5 Temmuz 2011 Salı
BU GÜNÜ UNUTMAYIN 5 TEMMUZ 1938
Altta okuyacağınız yazı, bu ülkede haksızlıklar tarihinin bir dönüm noktasını konu alıyor. Bu yazı bir işgalin, Cumhuriyetteki Osmanlı'nın, "Hasta Adam"lıktan çıktığı an azı dişleriyle nasıl da saldırıp ilhakçılık yaptığını gösteriyor. Unutulmaması gereken gerçeklerimizi ortaya koyuyor. Unutkanlık yüzünden hep sıfırdan başlamanın acısını hatırlatan bu makale kendimize gelmemiz için kaleme alındı. Liva İskenderun, Antakya ve çevresinin açıkça, uluslararası anlaşmalara aykırı olarak işgal hikayesini anlatıyor; Cemiyeti Akvam (o zamanki Birleşmiş Milletler), ilhak anlaşmasını oluşturan 23 Haziren 1939 Fransa – Türkiye arasında bağlanan Ankara protokolunu tanımıyor, uluslararası onay görmüş anlaşmalar listesine almıyor. Bu protokolun 1925 San remo mandaterlik anlaşmasına aykırı olduğunu söylüyor.
Fransa'nın koruma (Mandater) yetkisini aşarak bir ülkenin (Suriye'nin) topraklarını başka ülkeye (Türkiye'ye) veremeyeceğini söylüyor. Bu ikili anlaşmayı geçersiz sayıyor. Türkiye diplomasisinin korkulu rüyası da budur. Hatay halkı er ya da geç bu noktadan kendi hak ve hukukunu arayacaktır bu biliniyor. Yani ilhak gayri meşru olmaya devam ediyor. Bu günü unutmayın, tarihle cesurca yüzleşme denemeçlerinde önemli bir gündür. Kürt kardeşlerimizin tarihini irdeleyin onların ortaya koyduğu özgürlük atılımını hatırlayın. Hikayenizin ayrıntıları orada yazıylı bu günü unutmayın. Bu makaleyi tarihin her hatasını düzeltmek için değil, demokrasinin nasıl da hepimiz için geçerli olduğunu hatırlatmak için bir kez daha sizlerle paylaşıyorum. 5 Temmuz 2011
Mihrac Ural
5 Temmuz 2009
Bu gün üzerine çok şey yazılacak çok şey söylenecek. Yeri ve zamanı gelince bu günün Hatay topraklarında yarattığı inanılmaz sonuçların, nasıl bir kıyım olduğu bilince çıkartılacaktır. İradesi askeri zorla kırıldığı sanılan Arap halkının bu topraklarda daha söyleyeceği çok şey var. Kimlik haklarının mücadelesinde, ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak, derin akıl geleneklerinde katliam dokusu olanlara, kıyımla gerçekleri örtebileceğini sananlara, askeri zorlarla doğayı da alt edebileceğini sananlara söyleyecek sözü var.
5 Temmuz 1938 gününü unutmayın, kimlik haklarının topraklarıyla birlikte zorla gasp edildiği bu günde, kimlik mücadelesi gerçekte ülkemizin sürüklendiği gerici yönelimlerden çıkış kanallarından biri olarak algılanması, demokrasi mücadelesine katılacak önemli bir dinamiktir.
II. Dünya Savaşı arifesinde, sahipsiz, devletsiz, manda altında güçsüz düşmüş Suriye'nin, Fransızların manda yasalarını ihlal ederek, Liva İskenderun'u ve Antakya Sancağı'nı (Bugünkü Hatay ili) anavatanından koparıp bir başka devlete vermesi karşısında yapacak bir şeyinin olmaması (Hatay Arap halkının yoğun kitlesel tepki ve direnme eylemleri, gündeme gelmiş olmasına rağmen), Atatürk'ün güvenlik amacıyla ortaya çıkan ısrarı, 5000 km karelik Hatay topraklarının ilhakıyla sonuçlanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, Fransızlarla birlikte suç ortaklığı içinde, işledikleri kanunsuzlukla, Hatay davasının ilhakla sona erdirildiğini, öldüğünü iddia etmek mümkün olmayacaktır.
14-15 Mayıs 1936 genel seçimleri, Hatay'ın, ezici Arap etnik dokusuna bir belge oluşturması tehlikesi görülmüş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin engellemeleriyle karşılaşmıştır; Türk etnik toplumuna boykot kararı aldırılmış ve bu seçimler geçersiz kılınmıştır. Bu arada Hatay’ın ayrı bir devlet statüsüne kavuşturulması, zorlamalarla gerçek kimliğinden koparılarak kanunsuzca bir yerlere yamanması için çabalar sürdürülmüştür. Buna rağmen 15 Nisan 1938 sayımı, bir kez daha Hatay'ın Arap etnik kimliğinin ezici ifadesi olduğu gerçeğini yansıtmasına karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin itirazları gündeme gelmiş ve adil bir belirleme daha iptal edilmiştir; kanlı provokasyonlar yapılmış, halkın birbirine düşürülmesi amaçlanmıştır. Bu oyunlara karşı Hatay Arap halkı sesiz kalmamış, ayaklanmalarla tepkisini göstermiştir. Kanunsuz güçler bu tepkilere karşı 5 Temmuz 1938 tarihinde 2500'ü Fransız 2500 Türk askeri olmak üzere Albay Şükrü kanatlı komutanlığında bir askeri işgal gerçekleştirdiler. Payas ve İslahiye hattıyla Hassa üzerinden iki koldan başlayan işgal, Liva İskenderun ve Antakya sancağının bu güne kadar süren siyasal kaderini belirlemiştir.Hatay halkı, özgür iradesini iki kez ilan etmesine karşı, bu iradenin sonuçları iptal edilmişken bu kez, geleneksel askeri zorbalık altında halkın katılımı engellenerek, sayım işlemlerini tamamlama gereği görülmeyerek, istediklerine milli ölçekler, istemediklerine mezhepsel ölçekler koyarak (Türkler, millet olarak sayım ve seçim listesindeki yerlerini alırken, Araplar, Alevi, Sünni, Hıristiyan Ortodoks ve Rum Hıristiyan olarak 4 ayrı grupta değerlendirilerek parçalara ayrılıyordu) çifte standartlı böl yönet yöntemleriyle istedikleri sonuçları ilan etmişlerdir. 22 Temmuz 1938’de yapıldığı iddia edilen seçim sonuçları 1 Ağustosta ilan edilerek ; Türkler adına, 40 milletvekilli Hatay devleti meclisinin 22 milletvekili seçimsiz tayin edilmişlerdir ve bu atamayla haksız bir çoğunluk sağlanarak kıymeti kendinden menkul kararlar alınmıştır. Akıllara ziyan bu girişimlerle ilhak için ortam hazırlayanların sahneye koydukları oyun, onurlu hiçbir milletin razı olmayacağı bir ikrahla ilhak kararı alınmıştır.
Arap halkı dâhil, tüm Suriye ayağa kalkar, protestolarını yapar (*bkz. Ekte verilmiş olan fotoğraf belgelerinde bu eylemlerin bir kısmı yer almaktadır). Ancak manda yönetimi altında olan bir ülke, koruyucuları tarafından, topraklarının peşkeş çekilmesine yeterince engel olamaz. Ve buraya kadar, uluslararası hukukla alınan kararların bu hukuka aykırı olmaması için özen gösterilmektedir. Yıl 1937.
Hatay'ın ilhakına yol açan gayri meşru 23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci (Dêclaration Comun), işte bu sürecin ürünü olarak gündeme gelmişti. Yukarıda belirtilen tüm anlaşmalar uluslararası onay görmüş anlaşmalar olarak, o günkü adıyla Liva İskenderun ve Antakya Sancaklarının (Hatay), kendi etnik kimliklerini ve özgün, ayrı varlık olma özelliklerini koruma kaygısı taşıyan statüleri oluşturmuştu. Bu statüde, Türk milletinin de Arap milletinin de hakları koruma altındaydı. “Hatay Devleti” ihdası, anayasası ve parlamentosunun şekillenmesi, anavatanından koparılmak üzere yapılmış bir girişim olması itibariyle eleştirilebilecek birçok unsuru barındırmasına karşın, “Ayrı Varlığı” nispeten koruyor olması kabul edilebilir bir özellik taşıyordu.
Dünyada eşine ender rastlanır bir hızla ve el çabukluğuyla sahnelenen bu oyun, dünya diplomasi tarihi için de önemli bir ders niteliğindedir. Bu oyun sahnelenirken halkın kanaatleri hiçe sayılmıştır. Ancak Hatay Arap halkı tüm mezhep ve din farklılığına rağmen ( Alevi, Sünni, Hıristiyan) bu oyunlara karşı sesiz kalmamıştır. Gösterilerle, mitinglerle etnik kimliğinin hak ve hukukunu savunmaya çalışmıştır. Arkasında bir devlet olmadan, emperyalist güçlerin işgali altında kolu kanadı bağlanmışken ve askeri kudretleriyle direniş kuvvetlerini kovuştururken bu tepkileri kitlesel eylemlerle dile getirmekten çekinmemiştir.
URUBA HAREKETİ
Uruba hareketi tam anlamıyla bir kitlesel siyasal hareket olarak, yayın organlarıyla, edebiyatıyla, lideriyle bir ulusal kurtuluş hareketi olarak Fransızlara karşı mücadele etmiş, zorunlu ilhaka karşı direnmiştir. Bu satırların yazarı, bu mücadelenin önemli kadrolarından biri olan Zeki el Kasım'ın (Ural) oğludur. Uruba hareketi lideri Zeki el Arsuzi ile birlikte yoldaşları Muhammed Ali Zerka, İbrahim Fevzi, Vehib el Ganim, Suphi Zekkur, George Cabbur, Hasan Zarka, Süleyman El İsa, Faiz İsmail vb. onlarca önderle birlikte bu mücadeleyi yükselten Zeki el Kasım'ın (Ural) arşivinde bulunan belgeler bu gerçeklerin bir kanıtı ve gelecek kuşaklar için önemli bir bağ görevini yerine getirmeye devam etmektedir. Ekte verdiğimiz fotoğraflar o günü, bu güne taşıyan birer belgedir. Yine, dava görüşmeleri süreci içinde, iki kez yapılan halk oylaması reddedilmiş (14-15 Kasım 1936 ve 15 Nisan 1938), Hatay ayrı parlamentosu ve anayasası olan bir devlet haline getirilmiş olmasına rağmen, Hatay devleti halk meclisinin açılış yaptığı gün, askeri müdahaleyle ( 5 temmuz 1938, Albay Şükrü kanatlı komutanlığında askeri birliklerin girişimi) şekillendirilen adaletsiz bir sayım sonucu tayin edilen üyelerin onayıyla, iltihak kararı aldırılmıştır (Ekte bunun belgesi olan fotoğraflara yer verilmiştir).
GÖZLEM KARAKOLU
Hatay Arap halkı direnmekten bir an bile vazgeçmedi. Ağır baskılara, dilinin yasaklı olmasına, iyi günde kötü günde müziğinin terennümüne dahi yasak konulmasına rağmen kendi etnik varlığını ev ev, mahalle mahalle, köy-bucak, il ilçe korumayı bilmiş ender halklardandır. Bu güne kadar, nüfusuna göre en çok vergi ödeyen illerden birisi olmasına rağmen, ilhak edildiği devletten en az yararlanan olmaya devam etmiştir. Hatay halkı, eşitsizlik ve adaletsizlikte ayrı varlık olarak görülmesi dışında, ilhaktan hiçbir yarar sağlamamıştır..Hatay, Türkiye Devleti tarafından, hala güvenlik için bir gözlem karakolunun mahkum olduğu ihmalden başka bir değeri olmamaya devam etmektedir.
Hatay davası, gerçek sahipleri üzerine örtülü olan mezar sessizliğine ve Hatay'ın etnik topluluğunun objektif hak ve hukuk dayanaklarının gücüne rağmen, bu konuyu içgüdüsel olarak ve ısrarla üstelik olası hiçbir gündem konusu yokken gündeme getirenler, davanın gerçek sahibi değildirler. Bugün mahkeme konusu olan davanın ülkücü-ilkel milliyetçi çevrelerce kaşınmakta olması bile, tek başına, bu çevrelerin Hatay davasından duydukları kaygıyı ve haksız konumlarını göstermesi açısından önemli bir veri olarak görmek gerek. Olaylar ciddi bir araştırmayla, tarafsızca sergilendiğinde görülecek olan gerçekler, I. Dünya Savaşı ardından, galip devletlerin Ortadoğu'yu, 16 Mayıs 1916'da Seykes-Picot Anlaşması, Kasım 1917'de ilan edilen Balfour Bildirgesi ve Milletler Cemiyeti Yasası'nın 22. Maddesiyle öngörülen ve 28 Haziran 1919'da kurulan “Mandat” sistemi gereğince, Fransızlarla İngilizler arasında, iki bölgeye bölünüp (Fransızlara, Suriye, Kilikya ve Lübnan A bölgesi ve İngilizlere Filistin, Ürdün ve Irak B bölgesi olarak) 25 Nisan 1920 San Remo konferansında karara bağlayıp manda altına almasıyla başlar.
Bu başlangıç, bölgemizde bu güne kadar süren, bitip tükenmeyen sorunların, kapanmamış dosyaların da başlangıcıdır. Bölgemiz manda altına, manda yasalarıyla girmiş, ancak emperyalist çıkarlar, hiçbir hukuk kuralına bağlı olmaksızın manda altına alınan ülke toprakları üzerinde insanlığa ve kaynaklara karşı insafsızca, pervasızca ve zalimce davranarak tasarruflarda bulunmuştur.
LOZAN MÜSLÜMANLARIN KABESİ
Halkının iradesine, toprakların tarihi ve kültürel konumuna değer verilmeden, uluslararası güç dengelerinin oluşturduğu yeni konjonktüre bağlı olarak, II. Dünya Savaşı arifesinde, müttefik güçlerin etkinlik alanlarını genişletmesi adına, Hatay, Türkiye Cumhuriyeti'ne verilmiştir.“Verilmiştir” diyoruz. Bu terimin doğru kullanılıp kullanılmadığını anlamak için, konuya vakıf okuyucunun derhal Lozan Anlaşması’nda, Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının nereden nereye kadar çizili olduğuna bir göz atması yeterlidir. Bilindiği gibi Lozan Anlaşması’nda Hatay, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışındadır. Türkiye Cumhuriyeti için Lozan Anlaşması’nın, Müslümanların Kabe'si gibi olduğunu söylemeye gerek yok. Her şey orada, Lozan'da başlar, orada biter. Bu anlaşma “Türkü, Türk yapan en önemli anlaşma” olarak gösterilmiştir, “Bu muahadename, Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr muahadenamesiyle ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastin inhidamını (çöküşünü bn.) ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali nemasbuk (örneği olmayan bn.) bir siyasi zafer eseridir.” (M. Kemal Atatürk 1927). Zira bu anlaşma olmasaydı Türklükte yok olacaktı, diye bu güne dek süren söylemler tekrar edegelmiştir.
5 Temmuz 1938'de, Kurmay Albay Şükrü Kantlı komutanlığında Sancak'a (Hatay), Fransızlardan sonra ikinci bir işgal kuvvetleri olarak girerken, Avrupa'da olanlar açıkça taklit ediliyordu. İkili işgal altında, Sancak Devleti, ayrı varlığı, statü ve anayasası, 2 Eylül 1938'de Sancak Devleti meclisinin seçtiği cumhurbaşkanıyla birlikte yürürlüğe girmiş oldu. Bin bir oyunla anavatanından koparılmak üzere, “ayrı varlık” yapılan ve ardından Sancak Devleti olarak kurulan yapının, bu işgal kuvvetlerinin esiri olarak yıkılacağı gün uzak değildi.
Son olarak, taşranın kaderi gibi görülen, çok ciddi bir olumsuzluğun, metropol şehirler dışında yükselen demokrasi mücadelesinin örtülmesi, etkisiz gibi algılanması sorununa dikkat çekmek gerekir. Bu sorun uzun yıllar ülkemiz demokrasi mücadelesinin gelişimini boğan bir rol oynadı. Bu gün bile medyanın bir metropol şehir medyası olmaya devam etmesi aynı tehlikeyi çağrıştırır gibidir. Ancak bu olumsuzluk, Kürt halkının yükselttiği özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle etkin bir şekilde kırıldığından söz etmek yanlış olmayacaktır. Kürt halkı ülkemizdeki demokrasi mücadelesinin içeriğine olduğu kadar, coğrafyasına da büyük bir genişlik kattı. Bu genişliğe Hatay Arap halkının katacağı daha da çok unsur olacaktır.
Hatay davası bu açıdan değerlendirilmeli, ülkemizde Kürtlerin yaşamaya zorlandığı deneylerden geçirilmeye zorlanmamalıdır. Herkesin kazandığı bir süreçte, herkesin bir birini hazmetmesi gerek. Bu ülkenin birimizin değil, hepimizin olduğuna birbirimizi ikna etmeliyiz
Fransa'nın koruma (Mandater) yetkisini aşarak bir ülkenin (Suriye'nin) topraklarını başka ülkeye (Türkiye'ye) veremeyeceğini söylüyor. Bu ikili anlaşmayı geçersiz sayıyor. Türkiye diplomasisinin korkulu rüyası da budur. Hatay halkı er ya da geç bu noktadan kendi hak ve hukukunu arayacaktır bu biliniyor. Yani ilhak gayri meşru olmaya devam ediyor. Bu günü unutmayın, tarihle cesurca yüzleşme denemeçlerinde önemli bir gündür. Kürt kardeşlerimizin tarihini irdeleyin onların ortaya koyduğu özgürlük atılımını hatırlayın. Hikayenizin ayrıntıları orada yazıylı bu günü unutmayın. Bu makaleyi tarihin her hatasını düzeltmek için değil, demokrasinin nasıl da hepimiz için geçerli olduğunu hatırlatmak için bir kez daha sizlerle paylaşıyorum. 5 Temmuz 2011
Mihrac Ural
5 Temmuz 2009
Bu gün üzerine çok şey yazılacak çok şey söylenecek. Yeri ve zamanı gelince bu günün Hatay topraklarında yarattığı inanılmaz sonuçların, nasıl bir kıyım olduğu bilince çıkartılacaktır. İradesi askeri zorla kırıldığı sanılan Arap halkının bu topraklarda daha söyleyeceği çok şey var. Kimlik haklarının mücadelesinde, ortak ülkemizin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak, derin akıl geleneklerinde katliam dokusu olanlara, kıyımla gerçekleri örtebileceğini sananlara, askeri zorlarla doğayı da alt edebileceğini sananlara söyleyecek sözü var.
5 Temmuz 1938 gününü unutmayın, kimlik haklarının topraklarıyla birlikte zorla gasp edildiği bu günde, kimlik mücadelesi gerçekte ülkemizin sürüklendiği gerici yönelimlerden çıkış kanallarından biri olarak algılanması, demokrasi mücadelesine katılacak önemli bir dinamiktir.
II. Dünya Savaşı arifesinde, sahipsiz, devletsiz, manda altında güçsüz düşmüş Suriye'nin, Fransızların manda yasalarını ihlal ederek, Liva İskenderun'u ve Antakya Sancağı'nı (Bugünkü Hatay ili) anavatanından koparıp bir başka devlete vermesi karşısında yapacak bir şeyinin olmaması (Hatay Arap halkının yoğun kitlesel tepki ve direnme eylemleri, gündeme gelmiş olmasına rağmen), Atatürk'ün güvenlik amacıyla ortaya çıkan ısrarı, 5000 km karelik Hatay topraklarının ilhakıyla sonuçlanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, Fransızlarla birlikte suç ortaklığı içinde, işledikleri kanunsuzlukla, Hatay davasının ilhakla sona erdirildiğini, öldüğünü iddia etmek mümkün olmayacaktır.
14-15 Mayıs 1936 genel seçimleri, Hatay'ın, ezici Arap etnik dokusuna bir belge oluşturması tehlikesi görülmüş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin engellemeleriyle karşılaşmıştır; Türk etnik toplumuna boykot kararı aldırılmış ve bu seçimler geçersiz kılınmıştır. Bu arada Hatay’ın ayrı bir devlet statüsüne kavuşturulması, zorlamalarla gerçek kimliğinden koparılarak kanunsuzca bir yerlere yamanması için çabalar sürdürülmüştür. Buna rağmen 15 Nisan 1938 sayımı, bir kez daha Hatay'ın Arap etnik kimliğinin ezici ifadesi olduğu gerçeğini yansıtmasına karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin itirazları gündeme gelmiş ve adil bir belirleme daha iptal edilmiştir; kanlı provokasyonlar yapılmış, halkın birbirine düşürülmesi amaçlanmıştır. Bu oyunlara karşı Hatay Arap halkı sesiz kalmamış, ayaklanmalarla tepkisini göstermiştir. Kanunsuz güçler bu tepkilere karşı 5 Temmuz 1938 tarihinde 2500'ü Fransız 2500 Türk askeri olmak üzere Albay Şükrü kanatlı komutanlığında bir askeri işgal gerçekleştirdiler. Payas ve İslahiye hattıyla Hassa üzerinden iki koldan başlayan işgal, Liva İskenderun ve Antakya sancağının bu güne kadar süren siyasal kaderini belirlemiştir.Hatay halkı, özgür iradesini iki kez ilan etmesine karşı, bu iradenin sonuçları iptal edilmişken bu kez, geleneksel askeri zorbalık altında halkın katılımı engellenerek, sayım işlemlerini tamamlama gereği görülmeyerek, istediklerine milli ölçekler, istemediklerine mezhepsel ölçekler koyarak (Türkler, millet olarak sayım ve seçim listesindeki yerlerini alırken, Araplar, Alevi, Sünni, Hıristiyan Ortodoks ve Rum Hıristiyan olarak 4 ayrı grupta değerlendirilerek parçalara ayrılıyordu) çifte standartlı böl yönet yöntemleriyle istedikleri sonuçları ilan etmişlerdir. 22 Temmuz 1938’de yapıldığı iddia edilen seçim sonuçları 1 Ağustosta ilan edilerek ; Türkler adına, 40 milletvekilli Hatay devleti meclisinin 22 milletvekili seçimsiz tayin edilmişlerdir ve bu atamayla haksız bir çoğunluk sağlanarak kıymeti kendinden menkul kararlar alınmıştır. Akıllara ziyan bu girişimlerle ilhak için ortam hazırlayanların sahneye koydukları oyun, onurlu hiçbir milletin razı olmayacağı bir ikrahla ilhak kararı alınmıştır.
Arap halkı dâhil, tüm Suriye ayağa kalkar, protestolarını yapar (*bkz. Ekte verilmiş olan fotoğraf belgelerinde bu eylemlerin bir kısmı yer almaktadır). Ancak manda yönetimi altında olan bir ülke, koruyucuları tarafından, topraklarının peşkeş çekilmesine yeterince engel olamaz. Ve buraya kadar, uluslararası hukukla alınan kararların bu hukuka aykırı olmaması için özen gösterilmektedir. Yıl 1937.
Hatay'ın ilhakına yol açan gayri meşru 23 Haziran 1939 Türk Fransız ortak demeci (Dêclaration Comun), işte bu sürecin ürünü olarak gündeme gelmişti. Yukarıda belirtilen tüm anlaşmalar uluslararası onay görmüş anlaşmalar olarak, o günkü adıyla Liva İskenderun ve Antakya Sancaklarının (Hatay), kendi etnik kimliklerini ve özgün, ayrı varlık olma özelliklerini koruma kaygısı taşıyan statüleri oluşturmuştu. Bu statüde, Türk milletinin de Arap milletinin de hakları koruma altındaydı. “Hatay Devleti” ihdası, anayasası ve parlamentosunun şekillenmesi, anavatanından koparılmak üzere yapılmış bir girişim olması itibariyle eleştirilebilecek birçok unsuru barındırmasına karşın, “Ayrı Varlığı” nispeten koruyor olması kabul edilebilir bir özellik taşıyordu.
Dünyada eşine ender rastlanır bir hızla ve el çabukluğuyla sahnelenen bu oyun, dünya diplomasi tarihi için de önemli bir ders niteliğindedir. Bu oyun sahnelenirken halkın kanaatleri hiçe sayılmıştır. Ancak Hatay Arap halkı tüm mezhep ve din farklılığına rağmen ( Alevi, Sünni, Hıristiyan) bu oyunlara karşı sesiz kalmamıştır. Gösterilerle, mitinglerle etnik kimliğinin hak ve hukukunu savunmaya çalışmıştır. Arkasında bir devlet olmadan, emperyalist güçlerin işgali altında kolu kanadı bağlanmışken ve askeri kudretleriyle direniş kuvvetlerini kovuştururken bu tepkileri kitlesel eylemlerle dile getirmekten çekinmemiştir.
URUBA HAREKETİ
Uruba hareketi tam anlamıyla bir kitlesel siyasal hareket olarak, yayın organlarıyla, edebiyatıyla, lideriyle bir ulusal kurtuluş hareketi olarak Fransızlara karşı mücadele etmiş, zorunlu ilhaka karşı direnmiştir. Bu satırların yazarı, bu mücadelenin önemli kadrolarından biri olan Zeki el Kasım'ın (Ural) oğludur. Uruba hareketi lideri Zeki el Arsuzi ile birlikte yoldaşları Muhammed Ali Zerka, İbrahim Fevzi, Vehib el Ganim, Suphi Zekkur, George Cabbur, Hasan Zarka, Süleyman El İsa, Faiz İsmail vb. onlarca önderle birlikte bu mücadeleyi yükselten Zeki el Kasım'ın (Ural) arşivinde bulunan belgeler bu gerçeklerin bir kanıtı ve gelecek kuşaklar için önemli bir bağ görevini yerine getirmeye devam etmektedir. Ekte verdiğimiz fotoğraflar o günü, bu güne taşıyan birer belgedir. Yine, dava görüşmeleri süreci içinde, iki kez yapılan halk oylaması reddedilmiş (14-15 Kasım 1936 ve 15 Nisan 1938), Hatay ayrı parlamentosu ve anayasası olan bir devlet haline getirilmiş olmasına rağmen, Hatay devleti halk meclisinin açılış yaptığı gün, askeri müdahaleyle ( 5 temmuz 1938, Albay Şükrü kanatlı komutanlığında askeri birliklerin girişimi) şekillendirilen adaletsiz bir sayım sonucu tayin edilen üyelerin onayıyla, iltihak kararı aldırılmıştır (Ekte bunun belgesi olan fotoğraflara yer verilmiştir).
GÖZLEM KARAKOLU
Hatay Arap halkı direnmekten bir an bile vazgeçmedi. Ağır baskılara, dilinin yasaklı olmasına, iyi günde kötü günde müziğinin terennümüne dahi yasak konulmasına rağmen kendi etnik varlığını ev ev, mahalle mahalle, köy-bucak, il ilçe korumayı bilmiş ender halklardandır. Bu güne kadar, nüfusuna göre en çok vergi ödeyen illerden birisi olmasına rağmen, ilhak edildiği devletten en az yararlanan olmaya devam etmiştir. Hatay halkı, eşitsizlik ve adaletsizlikte ayrı varlık olarak görülmesi dışında, ilhaktan hiçbir yarar sağlamamıştır..Hatay, Türkiye Devleti tarafından, hala güvenlik için bir gözlem karakolunun mahkum olduğu ihmalden başka bir değeri olmamaya devam etmektedir.
Hatay davası, gerçek sahipleri üzerine örtülü olan mezar sessizliğine ve Hatay'ın etnik topluluğunun objektif hak ve hukuk dayanaklarının gücüne rağmen, bu konuyu içgüdüsel olarak ve ısrarla üstelik olası hiçbir gündem konusu yokken gündeme getirenler, davanın gerçek sahibi değildirler. Bugün mahkeme konusu olan davanın ülkücü-ilkel milliyetçi çevrelerce kaşınmakta olması bile, tek başına, bu çevrelerin Hatay davasından duydukları kaygıyı ve haksız konumlarını göstermesi açısından önemli bir veri olarak görmek gerek. Olaylar ciddi bir araştırmayla, tarafsızca sergilendiğinde görülecek olan gerçekler, I. Dünya Savaşı ardından, galip devletlerin Ortadoğu'yu, 16 Mayıs 1916'da Seykes-Picot Anlaşması, Kasım 1917'de ilan edilen Balfour Bildirgesi ve Milletler Cemiyeti Yasası'nın 22. Maddesiyle öngörülen ve 28 Haziran 1919'da kurulan “Mandat” sistemi gereğince, Fransızlarla İngilizler arasında, iki bölgeye bölünüp (Fransızlara, Suriye, Kilikya ve Lübnan A bölgesi ve İngilizlere Filistin, Ürdün ve Irak B bölgesi olarak) 25 Nisan 1920 San Remo konferansında karara bağlayıp manda altına almasıyla başlar.
Bu başlangıç, bölgemizde bu güne kadar süren, bitip tükenmeyen sorunların, kapanmamış dosyaların da başlangıcıdır. Bölgemiz manda altına, manda yasalarıyla girmiş, ancak emperyalist çıkarlar, hiçbir hukuk kuralına bağlı olmaksızın manda altına alınan ülke toprakları üzerinde insanlığa ve kaynaklara karşı insafsızca, pervasızca ve zalimce davranarak tasarruflarda bulunmuştur.
LOZAN MÜSLÜMANLARIN KABESİ
Halkının iradesine, toprakların tarihi ve kültürel konumuna değer verilmeden, uluslararası güç dengelerinin oluşturduğu yeni konjonktüre bağlı olarak, II. Dünya Savaşı arifesinde, müttefik güçlerin etkinlik alanlarını genişletmesi adına, Hatay, Türkiye Cumhuriyeti'ne verilmiştir.“Verilmiştir” diyoruz. Bu terimin doğru kullanılıp kullanılmadığını anlamak için, konuya vakıf okuyucunun derhal Lozan Anlaşması’nda, Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının nereden nereye kadar çizili olduğuna bir göz atması yeterlidir. Bilindiği gibi Lozan Anlaşması’nda Hatay, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışındadır. Türkiye Cumhuriyeti için Lozan Anlaşması’nın, Müslümanların Kabe'si gibi olduğunu söylemeye gerek yok. Her şey orada, Lozan'da başlar, orada biter. Bu anlaşma “Türkü, Türk yapan en önemli anlaşma” olarak gösterilmiştir, “Bu muahadename, Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr muahadenamesiyle ikmal edildiği zannedilmiş, büyük bir suikastin inhidamını (çöküşünü bn.) ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte emsali nemasbuk (örneği olmayan bn.) bir siyasi zafer eseridir.” (M. Kemal Atatürk 1927). Zira bu anlaşma olmasaydı Türklükte yok olacaktı, diye bu güne dek süren söylemler tekrar edegelmiştir.
5 Temmuz 1938'de, Kurmay Albay Şükrü Kantlı komutanlığında Sancak'a (Hatay), Fransızlardan sonra ikinci bir işgal kuvvetleri olarak girerken, Avrupa'da olanlar açıkça taklit ediliyordu. İkili işgal altında, Sancak Devleti, ayrı varlığı, statü ve anayasası, 2 Eylül 1938'de Sancak Devleti meclisinin seçtiği cumhurbaşkanıyla birlikte yürürlüğe girmiş oldu. Bin bir oyunla anavatanından koparılmak üzere, “ayrı varlık” yapılan ve ardından Sancak Devleti olarak kurulan yapının, bu işgal kuvvetlerinin esiri olarak yıkılacağı gün uzak değildi.
Son olarak, taşranın kaderi gibi görülen, çok ciddi bir olumsuzluğun, metropol şehirler dışında yükselen demokrasi mücadelesinin örtülmesi, etkisiz gibi algılanması sorununa dikkat çekmek gerekir. Bu sorun uzun yıllar ülkemiz demokrasi mücadelesinin gelişimini boğan bir rol oynadı. Bu gün bile medyanın bir metropol şehir medyası olmaya devam etmesi aynı tehlikeyi çağrıştırır gibidir. Ancak bu olumsuzluk, Kürt halkının yükselttiği özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle etkin bir şekilde kırıldığından söz etmek yanlış olmayacaktır. Kürt halkı ülkemizdeki demokrasi mücadelesinin içeriğine olduğu kadar, coğrafyasına da büyük bir genişlik kattı. Bu genişliğe Hatay Arap halkının katacağı daha da çok unsur olacaktır.
Hatay davası bu açıdan değerlendirilmeli, ülkemizde Kürtlerin yaşamaya zorlandığı deneylerden geçirilmeye zorlanmamalıdır. Herkesin kazandığı bir süreçte, herkesin bir birini hazmetmesi gerek. Bu ülkenin birimizin değil, hepimizin olduğuna birbirimizi ikna etmeliyiz
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder