayan girişimleriyle, tokat üzerine tokat vurarak vatan hainlerini, Erdoğan tetikçisi şebekeleri şaşkına çevirdi. Artık savunma olmayacaktı, rüzgar ekenler fırtına biçmeye başladı.



Kastal Maaf Nahiyesine bağlı Mezraa, Beyt Subayr, Beyt Mılk ormanlık alanında, halka eziyet eden, mallarını gasp edip cana kıyan eli kanlı şebekeler kıstırıldı. Sınıra uzaklığı yaklaşık 15 km olan ormanlıklarda 11 sabahından 12 sabahına kadar süren ağır çatışmalar MUKAVEME SURİYYİ güçlerinin zaferiyle noktalandı. Geniş bir alan eli kanlı şebekelerin elinden kurtarıldı. Mukaveme güçlerinde 6 şehit 5 yaralı vardı. Eli kanlı şebekelerden 30 azılı katil hak ettiği cezayı buldu. Silahlar, çaldıkları araçlar ve onlarca materyale el konuldu.



Bu bir vatan savunması, ölüm kültürüne karşı yaşamı, barışı savunmanın kavgası . Direnişe destek olmanın, içinde yer almanın onuru buradadır.



Zifiri karanlığın ormanlığında, ölüm saatlerinin gerisin geriye sayıldığı zaman eğriliklerinde vuruştum. Barış için özürüm vardı safımı belirledim... Beyt Mılk köyü korusunda şehit düşen 6 yoldaşımın kanlı cesedini pikaba taşıdım, 5 yaralı yoldaşıma omuz verdim… Ölmedim… Yine o korudu... Ayaktayım, tutkuyla yolumdayım...



SURİYE BAŞBAKANI VE ALTBENLİK



Mihrac Ural – 7 Ağustos 2012. Çarşamba. Suriye sınır bölgesi- Lazkiye / Kesab



Suriye’de kıran kırana bir alt benlik savaşı yürüyor. Vatan kimliği edinemeyenler nerede olursa olsunlar alt benliklerine yeniliyorlar. Suriye Başbakanı, alt benliğin nerelere kadar ne tür etkiler yaratacağına bir örnektir. Ama Suriye başbakanlardan da generallerden de daha güçlüdür.



Haber bomba gibi patladı. Dünya şer güçlerine ve onun kirli iş tetikçisi eli kanlı şebekelerine, yalan kurgu medyasının diline yeni bir sakız verdi. “Suriye Başbakanı muhalefet saflarına katılarak görevinden kaçtı”. Bomba etkisi yaratan bu gelişme, Suriye Radyo – TV binasında patlayan bombaya eşlik etti. Suriye yönetimi ve devletini sarsmak için kurgulanan her senaryonun büyük mali ödemeler, mahalle baskısı ve kuşatması altında ikame edildiği ortaya çıktı. Bir kez daha ve bin kez daha görülen o ki, Suriye’de vatan kimliğine karşı dar, sığ, Ortaçağ mezhep algılarının savaşı dayatılmak istenmektedir. Tüm araçlar, ana amaç olan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) ikamesi için ortaya konan mezhepsel çatışmaya yakıt olarak ileri sürülmektedir.



İki farklı bilinçaltının savaşından söz etmek, bu anlamıyla doğru bir tespittir. Biri tarihin derinliklerinden çıkıp gelerek, kendi iç evrim ve denkliğini sağlayarak oluşmuş, vatanseverlik kimliğiyle kendini ikame etmiş benlik, diğer ise her türden gelişmeye karşı duran, karanlık dönemlerin, doğaüstü vahilerin esiri olmuş mezhepsel alt benliktir. Suriye olaylarının ikinci aşamasında, durmadan kışkırtılan ve iç kanamanın derinleştirilmesi için körüklenin alt benlik budur. Bu öylesi bir mahalle baskısı oluşturuyor ki, Başbakan olsanız da kar etmiyor, olay bir akıl tutulması, yol yöntem kaybı, pusula şaşırmasıdır…



Suriye Başbakanı Riyad Hicap, vatan kimliğini terk ederek aşiret kimliğine sığınmayı tercih etmiştir. Nedeni ne olursa olsun, bu sığınış meşru değildir. Azınlığın hükmüne boyun eğmedir vatan temsilciliği yerine dar aşiret temsilciliğiyle örtünmedir. Bu dönemin öne çıkan tarihsiz ve kimliksiz ülkelerin petrol ve gaz servetleri üzerindeki yükselişleri ve bu zemin üzerinde kimlik oluşturma çabalarının etkisi, alt kimlikler üzerinde derin etkiler yarattığı bilinir. Bu etkiler vatan sınırlarını aşan mezhepsel, etnik, aşiretsel bağlarda da kendini yoğun olarak gösterir. Öyle ki, kendi coğrafyasını tanımayan, onun derinliklerini özümsememiş olanlar, hangi makama gelirse gelsinler, bir tarafları her zaman aşiret, mezhep yarda etnik etkiler altında ezilir kalır. Suriye Başbakanının ezildiği yer burasıdır. Oysa Hafız Esad ve Beşşar Esad gibi, hiçbir zaman ne aşiret ne mezhepsel bir kurgu üzerinde siyaset gütmeyen, vatan coğrafyası, ulus bağımsızlığı noktasında kararlı duruş sergileyen liderlerin varlığında, iç dünyaların karanlık labirentlerinde aşiret tutsaklığıyla yamak ve bunu ülkenin en kritik döneminde bir hançer gibi arkadan saplamak işte bu tarihsiz ve kimliksizlerin başarabildikleri tek şeydir.



Ancak bu büyük bir yanılgıdır. Böylesi sığ düşünce ve algılar hiçbir zaman tarihi derinlikleriyle kimliğini oluşturmuş vatan algısına karşı zafer kazanamaz. Bunun tarihsel imkanı bile yoktur. Bunların en büyük yanılgısı aşiretlerinin ya da mezheplerinin coğrafi yayılma alanlarını vatan sanmalarıdır. Bu tüm gerici güçlerin tüm ırkçıların tüm din istismarcılarının düştüğü handikaptır. Bu nedenle yürüttükleri kirli savaşları, kanlı kıyımları yeryüzünün tüm dindaşları ya da mezhep kardeşlerinin adına yürütüldüğü sanısındadırlar; onlar bu vehimlerden, bu kof algılardan güç alırlar. Vatan ihanetlerini de bu anlamda, bir ihanet değil de öze dönem olarak görürler. Oysa yaptıkları, vatan yerine dar kabuklara sığınma, vatan sorunlarıyla yüzleşme yerine alt benliklerin ucu açık ilişkileriyle korunma yollarını ararlar. Vatan bunlar için hiçbir anlam taşımaz. Suriye Başbakanının sergilediği duruş, bu tür örnekler için önemle dikkate alınması gerekmektedir. Bu sadece Suriye için değil, aynı zamanda tüm ülkeler için geçerli bir veridir.




Suriye Başbakanı, İgeydad aşiretine mensuptur. Bu aşiret, Irak, Suudi ve Suriye’de konumlanan büyük bir aşiret. Bu aşiret Irak işgali sırasında Amerika’ya karşı duruş alan önemli aşiretlerden biridir. Bu aşiretin anti-emperyalist direnmeci tutumu, Suriye yönetimi tarafından da desteklenmiştir. Aşiretin, büyük bir kısmı Irak’ta olmasına karşın siyasal olarak Suriye’de yer alan kesimi daha etkindir. Devlet işlerinde, Suriye’nin son yıllarında devletin en etkin yerlerinde bu aşiretin elamanları yer aldı. Bir eleştiri bir suçlama bir tepki olacaksa, devletin bizatihi kendisi de olan bu insanları içerir. Ama bunlar, işledikleri yanlışları devlet sırtına yıkarak, alt kimliklerini temiz tutuklarına inanırlar. Alan değiştirdiklerinde ise, temiz olacaklarını sanırlar. Oysa suçlamasını yaptıkları her şeyin bir numaralı aktörüdürler. Bir ülkede Başbakan olmak için yürünen devlet görevleri süreci bunu anlatmaya yeter.




Buna rağmen, binlerce yılın deneyimi içinden çıkıp gelmiş olan Suriye devleti, ne birkaç generalin kaçışı ya da şehit edilişiyle ne Başbakanın ya da bir iki diplomatın kaçışıyla kurulu dengeleri sarsılabilecek bir devlettir. Bu ülkenin siyasi iradesi, halkının siyasi iradesidir. Bunu başbakan temsil etmez. Suriye’de halkın siyasal iradesini temsil eden yönetici kadronun belirlenmesinde başbakanın bir rolü de yoktur. Sistem kendi önlemlerini kurumsal bir yapılanma içinde, anayasanın da verdiği yetkilerle siyasal iradesini belirleyen kurum, kuruluş ve yasalara sahiptir. Başbakan ülkenin hizmet veren tüm kurumlarının başında olsa da ana yönelimi belirleyen bir yerde değildir. Bu nedenle başbakan hangi pusulaları şaşırırsa şaşırsın, halkın siyasal iradesini temsil edebilecek konuma değildir.



Suriye dostları tedirgin olmasınlar. Olayların merkezinden sizlere yazdığım bu satırlarda temin ederim ki, Suriye kazanacaktır. Bir ülke başbakanının karşı saflara kayması acıdır ağır bir yaradır da. Bunu inkar etmek mümkün değil. Ama olayın özü budur. Alt kimliklerin mahkumları bu davranışlarıyla üst kimlikleri sarsamayacaktır. Bunu birlikte göreceğiz. Bu örnekler çoğalsa da, vatan ihanetleri böylesi sığ kimliklerin hançer darbelerine maruz kalsa da vatan kimliği, tarihin derinliklerinden çıkıp gelmiş gücüyle bunlara karşı başarı kazanacaktır. Suriye, karanlık akıllara, dar mezhepçi çıkarların bölgede emperyalizmin maşası olarak işlev görmesine asla teslim olmayacaktır.



Halkın ezici çoğunluğunun bağımsız siyasi iradesine güvenelim. Bu iradenin gücü herkesten daha güçlüdür. Suriye bu iradeyle ayaktadır ve bu iradeyle direnmektedir.





BAY PROVOKASYON…



Mihrac Ural – 10 Ağustos 2012 / Cuma. Lazkiye – Belluran



Bazen anlamakta güçlük çekersiniz türünden olaylar vardır. İşte öyle bir şeyden söz edeceğim. Birileri ne türden bir direnme, mücadele haberi görse derhal “aman etmeyin, yapmayan provokasyon olur” diye tutturur. Bunu da öyle ağdalı cümlelerle örter ki, sanırsınız tarihin en barışçıl döneminde yaşarken birileri bu dönemi provoke edecek, savaş çıkaracak sanırsınız. Yok öyle şey…



Savaş çoktan başlamış ama adam sağır, bomba sesini bile duymuyor. Dünya şer güçleri mali ve askeri tüm güçleriyle bir halkı yok etmek için tarihin en gelişmiş ferdi silahlarına ek, ağır silahları da ortaya koyarak komşumuza ölüm yağdırıyor. Bununla da yetinmiyor, ülkemizi savaşın açık tarafı yapmak için çırpınıp şehrimizi şer güçlerin askeri karargahı haline getirmiş. Barış kenti şehrimizi, dünyada metre kare başına azılı katil sayısının en yoğun olduğu şehir haline getirip, bu şehirde kanlı eylemleri başlatmak için Suriye olaylarının sonuçlanmasını bekliyor. Bütün bu gelişmeler bay provokasyonu ilgilendirmiyor. O varsa yoksa her mücadeleye, her direnme çabasına ve çağrısına provokasyon demeyi ibadet haline getirmiştir.



Bay provokasyon belli bir kişi değil, bu nedenle kimse belli bir isme takılmasın. O aramızda sıklıkla gördüğümüz, bildiğimiz, üç beş kitap bile okumamış haliyle yarım aydın sayılmayacak bir tiptir. Cahildir, ama ilgisiz okur tarafından bu özelliği fark edilmez. Ezberlediği bir iki kelimeyle, sizi vicdani bir sorumluluk altına alarak yaptığı demagojiyle susturmak ister; “yapmayın etmeyin, yaptığınız halkın katledilmesine yol açar, polisin saldırısını kışkırtır, kan akar” der ve vicdanınızı ezmeye çalışır. Oyalar, esir eder, susturur ve sonuçta direnme enerjinizi tüketerek sizi korumasız hale getirir. Gerisini ise düşmanınız yerine getirir… Bu gün de olan budur. MUKAVEME SURİYYİ haberleri sanal ortamda dolaştıkça bu tipleri bir kez daha aktifleşti. Böylesi yaklaşımlara karşı yazdığım bir yorumu sizlerle paylaşarak konuya açıklık getirmek istedim. Birlikte okuyalım..



Dönem çok dikkat ister. Bu doğrudur. Ama bu deve kuşu olmayı gerektirmez. Her şey açık ve net kim hangi haberi ve hangi oluşumu hangi kurgu ve yalanlarla nerelere oturtmak istediği de çok açık. Bunu Suriye olayları yeterince öğretmiş olmalı. Tarihin en kapsamlı yalan makineleri Suriye’yi yıkmak için çalıştırıldı. Bu gün aynı şey MUKAVEME SURİYYİ için yapılmak istenmesi bir tuzaktır ve buna düşmek için gönüllü olanların az olmadığını görmek acıdır.



MUKAVEME SURİYYİ haberi, Suriye’ye ait gerçek bir veridir.Sayfası da şudur https://www.facebook.com/syr.moqawama?ref=hl#!/syr.moqawama . Bu bir haber, herhangi bir haber gibi. Kimisi olumlu kimisi olumsuz karşılayacak. Bu platformun üyeleri de bu haberi farklılıklarıyla yorumlayacak. Ama haberi gerçekliğinden çıkarıp verilen emekleri provokasyon alarak görmek yada klavye başında bir çaba görmek aklın almayacağı bir haksızlık ve cinnettir. Ölümü göze alan, halkı için çırpınan ve halkın tarihinde bu ölçekte bir başka benzeri olmayan yapılanmanın yine halk tarafından kucaklanışını görmezden gelmek gerçek provokasyondur derim. Tarihler boyunca doğranan ve yeniden doğranmak için hazırlıkların yapıldığı bu halk ilk kez bu kapsamda ve meşru zeminde sivillerin oluşturduğu savunma gücü ve iradesini çok dikkatli yorumlamak gerek. İddialı olacak ama söyleyeyim, bu güç bu halkın savunmasında artan önemde rol oynayacak tek gücü olacaktır; devletin baş edemeyeceği süreçlerde sonuç alacak tek güç bu oluşumdur. Bu amaçla da kurulmuştur. Bu gerçekliği bulandırmak isteyenler, haber üzerinde yalan kurgular yapabilir ama bizler gerçeği açıklamakla yükümlüyüz.



Bu haber, ilgili olduğu halkın yeryüzünde ilk ve tek sivillerce oluşmuş silahlı savunma gücü olması çok çok önemlidir. Üstelik bu gücün içinde Hıristiyan, Sünni, Şii Ve Alevi tüm inançlar ve Kürt militanlarda aktif yer almaktadır. Bu nedenle, bazen hayretlere düşüyorum, böyle bir haberi görmezden gelmek mümkünü olur mu? Bu haberi provokasyon yapmak için Türkiye’de Hatay’da ve özel olarak Alevilere ait gibi göstermek isteyenlere bakıp, onlara da cevap vermeden yorum yapmak olacak şey mi? Böylesi yorumlar yapılan çarpıtma habere katkıdır. Bu nedenle MUKAVEME SURİYYİ haberini en iyi şekliyle halka aktarmak gerek; Suriye kaynaklı ve Suriye gerçekliğiyle ilgili bir haber olduğunu yansıtmak onu takip etmek gerek. Her gün, her saat, inanılmaz bir fedakarlıkla halkı için mücadele eden ve başarı üzerine başarı kazanan bu gücü tanıtmak bu coğrafyada tarihler boyu mazlum olan bir halkı savunmak kadar önemlidir.



Her şeye provokasyon diyip elimizi kolumuzu yeterince bağladık. “Artık çok geç” oldu diyorum. Bununla ilgili aynı başlıklı makale de yazdım ve gerçekleri anlattım. Biliyorum ki, hazırlıklı olan bu süreci belirleyecektir. Suriye vatan savunmasında mücadele eden güçleri halka daha iyi tanıtmanız dileğiyle…



Not: Dün gece (9-10 Ağustos 2012), Belluran beldesi kırsalında Beyt 3vvan köyünde pusuya düşürülerek, korkakça ve haince katledilen Albay Hatim Zureyk’in (Şabatli beldesinden) yola atılan cesedini MUKAVEME SURİYYİ güçleri ısrarlı ve kararlı bekleyişleriyle, ölümü göze alarak eli kanlı şebekelerle çatışıp almıştır. Yöre halkının bu çabaya biçtiği büyük değeri, MUKAVEME SURİYYİ güçlerini coşkun bir sevgiyle kucaklayarak gösterdi. Konuyla ilgili bilgiyi MUKAVEME SURİYYİ sayfasından izlemek mümkün.





İTİRAFÇI ENGİN ERKİNER VE MİT AJANI İBRAHİM YALÇIN HAKKINDA BİLGİ EDİNİN

SÖZÜN BİTTİĞİ YER...


Söylenti değil, siyasi hasım iddiası değil, üçüncü kişilerin doğrulamasını bekleyen söylem değil. Ölüler adına konuşmak da değil..

El yazılarıyla, imzalarıyla, yorumsuz resmi belge ve kanıtlarla gerçekler ortaya konuyor.


İşte belge ve kanıt, kendi el yazılarıyla, altında imzalarıyla söyledikleri. Altı üstü birer cümle...

Birinci cümle, Polis işbirlikçisi İtirafçı Engin Erkiner’e aittir;

Emniyet kuvvetlerine yardım maksadıyla yakalandığım günün akşamı ve onu takip eden günde aşağıda sıralayacağım evleri bulmaları bakımından polise yardım ettim (Engin Erkiner Polis İfadesi, s:16)


İkinci cümle; MİT ajanı İbrahim Yalçın’a aittir;

Bir hafta sonraya gün kestik. (28 Ağustos 1986) ben, o günü MİT’e bildirdim. Çok sevindiler, başarılar vs. diyerek 150 bin TL’da paralarını alarak vedalaştık… Örgüt bittiği zaman, benim işim de bitecek. Artık devlet arkamda olacak hiçbir sıkıntım olmayacak. " ( İbrahim Yalçın el yazısı İtirafnamesi s:9-10)

Bu satılmış kişi, muhabımız değildir. Cezasını beklesin. İbreti alem sonu için, zaman aramızda hakemdir.

Bu ikili, bugün ihbar, şaibe, kirlilik ve ahlaksız suçlamalarla devrimcilere hayasızca saldırıyorlar. İşleri bu, sermayeleri de. Özel Harp Dairesinin Kürt özgürlük hareketine ve liderine yönelik saldırılarının aynısını, aynı dille yöneltiyorlar. Bu kuklaları iyi tanıyın.

Belgeleri, kanıtları, el yazılı itirafnameleri, polis ifadelerini yorumsuzca alttaki linklerden takip edebilirsiniz.

http://tarihselhainler.blogspot.com/ ve http://acilciler-thkpc.blogspot.com/

8 Temmuz 2011 Cuma

YAKLAŞAN TEHLİKELER VE BİAT KÜLTÜRÜ

Mihrac Ural
7 Temmuz 2011

Medyaya yansıyan bir haber ciddi gerginlik kaynağı oldu. 16 Temmuz 2011 tarihinde ülkemizin çeşitli yerlerinden taşınacak insanlar, Suriye’de kanlı olaylara karışarak sınır boylarında kurulan kamplara yerleştirilen insanlara destek vermek üzere Hatay’a yürüyecekleri ilan edildi. Bununla kalmayıp Antakya’da Komşu ülke Suriye aleyhine, sınırları da aşarak protesto yapacaklarını ifade edilmekte. Bu haberler kentin hassas inanç ve etnik dokusu üzerinde, geçmiş tarihlerden kalma derin bir korku yarattı. Çorum, Maraş Sivas olaylarının Antakya’da sahneleneceği kaygısı yarattı.

Halkın bu haklı kaygıları, basına çok yansımayan ancak ayaklı gazetelerle, sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla hızla büyüyerek boyutlandı Geçmiş dönemlerin bilinçaltında koruduğu birçok algı yeniden belirmeye başladı. Devletin süren sissizliği ise bu süreci alabildiğine derinleştirdi. Devlet bir kez daha sorgulanmaya başladı.

Bu sorun sadece kadim Roma kenti Antakya’yla ilgili değil. Sorun halkımıza yönelik tehlikelerde devletin aldığı tutum ve bölge olaylarının alacağı boyutla ilgilidir. Bunları mümkün olan en kısa şekilde ifade etmeye çalışacağım.

DEVLET VE DEVLET

Devlet olgusunu bilimsel anlamı ve işleviyle yorumlamayacağım. Devleti, hakim güçlerin tanımladıkları ölçekler içinde kalarak ele alıp olayları yorumlamaya çalışacağım.

Devlete ilişkin binlerce tanım bulunabilir. Konumuzla ilgili olarak bu tanımı yapacak olursak “vatandaşın güvenlik sorunu öncelikli sorunu” olarak karşımıza çıkar. İktidar güçlerinin, devlete ilişkin en sevimli tanımlamaları ve işlevi de budur; vatandaşı korumak, sorunlarını çözmek, gelecek ihtiyaç ve kaygılarını gidermek için, aynı vatandaştan ve diğer gelir kaynaklarından oluşan mali güçle oluşan tarihin en kapsamlı organizasyonudur denilebilir. Bu tanıma bağlı kalırken, devletin gerçekte iktidarı ele geçiren azınlığın çoğunluk üzerindeki, hatta her toplumsal ilişkide bir sınıfın ya da sınıf kombinezonunun diğerleri üzerindeki tahakküm aracı olduğuyla ilgilenmeyeceğim; Zorun her biçimini bu amaçlarla tek tek insanlara, aydınlara, inanç ve etnik farklılıkların haklı taleplerine karşı kullanmaktan çekinmeyen bir araç olduğu üzerinde de durmayacağım.
Her sorunu güvenlik sorunu olarak gören ve bu algıyla çözmeye çalışan ülkemiz devletinin son 30 yılda yol açtığı kaosları üzerinden bir tez de ortaya atmayacağım. Onların anladığı anlamda devlet tanımı sınırı içinde yaklaşan ve halkı tedirgin eden tehlike üzerinde durmaya çalışacağım.

Buraya kadar her şey normal. Bu devlet altında yaşamanın en asgari ölçütü olan tehlike karşısında vatandaşın korunması ya da toplu bir tehlike karşısında koruyucu önlemleri önceden alması gerekti sonucuna varmak da zor değildir. Devlet bu amaçla, vatandaştan topladığı vergilerden silah almakta, güvenlik kuvvetleri giderleri, istihbarat teşkilatları ve ordu gibi maliyeti çok yüksek güçler beslemektedir. Bu askeri aparat ve güçler her ne kadar yukarıda değinmeyeceğim dediğim esas işlevle ilgili olarak halka karşı kullanılan araçlar olsa da, “devletin vatandaşı korumakla mükellef olduğu” aldatmacasına inandığımı var sayacağım.

Okurun bu aldatmaya kanma ihtimalini göz önüne alarak, ülkemiz devletinin dünden bu güne tarihini kısa bir bilançoyla aktarmak okur için algı kolaylığı yaratacağına inanıyorum. Bu devlet tarihler boyu başta Türk halkı Anadolu’da kabile kabile, oymak oymak doğradığını, “Etraki bila idrak” diyerek aşağılaması dahil, , Ermenilere karşı 20.yy ilk soy kırımını gerçekleştirip, Hitler’e soykırım konusunda örnek oluşturduğunu, “Varlık vergisi” kanunu (11 Kasım 1942- 15 Mart 1944) ve 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlık temizline başladığını son 200 yüz yıl içinde Kürt halkına çektirdikleri acıların sonucu 39 ayaklanma yapmaya sürüklediği ve milyonlarca Kürt katlettiğini bilmeyen yoktur. Cumhuriyet döneminde ise 19 Kürt halk ayaklanması ve sonuçları Osmanlıyı aratmayacak bir şekilde ortaya çıktı. Yüz binler katledildi. Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim, ve aradaki katliamlar, buna jenosit demek yanlış değildir. 1984 Eruh-Şemdinli olaylarından 22 Haziran 2010 tarihli Halkalı olayına kadar, resmi kaynaklara yansıyan bilanço şudur: 6.653 güvenlik görevlisi, 5.687 vatandaş, 41.828 Kürt özgürlük savaşçısı, 21.615 yaralı, 300 milyar dolar da maliyet (http://www.gazeteci.tv/26-yillik-teror-bilancosu-hangi-yil-ne-kadar-terorist-oldu-ne-kadar-sehit-verdik-80725h.htm). Bu rakamların güvenlik güçleriyle ilgili olanı tam olarak tespit edilmiş olsa da Kürtlerle ilgili olanının çok daha fazla olduğunu kestirmek zor değildir. Buna son bir yılın bilançosunu ve 17 bin faili meçhulü de eklediğimizde rakamların dehşet boyutunu görmek zor değildir. Bu ise, 65.000’e yakın Kürt’ün katledildiği resmi rakamlarca da onaylanmış demektir. İşte böylesi bir devletten söz ediyoruz.

Buna rağmen, devletin vatandaşı koruma gibi temel bir işlevi olduğu söylemine inandığımızı varsayarak ben geliyorum diyen, basit bir valilik kararıyla engellenebilir bir tehlikeden vatandaşı korumak için bu devletin sesiz kalmasına anlam vermekte zorlandığımı belirteceğim (okur, “zorlanıyorum” kelimesini fazla önemsemesin).

16 Temmuz 2011 tehlikesinden söz ediyorum.

16 Temmuz 2011’de ülkenin farklı köşelerinden toplatılmakta olan, şeriatçı, ırkçı, ilkel milliyetçi faşist güçler, Hatay’a da kamplarda tutulan Suriyeli mültecilere destek ziyareti yapacaklarını açıkladılar. Bununla kalmayıp, Antakya’da Suriye aleyhinde protestolar yaparak, Suriye sınırlarını aşıp tepkilerini göstereceklerin açıkladılar. Çok masum gibi görülen bu açıklamalar, bölge olayları ve Hatay’ın etnik, inanç mozaiği göz önüne alınınca ciddi sorunların belireceği açıktır. Buna Bölge olaylarıyla ilgili olarak Batılı istihbarat güçlerinin hatayı uzun zamandır mesken edindiklerini de katınca, bu girişimlerle yapılmak istenilenin, belli bir planın parçaları olduğunu anlamak zor değildir. Bir de devletin büründüğü destekleyici derin sessizliğini eklediğimizde, bu tehlikenin boyutları yeterince açığa çıkmış olur.

Bu devlet, sözde vatandaşın güvenliği nedeniyle, 25 Haziran 2011’de Antakya’da yapılmak istenen “Suriye halkı ve yönetimini destekleme” mitingine yasak koymuştu. Bu gösterilere katılmak isteyen ve Türkiye halklarına dayanışmaları nedeniyle teşekkür etmek isteyen, yüzlerce bilim adamı, prof, yazar, sanatçı, gazeteci, üniversite temsilcisinin Türkiye’ye girişini bile yasaklamıştı. Bu insanlar Yayladağı sınır kapısında 8 saat beklettikten sonra, Türkiye’ye geçmelerinin yasak olduğu bildirilmiştir. Komşu, kardeş denilen bir ülkeyi karıştırmakla kalmayıp vatandaşlarının yüzüne sınır kapılarını kapatan dünyada ilk devlet, işte bu devlet ülkemizin devleti olmuştur. Devletin ortaya koyduğu tutumun 16 Temmuz’da devletin ne yana düşeceğine önemli bir ipucu gibidir.

İKİ YÜZLÜLÜK

Vatandaşını korumakla mükellef devleti biraz daha geniş bir çevreden kavramak üzere dış politikasından iç politikasına doğru birkaç örnekle bilgilenmenin konumuz açısından yararı olacaktır.

Bu devletin yakın dönemde iflası anlamına gelen ikiyüzlü dış politikasının Libya halkına ve iki ülke arasındaki tarihi bağlara verdiği zararı hepimiz yakından izliyoruz. Bir ülkenin alnına böylesi bir kara lekeyi sürmek, her yönetimin harcı değildir. Bu pervasızlığın kaynağında büyük ve yoğun bir güç etkinliği gereklidir.
Libya’da sergilenen ikiyüzlülük, “yüksek ulusal çıkarlar” adı altında işlendi. Son gezisinde Davutoğlu, bu devlet adına, Libya’nın resmi yönetimine sırtını dönerek, emperyalistlerin eli kanlı şebekelerini, dış güçleri ülkesine sokan Bingazi Meclisi’ni Libya’nın meşru, resmi temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. Düne kadar altın yumurtlayan dost olarak gördükleri Kaddafi yönetimiyle ilişkilerin kesildiği açıklandı.
İşte bu devletin uluslar arası ilişkilerde, Amerikan pragmatizmiyle gelip dayandığı “komşu ülkelerle güvenli ilişkiler”in maskesi buraya kadardı. Okyanus ötesinin kültür değerleri, kendine ha nesnel veriler üzerinde yeşermiş farklı coğrafya ve ilişki değerleri, bölgemize, halklarımıza,. Tarih, coğrafya ve kültür dokularımıza gelip böylesine bir dayatmayla yarleştirilmiş oldu. Bu noktada akılda kalması gereken tek şey, siyasal yönetimlerin geçici, ortak coğrafyayı paylaşan halklar arasındaki ilişkinin ebedi olduğudur.

Bu devlete, Bahreyn’de “ikinci bir Kerbela istemiyoruz” dedikten sonra Suudilerin tepkisi karşısında, sözlerini yutarak susan bir devlettir. Behreyn’deki insan kıyımına seyirci kalmakla dış politikada ikircimli duruşunu tekrar ederek, anlık çıkarların her şeyin üzerinde olduğunu bir kez daha dile getirmiştir.

Bu devlet, ülkesinin, ve halklarının gereç anlamda yüksek çıkarlarını çiğneyen tarzıyla, düne kadar Kardeş, dost, stratejik müttefik dediği Suriye’ye karşı ortaya koyduğu tutum ise yüzyıllar boyu unutulmayacak derin yaralar oluşturmuştur. Bu konuyu onlarca makalemde işledim. Burada konumuzla ilgili söyleyeceği tek şey, Suriye’yi kanlı bir kardeş savaşı arenasına çevirmek için fiili olarak müdahil olan bu devletin, hiçbir vicdan, ahlak muhasebesi yapmadan, tarihi, coğrafyayı, komşuluk ilişkileri ve bunun bileşkesi oluşan kültür algılarını ayaklar altında ezerek ortaya koyduğu tutumun bu devlete hiçbir şekilde güven duyulmayacağıyla sınırlı olacaktır.
Buradan, konumuzla ilgili olarak, ülkesinde paramiliter olarak kanlı eylemlere girişmiş “vatan haini” damgalı Suriyeli şebekelerin, ülkemizde kurulan kamplarda lojistik olarak desteklenmesinin artık, ülkemiz için de bir risk haline geldiğini ifade edeceğim.

16 Temmuz tarihinin bu anlamda derin devletin parmak izlerini taşıdığını kestirmek zor değil. Bu girişimin, Gazze’ye yardım konvoyları adı altında gıda maddelerinin altında Suriyeli karşı-devrim güçlerine silah taşıma girişimi olduğunu iddia etmek abartılı olmayacaktır. Bu girişim buyanıyla açık ve net biçimde bir provokasyon olayıdır.

Dış ilişkilerinde ikiyüzlü olan bir devletin, içte farklı olması mümkün değildir. Tersine, iç siyasette halkına karşı sürdürdüğü ikiyüzlülüğün bir sonucu olarak, dış politikası bu tarzda şekillenmiştir demek yanlış değildir.
Bu devlet ikiyüzlü bir devlettir.

Cumhuriyetteki Osmanlının, bölgemizi kanlı savaşlara götürecek dış güçlerin bir edatı olduğu gerçeği yarım asırdır NATO’yla süren köleci ilişkilerin ürünüdür. Bölgemizin tanık olduğu her savaşta, her halk ayaklanmasında ve deviminde ülkemizin aldığı tutum bölge halklarının bilinçaltında ciddi, kırılması çok güç önyargıların oluşmasına yol açmıştır; Kore savaşında, NATO’nun “en ucuz malı askeri” olan bir ülke olarak kardeş kavgasında taraf olmak, Bağdat, CENTO gibi bölge halklarına karşı kamplarda yer almak, 1958 Lübnan iç savaşında gerici Falanjist güçlerin yanında saf tutmak, 14 Temmuz 1958 Irak devriminde, Irak halkının karşısında karlık yanlısı olmak, Arap-İsrail savaşlarının tümünde İsrail yanlısı olmak bu ön yargıların haklı dayanakları olmuştur, Bu gün ise, “komşularla sıfır sorun” maskesiyle yapılan Yeni-Osmanlı girişimini oluşturan “derin strateji”, kısa sürede komşular için tehlikeli bir şer kaynağı olduğu anlaşılmıştır. Bunlara 400 yıllık Osmanlı zulmünü de eklediğimizde bölge halklarının ülkemiz hakkında oluşacak yargılarının ne olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz.

Bu strateji, Roma’dan Bizans’a, Osmanlıdan yeni-Osmanlıya doğru yürüyen sürecinde ülke dinamiklerini komşularıyla barış içinde, verimli ve ortak paylaşımlı bir yeniden yapılanma lehine değerlendirmek yerine, bu dinamikleri emperyalist odakların potasında eriterek onların kararlarına mahkum, komşularına ölüm saçan bir baskı aracı haline getirmeyi hedeflemiştir.

Ahmet Davutoğul’nun “Derin Strateji” kitabında belirlediği yönelim bu esaslar üzerine kurgulanmıştır. Bu siyaset, gelip tıkanmaya başladığı yerde, diğer millet ve ülkelerin tarihsel birikimlerini, bağımsız karar alma ve tehlikeler karşısında oluşacak reflekslerini hesaba katmadığı anlaşılmıştır. Bu siyaset ülkelerin zenginliklerini bir köle gibi Türkiye’ye sunacakları ya da sunmak zorunda oldukları hezeyanı içindedir. Yeni-Osmanlının ideolojik kaynakları da bu yanılgıdan beslenmektedir.

Libya’da, başardığını sandığı girişimleri Suriye’de de ikame etmeye çalışması bunun göstergesidir. Suriye halkı bu hezeyanlara ve onların uzantılarına, 29 Mart’ta olduğu gibi 21 Haziran 2011’de da 15 milyon insan meydanlara inerek cevabını vermiştir, son sözünü söylemiştir; şer güçlerine Suriye’de geçit yok demiştir. Bu sert kayaya başını vuran ikiyüzlü iktidar, bu aralar olayı nasıl derleyip toplayacağının hesabını yapmaya başlamıştır. Ancak her şey ortaya çıkmış oldu. Suriye halkı, bir bütün olarak Arap halkı Türkiye devletinin tarihsel çizgisini değiştiremediğini görmüştür; bu çizgi Arap halkları açısından anılardan silinmez acıların çizgisidir.

Bu süreçte, “sivilleri koruma” adı Suriye’ye girişilmesi planlanan askeri operasyonun aracı konumundaki göçmenler (eli kanlı şebekeler ve aileleri dışında kalan korkuyla göçe zorlananlar), ülkelerine dönme istemleri, bu kirli siyaset üzerinde de ağır bir basınç oluşturmaya başlamıştır. Kamplarda göçmenlerin çeşitli nedenlerle yükselttikleri protestolar, geride kalacak olan Suriyeli “vatan hainleri”nin kime ve ne işine yarayacağı sorusunu getirecektir. Bu da ülkemiz için ayrı bir bela kaynağı olacağı açıktır. Kirli dış siyasetin işlediği cürümün laneti işte böyle, gelir sahibinin boynuna yapışır.

Buradan bir sonuç çıkartılacaksa, dış siyasetin bir iç siyaset ürünü olduğu gerçeğidir. Bu noktadan bakınca, 16 Temmuzda tezgahlanmak istenen politikanın derin yüzü ortaya çıkmış olur.

SİVİL DİKTATÖRLÜK VE BİAT KÜLTÜRÜ

Bu devlet kendi kurallarını çiğneyen bir devlettir. Bunu her tarihi kesitte, her olayda ortaya koymuştur; Halka baskı ve zulüm dışında hiçbir hak vermemiştir. Her zaman tarihin gerisinde kalmıştır. Yaptığı iyileştirmeler ve yenileşmeler, halkın taleplerinden çok temsil ettiği egemen güçler için olmuştur. Kolaca ikame edilebilecek demokratik reformları bile ret etmiş “sorun yoktur” diyebilmiştir. Dini, laikliği, kültürel değerleri karanlık politikaları yararına istihdam etmiş, ama halkların talebi olan hak ve hukuku tanımamıştır. Bu süreçte devletin tüm kurumlarını ele geçiren gerici güçlerin sivil diktatörlük hevesleri, yeni söylemlerle güvenlik altına alınmaya çalışılmıştır. Erdoğan iktidarı bu kez de vekaleti nereden alınmış belli olmayan “yöneticiye itaatin meşru dini dayanakları” üzene fetva yayınlarına başlayarak tanrının yer yüzündeki gölgesi olan krallar ve sultanlar için ortaçağlarda yapılan karanlık propagandalara yönelmiştir. İtaat ve sadakat adı altında düşüncenin özgürleşmesi engellenmek istenmiştir. Her şey Allah’tandır, kaderdir, söylemleriyle egemenliklerini semavi güçlere bağlamaya çalışılmaktadır; bu arada içi boşaltılan, yeniden yorumlanarak teslim alınmış laikliğe de bunların sahip çıkacağı bilinmelidir. Bu bir biat kültürüdür, devleti bu algıyla yönetme arzusudur. Bu ise sivil diktatörlük ötesi bir şeydir.

Şu satırları sabırla okumanızı tavsiye edeceğim:

“Bu bölümdeki bir ayet ve on bir hadis-i şeriften:

Allaha, Rasûlüne ve müslüman olan idarecilere itaat edilmesi gerektiğini,

siyasi otoritesini kabul edip elini sıktığımız müslüman idareciye sebepsiz yere itaatsizlik edersek Allah’ın huzuruna tutunacağımız bir delil bulunmaksızın çıkacağımızı,

Müslümanların, müslüman olan devlet başkanlarına bağlılık sözü vermeden ölen kimselerin cahiliye devrinde ölmüş gibi muamele göreceğini,

İslam cemaatinden ayrılarak ölen kimsenin de yine cahiliye döneminde ölmüş gibi muamele göreceğini,

ırkı ve şekli ne olursa olsun tayin olunan müslüman yöneticiye itaatin gerektiğini,

İslam devletinin devamı için her durumda itaatin devam edeceğini,

İslami yönetimde birden fazla idareci ortaya çıkarsa ikincisinin başının vurulacağını,

idareci idarecilikten, idare edilenlerin de kendilerinden sorumlu olduğunu,

müslüman idarecilere karşı hakkımız gasp edilirse hakkımızı Allah’tan isteyeceğimizi,

müslüman devlet başkanına itaat edenin peygambere itaat etmiş gibi olacağını,

peygambere itaat edenin de Allah’a itaat etmiş gibi olacağını,

müslüman devlet başkanından hoşa gitmeyen bir şey görenin sabretmesi gerektiğini,

kim de devlet başkanına ihanet ederse Allah’ın onun cezasını vereceğini öğreneceğiz.” (Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 221)

Şimdi bu ön hazırlıktan sonra, itaatin gerekliliği konusuyla ilgili sevgili peygamberimizin bazı hadis-i şeriflerini görelim isterseniz. Bu tür hadisler, Rudânî’nin “Cem’u’l Fevâid” adlı eserinde toplu olarak görülebilir. (s.181-187.) …

"Başınıza, başı kuru üzümü andıran Habeşli bir köle bile geçse, aramızda Allah'ın kitabı ile hükmettikçe, onu dileyin ve itaat edin". (Buhârî, Ahkâm 4, Ezân 54, 56)

"Kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur; Kim bana başkaldırırsa Allah'a başkaldırmış olur; Kim emîrime itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim emîrime başkaldırırsa bana başkaldırmış olur." ( Buhârî, Ahkâm 1, Cihad 109; Müslim, İmaret 33, (1853); Nesâî, Bey'at 27, (7, 154))

http://www.habervaktim.com/yazar/39837/islam’da_mesru_itaatin_yasal_dayanaklari.html
Sadece itaat edeceksiniz, yoksa Allahın hükümlerine isyan etmiş olursunuz. Ülkemizde devlet hükmü diye İkame edilmek istenen de tas tamam budur.

Üstte bir kısmını aktardığım yaklaşımı ayni linkten geniş haliyle okuduğunuzda yaklaşan tehlikenin ve Hatay’da on yıllar önce denenmesine rağmen başarılmayan mezhep çatışmasının bir kez daha sahnelemek istenmesindeki amaç ve mesajlarını kavramak zor değildir.. 16 Temmuz, bu senaryonun derin devlet tarafından, Cemaatin İmamlar ordusunca, okyanus ötelerinden uzanan kirli emirlerle ve bir o kadar karanlık amaçlarla yapılacağından kimsenin kuşkusu olmasın.

Dini, ümmet kapsamındaki genişliğiyle bile kabul etmeyen, tek boyutlu milliyetçi algılarla yorumlayan bu karanlık güçlerin, mezhep farklılıklarını gerekçe göstererek yakacakları ateş, çok kapsamlı planın ilk kıvılcımı olarak işlev göreceği açıktır. 16 Temmuz bu açıdan dikkatle ele alınması gereken bir tarihtir.

Hepimizin bilmesi başka önemli bir gerçek de, bu devletin, sustukça üzerimize gelen korkular içinde kıvranan bir devlet olduğudur. Kuruluşu büyük korkuların psikozu altında gerçekleşmiş bu devletin, halkına verebileceği bir şey yoktur. Ülkemizde süren kirli savaşın nedeni de budur. Demokratik hakları verebilecek genişlikte bir dokuya sahip olmayan bu devlet, halkı aldatma üzerine yürüttüğü ve her defasında iflasla sonuçlanan çabaları, bu kez iç ve dış politika iflaslarıyla gündeme gelmiştir. Bu ise toplu bir iflastır.

Birbirini tetikleyen süreçlerle bu ikiyüzlülük devletin halkına karşı kendi koyduğu kuralları çiğneyerek, güvenlik gibi temel görevlerini bilinçlice ihmal etmektedir. Bu devlet, sadece öldürmeyi, bölüp yönetmeyi, dini siyasete alet etmeyi, baskıyı ikame çabasında olan bir devlettir.

Bu devlet bölücülüğün de tek kaynağıdır. Bu amaçla vatandaşları üzerine gitmekte ya da eli kanlı şebekelerini vatandaşın üzerine sürmektedir. Bu devlet, vatandaşı için değil çıkarlar dünyasının kirli ve karanlık amaçları için vardır. Bu devlet halkın iradesine ipotek koyan bir devlettir. Kendi koyduğu yasalar ışığında halkın oylarıyla milletvekili seçilmiş insanlara parlamentoya ulaşma hakkını gasp eden bir devlettir. Farklı olmanın bu devlette tek bir karşılığı vardır o da Erdoğan’ın inatla tekrar ettiği tehditlerde dile gelen “bertaraf” olmaktan ibarettir.

16 temmuz provokasyon hazırlıklarını böylesi bir devletin gölgesi altında algılamaya çalışmak daha da bir önem kazanmaktadır.

BÖLGE OLAYLARI VE HATAY

Bu makalenin işaret edeceği son nokta, NATO ve Batılı emperyalist devletlerin, uzun zamandır süren istihbarat çalışmalarının Hatay’da önemli bir hazırlığın varlığına olacaktır.

Hatay’ın, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde bölgenin, haritalar dahil, güç dengelerinin değişimi ve bölünmelerin yaşanmasına yönelik hedefleri için bir idare alanı haline getirilmek istendiği bilinmektedir. Hatay, bölge operasyonlarının Merkez Karargahı olarak seçilmiştir; basına da sızan bu veriler bölgede İsrail’in çıkarlarına uygun bir düzenlemeyi olduğu kadar, batılı emperyalist güçlerce hedef haline getirilen güçlerin telef edilmesi için kabul edilebilir bir savaşın idare merkezi olarak belirlenmiştir.

Bu şer güçlerinin, tamamlanmasını bekledikleri verilerin olgunlaşmaması, Suriye üzerine kurguladıkları planların iflas etmesindendir. Suriye ikinci kez bu planları alt-üst etmiştir. BOP bölgede ikinci kez ağır bir yara almıştır. Bu yaranın ilki 12 Temmuz 2006’da İsrail’in Lübnan’a açtığı savaşta uğradığı hezimette açığa çıkmıştır. İkincisi Suriye’nin kanlı bir iç savaşa düşmeyip, olaylardan, farklılıklarıyla birliğini güçlendirerek çıkmasıdır; devrim gibi reformlarıyla, bu süreçten demokratik bir ülke olarak çıkması beklenen Suriye’nin, Amerika – İsrail ve bölge gericiliği karşısında bölge halkları adına daha da güçlüce direnen bir ülke olacağı uzak bir ihtimal değildir.

Ülkemizin sınır çevresindeki bu gelişmeler, devam eden kaosların ne türden tehlikeler taşıdığını anlatmaya gerek yok sanırım. Hatay bu açıdan, coğrafi, etnik, inanç yapısı itibariyle her türden provokasyon için uygun bir zemin olarak belirlenmiştir. Dış güçlerin müdahalesiyle, ülkenin değişik yerlerinden toplanacak aşırı güçlerin saldırgan tutumlarıyla, Hatay’ın yüzyıllar süren barış ve kardeşliği bozulmak ve burayı bir sıçrama tahtası olarak kullanıp, bölge üzerindeki karanlık amaçlar ikame edilmek istenmektedir.

Devletin ya da derin devletin planı budur.

Ancak bu plan da, bu devletin tüm siyasetlerinde olduğu gibi, bir yanılgı üzerinde kurgulanmıştır. Bu devlet kendi coğrafyasını ve hükümranlığa altındaki vatandaşların davranış eğilimlerinin cahili olan bir devlettir. Bu nedenle, şehir dışından toplayabildiği şer güçleriyle, 1400 yıldır barış içinde bir arada yaşayan insanlara ölüm denklemleri dayatma, korku ve gerginlik yaratma çabasındadır. Bunu Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin deyişiyle “haçlı seferi” olarak adlandırmak hiçte yanlış değildir; Doğu Hıristiyan’larının haçlı seferlerinden çektiklerini burada ayrıca aktarmaya gerek yoktur. Bu seferlerin bölgedeki kuklalarının şeriat meczupları olması, dün gibi bu gün de aynıyla geçerlidir.

Ancak devlet bu politikasında da Hatay’ın çok renkli yapısıyla güçlü olan bileşkesi karşısında iflas edecektir. Hatay halkı, öncelikle kendi arasında bu provokasyonlara gelmeyecek kadar bilinçli bir halktır. Tarih deneyleriyle, duyarlılıklarıyla da böylesi tehlikelerin kalıcı olmasına geçit vermeyecektir. Geriye devletin dıştan getirdiği saldırganlarla yaratacağı kaos ve buna karşı halkın mücadele kalacaktır.

SONUÇ

Halkı üzerinde bu ölçekte pervasızca tehlikelerin kaynağı olan böylesi bir devlet altında, barış içinde bir arada yaşamanın inandırıcı bir yanı kalmamıştır demek, abartılı bir yaklaşım sayılmamalıdır. Bu ülke birimizin değil hepimizin olduğu gerçeğini bu devlet anlamamak için direnmektedir. Kendini yabancılaştıran bu devletin, basit güvenlik önlemleriyle halkına karşı yönelen tehlikeleri önlemesi artık beklenemez. Tersine bu tehlikelerin organizatörlü olduğu açıktır. Böylesi bir devletin çatısı altında bir arada yaşamak mümkün değildir.

Bu gerçekleri Hatay halkı bir kez daha, acı ve kanlı bir biçimde 16 Temmuzda yaşama ihtimali az değildir. Sonuçta başaracakları hiçbir şey olmasa da, kanlı bir çatışmanın bırakacağı derin yaralar, bu kentin en büyük kaybı olacaktır
Bu ihtimalleri göz önüne alarak, halkıma yapacağım çağrı, 16 Temmuz gününü, korku ve ölüm günü gibi gerginlikler içinde dayatmak isteyenlere, tüm gücümüzle karşı koymaya hazır olalım diyorum.

Korku duvarlarını yıkalım. Korkunun kimseye fayda etmediğini özellikle bu devletle ilişkide hiç işe yaramadığı açıktır. Korku duvarlarının yıkıldığı yerde, tehlikelerle mücadele daha az maliyetli ve daha kolaydır.

Hiç yorum yok: