8 Temmuz 2011 Cuma
YAKLAŞAN TEHLİKELER VE BİAT KÜLTÜRÜ
Mihrac Ural
7 Temmuz 2011
Medyaya yansıyan bir haber ciddi gerginlik kaynağı oldu. 16 Temmuz 2011 tarihinde ülkemizin çeşitli yerlerinden taşınacak insanlar, Suriye’de kanlı olaylara karışarak sınır boylarında kurulan kamplara yerleştirilen insanlara destek vermek üzere Hatay’a yürüyecekleri ilan edildi. Bununla kalmayıp Antakya’da Komşu ülke Suriye aleyhine, sınırları da aşarak protesto yapacaklarını ifade edilmekte. Bu haberler kentin hassas inanç ve etnik dokusu üzerinde, geçmiş tarihlerden kalma derin bir korku yarattı. Çorum, Maraş Sivas olaylarının Antakya’da sahneleneceği kaygısı yarattı.
Halkın bu haklı kaygıları, basına çok yansımayan ancak ayaklı gazetelerle, sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla hızla büyüyerek boyutlandı Geçmiş dönemlerin bilinçaltında koruduğu birçok algı yeniden belirmeye başladı. Devletin süren sissizliği ise bu süreci alabildiğine derinleştirdi. Devlet bir kez daha sorgulanmaya başladı.
Bu sorun sadece kadim Roma kenti Antakya’yla ilgili değil. Sorun halkımıza yönelik tehlikelerde devletin aldığı tutum ve bölge olaylarının alacağı boyutla ilgilidir. Bunları mümkün olan en kısa şekilde ifade etmeye çalışacağım.
DEVLET VE DEVLET
Devlet olgusunu bilimsel anlamı ve işleviyle yorumlamayacağım. Devleti, hakim güçlerin tanımladıkları ölçekler içinde kalarak ele alıp olayları yorumlamaya çalışacağım.
Devlete ilişkin binlerce tanım bulunabilir. Konumuzla ilgili olarak bu tanımı yapacak olursak “vatandaşın güvenlik sorunu öncelikli sorunu” olarak karşımıza çıkar. İktidar güçlerinin, devlete ilişkin en sevimli tanımlamaları ve işlevi de budur; vatandaşı korumak, sorunlarını çözmek, gelecek ihtiyaç ve kaygılarını gidermek için, aynı vatandaştan ve diğer gelir kaynaklarından oluşan mali güçle oluşan tarihin en kapsamlı organizasyonudur denilebilir. Bu tanıma bağlı kalırken, devletin gerçekte iktidarı ele geçiren azınlığın çoğunluk üzerindeki, hatta her toplumsal ilişkide bir sınıfın ya da sınıf kombinezonunun diğerleri üzerindeki tahakküm aracı olduğuyla ilgilenmeyeceğim; Zorun her biçimini bu amaçlarla tek tek insanlara, aydınlara, inanç ve etnik farklılıkların haklı taleplerine karşı kullanmaktan çekinmeyen bir araç olduğu üzerinde de durmayacağım.
Her sorunu güvenlik sorunu olarak gören ve bu algıyla çözmeye çalışan ülkemiz devletinin son 30 yılda yol açtığı kaosları üzerinden bir tez de ortaya atmayacağım. Onların anladığı anlamda devlet tanımı sınırı içinde yaklaşan ve halkı tedirgin eden tehlike üzerinde durmaya çalışacağım.
Buraya kadar her şey normal. Bu devlet altında yaşamanın en asgari ölçütü olan tehlike karşısında vatandaşın korunması ya da toplu bir tehlike karşısında koruyucu önlemleri önceden alması gerekti sonucuna varmak da zor değildir. Devlet bu amaçla, vatandaştan topladığı vergilerden silah almakta, güvenlik kuvvetleri giderleri, istihbarat teşkilatları ve ordu gibi maliyeti çok yüksek güçler beslemektedir. Bu askeri aparat ve güçler her ne kadar yukarıda değinmeyeceğim dediğim esas işlevle ilgili olarak halka karşı kullanılan araçlar olsa da, “devletin vatandaşı korumakla mükellef olduğu” aldatmacasına inandığımı var sayacağım.
Okurun bu aldatmaya kanma ihtimalini göz önüne alarak, ülkemiz devletinin dünden bu güne tarihini kısa bir bilançoyla aktarmak okur için algı kolaylığı yaratacağına inanıyorum. Bu devlet tarihler boyu başta Türk halkı Anadolu’da kabile kabile, oymak oymak doğradığını, “Etraki bila idrak” diyerek aşağılaması dahil, , Ermenilere karşı 20.yy ilk soy kırımını gerçekleştirip, Hitler’e soykırım konusunda örnek oluşturduğunu, “Varlık vergisi” kanunu (11 Kasım 1942- 15 Mart 1944) ve 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlık temizline başladığını son 200 yüz yıl içinde Kürt halkına çektirdikleri acıların sonucu 39 ayaklanma yapmaya sürüklediği ve milyonlarca Kürt katlettiğini bilmeyen yoktur. Cumhuriyet döneminde ise 19 Kürt halk ayaklanması ve sonuçları Osmanlıyı aratmayacak bir şekilde ortaya çıktı. Yüz binler katledildi. Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim, ve aradaki katliamlar, buna jenosit demek yanlış değildir. 1984 Eruh-Şemdinli olaylarından 22 Haziran 2010 tarihli Halkalı olayına kadar, resmi kaynaklara yansıyan bilanço şudur: 6.653 güvenlik görevlisi, 5.687 vatandaş, 41.828 Kürt özgürlük savaşçısı, 21.615 yaralı, 300 milyar dolar da maliyet (http://www.gazeteci.tv/26-yillik-teror-bilancosu-hangi-yil-ne-kadar-terorist-oldu-ne-kadar-sehit-verdik-80725h.htm). Bu rakamların güvenlik güçleriyle ilgili olanı tam olarak tespit edilmiş olsa da Kürtlerle ilgili olanının çok daha fazla olduğunu kestirmek zor değildir. Buna son bir yılın bilançosunu ve 17 bin faili meçhulü de eklediğimizde rakamların dehşet boyutunu görmek zor değildir. Bu ise, 65.000’e yakın Kürt’ün katledildiği resmi rakamlarca da onaylanmış demektir. İşte böylesi bir devletten söz ediyoruz.
Buna rağmen, devletin vatandaşı koruma gibi temel bir işlevi olduğu söylemine inandığımızı varsayarak ben geliyorum diyen, basit bir valilik kararıyla engellenebilir bir tehlikeden vatandaşı korumak için bu devletin sesiz kalmasına anlam vermekte zorlandığımı belirteceğim (okur, “zorlanıyorum” kelimesini fazla önemsemesin).
16 Temmuz 2011 tehlikesinden söz ediyorum.
16 Temmuz 2011’de ülkenin farklı köşelerinden toplatılmakta olan, şeriatçı, ırkçı, ilkel milliyetçi faşist güçler, Hatay’a da kamplarda tutulan Suriyeli mültecilere destek ziyareti yapacaklarını açıkladılar. Bununla kalmayıp, Antakya’da Suriye aleyhinde protestolar yaparak, Suriye sınırlarını aşıp tepkilerini göstereceklerin açıkladılar. Çok masum gibi görülen bu açıklamalar, bölge olayları ve Hatay’ın etnik, inanç mozaiği göz önüne alınınca ciddi sorunların belireceği açıktır. Buna Bölge olaylarıyla ilgili olarak Batılı istihbarat güçlerinin hatayı uzun zamandır mesken edindiklerini de katınca, bu girişimlerle yapılmak istenilenin, belli bir planın parçaları olduğunu anlamak zor değildir. Bir de devletin büründüğü destekleyici derin sessizliğini eklediğimizde, bu tehlikenin boyutları yeterince açığa çıkmış olur.
Bu devlet, sözde vatandaşın güvenliği nedeniyle, 25 Haziran 2011’de Antakya’da yapılmak istenen “Suriye halkı ve yönetimini destekleme” mitingine yasak koymuştu. Bu gösterilere katılmak isteyen ve Türkiye halklarına dayanışmaları nedeniyle teşekkür etmek isteyen, yüzlerce bilim adamı, prof, yazar, sanatçı, gazeteci, üniversite temsilcisinin Türkiye’ye girişini bile yasaklamıştı. Bu insanlar Yayladağı sınır kapısında 8 saat beklettikten sonra, Türkiye’ye geçmelerinin yasak olduğu bildirilmiştir. Komşu, kardeş denilen bir ülkeyi karıştırmakla kalmayıp vatandaşlarının yüzüne sınır kapılarını kapatan dünyada ilk devlet, işte bu devlet ülkemizin devleti olmuştur. Devletin ortaya koyduğu tutumun 16 Temmuz’da devletin ne yana düşeceğine önemli bir ipucu gibidir.
İKİ YÜZLÜLÜK
Vatandaşını korumakla mükellef devleti biraz daha geniş bir çevreden kavramak üzere dış politikasından iç politikasına doğru birkaç örnekle bilgilenmenin konumuz açısından yararı olacaktır.
Bu devletin yakın dönemde iflası anlamına gelen ikiyüzlü dış politikasının Libya halkına ve iki ülke arasındaki tarihi bağlara verdiği zararı hepimiz yakından izliyoruz. Bir ülkenin alnına böylesi bir kara lekeyi sürmek, her yönetimin harcı değildir. Bu pervasızlığın kaynağında büyük ve yoğun bir güç etkinliği gereklidir.
Libya’da sergilenen ikiyüzlülük, “yüksek ulusal çıkarlar” adı altında işlendi. Son gezisinde Davutoğlu, bu devlet adına, Libya’nın resmi yönetimine sırtını dönerek, emperyalistlerin eli kanlı şebekelerini, dış güçleri ülkesine sokan Bingazi Meclisi’ni Libya’nın meşru, resmi temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. Düne kadar altın yumurtlayan dost olarak gördükleri Kaddafi yönetimiyle ilişkilerin kesildiği açıklandı.
İşte bu devletin uluslar arası ilişkilerde, Amerikan pragmatizmiyle gelip dayandığı “komşu ülkelerle güvenli ilişkiler”in maskesi buraya kadardı. Okyanus ötesinin kültür değerleri, kendine ha nesnel veriler üzerinde yeşermiş farklı coğrafya ve ilişki değerleri, bölgemize, halklarımıza,. Tarih, coğrafya ve kültür dokularımıza gelip böylesine bir dayatmayla yarleştirilmiş oldu. Bu noktada akılda kalması gereken tek şey, siyasal yönetimlerin geçici, ortak coğrafyayı paylaşan halklar arasındaki ilişkinin ebedi olduğudur.
Bu devlete, Bahreyn’de “ikinci bir Kerbela istemiyoruz” dedikten sonra Suudilerin tepkisi karşısında, sözlerini yutarak susan bir devlettir. Behreyn’deki insan kıyımına seyirci kalmakla dış politikada ikircimli duruşunu tekrar ederek, anlık çıkarların her şeyin üzerinde olduğunu bir kez daha dile getirmiştir.
Bu devlet, ülkesinin, ve halklarının gereç anlamda yüksek çıkarlarını çiğneyen tarzıyla, düne kadar Kardeş, dost, stratejik müttefik dediği Suriye’ye karşı ortaya koyduğu tutum ise yüzyıllar boyu unutulmayacak derin yaralar oluşturmuştur. Bu konuyu onlarca makalemde işledim. Burada konumuzla ilgili söyleyeceği tek şey, Suriye’yi kanlı bir kardeş savaşı arenasına çevirmek için fiili olarak müdahil olan bu devletin, hiçbir vicdan, ahlak muhasebesi yapmadan, tarihi, coğrafyayı, komşuluk ilişkileri ve bunun bileşkesi oluşan kültür algılarını ayaklar altında ezerek ortaya koyduğu tutumun bu devlete hiçbir şekilde güven duyulmayacağıyla sınırlı olacaktır.
Buradan, konumuzla ilgili olarak, ülkesinde paramiliter olarak kanlı eylemlere girişmiş “vatan haini” damgalı Suriyeli şebekelerin, ülkemizde kurulan kamplarda lojistik olarak desteklenmesinin artık, ülkemiz için de bir risk haline geldiğini ifade edeceğim.
16 Temmuz tarihinin bu anlamda derin devletin parmak izlerini taşıdığını kestirmek zor değil. Bu girişimin, Gazze’ye yardım konvoyları adı altında gıda maddelerinin altında Suriyeli karşı-devrim güçlerine silah taşıma girişimi olduğunu iddia etmek abartılı olmayacaktır. Bu girişim buyanıyla açık ve net biçimde bir provokasyon olayıdır.
Dış ilişkilerinde ikiyüzlü olan bir devletin, içte farklı olması mümkün değildir. Tersine, iç siyasette halkına karşı sürdürdüğü ikiyüzlülüğün bir sonucu olarak, dış politikası bu tarzda şekillenmiştir demek yanlış değildir.
Bu devlet ikiyüzlü bir devlettir.
Cumhuriyetteki Osmanlının, bölgemizi kanlı savaşlara götürecek dış güçlerin bir edatı olduğu gerçeği yarım asırdır NATO’yla süren köleci ilişkilerin ürünüdür. Bölgemizin tanık olduğu her savaşta, her halk ayaklanmasında ve deviminde ülkemizin aldığı tutum bölge halklarının bilinçaltında ciddi, kırılması çok güç önyargıların oluşmasına yol açmıştır; Kore savaşında, NATO’nun “en ucuz malı askeri” olan bir ülke olarak kardeş kavgasında taraf olmak, Bağdat, CENTO gibi bölge halklarına karşı kamplarda yer almak, 1958 Lübnan iç savaşında gerici Falanjist güçlerin yanında saf tutmak, 14 Temmuz 1958 Irak devriminde, Irak halkının karşısında karlık yanlısı olmak, Arap-İsrail savaşlarının tümünde İsrail yanlısı olmak bu ön yargıların haklı dayanakları olmuştur, Bu gün ise, “komşularla sıfır sorun” maskesiyle yapılan Yeni-Osmanlı girişimini oluşturan “derin strateji”, kısa sürede komşular için tehlikeli bir şer kaynağı olduğu anlaşılmıştır. Bunlara 400 yıllık Osmanlı zulmünü de eklediğimizde bölge halklarının ülkemiz hakkında oluşacak yargılarının ne olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz.
Bu strateji, Roma’dan Bizans’a, Osmanlıdan yeni-Osmanlıya doğru yürüyen sürecinde ülke dinamiklerini komşularıyla barış içinde, verimli ve ortak paylaşımlı bir yeniden yapılanma lehine değerlendirmek yerine, bu dinamikleri emperyalist odakların potasında eriterek onların kararlarına mahkum, komşularına ölüm saçan bir baskı aracı haline getirmeyi hedeflemiştir.
Ahmet Davutoğul’nun “Derin Strateji” kitabında belirlediği yönelim bu esaslar üzerine kurgulanmıştır. Bu siyaset, gelip tıkanmaya başladığı yerde, diğer millet ve ülkelerin tarihsel birikimlerini, bağımsız karar alma ve tehlikeler karşısında oluşacak reflekslerini hesaba katmadığı anlaşılmıştır. Bu siyaset ülkelerin zenginliklerini bir köle gibi Türkiye’ye sunacakları ya da sunmak zorunda oldukları hezeyanı içindedir. Yeni-Osmanlının ideolojik kaynakları da bu yanılgıdan beslenmektedir.
Libya’da, başardığını sandığı girişimleri Suriye’de de ikame etmeye çalışması bunun göstergesidir. Suriye halkı bu hezeyanlara ve onların uzantılarına, 29 Mart’ta olduğu gibi 21 Haziran 2011’de da 15 milyon insan meydanlara inerek cevabını vermiştir, son sözünü söylemiştir; şer güçlerine Suriye’de geçit yok demiştir. Bu sert kayaya başını vuran ikiyüzlü iktidar, bu aralar olayı nasıl derleyip toplayacağının hesabını yapmaya başlamıştır. Ancak her şey ortaya çıkmış oldu. Suriye halkı, bir bütün olarak Arap halkı Türkiye devletinin tarihsel çizgisini değiştiremediğini görmüştür; bu çizgi Arap halkları açısından anılardan silinmez acıların çizgisidir.
Bu süreçte, “sivilleri koruma” adı Suriye’ye girişilmesi planlanan askeri operasyonun aracı konumundaki göçmenler (eli kanlı şebekeler ve aileleri dışında kalan korkuyla göçe zorlananlar), ülkelerine dönme istemleri, bu kirli siyaset üzerinde de ağır bir basınç oluşturmaya başlamıştır. Kamplarda göçmenlerin çeşitli nedenlerle yükselttikleri protestolar, geride kalacak olan Suriyeli “vatan hainleri”nin kime ve ne işine yarayacağı sorusunu getirecektir. Bu da ülkemiz için ayrı bir bela kaynağı olacağı açıktır. Kirli dış siyasetin işlediği cürümün laneti işte böyle, gelir sahibinin boynuna yapışır.
Buradan bir sonuç çıkartılacaksa, dış siyasetin bir iç siyaset ürünü olduğu gerçeğidir. Bu noktadan bakınca, 16 Temmuzda tezgahlanmak istenen politikanın derin yüzü ortaya çıkmış olur.
SİVİL DİKTATÖRLÜK VE BİAT KÜLTÜRÜ
Bu devlet kendi kurallarını çiğneyen bir devlettir. Bunu her tarihi kesitte, her olayda ortaya koymuştur; Halka baskı ve zulüm dışında hiçbir hak vermemiştir. Her zaman tarihin gerisinde kalmıştır. Yaptığı iyileştirmeler ve yenileşmeler, halkın taleplerinden çok temsil ettiği egemen güçler için olmuştur. Kolaca ikame edilebilecek demokratik reformları bile ret etmiş “sorun yoktur” diyebilmiştir. Dini, laikliği, kültürel değerleri karanlık politikaları yararına istihdam etmiş, ama halkların talebi olan hak ve hukuku tanımamıştır. Bu süreçte devletin tüm kurumlarını ele geçiren gerici güçlerin sivil diktatörlük hevesleri, yeni söylemlerle güvenlik altına alınmaya çalışılmıştır. Erdoğan iktidarı bu kez de vekaleti nereden alınmış belli olmayan “yöneticiye itaatin meşru dini dayanakları” üzene fetva yayınlarına başlayarak tanrının yer yüzündeki gölgesi olan krallar ve sultanlar için ortaçağlarda yapılan karanlık propagandalara yönelmiştir. İtaat ve sadakat adı altında düşüncenin özgürleşmesi engellenmek istenmiştir. Her şey Allah’tandır, kaderdir, söylemleriyle egemenliklerini semavi güçlere bağlamaya çalışılmaktadır; bu arada içi boşaltılan, yeniden yorumlanarak teslim alınmış laikliğe de bunların sahip çıkacağı bilinmelidir. Bu bir biat kültürüdür, devleti bu algıyla yönetme arzusudur. Bu ise sivil diktatörlük ötesi bir şeydir.
Şu satırları sabırla okumanızı tavsiye edeceğim:
“Bu bölümdeki bir ayet ve on bir hadis-i şeriften:
Allaha, Rasûlüne ve müslüman olan idarecilere itaat edilmesi gerektiğini,
siyasi otoritesini kabul edip elini sıktığımız müslüman idareciye sebepsiz yere itaatsizlik edersek Allah’ın huzuruna tutunacağımız bir delil bulunmaksızın çıkacağımızı,
Müslümanların, müslüman olan devlet başkanlarına bağlılık sözü vermeden ölen kimselerin cahiliye devrinde ölmüş gibi muamele göreceğini,
İslam cemaatinden ayrılarak ölen kimsenin de yine cahiliye döneminde ölmüş gibi muamele göreceğini,
ırkı ve şekli ne olursa olsun tayin olunan müslüman yöneticiye itaatin gerektiğini,
İslam devletinin devamı için her durumda itaatin devam edeceğini,
İslami yönetimde birden fazla idareci ortaya çıkarsa ikincisinin başının vurulacağını,
idareci idarecilikten, idare edilenlerin de kendilerinden sorumlu olduğunu,
müslüman idarecilere karşı hakkımız gasp edilirse hakkımızı Allah’tan isteyeceğimizi,
müslüman devlet başkanına itaat edenin peygambere itaat etmiş gibi olacağını,
peygambere itaat edenin de Allah’a itaat etmiş gibi olacağını,
müslüman devlet başkanından hoşa gitmeyen bir şey görenin sabretmesi gerektiğini,
kim de devlet başkanına ihanet ederse Allah’ın onun cezasını vereceğini öğreneceğiz.” (Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 221)
Şimdi bu ön hazırlıktan sonra, itaatin gerekliliği konusuyla ilgili sevgili peygamberimizin bazı hadis-i şeriflerini görelim isterseniz. Bu tür hadisler, Rudânî’nin “Cem’u’l Fevâid” adlı eserinde toplu olarak görülebilir. (s.181-187.) …
"Başınıza, başı kuru üzümü andıran Habeşli bir köle bile geçse, aramızda Allah'ın kitabı ile hükmettikçe, onu dileyin ve itaat edin". (Buhârî, Ahkâm 4, Ezân 54, 56)
"Kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur; Kim bana başkaldırırsa Allah'a başkaldırmış olur; Kim emîrime itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim emîrime başkaldırırsa bana başkaldırmış olur." ( Buhârî, Ahkâm 1, Cihad 109; Müslim, İmaret 33, (1853); Nesâî, Bey'at 27, (7, 154))
http://www.habervaktim.com/yazar/39837/islam’da_mesru_itaatin_yasal_dayanaklari.html
Sadece itaat edeceksiniz, yoksa Allahın hükümlerine isyan etmiş olursunuz. Ülkemizde devlet hükmü diye İkame edilmek istenen de tas tamam budur.
Üstte bir kısmını aktardığım yaklaşımı ayni linkten geniş haliyle okuduğunuzda yaklaşan tehlikenin ve Hatay’da on yıllar önce denenmesine rağmen başarılmayan mezhep çatışmasının bir kez daha sahnelemek istenmesindeki amaç ve mesajlarını kavramak zor değildir.. 16 Temmuz, bu senaryonun derin devlet tarafından, Cemaatin İmamlar ordusunca, okyanus ötelerinden uzanan kirli emirlerle ve bir o kadar karanlık amaçlarla yapılacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Dini, ümmet kapsamındaki genişliğiyle bile kabul etmeyen, tek boyutlu milliyetçi algılarla yorumlayan bu karanlık güçlerin, mezhep farklılıklarını gerekçe göstererek yakacakları ateş, çok kapsamlı planın ilk kıvılcımı olarak işlev göreceği açıktır. 16 Temmuz bu açıdan dikkatle ele alınması gereken bir tarihtir.
Hepimizin bilmesi başka önemli bir gerçek de, bu devletin, sustukça üzerimize gelen korkular içinde kıvranan bir devlet olduğudur. Kuruluşu büyük korkuların psikozu altında gerçekleşmiş bu devletin, halkına verebileceği bir şey yoktur. Ülkemizde süren kirli savaşın nedeni de budur. Demokratik hakları verebilecek genişlikte bir dokuya sahip olmayan bu devlet, halkı aldatma üzerine yürüttüğü ve her defasında iflasla sonuçlanan çabaları, bu kez iç ve dış politika iflaslarıyla gündeme gelmiştir. Bu ise toplu bir iflastır.
Birbirini tetikleyen süreçlerle bu ikiyüzlülük devletin halkına karşı kendi koyduğu kuralları çiğneyerek, güvenlik gibi temel görevlerini bilinçlice ihmal etmektedir. Bu devlet, sadece öldürmeyi, bölüp yönetmeyi, dini siyasete alet etmeyi, baskıyı ikame çabasında olan bir devlettir.
Bu devlet bölücülüğün de tek kaynağıdır. Bu amaçla vatandaşları üzerine gitmekte ya da eli kanlı şebekelerini vatandaşın üzerine sürmektedir. Bu devlet, vatandaşı için değil çıkarlar dünyasının kirli ve karanlık amaçları için vardır. Bu devlet halkın iradesine ipotek koyan bir devlettir. Kendi koyduğu yasalar ışığında halkın oylarıyla milletvekili seçilmiş insanlara parlamentoya ulaşma hakkını gasp eden bir devlettir. Farklı olmanın bu devlette tek bir karşılığı vardır o da Erdoğan’ın inatla tekrar ettiği tehditlerde dile gelen “bertaraf” olmaktan ibarettir.
16 temmuz provokasyon hazırlıklarını böylesi bir devletin gölgesi altında algılamaya çalışmak daha da bir önem kazanmaktadır.
BÖLGE OLAYLARI VE HATAY
Bu makalenin işaret edeceği son nokta, NATO ve Batılı emperyalist devletlerin, uzun zamandır süren istihbarat çalışmalarının Hatay’da önemli bir hazırlığın varlığına olacaktır.
Hatay’ın, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde bölgenin, haritalar dahil, güç dengelerinin değişimi ve bölünmelerin yaşanmasına yönelik hedefleri için bir idare alanı haline getirilmek istendiği bilinmektedir. Hatay, bölge operasyonlarının Merkez Karargahı olarak seçilmiştir; basına da sızan bu veriler bölgede İsrail’in çıkarlarına uygun bir düzenlemeyi olduğu kadar, batılı emperyalist güçlerce hedef haline getirilen güçlerin telef edilmesi için kabul edilebilir bir savaşın idare merkezi olarak belirlenmiştir.
Bu şer güçlerinin, tamamlanmasını bekledikleri verilerin olgunlaşmaması, Suriye üzerine kurguladıkları planların iflas etmesindendir. Suriye ikinci kez bu planları alt-üst etmiştir. BOP bölgede ikinci kez ağır bir yara almıştır. Bu yaranın ilki 12 Temmuz 2006’da İsrail’in Lübnan’a açtığı savaşta uğradığı hezimette açığa çıkmıştır. İkincisi Suriye’nin kanlı bir iç savaşa düşmeyip, olaylardan, farklılıklarıyla birliğini güçlendirerek çıkmasıdır; devrim gibi reformlarıyla, bu süreçten demokratik bir ülke olarak çıkması beklenen Suriye’nin, Amerika – İsrail ve bölge gericiliği karşısında bölge halkları adına daha da güçlüce direnen bir ülke olacağı uzak bir ihtimal değildir.
Ülkemizin sınır çevresindeki bu gelişmeler, devam eden kaosların ne türden tehlikeler taşıdığını anlatmaya gerek yok sanırım. Hatay bu açıdan, coğrafi, etnik, inanç yapısı itibariyle her türden provokasyon için uygun bir zemin olarak belirlenmiştir. Dış güçlerin müdahalesiyle, ülkenin değişik yerlerinden toplanacak aşırı güçlerin saldırgan tutumlarıyla, Hatay’ın yüzyıllar süren barış ve kardeşliği bozulmak ve burayı bir sıçrama tahtası olarak kullanıp, bölge üzerindeki karanlık amaçlar ikame edilmek istenmektedir.
Devletin ya da derin devletin planı budur.
Ancak bu plan da, bu devletin tüm siyasetlerinde olduğu gibi, bir yanılgı üzerinde kurgulanmıştır. Bu devlet kendi coğrafyasını ve hükümranlığa altındaki vatandaşların davranış eğilimlerinin cahili olan bir devlettir. Bu nedenle, şehir dışından toplayabildiği şer güçleriyle, 1400 yıldır barış içinde bir arada yaşayan insanlara ölüm denklemleri dayatma, korku ve gerginlik yaratma çabasındadır. Bunu Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin deyişiyle “haçlı seferi” olarak adlandırmak hiçte yanlış değildir; Doğu Hıristiyan’larının haçlı seferlerinden çektiklerini burada ayrıca aktarmaya gerek yoktur. Bu seferlerin bölgedeki kuklalarının şeriat meczupları olması, dün gibi bu gün de aynıyla geçerlidir.
Ancak devlet bu politikasında da Hatay’ın çok renkli yapısıyla güçlü olan bileşkesi karşısında iflas edecektir. Hatay halkı, öncelikle kendi arasında bu provokasyonlara gelmeyecek kadar bilinçli bir halktır. Tarih deneyleriyle, duyarlılıklarıyla da böylesi tehlikelerin kalıcı olmasına geçit vermeyecektir. Geriye devletin dıştan getirdiği saldırganlarla yaratacağı kaos ve buna karşı halkın mücadele kalacaktır.
SONUÇ
Halkı üzerinde bu ölçekte pervasızca tehlikelerin kaynağı olan böylesi bir devlet altında, barış içinde bir arada yaşamanın inandırıcı bir yanı kalmamıştır demek, abartılı bir yaklaşım sayılmamalıdır. Bu ülke birimizin değil hepimizin olduğu gerçeğini bu devlet anlamamak için direnmektedir. Kendini yabancılaştıran bu devletin, basit güvenlik önlemleriyle halkına karşı yönelen tehlikeleri önlemesi artık beklenemez. Tersine bu tehlikelerin organizatörlü olduğu açıktır. Böylesi bir devletin çatısı altında bir arada yaşamak mümkün değildir.
Bu gerçekleri Hatay halkı bir kez daha, acı ve kanlı bir biçimde 16 Temmuzda yaşama ihtimali az değildir. Sonuçta başaracakları hiçbir şey olmasa da, kanlı bir çatışmanın bırakacağı derin yaralar, bu kentin en büyük kaybı olacaktır
Bu ihtimalleri göz önüne alarak, halkıma yapacağım çağrı, 16 Temmuz gününü, korku ve ölüm günü gibi gerginlikler içinde dayatmak isteyenlere, tüm gücümüzle karşı koymaya hazır olalım diyorum.
Korku duvarlarını yıkalım. Korkunun kimseye fayda etmediğini özellikle bu devletle ilişkide hiç işe yaramadığı açıktır. Korku duvarlarının yıkıldığı yerde, tehlikelerle mücadele daha az maliyetli ve daha kolaydır.
7 Temmuz 2011
Medyaya yansıyan bir haber ciddi gerginlik kaynağı oldu. 16 Temmuz 2011 tarihinde ülkemizin çeşitli yerlerinden taşınacak insanlar, Suriye’de kanlı olaylara karışarak sınır boylarında kurulan kamplara yerleştirilen insanlara destek vermek üzere Hatay’a yürüyecekleri ilan edildi. Bununla kalmayıp Antakya’da Komşu ülke Suriye aleyhine, sınırları da aşarak protesto yapacaklarını ifade edilmekte. Bu haberler kentin hassas inanç ve etnik dokusu üzerinde, geçmiş tarihlerden kalma derin bir korku yarattı. Çorum, Maraş Sivas olaylarının Antakya’da sahneleneceği kaygısı yarattı.
Halkın bu haklı kaygıları, basına çok yansımayan ancak ayaklı gazetelerle, sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla hızla büyüyerek boyutlandı Geçmiş dönemlerin bilinçaltında koruduğu birçok algı yeniden belirmeye başladı. Devletin süren sissizliği ise bu süreci alabildiğine derinleştirdi. Devlet bir kez daha sorgulanmaya başladı.
Bu sorun sadece kadim Roma kenti Antakya’yla ilgili değil. Sorun halkımıza yönelik tehlikelerde devletin aldığı tutum ve bölge olaylarının alacağı boyutla ilgilidir. Bunları mümkün olan en kısa şekilde ifade etmeye çalışacağım.
DEVLET VE DEVLET
Devlet olgusunu bilimsel anlamı ve işleviyle yorumlamayacağım. Devleti, hakim güçlerin tanımladıkları ölçekler içinde kalarak ele alıp olayları yorumlamaya çalışacağım.
Devlete ilişkin binlerce tanım bulunabilir. Konumuzla ilgili olarak bu tanımı yapacak olursak “vatandaşın güvenlik sorunu öncelikli sorunu” olarak karşımıza çıkar. İktidar güçlerinin, devlete ilişkin en sevimli tanımlamaları ve işlevi de budur; vatandaşı korumak, sorunlarını çözmek, gelecek ihtiyaç ve kaygılarını gidermek için, aynı vatandaştan ve diğer gelir kaynaklarından oluşan mali güçle oluşan tarihin en kapsamlı organizasyonudur denilebilir. Bu tanıma bağlı kalırken, devletin gerçekte iktidarı ele geçiren azınlığın çoğunluk üzerindeki, hatta her toplumsal ilişkide bir sınıfın ya da sınıf kombinezonunun diğerleri üzerindeki tahakküm aracı olduğuyla ilgilenmeyeceğim; Zorun her biçimini bu amaçlarla tek tek insanlara, aydınlara, inanç ve etnik farklılıkların haklı taleplerine karşı kullanmaktan çekinmeyen bir araç olduğu üzerinde de durmayacağım.
Her sorunu güvenlik sorunu olarak gören ve bu algıyla çözmeye çalışan ülkemiz devletinin son 30 yılda yol açtığı kaosları üzerinden bir tez de ortaya atmayacağım. Onların anladığı anlamda devlet tanımı sınırı içinde yaklaşan ve halkı tedirgin eden tehlike üzerinde durmaya çalışacağım.
Buraya kadar her şey normal. Bu devlet altında yaşamanın en asgari ölçütü olan tehlike karşısında vatandaşın korunması ya da toplu bir tehlike karşısında koruyucu önlemleri önceden alması gerekti sonucuna varmak da zor değildir. Devlet bu amaçla, vatandaştan topladığı vergilerden silah almakta, güvenlik kuvvetleri giderleri, istihbarat teşkilatları ve ordu gibi maliyeti çok yüksek güçler beslemektedir. Bu askeri aparat ve güçler her ne kadar yukarıda değinmeyeceğim dediğim esas işlevle ilgili olarak halka karşı kullanılan araçlar olsa da, “devletin vatandaşı korumakla mükellef olduğu” aldatmacasına inandığımı var sayacağım.
Okurun bu aldatmaya kanma ihtimalini göz önüne alarak, ülkemiz devletinin dünden bu güne tarihini kısa bir bilançoyla aktarmak okur için algı kolaylığı yaratacağına inanıyorum. Bu devlet tarihler boyu başta Türk halkı Anadolu’da kabile kabile, oymak oymak doğradığını, “Etraki bila idrak” diyerek aşağılaması dahil, , Ermenilere karşı 20.yy ilk soy kırımını gerçekleştirip, Hitler’e soykırım konusunda örnek oluşturduğunu, “Varlık vergisi” kanunu (11 Kasım 1942- 15 Mart 1944) ve 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla azınlık temizline başladığını son 200 yüz yıl içinde Kürt halkına çektirdikleri acıların sonucu 39 ayaklanma yapmaya sürüklediği ve milyonlarca Kürt katlettiğini bilmeyen yoktur. Cumhuriyet döneminde ise 19 Kürt halk ayaklanması ve sonuçları Osmanlıyı aratmayacak bir şekilde ortaya çıktı. Yüz binler katledildi. Koçgiri, Şeyh Sait, Dersim, ve aradaki katliamlar, buna jenosit demek yanlış değildir. 1984 Eruh-Şemdinli olaylarından 22 Haziran 2010 tarihli Halkalı olayına kadar, resmi kaynaklara yansıyan bilanço şudur: 6.653 güvenlik görevlisi, 5.687 vatandaş, 41.828 Kürt özgürlük savaşçısı, 21.615 yaralı, 300 milyar dolar da maliyet (http://www.gazeteci.tv/26-yillik-teror-bilancosu-hangi-yil-ne-kadar-terorist-oldu-ne-kadar-sehit-verdik-80725h.htm). Bu rakamların güvenlik güçleriyle ilgili olanı tam olarak tespit edilmiş olsa da Kürtlerle ilgili olanının çok daha fazla olduğunu kestirmek zor değildir. Buna son bir yılın bilançosunu ve 17 bin faili meçhulü de eklediğimizde rakamların dehşet boyutunu görmek zor değildir. Bu ise, 65.000’e yakın Kürt’ün katledildiği resmi rakamlarca da onaylanmış demektir. İşte böylesi bir devletten söz ediyoruz.
Buna rağmen, devletin vatandaşı koruma gibi temel bir işlevi olduğu söylemine inandığımızı varsayarak ben geliyorum diyen, basit bir valilik kararıyla engellenebilir bir tehlikeden vatandaşı korumak için bu devletin sesiz kalmasına anlam vermekte zorlandığımı belirteceğim (okur, “zorlanıyorum” kelimesini fazla önemsemesin).
16 Temmuz 2011 tehlikesinden söz ediyorum.
16 Temmuz 2011’de ülkenin farklı köşelerinden toplatılmakta olan, şeriatçı, ırkçı, ilkel milliyetçi faşist güçler, Hatay’a da kamplarda tutulan Suriyeli mültecilere destek ziyareti yapacaklarını açıkladılar. Bununla kalmayıp, Antakya’da Suriye aleyhinde protestolar yaparak, Suriye sınırlarını aşıp tepkilerini göstereceklerin açıkladılar. Çok masum gibi görülen bu açıklamalar, bölge olayları ve Hatay’ın etnik, inanç mozaiği göz önüne alınınca ciddi sorunların belireceği açıktır. Buna Bölge olaylarıyla ilgili olarak Batılı istihbarat güçlerinin hatayı uzun zamandır mesken edindiklerini de katınca, bu girişimlerle yapılmak istenilenin, belli bir planın parçaları olduğunu anlamak zor değildir. Bir de devletin büründüğü destekleyici derin sessizliğini eklediğimizde, bu tehlikenin boyutları yeterince açığa çıkmış olur.
Bu devlet, sözde vatandaşın güvenliği nedeniyle, 25 Haziran 2011’de Antakya’da yapılmak istenen “Suriye halkı ve yönetimini destekleme” mitingine yasak koymuştu. Bu gösterilere katılmak isteyen ve Türkiye halklarına dayanışmaları nedeniyle teşekkür etmek isteyen, yüzlerce bilim adamı, prof, yazar, sanatçı, gazeteci, üniversite temsilcisinin Türkiye’ye girişini bile yasaklamıştı. Bu insanlar Yayladağı sınır kapısında 8 saat beklettikten sonra, Türkiye’ye geçmelerinin yasak olduğu bildirilmiştir. Komşu, kardeş denilen bir ülkeyi karıştırmakla kalmayıp vatandaşlarının yüzüne sınır kapılarını kapatan dünyada ilk devlet, işte bu devlet ülkemizin devleti olmuştur. Devletin ortaya koyduğu tutumun 16 Temmuz’da devletin ne yana düşeceğine önemli bir ipucu gibidir.
İKİ YÜZLÜLÜK
Vatandaşını korumakla mükellef devleti biraz daha geniş bir çevreden kavramak üzere dış politikasından iç politikasına doğru birkaç örnekle bilgilenmenin konumuz açısından yararı olacaktır.
Bu devletin yakın dönemde iflası anlamına gelen ikiyüzlü dış politikasının Libya halkına ve iki ülke arasındaki tarihi bağlara verdiği zararı hepimiz yakından izliyoruz. Bir ülkenin alnına böylesi bir kara lekeyi sürmek, her yönetimin harcı değildir. Bu pervasızlığın kaynağında büyük ve yoğun bir güç etkinliği gereklidir.
Libya’da sergilenen ikiyüzlülük, “yüksek ulusal çıkarlar” adı altında işlendi. Son gezisinde Davutoğlu, bu devlet adına, Libya’nın resmi yönetimine sırtını dönerek, emperyalistlerin eli kanlı şebekelerini, dış güçleri ülkesine sokan Bingazi Meclisi’ni Libya’nın meşru, resmi temsilcisi olarak tanıdığını açıkladı. Düne kadar altın yumurtlayan dost olarak gördükleri Kaddafi yönetimiyle ilişkilerin kesildiği açıklandı.
İşte bu devletin uluslar arası ilişkilerde, Amerikan pragmatizmiyle gelip dayandığı “komşu ülkelerle güvenli ilişkiler”in maskesi buraya kadardı. Okyanus ötesinin kültür değerleri, kendine ha nesnel veriler üzerinde yeşermiş farklı coğrafya ve ilişki değerleri, bölgemize, halklarımıza,. Tarih, coğrafya ve kültür dokularımıza gelip böylesine bir dayatmayla yarleştirilmiş oldu. Bu noktada akılda kalması gereken tek şey, siyasal yönetimlerin geçici, ortak coğrafyayı paylaşan halklar arasındaki ilişkinin ebedi olduğudur.
Bu devlete, Bahreyn’de “ikinci bir Kerbela istemiyoruz” dedikten sonra Suudilerin tepkisi karşısında, sözlerini yutarak susan bir devlettir. Behreyn’deki insan kıyımına seyirci kalmakla dış politikada ikircimli duruşunu tekrar ederek, anlık çıkarların her şeyin üzerinde olduğunu bir kez daha dile getirmiştir.
Bu devlet, ülkesinin, ve halklarının gereç anlamda yüksek çıkarlarını çiğneyen tarzıyla, düne kadar Kardeş, dost, stratejik müttefik dediği Suriye’ye karşı ortaya koyduğu tutum ise yüzyıllar boyu unutulmayacak derin yaralar oluşturmuştur. Bu konuyu onlarca makalemde işledim. Burada konumuzla ilgili söyleyeceği tek şey, Suriye’yi kanlı bir kardeş savaşı arenasına çevirmek için fiili olarak müdahil olan bu devletin, hiçbir vicdan, ahlak muhasebesi yapmadan, tarihi, coğrafyayı, komşuluk ilişkileri ve bunun bileşkesi oluşan kültür algılarını ayaklar altında ezerek ortaya koyduğu tutumun bu devlete hiçbir şekilde güven duyulmayacağıyla sınırlı olacaktır.
Buradan, konumuzla ilgili olarak, ülkesinde paramiliter olarak kanlı eylemlere girişmiş “vatan haini” damgalı Suriyeli şebekelerin, ülkemizde kurulan kamplarda lojistik olarak desteklenmesinin artık, ülkemiz için de bir risk haline geldiğini ifade edeceğim.
16 Temmuz tarihinin bu anlamda derin devletin parmak izlerini taşıdığını kestirmek zor değil. Bu girişimin, Gazze’ye yardım konvoyları adı altında gıda maddelerinin altında Suriyeli karşı-devrim güçlerine silah taşıma girişimi olduğunu iddia etmek abartılı olmayacaktır. Bu girişim buyanıyla açık ve net biçimde bir provokasyon olayıdır.
Dış ilişkilerinde ikiyüzlü olan bir devletin, içte farklı olması mümkün değildir. Tersine, iç siyasette halkına karşı sürdürdüğü ikiyüzlülüğün bir sonucu olarak, dış politikası bu tarzda şekillenmiştir demek yanlış değildir.
Bu devlet ikiyüzlü bir devlettir.
Cumhuriyetteki Osmanlının, bölgemizi kanlı savaşlara götürecek dış güçlerin bir edatı olduğu gerçeği yarım asırdır NATO’yla süren köleci ilişkilerin ürünüdür. Bölgemizin tanık olduğu her savaşta, her halk ayaklanmasında ve deviminde ülkemizin aldığı tutum bölge halklarının bilinçaltında ciddi, kırılması çok güç önyargıların oluşmasına yol açmıştır; Kore savaşında, NATO’nun “en ucuz malı askeri” olan bir ülke olarak kardeş kavgasında taraf olmak, Bağdat, CENTO gibi bölge halklarına karşı kamplarda yer almak, 1958 Lübnan iç savaşında gerici Falanjist güçlerin yanında saf tutmak, 14 Temmuz 1958 Irak devriminde, Irak halkının karşısında karlık yanlısı olmak, Arap-İsrail savaşlarının tümünde İsrail yanlısı olmak bu ön yargıların haklı dayanakları olmuştur, Bu gün ise, “komşularla sıfır sorun” maskesiyle yapılan Yeni-Osmanlı girişimini oluşturan “derin strateji”, kısa sürede komşular için tehlikeli bir şer kaynağı olduğu anlaşılmıştır. Bunlara 400 yıllık Osmanlı zulmünü de eklediğimizde bölge halklarının ülkemiz hakkında oluşacak yargılarının ne olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz.
Bu strateji, Roma’dan Bizans’a, Osmanlıdan yeni-Osmanlıya doğru yürüyen sürecinde ülke dinamiklerini komşularıyla barış içinde, verimli ve ortak paylaşımlı bir yeniden yapılanma lehine değerlendirmek yerine, bu dinamikleri emperyalist odakların potasında eriterek onların kararlarına mahkum, komşularına ölüm saçan bir baskı aracı haline getirmeyi hedeflemiştir.
Ahmet Davutoğul’nun “Derin Strateji” kitabında belirlediği yönelim bu esaslar üzerine kurgulanmıştır. Bu siyaset, gelip tıkanmaya başladığı yerde, diğer millet ve ülkelerin tarihsel birikimlerini, bağımsız karar alma ve tehlikeler karşısında oluşacak reflekslerini hesaba katmadığı anlaşılmıştır. Bu siyaset ülkelerin zenginliklerini bir köle gibi Türkiye’ye sunacakları ya da sunmak zorunda oldukları hezeyanı içindedir. Yeni-Osmanlının ideolojik kaynakları da bu yanılgıdan beslenmektedir.
Libya’da, başardığını sandığı girişimleri Suriye’de de ikame etmeye çalışması bunun göstergesidir. Suriye halkı bu hezeyanlara ve onların uzantılarına, 29 Mart’ta olduğu gibi 21 Haziran 2011’de da 15 milyon insan meydanlara inerek cevabını vermiştir, son sözünü söylemiştir; şer güçlerine Suriye’de geçit yok demiştir. Bu sert kayaya başını vuran ikiyüzlü iktidar, bu aralar olayı nasıl derleyip toplayacağının hesabını yapmaya başlamıştır. Ancak her şey ortaya çıkmış oldu. Suriye halkı, bir bütün olarak Arap halkı Türkiye devletinin tarihsel çizgisini değiştiremediğini görmüştür; bu çizgi Arap halkları açısından anılardan silinmez acıların çizgisidir.
Bu süreçte, “sivilleri koruma” adı Suriye’ye girişilmesi planlanan askeri operasyonun aracı konumundaki göçmenler (eli kanlı şebekeler ve aileleri dışında kalan korkuyla göçe zorlananlar), ülkelerine dönme istemleri, bu kirli siyaset üzerinde de ağır bir basınç oluşturmaya başlamıştır. Kamplarda göçmenlerin çeşitli nedenlerle yükselttikleri protestolar, geride kalacak olan Suriyeli “vatan hainleri”nin kime ve ne işine yarayacağı sorusunu getirecektir. Bu da ülkemiz için ayrı bir bela kaynağı olacağı açıktır. Kirli dış siyasetin işlediği cürümün laneti işte böyle, gelir sahibinin boynuna yapışır.
Buradan bir sonuç çıkartılacaksa, dış siyasetin bir iç siyaset ürünü olduğu gerçeğidir. Bu noktadan bakınca, 16 Temmuzda tezgahlanmak istenen politikanın derin yüzü ortaya çıkmış olur.
SİVİL DİKTATÖRLÜK VE BİAT KÜLTÜRÜ
Bu devlet kendi kurallarını çiğneyen bir devlettir. Bunu her tarihi kesitte, her olayda ortaya koymuştur; Halka baskı ve zulüm dışında hiçbir hak vermemiştir. Her zaman tarihin gerisinde kalmıştır. Yaptığı iyileştirmeler ve yenileşmeler, halkın taleplerinden çok temsil ettiği egemen güçler için olmuştur. Kolaca ikame edilebilecek demokratik reformları bile ret etmiş “sorun yoktur” diyebilmiştir. Dini, laikliği, kültürel değerleri karanlık politikaları yararına istihdam etmiş, ama halkların talebi olan hak ve hukuku tanımamıştır. Bu süreçte devletin tüm kurumlarını ele geçiren gerici güçlerin sivil diktatörlük hevesleri, yeni söylemlerle güvenlik altına alınmaya çalışılmıştır. Erdoğan iktidarı bu kez de vekaleti nereden alınmış belli olmayan “yöneticiye itaatin meşru dini dayanakları” üzene fetva yayınlarına başlayarak tanrının yer yüzündeki gölgesi olan krallar ve sultanlar için ortaçağlarda yapılan karanlık propagandalara yönelmiştir. İtaat ve sadakat adı altında düşüncenin özgürleşmesi engellenmek istenmiştir. Her şey Allah’tandır, kaderdir, söylemleriyle egemenliklerini semavi güçlere bağlamaya çalışılmaktadır; bu arada içi boşaltılan, yeniden yorumlanarak teslim alınmış laikliğe de bunların sahip çıkacağı bilinmelidir. Bu bir biat kültürüdür, devleti bu algıyla yönetme arzusudur. Bu ise sivil diktatörlük ötesi bir şeydir.
Şu satırları sabırla okumanızı tavsiye edeceğim:
“Bu bölümdeki bir ayet ve on bir hadis-i şeriften:
Allaha, Rasûlüne ve müslüman olan idarecilere itaat edilmesi gerektiğini,
siyasi otoritesini kabul edip elini sıktığımız müslüman idareciye sebepsiz yere itaatsizlik edersek Allah’ın huzuruna tutunacağımız bir delil bulunmaksızın çıkacağımızı,
Müslümanların, müslüman olan devlet başkanlarına bağlılık sözü vermeden ölen kimselerin cahiliye devrinde ölmüş gibi muamele göreceğini,
İslam cemaatinden ayrılarak ölen kimsenin de yine cahiliye döneminde ölmüş gibi muamele göreceğini,
ırkı ve şekli ne olursa olsun tayin olunan müslüman yöneticiye itaatin gerektiğini,
İslam devletinin devamı için her durumda itaatin devam edeceğini,
İslami yönetimde birden fazla idareci ortaya çıkarsa ikincisinin başının vurulacağını,
idareci idarecilikten, idare edilenlerin de kendilerinden sorumlu olduğunu,
müslüman idarecilere karşı hakkımız gasp edilirse hakkımızı Allah’tan isteyeceğimizi,
müslüman devlet başkanına itaat edenin peygambere itaat etmiş gibi olacağını,
peygambere itaat edenin de Allah’a itaat etmiş gibi olacağını,
müslüman devlet başkanından hoşa gitmeyen bir şey görenin sabretmesi gerektiğini,
kim de devlet başkanına ihanet ederse Allah’ın onun cezasını vereceğini öğreneceğiz.” (Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 221)
Şimdi bu ön hazırlıktan sonra, itaatin gerekliliği konusuyla ilgili sevgili peygamberimizin bazı hadis-i şeriflerini görelim isterseniz. Bu tür hadisler, Rudânî’nin “Cem’u’l Fevâid” adlı eserinde toplu olarak görülebilir. (s.181-187.) …
"Başınıza, başı kuru üzümü andıran Habeşli bir köle bile geçse, aramızda Allah'ın kitabı ile hükmettikçe, onu dileyin ve itaat edin". (Buhârî, Ahkâm 4, Ezân 54, 56)
"Kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur; Kim bana başkaldırırsa Allah'a başkaldırmış olur; Kim emîrime itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim emîrime başkaldırırsa bana başkaldırmış olur." ( Buhârî, Ahkâm 1, Cihad 109; Müslim, İmaret 33, (1853); Nesâî, Bey'at 27, (7, 154))
http://www.habervaktim.com/yazar/39837/islam’da_mesru_itaatin_yasal_dayanaklari.html
Sadece itaat edeceksiniz, yoksa Allahın hükümlerine isyan etmiş olursunuz. Ülkemizde devlet hükmü diye İkame edilmek istenen de tas tamam budur.
Üstte bir kısmını aktardığım yaklaşımı ayni linkten geniş haliyle okuduğunuzda yaklaşan tehlikenin ve Hatay’da on yıllar önce denenmesine rağmen başarılmayan mezhep çatışmasının bir kez daha sahnelemek istenmesindeki amaç ve mesajlarını kavramak zor değildir.. 16 Temmuz, bu senaryonun derin devlet tarafından, Cemaatin İmamlar ordusunca, okyanus ötelerinden uzanan kirli emirlerle ve bir o kadar karanlık amaçlarla yapılacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Dini, ümmet kapsamındaki genişliğiyle bile kabul etmeyen, tek boyutlu milliyetçi algılarla yorumlayan bu karanlık güçlerin, mezhep farklılıklarını gerekçe göstererek yakacakları ateş, çok kapsamlı planın ilk kıvılcımı olarak işlev göreceği açıktır. 16 Temmuz bu açıdan dikkatle ele alınması gereken bir tarihtir.
Hepimizin bilmesi başka önemli bir gerçek de, bu devletin, sustukça üzerimize gelen korkular içinde kıvranan bir devlet olduğudur. Kuruluşu büyük korkuların psikozu altında gerçekleşmiş bu devletin, halkına verebileceği bir şey yoktur. Ülkemizde süren kirli savaşın nedeni de budur. Demokratik hakları verebilecek genişlikte bir dokuya sahip olmayan bu devlet, halkı aldatma üzerine yürüttüğü ve her defasında iflasla sonuçlanan çabaları, bu kez iç ve dış politika iflaslarıyla gündeme gelmiştir. Bu ise toplu bir iflastır.
Birbirini tetikleyen süreçlerle bu ikiyüzlülük devletin halkına karşı kendi koyduğu kuralları çiğneyerek, güvenlik gibi temel görevlerini bilinçlice ihmal etmektedir. Bu devlet, sadece öldürmeyi, bölüp yönetmeyi, dini siyasete alet etmeyi, baskıyı ikame çabasında olan bir devlettir.
Bu devlet bölücülüğün de tek kaynağıdır. Bu amaçla vatandaşları üzerine gitmekte ya da eli kanlı şebekelerini vatandaşın üzerine sürmektedir. Bu devlet, vatandaşı için değil çıkarlar dünyasının kirli ve karanlık amaçları için vardır. Bu devlet halkın iradesine ipotek koyan bir devlettir. Kendi koyduğu yasalar ışığında halkın oylarıyla milletvekili seçilmiş insanlara parlamentoya ulaşma hakkını gasp eden bir devlettir. Farklı olmanın bu devlette tek bir karşılığı vardır o da Erdoğan’ın inatla tekrar ettiği tehditlerde dile gelen “bertaraf” olmaktan ibarettir.
16 temmuz provokasyon hazırlıklarını böylesi bir devletin gölgesi altında algılamaya çalışmak daha da bir önem kazanmaktadır.
BÖLGE OLAYLARI VE HATAY
Bu makalenin işaret edeceği son nokta, NATO ve Batılı emperyalist devletlerin, uzun zamandır süren istihbarat çalışmalarının Hatay’da önemli bir hazırlığın varlığına olacaktır.
Hatay’ın, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çerçevesinde bölgenin, haritalar dahil, güç dengelerinin değişimi ve bölünmelerin yaşanmasına yönelik hedefleri için bir idare alanı haline getirilmek istendiği bilinmektedir. Hatay, bölge operasyonlarının Merkez Karargahı olarak seçilmiştir; basına da sızan bu veriler bölgede İsrail’in çıkarlarına uygun bir düzenlemeyi olduğu kadar, batılı emperyalist güçlerce hedef haline getirilen güçlerin telef edilmesi için kabul edilebilir bir savaşın idare merkezi olarak belirlenmiştir.
Bu şer güçlerinin, tamamlanmasını bekledikleri verilerin olgunlaşmaması, Suriye üzerine kurguladıkları planların iflas etmesindendir. Suriye ikinci kez bu planları alt-üst etmiştir. BOP bölgede ikinci kez ağır bir yara almıştır. Bu yaranın ilki 12 Temmuz 2006’da İsrail’in Lübnan’a açtığı savaşta uğradığı hezimette açığa çıkmıştır. İkincisi Suriye’nin kanlı bir iç savaşa düşmeyip, olaylardan, farklılıklarıyla birliğini güçlendirerek çıkmasıdır; devrim gibi reformlarıyla, bu süreçten demokratik bir ülke olarak çıkması beklenen Suriye’nin, Amerika – İsrail ve bölge gericiliği karşısında bölge halkları adına daha da güçlüce direnen bir ülke olacağı uzak bir ihtimal değildir.
Ülkemizin sınır çevresindeki bu gelişmeler, devam eden kaosların ne türden tehlikeler taşıdığını anlatmaya gerek yok sanırım. Hatay bu açıdan, coğrafi, etnik, inanç yapısı itibariyle her türden provokasyon için uygun bir zemin olarak belirlenmiştir. Dış güçlerin müdahalesiyle, ülkenin değişik yerlerinden toplanacak aşırı güçlerin saldırgan tutumlarıyla, Hatay’ın yüzyıllar süren barış ve kardeşliği bozulmak ve burayı bir sıçrama tahtası olarak kullanıp, bölge üzerindeki karanlık amaçlar ikame edilmek istenmektedir.
Devletin ya da derin devletin planı budur.
Ancak bu plan da, bu devletin tüm siyasetlerinde olduğu gibi, bir yanılgı üzerinde kurgulanmıştır. Bu devlet kendi coğrafyasını ve hükümranlığa altındaki vatandaşların davranış eğilimlerinin cahili olan bir devlettir. Bu nedenle, şehir dışından toplayabildiği şer güçleriyle, 1400 yıldır barış içinde bir arada yaşayan insanlara ölüm denklemleri dayatma, korku ve gerginlik yaratma çabasındadır. Bunu Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin deyişiyle “haçlı seferi” olarak adlandırmak hiçte yanlış değildir; Doğu Hıristiyan’larının haçlı seferlerinden çektiklerini burada ayrıca aktarmaya gerek yoktur. Bu seferlerin bölgedeki kuklalarının şeriat meczupları olması, dün gibi bu gün de aynıyla geçerlidir.
Ancak devlet bu politikasında da Hatay’ın çok renkli yapısıyla güçlü olan bileşkesi karşısında iflas edecektir. Hatay halkı, öncelikle kendi arasında bu provokasyonlara gelmeyecek kadar bilinçli bir halktır. Tarih deneyleriyle, duyarlılıklarıyla da böylesi tehlikelerin kalıcı olmasına geçit vermeyecektir. Geriye devletin dıştan getirdiği saldırganlarla yaratacağı kaos ve buna karşı halkın mücadele kalacaktır.
SONUÇ
Halkı üzerinde bu ölçekte pervasızca tehlikelerin kaynağı olan böylesi bir devlet altında, barış içinde bir arada yaşamanın inandırıcı bir yanı kalmamıştır demek, abartılı bir yaklaşım sayılmamalıdır. Bu ülke birimizin değil hepimizin olduğu gerçeğini bu devlet anlamamak için direnmektedir. Kendini yabancılaştıran bu devletin, basit güvenlik önlemleriyle halkına karşı yönelen tehlikeleri önlemesi artık beklenemez. Tersine bu tehlikelerin organizatörlü olduğu açıktır. Böylesi bir devletin çatısı altında bir arada yaşamak mümkün değildir.
Bu gerçekleri Hatay halkı bir kez daha, acı ve kanlı bir biçimde 16 Temmuzda yaşama ihtimali az değildir. Sonuçta başaracakları hiçbir şey olmasa da, kanlı bir çatışmanın bırakacağı derin yaralar, bu kentin en büyük kaybı olacaktır
Bu ihtimalleri göz önüne alarak, halkıma yapacağım çağrı, 16 Temmuz gününü, korku ve ölüm günü gibi gerginlikler içinde dayatmak isteyenlere, tüm gücümüzle karşı koymaya hazır olalım diyorum.
Korku duvarlarını yıkalım. Korkunun kimseye fayda etmediğini özellikle bu devletle ilişkide hiç işe yaramadığı açıktır. Korku duvarlarının yıkıldığı yerde, tehlikelerle mücadele daha az maliyetli ve daha kolaydır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder